Bir kara mambanın ağzının içi gibi simsiyah, zift gibi yapışkan bir sıvı, aynadaki yansımamın saçlarından yere damlıyordu. Zift damlalarının yere düşerken çıkardığı sesleri duyuyordum. Onu izliyordum, onunkinin aksine temiz saçlarım yüzümün kenarlarından göğüslerime kadar salınıyordu. Saçlarımı parmaklarımın arasına alıp şaşkınca baktığım sırada aynadaki yansımam da benimle aynı hareketi yaptı. Parmaklarım saçlarımdan ayrıldı, yüzüme dokundum. Onun yüzündeki deri kabarmıştı, pütür pütür görünüyordu.
Aynaya yaklaştım, o da bana yaklaşmıştı.
Şimdi öylece durmuş birbirimizi izliyorduk.
Yansımam neden böyle görünüyordu?
Elimi uzatsam ona dokunurdum. Belki onunla konuşur, neden böyle göründüğünü sorardım. Bu beni deli yapmazdı çünkü her kendi kendine konuşan insan deli değildi.
Gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığıyla irkilip elimi ona doğru uzattım. Devamındaysa gözlerinde gördüğüm ifadenin yalan olduğunu, beni kendiyle kandırdığını anlamam çok uzun sürmedi. İlk önce dişlerini göstererek gülümsedi, kabuk kabuk olan derisi gerildi. İstemsizce elimi öne ittiğimde aniden yüzünü yaklaştırıp tiz bir çığlık attı.
Zihnimin içinde çınlayan bu çığlıkla irkilerek gerçekliğe döndüm. Şimdi üzerimizdeki gökyüzünden yağan şimşeklere iri gözlerle bakıyordum. Yağan yıldırımlar yüzünden bir yerlerde büyük hasarlar oluştuğuna emindim. Karların içindeki ağaçlardan bile gelen yanık kokusunu soluyabiliyordum.
“Efken,” diye mırıldanıp ona doğru bir adım atacağım sırada elini kaldırıp beni durdurdu.
“Dur,” dedi, boğuk sesinin titrediğini fark ettim. Alnında yanan o güneş sembolünün altın ve bakır tonlarındaki parıltıları yüzüme yansıyordu. Ona ne oluyordu?
“Onu durdurmamız gerekiyor!” diye bağırdı İbrahim, hemen ardından öne atılacakken, Hatem onu durdurdu. Efken’in boğazından yükselen hırıltıları duyabiliyordum. Elindeki asayı öne doğru ittiğinde gök yarılırcasına gürledi.
“Bu adam hepimizi öldürecek!” diye hırladı Crystal öfkeyle. Bir anda öne doğru atıldı, şimdi tam yanımda duruyordu. Bense algılarımı kapatmış hâlde Efken’e bakıyordum.
Crystal, ellerini öne uzattığında altımızdaki yer sarsıldı. Ne yaptığını anlamaya çalışır gibi ona doğru baksam da bir yandan da gözüm Efken’in üzerinde kalmaya devam ediyordu. Crystal, bir şeyler fısıldadı, yanımda olmasına rağmen ne dediğini duyamamıştım çünkü algılarımı gerçekten yitirmiştim.
Sonra aniden yerdeki karlarda küçük delikler açılmaya başladı. Açılan deliklerden duman gibi dışarı fışkıran şey kumdu. Crystal, ellerini avuçları yere bakacak şekilde çevirince göz bebeklerim dik duran bir elips gibi inceldi. Onun bu hareketi, karların altından kumların fışkırmaya başlamasına neden olmuştu.
Bana, “Geri çekil!” dediğinde ona uyarak bir adım geri çekildim.
Efken bir anlığına duraksayıp önünde yükselen altın rengi kumlara baktı. Crystal, gözlerini Efken’in gözlerine dikmişti. Bir elini indirdi, diğer elinin işaret parmağını havaya kaldırdı. Parmağını yavaş hareketlerle çevirmeye başladığında Efken afallamış bir hâlde ona bakıyordu.
Parmağının hareketleriyle yükselen kumlar bir hortum oluşturdu.
Çöl kumu.
Çöl Engereği.
Oluşturduğu hortum gitgide daha da büyüdü. Saçlarım geriye savruldu, elimi gözlerime siper ettim. Arkamızdakiler de ağaçların kenarlarına sığınmışlardı. Duyduğum, önümde duran kadından geldiğinden son derece emin olduğum tıslamayla hortum gökyüzüne uzandı ve aniden bölünerek aynı büyüklükte onlarca hortuma dönüştü. Gökyüzünden yağan şimşekler yükselen kumla birlikte yeryüzüne inmeden parçalanıyordu. Efken bir hırıltı çıkarınca irkilerek ona baktım. Asayı tutan eli titriyordu.
