“Katiller!” diye çığlık atıyordu Kassandra. “Beni de öldürün yoksa sizi bulmaya geleceğim. Ekmeğinize kan tüküreceğim, size su diye sevdiğinizin gözyaşlarını içireceğim! Sizin sonunuz ben olacağım!”
İşte bu çığlıkları, Efken’in kucağında, çıplak omzunun arkasında kalan cadıya bakarken dinliyordum. Beni bir çocuk gibi kolayca kucaklayıp oradan uzaklaşırken arkasına bakmadı ama ben onun kucağında, onun omzunun kenarından arkaya baktım.
O cadının çığlıklarını dinledim. O cadının taş parçalarına dönmüş cesedi toplamaya çalıştığı anları izledim.
Kassandra, yaraları hâlâ iyileşemediği için değil, Kyros’un parçalarını toparlamaya çalıştığı için arkamızdan gelmedi. Gelseydi de eceline gelmiş olacaktı. Efken’in onu neden öldürmediğiyle ilgili düşündüm, daha sonra neden birini öldürmediğini sorgulamam kendimden tiksinmeme neden oldu.
Yüzümü Efken’in omzuna gizleyerek kulaklarımı Kassandra’nın çığlıklarına tıkadığımda kendi vicdanıma da tıkamışım gibi hissediyordum. Kassandra’nın söylediklerini hatırlamak gözlerimi açmama neden oldu. Haklıydı. Bu kalp beni yönettiği sürece kraliçe olamazdım, merhametim sonum olacaktı. Merhametimi susturup tekrar Kassandra’nın uzakta olduğu için karınca kadar kalmış ağıt yakan bedenine bakarken artık gözlerimde ruhsuz bir ifade vardı.
Elinde tuttuğu kılıcın sapı nihayet tenimi dürtmeyi bıraktı. Kılıcı ön koltuğa attı, bedenimi ise arabanın büyük arka koltuğuna yerleştirdi. Elim boynuma gittiğinde boynumdaki yapışkan sıvının kan olduğunu biliyordum. Kurumaya başlamıştı. Yara delikleri yoktu, kapanmıştı. Geriye kalan tek şey kandı.
Efken kapıyı sertçe kapatarak sürücü koltuğuna yerleşti. “Orada kalan insanlara zarar verebilir,” dedim kuru bir sesle. “Okula dönüp katliam çıkarabilir.”
“En sevdiği şeyi kaybetti. Bunu yapmayacak.”
“Onu arkamızda mı bırakacağız?” diye sorarken parmaklarıma bulaşan yapışkan kana baktım. “Bu ne kadar güvenli, Karaduman?”
“Yeterince. Bendeki karanlığı gördü, gidip müritlerin tamamına benden bahsedecek. Bir cadıyı nasıl kolayca yok ettiğimden bahsedecek. Kendi yanına insan arayacak ama farkında olmadan yanındakileri kaybedecek. Kimse kaybedeceği bir savaşa girmeyi istemez.”
“O neydi?” diye sordum şaşkınlığım yere düşmüş, parçalanmış bir cam gibi parçalanıp ikimizin arasında parıldarken. “O senin Nemesis tarafın mıydı?”
“Anlamadığın şey,” dedi Efken, gözlerini dikiz aynasına çevirdi ve o an gözlerinin hâlâ yıldırım renginde parladığını gördüm. Göz bebekleri ve gözünün beyazı yine yoktu. “Ben zaten oyum.”
“O şeyi ne zamandan beri yapabiliyorsun?” diye sorarken sesimin titremesine mâni olamadım.
“Senin boynunda birinin parmaklarını gördüğümden beri.”
“Gözlerin-”
Gözlerini dikiz aynasından benden kaçırmak ister gibi çekip yola çevirdi. “Bu hâlde eve gidemem,” dedi sert bir sesle. “Sezgi’yi arayabilir misin? Ona Yaren’le kalmasını söyle. Eve dönmesinler. Gelemeyeceğimizden bahset. Ne oldu diye sorarlarsa bu gördüğün şey dışında bir bahane uydur. Cadılardan bahsedip huzursuz olmalarına neden olmayalım.”
Bir an söylediği her şey önemsiz gibi frene basınca araç sarsılarak durdu. Bedenim öne doğru kaykılırken güçlükle doğruldum.
“Boynun ne durumda?” diye sordu, iyileşebileceğimi bildiği hâlde bu onun için hayat memat meselesiymiş gibi bana doğru döndü. “Boynuna bakmama izin ver.”
Gözlerinden sızan şimşek ışıkları yüzüme ay ışığı vuruyormuş gibi bir aydınlık katmıştı. Bir yanım bunun uçsuz bucaksız güzelliğine esir edildi, diğer yanım bu uçsuz bucaksız ışıltılı görünen karanlıktan korktu. Gözlerinde ilk kez ışık görüyor değildim ama gözlerinde bir şimşeği ilk kez görüyor sayılırdım.
Arka koltuğa eğilip çenemi tutunca gözlerimiz buluştu. Gözlerinde hiçbir his yoktu çünkü gözleri orada değildi. Belki çok korkunç bir görüntüydü ama bana sadece keder hissettirdi.
“İyi misin, fıstığım?” diye sorunca onu hissettim, o şimşek beyazı gözlerin ardında bile beni izleyen Yıkım Getiren tam da oradaydı; beni terk etmemişti. Nemesis’in gözlerini giyinmiş olsa da bana hâlâ Efken gibi baktığını hissediyordum.
“Ben iyiyim,” diye mırıldandığımda sertçe yutkundu. Gözleri kendi yüzüne de ışık haritaları çiziyordu.
“Korkunç mu görünüyorum?”
“Sana baktığımda hep aynı adamı görüyorum.”
Sertçe yutkunup elini geri çekerken gözlerini de geri çekti. Gözlerimi parmaklarıma indirip tırnaklarımın arasına sinerek hilâl şeklini alan kızıl kan izlerini izledim. Kan kurudukça rengi siyaha dönüyordu.
“Kılıç nereden çıktı?” diye sorarken kafamı dağıtmaya çalışıyordum. “O kılıç ya da asa, her neyse işte, evdeydi.”
“Nasıl oldu bilmiyorum ama binadan çıkarken bir şeylerin yolunda gitmediğini biliyordum. Sonra önüme bir yıldırım düştü, yıldırım bir süre sonra kılıç olarak karlara saplı duruyordu,” derken bunun mantığa sığan bir tarafı olmadığının o da farkındaydı ama artık sorgulamıyordu.
