Varlığı, kalbime zehrini içinde taşıyan tehlikeli bir yılan gibi dolandı.
Okyanusun dibine, kafam suyun dışındayken ayak basmaya çalışmak gibiydi. İçimde sakladığım, yarattığım dünyayı beslediğim nefesim göğsüm boyunca sürtünüp boğazıma tırmandı ve keskin pençelerini altında saklayan kalın parmaklarıyla boğazımı kavradı.
Buradaydım, çok da kısa sayılmayacak kadar zamandır onunlaydım. Onunla ilgili birçok şeyi bildiğimi sanıyordum, en azından tahminlerim vardı. İnsanları sevmiyordu mesela ama gördüğüm kadarıyla insanlar onu seviyordu. İnsanlarla ya iş için ya da cinsellik için bağ kuruyor gibi görünmüştü gözüme. Bu düşünce benim vardığım bir ön yargı değildi, bu düşünceyi bana aşılayan o olmuştu. Cinselliğe olan düşkünlüğünü anlayabilecek kapasitedeydim.
Biriyle duygusal bağlar kurması imkânsıza yakındı evet ama fiziksel yakınlığı sık sık kurduğu kesindi. O yüzden söylediği şey ağır ve karmaşık hissettirmişti. Bir an için tüm dünyayla bağlantıyı koparıp sadece gözlerine odaklandım.
Bana biraz sokulduğunda onun nefesinin ciğerlerime sindiğini hissediyordum. Uzun kirpiklerinin altında parlayan gözleri sorguyu alt kirpiklerine dek akıtmıştı.
“Medusa?” diye fısıldadı, sesi sakin, gözleri temkinliydi.
Dudaklarım aralandı, ardından az önce dudaklarının tadını aldığım için tuhaf bir uyuşuklukla geri kapandı. Şu an ona nasıl baktığım konusunda tek bir fikrim yoktu.
Tek kaşını kaldırıp karanlıkta gri görünen gözleriyle bir perdenin ardından beni izliyormuş gibi yüzüme baktı. “Her şey yolunda mı?” diye sorarken sesinde karmaşa vardı.
“Benimle dalga mı geçiyorsun?” diye sordum gözlerimi gözlerine dikerek.
Kaşları alayla havaya kalktı. “Bu oyunun kuralı dürüst olmak, Mahi,” dedi sakince. Çıplak diz kapağım piyanonun tuşlarının alt kısmındaki soğuk yüzeye değiyordu, ayaklarım yere basmamıştı, bacaklarım Efken’in belinin arkasından kalçalarına doğru sarkıyordu.
“Sen daha önce hiç-”
“Evet,” dedi yüzünü buruşturarak. “Ne var ki bunda bu kadar şaşıracak?”
“Cinsel hayatın aktif.” Sesim dümdüzdü, bir an için bu gerçeği kendi ağzımla itiraf ettiğim için kendime karşı bir nefret duydum.
“Cinsellik ve öpüşme aynı şeyler mi?” Sorusu beni şaşırttı. “Biriyle seks yaparken öpüşmek zorundasınız diye bir kural yoktur, Mahi.” Derin bir nefes aldı. “Salya alışverişinden nefret ederim.”
Kalbim göğsümün altında çırpındı ve bunun gerçekliğini sorgulamaya devam etti. Ağzımda viski tadı vardı, başım biraz dönüyordu ama buna rağmen kendimi ayık hissediyordum. Sanırım Mar genleri bazı insansı yanlarımı zincirlemişti.
Dudaklarımız birbirine çok yakındı. Sanki nabzım dudaklarının üzerinde duruvermişti. Bir benimmiş meğer o dudaklar, diye iç geçirdim. Şimdi asırlarca ağzım ağzının üstünde asılı dursun istiyordum.
“Ama beni öpüyorsun.”
“Evet,” diye fısıldadı, güçlü parmakları belime kaydı. “Seni öpüyorum.”
“Neden?” diye sordum, nedenini gerçekten merak ettiğimden mi yoksa bildiğim nedeni bir de onun ağzından duymak için mi sormuştum bunu bilmiyordum. Medusa’nın mantığı özel olduğumuz konusunda derin bir konuşma yaparken Mahinev’in mantığı sessiz kalmayı tercih etmişti.
Efken’in kemikli parmaklarının baskısını üzerimdeki kumaşa rağmen hissedebiliyordum. Parmaklarının ucunda atan nabzı da hissediyordum. Yoğun ve baş döndürücü yaşamını hissediyordum. Alnını alnıma bastırırken, “Bilmiyorum,” diye fısıldadı. “Ve bilmediğim bir şeyi bana yaşattığın için bundan da senden de nefret ediyorum. Hangi hakla bana bunu yaparsın?”
“Sana ne yaparım?”
“Bunu,” diye bastırdı.
Burnumu burnuna sürterken, “Nasıl hissettin peki?” diye mırıldandım. “İlk kez birini öptüğünde.”
“Birini değil, seni öptüm saf,” diye homurdandı gözlerini açmadan. Sanki o gözlerde benden sakladığı bir şey vardı. Bu sırrı bilmeyeyim diye gözlerini kapatmıştı. “Seni öpmek istedim. Seni ilk gördüğüm andan beri öpmek istedim.”
“İğrendin mi peki?” diye sorarken kalbim öyle hızlı atıyordu ki kazağın kumaşını hareket ettiriyordu.
“Başkası olsaydı kusardım,” dedi mekanik bir sesle. “Ama senin salyan hoşuma gidiyor.” Alnını alnıma sürtüp gergin sessizliği muzip kelimeleriyle sonlandırdı: “Onları her yerime bulaştırabilirsin.”
“Pislik.”
“Öyleyim,” diye fısıldadı, sesi çöken geceden bile daha esrarengiz ve karanlıktı.
“Hiç mi biriyle öpüşecek kadar yakınlaşmadın peki?” diye sordum, merakım dur durak bilmiyordu. Efken iç çekti, gözlerini açmadan öylece bekledi.
“Duygusal yakınlıktan bahsediyor olmalısın. Hayır, benim için romantik bağlar hiç olmadı. Fiziksel yakınlığın bile kuralları vardı. Korunmadan birliktelik yaşamadım.”
“Sana karşı böyle bir beklentiye giren biri de mi olmadı?”
“Olmadı. İnsanların kuralları vardır. Bunları öğrenirsin, kabul etmiyorsan o insana yaklaşmazsın, kabul ediyorsan da kurallarını çiğnemeye çalışmazsın.”
Konuyu değiştirme ihtiyacı duydum çünkü bir nedenden bu konu beni gerçekten rahatsız etti. “En büyük itirafı sen yaptığına göre kazanan ben oluyorum, değil mi?”
“Evet.”
“Her şekilde karlı çıkmamı sağladın. Bu kendince özür dileme yöntemin mi?”