Crystal bir anda kolunu kaldırıp avucunu göğe doğrulttu, attığı o güçlü çığlık bütün ağaçların yerinden dökülecek gibi sallanmasına neden olmuş, yönlendirdiği hortumlar tamamen gökyüzünü kaplayarak bütün şimşekleri kafeslemişti. Crystal, açtığı elini kapatıp yumruk şeklini verdiğinde hortumlar üzerimizde patladı.
Gözlerimi yumarak başımı eğdim, dökülen kum taneleri saçlarıma tutunmaya başlamıştı. Bir taşa çarpan metalin sesini duymamla gözlerimi açıp Efken’e bakmam bir oldu. Tek dizinin üzerine çökmüş, açtığı avuçlarına dehşetle bakıyordu.
“Biraz topraklama yapmam şarttı,” dediğini duydum Crystal’in. Elimi narin omzuna koyup hafifçe sıktıktan sonra yanından geçerek Efken’in önünde yere çöktüm.
“Efken, iyi misin?” Elimi yere yaslı olan dizine bastırıp yüzüne baktığımda ellerine odaklı gözleri yüzümü buldu.
“Medusa,” dediğinde sesindeki sertliğin arkasına saklanmış dehşet yüklü şaşkınlığın varlığını hissedebilmiştim. “Onu hissediyordum.”
Gözlerim bir an karların arasında uzanan kılıca kaydı. Asa bir kılıç formunu almıştı. Birkaç saniye sonra görüntü titreşti ve kılıcın yerini yeniden asa aldı.
“Nasıl?” diye sorarken sesim bu duruma ne anlam yükleyeceğini bilemez gibiydi.
Gözlerimin içine, kimsenin göremeyeceği kadar derine sakladığım ruhuma baktı. Gökyüzündeki şimşekler yok olmuştu ama onun mavi gözlerinde birbirine çarparak dağılan gümüşî renkteki şimşekleri görebiliyordum.
“Nemesis’in gücünü hissediyorum,” dedi, dizine yaslı olan elim titredi, dudaklarım usulca aralandı. Nemesis… Güneşin Karanlık İkizi’nin Efken ile ne ilgisi vardı?
Aniden geçmişten bana doğru uzanan o ses tanıdıktı, zırhını kuşanmış adama öfkeli gözlerle bakan kadına aitti. Hafızam bir yılan gibi sürünerek geçmişin içinde ilerlemeye başladı.
O kadın, “Güneşin Karanlık İkizi,” dedi zehir gibi bir sesle. Kılıcını sıkıca tutan adamın gözleri kadının zehrini taşıdığı dudaklarındaydı. “Tıpkı Nemesis gibi gaddarsın.”
Kızıl gözlerim bu anıyla bir elmas gibi parladığında beni anıdan uzaklaştıran Sezgi’nin sesi oldu. “Az önce çok fazla enerji yaydın. Bu enerji bizi hedef hâline getirecek,” derken şaşkın sesinde gizli bir tedirginlik vardı.
Crystal kaşlarını kaldırıp ellerini birbirine çarparak silkelerken, “Cadılığı çözmeye başladın. Aynı bir cadı gibi konuşuyorsun,” dedi, Sezgi ona yan gözle baksa da herhangi bir cevap vermedi.
Efken, sessizce ayaklandı, öylece çöktüğüm yerden ona bakmaya devam ediyordum. Geniş omuzları bir elektrik akımına maruz kalmış gibi gergin ve hareketliydi. Alnındaki güneş sembolü hâlâ ışık saçarak esmer tenine kazılı duruyordu. Birkaç kez ileri geri yürüdü, bu olurken herkesin gözleri onun üzerindeydi.
Daha sonra ellerini saçlarının arasına daldırıp sertçe çekiştirdi, sırtını bize dönüp yerden aldığı asayı sıkıca kavrayarak hızla yürümeye başladı. Onun bu ani gidişi içimdeki paniği büyütürken doğrulup onun arkasından ilerlemeye başladım. Sapphire arkamdan gelmeye yeltense de Crystal’in onu durdurduğunu duyabiliyordum.
Yerdeki karların üzerinde ince bir kum tabakası vardı. Kimi kısımlarda karlar kum tanelerini emerek içine çekmiş olsa da hiçbir şeyden haberi olmayan biri ormana girdiğinde bu görüntüyü kesinlikle garipserdi. Efken, karları botlarıyla eze eze ilerlerken adımları sertti.
Konu kendim olduğunda saçma da olsa birçok fikri, düşünceyi aklımda tutabiliyordum ama konu Efken’di ve şu an düşünebildiğim tek şey ona ne olduğuydu.
“Sakinleş,” diye mırıldandım, beni duyabildiğini biliyordum. Belki şu an öfkeli nefeslerinden ve zihninin sesinden başka bir şey duyamıyor olabilirdi ama beni duyardı, biliyordum.