Bedenimi rahat bir pozisyona getirip, “Telefonunu verir misin?” diye sordum.
Cipin ön konsolundaki kapağı açıp raftan telefonunu çıkarıp bana uzattı. Kandan yapış yapış olmuş parmaklarımla ekranını açtığı telefonun rehberine girip Sezgi’yi aramaya başladım. Ekranda kanlı parmak izlerim kalıyordu. Sezgi’yi arayıp telefonu kulağıma götürdüm, telefon çalmaya başladı, çok uzun süre çaldı ve tam endişeye kapılmışken açıldı.
Sezgi’nin öksürdüğünü duydum, ardından, “Efken?” dedi sorar gibi.
“Benim, Mahinev.”
“Her şey yolunda mı?”
“Evet,” dedim diğer elimdeki kan lekelerine dalgın gözlerle bakarken. “Efken beni bir yere götürüyor. Sanırım işimiz biraz uzun sürecek. Bu gece Yaren’in yanında kalsanız olur mu?”
Sezgi’nin tedirgin bir sessizliğin ardından, “Mahinev,” dediğini duydum. “Bu gece şehirde ruhumu sıkan bir enerji var. Karanlık bir enerji. Etrafta karanlık bir şey dolaşıyormuş gibi. Dikkatli olun.” O karanlık enerjiyle aynı arabanın içinde olduğumu bilmesine gerek yoktu.
“Endişelenme, her şey yolunda.”
“Peki. Yine de kendinize iyi bakın, dikkatli olun. İyi geceler.”
“İyi geceler,” diyerek aramayı sonlandırdım. Bir süre karanlık telefon ekranına baktım, daha sonra bakışlarım Efken’e çevrildi. “Gidecek bir yerimiz var mı?”
“Daima gidecek bir yerimiz var,” dedi, nihayet gözlerindeki ışık zayıflamaya başlamıştı.
Nereye gideceğimizi bilmesem de onunla her yere gidebilirmişim gibi hissediyordum. Bunun nedeni Saul ve Mēness miydi hiçbir fikrim yoktu. Belki de sadece bizimle ilgiliydi. Ne geçmişte olduğumuz insanlarla ne de başkalarıyla. Sadece ikimizle.
Uzun, etrafı uçurumlarla kaplı patika yollardan geçmiştik. Mavi bir ışık rıhtımdan yükselirken uçurumun altındaki denizin kayalıklara çarptığı sert dalgalarının sesini duyabiliyordum. Efken uzun süredir direksiyon sallıyordu. Işıklar artık gözlerinde değildi ama yine de bir sebepten uzaklaşıyorduk.
Arabanın camı mekanik bir ses çıkararak aşağı doğru inerken bunu Efken’in yaptığını anladım. Denizden yükselen yakıcı tuz kokusu ciğerlerimdeki kan kokusunu silmek ister gibi genzime dolmuştu.
“Daha ne kadar gideceğiz?” diye sorduğumda, “On, on beş dakikalık yolumuz kaldı,” cevabını aldım. “Endişelendiğini biliyorum ama o cadı içindeki ağıt susana kadar bir şey yapmayacak. O yüzden evdekiler güvende. Sürü de orada. Rahatla, yılan. Kimsenin yuvana saldıracağı yok. Buna izin vermem.”
Yuvana.
Orası benim gerçekten de yuvam olmuştu. On, bilemedin on beş dakika sonunda görüş alanıma bir dağ evi girdi. Uzun sedir ağaçları ve köknarların karma bir düzenle etrafa dizildiğini fark etmiştim. Gökyüzü bebek mavisiydi, uzun zaman sonra bu rengin kasvetli değil huzurlu olduğunu düşündüm. Dağ evi tek katlıydı, duvarları pahalı tuğladandı.
Evin tam önünde durduğumuzda boynumu esneterek araçtan indim. Soğuk rüzgârı içimde hissettim ama üşümedim. Evin hemen yan tarafında sedir ağaçları çoğalarak saklı bir koruluk doğuruyordu. Ev, dağın tepesinde sayılmasa da yüksek bir yerdeydi, uçurumun uzun duvarlarına çarpan okyanus suyu seslerinin yankısını bu yükseklikte daha net bir şekilde duyabiliyordum. Boş alana yayılan dalga sesleri huzur veriyordu.
“Güzel ev,” diye mırıldandım, şu an zihnim çok bulanıktı. Tırnaklarımın içindeki kanı donuk varlığını hissediyordum. Hem bana ait hem de Kassandra’ya ait iki farklı kan birleşip birlikte donarak tırnak içlerime gömülmüştü.
“Evet,” dedi. Gözlerimi ona çevirip çıplak bedenini süzdüm. Altındaki kot dışında gerçekten çırılçıplaktı ve gördüğüm kadarıyla hiç üşümüyordu. “Güzeldir.” Ellerini ceplerine koyup bir süre eve baktıktan sonra, “Bu ev, babamın anneme nişan hediyesiymiş. İleride evlendiklerinde sıkıldıklarında, bunaldıklarında, çıkmazda hissettiklerinde ya da sadece gelmek istediklerinde çıkıp gelebilmeleri için almış bu evi.”
Verdiği bilgi ona duyduğum şefkatin altını körükledi. Gözlerimi güzel profilinde gezdirdim, bir süre onu izledim. “Neden bu kadar güzel olduğunu şimdi anladım.” Sertçe yutkundum. “Yani evin.”
Göz ucuyla bana baktı, uçurum mavisi gözleri sonunda yüzünün ortasında duruyordu ama gözlerinin beyazı şimşeğin yüzeyini anımsatır cinsten parlaktı.
“Duşa ihtiyacın var, fıstık,” dedi, beni süzdü ve gözlerindeki davetin tenimi karıncalandırdığını hissettim. “Sonra da derin bir uykuya. Tüm bu olanları sonra düşünmelisin. Biraz dinlenmelisin.”
“Beni buraya bunun için mi getirdin?” diye sorarken sesime bulaşan şaşkınlığı gizleyememiştim.
Beni gözlerini insanlardan saklamak, durduramadığı orantısız ve korkutucu şekilde sonsuz gücünü kontrol altına alabilmek için değil, sadece yorulduğumu düşündüğü, dinlenmemi istediği için mi getirmişti?