Gözlerini yavaşça açıp yüzümü incelerken, “Nasıl anlarsan,” dedi. Kollarımı boynuna sarıp omzunun arkasından geriye doğru baktığımda, ileride çakan şimşekleri gördüm. Şimşeklerin ışıltıları denize düşüyor, yansımalar her yana yayılıyordu. Bunun onunla ilgili olup olmadığını merak ederek gözlerimi yüzüne çevirdiğimde arkadaki şimşeklerden haberi varmış gibi gözlerini kıstı.
“Olanlar geçmişle bağlantılıydı, değil mi?”
“Saul ile alakalı, evet.” Bu cümlenin ardından ışıltıları uzaklarda yansıyan şimşeklerin gürültüsü de usulca aramıza sızdı. “Artık geçmiş o kadar netleşmeye başladı ki, sanki her şeyi kendim yaşamışım gibi hatırlıyorum.”
“O asa bir kılıca dönüştü.”
“Aynı zamanda bir orağa da dönüşüyor.”
Merakla kaşlarımı çattığımda kollarını belime sarıp beni kucağında hafifçe hareket ettirerek kendisine bastırdı.
“Ben Saul’un bedeninde can bulduğum zamanlar, yani çok uzun yıllar önce, sadece bir Alfa Hükümdar değildim, aynı zamanda dünyadaki ilk insan formundaki karanlıktım.”
Gözlerimin içine baktığı saniyelerin bir kısmı sessizliğe yatırıldı. Sonunda endişelerden arınarak anlatmaya başladı.
“Nemesis. Alnımda siyah bir güneş dövmesiyle doğduğumda, kabiledeki herkes benim beklenen karanlık olduğumu anladı. Doğduğum gece gökten yere çokça faninin yok olmasına neden olacak kuvvette şimşek yağmurları yağdı. Kırk günlük bir bebek olduğumda, alnımdaki siyah dövmenin içinde parıltılar belirdi, bunların şimşek parıltıları olduğunu anladıklarında atalarım sadece karanlık olmadığımı, aynı zamanda Nemesis’in ta kendisi olduğumu biliyorlardı.”
“Nemesis,” diye fısıldadım.
“Güneşin Karanlık İkizi,” dedi Efken. “Ben gücümü yıkım ve kaostan aldım, benim ışığım sıcak değil soğuktu, ben düştüğüm yere yaşam değil ölüm getirdim. Şimşekler benim parıltımdı. Güneşe çok benzeyen soğuk bir gezegenden yaratıldı gücüm. Nemesis’ten. Bu yüzden sadece Alfa Hükümdar değildim, çok daha fazlasıydım ve tehlikeliydim. Ya sonumu getireceklerdi ya da her şeyin sonunu getirecektim. Yok edilmem gerekiyordu.”
“Önlenemez bir güç,” diye fısıldadım, hafızamın içinden anılar gözlerime sızıyordu sanki. Terimlere yabancı değildim, bir savaş alanında durmuş olup biteni izliyordum ama savaştaki hiç kimse beni görmüyordu sanki.
“Önlenemez her güç, yıkımı doğurur.”
“Şimdi o güç yeniden açığa çıktı.”
“Nemesis’in gücünü geri alamam. Bunu istemiyorum çünkü çok karanlık. Saul olan yanım bu güce açlık duyuyor ve kendini güç için açtı ama Efken güce karşı koymaya devam ediyor. Bu yüzden bir çatışma var. Gücü dışarı itmeye çalışıyorum, bu da kaosa neden oluyor.”
“Gücü kabul edersen olacaklardan korkuyorsun,” dediğimde, korku duygusu kabul etmesi imkânsız bir şeymiş gibi kaşlarını çattı ama gözlerindeki endişeleri saklayamadı.
“Kontrolden çıkarsa ne olacağını bilmiyorum. Belirsizlik beni öfkelendiriyor. İçimde güçten hoşlanan, karanlığa daima çekilen bir taraf var. Bu kadar büyük bir karanlığı içime kabul edecek olursam, güç beni bir megalomana dönüştürebilir. Ben gücü kötülüğe kullanabilecek biriyim, Mahi.”
“Bir anda dünyayı yönetmek isteyen kötü bir adama dönüşecek değilsin ya,” diyerek gülümsediğimde öyle bir baktı ki içime kuşku tohumları döküldü.
“Ben tam da buyum. Yönetmeyi ve yok etmeyi seven.”
“Bu güç seni tedirgin ediyor. Dönüşeceğin kişiden korkmuyorum çünkü sandığının aksine bence öyle biri değilsin.”
“Öyleyim. Gücü seviyorum. Gücü kullanmayı seviyorum.”
“Peki ya bu güce ihtiyacımız varsa?”
Çatık kaşlarla, “Ne demek istiyorsun?” diye sordu.
“Cadılar. Gelecekler, büyük bir kargaşa çıkacak, bunu biliyorum. Sapphire boşuna endişe duyuyor değil. Öte yandan… İçimden bir ses, tek sorun cadılar değil diyor.”
“Bu beni hangi noktaya getireceğini bilmediğim tehlikeli bir gücü kabul etmem için yeterli değil. Onlarla sadece bir Alfa’yken de çarpışabilirim. Ama başka bir şeyken neler yaparım bilmiyorum. Seni ya da diğerlerini bu tehlikeye atamam. Nemesis’in güneşe benzemesi seni kandırmasın.”
“İleride çakan şimşeklerin nedeni de sensin, değil mi?”
Bunu saklama gereği duymadığı her hâlinden belliydi. Başını sallamakla yetindi. Gözlerim tekrar çok uzaklarda gibi görünen şimşek parıltılarına kaydı. “Böyle bir şeyi nasıl yapabilirsin?” diye fısıldadım.
“Sen tüm bunları nasıl yapabiliyorsan, öyle.”
“Ben gelene dek hayatın daha normaldi.” Bakışlarımı yüzüne çevirdim. “Her şeyi altüst edenin benim varlığım olduğunu biliyorum.”
“Bu kaçınılmaz sondu. Yaşanması gereken daha fazla ertelenemezdi.”
Parmaklarımı usulca boynuna bastırdığımda duraksadığını gördüm. Uzun tırnaklarımı boynundan saçlarının arasına doğru ilerlettim. Ne yapacağımı merak ediyor gibi bakıyordu. Tırnaklarımı saç derisine bastırdığımda parmak uçlarıma yükselen enerjiyi hissettim ve bu beni şaşırttı. Bir insana dokunduğumda onunla alakalı hislerle dolduğum zamanlar olmuştu ama şimdi hissettiklerim daha fazlasıydı. Resmen onun karanlık aurasını parmak uçlarımda hissediyordum. Göz bebeklerinin küçüldüğünü gördüm, ışığa maruz kalmış gibi küçücük olan göz bebeklerindeki yansımam da küçülerek kaybolmuştu.
