Eskiden, henüz kim olduğumu bilmeden önce hep bu dünyadaki görevimin ne olduğunu, neden doğduğumu düşünür dururdum. Bana göre bu, belli bir yaştan sonra tüm çocukların düşündüğü bir şeydi. Öyle olduğunu sanıyordum. Öyle olmadığını anladığımdaysa içimde bir yerlerde Mēness’in bana seslendiğini anlamıştım. Uyanmamı istemişti, görevi hatırlamam için bana yalvarmıştı. Her zaman kendimi ait hissetmediğim o dünyaya zaten ait olmadığımı Mēness bana binlerce kez fısıldamıştı.
Şimdi ait olduğum yerdeydim.
Tatlı, sıcak bir esinti saçlarımın arasında hareket ederek saç diplerime ulaşıyordu. Yavaşça gözlerimi araladığımda sisli, mavi bir ışığın odayı aydınlattığını gördüm. Etrafımda yarıya kadar akmış mumların hepsi sönüktü, henüz yeni söndüklerinin emaresi olan dumanların dansını izledim. Boynuma sarılı olan kolun sahibini tanıyordum. Başımı biraz sola doğru yatırdığım an onunla göz göze geldim.
Beni izliyordu.
Kolu boynumda, saten çarşaf üzerimizdeydi ve çıplak bedenlerimiz birbirine dolanmıştı. Saçları dağınıktı, gözleri kısık baksa da uykuyla mühürlenmiş harelerine hayranlık da resmedilmişti. Bu olmuştu. Tenim tenine, ruhum ruhuna dokunmuştu. Birbirimize karışmış, birbirimizi olmuştuk.
Yalnızca dudaklarını oynatarak, “Günaydın,” dedi ve bu kalbimdeki baskıyı arttırdı. Gözlerimi gözlerinden çekmeden sırtımı çıplak, sert göğsüne iyice bastırdım. Öyle çok kalbime bulaşmıştı ki, kalbimde ondan önce ne vardı bunu merak ediyordum. Sanki o yokken, orada koca bir boşluk vardı.
“Gün beyaza dönmüş,” diye fısıldadığımda bu onu belli belirsiz gülümsetti.
Bir elimi çarşafın içinden çıkarıp onun kemikli yüzüne koyduğumda gözlerini biraz daha kıstı. Bedenimin bir kısmını ona çevirdim ve başparmağımla elmacık kemiğini okşayıp parmak uçlarıma iğne gibi batan sakal izlerini takip ettim. Gözlerini bir an olsun gözlerimden çekmiyordu.
İçimden durmadan, benim kalbimin içinde senden önce ne vardı, koca bir boşluktum da seninle mi doldum anlamıyorum, diye mırıldandım ama o hiçbirini duymadı.
“Şimşekler duruldu.” Bu söylediği şeyi şaşkınlıkla karşıladım. “Durmayacak, bitmeyecekmiş gibi hissettirmişti ama şimdi yoklar.” Dudaklarını yüzünde dolaştırdığım parmağıma bastırdı. “Onları durdurmanın yolu senden geçiyormuş.”
“Hislerinle bağlantılılar,” diye mırıldandığımda kaşlarını çattı. Bir şeyler yerli yerine oturuyordu. “Onları hislerin yönetiyor. Şimdi daha mı az öfkeli ya da endişelisin?”
Bu söylediklerim onun için saçmalık mıydı bilmiyordum ama kurduğum bağlantı bu olmuştu. Bedenimi tamamen ona çevirdiğimde geri çekilip bana biraz daha yer açtı. Tam yeni bir soru soracaktım ki gözüm göğsüne kaydı ve göğsünün üzerindeki kar tanesi dövmesi dikkatimi çekti. Henüz yeni işlenmiş gibi etrafı kızarmıştı.
“Bu ne?”
Efken başta ne sorduğumu anlamayıp kaşlarını çattı, ardından bakışlarımı takip edip kendi göğsüne baktı. Şaşırdığını gördüm. “Bilmiyorum,” derken de sesi yüzü kadar şaşkındı. Bir an gözleri kendi göğsünden ayrıldı ve benim göğsüme çevrildi. Dudaklarından sert bir küfür koptuğunda irkildim. “Aynısı senin göğsünün üzerinde de var.”
Parmaklarımı göğsüme götürüp kafamı eğdiğimde ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. “Beni ilk kez öptüğünde bileklerimizde oluşan dövmenin aynısı,” diye fısıldadım. “Ama bu kar tanesinin şekli, ondan biraz daha farklı.”
Birden, “Seviştiğimiz için mi?” diye sorunca yüzümde bir yangınla ona baktım. Yüzüme eğilip yavaşça fısıldadı. “Fark ettin mi?”
“Neyi?”
Bileğimi kaldırıp dudaklarına yasladı, dövmenin olduğu yeri öperken gözlerimin içine bakmaya devam etti. “Seni öptüm ve nabzının üzeri damgalandı.” Gözleri kısıldı. “Seni öptüm ve nabzımın üzeri damgalandı.” Yüzü yüzüme yaklaşırken bileğim hâlâ dudaklarındaydı. Burnumuzun ucu birbirine değdiğinde, “Seninle seviştim ve kalbimizin üzeri damgalandı,” diye fısıldadı.
Her şeyim, her şeyine karışmıştı.
Efken beni kollarının arasından azat ettiğinde onu izlemeye devam ediyordum. Çıplak koca vücudu aklımı başımdan alacak kadar güzel görünüyordu. Etrafa saçılmış kumaş parçalarından ona ait olanı aldı. Kotunu bacaklarından geçirirken, “Üzerine bir şeyler al, fıstığım,” dedi.
Henüz duş almadığımız için dizlerimi yukarı çekip, “Duş?” diye sordum çekingen bir sesle.
“Onu halletmeye gidiyoruz zaten, yavrum.” Beni süzerken kalbimin atışları asileşti. Yerdeki boxerını ve gece giydiğim kazağı dizlerimin üzerine atıp bana gülümseyince kalbim yerinden oynadı. “Benim olan her şey senin. Tıpkı şimdi üzerine geçireceğin bana ait kıyafetler gibi.” Bakışlarını benden kaçırıp hole doğru bakarken, “Sana eşofman da getireyim,” dedi. O salondan çıktığında farkındalık bir kez daha yüzüme sert bir sol kroşe indirmişti.
Gözlerim tekrar çıplak göğsümün üzerindeki dövmeye indiğinde sertçe yutkundum. Ne zaman birbirimizle ilgili derin, bizi bağlayan bir şey yaşasak böyle bir dövme mi oluşacaktı? İlk öpücük, ilk sevişme… Bunların damgalarını ruhumuzda taşıdığımız gibi bedenimizde de mi taşıyacaktık? Saten çarşafı bedenimin üzerine çektiğimde Efken içeri girdi. Elinde bir çift spor ayakkabı ve eşofman tutuyordu. Bir an benimle göz teması kurmadığını fark ettim. Bunu utandığımı düşündüğü için mi yapıyordu hiçbir fikrim yoktu ama yanaklarımın daha da ısınmasına neden olmuştu.