Gözlerini yüzüme değdirmeden eve baktı. “Yoo, ne münasebet?” diye sordu ama aslında çoktan sorumun cevabını almıştım. “Ilık bir duş al, sonra da uyku.” Eve doğru yürürken söylediği şey buydu. “Muhtemelen ev çok soğuktur ama sen zaten soğukkanlılardansın, soğuk senin için sorun olmaz,” derken omzunun üzerinden bana flört eder cinsten bir bakış attı. “Yine de umarım sıcak suyumuz vardır. Kaslarının gevşemesi için sıcak su şart.”
Efken’in söylediklerine cevap vermek yerine onu takip ettim. Evin tavanıyla bitişik bir çardak vardı, verandadan çok çardağa benziyordu.
Efken, kısaca etrafı kolaçan ettikten sonra bir eşiğe uzandı ve küçük ahşap bir kutudan ucunda biri mavi, biri siyah iki kuş olan anahtarlığı çıkardı. Anahtarlığın ucunda dört farklı boyutta anahtar vardı, biri eski tip anahtarlardandı. Eski tip anahtarı kapı deliğine sokup iki kez çevirdikten sonra kapıyı kendine doğru çekti ve kapı gıcırdayarak açıldı.
Kapı açılınca küçük bir toz tabakasının tam karşımda beliren sihirli görüntüsünü izledim, ardından görüntüler netliğe kavuştu. İçerisi karanlıktı. Uzun, ahşap bir hol, tavanda uzun ince kirişler, koridorda karşılıklı duran iki ahşap kapı, koridorun sonunda geniş, kapısı olmayan bir oda…
“Uzun zaman oldu,” dedi, sesi yorgundu.
Ben holde dikilirken Efken ahşap kapılardan birini açarak içeri girdi. Açık kalan aralıktan oranın bir banyo olduğunu gördüm. “Su buz gibi,” diye seslendi bana düz bir sesle. Duş başlığına öldürecek gibi baktığına emindim. “Şömineyi yakacağım, Medusa. Ateşin önünde ibriğe biraz su koyarım, ısınır. Sen de su ısınana kadar biraz uyu. Sonra kaslarını gevşetecek bir duş alırsın.”
Kollarımı ovuşturarak holdeki ahşap duvarları incelerken, “Fark etmez,” diye mırıldandım. Evet, uyumak istiyordum. Bedenimdeki, hatta ruhumdaki tüm yorgunluğu bir yılanın derisini değiştirip eski derisini arkasında bıraktığı gibi yatakta bırakmak istiyordum.
Banyo kapısına doğru dönmemle Efken’in kapıdan dışarı çıkması bir oldu. Bakışlarım elimde olmadan onun pürüzsüz, kaslı göğsünde takılıp kaldı. Belli belirsiz tüyleri varsa da o tüyleri görebilmek için güçlü bir ışığı göğsüne tutmak gerekti. Kaymak gibi görünüyordu. Kasıklarındaki sert, belirgin V harfini anımsatan kas dizilimi baş döndürücüydü, bana sırtını dönüp holün diğer ucuna yürümeye başladığında gözlerim beline takıldı. Belindeki geniş gamzeleri gördüm. Ve ölüm bir kez daha kafamın içinde şekillendi. Derin bir mezar gibi görünüyordu gamzeleri.
O gamzelere birçok gerçeği gömebilirdiniz.
Arkasından giderken neden onu bu kadar çok incelediğimi düşünüp kendime kızıyordum. Geniş odaya girdiğinde arkasından odaya girdim. Odanın tavanında da ahşap, ince kirişler yan yatmış şekilde tavanı çiziyordu. Hemen şöminenin karşısında uzun L şeklinde siyah bir koltuk, koltuğun sağ kolunda bir komodin, komodinin üzerinde bej renginde bir abajur vardı. Şömine taştandı, üzerindeki raflarda Efken’e ya da babasına ait olduğunu düşündüğüm kalın, ciltli kitaplar vardı.
“Kitaplar babana mı ait?”
“Evet. Ondan bana kalan miraslardan biri.”
Eline kitaplardan birini alıp sayfalarını hızlıca karıştırdı. Ardından kitabı havaya kaldırarak bana gösterir gibi salladı.
“Bu eseri daha önce okudun mu bilmiyorum, muhtemelen yazarını tanıyorsundur çünkü burada anonim olarak basılmış. Seveceğin türden bir eser.” Kitabı yerine koyup derin bir nefes aldı. “Koltuk çok rahattır. Biraz uyu, duştan sonra yatakta yatarsın.” Gözleri anlık ellerime kaydı. “Ama önce ellerini yıka.”
Başımı sallayıp lavaboda ellerimi yıkadım, kana bakmak istemediğimden değil, yorgun hissettiğimden bakamıyordum. Soğuk su parmaklarımı kıpkırmızı yapana kadar parmaklarımı birbirine sürttüm ve nihayet lavabodan çıkıp salona döndüm. Koltuğun ucuna oturup ayağımdaki botları çıkardım. Efken şömineyi yakmak için odun ve çıra getirdiğinde çoktan koltukta cenin pozisyonunda uzanmaya başlamıştım bile.
Sesler gölgelendi, görüntüler gölgelendi, bilincimin dışına itilmeye başladığımı hissettiğimde gözlerim de ağırlaşmış, kapanmaya başlamıştı. Birinin üstüme yumuşak, tüylü bir şey örttüğünü hissettim ama gözümü açıp tepki veremedim. Sadece o şeye sarılıp altında küçücük kaldım.
Kassandra’nın çığlık çığlığa yaktığı ağıtlar yavaşça sustu, Kyros’un taşa dönmüş ifadesiz gözleri kayboldu ve uykuya daldım.
Gözlerimi yavaşça araladığımda ahşap duvarlarda ve karanlığın içinde titreyen ateşin kızıl rengini gördüm. Kirpiklerimi birkaç kez birbirine sürterek kırpıştırdım. Ensemde biriken ağrının ifademe huzursuzluk yaydığını hissettim. Efken ortada yoktu, saatin kaç olduğundan bihaberdim ama karanlık çöktüğüne göre çok da erken sayılmazdı. Duş almak yerine saatlerce uyumuş muydum? Beni neden uyandırmamıştı? Gerçekten çok yorgun görünüyor olmalıydım. Çıtırdayan ateşin kızıl rengi evin içinde dans ediyordu. Uzandığım yerde kıpırtısız ateşi izlemeye başladım.
