Bir varmış, bir yokmuş, bir zamanlar Varta’nın karanlığın hüküm sürdüğü topraklarında, kalbi karlar kadar soğuk bir kraliçe yaşarmış. Bir gün kraliçe, kalbi şimşeklerle örülü bir hükümdara âşık olmuş ve onların karanlık hikâyesi tam da bittiğini sandıkları yerde başlamış.
Dışarıda Yaren bayıldıktan sonra başlayan ve saatler sonrasında bile etkisini sürdüren bir kar fırtınası vardı. Yaren’in vücudundaki yorgunluk erozyonunun nedenini içten içe Efken de ben de biliyorduk. Vücudu uyanmaya başlamıştı. İçinde bir doğaüstü kanı dolaşıyordu ve o kan sonunda hangi damarda, ne şekilde ilerlemesi gerektiğini anlamıştı.
Saat sabahın erken saatleriydi. Herkes yorgundu, herkes bir köşeye çekilmişti, herkes sonsuz bir sessizlik içerisinde olan biteni düşünüyordu. Yaren’in vücudunda başlayan savaştan galip çıkabilmesi için her şeyi bilmesi şarttı. Ona ne olduğunu, babasının kim olduğunu, gelecekte onu bekleyen ihtimalleri… Tümünü.
Sapphire, oturduğu koltukta kıvranır gibi hareketlenince bakışlarım ona çevrildi. Sezgi, sessizce şehir kütüphanesinden aldığı kitabı okuyordu. Ceyhun, camın önünde dışarıyı izliyor, Efken ise sadece sabahın oldukça erken bir saatinde olmamıza rağmen viskisini yudumluyordu. Kafasındakilerden kaçmak için içtiğini biliyordum, hiç değilse şimşekler kesilmişti, bu da bir şeydi.
Sonunda Sapphire neden kıvrandığını belli eden o cümleydi kurdu. “Efendim, çok daha fazla Mar’a ihtiyacımız var. Uyanışı resmi olarak ilan etmeniz gerekiyor,” dedi. “Böylece cadı azınlığının karşımızda hiç şansı kalmaz.”
Söylediği bir anlığına mantıklı gelse de Efken başını iki yana sallayınca benim de kafam karıştı. Efken’e baktım, elinde viski kadehiyle Sapphire’ı işaret ederken eğilip dirseklerini dizlerine yaslamıştı.
“Bu sadece aptallık olur,” dedi kurşun gibi bir sesle. “Sen Marlar ve Cadıları birbirine düşman etmek niyetinde misin? Bu işe ne kadar çok Mar karışırsa, o kadar çok cadıyı karşına almış olursun. İstediğin bu mu?” Bilgelikle sorduğu soruya şaşkınlıkla baktım, uyanışı eksiksiz bir şekilde devam ettiği için mi her şeyi bu kadar net bir şekilde bilebiliyordu?
Sapphire bu mantıklı düşünceden sırf mantıklı olduğu için hoşlanmamış gibi kaşlarını çattı. Efken’den korkan bir tarafı olduğunu görebiliyordum, düşüncelerine is lekesi gibi çökemesem de tahminlerim vardı.
“Peki ya sizin öneriniz nedir, lordum?” diye sordu birden Sapphire, sesi imalı olsa da gözleri korkuyla bakıyordu. “Gümüş Pençeleri onların üzerine saldığınızda sonuç yine aynı kapıya çıkmış olmayacak mı sanıyorsunuz? Gümüş Pençeler ve Cadılar birbirine düşman olabilir.”
“Anlamadığın şu, çocuk,” dedi Efken alayla gülerek. “Gümüş Pençeler sürülere ayrılır, hepsi birbirine bağlı değildir. Marların aksine. Siz tek bir sürüsünüz, biz ise binlerce sürü. Tek bir sürüye düşman olup büyük bir kaos çıkarmazlar. Ama Marların hepsi ayağa kalkarsa, Cadıların da hepsi ayağa kalkacaktır.”
“Neticede siz Gümüş Pençelerin hükümdarı değil misiniz?”
“Neticede,” dedi Efken imayla, “henüz uyanışım ilan edilmedi.”
“Cadılar saldırısına başladı bile. Kraliçemizi korumak zorundayız. Marların tamamı dışında neredeyse herkes kraliçenin uyanışından haberdar. Cadıların sayıca az olması çoğalmayacakları anlamına gelmez. Eylemler sonuçlarına göre destekçi bulur. Cadılar eylemlerinden sonuç alabileceklerini, Marlara üstünlük taslayabileceklerini hissederlerse genişleyecekler. Onların genişlemesi demek, bizim çemberimizin daralması demek.”
“Efken haklı, Sapphire,” dediğimde Sapphire kafasını bana çevirip yüzüme umutsuzlukla baktı. “Şu an bizden olanları uyandırıp davet etmek sadece daha büyük bir kaosa sebebiyet verecek.” Mēness’in zihnime üfledikleriyle ürpererek, “İsyan çıkardığımı düşünecekler,” diye mırıldandım. “Marları etrafıma topladığım için sadece cadılara değil, tüm doğaüstülere karşı geldiğimi, hepsini yok etmeyi planladığımı düşünecekler.”
Mēness kafamın içinde tekrar sessizlik çukuruna girdi ama verdiği bilgi bana yetmişti de artmıştı bile.
“Bu şekilde oldukça zayıfız.” Sapphire’ın korkuyla parlayan gözlerini ellerine indirdiğini gördüm. Bir süre uzun, esmer parmaklarını inceledikten sonra, “Cadılar güçlü,” diye fısıldadı. “Beni öldüreceklerini sandım. O kadar güçlüler. Azınlık olarak bile üstün gelmelerinden endişe ediyorum.”