“Bu ayakkabılar annemin,” dediğinde elinde tuttuğu spor ayakkabılara bir defa daha baktım. Eski görünmüyorlardı, hiç giyilmemiş gibi yeniydiler. Yavaşça eğilip ayakkabıları yanıma bırakırken, “Botlarında çok fazla kan vardı,” dedi. “Belki bu ayakkabılarla rahat edersin diye düşündüm.”
“Kan sorun değildi, ben botlarımı giyerdim.” Annesinin ayakkabılarına dokunmak bile mahcup hissetmeme neden oldu. “Onun her eşyası senin için çok değerli olsa gerek.”
“Sen de değerlisin,” dedi Efken birden. “Sen de benim için değerlisin, Mahinev.”
İsmimi yeniden pürüzsüzce telaffuz etmesi beni duraksattı ve geceyi hatırlattı. Hiç beklemediğim bir anda önümde dizlerinin üzerine çöküp kazağı giymemde yardımcı oldu. Uzun saçlarımı kazağın içinden dışarı çıkarırken onunla göz göze geldik.
Saçlarımı parmaklarıyla düzeltirken, “Utanılacak bir şey yapmadık,” dedi bir anda. “Yaşadığımız şeyden dolayı pişmanlık hissetmene neden olacak bir davranışım olmayacak.”
“Öyle bir davranışın olmayacağını biliyorum. Pişman da olmayacağım.”
Dudakları yukarı kıvrılırken yavaşça doğrulup ayağa kalktı. “Seni kapıda bekliyorum.”
O çıkıp gitti ama söyledikleri benimle kaldı. Ayakkabının içine sıkıştırılmış ince çorapları görünce gülümsedim. Çoraplar onun olmalıydı çünkü giydiğim an ayaklarım içinde kaybolmuştu. Üzerimi giyinip dışarı çıktığımda oradaydı, sedir ağaçlarının önünde beni bekliyordu. Dışarıda yağmurun kokusu vardı, artık şimşekler çakmıyordu ve gök fırtınadan arınmış gibi görünüyordu.
Uzun sedir ağaçlarının arasında yürümeye başladığımızda ikimiz de sessizdik. Dün olanlar hakkında konuşmadık. Ne Kyros ve Kassandra ile ilgili ne de ikimizle ilgili. Annesinin spor ayakkabıları ayağıma bir numara büyük gelmişti, onlara zarar vermemek için çamurlara basmadan yürüyordum.
Sonunda ileride daha da artan ağaçların oluşturduğu koruluğa bakıp, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Gittiğimizde göreceksin.” Bir an durup göz ucuyla bana baktı. “Bedenin ağrıyor mu?” diye sordu şefkatle.
“Ne? Hayır.”
Gözlerimi kaçırsam da onun dokunuşundan kaçamadım. Beni kendisine çekip göğsüne yasladı, kolunun altında bir çocuk kadar küçük göründüğümü hissettim. Kolumu yavaşça beline sararak ona karşılık versem de gözlerim ona dokunmadı.
Adımlarımız yavaştı, ıslak otların üstüne basarak ilerliyorduk. İlerideki ağaçlıkların arasından gelen ılık serinlik ve su sesleri ilgimi çekince, “Bu ses nereden geliyor?” diye sordum. Efken cevap vermedi, beni ona uydurdu ve ağaçların yarattığı dar aralıktan geçtik. Sanki Varta’ya değil de cennete aitmiş gibi hissettiren kuş sesleri azalmaya, suyun sesi çoğalmaya başladı.
Efken eliyle büyük bir dalı geri çektikten hemen sonra görüş alanıma giren şelale, dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Kocaman olmuş gözlerle şelaleye bakarken, “Çok güzel,” diye mırıldandım. Dibini görebileceğin temizlikte bir su ve tepeden aşağı tazyikle inen çok daha parlak, beyaz beyaz köpüren su… Şelalenin dört bir yanını saran ağaçlar ve kaya parçaları… Burası saklı bir cennet gibiydi.
“Beğendin mi?”
“Beğenmek çok sıradan olurdu, hayran kaldım.”
Şelalenin tazyikle çağlayan suyu yüzüme damlalar hâlinde konuyordu. Efken dalı tamamen çekip geçebileceğim kadar bir alan yarattıktan sonra, “Üzerindekilerden kurtul,” dedi kulağıma doğru. “Mükemmel bir duş olacak.”
Gözlerimi büyüterek şelaleye bakarken sertçe yutkundum. Kaya parçalarının üzerlerinde buza dönmüş kar birikintileri vardı. Bu soğukta normal iki insan bu şelaleye ayağını bassa ölürdü ama ben bize bir şey olmayacağını biliyordum. Üzerimizdekileri çıkarıp kayalıkların üstüne bıraktıktan sonra ellerimiz birbirine dokundu. El ele suya doğru yürümeye başladık.
“Bir metreden sonra derinleşiyor,” diye uyardı suya ilk adımımızı atmak üzereyken. “Birkaç adımdan sonra kendini suya bırak, paniğe kapılma.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Yüzme biliyorum, Yıkım Getiren.”
Suyun bıraktığı his soğuk değildi. Bu, bedenimin soğuğa karşı oluşturduğu direnci daha net hissetmeme neden oldu. Bir iki adımdan sonra Efken bizi bir anda suyun içine çekti ve nefesimi tutup gözlerimi sıkıca yumdum. Kötü anılar zihnime doluşsa da onları yok sayabildim. Suya karşı olan korkumu susturabildim. Bacaklarım beline dolanırken suyun dibine gömüldüğümüzü hissettim; çok geçmeden gözlerim usulca aralandı.
Masmavi suyun içinde o da tıpkı benim gibi gözleri açık, doğrudan bana bakıyordu. Başımı iki yana sallayarak çok fazla nefes egzersizimin olmadığının mesajını vermeye çalıştım ama beni kalçalarımdan tutarak tamamen kendine çekti ve suyun bulanık maviliğinde gözlerimin içine baktı.
Başımı iki yana sallayıp yukarı çıkmaya çalıştığımda belimi sıkıca kavradı. Dudaklarının dudaklarıma yaklaştığını gördüm, hemen ardından dudaklarımız birleşti ve ağzının içindeki havayı dudaklarımın arasından içeri bırakmaya başladı. Nefesinin ciğerlerime bana aitmiş gibi akmaya başladığını hissettim. Elim yüzüne gittiği anda Efken bizi yukarı itti, kafalarımız aynı anda suyun yüzeyine çıktı.