“Uyandın mı, fıstık?” Efken’in sesine tepki veren kalbim tekledi. Kafamı yavaşça hareket ettirdim ama yerimden oynamadım. Gözlerim Efken’in gölgeyi anımsatan silüetine takıldı. Efken, ıslak saçlarını salladıktan sonra çıplak omzunda duran lacivert el havlusunu saçlarında dolaştırdı. “Sana da su bıraktım.”
“Teşekkürler.” Gözlerimi kırpıştırıp yutkundum. “Saat kaç?”
“Akşam dokuz.” Gözlerini üzerimden çekmedi. “Hadi duş al, sonra da bir şeyler ye.”
“Efken.” Gözlerimi ağır ağır kırpıştırdım. Öksürerek temizlediğim boğazımın ardından onun için bir soru yükseldi. “Sen nasılsın?”
“Şu an önemli olan ben değilim,” derken sesinde birdenbire çağlayan öfkeye anlam veremedim.
“Nasıl sen değilsin?” diye sordum sertçe, sesim pürüzlü çıkıyordu. “Yaşadıklarının ne kadar ağır olduğunu görebiliyorum. Bu kadarı senin gibi biri için bile fazla. Nasıl kaldırıyorsun?”
“Durmadan farklı kimliklerle uyanmak benim de hoşuma gitmiyor,” dediğinde, ilk kez kendisini açacağını düşünerek umutla ona baktım ama bunun önünü duvarlarla kapattı. “Su soğumadan duş al, kaslarının sıcak suya ihtiyacı var.”
“Beni düşündüğün kadar kendini de düşün.”
“Duş al, sonra konuşuruz bunları.”
Dudaklarımı araladım ama sonra söyleyecek yeni bir şey bulamayıp geri kapattım. Üstüme örttüğü pelüş battaniyeyi ayağımla itip yattığım yerden kalkarken, “Konuşuruz dedin, unutma,” diye tehdit ettim onu.
Gözlerini kıstı. “Konuşuruz dedim. Uzatma işte.”
Yanından geçip giderken, “İyi olman gerek,” diye fısıldadım. “Daha çok bela olacağım ben senin başına. İyi ol ki, olabileyim.”
Ondan uzaklaştım, bu sırada duymadığımı sandığı bir şey fısıldadı: “Belalım.”
Kalp atışlarımın düzene girmesi uzun zaman aldı. Efken’in geride bıraktığı ıslaklığı taşıyan banyoda uzun, sıcak bir duş aldım. Efken’in benim için kapıya astığı uzun, siyah kazağa bakarken bedenimden su damlaları düşüyordu. Bu kazak onun geniş omuzlarının etrafında geriliyor olmalıydı ama ben içine girdiğimde kesin bir elbise gibi olurdu. Siyah külodumu giydim, sütyenimi takmadım çünkü bantlarının sırtımda oluşturduğu göçükler acıyordu. Kazağı üzerime geçirdiğimde düşündüğüm gibi olmuştu. Efken’in siyah kazağı kalçalarımı örtmüştü. Kazağın kolları çok uzun olduğundan ellerim içinde kalmıştı. Islak saçlarımı kazağın üzerine attıktan sonra banyodan çıktım ve benimle beraber temiz kokulu buhar da hole yayıldı.
İçeri girdiğimde şaşkınlığımı gizleyemedim. Efken şöminenin önüne bir yer yatağı sermişti. Yer yatağının üzerinde saten beyaz çarşaf vardı, bir an gözüme öyle konforlu geldi ki kendimi yatağa atmak için can attım. Benim içeri girdiğimi fark ettiğinde omzunun üzerinden bana baktı. Uçurum mavisi gözleri gözlerimden inerek bacaklarıma doğru yola çıktığında yanaklarıma doluşan baskının daha fazlasını kalbimde hissediyordum.
“Senin için bir eşofman da bırakmıştım aslında,” derken gözleri hâlâ bacaklarımdaydı. Teşhircilik mi ediyorum diye düşünsem de Medusa’nın sırtımı sıvazladığını ve bunun doğru bir karar olduğunu fısıldadığını hissediyordum.
Gözlerimi çıplak bacaklarıma indirdim, ayaklarımı birbirine sürterken omuz silktim. “Böyle daha konforlu.”
Sertçe yutkunduğunu görmek beni şaşırttı. Kazağın içinde kalan elimi çıkarmadan elimin tersiyle gözümü ovuşturduktan sonra, “Yatak harika görünüyor,” diye itiraf ettim.
“Beğenmene sevindim. Bu gece burada yatacağız çünkü.”
“Neden? Bir yatak odası vardır diye düşünmüştüm.”
“Dışarıda fırtına var,” dedi. “Küçük de olsa bir ışık pıhtısı olmadan uyuyamıyorsun. Elektrik kesilirse bundan hoşlanmazsın.”
Bana karşı bu kadar düşünceli olması utanmama neden oldu. Gözlerim camdan dışarıya kayınca ne kadar haklı olduğunu gördüm. Şimşekler göğü yırtar gibi çakıyor, yıldırımlar bir yerlere düşüyordu. “Geldiğimizde hava iyi görünüyordu,” diye fısıldadıktan hemen sonra pişman oldum. İçimden bir ses şimşeklerin sebebinin beni izlediğini söylüyordu.
Cevabı bildiğimi biliyormuş gibi sustu. Daha sonra gözleri tekrar bacaklarıma takılırken, “Dikilmesene sen ayakta,” dedi, sesi tuhaf şekilde panik içinde çıkmıştı.
Yatağa dizlerimin üzerinde çöktüğümde bir an göz göze geldik. “Konuşacaktık?” dedim sorar gibi.
“Ne hakkında konuşmak istiyorsun?”
“Senin hakkında.” Gözlerim tekrar pencereye kaydı, ileride büyüyen şimşekleri izlerken yutkundum. Tekrar o gözlere baktım. “Ne istediğin hakkında. Nasıl hissettiğin hakkında. Nasıl olduğun hakkında.”