Bir an için şehrin diğer ucunda çakan şimşeklerin hafiflediğini, ışıklarının onları ilk gördüğüm andaki kadar parlak olmadığını fark ettim. Parmaklarımı biraz daha bastırdığımda, karanlığı parmak uçlarımdan bileklerime kadar yükseldi, gücünün acı verici dokusunu hissettim ama parmaklarımı çekmedim ve şimşekler göğü tamamen terk etti. Zihnindeki karanlığın bileklerime doluştuğunu hissediyordum ama bu yaptığımın ona huzur verdiğini de görebiliyordum. Birdenbire daha şefkatli gözlerle bakmaya başlamıştı, sanki can çekişiyordu da buna dokunuşumla son vermiştim.
“Bunu nasıl yapabiliyorsun?” diye sordu, sesi bir çocuğunki kadar saf yükselmişti.
“Bilmiyorum. Sanırım bir tür Marlık özelliği olsa gerek,” diye alay ettim ama buna gülmedi, pürdikkat gözlerime bakmaya devam etti. “Şimşekler yok oldu.”
“Belki de sadece sana odaklandığım içindir.”
Bileklerime yüklenen, derimi zorlayan karanlığından bahsetmedim. Buna inanmasını istedim. Belki de böylece onu zorlayan bu karanlık auraya hâkim olmayı öğrenebilirdi. O gece onu karanlık düşüncelerden uzaklaştırdım. Gün maviye dönene dek piyanonun önünde oturdu, ben de onun kucağında kaldım. Tartışmadık, inatlaşmadık, kaba saba davranmadı, sorduğum birçok soruya cevap verdi ve bunu yaparken benden karşılık olarak cevaplar beklemedi.
Güneşin Karanlık İkizi ile ilgili konuşmadı, cadılarla alakalı bir şeyler söylemedim. Dudaklarımızda saklamakta güçlük çektiğimiz bir gülümsemeyle iki normal insan gibi sohbet ettik.
Eve döndüğümüzde öğlen saatlerinde olmamıza rağmen gökyüzü alışkın olduğum şekilde mavi ve pusluydu. Araçtan inerken, “Araba hırsızı olduğunu bilmiyordum,” diye takılmıştı bana. “Sadece kart hırsızısın sanıyordum.”
Verandaya doğru yürürken eve geri döndüğümüz için daha huzurluydum. Herkesin evde olduğunu hissedebiliyordum. Ormanda Efken’in varlığını hissettikleri için daha hızlı koşuşturan sürünün de büyük patilerinin seslerini duyabiliyordum. İbrahim’i verandanın ahşap korkuluğuna oturur hâlde bulduk. Sırtı bize dönük olduğundan bizi fark etmemişti, kulağında kulaklıkları vardı ve dışarı sızan müziğin sesini duyabiliyordum.
Efken birden verandanın alt kısmından İbrahim’i itince İbrahim büyük bir patırtıyla verandanın iç kısmına doğru düştü.
Patırtının hemen ardından, “Bismillah!” diye bir ses duydum ve kafasını kaldırıp verandadan aşağıya doğru baktı. “İki gözümün alfası gelmiş.”
“Öyle kulağında kulaklıkla götünü dönüp oturacak kadar cesaretlenmişsin bakıyorum, maymun suratlı,” dedi Efken, İbrahim’e dik dik bakarak. “Hiç korkmuyor musun bir kurdun gelip götünü kapmasından?”
“Götümü kapabilecek tek kurt sensin.” İbrahim doğrulup kalkmaktansa birden yüzüstü uzanıp yüzünü ellerinin arasına alarak bacaklarını şirin bir şekilde sallarken, “Sen yokken yuvamızı korudum, daddy,” dedi Efken’e.
“Senin yönelimin Efken mi yoksa Yaren mi cidden merak ediyorum,” dediğimde pozisyonunu bozmadan bana yandan kötü bir bakış attı.
“Karadumanseksüelim ben.”
“Sen biraz daha konuşursan ben seni komaseksüel yapacağım ama,” dedi Efken verandanın basamaklarını tırmanmaya başlamadan hemen önce.
“Beni komaya sokmadan önce bana sokmak ister-”
İbrahim’in göz devirmeme neden olan cümlesini Efken, “Yaren,” diyerek bölünce gözlerim hızla açık duran sokak kapısına kaydı. Kapının iç tarafında Yaren’in dikildiğini gördüm. Elinde bir kahve fincanı tutuyor, son günlerde olduğunun aksine oldukça sağlıklı görünüyordu.
“Sonunda geldin,” dedi kaşlarını çatarak. “Bizi bırakıp nereye kayboldun?”
Efken temkinli gözlerle, “Nasıl hissediyorsun?” diye sorarken Yaren’in sorularını görmezden gelmeyi mi seçmişti yoksa sadece nasıl olduğuyla ilgilendiğinden onun sorularını duymamış mıydı anlamamıştım.
“İyiyim,” dedi Yaren, bir şeyler daha söylemek istiyormuş gibi dudaklarını araladı ama çok geçmeden dudaklarını birbirine bastırıp mühürledi. Onda bir şeylerin farklı olduğunu hissedebiliyordum. Bir şeyler yolunda değildi.
“Konuşmak ister misin?” diye sordum Yaren’e. Bakışları abisinden ayrılarak bana dönerken yüzünde temkinli bir ifade vardı. Konuşmak istediğini hissedebiliyordum ama bir yanının bu konuşmadan kaçtığını da görebiliyordum.
“Belki daha sonra,” dedi Yaren ama bu cevabın gerçekçi gelen tek bir yanı yoktu. Efken içeri girerken ben verandada kalıp Yaren’in temkinli bakan gözlerini izlemeye devam ettim. Gözlerini kaçırıp hissettiklerini benden gizlemeye çalışsa da pek başarılı olduğu söylenemezdi.
“Daha sonra olmasını istediğine emin misin?” diye sorduğum anda İbrahim’in bakışları Yaren’e saplandı.
Yaren, “Yeterince iyi hissettiğimde,” dedi, başka bir şey söylemedi, kahvesinden bir yudum alıp bana cümle kurma fırsatı bırakmadan kapıdan içeri girdi ve gözden kayboldu.
“Ne sakladığını düşünüyorsun?” İbrahim’in sorusu, bakışlarımın karanlık gibi düğümlendiği noktadan ayrılmasına neden oldu.
İbrahim’in ela gözlerine uzun uzun bakıp, “Bunca zaman neredeyse durmadan uyudu. O yüzden görebileceği tek şey var, onlar da rüyalar. Bazı rüyalar görüyor ve bize söyleyip söylememek konusunda kararsız,” dedim, sesimdeki kesinlik İbrahim’in konuyu sorgulamamasına yetti de arttı. Saniyeler içinde güven bir dağ gibi aramızda dikilmişti. İbrahim’in bana güvendiğini hissedebiliyordum.
“Gerçeği, eğer gerçekse, ondan daha fazla saklamak doğru olmayacak,” dedi İbrahim. “Babası gerçekten o şeyse, bu onu da bir doğaüstü yapmaz mı?”
“Şu an onun olduğu doğaüstü ya da gücü değil, neler hissedeceği umurumda. Onu çökmüş hâlde görmek istemiyorum.” Kollarımı bedenime sarıp derin bir nefes aldım. “Efken’den başka sığınacağı bir liman yok. Yeni bir liman sadece alabora olmasına neden olabilir.”