Birden bana öyle çok dikkatli baktı ki, “Ne?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
O da tıpkı benim gibi kaşlarını çattı, dudakları düz bir çizgi şeklinde gerildi ve yüzündeki kusursuz çizgiler ortadan kayboldu. Gözleri hem mavi hem de yeşil gibi duruyordu; yoğun ve dehşete düşürecek kadar güzeldi.
O gözleri yüzüme dikerek, “Çok güzelsin,” dedi sert bir sesle. “O kadar güzelsin ki, benim dokunuşuma ihtiyacın yok. Ama benim sana dokunmaya ihtiyacım var. Sana dokunup güzelleşmeye ihtiyacım var.”
Islak, sıcak dudaklarıyla çenemi öpünce kaskatı oldum.
“Zamanın yarattığı karakterimi değiştiremem. Saul ya da bir başkası olmak, Efken’in kim olduğu gerçeğini değiştirmez. Ama senin yanındayken Efken’den ödün vermeyi öğrendim. İsteyerek değil, ben farkına varmadan oldu bu. Sen beni kendime yabancılaştırıyorsun, biliyorum ki ben de seni kendine yabancılaştırıyorum. Buna karşı koyamıyorum.”
Uzun kirpikleri ıslaktı, elmacık kemiklerinin çıkıntısını bariz şekilde ortaya sererek dişlerini sıktı. Tekrar konuşmaya başladığında ruhum yanıyordu.
“Hayatım boyunca kimseye ait olmadım, birinin bana ait olmasını hiç istemedim. İlk kez birini diliyorum. Seni diliyorum. Benimle olmanı diliyorum çünkü ben çok uzun zamandır seninleyim.”
Gözlerim kısıldı, gözleri kısıldı, zaman kısıldı. Gök birden gürledi ve şimşeklerinin bir defa daha açığa çıktığını anladım.
Bu kez ne hissettiği için onlara hâkim olamıyordu?
Benim yüzüm onun, onun yüzü benim avuçlarıma yerleştiğinde bir şimşeğin ışığı tam başımızın üzerinde parladı ve çılgınlar gibi öpüşmeye başladık.
❄️
Mustafa Baba’nın kulübesinin olduğu arazide esen ıslıklı rüzgâr, koyu renk saçlarımın arasından geçip giderken Efken’in elini tutuyordum. Parmaklarımız birbirine hiç ayrılmaması gereken, birbirine ait iki parçaymış gibi kenetlenmişti. Kulübenin önüne kadar el ele geldik, kulübenin verandasına tırmanırken ellerimiz yavaşça ayrıldı. Gözlerimi ayaklarıma indirdim, hâlâ Efken’in annesinin ayakkabısını giyiyordum. Kulübenin kapısı biz daha kapıyı tıklatmadan açıldı. Zaten yaşlı kurdun varlığımızı daha araziye girmeden önce hissettiğini biliyordum.
“Bu sızıntı da ne?” diye sormasını beklemediğimden kafamı kaldırıp şaşkın yaşlı suratına baktım. Onu bu kadar şaşırtan da neydi? Mustafa Baba’nın zayıf suratına yerleşen şaşkınlık yerini karmaşaya bırakırken, “İkinizin aura rengi mora dönmüş,” dedi, sakallarını kaşıdı. “Mahinev’in kırmızı, senin maviydi. Bu iki aura rengi birbirine nasıl karıştı?”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Efken, gelir gelmez böyle bir şey duymayı ikimiz de beklemiyorduk.
“Aura rengi görebilen biri sizdeki değişimi görür.” Bir elini kapıya yasladı. “Evlilik yemini etmediniz, değil mi?”
“Bu da nereden çıktı?” diye sordum merakla.
“Evlilik yeminiyle bağlanan kadim ruhların auraları birbirine uyarsa, iki aura karışıp tek renk doğurur. Buna ruhani evlilik derler. Ruhani evliliğiniz tamamlanmış görünüyor.”
Efken ile aynı anda, “Pardon?” diye sorduk.
“Siz,” dedi Mustafa Baba işaret parmağını bize doğru kaldırarak. “Ruhani boyutta evlenmişsiniz.”
Kulaklarım aniden uğuldamaya başladı. Sonunda ne olacağını düşünmeden, bir an olsun tereddüde düşmeden ona karışmıştım. Böyle bir şeyin olacağını beklemiyordum ama bizi bir şeyin beklediğini biliyordum. Kalp atışlarım da tıpkı zaman gibi yavaşladı.
Omzumun üzerinden Efken’e baktım, hemen arkasında karanlık geceye ağır ağır düşmeye başlamış kar tanelerini gördüm. Ruhani evlilik ne demekti bilmiyordum ama terimin içinde evlilik kelimesinin olması beni şoka uğratmıştı. Efken’in de donmuş bir şekilde Mustafa Baba’ya baktığını görebiliyordum.
Mustafa Baba, “İçeri geçin, dışarıda ruh büken soğuğu var,” dediğinde hiç beklemediğim anda Efken tekrar elimi tuttu. Parmaklarımız birbirine geçti ve eşikten ilk adımı attık. İçeride yanan şöminede yükselen alevlerin ışığı bizi karşıladı ama ne ısıyı ne de soğuğu hissedemedim. Donmuş hâlde tek bir noktaya sabitlenmiş bakışlarımı kaldırıp kimseye bakamadım.
Mustafa Baba, post örtülü sallanan ahşap koltuğuna ilerlerken, “Demek ruhani evlilik ha? Bu beklediğim bir şeydi ama bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim,” dedi düşünceli bir sesle. “Auranızın birbirine uygun olduğu kâinatın bile bildiği bir şey. Siz Mēness ve Saul olarak doğduğunuz zamanlarda da auralarınız birbirine aitti.”
Efken elimi daha sıkı kavrayıp bana benim kadar şaşkın olduğunun ama sakin olmam gerektiğinin mesajını verdiğinde, kafamı kaldırıp yaşlı adama baktım. Yaşlı kurt sallanan sandalyesine oturdu, bacak bacak üstüne attı ve ellerini karnının üzerine koyarak bize baktı.
“Aval aval suratıma bakacağınıza şu döşeğe oturun.”
“Suratına normal bakabileceğimiz bir şey söyleseydin, böyle bakmazdık,” dedi Efken, sesinin ilk kez öfkeli çıkmadığına şahit oldum. Bu kez o seste duyduğum şey derin, altında anlamlar olan bir şaşkınlıktı. Beni elimden tutup döşeğe yönlendirdi. Mustafa Baba’nın tam karşısındaki döşeğe yan yana otururken de ellerimiz ayrılmadı ve bu ayrıntının yaşlı adamı gülümsettiğini gördüm.