“Ben de bir cadıyım,” dedi Sezgi gözlerini kitaptan ayırmadan. “Endişe etme, Sapphire. Eminim o azınlığın içinde senin gibi güçlü, güzel bir Mar kızı yoktur ama bu azınlığın içinde tıpkı onlar gibi bir cadı var.” Gözlerini kaldırıp anlık olarak Sapphire’a bakarken gülümsedi. “Yani bu, rüzgâr bizden tarafa esiyor demek.”
Sapphire biraz olsun rahatlamış gibi gülümsedi ama içten içe korkmaya devam ettiğini biliyordum. Sezgi bir sayfa daha çevirip bu kez gözlerini Efken’e çevirdi ve “Yaren ile ilgili atladığımız bir mesele var mı?” diye sordu sakince. “Bildiğim kadarıyla demir eksikliği, kansızlığı ya da başka bir rahatsızlığı yok. Tansiyonunu da kontrol ettim.”
Konuyu daha fazla saklayamayacağımız gün gibi ortada olduğundan sessiz kaldım. Efken viskisinden bir yudum daha aldıktan sonra, “Bunu önce Yaren ile konuşmamız gerekecek,” dedi ve Sezgi kitabın kapağını kapatıp kitabı dizlerinin üzerine koyarak, “Bu da ne demek?” diye sordu. “Yaren ile ilgili bir konu var yani? Yoksa o da senin gibi bir Gümüş Pençe mi?”
“Öyle olsa daha az sorun çıkardı,” dediğimde Sezgi bu kez endişenin gölgelediği yeşil gözlerini bana çevirdi.
“Manbel sana savaş alanında bir şey söyledi,” derken kaşları çatılmıştı. “Yaren’in durumuyla ilgili bir şey miydi? Bu yüzden mi onu bıraktın?”
“Cevabı kendine kendin vermiş kadar oldun.” Bu cümle dudaklarımdan dökülür dökülmez Efken’in bakışları bana çevrildi. Gözlerinde onay aradım, bulduğumda ise yerimden kalkıp Sezgi’nin yanına oturdum ve dizinin üzerine koyduğu ciltli kitabı kendi kucağıma alarak, “Yaren’in de doğaüstü yanı var, bunu bir cadı olarak hissetmişsindir sanırım,” diye mırıldandım.
“Evet, alnında bir sembolün yanıp söndüğünü gördüm.”
“O zaman bedeninin kendisiyle büyük bir savaşta olduğunu da anlamışsındır. Yaren’in bu dünyadaki yerini, gücünü, aslen kim olduğunu anlayabilmemiz için Manbel’e ihtiyacımız var.”
“Manbel bunu nereden bilsin?” diye sordu Ceyhun, gözlerini camdan çekip bize doğru dönmüştü. “O adam bir tür kâhin falan değil. Bizim düşmanımızdı. Onun yüzünden az daha canımızdan olacaktık.”
“Manbel’in bildiğine eminim ki onu serbest bıraktım, Ceyhun,” dedim, sesimde ikinci kez açıklama yapmayacağımın alt metni vardı. Daha fazla bilgi vermek istesem de bunu Yaren’den önce bir başkasına söylemek doğru gelmiyordu.
O andan itibaren konuya mührü dudaklarımla vuran ben oldum. Öğlene doğru İbrahim ve diğerleri çalışma için geldiler. Onlara cadılardan bahsetmedik. Ulaş arbaletiyle Sezgi’nin yeni nesil büyülerini denedi ve bu onun için şaşırtıcıydı. Sezgi’nin tek tek tılsımları fısıldadığı okların tamamı arbaletten ateşler içinde fırlıyordu. Ulaş bu okları o kadar sevmişti ki İbrahim’i ateşten oklarıyla kovalarken Sezgi okları boşa harcadığı için söylenip durmuştu. İbrahim henüz tanışmadığım, nadiren insan formunda rastladığım kurtlardan birkaçıyla alıştırma yapmaya başladığında kafam biraz olsun dağılmıştı. Çünkü kurtlar, normal bir insan formuna girmiş olsalar da çok kuvvetli ve öfkeliydiler. İbrahim onların sınırlarını zorladığında İbrahim’i birkaç kez ağaca çarpacak kadar gergindiler…
Birkaç çarpmanın sonunda İbrahim ağlayarak Efken’in arkasına saklanmış, İstanbul’dayken çok fazla Muhteşem Yüzyıl izlediğini ortaya koyarcasına Hürrem Sultan Türkçesiyle, “Öldürecekler beni, canımın padişahı,” diyerek ağlamıştı.
Elimde bir kahve kupasıyla verandanın basamaklarına oturduğumda büyük, beyaza boyanmış arazideki çalışmalar devam ediyordu. İleride ara sıra çakan şimşeklere dikkat etmemişlerdi ama ben o şimşeklerin özünün kim olduğunu biliyordum.
Kahvemden bir yudum alırken gözüm Hatem’e takıldı, tam Efken’in karşısındaydı ve bir çocuğun babasını izlediği gibi meraklı, hayran gözlerle Efken’i izlerken gülümsüyordu. Ben de elimde olmadan gülümsedim ve Efken’in nasıl bir baba olacağını düşündüm. Bu düşünce başta kaçtığım korku veren bir canavar gibiydi ama o canavardan kaçtıkça aslında o canavara ne kadar çok dönmek istediğimi anladım. Birlikteliğimizin ardından hapı alırken kafamda onunla ilgili böyle bir düşünce varsa bile karanlığa gizlenmişti, şimdi onu bir çocuk gibi hayranlıkla izleyen genç adamı görünce aslında ona baba olmanın ne kadar yakışacağını fark etmiştim.
