Kelimeler en çok sahibinin kalbini yorardı.
Kelimeler onları var eden insanların kalbindeki zincirleri kırar, yine kelimeler bir gün onları var eden insanların kalbini o zincirleri kırdığı gibi kırardı. Kendimi bir yazarın parmaklarında can bulan kelimeleri giyinmiş bir roman sayfası gibi hissediyordum. Bazen o yazar kelimeleri öyle çok hissederdi ki, ben tüm kelimelere rağmen kendimi onun önünde çırılçıplak hissederdim. Bazen yazar kelimeleri öyle çok mahvederdi ki, parmaklarını harflerden çektiği an ellerini koyacak bir yer bulamazdı.
Kelimeler en çok sahibini yakardı.
Kelimeler en çok onları giyen sayfayı yakardı.
Kelimeler en çok onları kalbinde hissedenleri yakardı.
Bir koridorda ilerliyordum. Kırmızı bir ışık siyah saçlarımın üzerine öyle ağır dökülmüştü ki, sanki saçlarım ve tenim o ışığın rengindeydi. Üzerimdeki beyaz elbise bile o ışığın rengini almış, kan rengindeydi. Koridor soğuktu, attığım her adımda yukarıdan bir ışık daha üzerime dökülüyor ve önümde duran karanlık sonsuz gibi görünse de gittiğim yere taşıdığım ışık karanlığı yavaş yavaş silmeye başlıyordu.
Gözlerim bir an o koridorun sonundaki dipsiz karanlığa kayınca kalbimin atışları da gözlerimi takip ederek karanlığın içinde çarpmaya başladı. İçinde bulunduğum zaman beni omuzlarımdan iterek o koridora sürüklemişti, şimdi o koridorda zamansız bir kadın olarak karanlığa yaklaşan her bir adımımda ışık her yanı sarıyor, yakıyor ve kelimeler roman sayfasının üzerini doldurmaya başlıyordu.
O koridorda attığım her bir adımda arkamda babamla geçirdiğim bir yaşı ışığın altında bırakıyordum ve ben, aydınlatamayacağım kadar büyük bir karanlığa ayak basmak için yürümeye devam ederken arkamda bıraktığım her bir yaşta, gözlerimden iri bir gözyaşı damlası bırakarak yanağımdan kayıp gitmesine göz yumuyordum. Nabzım bileğime bir yılan gibi dolanarak kalbimi hızlandırıyor, cennetin duvarlarına gözyaşlarından kelimeler çizen bir meleğin kanatları gibi içime kalbimi korumak isteyen kaburgalar misali gömülüyordu.
Bana dokunan güvenli kollarına, cennetin duvarlarına gözyaşlarıyla kelimeler çizen bir meleğin o kelimeleri okuyabilen tek şeytana sığındığı gibi sığınıyordum. O da kollarını tıpkı o şeytanın büyük, siyah kanatlarını meleğin gözyaşlarını başka kimse göremesin diye meleğin üzerine örttüğü gibi üzerime örtüyor, bana sıkıca dolayarak beni sıkıca tutuyordu. Saçlarımın yüzümdeki ağırlığını hissediyordum. Attığı her bir adımda, cehennemin katlarını oluşturan merdivenleri tırmanıyormuşuz gibi hissediyordum ve ateş çoğaldıkça, tenimdeki yangın hissi daha da büyüyerek iliklerimi yakmaya başlıyordu. Sıcak nefesinin kulak boşluğuma, saç diplerime ve dahası zaten alevlere esir edilmiş tenime aktığını hissediyordum.
Gölgesi üzerime devrilmişti ve gölgesi, geceyi güneşe çevirmiş, asıl karanlığı üzerime çöktürmüştü. Efken’in kollarında olduğumu biliyordum ama bilincim bir boşlukta süzülüyordu, bir tüy gibi yavaşça o boşluktan süzülerek düşüyordum. Sanki bembeyaz bir karahindibaydım ve Efken’in cehennem rüzgârı nefesi bana dokunduğu an parçalanıp dağılacaktım.
Damarlarımın ağrısını hissediyordum, sanki damarımın içinde ilerleyen kan arkasında depremi getirip damarlarımı yıkıp geçiyor, damarlarımda iyileştirilmesi mümkün olmayan derin çatlaklar açarak dışarı sızıyordu. Sesler yoktu, kokular yoktu, nerede olduğumu anlayabilmem için önüme sunulan hiçbir şey yoktu ama onun kollarında olduğumu biliyordum ve güvende hissediyordum. Hiçbir şey yoktu evet ama hisler buradaydı, vardı, gerçekti ve beni her yanımdan kuşatmıştı.
Beni yumuşak bir şeyin üzerine bıraktığını fark ettiğimde artık üzerinde olduğum şeyin yatak olduğunu biliyordum. Kendime tıpkı onun gibi güvenli hissettirecek bir pozisyon ayarlayıp yatağın içinde bir cenin kadar küçüldüğümde bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum ama içinde olduğum dünya an itibariyle renksiz, gri bir sinema filmi gibiydi. Başımı iki yana sallayıp boğazımdaki ağrıyla yavaşça inledim, bir yorganın üzerime örtüldüğünü hissettiğimdeyse pozisyonumu koruyarak yorgana sıkıca sarılıp huzursuz bir şekilde kaşlarımı çattım.
“Dürüstsün,” dediğini duyduğumda tepki veremedim, dudaklarım çok kuruydu ve çok üşüyordum. “Dahası da var. Onurlusun.”
Öyle olduğumu biliyordum. Bu özelliğimi babamdan aldığımı da biliyordum. Beni öldüreceğini de bilsem onun karşısında duracağımı da biliyordum. Sadece üşüyordum. Şimdi susup üzerimi örtebilirdi, sonrasında olacakların gözümde önemli bir yerde olmadığını bilmesine gerek yoktu çünkü bir şekilde kendimi savunurdum. Parmaklarımı üzerime örttüğü kalın yorganın içindeki pamukları oymak istiyormuş gibi kumaşına sapladığımda dizini yatağa bastırdığını hissettim, yatak ağırlığıyla yavaşça çöktü ve bedenim bu ağırlığa karşı koyamayarak ağırlığın olduğu yana doğru kaydı. Öyle hâlsizdim ki kendimi geri çekip eski pozisyonumu alamamıştım bile.
“Ama tüm bunlara rağmen aptalsın.”
Boğazımdaki ağrıyla yutkundum, bir yanım beni izlerken gülümsediğini fısıldadığında şaşkınlık tenime hastalığı aşarak bulaşamadığından sadece kaşlarımı yavaşça çattım. Efken’in gölgesi önce beni altına aldı, sonra her yanıma yayıldı ve bedenimin üzerine geceyi taşıyan bir gökyüzü gibi gerildi. Çok geçmeden yataktaki ağırlığının çoğaldığını hissettim. Beni belimden kavrayıp yavaşça eski yerime itti, bedenim sanki bezden bir bebekmiş gibi onun verdiği şekli aldı ve Efken’in güçlü eli üzerimdeki yorganı kavrayıp ikimizi de altına almasını sağladı. Uyku bir fırtına gibi zihnimin kasabasına vurduğunda onun sıcak nefesi enseme saplı duran bir bıçaktı ve ensemden kan değil, bana ağır gelen düşünceler akıyordu.
Sıcaklığını hissettiğimde cehenneme dokunmuş bir melek kadar günaha aç hissetmiştim ve yine o melek kadar çaresiz bir istekle ona çekilirken bulmuştum kendimi. Bedenim öyle üşüyordu ki onun sıcaklığına yenik düşerek ona doğru kaydım ve o bunu zaten bekliyormuş gibi ona sokulmama izin vererek beni kollarının arasına aldı. Bu yabancı adamın kollarında hissettiğim güvenin gölgesi ölüm getiriyordu ama yine de yaşamdan kaçar gibi onun gölgesine sığınmayı seçen ben olmuştum. Çok geçmeden bedenimdeki soğuk buzlar cehennemin alevleri altında kalmış gibi erimeye başladı ve bedenim biraz olsun gevşerken kendimi daha kötü hissetmediğimi fark ettim. Oysa hâlâ üşüyordum, hâlâ kalpsiz bir adamın kollarındaydım ve hâlâ yaşam fenerlerini yakmış beni ararken ben fenerin ışığıyla sileceği o ölüm gölgesinin altında duruyordum.
Ne kadar geçmişti bilmiyordum, bilincim düştüğüm uçurumun dibine kadar inmiş elinde tuttuğu gaz lambasıyla beni ararken adımı öyle çok seslenmişti ki sonunda ışığını fark edip bakışlarımı bilincime yöneltmiştim. Dışarıdan gelen sesleri duyabiliyordum ama tüm kaslarım enkaz altında kalmış, bedenimdeki tüm uzuvlar kopup enkazın farklı noktalarına dağılmış gibi hareket etmenin imkânsız olduğunu hissediyordum. Sıcak etrafa dağılmış her noktamdaydı, bedenimi ikinci bir deri gibi saran teri hissediyordum ve bu zaten bir süredir hissettiği tek şey huzursuzluk olan beni daha da huzursuz ediyordu.
Ağır tarçın kokusu solunum yolumu ezerek dağıtıp içime doluştuğunda boğazıma saplanan hissi öksürerek atmak istedim. Parmaklarım yorganı kavramak ister gibi dokunduğu kumaşı arasına alarak bir yumruk oluşturduğunda yanımda nefes alıp veren başka birinin daha olduğunu fark etmek algılarıma kör bir bıçak gibi saplanmıştı. Gözlerim birden bir evi güneşe boyamak için hızla çekilen koyu renk perdeler gibi aralanınca burnumun dibinde nefes alan yüze olan yakınlığım yüreğimi ağzıma taşıdı ve irkilerek başımı geriye çekip iri kızıl gözlerle karşımda duran yüzün sahibine baktım.
Uzun, siyah kirpikleri tıpkı bir ağacın uzayan dallarının zemine sürtündüğü gibi gözlerinin altındaki çukurlara sürtünüyordu. Alt dudağından daha dolgun olan üst dudağı uyku hâlinde olduğundan mıdır bilinmez biraz daha öne itilmişti ve düzgün burnunun ucu karakterini yansıtır gibi yukarı bakıyordu. Bu, esmer yüzünü bu kadar yakından ilk görüşümdü. Kaşının üzerinden altına doğru yamuk bir çizgi oluşturan dikiş izi bu açıdan bakıldığında daha derin duruyordu ve dikiş izinin oluşturduğu göçüntü teninin üzerine açılmış bir anı çukuru gibi görünüyordu.
Bir an şaşkınlık bir köşeye çekildi, bakışlarımdaki merak yüzünün ayrıntılarında derinleşerek içimi tamamen kapladı. Yanağımı yastığa bastırıp bana bir hayli yakın duran yüzüne o yüzü ezberime alıp zihnime hapsetmek istiyormuş gibi ilgiyle bakmaya başladım. Bir gün buradan çıkıp gittiğimde, yeniden evimin kapısından girip özgür bir tutsağa dönüştüğümde öylece koltuğa oturup onu hatırlar mıydım? Onu hatırladığımda gözlerimin önüne bir resim gelmeliydi; uzun kirpiklerini, düzgün burnunu ve dolgun dudaklarını da tıpkı asla unutmayacağıma emin olduğum uçurum mavisi gözleri gibi zihnime kazımak istiyordum. Bakışlarım alnını aşınca başlayan koyu renk asi saçlarına kaydı, saçlarının kalın telli olduğu belliydi ve elimi uzattığım an her ne kadar kısa kesilmiş olsalar da parmaklarım bir mezarın içine gömülüyormuş gibi kesin o gür saç tellerinin arasına gömülürdü. Saçlarına dokunduğumu düşünmek içimde bir yara parmak basılmış gibi acı duymama neden olunca kaşlarım daha sert bir şekilde çatıldı.
Sanırım o da kaşlarını çok sık çatıyordu, yoksa gözleri uykuya kapanmış olmasına rağmen alnındaki yatık üç çizgi yerini koruyor olmazdı. Alnındaki üç yatık çizgi ve kaşının üzerindeki dikiş izi dışında yüzü gerçekten pürüzsüzdü, tek bir çizgi, bir çukur, bir leke bile yoktu. Hayatında hiç ergenliğe girmemiş gibi kaymak bir surata sahip olması onun için ayrıcalık olabilirdi ama diğer tüm hemcinslerinin canını sıkıyor olmalıydı. Onu tanımıyordum ama onunla ilgili ilk izlenimim onun kötü bir adam olduğu yönünde olmuştu ama buna rağmen güzel bir adam olduğu gerçeğini de köşeye itemezdim.
Efken yakışıklıdan biraz fazlasıydı, aynı zamanda güzeldi de.
“Bana öyle aç gözlerle bakıyorsun ki, neredeyse sana acıyıp kendimi sunacağım…” Yüzünde tek bir mimik oynamadan, gözlerini açmadan yalnızca dudaklarını hareket ettirerek erkeksi sesine sığdırdığı bu cümle yüzümün bir hayaletin teni gibi bembeyaz kesilmesine neden oldu. İrkilerek boğazımdaki acıyı yutmak istiyormuş gibi sertçe yutkundum ve uzandığım yerden doğrulmaya çalıştım ama ben bir fok balığı gibi çırpınadurayım Efken gözlerini açıp, uçurum mavisi gözlerini yüzüme doğrultmuştu bile. “Noel gecesi hindiyi izleyen yaşlı bir amca gibi beni izliyorsun,” dediğinde artık canlı gözler yüzümdeydi, utanç tenimi saran ateş gibi yükselerek her yanımı kapladı. “Bana ilgin olduğunu bu kadar çok belli etmemelisin, Medusa.”
“Ne ilgisi?” Sesimin pürüzlü çıkması bir an beni duraksattı, soğuk algınlığına yakalandığım bariz ortadaydı. “Sana ilgim olduğu falan yok. Beni önce hırsızlıkla suçladın, sonra da böyle ahlaksızlıklarla…” Saçmalamadığımın farkında bir şekilde susup onun güzel suratına dik dik baktım. Yatakta yavaşça dönünce koca cüssesinin baskısı tüm yatağı etkisi altına aldı ve bedenim onun bedeniyle açtığı çukura kayıp ona biraz daha yaklaştı. Geri çekilmeye çalıştığım sırada beni belimden tutarak olduğum konumu korumamı sağladı.
“Hastasın,” dedi boğuk bir sesle, dikkatimi dağıtan ses tonunu duymamı sağlayan dudaklarına indirdiğim gözlerime lanet okudum. Lanet dudaklarının rengi kan rengiydi. “Çırpınmayı bırakıp yat ve dinlen. Henüz işime yaramadın, işime yaramadan gebermeni istemem.”