“Görüyorum ki karı koca ilişkiniz çoktan başlamış,” dedi gözleri hâlâ ellerimizdeyken. “Ellerini onun üzerinden ayırmak bile istemiyorsun, değil mi?”
“Her seferinde bizi dumura uğratacak yeni bir bilgin var, değil mi?” Efken, yaşlı adamın sorusuna bu soruyla karşılık verdiğinde ortamda sadece ateş seslerinin yükseldiği bir sessizlik oluştu.
“Tek seferde her şeyi anlatsaydım kafanızda ne kalırdı?” Mustafa Baba yeniden işaret parmağını kaldırıp Efken’e doğrulttu. “Her şeyi tek seferde öğrenirsen, öğrendiklerin arasında en çok ilgini çekene yoğunlaşırsın. Ama tek tek öğrenirsen, her biri senin için ilgi çekici bir bilgidir. Hiçbirini görmezden gelmemiş olursun.”
“Mantıklı mantıklı konuşup sinirimi tepeme toplama benim,” diye huysuzlandı Efken.
“Yalan mı? Evlilik konusuna değinmesi gereken kişi ben değilim, sizsiniz. Size nasıl evlendiniz diye bile sormayacağım çünkü muhtemelen bunu siz de bilmiyorsunuz. Ama bir bağlılık yemini edilmiş, yoksa bu evlilik bu kadar kolay gerçekleşmezdi.”
Seninim, Mahinev.
Efken’in sesi zihnimi pençeleriyle kazıdığında ürperdim.
Efken, bu konuyla ilgili binlerce sorusu olsa da hiçbirini soramıyormuş gibi bir süre takılıp kaldı, öylece Mustafa Baba’yı izledi. Sonunda sadece, “Yani şimdi bu kız benim karım mı?” diye sordu saf saf.
Gözlerim irileşti ama tek kelime edemedim, tek hissettiğim kalbimin yerinden çıkacak gibi atıyor oluşuydu. Mustafa Baba gülmesini durduramadı, gözlerini Efken’in yüzünde dolaştırırken eğlendiği her hâlinden belli oluyordu.
“Ruhani boyutta öyle gibi duruyor.”
“Sikeyim ruhani boyutunu, benim için önemli olan bu boyut.”
“Gören de evlenmeye çok meraklı birisin sanacak,” dedi Mustafa Baba, Efken bu cümleyle beraber aniden gerildi. Omuzlarının dikleştiğini gördüm.
“Ne ilgisi var?” diye söylendi. “Anlamaya çalıştığımdan sordum. Bu ruhani boyut, bu boyutu etkiler mi anlamında sorulmuş bir soruydu sadece.”
Gerçekten o anlamda sorduğu bir soru muydu? Ellerimiz birbirine bağlıyken bu söylediği şeye inanmıyordum açıkçası. Kalbimde bir yerlerde, bir enkaz gibi varlığını sürdüren o duygunun beni daha ne kadar yıkabileceğini düşünürken, şimdi her şey daha da karanlığa gömülmüştü ve artık o enkaz karanlığın içinde kaybolmuştu; vardı ama göremiyordum. Karanlık bu defa güvende hissettiriyordu. O enkaz orada olsa da artık o enkazı görememek, bir gün bu duygunun beni mahvetmeyeceğine inanmamı sağlıyordu.
Mustafa Baba, “Evet, ruhani evlilik büyük bir şey, bedeninizde bir sızıntıya da neden olmuş ama esas mesele daha büyük bir şey olmasa kapıma gelmezdiniz herhâlde. Sürüyle ilgili bir sorun mu var?” diye sordu.
“Sızıntı ne demek?” diye sordum diğer soruyu ekarte ederek.
“Yüksek enerji. Gerilim hattından farksızsınız. Bu pek tabii diğer insan dışı varlıkların ilgisini çekecektir. Zaten bir aradayken her zaman bir enerji açığa çıkarıyordunuz, şimdiki sızıntı daha fazla.” Derin bir nefes aldı. “Sorun sürüyle ilgili değil sanırım?”
Efken el eleyken işaret parmağıyla eklem kemiklerimin üstünü okşamaya başladı. Dalgın bir şekilde zemine bakarak, “Hayır,” dedi. “Sürü sadık, söylediklerimi ikiletmiyorlar. Korulukta kendileri için bir kulübe inşa etmeleri için onlara yardım ettim.” İşte bunu bilmiyordum, göz ucuyla ona baktım. “Gidecek yerleri yok gibi duruyordu,” derken açıklaması bana gibiydi. “Benim yakınımda olmak onlara evlerinde gibi hissettiriyor. Bu yüzden yaptım. Geçici de olsa bağlılıkları var.”
“O zaman mesele ne?”
“Mesele cadılar,” dedi Efken. “Harekete geçtiler. Dün iki tanesi yolumuza çıktı. Birini ortadan kaldırdım.”
“Ortadan kaldırdın?” dedi Mustafa Baba kaşlarını kaldırarak.
“Evet. Ona saldırmıştı.” Elimi daha sert kavradı. “Ben de gerekeni yaptım.”
“Peki diğer cadı? Onu elinizden kaçırdınız mı yoksa?”
“Hayır,” dediğimde Efken göz ucuyla bana baktı. “Efken, onu bıraktı.”
“Neden böyle bir şey yaptın?” diye sordu Mustafa Baba öfkeyle. “Ne şekilde saldırdığınızı, gücünüzü nasıl kullandığınızı görmüşse diğerlerine bilgi verir. Bu savaşta işinize yaramaz, sizi zayıf hâle getirir.”
“Görecek hâlde değildi,” dedi Efken sabit bir sesle. “Kardeşi için ağıt yakıyordu.”
“Cadılar kardeş miydi?”
“Tek yumurta ikizi,” dedim.
“Hangi klandan? Mensup oldukları soy ağacını biliyor musunuz?”
“Elbette bilmiyoruz,” dedim ama Efken sakince, “Muska Cadılarından,” dedi. Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. “Nereden bildiğimi ben de bilmiyorum ama biliyorum.”
“Muska Cadıları mı? Onlar hâlâ var mı?” Mustafa Baba huzursuz olmuş gibi ayağa kalkıp ellerini arkasında birleştirerek evin ortasında volta atmaya başladı. “Türleri ayırt etmeyi öğrenmişsin ama esas meselemiz bu değil. Onu bırakmamalıydın.”
“Bilerek bıraktım. Beni görmesini istedim. Neyle savaşacaklarını gidip onlara anlatacak, onlar da savaşı göze alamayacak.”
“Neyle savaştığını mı?”
“Aptala yatma, moruk. Bildiğini biliyorum.” Efken ellerimizi ayırdığında boşluk hissiyle yumruklarımı sıktım. Dövmeli parmaklarını çıtlatıp, “O şimşek yağmurunun nedeninin ben olduğumu hepiniz biliyorsunuz zaten. Ama sen fazlasını biliyorsun. Her zamanki gibi kaçak dövüşüyorsun, hepsi bu,” dedi suçlayıcı bir dille. “Yıllarca benden koca bir köpeğe dönüştüğünü sakladığın gibi, bunu da saklama.”