Kahveden bir yudum daha aldığım sırada Efken bana doğru döndü, gözlerimiz birbirine ateşten kırbaçlar gibi çarptığında, zamanın onun uçurum mavisi gözlerinde düğümlendiğini hissettim. Gözleri beni aramızdaki mesafeye rağmen kollarının arasına alıyormuş gibi şefkatle yakalamıştı. Dokunuşlarını hatırladım, tenimin üzerinde kayan parmaklarını, dudaklarımız birleşmeden hemen önce gözlerinin gözlerime değişini, ateşin çatırtılarını ve iniltilerimizi…
Aynı şeyleri onun da düşündüğünü fark ettiğimde yutkunmak çok zordu. Tam arkasında bir şimşek göğün bileklerine ait bir damarmış gibi parladı, şimşeğin gürültüsü etrafa dağılmadı, öylece sessizce parlayıp söndü.
Ruhani boyuttaki eşim.
Anlamlar benim için koca bir karmaşadan ibaret olsa da bu çok açık ve bir şekilde net ortadaydı, bir şekilde bağlılık yemini etmiştik. Efken’in önünden insan formundaki kurtlar geçip gitti, Crystal ile Sapphire kahkahalar atarak geçti, Sezgi ile Ceyhun şakalaşarak geçti, etrafında İbrahim espriler yaparak döndü; tüm bunlar ağır çekimde olurken biz hâlâ göz gözeydik.
Aniden ayağa kalkıp hızlı adımlarla basamakları tırmandım, içeri girip elimdeki kupayı vestiyerin köşesine bırakmamla dış kapı bir kez daha açıldı ve irkilerek omzumun üzerinden gelenin kim olduğuna baktım. Aslında gelenin kim olduğunu biliyordum, sadece gelen kişiyi görmek istiyordum.
Efken, “Sikerler,” derken kapıyı kapatıp saniyeler içinde beni kucakladı ve sırtım vestiyerin aynasına yaslanırken gözlerim kısıldı.
Bunun olacağını bilen tarafım tutkunun tırnaklarını kasıklarıma sürtüyor, bedenim önlenemez bir çekimle bertaraf ediliyordu. Elim ensesine kaydığında dudakları dudaklarıma tutundu. Dili ağzımı araladı, dişlerimin arasından geçerek damaklarıma ilerledi. Farkında olmadan uzun tırnaklarımı saç diplerine bastırdığımda ağzıma doğru sert bir nefes vererek inledi. Delirmiş gibi, birbirimizi tüketmek için yeminler içmiş gibi sertçe öpüşmeye başladık. Saçları parmaklarımın arasında kuzguni tüyler gibi dağılıyor, dudaklarım dudaklarının esareti altında âdeta eriyordu.
Topuğumu kalçasına bastırdığımda beni tamamen vestiyere bastırdı ve dudaklarımız ayrıldı. Başımı yan çevirdiğinde aynadaki yansımamla yanak yanağıymışım gibi durduğumu anladım. Efken yanağımdan çene kemiğime, oradan da boynuma açlıkla sert öpücükler kondurup, diliyle ıslak yollar çizerek indi.
“Sakinleş,” diyebildim, diyemedim, yalvardım. Bu onu daha da hırslandırmış gibi bir elini kazağımdan içeri soktu, parmaklarını tenime bastırarak iki göğsümün arasına uzatırken dili boynumda dolaşıyordu. “Durmalıyız,” diye inledim ama istek içimden dışıma bir koku gibi yayılmaya başlamıştı. Gözlerimi yavaşça kapatarak onun tutkusuna sığındım.
“Bir kez tadını alınca nasıl durulurmuş bilmiyormuşum ben,” diye inledi boynuma doğru, ardından uzun, dövmeli parmakları çenemi kavradı ve dudaklarımı aralamamı sağladı. Alt dudağımı ısırarak çekiştirdi, dilini dudaklarımın sınırlarında sinsice gezdirdi ve yüreğimi ağzıma taşıdı. “Sana nasıl çekildiğimi bilsen korkar mısın benden? Koca bir mıknatıssın da ben çekimine girip çaresizce sana savrulan bir demir parçasıyım sanki.”
Dili tekrar ağzıma girerken son cümlesi ikimizi de tetiklenmiş gibi inletti.
“Her an elim, dilim, bedenim üzerinde olsun istiyorum,” diye inledi ağzımın içine doğru.
“Evdeyiz,” diyebildim ama durmasını istemiyordum. Bu çekimin bizi altüst edeceği daha ilk andan belliydi. Teni tenime karıştığında artık duramayacağımızı ikimiz de biliyorduk, buna rağmen durmamıştık. Şimdi de duramıyorduk. Durmamakla duramamak arasındaki farkı şimdi anlıyordum. Şansımız vardı, durmamıştık; şimdiyse durmak imkânsız hâle gelmişti.
Aniden kapı aralanınca Efken’in kucağından kayar gibi inip üzerimdeki kazağı aşağı çekiştirmeye çalıştım. Efken sakince geri çekilse de bana bakan biri burada dönen dümenin farkına kolaylıkla kayardı. Hele o kişi İbrahim’se…
İbrahim bir an donup kaldı. Bir bana, bir Efken’e baktıktan sonra öksürerek boğazını temizleyip, “Su içecektim, hehe,” dedi, sonra aniden durumu fark etmiş gibi kaşlarını çattı. “Su içene yılan bile dokunmaz derlerdi. Ben suya giderken kocama mı dokunmaya karar verdin sen?” diye cırladı. “Seninle ben gerçekten Necla ile Leyla olma yolunda kararlı adımlarla ilerlemeye başladık.”
“Zevzeklik yapma,” diye hırladı Efken, İbrahim irkilerek gülümsedi.
“Canımın padişahı, hayatında elbette Firuzeler olacak ama senin Hürrem’in hep ben olacağım.”
“Yine ne saçmalıyorsun sen ya?”
“Bir diziden örnek veriyor, boş ver,” derken yüzüm alev alev yanıyordu.