Aşağılayıcı tavrına rağmen bedenimdeki yorgunluğu aşamadığım için sadece başımı sallamakla yetindim. Boğazım gerçekten muhteşem ağrıyordu, şakaklarım ve başım da bu ağrıya ayak uydurmuştu ve bedenim bir evi ısıtacak kadar sıcaktı; kendimi alevleri içine esir etmiş kahverengi bir soba gibi hissediyordum.
“Sakinleşmen senin açından iyi,” dedi, hâlâ yatakta yanımda uzanıyor olması kafamı allak bullak ettiğinden bakışlarım yüzünü hızla taradıktan sonra yüzümü ekşittim.
“Neden benim yanımda yatıyorsun?” Sorum onu anlık duraksattı ama ben durmadım. Her ne kadar kavga edecek hâlim olmasa da tanımadığım bir adamla aynı yatakta uyanmak içimdeki endişe ve öfke hissini birleştirerek güçlü bir duyguya evrilmesi için onlara silah çekmişti.
“Çünkü bu yatak benim yatağım,” dedi demirden soğuk, sert ve güçlü sesiyle. “Yani aslında ben senin değil, sen benim yanımda yatıyorsun.”
“Burada yatmayı seçen ben değildim.” Doğrulmaya çalıştığımda birden başım bir pervane gibi döndü ve ellerimi yatağa bastırarak gözlerimi yumdum.
“Aptal bakire tavırlarına bürünmeden önce söyleyeyim, ateşin uzun zamandır görmediğim güneşle aynı derecede,” dedi umursamaz bir sesle. “Ve asilik yapmayı sürdürürsen duvarda resmini çıkarırım.”
“Ne?”
“Yani diyorum ki, Medusa,” yüzünü yüzüme yaklaştırınca sıklaşan nefes kesilmemi ondan saklamak için yutkundum, “bir çarparım, bir de duvardan yersin.”
Bana karşı tutumu kesinlikle onun bir dağ ayısı olduğunu kesinleştiriyordu. Hâlsizliğime rağmen ona öfke dolu bakışlar attım ama buna aldırış etmeden doğrulup yataktan kalktı. Yataktan kalktığı an gözüme çarpan ilk ayrıntı kaslı sırtı olmuştu, kalçalarından kayıp düşecek gibi duran siyah eşofmanı dışında üzeri gerçekten çıplaktı. Dövmeli parmaklarını saçlarının arasına gömdü ve saçlarını karıştırdı, bu hareketi gerçekleştirdiği esnada tüm sırt kasları şiirsel bir ahenkle kasılmıştı. Bakışlarımı hızla kas yığınından uzaklaştırdım ve bedenimdeki ağrılar artarken yatakta cenin pozisyonu alıp yorgana sarıldım.
“Bir an evvel iyileşsen iyi edersin,” dedi Efken bana bakmadan, ben de ona bakmıyordum. Elbise dolabının kapağını açtığında çıkan ses zihnimde eski bir anıyı uyandırdı ve bir an annem içeriden bana seslenecekmiş hissi yüreğimi deşerek yokladı. “Bana lazımsın.”
“Ne konuda sana lazımmışım?” Yorganı çeneme kadar çekip bedenimdeki sıcağa rağmen hissettiğim üşüme hissini gidermeye çalıştım. Zihnime bir şüphe tohumu bırakmıştı ve o tohumu endişe gözyaşlarıyla sulamaktansa direkt onun büyütmesini istiyordum. Efken elbise dolabından çıkardığı lacivert kazağı çıplak kollarından geçirirken omzunun üzerinden bana baktı, kafası hâlâ kazağın dışında duruyordu, tüm sırt kasları kasılmış, kanat kemikleri dışarı doğru kavis yaratmıştı. “Bana hesap sorabilecek konumda değilsin, Medusa,” dedi, sesindeki sakinliğe rağmen o sakinlik duvarının arkasında tehdit olduğunu bildiğimden kaşlarımı çatmaktan ileri gidemedim. Cevap vermeyeceğimi anladığında kafasını kazağın halkasından içeri sokup ince belini belirginleştirecek şekilde bedenini kasarak kazağı aşağı doğru çekti ve çıplak bedeni kazağın altına gizlendi.
Tam odadan çıkacağı sırada, “Efken,” dedim ve sesimde nasıl bir tını varsa bu tını onu durdurdu, tam kapıdan çıkacakken omzunun üzerinden bana doğru baktı. Öfkeli bakışlarla karşılaşmayı beklesem de öyle olmamıştı, bakışlarında sakinliğin ötesinde bir ruhsuzluk olsa da yine de söyleyeceğim şeyi merak ediyormuş gibi bakıyordu.
“Söyle.”
“Ormana kaçtığımda…” Durup boğazımı temizledim, Efken’in kaşları beklentiyle havaya kalkmıştı, şimdi yüzü daha sert görünüyordu.
“Kızım neden taksit taksit konuşuyorsun?” Öfkeli sesi asabımı aşırı bozuyordu. Ona düz düz baktım. Elini havaya kaldırıp beklentiyle salladı. “Öt.”
“Horoz gibi kabarıp duran sensin, sen öt,” dedim ona ters bir sesle. Bir an gözlerinden bir yırtıcının gölgesi geçer gibi oldu, bunu fark etmek elimi ayağımı koyacak yer bulamamışım gibi hissettirse de uçurum mavisi gözlere pürdikkat bakıp meydan okur gibi bakışlarımı geri çekmemeye devam ettim. Sanki birden bana doğru dönecek, tek adımda yatağın üzerine çıkacak ve büyük parmakları boynumu sararken nefesimi kesmek ister gibi boğazımı sıkacaktı ama sadece orada öylece durdu ve öfkeli gözlerinden düşen korku parçalarını cam kırığı gibi yutup içimi parçalamama neden oldu. Bunu yapması, boğazıma sarılıp sıkarak nefesimi kesmesinden daha korkunçtu ve bunun daha korkunç olduğunu bildiği için bunu yaptığını düşünüyordum.
“Canının gözümde çok bir değeri varmış gibi davranmaya devam edersen o canı senden ben alırım,” dedi kaya gibi bir sesle. Bunu yapacağından neredeyse hiç şüphem olmasa da yanağımı yastığa bastırıp ona acıyormuş gibi baktım. Bu bakışlar karşı karşıya kalmayı beklemediği bakışlar olduğundan mıdır bilinmez öfkesi daha da derinleşti ve gözlerinden ateşler çıkarken bana sadece cehennemin aralık duran kapısından beni izleyen o kör şeytan gibi baktı.
“Senin benden alabileceğin tek şey yaptığın öküzlüklere karşılık olur,” dedim sert bir sesle. Sanki etraftaki her şeyin sesi kesilmiş, yalnızca benim sesim onun algılarına bıçak gibi saplanmıştı. Ölüm mavisi gözlerin adım sesleri çarpan nabzımdı ve nabzım şimdi çok hızlıydı.
“Yat zıbar,” dedi tokattan farksız bir sesle. Birden bana doğru dönünce kalbim korkuyla kasıldı ama yanağımı yastığa sertçe bastırmaktan ileri gitmedim. Efken komodinin üzerinde duran telefona uzandı, telefonu alırken hemen telefonun yanında duran cam su bardağına dokunduğu için bardak kaymıştı, bardağın kayarken çıkardığı ses zihnime dağılırken gözlerimi ondan hiç ayırmadım, o da gözlerini tıpkı benim ondan ayrılmayan gözlerim gibi benden ayıramamıştı.
“İki tane kurt gördüm.” Sesimdeki sakinlik söylediğim bu şeyin bir palavra olduğunu düşündürtebilirdi, zaten her ne kadar dürüst olduğuma inandığını söylese de bir yanlışımı yakalamak istiyor gibi bakıyordu. Mavi gözlerini yüzüme yoğunlaştırıp tek kaşını kaldırdı. Efken’in dikkatini çekmişe benziyordum. “Ormanda.” Cevap vermemesi durmadan konuşmak istememe neden oluyordu, bir tepki bekler gibi gözlerimi kırpıştırdım ama beklediğim tepki yüzünün sınırlarını ateşe vermemişti. “Bana bir cevap verecek misin?”
“Bana bir soru sormadın ki sana bir cevap vereyim,” diyerek biçimli siyah kaşlarını kaldırdı. Sinir bozucu bir ifade takınmıştı, gözlerimi devirmemek için avucumun içine aldığım yorganı daha sert sıkarak derin bir nefes aldım. Boğazım ağrıyordu.
“Yaren’in bahsettiği kopartıcılar onlar mıydı?”
“Bilmem, bir yerini kopardılar mı?”
Bu kez cidden gözlerimi devirerek, “Ya çok agresifsin ya da çok alaycı, bir ortan yok,” dedim sitem eder gibi. “Orada iki kurt vardı ve kocamanlardı.” Yorganı parmaklarımın arasında ezerken yavaşça öksürdüm, öksürürken göğüs kafesim tuz buz olacakmış gibi hissetmiştim. “Biri boz, diğeri gümüş rengiydi ve boz renkli olan beni kesinlikle parçalamak istiyordu.”
“İsteseydi yapardı, hâlâ tek parçasın.”
Kirpiklerim gözlerimi örttüğünde sabrı ruhuma ören duygular gevşemeye başlamıştı. “Zaten yapacaktı, gümüş renkli kurt onu durdurmasaydı.”
“Şimdi de bir kurdun seni kurtardığını mı söylüyorsun?” Kollarını göğsünün üzerinde toplayıp bana alay dolu tehlikeli gözlerle baktı. “Ateşin epey yükselmiş olmalı fıstık.”
“İki koca kurt gördüğüme inanıyorsun ama birinin beni kurtardığına inanmıyorsun, öyle mi?” Tek kaşımı kaldırdığım sırada yüzündeki o kendini beğenmiş ifade öyle büyümüştü ki komodindeki abajuru kablolarıyla birlikte sökerek onun suratına fırlatmak istiyordum ama bunu yapabilecek kadar yürek yememiştim. “Üstelik gökyüzünde de donmuş bir dolunay var.”
“Evet,” dedi soğuk bir alayla. “Sen de İstanbul’dan gelmiştin, değil mi?”
“Dalga geçmeyi bırak.”
“Ormanda kurt olması normal,” dedi Efken birdenbire ciddileşerek. “Ama seni parçalamamaları anormal bir durum. Yine de ortada senin kadar anormal bir durum yok bana kalırsa. Anormalsin.”
“Ben mi anormalim? Anormal olan sensin.”
“Evet,” dedi başını sallayarak. “Ateşin epey yükselmiş. Yoksa bu kadar cüretkâr konuşmaman gerektiğini bilirdin.”
“Boş tehditten başka bir şey bilmez misin sen?”
“Kafanı avuçlarımın arasında ezdiğimde boş olup olmadığını anlarsın, ne dersin?” Tehditkâr bakışları bir çaresizlik dalgası gibi bedenime çarptığı anda ruhumu alabora etmişti. “Güzel,” dedi başını aşağı yukarı sallayarak, o bunu söyleyene dek pusmuş bir şekilde ona baktığımı fark etmemiştim bile. “Anlamış gibi görünüyorsun.”
Onu yumruklamak istiyordum. Onu fena hâlde tartaklamak, tokatlamak, ağzına yüzüne vurmak, yatırıp yerde tekmelemek, üzerine basıp tepinmek istiyordum. Ona baktığım süre boyunca gözlerimin önünde beliren hayaller bunlardı.
Keşke onu eşek sudan gelene dek dövebilseydim.
Eşek de sudan hiç gelmeseydi.
Odadan ayrıldığında arkasında bıraktığı sessizliği dolduran ses kalp atışlarımın sesiydi. Bakışlarımı ahşap tavana çevirdim ve kalın kirişleri izlerken gözlerim şakaklarımdaki ağrıdan etkilenerek yavaşça kısıldı. Öyle çok hasta hissediyordum ki kolumu kaldırıp terden yanağıma yapışan siyah saç telini çekecek hâlim bile yoktu. Zaman kavramımı ciddi oranda kaybetmiştim, annem ve babamın yokluğumu fark ettikleri ilk andan şu ana dek neler yaşadıklarını, ne düşündükleri, ne gibi adımlar attıklarını merak ediyordum ve bunları düşünmek hasta bedenimin içinde taşıdığım kalbi ağrıtıyordu. Odanın dışından gelen sesleri duyabiliyordum, çok net olmasa da konuşan kişinin Ceyhun olduğunu anlamak güç değildi. Efken’in beni ormanda bulduğu andan beri bu evde miydi yoksa bir süreliğine evden ayrılıp şimdi geri mi dönmüştü bilmiyordum.
Toprağın altından gibi gelen, “Nesi var?” sorusu da Ceyhun’un sesine gömülmüştü.
“Ateşi çok yüksek, soğuk algınlığı falan işte.” Efken’in umursamaz sesi odanın içinde dolaşan bir hayaletin parmaklarından akarak yere düşen kan damlaları gibiydi. “Şu kart olayını çözmeden hiçbir yere gidemez. O yüzden gebermese iyi eder.”
“Onu ormanda buldun, değil mi? Ne hâldeydi?”
“Sana ne?” Efken’in ters cevabı Ceyhun’un yüzüne nasıl bir ifade çizmişti merak etmiştim. “Onunla bu kadar yakından ilgilendiğini Sezgi biliyor mu?”
“Onunla ilgilendiğim falan yok,” dedi Ceyhun, sesi sertti. Öfkeyle çatılan kaşlarımın alnımda oluşturduğu çukur çok derindi. Herkesi kendisi gibi karaktersiz sanıyordu herhâlde. Hoş öyle miydi ben de bilmiyordum.
“Zavallı kızın hâline üzülüyorum.” Cümledeki bahsi geçen zavallı kız olmak gururumu incitse de beni savunan birilerinin varlığının olduğunu bilmek bir nebze olsun iyi geliyordu. Evet, sanırım ben buydum. Zavallı kız. Öfkenin içimde büyüyerek tüm ruhuma yayıldığını hissettiğimde avucumun içindeki yorganı daha sert kavrayıp sıktım.
“Elindeki kartın senin kartlarının eşi olduğundan nasıl emin olabiliyorsun? Her şeyi bir kenara bırakalım, gencecik bir kızı esir alman da hiç doğru değil.”
“Gitmesine izin verirsem zaten ölecek,” dedi Efken umursamazlığını daha da güçlendirerek. “Bendeki kartların ne bu dünyada ne de onun inandığı herhangi bir yerde tek bir eşi daha yok. Onlar tek ve o kız her nasılsa benim kartlarımın kaybolan parçasıyla kapıma düştü.”
“Kartı sonunda buldun işte, bırak kızı gitsin. Sanki lazım olan kart değil de o kızmış gibi davranıyorsun.”
İrkildim ama hareket etmedim, sadece onları dinlemeye devam ettim.