“Uzun zamandır dönüşmüyordum,” diye söylendi Mustafa Baba. “Saul’un karanlık gölgesinin uyandığını mı ima ediyorsun? Bu sadece uyku hâlinde horlamak gibi bir tepkime olabilir, şimşekler sadece anlık olarak kendini göstermiştir.”
Efken, “Ya?” dedi sorar gibi, ardından omzunun üstünden arkamızda kalan pencereye baktı ve tam da o anda ileride mavi, kalın bir damara benzeyen parlak şimşek göğü ikiye yardı. Mustafa Baba’nın çatık kaşlarla pencereye baktığını gördüm. “Bu da bir tür horultu mu, babalık?”
“O cadıya bu güçle saldırdığını söyleme bana.”
“Tamamını kullanmadım.”
“Bir kısmını gördü ama?”
“Evet. Bunu diğerlerine anlatacaktır.”
“Aptal mısın sen? Seni aşk mı bir aptala çevirdi?” diye bağırdı Mustafa Baba. “Nemesis, tüm âlem için sonsuz, kudretli bir karanlıktır ve sadece uğursuzluğu getirir. Gücünün özünün ne olduğunu anlarlarsa tüm ırklar seni kabullenmek yerine senden kurtulmak ister!”
Kalbim endişeyle kasılsa da Efken, “Bağırmayı kes, karşında çocuk yok senin,” dedi sakince. “Hepsinin hafızası mühürlü. Nemesis, onların hafızasını geri çekilmeden önce zaten mühürledi. Benim bu dünya üzerindeki Nemesis’in sahibi olduğumu ya da Nemesis olduğumu, her ne sikimse, bunu senden ve Medusa’dan başka bilen biri yok. Onlar sadece Saul’un kudretli gücünü gördüklerini sanacak.”
“Bir cadı senden şüphe edecek olursa kadim büyülerle senin kim olduğunu ortaya çıkarmaz mı sanıyorsun?” diye bağırdı Mustafa Baba. “Nemesis’in mührü kırılmaz sanıyorsun ama o intikamın gölgesinin bile mührünü kırabilecek güce sahip kadim büyüler var bu dünyada!”
“Nemesis’ten daha güçlü bir büyü yok bu siktiğimin evreninde.”
“Öyle mi?” Mustafa Baba sırıttı. “Peki ben nasıl biliyorum Nemesis’i? Senin mührün benim zihnime yetmedi mi?”
“Çünkü sen-” Efken birden sustu. “Sen benimle ilgili her şeyi bilirsin.”
“Kadim büyülerle aram olmasa Nemesis’in mührünü nereden bileyim, salak adam?” diye sordu sertçe. “Seninle ilgili her şeyi bilmem gerektiği için ölümcül büyülere bulaştım ben. Sen canını yaktığın o tek yumurta ikizlerinden birinin senin kim olduğunu tüm çıplaklığıyla görebilmek için kadim büyülere canı pahasına bulaşmayacağını mı sanıyorsun?”
“Bu aklına bile gelmez,” dese de Efken’in afalladığını görebiliyordum.
“Zekisin, karanlık bir zekân var, şeytanı bile kandırırsın ama konu Mahinev olduğunda nasıl da küçük bir çocuğa dönüşüyorsun. Onu koruma içgüdünün ona zarar vermekle aynı yolda ilerlediğini fark ettiğinde, yaptıklarından pişmanlık duyacaksın. Anlık hislerle aldığın kararlar seni çıkmaza sokar, Efken.”
“Gerekirse her şeyi yok ederim.”
Mustafa Baba gülümsedi.
“Onun için, değil mi?” diye sorduğunda suçluluğun göğsüme bir insan gibi oturduğunu hissettim.
“Evet,” dedi Efken gözünü kırpmadan Mustafa Baba’ya bakarken. Aniden elimi tuttu. “Mahinev için.”
Kalbim yavaşladı ve sonra birdenbire atmayı kesti. Camdandı da baskıya dayanamayıp patlamış, göğüs kafesim can parçalarımla dolmuştu sanki. Efken elimi daha sıkı kavradı ve “Kılına zarar gelmesine izin vermeyeceğim,” diyerek bu kesin cümlenin altına sesiyle imza attı.
“Peki şimdi ne yapacaksınız?”
“Cadıların gelip gelmeyeceğinden emin değiliz,” dedi Efken, “ama yine de hazırlanacağız.”
“Onların bir azınlık olması sizi rahatlatmasın. Bazen azınlıklar, en kalabalık savaşlardan galip olarak ayrılır.”
“Bir sorunumuz var,” dediğimde Mustafa Baba bana endişeyle baktı.
Sertçe yutkundum ve “Çöl Cadısı’ndan sonra Samuel’in de ölümünü ona söylemiş bulundum. Yani arkamızda bıraktığımız cadının elinde tam üç cadı ölümü bilgisi var.”
“Samuel sorun değil, bunu bilmeme ihtimalleri yok zaten ama cadının ikizini öldürmeniz diğer cadılar tarafından olmasa da o cadı tarafından bize büyük sorunlar doğurabilir.” Mustafa Baba bir iç çekip gözlerini tekrar cama çevirdi. “Efken,” diye fısıldadı. “Bu şimşeklerin nedeni öfken mi yoksa endişen mi?”
Şimşeklerin parlak ışıkları Mustafa Baba’nın kulübesine doluşurken benim de merak ettiğim buydu ama bu sorunun cevabını Efken’den alamayacağımızı biliyordum.
“Sezgi’nin kendini geliştirmesi gerek,” dedi Mustafa Baba, elleri arkasında bağlı şekilde şimşekleri izlerken.
“Sezgi tüm cadılara tek başına karşı koyacak değil,” dedi Efken çatık kaşlarla. “Bir şeyleri daha net hatırlasa, içgüdüleri ona ne yapması gerektiğini söylese kâfi ama bu da kolayca olacağa benzemiyor. Sen her şeyi boş ver, bunak. Bana şunu söyle. Manbel ile ilgili bizden sakladığın bir şey var mı?” Efken’in dudaklarındaki küçümseyen gülümsemenin nedenini biliyordum. Mustafa Baba da aynı alaycı gülümsemeyle ona baktı.
“Her şeyi bildiğimi düşünüyorsan, bunu da bildiğimi biliyorsundur.”
“Neden söylemedin?”
“Onu yakından görene kadar kim olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim Yaren’in babasının da bir doğaüstü olduğuydu. Tabii o kadar kötü bir mahlukat olduğundan bihaberdim. Halanın hep kötü erkek seçimleri olmuştur.” Mustafa Baba içtenlikle gülümsediğinde Efken de gözlerini devirdi.