“Peki şimdi ne yapacağız?”
“Ne zaman saldıracağı belirsiz olan cadı azınlığı ya da çoğunluğuyla ne şekilde, nasıl savaşırsak kazanabiliriz onu planlayacağız. Fiziksel güç, plan olmazsa bir hiç demektir.”
“İlk adım?”
“Fiziksel olarak sınırları ne kadar zorlayabiliriz öğrenip, sınırlarımıza göre görev dağılımı yapmak. Nasıl saldıracaklar, ne çeşit güçleri var, bize karşı nasıl konumlanacaklar merak ediyorum.”
“O zaman sınırlarımızı zorlayalım,” diye şakıdı İbrahim, bu onu korkutmaktan çok eğlendirmiş gibi. Bakışlarımı yarı insan, yarı sırtlan doğaüstü varlığa çevirip ona güçsüzce gülümsedim.
“Kahkahalarına ihtiyacımız olacak.”
“Bende kahkahadan bol bir şey yok, Mēness,” diye mırıldanınca bir an ikimiz de duraksadık, kaşlarını çattı ve “Geçmiş hâlâ bizimle,” dedi. “Kime dönüşürsek dönüşelim, hâlâ o insanlarız.”
“Herkesi topla, evlerinize dönün,” dedim. “Biraz dinlenin. Sonra da buluşalım.”
“Yeniler ne olacak?”
“Axel, Hayal, Nora ve Kenneth için kalabilecekleri bir yer ayarlamamız gerekiyor.”
“Bunu halledebilirim. Onları Crystal’in evinden alıp başka bir yere götürürüm. Buna ne derler bilmiyorum,” dedi İbrahim, kafasını kaşıyıp koruluğa doğru baktı. “Geri dönmek isterlerse ne yapacağım?”
“Marlar ve Cadıların birbirine girmesi demek, tüm ırkların birbirine girmesi demek. Soykırım demek. Çünkü bu savaşta kurtlar da bizimle olacak ve bu diğer ırklar arasında çarpışmalara yol açacak. Ucu yine onlara dokunacak bir konuda bizi tek bırakacaklarını sanmıyorum.”
“Mantıklı ama Kenneth’i ikna etmek zor olacak. O timsah çocuk ürkütücü, üstelik şakalarını benimle yarıştırması da pek hoşuma gitmedi. Her zaman başrol olmayı sevmişimdir, biri rolümü çalınca sinirleniyorum,” diye söylendi İbrahim. “Bu arada Efken konusunda ne yapacaksın? Herkes Efken’e ne olduğunu sorguluyor. Geçici sürüsü de öyle. Crystal bunun bir enerji patlaması olduğuna hepsini inandırmaya çalıştı ama sonunda sorgulayacaklar. Benim esmer yiğidime neler oluyor?”
“Geçmişi hatırlıyorsun ama hâlâ tamamen değil,” dediğimde haklı olduğumu belirtmek ister gibi başını salladı. “Saul’un aynı zamanda kim olduğunu hatırlamıyor musun?”
“Saul’un bir zamanlar liderim olduğunu biliyorum, onun sürüsüne onlardan olmamama rağmen katıldığımı biliyorum, Efken’e çok benzediğini ve onunla sırt sırta çarpıştığımı biliyorum. Ama bunlar benim anılarım mı ruhumun anıları mı bilmiyorum. O anıları hatırladığımda bir başkasının hayatını izliyormuşum hissine kapılıyorum. Biliyorsun, bir süre öncesine kadar seninle aynı yerde yaşayan sıradan bir insandım.”
“Efken sadece Saul değil. Büyük bir karanlık,” dediğimde bunu söylemek dilimi bile acıtmıştı ama İbrahim sadece gözlerimin içine baktı. Bu çok sonradan edindiği bir bilgi gibi görünmüyordu.
“Bunu bilmek için onu hatırlamama gerek yok,” dedi, sözleri keskin değildi ama nedense beni yaraladı. “Onun karanlık olduğunu onu gördüğün ilk andan itibaren sen de biliyordun.”
“Ama Saul’un karanlı-”
“Hissedebiliyorum.” İbrahim verandanın ahşap basamaklarını gıcırdatarak inip karların içinde bir süre turladıktan sonra bana baktı. “Gidip her şeyi halledeceğim.”
❄️
Luxury’deki dağınıklığı toplamak zaman alacağa benziyordu. O gece, sırttan bıçaklayan cadı Samuel’in burada can vermeden öncesinde özenle yenilediğimiz mekân, büyük hasar almıştı. Topuklu botlarımla cam kırıklarının üzerine basarak ilerleyip dans pistinin ortasına kadar geldim. Efken hemen arkamda, ortalığı toparlaması için tuttuğu insanlarla görüşüyordu. Yakamoz’dan döndüğümüzün ertesi gününde soluğu Luxury’de almamızın nedeni kabul etsin ya da etmesin kesinlikle kafa dağıtmaya ihtiyacı olduğundandı.
Topuklarımın üzerinde dönüp, cam kırıklarını ayaklarımla iterek odağıma Efken’i aldım. Büyük parmakları yeni çıkmaya başlayan sakallarının ucunu çekiştirirken gözleri söylediklerine kulak kesilmediğim yabancı adamdaydı. Kaslı bedenini saran koyu lacivert bir gömlek giymişti, ipekten gömleği tenine tam olarak yapışmasa da şişkin kasları gömleği geriyordu. Ağırlığını bir bacağına verip boynunu esnetince bakışlarımız buluştu. Onu izlediğimi görmek duraksamasına neden oldu. Şimdi karşısında konuşan adamı dinlese de anlamadığına emindim.
Adam, “Düşünceniz nedir?” diye sorunca, Efken irkilerek adama döndü.
“Düşüncem mi?”
“Evet?” Adamlar birbirlerine, sonra da soruyu yöneten adama baktılar. “Bu tarz bir değişiklik iyi olmaz mıydı?”
“Açıkçası anlattıklarınızı dinlemedim.” İşaret parmağını kaldırıp beni gösterdiğinde, adamların gözleri birdenbire bana çevrildi. “Tüm dikkatim ondaydı.” Elini indirirken adama olan bakışları daha sertti. “Esas meseleye gelecek olursak, ben sizden bu mekânı değiştirmenizi değil, toparlamanızı istedim. Onun kurduğu düzen güzeldi, üzerine başka bir tasarım istemiyorum.”
“Daha iyi olabilir diye düşünmüş-”
“Senin düşüncelerin değil, benim isteklerim önemli. Onun tasarladığından daha iyisini tasarlayabilecek biri değilsin.”
Adam bu cümleden hoşlanmamış gibi kaşlarını çatınca, Efken kaşlarını havaya kaldırdı ve adamın yüzündeki ifade yerini korkuya bıraktı. “Senin için yeterli bir cevap mıydı?” diye sordu adama sertçe.
“Gayet yeterliydi,” dedi adam, karşısındaki adamla sorun yaşamak istemediği ortadaydı.