“O sikik ağzını beni sinirlendirmek için kullanıyorsan söyleyeyim, beni şu an olduğumdan daha öfkeli hissettiremezsin,” dedi Efken, sesindeki ölümcül sakinlik beni afallatmıştı ama kurduğu cümlenin her bir harfi ölüm kokuyordu. Derin bir sessizlik bir süre kalp atışlarımın bile dilini koparmış gibi her yanı sardı. Saniyeler ilerlemiyor gibiydi.
“Uzun zamandır bu kadar sakin öfkelendiğini görmemiştim.” Ceyhun’un sesine sinmiş şaşkınlığı hissettiğimde kaşlarımın arasında derin bir çukur oluştu. “Gerçekten onu bırakmayacaksın.”
“İşim bittiğinde onu kapının önüne bırakacağım ve ölecek olması umurumda bile olmayacak,” dedi Efken tokat gibi sesini ruhuma en sert biçimde indirerek. Yorganı boynumun altına kadar çekip terli ve üşüyen bedenimi bir mezarın içine sokar gibi yorganın altına sakladım. Benimle ne gibi bir işi vardı asla anlamamıştım ama eninde sonunda beni kurtlarla dolu ormana bırakacak, ölmem onun biraz olsun umurunda olmayacaktı. Bu gerçeği giyinmek, bir yalana soyunmak istememe neden oldu.
“İşte şimdi Efken Karaduman gibi konuşuyorsun,” dedi Ceyhun, güldüğünü hissedince bedenimden korku dolu bir titreme geçti. Adamımızın soyadının Karaduman olduğunu yeni fark ediyordum, oysa bir konuşmada daha ona bu şekilde seslenildiğinde bu ayrıntı o an hiç dikkatimi çekmemişti. “Pekâlâ, sana daha fazla karışmayacağım, kardeşim,” diyerek devam etti Ceyhun cümlesine. “Zaten Sezgi’yle yeterince uğraşıyorum, bir de senin meselelerine kafa yoramayacağım.”
“Sezgi’yle ne oldu?” Ses tonu umursamaz olsa da bu soruyu sormuştu. “O karmaşada sana soramadım.”
“Son günlerde artan kâbuslarından ben de nasibimi alıyorum.” Yanağımı yastığa bastırarak bakışlarımı kapıya doğru çevirdim, sanki onları görebilirmişim gibi kapıyı izlemeye başladım. Çok kısa bir an için görüntüleri gözlerimin önünde şekillenir gibi oldu. Efken koridorda elleri eşofmanının ceplerinde çenesini dikmiş gözlerini indirerek ondan biraz daha kısa olan arkadaşını izliyordu ve Ceyhun’un da sırtı kapıya dönüktü. Gözlerimi kırpıştırarak kaşlarımı çattığım anda bu görüntü yerini kapıya bıraktı ve derin bir nefes aldım. Bazen gerçekten hayalperest olduğumu düşünüyordum.
“Yine mi yangın çıktığını görmüş?”
“Hayır,” dedi Ceyhun, sesi karamsar geliyordu. “Bu kez uzun, siyah cübbe giyen bir kadın gördüğünü ve kadının ormana doğru yürürken arkasında eteğinden dökülen büyük alevlerin büyüdüğünü gördüğünü söyledi. Anlayamıyorum, onunla korku filmi de izlemiyoruz. İki gündür durmadan o kadının ormana doğru yürüyüp karları yaktığını söyleyip duruyor ve buna öyle çok inanmış ki, bunun kötü bir şans getireceğini düşünerek ağlıyor. Bu da beni biraz öfkelendirdi işte.”
“Klasik Sezgi, her yıl bu zamanlar böyle garip kâbuslar görür.”
Her yıl bu zamanlar… Ben de her yıl bu zamanlar hep garip olaylar yaşardım. Doğum günümden bir hafta öncesinde başlar, doğum günümü içine alan ay çıkıncaya dek devam ederdi. Ocak ayını hep garip olayların seyrini takip ederek geçirirdim. Sanırım ocak ayının insanların zihninde oynamayı sevdiği oyunları vardı ve aynı zamanda doğal afetlerin de en sık gerçekleştiği ay bu aydı.
“Haklısın,” dedi Ceyhun sonunda kabullenmiş gibi. “Yakında geçecektir ama kendini çok yıpratıyor, kendini bu kadar fazla yıpratması da beni öfkelendiriyor.”
“Hadi, mekâna gidip bir şeyler içelim,” dedi Efken. Gideceğini anladığım an bedenim gevşemişti, beni bıraktığı yatağın üzerinde ufacıktım. Kapı birdenbire açıldı, korkuyla yerimden sıçrayarak içeri giren adama baktım. Efken bana bakmadan elbise dolabına yöneldi, elbise dolabının aynalı iki kanatlı kapısını açarak dolaptan siyah bir kot pantolon çıkardı. Ben onun hareketlerini izlerken o ben yokmuşum gibi davranıyordu ama bunu önemsememiştim, onunla konuşmak zorunda kalmaktansa beni yok sayması daha iyiydi.
Altındaki eşofmanı birden indirmesiyle gözlerim yuvalarından çıkacak sandım. Aralanan dudaklarımdan bir uyarı dökülecek sanmıştım ama öyle olmamıştı, öylece donup kalmış onu izliyordum. Siyah boxerı kaslı kalçalarını sarsa da uzun, kaslarla örülü sıkı bacakları meydandaydı. Yanaklarım anında ısındı, bakışlarımı hızla esmer ve güçlü bacaklardan ayırarak farklı bir yöne çevirdim ama o, benim onun arkasındaki yatakta uzanıyor olmama aldırış etmeden pantolonu bacaklarından geçirip yukarı çekti. Ona bakmasam da gözlerim onun hareketlerini saptayabilecek kadar duyarlıydı.
Pantolonuna taktığı kemerin şakıma sesi odanın içine karanlık gibi çökünce gözlerimi yummamak için kendimi sıktım. Onun gözünde erkekler hakkında hiç bilgisi olmayan küçük bir kız çocuğu gibi görünmek istemiyordum çünkü anladığım kadarıyla düşündüğü şeyler üzerine gidip o şey üzerinden insanları vurmayı seven bir yapısı vardı. Tıpkı onun olduğu gibi umursamaz olmaya çalışacaktım. Bunu nasıl başarabilirdim bilmiyordum ama en azından denerdim.
“Felç geçirmiş gibi yatmana gerek yok, eşofmanı senin için indirmedim,” dediğinde soğuk bir bıçak içimi oymuş gibi dehşetle ona çevirdim bakışlarımı. Elbise dolabının aynasından beni izliyordu.
Anlık cesaretimin kurbanı olarak, “Eşofmanı benim için indirmenin hayalini kuruyorsun herhâlde?” dedim sorar gibi. Efken’in aynaya düşen uçurum mavisi bakışları lavlarını yukarı iten bir yanardağ gibi fokurdamaya başladı. Şimdi ne düşünüyordu, kafasında neyi kurguluyordu bilmiyordum ama aynadan da olsa bana öyle bir bakıyordu ki bileklerimdeki damarlar uyuşmuştu. Avuçladığım yorganı sıkamadığımı fark ederek yorganı serbest bıraktım ve aynadaki yansımasına cesaretimden ödün vermeden bakmaya başladım.
“Bu kadar cüretkâr konuşabilecek bir tip değilsin sen,” dedi tükürür gibi. Aniden bana doğru dönmesini beklemediğimden sırtımı iyice yatağa bastırıp korkumu gizlemeye çalışarak onun gözlerinin içine baktım. “Ama ben cüretkâr şeyleri günlük bir aktiviteymiş gibi rahatça yapabilecek bir adamım.” Bana doğru bir adım atınca üzerinde ilerlediği yer zangırdadı. Korkuyu ardına gizleyen bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Dizini sertçe yatağa bastırdı, kemeri iki yana doğru açık duruyordu ve pantolonunun bağları gerilmişti. Kalbimin atış sesleri öyle çok çoğaldı ki artık konuşsa bile onu duyamazmışım gibi hissediyordum. “Bir gün o eşofmanı senin için indirmek istersem, bu yatakta beni ayrılmış bacaklarınla bekliyor olursun.”
Ses tonu acımasızdı. Ruhumda kaburgalarımı titreten bir rüzgâr çıkmıştı ve kaburgalarımdan yukarı tırmanan duygunun uzun tırnaklarını kalbime çok yakın bir yerde hissediyordum. Buna verebilecek bir cevabım elbette yoktu ama geri adım atacak olursam, işte o zaman onun gözünde açık bir hedefe dönüşürdüm. Bu yüzden hissettiğim tüm o yıkık dökük duygulara rağmen onun gözlerinin içine ısrarla bakmayı sürdürdüm. Efken gözlerini yumup derin bir nefes aldı, bakışlarımı kemikli suratından ayıramıyordum. Uçurum mavisi gözlerini yeniden açtığında artık o gözlerdeki maviliklere rağmen göz bebeklerinde büyüyen alevlerin sıcaklığını hissediyordum.
“Aşağılık,” diye fısıldadım, bu fısıltı onun içindeki öfke ateşini harlayacak ve uzun, güçlü parmakları boğazımı saracak sanmıştım ama göz bebeklerinde büyüyen alevlerle beni izlemeye devam etti. Sanki buna verecek bir cevabı yoktu. “Benimle nasıl olur da böyle konuşabilirsin?”
“Sen yatağıma uzanmış ateşler içindeyken benim eşofmanımı senin için indirdiğimi hayal ettiğimi söylersen, ben de bunun daha açık hâlini hiç sansür eklemeden sana tekrardan söyleyebilirim.” Göz bebekleri cehennemin yedinci katı gibiydi, gözlerinin basamaklarını ne kadar çıkarsam çıkayım o kata ulaşamazmışım gibi hissediyordum. Haklılığı boğazımı ağrıttı. “Ve Medusa, eğer birine bir şeyi hayal ettiğini söylersen, o şeyi önce kendin hayal ettiğin gerçeğini de atlamaman gerekir. Çünkü bir şeyi kafanda canlandırmadan öylece söyleyemezsin.”
“Sen başlattın,” diye fısıldadım.
Dudakları tehlikeli bir kıvrımla yukarı çekilince bir an zihnim allak bullak oldu.
“Başlatan ben olursam asla durmam.”
Bakışlarım yüzünden uzun süre ayrılmadı, söyleyecek bir şeyim olmadığını fark ettiğinde ve zaman üzerimize tıpkı bir geçmiş gibi devrildiğinde bacağını yavaşça geri çekerek yatağın üzerinden kalktı. Bakışları hâlâ üzerimdeydi. Gözlerini yumunca bir an gözlerinin üzerindeki damarlar dikkatimi çekti. Şeffaf gibi duran göz kapaklarının üzerindeki damarlar bir ağacın yerin dibine doğru uzanan köklerine benziyordu. Gözlerini geri açtığında, o ağaç göz bebeklerinden sızan ateşin içinde yanıyordu.
Aramızda, ölüm ipinin üzerinde yürüyen meleklerin korkuyla çarpan kalplerinden gelen atış sesleri yükseliyordu.
Onu izledikçe, içten içte ondan daha çok korkuyordum.
Hiçbir şey söylemeden sırtını döndü ve odadan çıkıp beni olduğum yerde öylece bıraktı.
O gittikten sonra bir süre olduğum yerde hiç hareket etmeden beklemiştim. Çok geçmeden bedenim hastalığın pençelerinde olduğunu bana kanıtlamak istercesine bilincimin kırmızı düğmesine bastı ve bilincim bir robotun sistemini devre dışı bıraktığı gibi zihnimde devre dışı kaldı. Uyku, içinde kulaçlar atabileceğim kadar büyük bir denizdi, ilk kez hem bu kadar derin bir uykuda olduğumu hem de bir o kadar tetikte olduğumu hissediyordum. Ruhum kendini tüketmek isteyen bir fırtına gibiydi içimde.
Zihnimde süren fırtına dinmiş, yattığım uyku damardan çekilen kan gibi geri çekilerek bedenimi terk etmişti. Göz kapaklarımın üzerinde kaldırılması güç, ağır yükler varmış gibi hissediyordum ama buna rağmen bedenimi yakan yorganı ayaklarımla iterek gözlerimi açmaya çalıştım. Üzerime çökmüş karanlığı gözlerimi açmamış olmama rağmen hissedebiliyordum. Sızlayan kirpik diplerimdeki yangın büyüyerek zihnime uzandığında, şakaklarıma oturmuş ağrı dişlerimi gıcırdatmama neden oldu.
Gözlerimi kara zorla aralayıp beni karşılayan karanlığa bir süre tüm renklere kör olmuş gibi tedirgin bir hâlde baktım. Tenim su gibi olmuştu, kendimi son derece kirli hissediyordum ve üşüme hissim yerini bedenimi kavuran bir ateşe terk etmişti. Boğazımdaki ağrı yerli yerinde duruyordu, hatta o kadar yerindeydi ki soluk boşluğumu ellerimle parçalamak istememe neden olacak kadar rahatsız ediciydi. Yatakta doğrulup beni izleyen karanlığın içinde yorgun bir savaşçı gibi etrafımı incelemeye başladım, o kadar karanlıktı ki bir süre daha gözüm bu karanlığa alışmasaydı kör olduğumu düşünüp paniğe kapılabilirdim.
Saat kaçtı, ne zamandan beri burada, bu yatağın içinde ateşler içinde yanıyordum bilmiyordum ama Efken’in evde olmadığını biliyordum. Muhtemelen Ceyhun ile çıkıp gittiği andan beri eve hiç uğramamıştı. Yaren’in evde olup olmadığını bilmiyordum, muhtemelen evde olmalıydı. Ayaklarımın çıplak olduğunu parkeye bastığım adımım tenime buz gibi bir ürperti yağdırır yağdırmaz anlamıştım. Oysa beni bu yatağa yatırdığında ayaklarımda ıslak çoraplar vardı ve tabanlarım akla hayale sığmayacak bir acıyla sızım sızım sızlıyordu. Çoraplarımı onun çıkarmış olma ihtimalini düşünmek kaşlarımı çatmama neden oldu. Yanaklarımın ısınmasına anlam veremeyerek yavaşça kalktım ve karanlık odanın ortasına doğru kalbini bu odaya saklamış bir hayalet gibi ilerledim.
Ateşim varken bilincimden uzaklaşmış ve bu çorapları o esnada kendim çıkarmış olmayı diliyordum. Utancı bir kenara teptikten sonra karanlıkta güç bela da olsa kapıyı buldum ve kendimi loş bir ışığın çizgi şeklinde zemine düşerek aydınlattığı koridora çıktım. Tabanlarıma kan oturmuştu, yere düşen her adımım da topuklarım daha da kızarıyor, hassaslaşıyordu. Işığın salondan yansıyarak koridorun zeminine devrildiğini fark edince salona yöneldim. Salonda beni bekleyen kişinin Efken olmamasını diliyordum, nitekim salondaki o değil, Yaren’di. Yaren tekli koltuğun üzerinde oturmuş dizine yasladığı kitaba saplanan algılarına beni kabul etmeden tüm dikkatiyle kitabı okuyordu. Girişte öylece durup bir süre onu izledim, salona kırmızı ışığın yayan ayaklı lambanın gölgeleri profilini kızıla boyamıştı.