“Halam ve kötü erkek seçimlerinden babam da hep bahsederdi,” diye söylendi. “Tabii o kötü erkek seçimlerinin gerçekten somut kötülük olduğuyla ilgili fikrim yoktu. Yani bu adamı nereden buldu ki bu kadın?”
“Baban bir Alfa’ydı, Efken. Dolaylı yoldan kanla bulaşmış doğaüstülük halanın genlerinde var. Doğaüstü doğaüstüyü çeker, halan güzel bir kadındı. Manbel gibi kötü adamlar, güzel kadınlara karşı koyamaz. Tabii ki fark edince çok şaşırdım. Savaşın sonunda Manbel’in bunu itiraf edip ortadan sıvışacağına emindim. Üstelik Manbel’i de suçlayamıyorum, muhtemelen kızı olduğunu son âna dek fark etmemişti. Yaren’i canlı olarak gördüğü anda anlamış olsa gerek.”
Yaren’in uzaktaki suretine bakışını hatırlayınca Mustafa Baba’ya hak verircesine başımı salladım. Mustafa Baba da bana gülümseyip gözlerini tekrardan Efken’e çevirdi. “Manbel bu savaşta sizin için iyi bir silah olurdu. Cadılar yara izlerinden hiç hoşlanmaz, Manbel de yara izleri konusunda bir ustadır.”
“Ortalarda yok ki. Geri döneceğini söyledi ama hâlâ gelmedi.”
“Manbel kötü bir yaratık da olsa kendi kanından biri sizin aranızda. Cadıların saldıracağına dair tahminleri zaten vardır. Kızı için geri dönecektir. Siz Yaren’e bunu nasıl açıklayacağınızı düşünmeye başlayın. Yaren her ne kadar hırçın bir yaban gülü gibi görünse de o aslında fanustaki gülden farksız. Duyguları incinecek.”
“Şu an için bu karmaşada ona tüm bunları söyleyemeyiz,” dediğimde Mustafa Baba beni başını sallayarak onayladı. “Üstelik Manbel de ortalarda yok. Geri dönecek mi dönmeyecek mi bilmiyoruz. Kızının peşinden geleceğini söylesen de ben o ucubeye güvenmiyorum.”
“Manbel’in döneceğini düşünüyorum. Siz kadim büyülerle ilgili öğrenebildiğiniz her şeyi öğrenin. Büyüyü büyüyle durdurursun. Şu arkada bıraktığınız cadının Efken ile ilgili her şeyi öğrenmemesi için mührü kadim büyüyle güçlendirmelisiniz. Bir başka kadim büyü mührü kıramamalı.”
“Sen büyülerden anladığını söyledin,” dediğimde bana acı acı gülümsedi.
“Çok yaşlıyım, üstelik Efken’e geleceğinde kim olduğunu verebilmek için kadim büyülere canımı takas ettim. Yeni bir takas yapamam. Büyülerin hepsi insanlara benzer. Hepsi benzersizdir.”
“Gerekeni yapacağım. Sürü çok yeni, onların başında durup onlara öğretmen gerekenleri öğretebilir misin?” Efken’in sorusu Mustafa Baba’nın gururla başını sallamasına neden oldu. Bu tekliften hoşlandığı kesindi.
“Elbette. Hepsini sıkı bir eğitimden geçireceğim.”
“Sana inanmayı seçiyorum,” dedi Efken ayaklanırken. “Hadi Medusa, gidiyoruz.”
Ayağa kalkıp arkasından ilerlemeye başladığım sırada Mustafa Baba birdenbire, “Ruhani evliliğiniz adına mutluyum,” deyince ikimiz de olduğumuz yerde duraksadık.
Efken bir şey söylemedi, ben de söylemedim ama kalbim öyle şiddetli vurmaya başladı ki kapı açılıp arazide salınan ıslıklı rüzgâr bile kalbimin atış seslerini kesemeyecek sandım.
Karanlık aracın içinde yalnız başımıza kaldığımızda ve Mustafa Baba ileride nokta kadar kalan kulübenin kapısını kapattığında ikimiz de sessizdik. Ne o tek kelime ediyordu ne de ben bir şeyler sormak için dudaklarımı aralıyordum. Öyle sessizdik ki sanki o sessizlikte birbirimize anlatmaya çalıştığımız çok şey gizliydi.
Cipi çalıştıracağı ânı beklesem de bunu yapmadı. Konuşmak istediğini, ağzının ucunda benim için sakladığı cümleler olduğunu o zaman anladım. O da tıpkı benim gibi durumu anlamlandırmaya mı çalışıyordu? Aslında ben durumu anlamlandırmaya çalışmanın da ötesindeydim. Durumu çok anlamlandırmıştım.
Duygusal bir anlam yüklemek saçma mıydı bilmiyordum ama yaptığım tam olarak buydu. Bir yanım merak ediyordu, sadece ruhsal boyutta da olsa benimle evlenmiş olduğunu duymak onu rahatsız mı etmişti? Ne hissetmişti? Elimde bir şans olsa bunu bilmek için kullanır mıydım bilmiyordum çünkü eğer bu onu rahatsız etmişse, bunu bilmek istemezdim.
Karanlıktaki sessizliği, “Nasıl hissediyorsun?” diye mırıldanması böldü.
Sesi ışık gibiydi, zihnimi aydınlattı ve düşüncelerimin tamamen çıplak kalmasına neden oldu. Şimdi kendimden sakladığım düşünceleri bile daha net görüyordum. Başımı çevirip ona baktım, gözlerinin bende olduğunu bilsem de göz göze gelmemiz kalbimdeki karıncalanma hissine engel olmaya yetmedi.
“Ne konuda? Eğer dün olanlardan bahsediyorsan, pişman hissetmiyorum.”
Bakışları derinleşti. “Bahsettiğim bu değildi.”
“Öyleyse ne?”
“Moruğun söyledikleri hakkında ne hissediyorsun?” Beklentiyle gözlerini kıstı. “Şu aura meselesi.”
Evlilik yerine aura kelimesini kullanmasına üzülsem mi yoksa gülsem mi bilemediğimden bakışlarımı ön camdan dışarı çevirerek, “Ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum,” dedim. Ne hissettiğimi bilsem de ona söylemek istemedim. Birlikte olduk, bu esnada bana bağlılık yemini etti diye bu ruh ile bağlantılı olan evlilikten hoşlanacağı anlamına gelmezdi. İşleri onun açısından zorlaştırmak istemiyordum. Zaten yeterince karışıktı.
Konuyu değiştirmeye karar vermiş olacak ki, “Peki bedenin nasıl?” diye sordu, bu soru daha da utanmama neden oldu. “Kadınların ilk seferleriyle ilgili pek bilgim yok. Bazen ağrılı olabileceğini duymuştum. O yüzden soruyorum.”