Adamlar sırtlarını dönüp uzaklaşmaya başladıklarında Efken bana doğru döndü, birkaç saniye yüzümü izledi ve sonra yürümeye başladı. Dışarıdaki rüzgârın ne kadar güçlü estiğini mekânın kırılan pencerelerinden birinden içeri sızan ıslık sesi belli ediyordu. Tam önümde durduğunda, “Burası bana güzel şeyleri hatırlatıyor,” dedi, gözleri karanlığın yuvası gibiydi. Buradaki yakınlaşmamızı hatırlayınca yanaklarıma sıcaklık çöktü. Şiddetli rüzgârın uğultusu arttığında cam kırıklarını çiğneyerek ona doğru bir adım attım.
“Bana da Samuel’in ölümünü hatırlatıyor,” dediğimde kaşlarını çattı. “Onu nasıl öldürdüğümü hatırlatıyor.”
Beni bu düşünceden uzaklaştırmak istiyormuş gibi, “Tek aklına gelen bu mu?” diye sordu.
Dudaklarımda muzip bir gülümseme oluşurken, “Eminim duymak istediğin şey de aklıma gelmiştir,” dedim. Etrafıma bakınıp, “Burası için çok emek verilmişti. Mahvolmuş hâlde,” diye mırıldandığımda bana biraz daha yaklaşıp çeneme dokundu.
Gözlerimi hızla gözlerine çevirdim. Uçurum mavisi gözleri kan kızılı gözlerime saplandı ve nefeslerimiz birbirimize duyduğumuz açlığın ninnisi gibi yükselerek hızlanmaya başladı.
“Burası yine senin istediğin gibi bir yer olacak,” dedi, boğuk ve davetkâr sesinin tüylerimin dikilmesine neden olduğunu hissettim. “İstediğin şekilde, istediğin gibi.”
Başta bu hareketi yaparken onda nasıl bir etki yaratacağıyla ilgili düşünsem de düşünceler beni tam olarak etkisi altına alıp engellemeden önce elimi kaldırıp yanağına yerleştirdim. Parmak uçlarım elmacık kemiklerinin üzerinde duruyor, avuç içim zayıf, içe çökmüş yanaklarına yaslı duruyordu. Göz bebeklerinin ışık tutulmuş gibi genişlediğini gördüm.
“Dışarıda bir fırtına var,” diye fısıldadım, gözlerini gözlerimden çekmeden beni dinlemeye devam etti. “Rüzgârın sesini duyuyor musun? Yıldırımların rüzgârın içinde ışıldamaya devam ettiği buradan belli. Şehre çöken yıldırımlarla bir ilgin olduğunu biliyorsun. Bu konuyu Mustafa Baba ile konuşmamızın zamanı gelmedi mi?”
Gözlerini yumup derin bir nefes aldıktan hemen sonra yanağını avucuma bastırdı ve “Kimseye güvenmediğimi biliyorsun, değil mi?” diye sordu. “Sen dışında kimseye güvenmiyorum. Senin dışındaki herkes hayal kırıklığına uğrattı beni.”
Sertçe yutkunup onu gülümsetmek için, “Kapına düştüğüm günü hatırlıyor musun?” diye sordum. Yüzünde aydınlık bir ifade belirir gibi oldu. “O gün yalancı olduğumu söylüyordun. Güvenilmez olduğumu, yalan söylediğimi…”
Yüzündeki aydınlık ifade derin, içten bir gülümsemeye dönüştü. “Kaçık gibi davranıyordun. Ya aklını kaybetmiş biriydin ya da yalancıydın.” Derin bir nefes aldı. “Aklını kaybetmiş biri sandığım o kadın, aklımı kaybettirdi bana.”
Zihnim bir an için bu itirafı idrak edemese de kalbim her şeyin farkındaydı. Gözlerimiz birbirine yaslı şekilde bir süre bekledik. Elim yüzünden ayrılmadı ve yüzü usulca yüzüme yaklaşmaya başladı. Kalbimin kasıldığını hissettim. İçim alev aldı. Alevler tüm ruhumu, benliğimi, organlarımı sardı. Kül olacağım sandım, uçup gökyüzüne karışacak, parçalanıp hiçliğe savrulacağım sandım. Eli birden yüzüme kaydığında nefesi tenimi ısıtacak kadar yakınımdaydı. İkimiz de birbirimizin yüzüne dokunuyorduk.
“Benim çıkışım yok,” diye fısıldadı. Cevap vermeden ona bakmaya devam ettim. İçimde bir halat çekme yarışı başlamıştı. “İçimde mahsur kaldın.”
Bu cümle sanki daha önce duyduğum bir cümleymiş gibi kalbimi kıstırdı ve bununla beraber üst dudağı iki dudağımın arasına yerleşti. Bir benzin istasyonunu saran alevler gibi tutuşmaya başlamamız kaçınılmazdı. Dudaklarım dudaklarının altında âdeta eriyordu.
Onunla öpüşmek, ateşle öpüşmek gibiydi.
Dudaklarımız ayrıldığında alnını alnıma bastırdı, eli hâlâ yüzümdeydi. “Çalışmalara kaldığımız yerden devam edebilmemiz için bu şimşekleri durdurmam gerek,” dedi kısık sesle. “Benimle ilgili olduğunu fark etmelerini istemiyorum.”
“Bence o günden sonra herkes bunun seninle ilgili olduğunun farkında.”
“Bunun icabına bakacağım.”
“Esas mesele ne?” diye sorduğumda alnı alnıma yaslı duruyordu. Sorumun onu şaşırttığını fark ettim. Alnını alnımdan çekip gözlerime bakarken yüzlerimiz hâlâ birbirine yakın duruyordu. “Boşuna dışarı çıkmadığımızı biliyorum. Sadece kafa dağıtmak istediğin için mi bizi bu moloz yığınının içine getirdin?”
Efken’in bakışlarının derinliği altında eziliyormuşum gibi hissettim. Mavi gözlerinde kendi yansımam parlıyordu. “Burayı toparlatabilmek için o adamlarla görüşmem vardı. Görüşmenin burada olması daha doğru geldi. Düzeltecekleri yerin ne hâlde olduğunu görmeleri daha iyi. Kimin için çalıştıklarını da gördüler. En iyisini yapamayacak olsalardı kabul etmeden kaçarlardı.”
“Üstünlüğü seviyorsun.”
“Sevdiğimi biliyorsun.” Burnu burnuma sürttü, bunu kasıtlı yaptığını anladım. “Üstte olmayı severim. Altımda kalanı ezmeye bayılırım.”
Sertçe yutkunma isteği tam orada, boğazımda duruyordu. Gözlerimi kısıp, “Gücünü hissettirmeyi de seviyorsun. Altında kalanı ezmeyi sevdiğine göre…” diye fısıldadım.
Dudağının kenarı yukarı çekilirken, “Evet,” dedi. “Altımdaki ezilirken tüm gücümü hisseder.”