Birden dikkati dağıldı ve gözleri bana doğru kaydı, iri siyah gözler bir an şaşkınlıkla aralansa da kısa sürede dudakları bir tebessüme ev sahipliği yaptı. “Seni fark etmedim,” dedi kitabın kapağını kapatıp koltukta yan dönüp oturarak. “Daha iyi misin? Yataktan çıkabildiğine göre iyi olmalısın.”
“İdare eder,” dedim keyifsiz bir gülümsemenin arkasına sığınıp hissettiğim her şeyi ondan profesyonelce saklayarak. Salonun içinde birkaç adım attıktan sonra başım dönünce durup ellerimi belime yerleştirdim ve derin, boğazımı yakan bir nefesi içime doldurdum.
“İyi olduğuna emin misin?” Ellerini endişeyle koltuğun kabarık kumaşına bastırdı. Kurum siyahı saçlarını kafasının üzerinde dev bir topuza dönüştürmüştü, Efken’den birkaç ton daha koyu bir ten rengine sahipti ama dolgun dudakları ve düzgün burnu aralarındaki kan bağını onaylıyordu. “Senin için yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Yemek yapma konusunda pek iyi değilim ama en azından karnını doyurabilirim.”
“Teşekkür ederim ama şu an ihtiyacım olan tek şey sıcak bir duş ve bir fincan sıcak kahve.”
“Sana temiz kıyafetler vereyim, banyoda yeterince sıcak su bulabilirsin.” Gülümseyerek oturduğu yerden kalkıp salonun çıkışına doğru yürüdü. “Benimle gel.”
“Teşekkürler,” diyerek yeniledim, ona minnetimi ancak böyle gösterebiliyordum. Beni insan yerine koyuyordu, iyi davranıyor ve elinden fazla bir şey gelmese de istediğim şeyleri yapmaya çalışıyordu. Yaren’i takip ederek salondan çıktım.
Odasına geçip bana temiz kıyafetler ve havlu çıkarmıştı. Geniş sayılabilecek kadar ferah bir banyoya girdiğimde hareketlerim temkinliydi, etrafımı çok kısa süzdükten sonra bedenimi saran kıyafetleri yavaşça çıkarmaya başladım. İç çamaşırlarımla kaldığımda gözlerimi banyonun diğer ucunda duran yumurta şeklindeki küvete çevirdim, küvet siyahtı, tıpkı banyonun fayansları gibi…
Kasvetli görüntüsüne rağmen alan bakımından ferah banyonun içinde ilerleyip duş kabininin içine girdim. Sutyenimin klipsini çözdükten sonra eğilip vanayı çevirdim ve suyu yavaşça açtım. Vücudumdaki son parçaların da içinden çıktıktan sonra kendimi haşlak sayılabilecek kadar sıcak olan suyun altına bırakıp tüm kirin bedenimden akıp gittiğini gitgide gevşeyerek hissetmeye başladım. Bedenimdeki kaslar gevşiyor, kemiklerim yerli yerine oturuyordu sanki. Suyun altında kaldığım süre boyunca tüm hislerimi en çıplak halleriyle hissetmiştim. Vanayı sıkıca kapattığımda banyonun sis bastırmış bir orman gibi bembeyaz olduğunu fark etmiştim. Sıcak suyun buharı bir sis gibi üzerime çökerken saçlarımı elime dolayıp suyunu sıktım ve suyun fayanslara dökülüp çıkardığı sesi yüzüme yapışmış bir sakinlikle dinledim.
Bedenimi köşedeki havluya sararak tenimin üzerinde kabaran su damlacıklarını kurulamaya başladım. Yaren benim için siyah bir sporcu sutyeni ve geniş, kalın yünden beyaz örme bir kazak çıkarmıştı, siyah sporcu sutyeninin takımı olduğunu fark ettiğim siyah boxerı anımsatan çekici bir külot da siyah taytın içine sarılmış onu giymemi bekliyordu.
Yalnızca kalçalarımı örten havlunun ucunu kaldırıp yüzümdeki su damlacıklarını sildim, son kez havlunun iki ucunu tutup sırtıma sürterek sırtımı kuruladım ve havluyu yere bırakarak sporcu sutyeni ile külotu çıplak tenimi örtmesi için üzerime zırh gibi geçirdim. Beyaz yün kazak tenimi kaşındırmıştı ama anlık üşüme hissi içime dolunca kazağa sıkıca sarılmıştım. Taytı da bacaklarımdan geçirip ıslak saçlarımı kazağın içinden çıkararak omuzlarıma bir rulo hâlinde sararak serdim.
“Mahinev,” diye seslendi Yaren, abisinin aksine ismimi zikretmesi beni memnun etmişti. Gözlerimi buhar altında kalmış banyonun kapısına çevirdim. “Kahve yaptım, seni bekliyorum.”
“Geliyorum,” dedim, yerdeki havluyu ve kirli kıyafetlerimi toplayıp katlayıp banyodan çıktım.
Saçlarımı kurutmazsam muhtemelen birkaç saate kalmaz şiddetli bir bağ ağrısıyla daha savaşmak zorunda kalacaktım ama zaten şakaklarım biri kafamın içine bıçak sokup çıkarıyormuş gibi sızladığından pek de önemsemedim. Kahvenin kokusu banyodan çıktığım an yüzüme sert bir şekilde çarpıp ilgi merkezime yerleşmişti. Mutfağın kapısının açık olduğunu ve ışık ile kokunun mutfaktan sızdığını fark edince katlanmış kıyafetlerle birlikte mutfağa yöneldim. İçeri girdiğimde onu masada bulacağımı zaten biliyordum. Açık duran perdenin pencereye gerdiği görüntüyü izliyordu, dışarıdaki ıssız orman tamamen karanlığa gömülmüştü, belli belirsiz düşen kar tanelerini görebilmek mümkündü çünkü ileride bir yerde turuncu bir sokak lambası yanıyordu ama ışığı pek de kuvvetli sayılmazdı. Önünde dumanı tüten fincanları görünce hızla masanın önüne geldim.
“Kıyafetler için teşekkürler,” dedim elimdeki katlanmış kirlileri işaret ederek. “Bunları nerede yıkayabilirim?”
“Makineye atarız,” dedi genişçe gülümseyerek. “Şu kenara bırakıp otur da sıcak bir şeyler iç.”
Başımı sallayıp elimde katlanmış şekilde duran kıyafet ve havlu yığınını bir kenara bıraktım, sandalyeyi çekip oturduğum an Yaren siyah fincanı önüme doğru sürükledi, fincanın masanın üzerinde kayarken çıkardığı ses bile beni heyecanlandırmıştı. Avuçlarımı ısıtmak ister gibi siyah fincanın etrafına sardım ve parmak uçlarıma yayılan sıcaklık bedenimi gevşetirken Yaren’in gözlerinin içine baktım. “Abin hâlâ gelmemiş,” dedim sakince.
“Evet,” dedi, başını sallayıp kahvesinden bir yudum aldı ve gözlerini dışarıya çevirdi. “Muhtemelen Ceyhun’la birlikte kafaları çekiyorlardır.”
“Genelde yalnız mı oluyorsun?” Sorum onu şaşırtmış gibi birden bakışlarını bana çevirdi. Oturuşumu dikleştirip kahve fincanına sardığım parmaklarımı fincanın sıcak yüzeyine sürttüm. Onu üzecek bir şey söylemekten çekinerek, “Yani geceleri hep dışarı mı çıkar?” diye sordum.
“Her zaman olmasa da evet, çıkar,” dedi, kahvesinden bir büyük yudum daha içip dirseklerini masaya bastırarak yüzüme daha dikkatli baktı. “Peki sen? Kendinden bahsetsene, kaç yaşındasın?”
“Yirmi bir yaşındayım.” Kaşlarını ilgiyle kaldırdı. “Ve her ne kadar abini inandıramasam da İstanbul’dan geldim buraya. İstanbul’u bilmiyor olmanız beni çok şaşırtıyor doğrusu. Aklım almıyor. Burada açıklanması güç çok fazla şey var, nasıl aklını kaçırmıyorsun anlamıyorum.”
“Sanırım bahsettiğin yere gelen ben olsaydım ve hiç bilmediğim o yeri görseydim, aynı soruyu ben de sana sorardım,” dedi gülerek. “Yine de sana inanıyorum.”
“Sevgilinden dolayı mı?”
“Evet.” Başını aşağı yukarı sallarken şimdi gözleri fincanın içindeki durgun kahvedeydi. “Çok uzun zamandır onu tanıyorum. Bana hep geldiği yeri anlatırdı, başlarda ona pek inanmazdım ama sonra yalan söylemediğini, bunun onun küçük şakası olmadığını anladım. Gerçekten var olan bir yerden bahsediyordu. Şimdi sen geldin ve ona olan inancım daha da büyüdü. Artık eminim.”
“Geri dönmenin yolunu biliyor mu?” Sorumdaki çaresizlik Yaren’in gözlerine çok ani bir şekilde sinen kederden bile anlaşılıyordu. Eğer bir yol olsa sevgilisi zaten dönmez miydi? “Burası farklı bir evren mi?”
Yaren, “Burası dünya,” dedi, duraksayıp başımı salladım. “Gezegenlerden herhangi birinden değilsiniz, dünyadansınız. İbrahim öyle söylemişti.” Kendi söylediği ona da komik gelmiş gibi yavaşça gülerek başını iki yana salladı. “Henüz bu sırrı o da çözemedi. Yani durumunuzu. Kolay değil, etrafta tanıdığınız kimsenin olmaması ve insanların size deli gözüyle bakması…”
“Sevgilin ne zamandan beri buradaydı?”
“Üç yıl kadar oldu,” dedi Yaren.
Bir an hatıralarıma dokunan bir elin zihnimde gezindiğini, o elin hatıralarımın olduğu kapıları bir bir açarak hatıralarımı kontrol ettiğini hissettim. Dalgın bakışlarım kısa sürede durgun kahvenin yüzeyine indi ve kahvenin yüzeyinde kendi yansımamla karşılaştım. Fincanı avuçlarımın arasında tutarak kaldırıp kahveden büyük bir yudum içtikten sonra bakışlarım Yaren’e çevrilmişti.
“Bu çok uzun bir zaman dilimi,” dedim, sesime bulaşan umutsuzluğu görmemesinin imkânı yoktu. Eğer o kadar uzun burada kalacak olursam aklımı kaçırırdım, benim buradan kurtulmamın bir yolu olmak zorundaydı. “Ben o kadar dayanamazdım.”
“Başlarda o da dayanamayacağını söylüyordu,” dedi Yaren, düşünceli bir şekilde iç çekti. “Onun için ölüm gibiydi. Birilerinin ona inanmaması, kendini ifade edememek zordu.”
“Sen vardın,” dediğimde gülümsedi, “eminim çok yalnız hissetmemiştir.”
“Öyle olmuş olmasını umut ediyorum.” Bakışları yüzümde yoğunlaşınca bana bir şeyler soracağını anlayıp göndereceği soruyu sakince beklemeye başladım. Çok geçmeden, “Bak, yanlış anlamanı istemem ama o kartı nereden buldun?” diye sordu, sesi çekimserdi, Efken’in aksine… Kahve fincanını avucumun içinde ezmek ister gibi sıktım. Bunu durmadan birilerine açıklamak zorunda mı kalacaktım gerçekten? Bakışlarım kahvenin içine düşen yansımamda bir süre bekledi.
“O kartı bana babaannem verdi,” dedim sakince. “Bir kitap ayracı olduğunu söyledi.”
“Kartın mı?”
“Evet,” dedim başımı sallayarak. “Başta ben de sorgulamıştım ama hediye ettiği bir kitabın ayracı olduğunu söyleyince çok da irdeleme gereği duymamıştım.”
“Abime ait kartların bir eşinin babaannende olması biraz garip,” dedi ama buna rağmen sesinde suçlayıcı, kuşku içeren hiçbir tını ya da his yoktu. Daha çok problemi çözüme ulaştırma odaklı gibi görünüyordu. Yine abisinin tam aksine… “Sana inanmaması normal, çok uzun zamandır aradığı bir parçaydı o kart.”
“Neden ki?”
Omuz silkti. “Bunun nedenini ben de bilmiyorum, bana kalırsa abim de bilmiyor.”
“Nedenini bilmiyor ama onu arıyor, öyle mi?” Kaşlarımı kaldırıp Yaren’e tuhaf tuhaf baktım ama Yaren bu konu hakkında başka hiçbir şey söylemedi. Sonunda sessizlik bir sokak lambası gibi ortamızda yanarak kelimeleri ışığının altına almıştı. Bu sessizliği dağıtmak ister gibi, “Şu yırtıcıların nerede olduklarını biliyor musun? Onlardan birini hiç gördün mü?” diye sordum.
Aniden bir başka konuya atlamam onu afallatmış gibi bana garip bir bakış attıktan sonra, “Onlardan birini hiç görmedim,” diyerek konuya sakin bir giriş yaptı ama bu girişin devamı pek sakinliğini koruyacak gibi durmuyordu. “Sadece gerçek olduklarını, haklarında anlatılan efsaneleri biliyorum. Efsanelerin tamamını bildiğim de söylenemez.”
Gergin bir şekilde yutkunup, “Kaçtığımda bir kurt gördüm,” dedim, aslında bunu ona söylerken ruhum mantığım ve kalbim arasında bir hücreye sıkıştırılıp her ikisinden de dayak yiyormuş gibi hissetmiştim. İkilemde kalmıştım çünkü Yaren’i ürkütmek istemiyordum ama çok uzun zamandır burada yaşayan oydu, bazı şeyleri benden daha iyi bildiğine emindim. Kurduğum cümle Yaren’in gözlerindeki ifadenin sağıra dönmesine neden oldu. Kaşları havaya kalktı, dudakları yavaşça aralandı ve karmaşayı bana göstermek ister gibi iri gözlerini kırpıştırdı.
“Kar Ormanında mı?”
“Evet,” dedim başımı sallayarak, kahvemden bir yudum daha alıp, kelimelerin güçlükle döküldüğü dudaklarımı ıslattım. “Gümüş renginde, kocaman bir kurttu.”
“Getirildiğinde neredeyse havale geçiriyordun, belki de hayal görmüşsündür.”
“Neden hayal göreyim ki? Gerçekti ve yalnız değildi.”
“Yalnız değil miydi?” Gözleri iri iri açıldı, kaşlarını çatıp dirseklerini masaya biraz daha bastırarak bana yaklaşmaya çalıştı. “Ne söylemeye çalışıyorsun, Mahinev?”