“Evime sık sık girip çıkman hiç hoşuma gitmiyor ama mecburiyet işte,” dedi Efken keskin gözlerle İbrahim’i süzerken. “İşleri daha da zorlaştırıp zevzeklik yapma, yoksa gerçekten elimde kalacaksın.”
“Beni çok seviyorsun, ben de seni seviyorum. Sus. Cevap verme. Aşkımız karşılıklı.”
Efken birden İbrahim’in üzerine yürüyünce aralarına girip, “Sen seninkilere baksana,” diye mırıldandım. “Mustafa Baba gelecekti, o gelene kadar başlarında dursan iyi olurdu.”
Efken burnundan sert bir nefes verip başını salladı, gözleri anlık bana dokundu ve bana dokununca yumuşadıklarını fark ettim. Ardından İbrahim’in yanından İbrahim’e omzuyla hafifçe vurarak geçti ve İbrahim onu yeniden çıldırtacak bir cümle kurdu:
“Titrettin beni, titrettin!”
“Delirtme işte şu adamı,” diye homurdanarak vestiyerin kenarına koyduğum kahve kupasını aldım. Efken’in arkasından kapıyı kapatırken yüzüne yayılan o muzip ifade birden silinmiş, yerini endişeli bir ruh hâli devralmıştı.
“Yaren nasıl oldu?” diye sorarken bu sorunun karşılığında alacağı cevap onu korkutuyor gibiydi.
“Dinlenmeye devam ediyor,” dedim, gece yeniden bayıldığından bahsetmedim çünkü bunun İbrahim’i sarsacağını biliyordum.
“Onu görebilir miyim? Biliyorum, Efken bu evin sınırlarındayken bu istek eceli istemek gibi bir şey ama elimde değil. Onu görmeye ihtiyacım var.”
“Efken fark etmez,” dediğimde bana minnetle gülümsedi. “Gel benimle.”
Karanlık holde birkaç sessiz adımdan sonra Yaren’in odasının kapısının önündeydik. Sessizce kapıyı açıp karanlık odanın içine baktım, odanın tam olarak karanlık olmadığını o zaman gördüm. Pencereden sızan beyaz, mavi ışık odayı puslu da olsa aydınlatıyordu. Etraf gri gölgelerle doluydu. Yaren, çift kişilik büyük yatağın tam ortasında, çarşafların içine gömülmüş vaziyette uzanıyordu. Beyaz çarşaflar onu altına alan dalgalara benziyordu, yatağı bir okyanustu da bedeni o okyanusta başıboş süzülüyordu sanki. İbrahim’in arkamdan odaya uzanan gözlerinin sevdiği kadına saplı durduğunu hissedebiliyordum.
İbrahim tablonun tamamını gördüğünden, “O adamla yan yana gelmek onda bir şeyleri açığa çıkarmış olmalı,” diye fısıldadı, buna hâkimdi çünkü çok değil, kısa süre önce o da tıpkı Yaren gibi tanımadığı bir güçle savaşmıştı ve bu güç içindeydi.
İnsanın içindekiyle savaşması daha zordu.
“Odaya girebilir miyim?”
“Gir,” diyerek kapıyı ardına dek açtığımda çekingen adımlar atarak odaya girdi. Yaren’in yatağının önüne kadar geldiğinde omzunun üzerinden bana baktı. Geri çekilip kapıyı kapatmak için elimi tekrar kapı kulpuna uzattığımda ise gülümsedi. Kapı kapanmadan hemen öncesinde son gördüğüm, İbrahim’in eğilip Yaren’in alnına bir öpücük kondurması oldu ve hemen sonra sesini duydum. “Ben her zaman buradayım, kara meleğim. Her zaman seninleyim.”
Tam arkamı dönüp holün karanlığına baktığımda, kalbimin derinliklerinden kopup gelen karanlık bir atış sesiyle sırtım dimdik kesildi. Kaderin defterinin bizim için bir kez daha açıldığını sayfa seslerini duyunca anladım. Nabzımın bu kadar hızlanıp, kalbimin göğsümü kör bıçak gibi deşmeye başlamasının hayra alamet olmadığını zaten biliyordum.
Önce güçlü bir patlama sesi duydum, hemen ardından çığlıklar birbirini takip etti ve olduğum yerden âdeta havalanarak koşmaya başladım. O kadar hızlı koştum ki, bu hızla ışığa meydan okuyup kapalı kapının içinden geçebilirdim.
Kapıyı açmamla hırıltılı bir nefes almam bir oldu. Sayıca on ya da on beş olduklarını tahmin ettiğim bir grup cadı, ormanı arkalarına alarak evin etrafında hilâl şeklinde bir çember kurmuşlardı. Kurtların insan ile bir hayvanın karışımını hatırlatan hırlama seslerini duyduğumda bakışlarım hızla o yöne kaydı ve kanımın çekildiğini hissettim. Patlama sesinin kaynağı işte tam da orada duruyordu. Kahverengi, canlı bir yılan gibi hareket eden ağaç dalları her bir kurdu evin çaprazında kalan ağaçlara mıhlamıştı ve hiçbiri dönüşememişti. Dönüşümleri yarıda kaldığı için çoğu neredeyse anadan doğma çıplaktı, kökler çıplaklıklarını örtmüştü.
Tam omzumun üzerinden yükselerek atlayan hayvanın ne olduğunu biliyordum. İbrahim, bir sırtlan olarak omzumun üzerinden atlayıp tavana hafifçe çarpmış, verandadan aşağı âdeta uçup karların arasına düşmüştü. Bununla beraber göz bebeklerim incelip bir elips şeklini aldı ve dilimin ağzımın içinde çatallaştığını hissettim.