“Bunları konuşmak istemiyorum,” dedi, kaşlarını çatmıştı. Onun huyuna gitmek zorunda hissettim çünkü mesele şu an inatlaşacağımız saçma bir şey değildi, onun hayatıydı. Nemesis’i, Alfalığı ve Efken olmayı aynı anda nasıl yürüteceğini merak ediyordum. Bu kulağa kolay gibi gelse de içinde biriken gücün onu tükettiğini görebilmek için onu tanımak gerekiyordu.
“Peki ne istiyorsun?”
Birden belimden tutup beni kendine çekince şöminenin ateşi ortamızda harlanır gibi parladı. “Seninle böyle durmayı,” dedi, sıcak nefesi yüzüme yayıldı ve göğsümü sıkıştırdı.
“Psikopatsın,” diye fısıldadığımda gülümsedi.
“Senin için birini öldürdüm diye mi?”
Kalbimdeki sızı büyürken, “Sus,” diye çemkirdim. “Bunu yapmak zorunda kaldığın için üzülüyorum.”
“Masum birini değil, sana zarar veren birini öldürdüm. Üzülme. Artık senin de dünyan bunun üzerine kurulu. Benimkisi zaten hep bunun üzerine kuruluydu.”
Kollarımı onun boynuna sararken dizlerimin üzerinde durmaya devam ettim. Parmaklarını belime daha sert bastırdı ve kazağın kumaşı yukarı kaykıldı. “Tüm bu boka batmadan önce de buna benzer şeylerle uğraşıyordun, değil mi?”
“Bu kadar akıl dışı şeyler değildi. Sadece çok fazla kan vardı.”
Bir süre gözlerinin içine baktım. “O insanlar hâlâ peşinde mi?”
“Evet ama senin de dediğin gibi onlar insan. O yüzden artık bir şey ifade etmiyorlar.”
“Kendini beğenmişsin.”
“Bilmediğim şeyler söyle bana.”
“Her şeyi çok biliyormuşsun gibi davrandığından bir şey de diyemiyorum.”
Burnundan sert bir nefes vererek, “Mesela bana ne kadar deli olduğundan bahset,” dedi. “Bana deli olduğunu zaten biliyorum ama bilmiyormuş gibi yaparak can kulağıyla dinlerim seni.”
“Sana deli olduğumu nerenden uydurdun?”
Cevap vermeden gözlerimin içine baktı.
“Sana deli olmuyorum.”
“Oluyorsun,” dedi.
“Sana deli olmuyorum, Efken,” diye söylendiğimde yine cevap vermedi, mavi gözlerini gözlerime dikti. Yoğun, mavi ışık içeri daldı, sert bir patlama sesi de ışığı takip etti. Şimşek o kadar gürültülüydü ki ürperdim.
“Bu seni korkuttu mu?” diye fısıldadı. “Kalp atışlarının sesini duyuyorum.”
Gözlerimi kısarak ona baktım. “Korkmadım. Ama korksaydım da sana bu şekilde sokulurdum ve korkum geçerdi.” Kollarımı boynuna daha sıkı sarıp ona iyice sokulduğumda bedeninin kasıldığını hissettim. Burnumu Efken’in boynuna bastırdım, yoğun tarçın kokusu içime doluşurken gözlerim kısıldı. “İşte böyle sarıldığımda korkularım hemen kaybolurdu.” Parmaklarını belime sertçe bastırdığını hissettim. “Sen de bana yanımda olduğunu söylerdin. Değil mi?”
“Evet,” dedi anlık duraksamanın ardından. “Yanındayım.”
“Yanımdasın.” Geri çekilip gözlerinin içine baktım, ardından gözlerimi gözlerinden çekmeden ince ve çıplak beline kollarımı sardım. Yanağımı onun çıplak, sert göğsüne bastırıp derin bir nefes aldım. “Benimlesin.”
“Daima.”
Küçük bir sessizlik yaşandı. Birden bastıran yağmurun sesi odaya yayılıyor, ateşin ve şimşeklerin seslerine eşlik ediyordu. Efken bir süre bana sarıldı, kolları bir kelepçeden daha sıkı, daha sağlamdı.
“Mumları sever misin?” diye sordu, sesi kısıktı.
Yanağımı göğsünden çekmeden, “Çok severim,” diye mırıldandım.
“Annemin kokulu mumlarını hâlâ saklıyorum.” Birden yutkunmak çok güç geldi. “İster misin?”
“Kullanmasak daha doğru olur,” dedim sakince, ateşin devleştirdiği gölgelerimiz ahşap kirişlerde titriyordu. Annesinden kalan bir şeyi kullanmasına izin veremezdim; özellikle de bu şey kullanıldığında tükenip yok olacak bir şeyse…
“Kullanmak için daha iyi bir sebep bulabileceğimi zannetmiyorum.”
Beni yavaşça serbest bıraktıktan sonra büyük ahşap bir dolabın içinden çıkardığı kalın, beyaz mumları yer yatağının etrafına sıraladı ve zipposunun ucunda çağlayan ateşle her birini sırayla tutuşturdu. Tütsüyü anımsatan aromatik kokular bir anda her yana yayılmıştı.
Efken tekrar yatağa oturup, “Gel,” diyerek beni kollarına çağırdı.
İkimiz de dizlerimizin üzerinde otururken birbirimize bakıyorduk, dizlerimiz arasında bir karış bile yoktu. Bir şimşek daha çaktı, yağmur hızını arttırdı.
“Sana bu kadar yakınken mantıklı düşünemiyorum,” dedi acı çeker gibi.
“Ben de.”
“Bu iyi değil,” derken gözleri de sesi gibi sertti.
“Kesinlikle.”
“Seninleyken kendim gibi davranmıyordum. Önceden böyle değildi, önceden böyle değildim. Sen benim kimyamı bozdun, tüm dengeleri altüst ettin, damarlarıma yayıldın, ruhumu sardın. Normal değil.”
“Bunun suçlusu ben miyim?”
“Tüm suçlusu sensin.”
Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. Gözlerini yummuştu, bana bakmıyordu, savunmasız bir Efken tam karşımda duruyordu. Çekimin arttığını hissettim. İlkel bir istek bedenimi sızlatıyordu. Sahip olma isteği, ait olma isteği, belki bu ikisinden çok daha fazlası.
Bu adamın ruhuna adımı kazımak istiyordum.
“Sana dokunmak istiyorum,” dediğimde gözlerini ağır hareketlerle araladı. Gözleri mavi bir uçurumun dibinden yükselen yeşil bir ormanın alev alması gibiydi. Dizlerimi kaydırarak ona biraz daha sokuldum. “Senin bana dokunmak istediğin gibi ben de sana dokunmak istiyorum.” Kalbim bu isteği haykırdı. Mumlar etrafımızda titreşiyordu.