Bu kez yutkunuşuma engel olamadım. Bir adım geri çekildiğimde ayağımın altındaki cam kırıkları kıtırdadı. “Sadece görüşme için miydi?” diye sordum yavaşça.
“Yaren’in hocasıyla da görüşeceğim.”
Kaşlarımı kaldırıp, “Neden?” diye sordum.
“Bir süredir derslere de çalışmalara da katılamıyor.”
“Bir hocayla görüşmek için saat çok geç değil mi?”
“En uygun saat. Gece geç saatlere kadar dersi oluyor.” Ellerini kotunun ceplerine koyarak geri çekildi ve kapıya yöneldi. “Gidelim.”
Arkasından yürürken, “Hocasıyla ne konuşacaksın?” diye sordum ama bu soruya bir cevap alamadım. Mekânın dışındaki karanlık koruluğun kenarına park edilmiş arabaya doğru ilerlediğimiz sırada gecenin karanlığının içime sızdığını hissettim. Efken aracın ön yolcu kapısını açtıktan sonra arabaya binmemi bekledi. Kapımı kapattı, aracın önünden dolandı ve çok geçmeden sürücü koltuğundaki yerini alıp motoru çalıştırdı.
Yol boyunca konuşmadık ama karanlıkta parlayıp sönen şimşekler, tıpkı sokak lambaları gibi bizi takip etmeye devam etti. Demirden bir kapısı olan, şato kadar görkemli görünen okulun önünde durduğumuzda karın bu kısımda daha yoğun bir şekilde tuttuğunu gördüm. Okul, okulun bahçesi ve çevredeki tüm nesneler karlar altındaydı. Bahçede uzun ağaçlar vardı, yaprakları olmayan, uzun direklere benzeyen ağaçlar okulu kasvetli gösteriyordu.
Efken demir kapıyı ittiğinde, birkaç sınıfın ışığının yandığını gördüm. Gecenin karanlığında ders görmeye devam mı ediyorlardı? Saat çoktan gecenin on buçuğu olmalıydı.
Okulun giriş kapısına uzanan merdivenleri hızlıca tırmandık, buzlu yüzeyde ayaklarımın kaydığını hissetsem de dengemi yitirmedim. Kasvetli okul, beyaz floresanlarla aydınlatılmıştı. Tam korku filmi çekilecek yerdi doğrusu ama yaşadıklarımın da korku filminden aşağı kalır yanı yoktu.
Üst kata çıktığımızda koridor boyunca sıralanmış siyah mini etekli kızlar, Efken’i gördükleri anda dikkat kesilip onu süzmeye başladı. On sekiz, on dokuz yaşlarından fazla olmayan genç kızların Efken’in ilgisini çekmek için kendi aralarında kıkırdayıp, yüksek sesle konuşmaya başladıklarını fark ettim. Bu bende herhangi bir duygu uyandırmadı. Kardeşim yaşındaki kızları kıskanacak değildim, yanımdaki adamı beğendikleri için böyle yaptıkları belliydi ve bir sebepten bu bana komik gelmişti. Çabaları şirindi. Yine de Efken kızlara aldırmadı.
“Yaren’in abisi değil mi bu adam?” diye sorduğunu duydum bir sarışının. Marlık bana keskin duyular kazandırmıştı. Hızlı adımlarla Efken’e yetiştim, tam yanında yürümeye başladığımda kız dirseğiyle yanındakini dürttü. “Yanındaki kız arkadaşı mı acaba?”
Bu soruyu tamamen duymazdan geldim.
İki kat daha yukarı çıktığımızda bu okulda neden bir asansörün olmadığını düşünüyordum. Bir kapının önünde durduğumuzda şu an ortasında olduğumuz koridor, diğer dört koridordan daha kasvetliydi. Bir an içim büyük bir huzursuzlukla doldu. Tepemizde cızırdayarak yanan beş tane beyaz, uzun floresan vardı ama beyaz ışık içimdeki huzursuzluğu daha da tetiklemişti.
Gözüm kapının yanındaki isme çevrildi. Kahverengi bir yüzeye altın harflerle yazılmış ismi, cam bir tabaka koruyordu. Ahmet Sacit Dinçer. Efken’in görüşeceği hocanın ismi bu olmalıydı.
“Beni burada bekleyebilir misin?” diye sorunca bakışlarım isimden ayrılıp ona saplandı. Başımı sallamakla yetindim, o da başını salladı ve odanın kapısına işaret parmağı daha yüksekte duran yumruğunu sadece bir defa vurup odaya girdi.
Efken içeri girdiğinde artık koridorda tamamen yalnızdım. Sırtımı bej rengi duvara yasladım ve avuçlarımı duvarın soğuk yüzüne bastırarak sırtımla duvar arasına aldım. Tam kafamın üzerinde yanan floresan cızırdayıp söndü, tekrar yandı ama vızıldamaya benzer bir ses çıkarmaya devam etti. Gözlerimi yukarı kaldırıp floresana bakarken tepkisiz görünsem de bedenim gerilmişti. Rahatsız bir his bedenimde elipsler sızarak dolaşıyordu.
O burada, diye fısıldadı bir şey. Onu okuldan uzaklaştır, öğrencilere zarar verecek.
İşte bu sadece his değildi, bu gücümün sesiydi.
Gözlerim hızla kapıya çevrildi. Efken’i çağırsam, o süre zarfında neler olurdu? İçimdeki güç bir kez daha konuştu. Onu buradan uzaklaştır…
Olduğum yerden ışıktan bile daha hızlı şekilde uzaklaştım. Floresan bir kez daha yandı, söndü ve koridorda sıcak bir rüzgârın estiğini hissettim. Rüzgâr saçlarımın arasından süzüldü, tenimi ateş gibi dağladı ve boşlukta kayboldu. Alt katlardaki kızların varlığını hatırladığımda kalp atışlarım hızlandı. Buradaki şey neydi bilmiyordum ama enerjisini hissediyordum ve hissettiğim kesinlikle pozitif bir enerji değildi. Negatif ve karanlıktı.
Hızlı adımlarla, korkuluklara tutunup âdeta uçarak basamakları inmeye başladım. Her indiğim katta enerji daha da yoğunlaşıyordu. İçime bu enerjinin beni ya da Efken’i aradığına dair güçlü bir his doldu. Son indiğim katta bir kız grubunun deli bakışlarıma maruz kaldıklarında ürktüklerini gördüm.
Kızlara, “Dersliklerinize gidin!” diye bağırmamla koşarak bir dersliğin içine girdiler ve etrafıma baktım.
Bir şey bizi izleyerek buraya kadar gelmişti. Enerjisi şimdi daha yoğundu. Onu göremiyordum ama yakınlarda olduğunu hissediyordum. Onu buradan çıkarabilmenin tek yolunun binadan çıkmak olduğunu fark ettiğim an çıkışa doğru koşmaya başlamıştım bile. Enerji benim etrafımda artıyordu. Bu, Efken’in değil benim peşimde olduğu anlamına geliyordu.