“Hareket edecek olursan,” dedi çemberi bozup bir adım öne gelen yaşlı bir cadı. Uzun tırnaklarıyla sırtlanı işaret etti. Dalgalı, beyaz saçları omuzlarından çıplak göğüslerine inmişti, altında uzun, beyaz bir etek vardı ama üstü çıplaktı. “Dallar dolanır, tabiat ölümün olur, pis leşçi.”
Sırtlanın hırıltıları tüm ormana yayıldı. Ağır adımlarla verandada ilerledim, basamakları inmeye başladım ve ben bunu yaparken ne Efken ne de diğerleri hareket dahi etmeden beni izlediler.
Efken’in göğsünün hırsla, öfkeyle şişip indiğini görüyordum. Geçici sürüsüne verilen hasarın, kurtların dönüşümünü engellemenin bir bedeli olacaktı. Bunu daha o an, o meydanda onunla göz göze geldiğimde anlamıştım.
“Neden buradasınız?” diye sorarken sesimin çift çıktığını duymak hoşlarına gitmemiş gibi kaşlarını çattılar. Yaşlı ve çıplak olan sözcüleri başını omzuna yatırınca bir göğsü açıldı, göğsünün ucundaki halkaya yazılı olan tuhaf sembollü yazıları gördüm. “Ne cüretle yuvama kadar gelip, arkadaşlarıma bunu yaparsınız?” diye yeni bir soruyu önlerine düşürdüğümde, yaşlı cadı birden kahkaha attı.
“Arkadaşların mı? Gümüş Pençeler mi?”
“Size,” diye fısıldayıp karların arasına bir adım daha düşürdüm, “neden,” ve bir adım daha, “buradasınız,” bir adım daha, “dedim.”
“Kiminle savaşacağımızı görmek istedik,” dedi yaşlı cadı, çizgilerle kaplı dudakları yukarı kıvrıldı. “Görüyorum ki ilk atağı yapamayacak kadar hassas biriyle.”
Hırsla bir adım atacakken, Medusa’nın zihnimin gerilerinde, seni kışkırtmaya çalışıyor, diye fısıldadığını duydum. Arkadaşlarını tehlikeye atamazsın.
“Hassas olduğum için mi henüz uyanışım gerçekleşmeden aranızdaki en güçlü soy ağacına sahip olanlar benim tarafımdan hezimete uğratıldılar?” Alaycı sesim, yaşlı cadının arkasındaki sarışın cadının dişlerini birbirine bastırıp gıcırdatmasına neden oldu. Yaşlı cadı elini kaldırıp arkasındaki harekete geçen cadıyı durdurdu. Bana mor, uğursuz gözlerle baktı. Sezgi’nin sedef yeşili gözlerinin aksine bu gözlerde uğursuzluk ve büyü vardı.
“Şans senden yanaymış, kızım. Rüzgârı arkana alıp başarmışsın ama biz, senin rüzgârını kesebilecek büyüklükteki Kadim Cadılarız. Senin gibi vahşi bir yeni doğmuşun karşısına öylesine bir dostumu çıkaracak değildim.”
Kalp atışlarım ağırlaştı. Gözlerim anlık öfkeyle perçinlenmiş gözlerini cadılara dikmiş Efken’e, ardından da dallarla sarılıp ağaçların gövdelerine mıhlanmış genç adamlara dokundu. Öfkenin içimde son sürat ilerlemeye başladığını hissettim.
Gözlerim yaşlı cadıya dönerken, “Yerinde olsam bu kadar kesin konuşmazdım,” dedim ve o zehirli cümleyi kurdum. “En son Kassandra da bu cümlenin benzerlerini kurmuştu. Şimdi o yumurtanın içinde tek başına.” Dudaklarımdaki sinsi tebessüm, tüm cadıların yüzündeki ifadenin dehşete dönüşmesine neden oldu. Yaptığım acımasız imanın kadim büyülerle kuşatılmış cadıları kızdırdığını fark ettim ama öfkelerini umursamadım.
“Bu kadar büyük konuşmanın nedeni kendi topraklarında olmansa eğer kızım, bilmelisin ki kadim büyülere hiçbir muska, hiçbir koruyucu sandığın gibi kalkan olamaz. Kadim büyüler dokunduğunu yıkar, mahveder, yener ve kül eder.” Gözlerini sürüye çevirdi. “Örneği işte orada. Her biri bir Gümüş Pençe erkeği, her biri güçlü birer kurt ama görüyor musun, kızım? Tabiatla birleşen küçücük, minicik bir parça kadim büyü nasıl dönüşümlerini engelliyor?”
Sırtlan hırladığında cadının gözleri ona çevrildi. Ürkütücü bakışlarının İbrahim’in yırtıcı formunda asılı kaldığı anları sakinlikle izledim.
Genç, sarışın cadılardan biri kaşlarını çatarak Sezgi’ye bakarken, “Nasıl olur da bir katilin elini tutar, yolundan yürür, toprağında yaşarsın?” diye sordu, dişi bakışlarına rağmen sesi bir erilin sesine benziyordu.
Sezgi, “Bunun seni ilgilendiren kısmını merak ediyorum,” dediğinde cadı kısık bir tıslama çıkardı.
“Hain.”
“Onunla doğru konuş!” diye çıkışan kişi Ceyhun’du. Cadının, Sezgi’ye pençe gibi uzattığı gözleri bu kez Ceyhun’a çevrilince içimde kademsiz bir hissin gölgesi büyüdü.
“Konuşmazsam ne olur, et parçası?” diye soran cadı, sorusunun bitimiyle beraber verilecek tepkiyi beklemeden elini havaya kaldırdı ve biz daha ne olduğunu anlamadan Ceyhun’un ayakları yerden kesildi.