“Sen ne dediğinin farkında mısın?” diye sordu. Sesi boğuk ve kısıktı, isteğin onun da kör bir bıçak gibi içini deştiğini biliyordum.
“Hiç bu kadar farkında olmamıştım.”
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Bu sahneyi okumamak akışı bozmayacaktır.)
Elim dizi boyunca kaydı, kasıklarına doğru ilerledi, biraz aşağıda, tam o noktada durdu. Gözlerimiz birbirine kenetlenmişti. Parmaklarım çıkıntılı sertliği kavradığında dudaklarının arasında küçük bir boşluk oluştu. Dokunuşum onu sarsmıştı. Tehlikeli ve yırtıcı bakan gözleri iliklerimi sızlattı.
Avucumun altında birdenbire daha da büyüdüğünü hissettiğimde, onu avuçlayıp sıktım. Efken, başını hafif bir açıyla arkaya atarken gözlerini sıkıca yumdu. Gırtlağından yükselen ses şehvetliydi.
“Bu hoşuna gidiyor mu?” diye fısıldadım sertleşmeye başlayan aletine dokunmaya devam ederken.
Gözlerini gözlerimden çekmedi, gözlerinin daha da kısıldığını gördüm. Avcının avı pozisyonunda olduğumu hissetsem de avcı, avın avuçları arasındaydı.
“Tam olarak böyle.”
Daha sıkı kavrayıp avucumu kumaşa sürttüğümde farkında olarak ya da olmayarak kalçasını yavaşça yukarı kaldırıp kendini avucuma bastırdı. Boğazının derinliklerinden erkeksi bir inilti yükselip dudaklarının arasından dışarı döküldü.
“Pantolonun fermuarını indirmek ister misin?” diye sordu yavaşça, gözleri hâlâ keskin birer pençe gibi gözlerime saplı duruyordu.
“Evet.” Fermuarını indirmeye başladığımda tüm dikkatiyle beni izlemeyi sürdürdü. Görüş alanıma siyah boxerı girdi. “Dokun,” diye fısıldayıp elimi boxerının üzerine yerleştirdi.
Sertçe yutkunup başımı sallarken pantolonundan daha ince olan iç çamaşırının kumaşına dokundum. Hissettim. Parmaklarımın altında zonklayan aletinin sıcaklığını, sertliğini, kalınlığını hissettim. Bacaklarımı birbirine bastırma isteği uyluklarımı sızlatıyordu.
Efken’in dudaklarından küçük hırıltılar dökülürken birbirimizi izleyerek ona dokunmaya devam ettim. Şimşekler çaktı, gökte patlayan her şimşeğin sesi durmadan içeri aktı.
“Mahi,” dedi Efken gözleri biraz daha kısıldığında. “Parmaklarını etrafıma sarmanı istiyorum. Aramızda bir kumaş parçası olmasın, bana doğrudan temas et.” Nefes nefese konuşuyordu. “Parmak boğumlarında atan nabzı hissetmek istiyorum.” Aletini avucuma iterek tekrar konuştu. “Senin için boşalmak istiyorum.”
İnleyerek dudaklarımı dudaklarına bastırdım ve o da inleyerek bana karşılık verdi. Dilim onun dudaklarını arsızca araladı, bağımsızca hareket ederek ona hükmetmeye başladı. Dilim ağzının içindeydi, dişlerinin üstünde, dilinin etrafında, damaklarında… Onun tadı, nefesi, sıcaklığı, ıslaklığıyla dolmuştum. Dilim ağzının içinde, çenesinde ve bazen de boynunda dolanıyordu. Aç gibiydik, deli gibi birbirimize saldırıyorduk.
“Dokun bana,” diye inledi.
“Pantolonunu çıkar,” dedim nefes nefese ve üzerine atıldım. “Her şeyi çıkar.”
“Siktir.” Dudaklarından dökülen küfrün harflerinde dahi şehvet saklıydı. Harfleri aydınlığa çıkardığımızda, şehvetin aydınlığa düşen karanlık gölgesini görebilirdiniz.
Şimdi altımdaydı, bacaklarımı iki yana açarak kucağına oturmuş ona dokunuyordum. Ağzı bir defa daha ağzımı buldu. Ben onun çenesini dişlemeye başladığımda çılgına dönmüş gibi inliyordu.
Mumların dalgalandığını duydum. Efken bir anda bizi ters çevirdi ve bu kez onun altında kalan bendim. Bacaklarımı ikiye ayırıp iki bacağımın arasında yükselirken, “Beni görmek ister misin?” diye sordu soluk soluğa. Bir eliyle iki kolumu bileklerinden yakaladı ve kafamın arkasına atarak beni kafesledi. Diğer eli boxerının önüne kaydı, kabarıklığını sıkarak okşadı. Bu hareketi iniltimin dışarı yansımasına neden oldu.
“Çok cesursun,” diye fısıldayarak elini aletinden çekip kazağımı eteklerinden tutarak yukarı sıyırdı. Ona karşı koymadım, beni kollarımdan tutarak kafeslemeyi anlık olarak bırakıp kazağı başımdan çıkardı ve bir kenara fırlattı. Altımda beni kısmen örten iç çamaşırımla öylece onun altında uzanıyordum. Bileklerimi tekrar kavrayıp başımın üzerine doğru gerdiğinde göğüslerimin de yukarı doğru kaykıldıklarını hissettim. Aç bakan gözleri göğüslerime dokunduğunda alt dudağını parçalayacak gibi ısırdı.
“Dişlerimi batırarak emmek, seni altımda kıvrandırmak istiyorum.”
“Seni durduran ne?” diye inledim. “Em.”
Eğildiğinde nefesim kesildi. Sıcak nefesi boynuma akıyor, saçları çeneme sürtünüyordu. Kafasını kaldırıp altında yatan bedenin sahibine baktığında sertçe yutkundu ve o sinsi bakışlar gözlerimden ayrılmadan ıslak dili boynumdan göğüslerimin arasına doğru ıslak bir yol çizmeye başladı. Gözlerini gözlerimden ayırmadan göğsümün ucunu ağzına aldığında altında kıvranarak inledim. Bunun onu keyiflendirdiğini biliyordum.