“Bir kurt daha vardı,” dedim. Yaren’in göz bebekleri içinden şaşkınlık taşan derin bir kuyuya dönüşmüştü. “Boz renkli, büyük bir kurt daha vardı. Hatta boz renklinin bana saldıracağına yemin edebilirim, gümüş olanın da onu durdurup beni koruduğuna…”
Söylediklerimi algılamakta güçlü çekiyormuş gibi, “Sen ne söylediğinin farkında mısın?” diye sordu, sesi mezarın içine diri diri gömülmüş gibi dehşet içinde çıkıyordu. “Kar Ormanında yırtıcılar olur ama… Yani bahsettiğin gibi bir şey olsa ikisi bir olup seni parçalar ve yerlerdi.”
“Bu oldu,” dedim inatla. “Gözlerimle gördüm. O kurdun gümüş rengi gözlerini gözlerimi yumduğum anda karşımda göreceğimi biliyorum, gözlerini çok net hatırlıyorum.” Yaren kuşkuya benzer bir duyguyla bana bakınca, “Bana bir tuval ve biraz boya getirsen sana birebir onu resmederim,” dedim sertçe. “Yalan söylemiyorum, hayal de görmedim. Boz renkli bana saldıracakken diğeri beni korudu. Sonra da bana hiçbir şey yapmadan sırtını dönüp gitti.”
Yaren tek kaşını kaldırdı. “O an çok üşüyordun ve muhtemelen korkmuştun, bu zihninin oynadığı bir oyun olabilir.”
“Değildi,” dedim ısrarla. “Bunu Efken’e de anlattım.”
“O ne dedi?”
“Kurtların varlığına değil, aralarından bir tanesinin beni korumuş olmasına inanmadı.” Kahveden bir yudum daha içip kafamı toplamaya çalıştım. “Belki de ben öyle sandım, sadece karınları toktu ve beni bırakıp öylece gittiler.”
“Yine de imkânsız, kurtlar saldırgan olur.”
“Bahsettiğiniz kopartıcılardan olsalar boynumu koparırlarmış,” dedim, beni onaylar gibi başını salladı.
“Evet, kopartıcılardan kimse kurtulamaz. Aç da olsalar tok da olsalar, sadece öldürme dürtüsü taşıyorlar. Öyle duymuştum.” Birkaç saniyesini yüzüme ayırdı, yeni şeyler duymayı bekledim ama bunun yerine sakince beni izledi ve tekrar konuşmaya başladı. “Ama öylesine bir kurdun da seni öylece bırakması… Normal gelmiyor.”
“Yani sen de tıpkı abin gibi bana inanmıyorsun?” Başımı hızlıca aşağı yukarı sallayıp kahve fincanının içindeki kahveye odaklandım. “Anlıyorum.”
“Öyle söylemek istedim, sadece bu anlattığın şey imkânsız gibi bir şey,” dedi.
“Adı üzerinde imkânsız gibi bir şey, imkânsız değil.”
“Yaren’in zihnini zırvalıklarınla doldurmayı kes,” dedi sert bir ses, tanıdık ses zihnimde deprem etkisi yaratırken kafamı çevirip omzumun üzerinden mutfağın kapısına baktım. Efken kapıda dikiliyordu, ne ara gelmişti bilmiyordum, kapının sesini bile duymamıştım. Yüzü hiç de kafayı çekmiş bir adamın yüzü gibi değildi, alkol damarlarını değil doldurmak damarlarına dokunmamış gibi duruyordu. Yaren gergin bir nefes aldı ama ben gözlerimi Efken’den ayırmadım. “Oturup saçma sapan hikâyelerini anlatmaya başladığına göre iyisin, iyileşmişsin.”
“Abi, ona karşı bu kadar kaba olma,” dedi Yaren sitem dolu bir sesle. Efken’e daha dikkatli baktım. Bana bakarken düşmanına bakıyormuş gibiydi, eli kanlı bir katile, her şeyini elinden alan bir insana… Oysa kalbim onun sokağında ilk defa adım atan bir insan gibiydi. Ona bakan gözlerim, ilk kez gördüğü bir renge bakıyormuş gibi yabancı bakıyordu.
“Yaren, odana git,” dedi Efken tehlikeli bir sesle, bir an Yaren durup ona meydan okur gibi sussa da bu meydan okumanın sonu yangınmış ve yangın her yanı sararsa alevlerin sarmadığı tek bir nokta kalmazmış gibi geri adım atma kararı alarak masadan kalktı. Bakışlarımı Efken’den tek bir an olsun ayırmadım. Yaren yanımdan suçluluk duygusunu sırtında siyah bir yük gibi taşıyarak geçip mutfaktan çıktı. Onunla yalnız kaldığımızda kalbimin derinliklerine ulaşan korku hissinin köklerinin kalbimin içinde ilerlediğini ve tamamen kalbimi sararak orada filizlenmeye başladığını hissettim. Bir adım atarak mutfaktan içeri girdi, gözlerimi ondan ayırmadığım her saniye kalbimin atışları göğsümün tavanına vuruyordu.
“Neden kardeşimin beynini saçmalıklarınla yıkıyorsun?” Bakışları yıkım getiren bir fırtına gibiydi. Başını omzunun üzerine eğince jilet kadar keskin duran kirpiklerinin siyahlığı ruhumun derinlerinde oluşan o siyah noktanın genişleyerek biraz daha yer kaplamasını sağladı.
“Onun beynini yıkadığım falan yok, olanları anlatıyordum,” dedim korkuyu asla göremeyeceği kadar derin bir yere saklayarak. Bakışları içinde ölüleri taşıyan kara bir tren gibiydi, trenin bacasından tüten kapkara dumanlar bembeyaz karların bekçiliğini üstlendiği dağların içinden leke gibi geçerek gökyüzüne tırmanıyordu ve tren hızlandıkça trenin tekerleklerinin kestiği raylardan kıvılcımlar çıkıyordu. Efken’in kirpikleri içime atılıp doğrudan ruhuma saplanan oklar gibiydi, uçlarından akan zehir ruhuma ölümcül bir hastalık gibi yayılarak ruhumun rengini değiştiriyordu.
Ruhun rengi değişir miydi? Efken ruhumun rengini değiştiriyordu.
Efken bana doğru yürümeye başladı. Her ne kadar ayık olduğuna emin olsam da teninden ve nefesinden yoğun bir alkol kokusu da her adımın da onu takip ediyordu. Her bir adımı kalbime atılıyormuş gibi göğüs kafesimi titretiyordu. Tehditkâr duruşuna rağmen kıpırdamadan onu izlemeye devam ettim ama tamamen yaklaşmasıyla geri çekilip ayağa kalktım. Efken’in gözleri yüzümde dolanıyordu.
“Bana meydan okuyan kırmızı gözlerinle bakmamayı öğreteceğim sana,” dediğinde tenimden ölümü hatırlatan soğuk bir ürperti geçti ve Efken’in güçlü parmaklarının bileğimi sarmasıyla gözlerimdeki dehşet yüzüme bir makyaj gibi aktı. O kadar sıkı tutuyordu ki parmaklarının tenime gömüldüğüne yemin edebilirdim ve gözlerinde kalbimi yerinden sökerken bile bana aynı gözlerle bakabileceğini hissettiren vahşi bir sakinlik vardı.
“Ne yaptığını sanıyorsun?” Acıdan kısılan sesimden dökülen zehir tenine akan bir asitmiş gibi yüzünü buruşturarak bana kötü kötü bakmasına neden oldu. Bileğimi onun güçlü parmaklarından kurtarma isteğiyle geri çekip, “Canımı acıtabileceğini mi sanıyorsun?” diye hırladım öfkeyle. “Bırak.”
Mavi gözleri öyle soğuktu ki… Buzun yüzeyi gibi. Bir an teninin altında uyuyan o canavarın, onun güzel tenini parçalayarak suretini ele geçireceğini sandım. Ben içimde büyüyen öfkeyi her nefeste biraz daha beslerken o sanki cennetten onu kovan tanrı benmişim gibi büyük bir hırsla bana bakıyordu. Sanki o şeytandı ve ben bir zamanlar en sadık meleğin huzurumdan kovulurken son kez gözlerime baktığı o anı yeniden yaşıyordum.
“Bırak dedim sana!” Hırıltım birbirine bağlanmış biri ince diğeri kalın iki kadının sesi gibiydi. Efken elini öyle hızlı bir şekilde geri çekti ki, bileğim aniden boşluğa düştü. Bileğimi tutup ovalarken gözlerimi kaldırıp ona saf bir nefretle baktım. Uçurum mavisi gözlerindeki hırs ve öfke bir sis bulutu gibi yavaşça dağılırken, yerini karanlıkta parlayan yıldızlara bırakmıştı. Bir şekilde aklı karışmış gibi baktığına emin olduğumda kaşlarının ortasında derin bir çukur oluşmuş, kaşları çatılmıştı.
“Bu da neydi?” Sorusu ona kötü kötü bakmama rağmen tek kaşımı kaldırmama neden oldu. Bileğimi ovmaya devam ederken elini tekrar bana uzatacaktı ki, kolumu hızla geri çekip bir adım uzaklaştırarak, “Sakın!” diye bağırdım öfkeyle. “Bana dokunmaya kalkacak olursan ne pahasına olursa olsun tezgâhtaki bıçağı tam kalbine saplarım!”
Efken duraksadı, bir adım geri atıp biçimli, siyah haşlarından birini havaya dikti. Bakışları yoğun bir kar fırtınası gibiydi, içime her düşüşünde soğuğu ruhumun karanlığı mesken tutmaya başlayan derin surlarında hissediyordum.
Parmağını havaya kaldırıp, “Sen,” dedi dişlerinin arasından, içkinin kokusu nefesinden bir kırbaç gibi yüzüme çarptı, “sen aslında olduğunu sandığım kişi değilsin.”
“Ne?” Yüzümü buruşturdum. “Sarhoş olamayacak kadar ayık göründüğünü düşünmüştüm ama baksana, sen gerçekten dut gibi sarhoşsun.” Bileğimi serbest bırakarak derin bir nefes aldım. “Ve sakın, sakın bir daha bana dokunmaya kalkışayım deme.”
“İstediğim gibi dokunurum sana,” dedi, cüreti cinlerimi tepeme toplamıştı. Nasıl oluyordu da böyle pişkin pişkin konuşabiliyordu bu adam? Onun yanından geçeceğim sırada bana doğru dönünce biraz uzaklaşıp mutfak tezgâhında bıçakların dik bir şekilde saplı durduğu bıçaklığa baktım. Bakışlarımın ilerlediği yeri fark etmiş gibi alayla gülünce gözlerim hızla ona doğru çevrildi, yüzündeki alaya kattığı korkunç ifade gözlerimin sınırlarına girdiği an midemin korkudan kasıldığını hissettim.
“İstediğin gibi dokunamazsın,” dedim sertçe yutkunarak.
“Beni benim evimde, benim bıçağımla bıçaklayacak mısın aptal yılan?”
“Bana yılan deme,” dedim kaşlarımı çatarak. “Ben sana köpek diyor muyum?”
“Sıkıyorsa desene.” Üzerime yürüyünce geri adımlayarak tezgâha yaslandım. Kaçacak alanım kalmadığından kafamı kaldırıp ona dik dik bakmaya başlamıştım ama sesini biraz yükseltecek olursa ya olduğum yere düşüp bayılırdım ya da bir kedi yavrusu gibi pusup kalırdım. Ellerini tezgâhın üzerine yaslayarak beni kaslı kollarının arasına alarak tezgâh ile arasında sıkıştırdı. Sıcak nefesi alnıma dökülüyor, saç diplerime sızarak düşüncelerimde bir zelzele meydana getiriyordu.
Yakınlığı sınırlarına hançerler diktiğim arazinin sınırlarındaki tüm hançerleri ateşe vermişti. Teninden yayılan yoğun ve sıcak tarçın kokusuna karışan ağır, soğuk içki kokusunu öyle net soluyordum ki sanki kalbimin olması gereken yerde, göğsümün altında akciğerlerim vardı ve tek hissedebildiğim onun kokusuydu.
“Uzak dur benden,” diye fısıldadım ama bir yanım bunu istemiyor, farklı bir isteğe tutunarak içimde kendine yer edinmeye çalışıyordu. Kafam çok kısa süreliğine de olsa allak bullak olmuş, ellerimle bir bir yerleştirdiğim tabularım fazla süt süte olduklarından mıdır bilinmez sallanmaya başlamışlardı. Gözlerimi kaldırdığım için onu kirpiklerimin arasından görebiliyordum, yüzü kirpiklerimin parmaklıklarının arkasında beni izliyor gibi duruyordu. O da gözlerini indirmiş, beni tezgâhla arasına tamamen alarak beni izlemeye devam ediyordu. Tezgâha bastırdığı parmaklarını tezgâha öyle bir bastırıyordu ki kulaklarımda parmaklarından uzaklaşan kanın uğultu sesi vardı, parmaklarına ölüm beyazlığı oturmuş olmalıydı.
“Uzak durmazsam ne yaparsın ahmak yılan?”
“Bana böyle seslenmeyi kes,” dedim kısık bir sesle. Kalçamı tezgâha tamamen yaslayarak beni kuşattığı alanı genişleterek bedenimi ondan uzaklaştırmaya çalıştım ama sanırım bu bir hataydı, Efken biraz daha yaklaştığında bedeni bedenime yaslı duran bir dağ gibi hissettiriyordu. Herkesin sırtını yasladığı o dağ, benim göğsüme yaslanmıştı.
“Benimle böyle olmak, bu şekilde olmak seni heyecanlandırıyor mu?” Sesinin tınısı içimden geçen bir şişten farksızdı, en amansız duyguların tavanı damlayan bir evin zeminini kaplamış su birikintisi gibi içimde birikmeye başlamasına neden oldu. Gözlerimi gözlerinden çekmedim. Onu itmek, kaçıp gitmek istiyordum ama yarattığı vücut hapishanesi beni bir suçluyu içine alır gibi içine almıştı. Yüzünü yüzüme yaklaştırınca ruhumun bir tünel olduğunu, o tünelin içinden içinde ölüleri taşıyan o kara trenin geçtiğini hissettim. “Ne istediğini biliyorum, Medusa,” dedi erkeksi bir sesle, göğsüm düğüm düğüm olmuş bir hâlde gözlerinin içine bakmaya devam ettim. “Etrafımızı saran o alevleri hissediyorum ve sana her yaklaştığımda alevlerin de benim sana yaklaştığım gibi bize yaklaştığını biliyorum.”
Dudaklarım çölün kumlarına gömülmüş çıplak bir beden gibi, her an soyulup derisini kumların içine bırakacak gibi kavruluyordu. Gözlerimi uçurum mavisi gözlerinden çekmeden, “Ne söylediğini sanıyorsun?” diye fısıldadım ama sesimdeki ızdırap öyle netti ki, Efken dokunsa eline ruhumun kanı bulaşırdı.