“Kes şunu!” diye çığlık attı Sezgi öfkeyle, ardından Ceyhun’a doğru koşup bacaklarına sarılarak onu indirmeye çalıştı ama cadı elini biraz daha kaldırdığında, Ceyhun’un alnındaki tüm damarlar dışarı çağladı, boğazından aşağı zar zor nefes geçtiğini fark ettim.
Saldırmak için en doğru ânın bu olduğunu hissediyordum ama o kadar donuklaşmıştım ki düşünceler beni esir almış gibiydi. Birinin zarar görmesinden korkuyordum, burada çıkacak bir patırtı birinin canına mâl olursa o zaman ne olurdu? Her ihtimali düşünmek zorundaydım.
Ama Sezgi, benim ihtimallerimi yok sayarak ilk atağı yaptı.
Önce dev, kızıl ama şeffaf bir kalkan Sezgi ile Ceyhun’un önünde büyüdü, bu bir çeşit cama benziyordu. Saniyeler içerisinde o kalkan dik konumdan yatak konuma geçti ve içgüdüsel olarak yarattığı bu saldırının gücü beni hayrete düşürdü. Hızla cadıya doğru giden yatay cam, cadının karnından girip onu ikiye keserek sırtından çıktığında, cadıların korkuyla attığı çığlıklar korulukta yankılara bölündü. İkiye bölünen beden karların içine düşüp düştüğü yeri sadece birkaç saniyede kan gölüne çevirdiğinde Ceyhun yere düştü ve elini boğazına koyup öksürmeye başladı.
“Bu neydi?” diye bağırdı cadılardan biri, “bu ne çeşit bir saldırıydı?”
“Bu benim bilmediğim bir şeydi,” diyen kısa boylu cadı ikiye bölünen cadının önüne çöktü, cadının hâlâ hareket ettiğini, yaşadığını görmek Sezgi’yi durdurmadı. Sezgi’nin avuç içleri birbirine yaklaşırken dizlerinin üzerine bastırarak ayaklandığını gördüm. Ceyhun yere çökmüş öksürmeye devam ediyordu.
“Sevdiğim adama dokunmanın cezası, sizin o kadim sandığınız büyüleri çıkardığınız yerlere geri sokmaktır,” diye hırladı Sezgi. Avuçlarında birbirinden farklı boyutlarda, az önceki koca camın aksine küçük cam parçaları olduğunu gördüm. Hepsi kırmızı renkteydi, iki avucunun arasında havada asılı duruyorlar, birbirlerine vuruyorlar, bir rüzgâr çanını anımsatan tıngırtılar çıkarıyorlardı.
“Aklından bile geçireyim deme, Kızıl Cadı,” diye tısladı yaşlı kadın. “Yoksa Sevgili Kyros’u taşa çeviren sen miydin? Bunu nasıl yaparsın? Bunu hangi büyüyle yaptın ve nasıl yaptın? Hain!”
“Kyros kim?” diye bağırdı Sezgi avucunun içindeki cam kırıklarını oynatmaya devam ederken.
“Bu orospu için öldürdüğünüz cadı!” diye bağıran yaşlı kadın, avucunu bana doğru açtı ve avucundan esen sert bir rüzgârın havada kırbaç gibi şakıyarak bana geldiğini hissettim. Karşılık vermek için bileğimin içindeki gücün özüne inmeye çalıştım ama yaşlı cadının benden daha hızlı olması benim için beklenmedikti.
Sırtım verandanın ahşap duvarına çarptı, canım acımadı ama tüm kemiklerimin yerinden oynadığını hissettim çünkü müthiş bir güçle savrulmuştum ve evin duvarlarının bile yıkılacak gibi oynadıklarını fark etmiştim.
Çarpıp yere düşmemin üzerinden saniyeler geçmeden kuvvetli bir şimşeğin patlama sesi duyuldu. Cadılar için bu beklenmedik bir gürültüydü. Başta ne olduğunu anlamadılar ama sonra Kassandra’nın söylediklerini hatırlamış olacaklar ki saldırı pozisyonu aldılar. Saçlarımın arasından onlara bakarken altlarındaki zemini yakmayı düşündüm, karların kor alevlere dönüşerek onları küle çevirmesini izlemenin bana zevk vereceğini fark ettim.
Gözlerim anlık olarak Efken’e dokununca göğsümdeki öfke yerini korkuya bıraktı. Şimşek benzeri küçük elektrik sızıntılarının tam ortasında duruyor, bedeni mavi bir ışık sızdırıyordu ve cadılar çok geçmeden bu ışığı fark etmişti ama cadılar fark edinceye dek, o ışık çoktan öldürücü bir kıvam almıştı.
“Size ona kimsenin dokunamayacağını öğretememişim,” dedi Efken, sesi eko yapıyordu. “Ne acı.”
Cadılardan biri tabiatı çağırdı, koruluk bizim düşmanımız gibi içinden uzun, kalın hortumları anımsatan yılan gibi canlı dallar akın ederek Efken’e doğru gitmeye başladı. Avucumun içine yılanın ateşini çağırdım, derisi kadar parlak bir alev avucumun içinde çağladı ve karlara avucumu vurmamla aniden yükselen ateş, hızla dallara doğru ilerlemeye başladı. Ulaş arbaletini havaya kaldırıp ateşli oklarından birini içine yerleştirdi ve sırtlan da alevlerin kenarından dallara doğru koşmaya başladı.
Cadıların bazıları güçlü rüzgârlar yaratıyor, bazıları avuçlarında su hortumları büyütüyor, bazıları da tabiatı kullanarak saldırıyordu ama Efken bizim aksimize sadece duruyor, onları izliyordu.
Hatem, dev bir kurda dönüşüp Efken’in arkasında hırlamaya başlamadan öncesinde, alevlerim diğer kurt erkeklerini saran dallara dek uzandı ve kadim büyüyle mühürlenmiş dalları kolayca, bir çıra parçası gibi yakıp küle çevirdi. Özgür kalan kurt erkeklerinin aynı anda dönüştüklerini gördüm, her biri insan formunu yırtıp canavar formuyla devleşti.