“Kokun baş döndürücü,” diye fısıldadı. “Bana hem çok tanıdık hem de çok yabancısın.”
“Lütfen,” dedim kendimden geçmiş bir sesle. Mumların dalgalandığını, ateşin çatırdadığını, yağmurun pencereleri dövüşünü, ona ait şimşeklerin odayı aydınlatışını, hepsini duyuyor, az da olsa görüyordum. Sol göğsümün ucunu dişlerinin arasına alıp ısırdı, ardından diliyle ısırığının üzerinden geçti ve bu beni deliye dönmüş gibi saniyelerce inletti.
Bir süre körmüşüm gibi hissetmeme neden olacak şekilde göğüslerimi emdi. Sonunda ellerimi serbest bıraktığında bileklerimde parmaklarının izleri olduğunu biliyordum.
Efken, dudaklarını karnım boyunca kaydırmaya başladı; gözleri gözlerimi takip ediyordu. İç çamaşırımın önünde durduğunda burnunu çamaşırımın yüzeyinden oraya bastırdı. Aldığı derin nefes yanaklarımın içini dişlememe neden oldu.
“Islak,” diye fısıldadı.
“Efken,” diye inledim. Elimi omuzlarına kaydırdım, oradan saçlarına gittim ve yoğun saçlarının içine parmaklarımı daldırdım. Siyah saçlarının kadife dokusu tenimi iğneliyordu.
“Dur dediğin an duracağım, bebeğim,” diye fısıldayarak parmaklarını iç çamaşırımın kenarlarından kıskaç gibi geçirdi. İç çamaşırımı çıkarırken ona karşı koymadım. Efken kumaş parçasını kenara attığında, şöminedeki ateş, gölgesini bir kurdun gölgesi gibi devleştirmişti. Soluğum kurumuş bir gül yaprağı gibi darmaduman olup göğsümün içinde parçalara ayrıldı.
Dudaklarını oraya bastırdığında, dudaklarımdan ilkel bir inilti döküldü. Dolgun dudaklarını tepeme bastırıp, iki dudağının arasına aldı. Islak dilinin temas ettiği zevk noktamı çekiştirip serbest bıraktı, ardından oraya sıcak nefesini verdi ve iliğim çekilmiş gibi belimin yukarı bükülmesine neden oldu. Çok geçmeden belimi kalçam da takip etti.
“İliğin kuruyana dek seni emebilirim.” Aç, ilkel bir istekle emmeye başladı. Dili her yerdeydi. Vajinamın çizgisini yalıyor, aralayarak dilini içeri itiyor, dilini bir sağa bir sola yatırarak beni çılgına çeviriyordu.
“Ah, Efken!” Parmaklarımı saçlarının arasında kaydırdım, çekiştirip kendimi ona ittim. Dudaklarım açlıkla aralandı ve mahremimi dişleriyle sürterek boydan boya yaladı, emdi. “Efken!”
Ağzını oradan çekerken, “Bebeğim,” diye inledi.
“Lütfen…”
“Bana ne istediğini söyle.”
“Seni.”
Gözleri kısıldı. “Sana ne yapmamı istiyorsun?”
Onu omuzlarından tutarak kendime çekerken, “İçimde olmanı istiyorum,” dedim. “Seni içimde istiyorum.” İkimizin de göğsü körüklenmiş gibi hareket ediyordu.
Efken, sol kolunu arkaya atarak pantolonunu tek hamlede bacaklarından aşağı sıyırıp içinden çıktı. Yalnızca boxerıyla üstüme abanırken saçları terden sırılsıklam olmuştu. “İçine girmek, senden bir parçaya dönüşmek istiyorum,” dedi. “Senin en dibini keşfetmek, seni karış karış dolaşmak istiyorum.”
“İstiyorum.” Dudaklarımız birbirine sürttü. “Yıkım getir bedenime.”
Bir kolunu belimin yanına koydu ve o kolunun üzerine abanarak elini boxerının üstüne attı. Boxerının lastiğini yavaşça aşağı çekti. Boxerı aşağı indiğinde gözlerimiz ayrılmadı, ardından gözlerimi usulca V şeklindeki kasık çizgisine indirdim. Hemen ardından karnına yetişen aletini gördüm. Büyülü ve büyüktü. O nefes aldıkça, organı da hareket ediyordu ve derisinin etrafında çarpan nabzı görebiliyordum. Mavi, yeşil belirgin damarlardaki kanın vuruşları bariz ortadaydı.
“Öyle bir bakıyorsun ki, bakire olan benmişim gibi hissettim,” diye mırıldandı.
Elimi aletinin üzerine koyduğumda sert bir küfür döküldü dudaklarından. Başını geriye atarak âdem elmasını ortaya serecek şekilde yutkundu.
“Benimle oynuyorsun, beni köşeye sıkıştırıyorsun ve beni değiştiriyorsun,” diye inledi kendinden geçmiş gibi.
Dudaklarını dişledi, görüntü kusursuzdu. Elimin altında kadifeyle sarılmış sert, kalın bir demir vardı sanki.
“Ellerin sıcacık. Beni boşaltacaksın, kes şunu!” Birden elimi kavrayıp başımın üzerine götürerek beni tekrar çarmıhına gerdi. “İçini aralamama izin ver,” diye fısıldadığında ürperdim. “Artık seni doldurmak, içindeyken kasılmalarını hissetmek istiyorum.”
“Dilin nasıl da çözüldü, Karaduman,” diye fısıldadım tutkuyla.
“Bacaklarını daha da aç.”
Dediğini yaparken göz temasını kesmedik. Aletinin başını zonklayan tepeme bastırmasıyla kasıldım; tam orada zonklamalarını, seğirmelerini hissediyordum.
“Sıcacıksın,” dedi. “İçin dışından daha sıcak, değil mi?”
Hafif ritimler tutarak hareket etmeye başladı. O bana sürtündükçe tepem onun nabzıyla okşanıyordu. Efken, alnını alnıma bastırdı ve gözlerini gözlerime dikerek sert, şehvetli, kısık bakışlarını gözlerimden çekmeden bana sürtünmeye devam etti.
“Ne kadar sıcak, hissediyor musun?” diye sordum kulaklarım zonklarken.
“Siktir.” Dişlerini sıktı. “Gitgide daha da ıslanıyor. Deliğini doldurmam için bana yalvarmaya başlayana kadar bunu yapabilirim.”