Kendimi bahçeye attığım an yeniden karanlık, yoğun ve sıcak bir rüzgâr etrafımda eserek saçlarımı uçuşturdu. Hızlı adımlarla, topuklarım resmen karlara saplanarak demir kapıya yürüdüm. Kapıyı açtığımda çıkan gıcırtı sesi gecenin içinde büyüdü. Öğrencilerin görüş alanından çıktığım anda karanlık bir sokağa girip gözlerimi etrafta gezdirdim.
Boş, karlı bir arazi. Koruluk yok, ağaçlar yok, sadece boş bir arazi. Karanlık. Karanlığı ikiye bölen, tek bir sokak lambası. Kendi etrafımda dönüp çevreyi tararken enerjinin arttığını hissediyordum. Göz bebeklerim aniden yukarı ve aşağı olmak üzere iki tarafa çekilip ince bir elips formunu aldı.
“Ortaya çıkmayacak mısın?” diye sordum kendimden emin bir sesle. Bu, artık gücün beni değil, benim gücü yönettiğimin yegâne kanıtıydı. “Enerjini hissediyorum. Yanımdasın.”
Bir sis tabakasının önümde insan formu aldığını gördüğümde kalp atışlarım hızlansa da yüzüm ifadesizdi. Beyaz bir sis önce kadın silüetine, ardından tamamen bedenine döndü. Karşımda sarı saçlı, benim boylarımda güzel bir kadın bulmayı beklemediğimden kaşlarım ânında çatıldı. Başını omzuna yatırıp gözlerimin içine bakarken bakışları dikkatli, hatta öfkeliydi ama buna rağmen bordoya boyalı dudakları alayla yukarı kıvrıldı.
“Sen de nesin böyle?” diye sorduğumda dudağındaki kıvrım daha vahşi bir sırıtışa dönüştü. Bana doğru bir adım attı. Geri çekilmedim çünkü ne kadar tehditkâr görünüyor olsa da ondan korktuğumu düşünsün istemiyordum. Uyanışını yeni tamamlamış bir Mar’dan fazlası olduğumu bilmesi gerekiyordu.
“Demek sonunda karşılaştık,” dedi, sesi sertti ama bir şekilde onunla uyum sağlıyordu. “Beni gördüğüne şaşırmış gibi değilsin.”
“Daha çılgınca şeyler gördüm,” dedim çenemi havaya dikerek. Bu hareketimden etkilenmiş gibi kaşlarını kaldırdı. “Neden peşimdesin?”
“Öyle olduğumu nereden çıkardın?”
“Yoksa neden bir okulun içinde dolaşasın? Ben çıkınca benimle birlikte binadan ayrılasın?” Sırıttım. “Ya da dahası, neden sonunda karşılaştık diyesin?”
Dudaklarını büküp sahteden bir üzüntüyle, “Beni yakaladın,” diye mırıldandı.
“Ne istiyorsun?”
“Ben sadece…” Dudaklarını büküp gözlerini yere indirdi. Ayaklarıma, sonra da bacaklarıma baktı. Gözleri karnımda asılı durduğunda bükülü dudakları bu kez yukarı kıvrılarak şekil değiştirdi ve birden, “İntikam,” diye tıslayıp avucunun içini kaldırarak karnıma doğrulttu.
Bana temas etmemesine rağmen avucundan kırbaç gibi fırlayan enerjinin bedenime çarptığını hissettim ve beni savurmasına engel olamadım. Bedenim arkamda kalan bina duvarına çarptı, delici bir acı anlık olarak içimde dolaştı ama bu kısa sürdü. Doğrulmak için hazırlanıyordum ama o durmadı, avucunun içinde biriktirdiği yeni bir enerjiyi ya da gücü, her ne sikimse işte onu bana savurdu ve bedenimi duvara mıhladı. Sırtımdan duvara yapışmıştım, hareket edemiyor, dik dik bakan gözlerle yabancının bana yaklaştığı anları izliyordum.
“Tek adım daha atacak olursan,” diye tısladım, “tırnaklarımı ciğerine seve seve batırırım.”
“Yap da görelim, sürtük,” dedi alayla gülerek. “Küçücük bir büyü bile hareketini nasıl engelliyor, gördün m?” Büyü. Gözlerimi yüzüne diktiğim saniyelerde artık onun intikamcı cadılardan biri olduğunu biliyordum. “Sen daha benimle başa çıkamıyorsun, kafileyle nasıl başa çıkacaksın?”
“Neler yapabildiğimi bilseydin, bu kadar büyüklük taslamazdın. Benimle bu perdeden konuşan kimse sahnede sandığının yarısı kadar uzunlukta kalamadı,” dedim tükürür gibi. “Buradaysan, kim olduğumu biliyorsun demektir.”
“Kim olduğunu biliyorum. Kafile yola koyulmadan senin canını aldığımda, sadece isim yapmış işe yaramaz, faniden kırma bir et parçası olduğunu herkes anlayacak. Hangi cüretle benim safımdan birini öldürürsün?”
“Birini mi?” Aniden bedenimi öne itmemle kalkan kırıldı ve duvardan ayrılabildim. Bu onu irkiltse de geri çekilmedi. Ayaklarımın üzerine bastığım an ellerimi kaldırıp parmaklarımla bir sayı oluşturdum. “Yanlışın var. İki.” Gözlerimi kıstım ve bir parmağımı daha kaldırdım. “Seninle üç.”
“Katil!” diye bağırmasıyla eş zamanlı olarak elini havaya kaldırıp avucunun içinde bir sis topu büyütmeye başladı. Bu ne olduğundan bihaber olduğum büyünün avucunun içinde aldığı kıvamı izlerken nasıl bir atak yapmam gerektiğini düşünüyordum. Mēness, zihnimin derinliklerinde dişi bir kurt gibi uludu.
Aniden eğilip, hiç beklemediği bir anda yere dokunmamla karların arasında bir ateş yandı ve barutun üzerinde ilerler gibi karların üzerinde ilerleyen ateş hızla ona doğru gitmeye, ona yaklaştıkça büyümeye başladı. Bu kafasını karıştırdığı için avucunu yere indirdi, panikle geri çekildiği sırada beni yakmayan ateşin içinden atlayarak boynunu yakaladım ve saç destesi avuçlarımın arasına girerken onu geriye düşürdüm.
“Çetin ceviz olduğun tahmin etmediğim bir şey değildi,” derken çırpınıyordu ama artık yerdeydi ve tam karnının üzerinde oturuyordum. Ateş hızla onun ayaklarına ilerliyordu. Tırnaklarımı boğazına batırıp kafasını karlı zemine iyice bastırdığımda hırladı ama buna aldırış etmedim.
“Çetin cevizden fazlası olduğumu öğreteceğim hepinize,” dedim hırsla. “Kimin karşısına geçtiğini öğreneceksiniz. Sen ve senin gibi başkaldıran ne kadar mürit varsa, hepiniz beni tanıyacaksınız.”
“Senin aşağılık bir katil olduğunu zaten biliyoruz. Seni tanıyoruz, Mēness.”