Crystal, karları bir kum gibi havaya kaldırdığında bir an için zaman yavaşladı. Sapphire, havaya kalkan karların şeklini değiştirerek hepsini canlı görünen birer yılana dönüştürdü ama yılanlar kar kadar beyazdı; hatta karın ta kendisiydi. Cadılar tüm bunları ciddiye bile almadan saldırılarına devam ettiklerine göre, kadim büyüler sandığımızdan daha güçlü olabilirdi.
Efken’in avucunu kaldırmasıyla elinin içinden, kader çizgilerini aralayarak çıkmaya başlayan ışığı gördüm. Bunu sadece ben değil, birkaç cadı ve arkadaşlarımız da gördü. Şaşkınlığa vakit olmadığından kimse tepki veremedi. Efken’in avucundaki ışık iki farklı yöne uzamaya başladı, belirginleşti, sertleşti ve sonunda uzun, asayı anımsatan bir şimşek Efken’in avucunda belirdi. İşte bu, cadıların gözlerinde ilk kez korku görmeme neden oldu.
Efken avucunun içindeki şimşeği bir asayı çeviriyor gibi ustalıkla çevirip, “Ulaş,” dedi gözlerini düşmandan çekmeden. “Arbaletini ver.”
Ulaş hiç düşünmedi, Efken’i ikiletmedi, elindeki tek silahı Efken’e fırlatırken Efken düşmana bakmaya devam ediyordu. Kurt sürüsü cadılara saldırmak için koşsalar da boşaydı çünkü Kadim Cadılardan biri onları rüzgârıyla savurmuştu. Ama kurtlar vazgeçmiyordu, rüzgâra meydan okuyarak direnmeye devam ediyordu.
Efken diğer eliyle arbaleti havada yakaladığında ve uzun, ince bir asayı anımsatan şimşeği arbalete yerleştirdiğinde, bu beklenmedik görüntü bir an için Crystal ve Sapphire’ı bile duraksattı. Onların duraksamasıyla karlar zemine indi, kardan yılanlar ortadan kayboldu. Bana saldıran yaşlı cadıya doğrulttuğu arbaletin ucundan hızla fırlayan şimşek, arkasında mavi ve gümüş kıvılcımlar bırakarak cadıya saplandığında ağıttan daha acı, kahır dolu bir çığlık arazide yankılara bölündü. Çok geçmeden, yaşlı cadı tıpkı Kyros gibi taşlaştı ve tam göğüs kafesinin ortasından geçen şimşek o insansı taşı parçalara böldü.
Cadı yere bir bina gibi devrilip parçaları etrafa saçıldığında, diğer cadıların gözlerinde gördüğüm saf korkuydu. Kassandra haklıydı, onlara ne anlattıysa hiçbirini abartarak anlatmamıştı, cadılar bunu şimdi anlıyordu.
“Sen de neyin nesisin?” diye konuşan cadının dili tutulmuş gibiydi.
“Asla boy ölçüşemeyeceğin bir şeyim,” diye kükredi Efken.
Aralarında en korkusuz olduğunu düşündüğüm cadı, ona hırlayan sırtlanı avucunun içinde büyüyen rüzgârla savurup kalın bir ağacın köküne çarptığında gözlerim hırsla cadıya döndü ve bileğimden, damarlarımın içinden çıktığını hissettiğim bir yılan usulca parmaklarıma dolanıp büyüdü, büyüdü ve büyüdü… Sonunda şeklini değiştirip ince bir kırbaca dönüştüğünde başı hâlâ yılan şeklindeydi ve çatallı dili hareket ediyordu.
Yaren’in korku dolu çığlığı, sırtlanın, yani İbrahim’in sendeleyerek kalkmasıyla tüm koruluğa yayılırken bileğimde hükmünü sürdürdüğüm kırbacı hızla ileri savurdum. Kırbaç bir ok gibi ilerledi, İbrahim’e saldıran cadının boğazına dolandı ve cadının rengi morarana dek cadıyı sıkmaya başladı.
Yaren, karların içinde batıp çıkarak İbrahim’e doğru koşmaya başlayıncaya dek, her şey kontrolümüz altındaydı.
Cadılardan birinin nihai hedefi olmaması imkânsızdı.
Efken, arbalete avucunun içinde bir şimşek daha büyütüp yerleştirdi, tek vuruşta şimşek önce kısa boylu cadının, ardından daha uzun olan, saçlarının sarısı beyaz gibi görünen cadının içinden geçti. İkisi parçalanıp dağılırken Yaren’i hedef alan cadı, Sezgi’nin hedefi hâline geldi ama Sezgi bir diğer cadının hedefi olmaktan kurtulamadı. Sezgi’nin yaratacağı içgüdüsel kalkan, onu hedef alan cadı tarafından engellenirken ucu bıçak gibi sivri bir dalın hızla Yaren’e doğru gittiğini gördüm. Sapphire, Yaren’in önüne geçmek istedi ama dal âdeta Sapphire’ı benim hedefim sen değilsin der gibi savurup Yaren’e gitmeye devam etti.
Bir kanat sesi duydum. Bir gölge tüm arazinin üzerinde dolaşıp hepimizi anlık olarak altına aldı. Daha sonra alçak uçuşla yere yakın bir şekilde süzüldü ve tam Yaren’in önünde ayaklarının üzerine bastığında, onun Manbel olduğunu gördüm. Yaren irkilerek Manbel’in sırtına doğru dönüp kafası karışmış hâlde koca kanatlı yaratığa baktı. Manbel, insan formuyla burada olsa da kanatları onu bir insan olmaktan uzaklaştırıyordu. Dal, havada asılı kaldı ve sivri ucu tam da Manbel’in kalbine bir santim uzaklıkta durdu.