“Yalvarmamı istiyorsun demek.” Efken’in yüzünü avuçlarımın arasına alıp alnımı alnına sürterken, “Durma, lütfen,” diye inledim. “Seni içime kabul etmeme izin ver.”
Efken’in içime gömülüşü, dudaklarımdan dökülen sarsıntı dolu bir iniltiyi takip etti. Uyuştum, karıncalandım ve küçük bir acı hissettim. Ardından da onun zonklayışlarını… Efken Karaduman içimdeydi.
Mıhlanmış gibi tek beden olmuştuk.
Bir süre hareket etmeden ona alışmamı bekledi.
Sonunda, “İyi misin?” diye sorabildiğinde ikimiz de titriyorduk.
“Devam etmelisin,” diye fısıldadım.
“Ritmi sen belirle?” dedi sorar gibi. “Bana bir limit, bir sınır koymazsan kendime hâkim olamam. Kendimi zor tutuyorum.”
Elim kaslı kalçalarına indi, onu yavaşça kendime doğru çekerken içimdeki varlığının daha da çoğaldığını hissettim. Daha sonra bacaklarımı beline dolayıp, topuklarımı kalçalarına bastırarak onu kendime çekmeye başladım. Her çarpışmamız benim ona biraz daha alışmamla daha da körüklenmeye başladı. Her çarpışmanın sonunda o yavaşlık yerini fırtınaya bıraktı. Mumların zayıf alevi bizim bedenlerimizin esintisiyle titriyor, dalgalanıyordu.
İçimdeki her şey gözü dönmüş bir açlıkla sıkışmıştı. Efken, “Beni içine al,” diye fısıldayınca nefeslerimiz daha da harlandı.
Elinin aşağıya bir yılan gibi kaydığını hissettim, tepeme dokunduğundaysa çığlığım güçlendi. Şimşeklerin ışıkları odaya doldu, ardından çığlığımı takip eden güçlü patlama seslerini işittim. O içime her dalışında ve parmakları tepemi yuvarlayarak ezişinde çığlık atıyordum, şimşekler onun sırtını aydınlatıyordu ve ardından göğün sesi içeri doluyordu.
Hayaları kalçalarıma çarpana kadar beni kendisiyle doldurdu. “Benimsin,” dedim yatakta iki yılan gibi sürtündüğümüz, sertçe birbirimizin olduğumuz sırada. “Bunu söyle. Bana benim olduğunu söyle.”
Açlıkla çenemi, boynumu, daha sonra da omzumu emdi ve fısıldadı: “Seninim.”
“Hızlan,” diye fısıldadım, vajinamdaki acı hissi çekileli çok olmuştu, hissettiğim tek şey kör bir bıçak gibi içimi deşen istekti. “Durmanı istemiyorum.”
Bir bacağımı omzuna alırken kasılan kaslarım acıyla sızladı, kadınlığımın daraldığını hissettim ve bu darlık aletini içimde sıkıştırdı. Bu onu zevkle inletti. Omzuna koyduğu bacağımın bileğinde dudaklarını gezdirirken içimi doldurmaya devam ediyordu.
“Daracıksın,” diye inleyince sıcak nefesi ayak bileğimi ısıttı. “Daha önce hiç bu kadar sıkışmış hissetmemiştim. Sıcacıksın.” Efken ayak bileğimi öptü, tabanımı uzun parmaklarıyla ovdu ve içimdeki hareketlerine hız kesmeden devam etti.
“Lütfen durma,” diye inliyordum, onun adını inliyordum.
“Sen benim sonsuza dek sahip olmak isteyeceğim tek kadınsın. Defalarca sahip olsam da doymayacağım tek kadınsın. Benimlesin. Benimsin.”
Dudaklarımızı birleştirmeden önce söylediği son şeydi bu.
Parmaklarının tepemdeki hareketleri hızlandı, vajinam onu içine emerken o da uzun parmaklarıyla tepemi sertçe okşuyor, mümkünmüş gibi içimin daha da sıkılaşmasını sağlıyordu. Dudaklarımız ayrılmadı, öpüşürken bile inliyorduk. İçime onun iniltileri doluyordu, ağzına benim yalvarışlarım çarpıyordu. Gözlerim geriye doğru gitmeye başladığında sona yakın olduğumu anladım. Kör edici bir ışık görüyordum ama etraf karanlık sayılırdı, sadece çok ışıltılıydı ve göğsüm yerinden çıkacakmış gibi hissediyordum.
“Boşalacağım!” diye haykırdığımda içimde arka arkaya kasıldı, bunu istiyor gibiydi, aleti benim arzuma cevap veriyor gibiydi.
“Gel bana,” dedi nefes seslerinin arasından. “Senin için akacağım.”
Tırnaklarımı kalçalarına geçirerek onu kendime çektikten sonra, “İçime gel,” diye emrettim. “İçime ak.”
Efken sarsılırken içimde hissettiğim sıcaklık, gözlerimin irileşmesine neden oldu. İplerim çözüldü, sarsılmaya, akmaya başladım. Islaklığım onun ıslaklığına karışıyordu. Sıcak, ıslak ve yoğun hissediyordum. Ellerim bu defa genişleyen pazularına gitti, pazularına tırnaklarımı geçirerek ona sıkıca tutundum. Artık tamamen üzerimdeydi, tüm ağırlığını hissediyordum ve onun için tamamen açılmış hâldeydim.
Birkaç sert vuruşun ardından karın kasları gerilmiş hâlde içimde sabit durdu. Âdemelmasından, alnından ve göğsünden aşağı sicimle süzülen ter damlaları, elmas taneleri gibi parlıyordu. Başımı kaldırıp dudaklarımı uzun kirpiklerine bastırdım.
(+18 Sahne sonu.)
“Bileklerine vurduğum kelepçeyi hissedebiliyor musun?” diye sorarken içimde kasılmaya devam ediyordu. “Kelepçenin bir ucu senin, bir ucu benim bileğimde. Artık kaçamayız. İkimiz de tutukluyuz.”
Elim yüzüne kayarken gülümsedim. “İkimiz de tutukluyuz.”
Gülümsedi. “Seninleyim,” diye fısıldadı.
“Ve?” diye sorduğumda sertçe yutkundu.
“Seninim, Mahinev.”
🎧: Shamrain, My Still Haven