“Pat diye sormasan daha iyi olabilir,” diye fısıldadım. “Bedenim gayet iyi. Ters giden bir durum yok.” Gözlerimi ona çevirdim. “Ama yol üzerinde bir eczaneye uğrayabilir miyiz?”
“Neden?”
Ona bunu açıklamak zorunda olmanın koca bir karın ağrısı olduğunu anlatmak ister gibi baktığımda kaşlarını çattı. Konu ben olduğumda mı böyle çocuksu bir şekilde saflaşıyordu yoksa gerçekten bu konuda böyle miydi? Hiç sanmıyordum. Konu cinsellik ise o benden daha bilgiliydi ama şu an ona bilgi vermesi gereken konumda olan kişi bendim.
“Korunmadık,” dediğimde bir an ikimiz de duraksadık, birbirimize bakakaldık.
“Ha, evet,” dedi birden ifadesini toparlayarak. “Ertesi gün hapı gerekiyordu, değil mi?”
“Pek bilgin yok gibi,” dediğimde başını olumla anlamda salladı.
“Korunmadan bir şeyler yaşamadım, dediğim gibi.”
Söylediği şey içimde bir şeyi dürtüp beni rahatsız edince gözlerimi üstünden çekip, “Tamam,” dedim. “Durursun bir eczanenin önünde.”
“Canını sıkacak bir şey mi söyledim?”
“Hayır. Soru sordum, sen de cevabını verdin.”
Duyguların içime indirdiği darbeler çoğalıyor, Efken’e hissettiklerim her an daha da çoğalarak karanlık gölgelere dönüşüyordu. Onun içimdeki varlığına can veren duyguların bu kadar keskin hissettirmesi tuhaftı, sanki içimi kesiyordu, sanki duyguların keserek açtığı yaralardan akan kan bile duygularımı besliyordu.
Eli çeneme kayınca içimde yaktığı ateşe çıralar düşmüş gibi hissettim. Gözlerimizi buluşturmak için başımı kendisine doğru çevirdi ve “Sorduğun soruların cevapları seni kızdıracaksa neden soruyorsun?” diye sordu yavaşça.
“Kızdırdığını kim söyledi?”
Gözleri kaşlarıma kaydı, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm gördüm. “Surat ifaden söyledi. Güzel suratın her şeyi açık ediyor.”
“Birileriyle bir şeyler yaşadığın için sana neden kızayım ki?” diye sorduğumda, bu sorunun cevabı ortamızda asılı duruyormuş gibi birbirimize baktık. İkimiz de bunun ne olduğundan bahsedemiyorduk ama ortada duran şeyin dağılıp parçalanmasından korkuyorduk. Varlığından hiç bahsetmesek de varlığını seviyorduk.
“Ben sana kızardım,” deyince bakışlarım dudaklarına dokundu, o konuşmaya devam etti. “Hakkım yok, evet ama sanırım bu hissi durduramazdım. O yüzden seni anlıyorum.”
Gözlerinin içine tekrardan baktığımda kendimi tutamadım ve gözlerimi şaşkınlıkla kırptım. “Anlıyor musun?”
“Evet, anlıyorum.”
Dudaklarını çeneme bastırıp geri çekildiğinde sertçe yutkunup, avuçlarımı yumruk şeklinde sıkıp dizlerimin üzerine koydum. Efken aracı çalıştırdığında aramızda başka bir diyalog geçmedi.
Cip nihayet evin önüne geldiğinde elimde bir poşet tutuyordum. Poşetin içindeki ilacı görmelerini istemediğimden ilaç kutusunu çıkarıp eşofmanın geniş cebine koydum. Efken’in bakışlarının merkezinde olduğumu fark edince telaşla ona baktım. “İnelim mi?” diye sordu.
“Sen in, ben geliyorum.”
“Seni tek bırakmak istemiyorum,” diye mırıldanınca bakışlarımız karanlık aracın içinde ateş gibi yanmaya başladı.
“Korkmuyorum ki.”
“Korkmadığını biliyorum, Mahi.” Hareketsiz hâldeki aracın direksiyonuna dokunmaya devam ederek ön camdan eve doğru baktı. “Sadece tek bırakmak istemiyorum.”
Bu söylediğine verecek cevap bulamadığımdan sessizce poşeti aracın ön konsolundaki boşluğa koydum. Cebimdeki ilacı son kez kontrol edip emniyet kemerimi çözdüm ve kapıyı açmamla kar soğuğu yüzüme çarptı. Yanaklarımın ne kadar ısındığını, kar soğuğu yüzüme çarpıp anlık olarak derimi yakınca anladım.
Aracın önünden geçip karlı yolda ilerleyerek verandaya doğru yürümeye başladığımda arkamdan geldiğini duydum. Verandanın basamağından ilk adımı attığım an sokak kapısı sertçe açıldı ve Sezgi çatık kaşları, alev gibi parlayan yeşil gözleriyle bana bakmaya başladı.
“Neredesiniz siz?” diye sorarken sesinden endişesi de okunuyordu. “Dün aradın, sonra ortadan kayboldunuz. Aradım ama açan olmadı.” Telefonun zil sesini bile duymamış olmamıza şaşırarak sessizce Sezgi’ye bakmaya devam ettim. “Gece rüyamda hiç hayra alamet şeyler görmedim. Başınıza bir şey geldi sandım.”
Birden duraksadı ve hemen arkamda dikilen Efken’e baktı. O an, Sezgi’nin de Mustafa Baba gibi aura görebildiğini anladım. Şaşkınlığı kelimelerle can bulamadı çünkü tam konuşacakken arkasında Ceyhun’un belirdiğini gördüm.
Ceyhun, Sezgi’nin omzuna küçük bir öpücük kondururken, “Sana her şey yolundadır demiştim,” dedi yatıştırıcı bir sesle.
Sezgi şaşkın şaşkın ikimize bakarken sessizce, “Evet,” diye mırıldandı. “Şükürler olsun ki buradalar.”
“Az daha Crystal’e haber verecekti, ortalık birbirine girecekti,” dedi Ceyhun. “Sapphire denen kız bir köşede ağlayıp durdu. Onun küçük bir bebek olmadığından, genç bir kadın kılığında aramıza sızmadığından eminiz değil mi?”
“Sizi endişelendirdik, kusura bakmayın,” diyerek Sezgi’nin yanından geçtim ve Ceyhun’a gülümsedim. Sapphire’ın hızla salondan çıkıp önümde dizlerinin önüne çökmesini beklemediğimden nutkum tutulmuş hâlde kıza bakakaldım.