“Manbel,” diye fısıldadı cadılardan biri.
“Bu ne cüret, bebeğim?” diye sordu Manbel alaycı bir tavırla.
Manbel’in sorusuyla eş zamanlı olarak, soruyu yönelttiği cadının içine saplanan şimşeği gördüm. Cadı, gözlerindeki korku silinmeden öylece taşa döndü, ardından parçalanarak yere döküldü.
“Vay be,” dedi Manbel yere dökülen cesede bakarken. “Az önce rolüm çalındı.”
Sona kalan üç cadı bir adım geri giderlerken onların buradan sağ çıkmaması gerektiğini biliyordum. Dördüncü cadıyı kırbacımla çekiştirip tutarken kırbacımın ucundaki yılanın dişleri devamlı olarak gırtlağını hedef alıyor, cadının gücünün özü muhtemelen gırtlağında olduğundan cadı bu ısırıklara büyüyle cevap veremiyordu.
“Kaçacaklar,” dedim üç cadıya gözlerimi dikerek. “Sakın onların buradan çıkmasına izin vermeyin.”
Kırbacımın ucundaki cadı dizlerinin üzerine düştüğünde, diğer cadıların koruluğa doğru koşmaya başladığını gördüm. Efken aralarından birini hedef alıp parçalasa da diğer ikisi zikzaklar çizerek koruluğun içinde gözden kayboldu. Kurt sürüsü hızla koruluğa dalıp ormanın içinde ulumaya başladığında cadıları bulsalar bile durdurabilirler miydi bilmiyordum.
Kırbacı bırakmadan ağır adımlarla yere yıkılmış, ellerini karlara bastırmış cadının önüne kadar geldiğimde, cadı kafasını kaldırıp bana tiksintiyle baktı. Canı için yalvarmayacağı her hâlinden belliydi, öyle öfkeliydi ki ölümü bile kabul etmişti.
“Kaç kişisiniz?” diye sordum tehditkâr bir sesle.
“Sandığından daha fazlasıyız bence,” derken gözleri gözlerime kilitlenmişti. “Burada çok fazla cadı katlettiniz. Bunun bir bedeli olacak. Bu savaştan ufak sıyrıklarla değil, büyük bir yıkımla çıkacaksınız.”
Sertçe yutkunup, “Neden geldiniz?” diye sordum. “Neden bu kadar az ve neden şimdi?”
“Kassandra’nın saçmalıklarını gözlerimizle görmek istedik. Doğru olup olmadığını merak ettik. Aklını yitirdiğini, yenilgiyi kabul edemediği için böyle şeyler uydurduğunu sandık.” Gözlerini benden çekip ilerideki adama, yani Efken’e çevirdiğinde göz bebekleri küçülmüştü. “Ama gördük ki o adam gerçekten var. Gücü ne, neye hizmet ediyor, bilmiyorum. Bir Gümüş Pençe’den fazlası o.” Tekrar bana baktı. “Ve diğer iki cadı bunu konseye taşıdığında, onun ne olduğunu öğrenmek için elimizden geleni yapacağız. Grubun kalabalıklaşmasına neden olan sizin seçimleriniz olacak.”
“O iki cadıyı yakalayacağız.”
“Sen öyle san. O kurt sürüsü kendi kuyruklarıyla oynaya dursun, kardeşlerim çoktan buradan ayrıldı.” Kırbacı bileğime dolayarak boğazını tamamen sıktığımda öksürüp, “Bir kadim büyüye bakar,” dedi kara zorla konuşarak. “Senin o kalkmış yarı insan götünü yere değdiririm.”
“Denesene,” diye fısıldadım. “Seni tutan ne?”
“Sevgiline mi güveniyorsun?” Gözleri bedenimde dolaştı. “Yoksa eşine mi demeliydim? Ona güveniyorsun, değil mi?” Aura rengimizi, titreşen enerjimizi görüyordu demek.
“Kendime güveniyorum,” dedim. “Kimseye güvenmediğim kadar. Kim olduğumu biliyorum. Size de öğreteceğim.”
“Bunun sonunda zararlı çıkan sen olacaksın,” dedi tükürür gibi. Gözlerini gözlerimden ayırmadan, “Onunla ilgili sakladığınız bir şey var, değil mi? Bu yüzden cadıların kaçmasını istemedin. Yoksa zaferini tüm cadılara göstermek, onların korkuyla kaçışması hoşuna bile giderdi. O adamla ilgili sakladığın bir şey var ve kardeşlerim bunu öğrenecek.”
“Sana bir sır vereyim mi?” Eğildim, yüzlerimizi birbirine yaklaştırdım ve aşağılayıcı bir gülümsemeyle, “Bir bok öğrenemeyecekler,” diye fısıldadım. Sırtımı dikleştirdim. “Nerede kalmıştık?” Ellerimi başının üzerine koyduğumda bu onu şaşırttı, bileğimden aşağı sarkan yılan formundaki kırbaç boğazını atkı gibi sararken gözlerimi koruluktan çekmeden tek hamlede cadının boynunu kırdım ve tekrar iyileşmemesi için yılandan kırbacın dişlerindeki bana ait zehri güç kanallarına sapladım. Cadı yana doğru yıkıldığında hâlâ koruluğa doğru bakıyordum.
Merhametin sonun olacak, merhamet yok, yok yok…
Merhametli biri kraliçe olamaz.
Derin bir nefes alıp ellerimi birbirine çarparak kalabalığa doğru döndüm ve soğukkanlılıkla, “Merhaba, Manbel,” dedim kendimden emin bir sesle. “Biz de seni bekliyorduk.”
🎧: Red, Step Inside, the Violence