“Ne söylediğimi anlamadığını söyleyebilir misin?” Kendini bana biraz daha bastırınca kaçacak yerim olmadığından mı yoksa hissettiklerimin ağırlığından mıdır bilinmez kendimi kasıp ellerimi onun göğsüne yerleştirdim. Dokunuşum onu sarsmış gibi görünüyordu, bir an gözleri gözlerime yerin gök ile bir bütün olduğu yerde buluşmuş gibi tutundu. Parmaklarımın ucuna aldığım son kuvvet pıhtısıyla onu itmeye çalıştığım anda tezgâhta duran ellerini kaldırıp bileklerimi avuçlarının arasına alarak onu itmeme engel oldu.
“Dokunma bana,” diye mırıldandım ama bu kez ellerini geri çekmedi.
“Gerçekten dokunmamı istemiyor musun, Medusa?”
Sesi serin bir rüzgâr gibi yüzüme doğru esti, avuçlarının arasında atan nabzımın parmaklarına vuruşunu hissettiğine emindim. Uçurum mavisi gözlerinden geçen duygular anlık afallamama neden olsa da bileklerimi onun güçlü parmaklarından kurtarabilmek için son bir gayretle geri çekmeye çalıştım ama bu Efken ile bedenlerimizin birbirine tamamen yaslanmasına neden oldu. Şimdi o yüksek, güçlü bir dağ gibiydi ve ben de onun üzerine yağarak onu beyaza boyayan kardım.
“Sarhoşsun,” dedim, kelimeler cam kırıkları gibi dudaklarıma batarak kanların çeneme kadar akmasına neden oluyordu. Öyle bir baktı ki, bir an çeneme kadar kelimelerin mürekkebi olan kanları parmaklarıyla silecek ve sonra kırmızı mürekkebi parmaklarındayken yalayıp temizleyecek sandım. Her ne kadar yüzümdeki duyguları sabit tutmaya çalışsam da kalbim bir güvercinin kalbinden daha hızlı atıyor, âdeta göğsümün altında çırpınıyordu.
“Bana kim olduğunu söyle,” bileklerimi tutarak beni sertçe kendine çekti ve ellerimiz ikimizin göğsü arasında ezilirken onun gözlerine iri, kızıl gözlerle baktım, “bana lanet olası güzelliğinin arkasına sakladığın şeytanı göster.”
Söyledikleri birden içime mermi yağmuru gibi yağmaya başladı. Bir çınlama sesi gözlerine baktığım esnada zihnime yayıldı ve bu çınlama sesi hiç susmayan bir sirene dönüştü. Söylediklerini duymuyordum, hareket eden dolgun dudaklarına bakarken bile kelimeler bana ışık yılı kadar uzaktaydı. Görüntüsü puslanmaya başladı, bir ateş sesi duydum ve bir kurt zihnimde devamlı olarak acı içinde kavruluyormuş gibi uludu. Efken’in gözlerinin içine bakarken buz tutmuş dolunayın görüntüsünü hatırladım; her şey hızlıydı… Soluk alıp verişim, görüntülerin geçişi, karların içinde koşan siyah atın uzun, siyah tüylerine tutunan kar taneleri, gökyüzünde buz tutan dolunayı saran kanın rengi, gökyüzüne yükselen alevler…
Bilincim gökyüzüne yükselen alevlerin arasında kalmış yanıyordu. Kan oturan buzlu dolunay çatlaklara ayrılıyor, ateşin üzerine yağan karlar gitgide daha da çoğalıyordu. Ruhum vücudumdan kalkıyormuş gibi hissettiğimde artık Efken’i göremiyordum ve karlar altında kalmış bir ormandaydım. Bembeyaz örtüyü üzerine almış ormanın içi mavi bir ışıkla aydınlanıyordu, ya sabah oluyordu ya da geceye doğru ilerliyorduk; vakit şafak gibiydi. Karların içinden dışarı çıkmış mezar taşlarını fark ettiğimde çıplak ayaklarımdaki karların soğuğu tenime ölüm gibi gömüldü.
Karanlık içime bir ruh gibi yerleşti, gözlerim görmeyi ve bilincim akmayı aynı anda durdurdu.
Ruhum karanlığın doğmamış çocuğu gibiydi.
Karanlığın rahminde ölü bir cenindi ruhum, karanlığın ağıtlar yakarken göğüslerinden akan siyah süttü. Ruhum yalnız bir savaşçıydı, elinde tuttuğu katanayı güneş batarken bir dağın eteğinde kendi göğsüne bastıran bir samuraydı. Ruhum tırnaklarında kendi kanı kurumuş bir kadındı, rahmi çiçek gibi aralanmış kadının üzerinde uzandığı kürtaj masasıydı, bir ameliyatta içi ortadan ikiye ayrılarak açılmış bir adamın üzerine dökülen beyaz ışıktı.
Ruhum bir kadının içini doldurarak boğan duygulardı, ruhum yine o kadının ruhsal olarak boğulduğu yetmezmiş gibi kendini bıraktığı nehrin serin sularıydı.
Ruhum beyne yerleşmiş ölümcül bir urdu, bir çocuğun kesilen saçlarının üzerine döküldüğü beyaz çarşaftı, kanserin son evresiydi.
Ruhum sessiz bir yetimdi, gözyaşlarını annesinin kefenine siliyordu.
Ensemden başlayarak zihnime tırmanan şiddetli ağrıya rağmen gözlerimi aralayamadım. Bedenim havada asılı duruyormuş, kollarım ve bacaklarım aşağı sarkmış gibi hissediyordum; bu ağrıların başka bir nedeni olamazdı. Biri bir oyuncak bebeğin kollarını bacaklarını çevirmiş gibi kollarımı ve bacaklarımı eklem yerlerinden kırarak ters çevirmişti sanki.
“Hastalıktan bayılmış olmalı,” dedi tanıdık ses, dejavu yaşıyormuşum gibi hissettiren sesin sahibini tanıyordum. Ceyhun’du. Boğazını temizledi. “Zavallı kız. Belki de ailesini bulmak için harekete geçmeliyiz.”
“Bu kız ailesinin İstanbul denilen hayali bir şehirde olduğunu söylüyor, Ceyhun,” dedi Efken mat bir sesle. Sesini duymak bir an anılarımın olduğu kapıya biri omzuyla vurmuş ve kapıyı kırmış gibi son yaşananların içime akın etmesine neden oldu. Mutfaktaki o hâlimiz, yakınlığı, kurduğu anlamı karmaşadan ibaret derin cümleler… Ve sonra gördüklerim. Gördüklerim korkunç görüntülerdi. “Bayılma ânı biraz tuhaftı.” Bu cümlesi birden anılardan sıyrılmama neden oldu. Gözlerimi açamasam da onu görebiliyormuş gibi duruşunu, bakışlarını bile hayal edebiliyordum.
“Nasıl yani?”
“Gözleri bir an bembeyaz oldu, epilepsi krizi geçiriyor gibiydi. Titriyordu.” Düşünceli sesi zihnime gövdesi kuşkuyla kalınlaşmış bir ağaç gibi dikildi.
“Belki de cidden epilepsi krizi gibi bir şey geçiriyordu,” dedi Ceyhun düşünceli bir sesle. “Bir rahatsızlıktan dolayı öyle bir şehir olduğunu düşünüyor olabilir mi? Hayal görmek gibi.”
“Sanmıyorum,” dedi Efken, kaşlarını çattığını hissettim. “Zihni ona bir oyun oynuyor olsa bunu anlardım. Benim işim insanların zihnine sızmak. O inanıyor, o şehre ve onu orada bekleyenlerin varlığına tüm kalbiyle inanıyor.”
Bana inanıyordu. Saçlarını harabenin üzerinden aşağı dökerek gökyüzünü izleyen bana birebir benzeyen o kadın kafasını sola çevirip yüksekten bana doğru baktı. Uzun tırnaklı ellerini kaldırıp parmaklarını ayırarak yavaşça hareket ettirdi ve zaferle gülümsedi.
“İbrahim gibi,” dedi Ceyhun, sesi tedirgin bir gölge gibiydi.
“Evet. Tıpkı onun gibi.”
“İstanbul konusunu araştırmaya devam edecek miyiz?” Bir an Ceyhun’un bu sorusu beni duraksattı, onlar İstanbul hakkında araştırma mı yapıyorlardı yani?
“Bu konuyu Mustafa’ya soracağım,” dedi Efken, yeni bir isimle karşılaşmanın şaşkınlığıyla zihnime o ismi gömdüm. “İbrahim’i ciddiye alıp Mustafa Baba’ya bu konuyla ilgili hiçbir şey sormamıştım ama onunla bir şeyler konuştuklarını biliyorum. Bence bir şeyler biliyor.”
“Kayıp bir şehir, tamamen şaibeli,” dedi Ceyhun. “Bu zamana kadar Mustafa Baba’ya sorman gerekmez miydi?”
“Bu konu sikimde bile değildi, Cey,” dedi Efken düz bir sesle. Bakışlarını bana çevirdiğini hissettim. “Ama eğer söylediği yer gerçekse, babaannesi de orada ve benim kartım o şehirden geldi demektir.”
“Konu sadece kart mı, kardeşim?” Ceyhun’un bakışları, bakışları bende olan Efken’de olmalıydı. Gözlerim, göz kapaklarım tarafından perdelenmiş olsa da onun yüzümü inceleyen uçurum mavisi gözlerinin taş kadar ağır varlığını net bir şekilde hissedebiliyordum.
“Hayır,” dedi birdenbire Efken. Birkaç defa yutkunmaya çalıştım ama sanki boğazımda bir bıçak vardı ve ne zaman yutkunmaya çalışsam o bıçağı aşağı doğru çekiyordum. “Gece bir şey oldu.”
Ceyhun güldü. “Ne oldu? Seni pantolonuna mı boşalttı?”
Tenim utançla yanarken zihnim sorunun iğrençliğiyle karardı. “Dangalak gibi konuşma,” dedi Efken dişlerinin arasından. “Bu kızın başka bir sırrı var.”
“Her şeyi çözdüğünde çoktan seninle ilgili birçok şeyi öğrenmiş olabilir,” dedi Ceyhun. “O zaman ne yapacaksın? Onu bu kadar bilgiyle salmak aptallık olmaz mı?”
“Onu öldürmeyeceğim.”
“Bu ne zamandan beri önemli?”
“Ne?” diye sordu Efken.
“Onun canı?”
Efken birkaç saniye sustu, o süre zarfında gözleri yüzümde asılı durmaya devam ediyordu, hissedebiliyordum. “Önemli değil,” dedi dağlayıcı bir sesle. “Sadece ben kadınları ve çocukları öldürmem. O hem bir kadın hem de bir çocuk.”
“O mu bir çocuk?” Ceyhun alayla güldü. “Beni sikmeye çalışma bari, ona olan ilgin çok bariz bir şekilde ortada.”
“Seni bir sikerim,” dedi sertçe.
“Yapmaya çalıştığın bu zaten, yemiyorum. Herkesi kandırabilirsin ama beni kandıramazsın. Konu sadece kart değil, konu gece olan ne olduğunu söylemediğin şey de değil, konu bu kız. O etrafındayken pantolonuna boşalmadığını kanıtla…”
“Benimkini bu kadar görme meraklısı olduğunu bilseydim daha önce gösterirdim,” dedi Efken kaskatı sesiyle. “Hadi çıkalım, birazdan uyanıp beynimi tırmalamaya başlar.”
“Uyanmasını beklemiyorsun da sanki…”
“Ceyhun!..”
“Efendim hayatım?”
“Siktir git.”
“İlgini çekiyor, değil mi? Bu kız…” Kapıdan çıkacakları sırada kurduğu bir soru cümlesiydi bu Ceyhun’un.
“İlgimi çektiği falan yok.” Efken’in boğuk ve kalın sesi kurşungeçirmezdi. “Bu dünyada benim ilgimi çekebilmiş tek bir kadın bile yokken böyle erkekler hakkında pek bilgisi olmayan, deneyimsiz, dokunsam titreyerek ağlayacak bir kız çocuğu sırf güzel diye mi ilgimi çekecek?”
Kapının açıldığını duydum. Güzel olduğumu söylemişti, güzel olduğumu düşünüyordu, tıpkı dün gece yüzüme bakarak söylediği gibi bunu Ceyhun’a da söylemişti. Birlikte odadan çıkmalarıyla rahat bir nefes ciğerlerime doldu. Konuşmaları mide bulandırıcı açıklıkta olduğundan yanaklarımın hastalığın getirisi olan ateşten değil utançtan kızardığına kalıbı basabilirdim. Ensemdeki ağrı şiddetlenince parmaklarımı yorgana bastırarak bilincimi ağrıdan uzaklaşabilmek adına boşluğa doğru bıraktım.
Gözlerimi açtığımda oda yine loş olsa da daha önce görmediğim kadar aydınlık diyebilirdim. Yaklaşık iki gündür ara ara uyanıp tekrar uyuyordum ve uyanık kaldığım anları toplasak bir saat bile etmezdi. Sokak lambasının içeri sızan turuncu güçsüz ışığı etrafı şaşkınlık yaratacak bir şekilde aydınlatıyordu. İçinde yattığım nevresim takımının rengi lacivertti, kumaşı saten bir dokuya sahipti. Hemen arkamda kadifeden siyah koca bir yatak başlığı vardı. Duvarlardaki raflar ilk kez dikkatimi çekiyordu, rafların üzeri kitaplar, mumlar, tuhaf renkte taşlarla doluydu. Gözlerimi duvarlarda gezdirmeye başladım. Duvarlardan birinde duvarın büyük bir kısmını kaplayan bir tablo vardı. Tabloya dikkatle baktığımda tablonun göz renginin benimki gibi kızıl tonlara yakın, uzun saçlı, esmer bir kadının portresine ev sahipliği yaptığını fark etmiştim. İlk bakışta kadının güzel yüzü Efken’in bir kopyası gibiydi, tek fark kadın daha nahif ve zarif görünüyordu. Her kimse gerçekten güzel bir kadındı.
Yatağın içinden çıkmaktansa hafifçe doğrulup sırtımı kadife başlığa yasladım. Birkaç dakika geçmeden kapı açıldı, koridorda yanan ışığın içeri hışımla devrilmesiyle ortada uzanan ışığa baktım. Efken ışığın önüne geçtiğinde arkadan vuran ışık, bedeninin tamamen karanlığa gömülmesine neden oldu. Efken arkasına aldığı ışıkla öylece, karanlık bir gölge gibi dikilirken onu gerçek bir ölüm meleğine benzetmiştim. Belki de tanrının huzurundan kovulan baş kaldırmış o sadık meleğe… Şeytana…
İçeri doğru bir adım atmasıyla o gölge üzerime devrilmiş gibi irkildim. Elinde kristal bir viski kadehi vardı, altında da siyah, uzun bacaklarını fiziğini sergilemek istercesine saran siyah bir kot pantolon… Üzeri ise onu gördüğüm anda bile olduğu gibi çıplaktı. Sanırım o kadar çok içki satın alıyordu ki kendine tişört ve kazak alacak parası kalmıyordu.