“Çok korktum,” diyerek avuçlarını dizlerine bastırırken başını önüne eğmişti. “Sizi ele geçirdiler, size zarar verdiler sandım. Şehirdeki karanlık ölçülere sığmayacak kadar fazlaydı. Buralarda karanlık güçler kol geziyor, efendim. Size zarar gelseydi ne yapardım?”
O karanlık güç hemen arkamda dikiliyordu ama iyi niyetli Sapphire’ın bununla alakalı bildiği tek bir şey dahi yoktu. Bu mührü kırabilen tek kişi Mustafa Baba’ydı, peki ya ben nasıl Nemesis ile ilgili bazı şeyleri hayal meyal hatırlıyor gibiydim? Kan Yemini’ni benim yaratmamla alakalı olabilir miydi? Bu yemini yaratmak beni tüm kadim büyülerden ve mühürlerden korumuş muydu?
“Sapphire, her şey yolunda,” diyerek eğilip omzuna dokundum. “Önümde diz çökmek yok. Bu konu hakkında konuşmuştuk, değil mi?”
Burnunu çekerek kalkarken, “Çok üzgünüm, efendim,” diye fısıldadı.
“Mahinev. Bana Mahinev demen yeterli güzelim.” Arkamı döndüğüm an Efken’e çarpmak duraksamama neden oldu. Sert, akılda kalıcı kokusu dün gece tenime sinmemiş gibi yeniden ciğerlerime doluştuğunda dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim.
“Affedersin,” diye mırıldanarak yanından sıyrıldığım sırada içine derin bir nefes çektiğini, akabinde bu nefesi çekmesinin nedeninin saçlarımı koklaması olduğunu anladım.
“Sezgi, dün her şey çok tazeyken bunu sana telefonda söylemek istemedim ama cadılardan iki tanesine bu yakada rastladık. Beni takip ediyorlardı,” dedim doğrudan konuya girerek. Sezgi bunu zaten hissetmiş gibi kollarını bedenine sarıp başını salladı, göğsünde bir boşluk varmış gibi yavaşça nefes aldığında olan biteni bildiği hissine kapıldım. “Neler oldu az çok tahmin ediyor gibisin,” diye mırıldandım, sesim çekingen çıkmıştı.
“Tahmin etmesi zor değil. Gece rüyalarımda rahat bırakılmadım. Bir şey beni çağırıp durdu. Sanırım cadılar tarafından çağırılıyorum, tüm cadılar birbiriyle iletişim kurmaya çalışıyor.”
Bir şeyler hatırlıyormuş gibi şakaklarına dokundu.
“Katedrallerde toplantılar olur. Bu toplantıların sonucunda hiçbir cadının hiçbir savaşa katılmayacağına dair vaazlar verilir. Hislerimin ve rüyalarımın söylediği şu ki, cadıların ayaklanması için uğraşan bir güruh olsa da cadıların çoğunluğu bu kalkışmaya karşı çıkıyor. Henüz bir azınlık olsalar da peşinizdeler.”
Küçük bir an için sustu, sessizliği çok kısa sürdü.
Gözlerinde saklayamadığı bir vicdan azabıyla, “Gece bir cadının öldürüldüğü haberini rüyamda aldım. Beyaz kefene sarılı erkek bir cadıyı ellerimle köknarların arasına gömüyordum,” diye fısıldadı. “O cadıyı yok etmeseydin seni yok etmeye çalışacağını da biliyorum. Cadının kefenin içinden dışarı çıkan bileğinde senin saçların vardı, bileğine dolanmıştı.”
“Az daha onu öldürecekti,” dedi Efken acımasızca. “O onu öldüremeden, ben onu öldürdüm.”
Efken’e çatık kaşlarla baktığımda bunu önemsemedi, Sezgi de önemsemişe benzemiyordu ama yine de o da bir cadıydı ve aralarında bir bağ olsun ya da olmasın bir cadının bir cadı için yas tutması çok normal geliyordu. Hiçbir bilgim olmamasına, her şeyi yeni öğreniyor olmama rağmen bir Mar zarar görse kesinlikle yas tutardım, hatta çok daha fazlasını hissedebilirdim; bu acı beni ağlatabilirdi.
“Sezgi, şu an bunları söylemek için çok erken belki biliyorum ama kadim büyülerle ilgili bildiğin bir şeyler var mı?” diye sordum umutla. “Hatırladığın, içgüdüsel olarak bildiğin herhangi bir şey?”
“Kadim büyülerle ilgili araştırmalar yapıyorum,” demesi heyecanlanmama neden oldu. “Bir şeyler hatırlıyorum ya da dediğin gibi, içgüdülerimde bu var. Ben bir Kızıl Cadı’yım, benim mensup olduğum soy ağacındaki herkes kadim büyülerin papazları olarak bilinir. Kadını, erkeği, çocuğu. Daha kundaktayken kadim büyülerle donatılır.”
Hızlı adımlarla mutfağa gitti, birkaç tıkırtı sesinden sonra elinde bir kitapla mutfaktan çıktı. Büyük, ciltli bir kitaptı ve Sezgi sayfaları açtığı an sayfaların eski kokusu keskin bir şekilde burnuma doldu.
“Bu kitabı geçen sabah şehir kütüphanesinden aldım. Sembolleri görünce beynimde şimşekler çaktı, içgüdüsel olarak bu sembollerin hepsini tanıdım. Yani bu da demek oluyor ki, kadim büyülere yatkınlığım var. Çünkü bu sembollerin tamamı kadim büyülerin alfabesinde olan harfler.”
“İşte ihtiyacımız tam olarak bu,” dediğimde Sezgi kafasını kitaptan kaldırıp bana baktı. “Sezgi, kadim büyüleri bir an evvel eline alman gerek.”
“Çok mu acelesi var?”
“Evet.”
“Neden diye sormaya korkuyorum ama neden?”
“Efken’i kadim büyülerle korumaya alman gerek,” dediğimde tek kaşını kaldırdı. “Çünkü cadıların bilmemesi gereken bir şey var.”
“Ben de bir cadıyım.”
“Ama dostumuzsun.”
“Başımızı yeni bir belaya çoktan soktuk, değil mi?” diye sorarken korkmuş görünüyordu.
Gülümsemem zayıftı. “Teknik olarak zaten beladaydı.”
Yaren’in odasının kapısı açıldığında hepimiz ürperip sesin geldiği yöne döndük. Yaren bir iki adım atıp koridorun ortasına kadar yürüdü. Ne düşündüğünü bilmiyordum ama gözleri her birimizde uzun süre oyalandı. Önce Ceyhun’a baktı, sonra Sezgi’ye, Sapphire’a, bana ve en son abisine.
“Abi,” diye fısıldadı. “Bende ters giden bir şeyler var.”
Bu, Yaren’in bayılmadan hemen öncesinde kurabildiği son cümle olmuştu.
Aynı zamanda ilk cümleydi.
🎧: Ruelle, Live Like Legends