“Andığın ismin senin hayatında ne gibi sonuçlara yol açacağını öğreneceksin.” Gözlerimdeki elips daha da inceldi, bir yaratığın, ruhumdaki canavarın gözleriyle baktım ona. “İnsanlara zarar vermek için okula girdin. Bir insan olarak büyüdüğüm için insanlara kinlisin, değil mi? Ne yapacaktın? Sana bahşedilmiş doğaüstü güçlerinle insanları benim gözümün önünde mi katledecektin? Tıpkı o pislik Çöl Cadısı’na yaptığım gibi.” Yüzüne eğilip tıslar gibi konuştum. “Ve en güçlü, acımasız cadı klanından olan Samuel’e.”
“Seni öldüreceğim. Tüm soyunu. Arkanda bırakıp buraya geldiğin herkesi,” dediğinde ateşim usulca ayaklarını yakmaya başlamıştı. Canı yanıyordu ama bağırmıyordu. Ateş beni yakmadığı hâlde benim de canım yanıyordu.
Geride bıraktıklarımdan bahsetmesi içimdeki tüm öfkenin güç olup bedenimden dışarı kusulmasına neden oldu. Bir yırtıcı gibi çıkardığım hırıltının hemen arkasından cadının boğazına parmaklarımı bastırdım ve ateşin cayır cayır yaktığı bacaklarından yanık bir koku ciğerime dolmaya başladığında tırnaklarım da keskin bir bıçakmış gibi birden boğazının içine daldı.
Cadının gözleri bembeyaz bir zarla örtüldü. Yine de ona duyduğum öfke dinmedi. Parmaklarımı daha ileri ittim ve soluk borusuna dokundum. Gırtlağını sökme isteği kanımı dondursa da burada biri ölmek zorundaydı ve ölen ben olmamalıydım. Yine de çırpınışlarını görmek insan tarafımla yüzleşmeme neden oldu.
Her ne kadar Mar zehri taşısam da ben bir insanın kalbiyle büyümüştüm.
Parmaklarımı sertçe geri çekmemle cadının kanı boynuma kadar sıçradı. Ölmeyeceğini biliyordum. Kendini iyileştirebileceği kadar zamanı vardı. Bir süre atak yapmadan altımda uzandı, ayaklarını yakan ateş sönmüştü, gözlerini ayırmadan bana bakarken kalbinin korkuyla çırpındığını görebiliyordum. Karların içini kızıla boyayan kanaması bir süre sonra dindi, yaraları küçük de olsa kapanacak gibi duruyordu.
“Senin lanetin ne biliyor musun?” diye sordu kısık sesle. Kaşlarımı çattığımdaysa o karanlık kelimeyi söyledi. “Kalbin.”
Bu cümlenin arkası bıçak kadar keskin bir şaşkınlıktı. Çünkü cadı, yattığı yerde ikiye bölündü. Bu bölünme fiziksel değildi. Tam yanında ona çok benzeyen bir erkeğin uzandığını gördüğümde tepki veremedim. Ben kadının üzerinde otururken erkek olan beni birden boğazımdan kavrayıp havaya kaldırarak ayağa kalktı. Gücü beni şaşkına çevirdi çünkü ayağa kalkarken aynı anda bir kukla gibi beni de beraberinde kaldırmıştı.
“Merhametli insanlar kraliçe olamaz, Mēness,” dedi kadın cadı birkaç öksürüğün ardından. O an, erkek cadıyla göz göze geldim ve onların tek yumurta ikizleri olduğunu anladım. “Sen bir kraliçe olarak uyandın ama bir kraliçe olarak yaşayamayacaksın.”
Kadının sözleri zihnimde rüzgâr gibi eserken erkek cadı beni gırtlağımdan tutmaya devam ediyordu. Ayaklarımı bile sallayamıyordum çünkü tutuşu garip bir şekilde vücudumdaki tüm aktif sistemi kapatmıştı. Felçli gibiydim, sadece kısık gözlerle beni gırtlağımdan kavramış adama bakıyordum. Adamın tırnak diplerinden yükselen pençelerin boğazıma saplanmaya başladığını hissettiğimde içimdeki gücü çağırmaya çalıştım ama kör olmuş gibiydim.
“Seni öldüreceğim, Mēness,” dedi adam kindar bir sesle. “Kimse benim Sevgili Kassandra’ma dokunamaz.”
Birden bir şimşek çaktı. Her yeri gümüş rengine, ardından da güçlü, elektrik mavisine boyayan bir şimşek…
Pençelerin boğazımdan çıktığını, boğazımı tutan elin gevşediğini hissettim. Gözümü kör eden ışığın dağılmasıyla boğazımı kavrayan el beni boşluğa bıraktı ve yere, dizlerimin üzerine düştüm. Saçlarım yüzümü örttü. Kafamı kaldırıp saçlarımın arasından olup biteni anlama dürtüsüyle etrafıma baktığımda, damar şeklinde kalın, elektrik mavisi bir şimşeğin erkek cadının sırtından girip göğsünden çıkmış hâlde öylece durduğunu gördüm. Erkek cadının menekşe rengi gözlerinin yerinde şimdi beyaz bir zar vardı, ifadesi donmuş, dudakları kül rengine dönmüştü. Bu görüntü Kassandra’nın güçlü bir çığlık atmasına neden olmadan hemen önce Efken’in konuşmasıyla anlam kazandı.
“Seni öldürdüm, cadı,” dedi Efken hırıltılı bir sesle. “Kimse benim Sevgili Mēness’ime dokunamaz.”
Ve şimşek, cadının içinde elektrik akımı gibi etrafa sıçrayan ışıkların parlamasının hemen ardından uzun, sapı buz kristallerinden bir kılıca dönüştü. Cadıya saplı duran bir kılıca.
Kassandra, “Kyros!” diye bir çığlık attı, zihnim suskundu ama bu çığlık zihnimde yankı uyandırdı.
Kyros, Efken’in hemen arkasında durup kılıcı içinden çekmesiyle bir heykel gibi taşlaştı, ardından o heykel yüz farklı parçaya dönüşüp tam önüme düşerek etrafa dağıldı. Parçalardan biri gözlerine aitti ve o gözler cansızdı, taştandı. Efken’e bakmak için kafamı kaldırdığımda o kadar sakindim ki sanki normal bir şeye tanık olmuştum.
Efken’in üzerinde kazağı yoktu, teni çıplaktı; elinde etrafında elektrik mavisi ışıklar cızırdayan bir kılıç tutuyor, gözlerinin beyazı da dahil olmak üzere tamamı şimşek parıltısıymış gibi tek bir renkte parlıyordu. Ne göz bebekleri vardı ne gözünün beyazı ne de uçurum mavisi hareleri.
O an anladım. Karşımda duran Efken’den de, Saul’dan da, Alfa Hükümdar’dan da fazlasıydı.
Karşımda duran kişi, Güneşin Karanlık İkizi, Ölüm Yıldızı Nemesis’in ta kendisiydi.
🎧: E.S. Posthumus, Unstoppable