“Sonunda uyandın demek.” Sesinin bayıldığım o geceki gibi alkol koktuğunu fark ettim. Yorganı biraz daha üzerime çekip sessizliği giyindiğimde farkında olmadan yine yatağın içine sinmiştim. Bana doğru ilerledi, ayağındaki asker botlarını çıkardığının yere her basışında çıkardığı gıcırtılı sesler odanın duvarlarına korkunç bir canavarın nefes sesi gibi vurarak yankılar oluşturuyordu. “Biliyor musun Medusa, bana cevap vermediğin için kafanı bedeninden ayırmak istiyorum. Tıpkı efsanede olduğu gibi.” Karanlık bir gölge üzerime doğru çöktü, bu Efken’di. “Konuş benimle.”
“Hastayım,” diye tısladım. “Kör müsün?”
Tek kaşını kaldırdığını gölgelerden de olsa çözebildim. Gözlerimin içine bakıyordu, bir süre sonra ona bakarken görüntüsünün daha net olduğunu fark etmiştim. “Masum olduğunu bağırıp duruyorsun ama hiç masum biri gibi durmuyorsun,” diye fısıldadı, sesindeki karanlık bir idam gibi boğazıma dolandı, kelimeler zihnimde domino taşları gibi devrilerek birbirlerini yıkmaya başladı. “Sen göründüğün gibi biri değilsin.”
“Ne?” İşte yine zırvalamaya başlamıştı.
“Sende çelişen bir şeyler var,” dedi ve yatağın ucuna oturdu. Omzunun üzerinden bana çevirdiği ateş gibi yakan bakışlarını yüzümün ortasında hissedebiliyordum. “Ve ben çelişkili insanlardan hiç hoşlanmam.”
“Sen genel olarak insanlardan hoşlanmıyorsun bence,” dedim alayla. Hastaydım, iki gündür bu yatakta bir ölü gibi uykudaydım, bunu da mı görmüyordu? Gözümü açar açmaz onun suçlamalarının hedefi hâline gelmiştim. Bu hâli beni yoruyordu.
“Evet,” diye itiraf etti. “İnsanları sevmem.”
Kalbim göğsümün altında kasıldı. Öyle ruhsuz, öyle gaddar, öyle acımasız bir tınıyla söylemişti ki bir an ciddi anlamda onun göğsünün altında atan bir kalp olduğuna inanmak istemedim. Ama karşımda tüm canlılığıyla duruyordu. Bu demekti ki, üzerinde dikenler büyüyen siyah bir kalbe sahipti.
Belki de göğsünün ortasında buz tutmuş siyah bir kalp vardı ve o kalbin içindeki dikenler en çok ona batıyordu. Canı acıdığı için mi böyle bir insan gibi davranıyordu?
“Belli oluyor,” diye mırıldandım kendi kendime.
“Her ne sikimse.” Gözlerini duvara çevirip varlığımı hiçe sayıp duvara bakmaya başladı. Bu hakaret etmesinden daha ağır gelmişti bir an için. “Bir daha hasta olayım deme, seninle uğraşamam.”
“O zaman beni bıraksan iyi edersin,” diye fısıldadım. “Bir ayın üç haftası hastayım ben.”
“Bırakırsam geberirsin, bana canlı lazımsın.” Postallarının siyah bağcıklarını dizlerini yukarı kırarak çözmeye başladığında ne yapmaya çalıştığını anlayamadığımdan yalnızca onu izliyordum. Postallardan birini çıkarıp kenara fırlattı, diğerinin bağcıklarını çözmeye başladı.
“Ne yapıyorsun?”
“Yatağıma giriyorum,” dedi ve diğer postalı da fırlatıp çoraplarını çıkardı, yatağın üzerine uzanmasıyla dehşet içinde sıçramam bir oldu. Bakışlarımı ona iğne gibi saplayıp sırtüstü uzanmış, sağ elini ensesinin altına almış adama kötü kötü bakmaya başladım. Pazısı genişlemişti, kolundaki damarlar bir hazinenin haritasındaki çizgiler gibi koluna yayılmıştı.
“Kalk yanımdan!” diye bağırdığımda kaşlarını çattı ama uçurum mavisi gözlerini tavandan çekmedi.
“Vızıldama,” dedi sertçe. “Bir çarparım bir de duvardan yersin.”
“Kalkmanı istiyorum,” dedim sakince. “Benimle bu yatakta uyuyacak değilsin.”
“Burası benim yatağım çıldıran bakire.” Omzunun üzerinden bana baktı. “Seni düzmek gibi bir niyetim yok.” Yanaklarım anında ısındı, kaşlarım öfkeyle çatıldı ama bu onu durdurmadı. “Neden çeneni kapatıp zıbarmıyorsun Medusa?”
Huysuz bir şekilde kıpırdandım. Ne olursa olsun o bir erkekti ve ben de bir kadındım, birbirimizi tam olarak tanımıyorduk, üstelik mutfakta ona göre basit olsa da bana göre gayet ciddi bir şekilde yakınlaşmıştık. Şimdi onunla hiçbir şey olmamış gibi aynı yatakta, nefesi odanın içine esrar dumanı gibi sinerek başımı döndürürken yatamazdım.
“Seninle aynı yatakta yatmak istemiyorum,” dedim rahatsız bir sesle. “Gidip salonda uyusan ölmezsin, değil mi? İki gündür yanımda uyuduğunu söyleme bana.”
“Yanında falan uyumadım,” dedi. “Oldu, istersen verandaya bir battaniye serip orada yatayım? Fıstık, burası benim evim, bu da benim yatağım.”
“İyi, ben gider salonda yatarım,” dediğimde gözlerini devirerek derin bir nefes aldı.
“Beynin mi oksitlendi senin? Hastasın geri zekâlı, salona git de gün beyaza döndüğünde orada seni buzdan bir heykel olarak bulayım ve bir de buzlarını kırmakla uğraşayım. Oldu, başka?”
Yataktan kalkmak için harekete geçmiştim ki güçlü eli bileğimi kavradı, beni sertçe yatağa doğru çekerek, “Yat zıbar işte, her an seni düzecekmişim gibi panikle beni kovmaktan da vazgeç.”
“Düzmek falan ne demek ya? Düzgün konuş benimle!” Elimi hızla geri çekerek homurdandım. “Bu nasıl bir ahlaksızlık bu nasıl bir hadsizlik ya?”
“Düzmek falan ne mi demek?” Bana alayla bakmaya başladı. “Becermekten söz ediyorum, sert bir şekilde seks yapmaktan, bir erkeğin bir kadının içine o kadın zevkten çığlıklar atarken girmesi…”
Dehşetle, “İğrençsin!” diye bağırdım beni birden kollarımdan tutup yatağa çekmesiyle dünyam tersine döndü, görüş alanıma önce tavan, ardından da Efken’in sert, kemikli yüzü girdi. “Sana yatıp zıbarmanı söyledim,” dedi üzerimde siyah bir güneş gibi parlarken. “Anladın mı? Sana yatmanı ve zıbarmanı söyledim.”
“Aptal!” Onu itmeye çalıştığımda kollarımı sertçe yatağa bastırdı. Gözleri bir an dudaklarıma kaydı, çok geçmeden yeniden gözlerime tırmandı ve kalbimin atış sesleri bir dalganın kıyıyı alabora ettikten sonra geri çekildiği gibi göğsümün içine çekilerek sessizleşti.
“Benimle seks yapma düşüncesi mi seni bu kadar hırçınlaştırdı?” Sert sorusu yüzüme kül gibi yağınca anlık bir refleksle sertçe Efken’in yüzüne tükürdüm ve kendi tükürüğüm onun yüzüne çarpmadan havada benim yüzüme akınca gırtlaktan gelen homurtulu bir sesle güldü. “Senin üzerinde olan birine tükürmeye çalışırsan, ona değil, kendi yüzüne tükürmüş olursun. Sakın unutma.”
Hiddet, içimde çocuğunu büyüten öfkeli, yalnız bir kadın gibiydi ve tırnaklarının arasına bir zamanlar tutunduğu tek dal olan iyiliği koparırken girmiş toprakları bugüne dek saklamıştı. Onu tutup altıma almak, sonra da yüzüne tükürüp üzerinde olduğumu söylemeyi istiyordum. Kendimi aşağılanmış, aptal yerine konmuş hissediyordum ve gurur benim için öyle büyük bir duyguydu ki, o duyguyu aşabilecek tek bir duygu bile tanımıyordum.
Efken ellerimi serbest bırakarak üzerimden indi, nefes nefese tavanı izlemeye başladığımda çoktan yanıma devrilmişti bile. İçimde büyüyen ezilmişlik hissi beni derin, karanlık bir boşluğa sürükledi ve sertçe yutkunup bu duygunun içimi terk etmesini beklemeye başladım. Ben öylece tavanı izlerken bir süre sonra nefesinin düzene girdiğini fark etmiştim, çok geçmeden onun uyuduğunu anladım. Çok çabuk uyuması beni şaşırtmıştı açıkçası. Yüzünün benden tarafa dönük olduğunu yanağıma çarpan nefesinden anlıyordum ama ona bakmamak için kendimi sıkıyordum. Kendi yüzüme tükürmüştüm, onun yüzüne tükürmek isterken.
Alkole karışan kokusunu net bir biçimde soluyor olmak akciğerimi avuçlarımla olduğu yerden çıkarmak istememe neden oldu. Bu adamda insani tek bir yan bulamıyordum, ne kadar zaman geçerse geçsin ona karşı hissettiğim en büyük duygu öfke olacaktı. Aramızdaki mesafeyi açmak için yatağın diğer ucuna kaydım ve yanağımı yatağa bastırarak gözlerimi yüzüne çevirdim. Uzun kirpikleri gözlerinin altındaki çukura siyah elbiseli güzel kadınların yan yana kazılmış derin mezarlara yan yana uzandıkları gibi uzanmıştı. Güzel yüzünün bekçiliğini yapan huzursuz bir ifadeydi.
Teni esmerden çok bronzdu aslında, elmas gibi parlak ve sağlıklı görünüyordu. Gözlerinin üzerindeki mavi damarların belirginliği dikkatli bakıldığında huzursuz, hatta derin ve karanlık hissettiriyordu. Güzeldi. Gaddar bakan mavi gözlere sahip olsa da öyleydi. Onu izlemeye başladım. Bir süre… Belki de uzunca bir süre. Bilmiyordum. Tek bildiğim, onun çok güzel olduğuydu.
Tanrı, huzurundan en sadık meleğini kovduktan sonra, bir daha başka bir meleğe güvenebilmiş miydi?
En sadık melek, tanrı onu kovduktan sonra bir daha birine sadakat göstermiş miydi?
Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum, tarçınlı kahve kokusu içime yerleşip algılarımı yönetmeye başladığında olduğum konum o kadar konforluydu ki bilincim çıktığı sınırlardan içeri tekrar girmek istemiyordu. Sıcak. Hissettiğim buydu. Gözlerimi aralamaya çalıştığımda kirpiklerim öyle çok ağırdı ki bunu başaramadım ve gözlerimi açamadım. Ağzımın içindeki acı tadı yutarak yok etmeye çalışarak bir defa daha gözlerimi açmak için kirpiklerimle savaştım. Kirpiklerim sonunda gevşedi ve yukarı doğru kalktılar, bulanık görüntü yerini netliğe terk etti ve çıplak bir göğsün hemen üzerinde olduğumu fark ettim. Çıplak, terli ve kaslı bir göğüs…
Kokusunu bu açıdan çok daha ısrarcı bir gürlükle içime doluşuyordu. Aldığım nefes değil de onun kokusuymuş, içim onun kokusundan bir kuyuya dönüşmüştü sanki. Başta idrak edemedim, algılarıma saplanan yorgunluk zihnimden uzaklaşmaya başladığında gözlerim iri iri açıldı ve terli göğsüne dökülen siyah saçlarımı fark ettim. Parmakları tenimi delip içeri girmek istiyor gibi sıkıca belimi kavramış hâldeydi. Bırakırsa kaybolacakmışım gibi, dökülüp parçalara ayrılacak, küle dönecek, yok olacakmışım gibi…
Hissettiğim şaşkınlık büyüyerek elleri ayakları olan bir canavara dönüştü ve odanın içinde bize doğru ilerlemeye başladı. Ruhumu temsil eden o tünelin sonu yoktu sanki, kara tren içimde raylarını tekerlekleriyle kese kese ilerlemeye devam ediyor ve tünelin içindeki karanlık trenin raylara bıraktığı kıvılcımlarla anlık aydınlıklara terk ediyordu. Ellerimi koyacak bir yer bulamamanın telaşıyla doğrulmaya çalıştım ama beni çok sıkı kavradığından bunu yapamamıştım, boğazımdaki dolulukla yavaşça öksürürken sesim çatlamıştı.
“Siktir!” diye fısıldadım kendi kendime, şaşkınlıktan deliye dönecekmişim gibi hissediyordum ama aklım hâlâ kafamın içinde bir yerlerde eli kanlı salaklığımdan gizleniyor olmalıydı. “Hey, uyanmalısın.” Gözlerimi kaldırıp terli ve kaslı esmer göğsün sahibine baktım. “Kahretsin ya!”
Kendimi geri çekmek için bir kez daha onun güçlü elleriyle savaşmaya çalıştığımda hiddetli bir gök gürültüsü kalbimi yerinden hoplatmadan hemen öncesinde beyaz ışığını odanın içine yaydı, çok geçmeden o gürültüyü duydum ve beklenmedik bu gürültü içimi panikle doldurdu. Burnumu farkında olmadan Efken’in kaslı göğsüne bastırarak gömdüm ve korku bir anda dağılırken gözlerimi kaldırıp onun uyuyan yüzüne baktım. Burnum hâlâ teninin sıcak mezarlığında gömülü duruyordu.
Huzursuz bir güzelliğe ev sahipliği yapan yüzündeki ifadeleri belirleyen siyah, biçimli kaşlar sertçe çatıldı. Gür kirpikler devrildikleri çukurdan usulca doğruldu ve beyazına kan oturmuş mavi gözler aralandı. Bakışları başta odayı birkaç kez daha aydınlatan şimşeğin ışığına dokundu, çok geçmeden bana doğru indi ve burnumun göğsüne gömülü olduğunu fark edince yüzü bir an bembeyaz oldu.
“Sen oramda tam olarak ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordu şiddetini gizleyen ama ruhunda bir yerlerde en büyük hâlini taşıdığını belli eden boğuk sesiyle. Ne yapacağımı bilemeyerek geri çekilmeye çalıştığımda belime bastırdığı parmağını daha derin bir noktada hissedip acıyla tısladım. Efken bunu fark etmiş gibi parmaklarını geri çekti ama parmakları hâlâ tenimin üzerinde asılı duruyordu, sadece baskısı yok olmuştu. “Kalk üzerimden.” Soğuk sesi içimde herhangi bir duygu dalgası yaratmadı, hızla doğrulup kalkarak çatık kaşlarla yüzüne baktım.
“Belimi sıkı sıkı kavramıştın, kalkmayı denedim ama beni öyle sıkı tutuyordun ki kurtulmam mümkün değildi!” Ona dik dik bakarak kurduğum hızlı cümle kaşlarının ortasında bir çukur büyütmesine neden oldu.
“Kurtulmaya çalışırken göğsüme burnunu gömdün yani öyle mi? Burnunu gömdün ve alttan alttan yavru bir köpek gibi bakarak suratımı izledin? Müthiş kurtulmaya çalışma yöntemi.”
Alayı içinde barındırsa da bu alayı herkes çözemezdi çünkü beyimizin sesi buzdan bir dağ kadar soğuk ve tehlikeliydi. Üzerimdeki kazağı çekiştirerek yatağın diğer ucuna yuvarlandığımda Efken çoktan doğrulup kalkmıştı, sırtı bana dönük bir şekilde yatağın kenarında oturuyordu. Kollarını geriye doğru kaldırıp esnetince sırtındaki kas dizilimi dalgalandı, kaslar estetik şekiller aldı ve bakışlarımı sırtından bir süreliğine de olsa ayıramadım. Havaya kaldırdığı kollarını birkaç kez daha esnettikten sonra geri indirdi, omuzlarını arkaya doğru attı ve kürek kemiklerinin bir kanat kökü gibi dışarı kavislenişini izledim. Bana benzeyen o kadın gözlerini kısarak yüzümü izlemeye başladığında dudağında şeytani bir kıvrım, gözlerinde alay vardı. Sanki bana bir şeyler ima etmeye çalışıyordu. Şu şırfıntıdan nefret etmeye başlamıştım.
Burada bir Medusa varsa ben değildim, oydu.
Ben Mahinev’dim.
“Umarım bugün gebermeyecek kadar iyi hissediyorsundur,” dediğinde yataktan kalkmış, sırtı bana dönük bir şekilde iki kanadında aynalar olan elbise dolabına yürümeye başlamıştı. Aynadaki yansımasını görebiliyordum. Öyle rahat bir uyku çekmiş olmalıydı ki zaten iri olan dudakları uykuluyken daha da irileşip kızarmış, gözlerinin altında uyku baloncuğu oluşmuştu ve bedenine bakılacak olursa evet, gayet iyi dinlenmişti. Şimşeğin ışığı bir defa daha odanın içini aydınlattı, beyaza dönen günün ışığından daha kuvvetli bir ışık huzmesi odanın tüm duvarlarını fotoğraf negatifleri gibi gösterdi. “Çünkü bugün gitmemiz gereken bir yer var.” Elbise dolabının kapaklarından birini açıp kafasını dolabın içine uzattı, yatakta dizlerimi altıma almış şekilde oturmuş onu izliyordum.
“Nereye gideceğiz?”
“Sana sorgulama izni verdiğimi hatırlamıyorum,” dedi sinir bozucu bir sesle. Elbise dolabından kolları kesik, gri bir tişört çıkarıp omzunun üzerinden bana baktı. “Benim yanımdayken kelleni koruyabilmen için sana güzel bir akıl vereyim mi?”
Ona düz düz baktım.
“Birincisi sadece sana soru sorduğumda beni tatmin edecek cevapları ver, en kısa halleriyle. İkincisi de bana alık alık bakma.”
Ona alık alık baktım.
“İkinciye bayağı çalışman gerekecek,” diyerek önüne döndü ve tişörtü kafasından geçirip ince belinden aşağı doğru salarak bedenini örttü.
“Nereye gideceğimizi söylemezsen şuradan şuraya adımımı atmam,” dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak.
Tek kaşını kaldırarak tekrar bana doğru döndü. “Hadi ya? Bak sen,” dedi alayla. “Ben de saçından sürükleyerek götürürüm seni, adım atmamış olursun hem, ne dersin?”
“Mağara adamı,” diye fısıldadım kendi kendime.
“Sen sağır olabilirsin ama bu kulaklar var ya, inanılmaz iyi duyar,” diyerek kulaklarını işaret etti. “Şimdi kaldır koca kıçını, halletmemiz gereken meseleler var.”
“Benim bir meselem yok.”
“Evet, İstanbul’dan gelen de bendim, doğru…”
“İnanıyor musun yani?”
“Bana inanmam için bir sebep ver ve hareket et,” dedi çenesiyle beni işaret ederek. “Hareket et, akşama kadar seni bekleyecek değilim, şişman.”
“Ne?” Ona inanamayan gözlerle baktım. “Ne dedin sen?”
“Hareket et, dedim.”
“Sonra?”
“Akşama kadar seni bekleyecek değilim, dedim.”
“Ya sonra?”
Sırıttı. “Şişman.”
“Nerem şişman benim?” Kaşlarımı çattım. “Sağır olan benim, kör olan da sensin herhâlde.”
“Kazan kadar götün var,” dedi bir anda açıkça.
Elime geçeni ona fırlatmak istiyordum. Hadsizliğin de bir sınırı vardı. Bir an gocunmanın kıyısına gelsem de böyle bir aptalın sözüne bakarak kötü hissetmem anlamsız olacaktı. “Hadsiz,” dedim sertçe. “Daha bir kadınla nasıl konuşman gerektiğini bile bilmeyen öküzün tekisin. Senin gibileri İstanbul’da ahırda öküz gibi kullanıp etinden sütünden yararlanıyorlar.”
“Ahırdan çıkmadığından biliyorsun herhâlde,” dedi beni zerre takmayarak. “Ağzına aldığın laflara dikkat et, yoksa başka şeyleri ağzına almak zorunda kalırsın.” Bir an algılayamadım ve ona öylece bakakaldım, köşeli jetonum zihnimde sağa sola çarparak sonunda yere düştüğünde dudaklarım aralandı ve karşımdaki şeref yoksununa dünyanın en öfke dolu bakışını atarken buldum kendimi. “Tek kelime edip bana cevap verecek olursan seni en son aldığım yere geri bırakır, aç kalan kurtların karnını doyurmasını sağlarım. Sonra da gelip kalan kemiklerini alır, koleksiyonuma eklerim.”
“Beni tehdit edip durma,” dedim dişlerimin arasından. “Beni ayaklarının altına alamazsın.”
“Gururu bir kenara bırak da kaldır kıçını,” dedi umursamadan kapıya yönelirken. Onu anlayamıyordum, çözemiyordum ve artık onu anlamayı da istemiyordum. Bu kadar kısa sürede böyle derin bir nefreti nasıl kazanmıştı bilmiyordum ama kazanmayı başarmıştı. Onu bir kaşık suda boğabilecekmişim gibi hissediyordum. Yorganı ayaklarımla iterek yataktan indim, Efken’in duşa girdiğini suyun sesi tüm evin duvarlarına yayıldığında anlamıştım.
Bu böyle olmayacaktı.
Beni durmadan aşağılayacak bir adamın yanında duracağıma gerçekten yolu bulana kadar yürüyebilirdim. Hem ormanın diğer tarafında patika bir yol vardı, belki o patika yola gidersem bir caddeye çıkardım ve geçen arabalardan birini kullanan kişi de bana yardım edecek kadar insaflı olurdu, kim bilirdi ki?
Suyun şakırtısını dinlerken odanın içinde planımı kafamda daha güçlü hâle getirmek için sinsice düşünerek ileri geri yürümeye başladım. Gün beyaza dönmüştü, evet şimşekler çakıp duruyordu ve bunun sonu bir fırtına olacak gibi duruyordu ama olduğum şehrin iklimine de çok hakim değildim, belki de bir fırtına çıkmazdı. Şansım varsa patikayı aştığım anda bir araç bulurdum ve yine şansım varsa, sürücü iyi kalpli yaşlı bir adam bile olabilirdi.
Odanın kapısına gelip aralık duran kapıdan loş bir ışığın parmakları arasında duruyor gibi görünen koridora baktım. Nasıl oluyorsa kullandığı sabunun kokusu tüm kollarını açıp koridora sarılmış gibi etrafa yayılmıştı. Temiz koku bir anlığına da olsa iyi hissettirmişti. Yavaşça odaya dönüp elbise dolabının alt bölümündeki parlak çekmecelerden birini açtım. Çekmecelerde erkek çorapları, iç çamaşırları ve deri eldivenler vardı. Kalın bir çorabı ayağıma geçirdikten sonra eldivenleri incelemeye başladım. Çoğu eldivenlerin parmak kısımları delikliydi, bazıları ise bir korku filminde katilin ellerinde gördüğüm deri eldivenlerdendi. Ellerimi koruyabilmesi için bu eldivenlerden birine ihtiyacım vardı, bir katile ait gibi görünüyor olsa da eldivenleri takıp Efken’in elbise dolabının iki kapağını da tutup iki yana açtım. Kokusu yoğun bir şekilde suratıma çarptı, kalbim adrenalinden duracakmış gibi hızla çarpıyordu. Siyah şişme mont işime yararmış gibi görünüyordu, hızla montu askısından çıkarıp üzerime geçirdim ve fermuarını boğazıma kadar çekerek kapıya yöneldim.
Odadan çıkarken her an ona yakalanma korkusu yüzünden kalbim göğsümün altında kasılıp duruyordu ama suyun sesine bakılacak olursa hâlâ duş yapıyor olmalıydı. Koridorda attığım her adım temkinliydi, çünkü o lanet herifin kulaklarının gayet iyi duyduğunun farkındaydım. Aptal, diye iç geçirdim. Şu Mustafa Baba dedikleri adam her kimse o benim umudum olabilirdi ama bu adama biraz daha katlanabileceğimi hiç sanmıyordum. Aşağılandığım bir yerde bir dakika bile kalmayacağımı ona bu şekilde gösterecektim, gerekirse ikinci kez ölüme giderdim ama yine de beni ayaklarının altına almasına izin vermezdim.
Çıkış kapısının çaprazındaki cevizden yapılma vestiyerde Yaren’in postalları vardı, onun da birkaç botu ve pahalı olduğu parlaklığından belli ayakkabısı vestiyerin içindeydi. Yaren’den beni affetmesini dileyerek postallarını giydim ve çıkış kapısını yavaşça açıp beni bekleyen beyaz dünyaya baktım. Orman hemen ileride, tüm kâbuslarımın ve rüyalarımın anahtarıymış gibi ihtişamla karşımda duruyordu. Çaprazında patika bir yol aşağı doğru iniyordu, muhtemelen Efken ve diğerlerinin şehre gitmek için kullandığı yol bu patikada başlıyordu.
Karla kaplı verandaya ayağımın altındaki karları ezerek çıkıp kapıyı tam kapatmadan yavaşça çektim, hızla kapatacak olursam o tilki koca kulaklarını kaldırır ve birkaç saniye içinde tepemde biterdi, üstelik hızlı davranmak için çıplak bile çıkabilirdi ki bu görüntü maruz kalmayı dilemediğim bir görüntüydü.
Verandanın basamaklarını dikkatle inmeye başladığımda gök ölüm beyazına boyandı, şimşeğin ışığı her yana yayıldı ve ormanı büyük bir ışık halesinin içine alarak şeffaf bir camın içine kapatıyormuş gibi kapattı. Sanki ormanın etrafında yarım kesilmiş oval bir cam ormanı içinde almış duruyordu; bir kar küresi gibi görünüyordu. Korkuyla kafamı kaldırıp gökyüzüne, ardından ormanı içine alan şeffaf ışık huzmesine baktım. Burada neler oluyordu böyle?
“Çıldırmadın, sen çıldırmadın, çıldırmadın,” diye fısıldayarak yavaşça son basamağı da indim ama geri dönüp içeri kaçmak ve kapıyı kapatarak odalardan birine koşmak istiyordum. Titreyen adımlarım karlara gömülmeye başladığında ormana bakmamaya çalışıyordum. Göğün çığlığı dört bir yanımı sardı ve bir camın kırılırken çıkardığı şangırtıyı duydum. Kafamı kaldırıp ormana baktığımda onu içine bir cam gibi alan şeffaf tabakanın farklı yerlerinden çatladığını görmüştüm. Korkudan düşüp bayılacakmışım gibi hissediyordum. “Aklını kaçırdın Mahinev, sen delirmedin,” diye fısıldadım dizlerim yeni doğmuş bir ceylan gibi titrerken. “Lanet olsun, sen delirmedin. Burada olan her şey gerçek. Sen aklını yitirmedin. Sen aklını kaçırdın!”
Gözlerimi patikaya çevirmeye çalıştım, bedenim soğuktan kaskatı kesilmişti ama yine de ayaklarıma sert bir emir gönderdim ve karların içinde ormana bakmamak için kendimi tembihleyerek patika yola doğru koşmaya başladım. “Lütfen şansım yaver gitsin!” diye haykırdım bacaklarım her büyük adımda biraz daha kas ağrısıyla sarılırken. “Lütfen!” Gözlerimi omzumun üzerinden ormana çevirdiğim sırada bile koşmaya devam ediyordum, o şeffaf cama benzer ışık kütlesindeki çatlaklar derinleşmişti. Neler olduğunu anlayamadığım için korku dolu bir haykırışla kendimi patika yola doğru attım ve bir aracın fren sesi içime bir deprem gibi vurarak beni geri püskürttü. Korkuyla gözlerimi kaldırıp tam karşıma baktığımda bir araç iki yanı karlarla kaplı dar yolun ortasında önümde duruyordu.
Kollarımı kaldırıp içini göremediğim arabaya doğru sallayarak, “Lütfen,” dedim. “Lütfen yaşlı, şirin bir amca ol, ne olursun…”
Aracın ön farları yanıp sönerken aracın önüne doğru yürümeye başladım. Araçtaki her kimse bir manyak olduğumdan şüpheleniyormuş gibi aracından inmiyordu. Ellerimi sertçe kaputa vurduğum anda başım önüme düştü, kafamı usulca kaldırıp ön camdan içeriye baktım ve direksiyon başında oturan genç adamın bakışlarıyla burun buruna geldim. Çok kısa bir an için dudaklarım aralandı, kaşlarım hayretle havaya kalktı ve o an zihnimde bir hortum döne döne düşüncelerime doğru ilerlemeye başladı. Ben bu yüzü tanıyordum!
🎧: Blueneck, Pneumothorax