“Saul’un tüm gücünü, Nemesis’in tüm gücünü, hepsini içimde hissediyorum,” derken adımları yavaşladı, daha sonra da tamamen durdu. Diğerlerinden oldukça uzak bir noktadaydık. Sırtı bana dönükken elini havaya kaldırdı. “Dokunduğum şeyi küle çevirip yok edecek kadar güçlü hissediyorum. Yaklaşma.”
Ben bir cevap veremeden elinde tuttuğu asayı sertçe yere sapladı. Gözlerim sapladığı yere indiğinde karın yüzeyinde oluşan oyuğu gördüm. Kanımın damarlarımı karıncalandırdığını hissettim. Derin oyuk karın üzerinde kızıl bir damar oluşturarak yayılmıştı. Efken’in yüzünü göremiyordum ama hareketlerinden şu an kendini kontrol edemediğini görebiliyordum. Sertçe yutkunup birkaç adım geri attım. Ondan uzaklaştığımı biliyordu ve bu ona en büyük yükmüş gibi omuzları çöktü.
“Bu şeyi benim gibi bir adam bile durduramıyor. Burada durup sana zarar vermek istemiyorum.” Sesi az öncekine nazaran daha sakin çıkmış olsa da hâlâ zorlandığını belli ediyordu. Ona doğru bir adım atmakla atmamak arasında kaldım ama o atmama izin vermeden konuşmasına kaldığı yerden devam etti. “Bunu kontrol edene kadar biraz uzaklaşacağım. Diğerlerinin yanında kal, onları koruman gerekiyor.”
“Belki kontrol etmende-” Cümlemi bitiremeden bana doğru döndü. Alnındaki güneş daha gür bir şekilde parlayınca dudaklarımı birbirine bastırdım. Göz bebekleri o kadar büyüktü ki uzun süre o göz bebeklere bakacak olursam derin bir kuyuya dönüşecekler ve ben dibine düşeceğim gibi geldi.
“Onların yanında kal, Mahi.”
“Neden birine ihtiyacın olması düşüncesine bile katlanamıyorsun?”
“Çünkü kimseye ihtiyacım yok.”
Bu keskin cümle bir bıçak gibi tenimi çizdi, çizdiği yerden kanın aniden akmaya başladığını hissettim ama görünürde bir yara yoktu, bu yüzden Efken’in bana zarar vermediğini düşünmesi normaldi. Oysa en büyük yaraları bana dokunmadan, kelimeleriyle veriyordu.
Kelimelerinin açtığı yaraların derimin yüzeyinde değil, içimde, ruhumda sızlamaya başladığında kıyafetlerinin parçalanırken çıkardığı sesler dört bir yana dağıldı. İrkildim çünkü gözümü açıp kapayıncaya dek önümde bir dağ gibi dikilen adam, kocaman, simsiyah tüylere sahip bir kurda dönüştü. Ayağım geri adım atmak için havalandığında bana bakışı yüzünden adımım havada asılı kaldı. O bana baktığında ne demek istediğini anlardım. O savaş meydanında bile benden çok uzakta olmasına rağmen onu duymuştum; bu olduğunda yine kurt formundaydı. Şimdi yine bana o şekilde bakıyordu ama bu sefer hiçbir şey duyamıyordum.
Belki de susmayı tercih eden oydu.
Siyah kurt, arkasını dönüp ilerlemeye başladığında ben de ileri doğru adımladım. Onu durdurmak istiyordum ama bir yanım ona bu izni vermeyi, onu kafeslememem gerektiğini söylüyordu. Her ne kadar kimseye ihtiyacı olmadığını söylese de ben buradaydım, onun için var olmaya devam edecektim, bana sığınmayı seçtiğinde ona kollarımı açacaktım.
Kurdun adımları hızlandığında elimi yere saplanmış hâlde duran asanın üzerine koydum. Asayı çekerek çıkardığımda koşarak benden uzaklaşan kurdu izliyordum. Ağaçların arasından rüzgâr gibi geçerek kayboldu.
❄️
Bir romanın içinde saklı bir karakterdim. Sanki roman baştan yazılıyor, yazar beni tekrar var ediyordu. Yeniden yazılıyor olmama rağmen eski benin ağır duygularını da içimde tutuyor gibiydim. Ruhum içimde iki parçaya bölünüyor, parçalar bir daha asla bir araya gelmeyecek olsalar da aynı bedeni paylaşıyorlardı. Dizlerimi tamamen göğsüme bastırdım, parmağım bileğimdeki kar tanesi dövmesinin üzerinde daireler çiziyordu.
Odamdaydım, yalnızdım. Evin içinde sesler vardı, birileri geziniyordu, yaşıyordu, benim dışımda başka insanların da kalbinin çarparken çıkardığı sesleri duyuyordum ama yine de yalnız hissediyordum. Belki üç, belki beş gün geçmişti bilmiyordum çünkü zaman kavramımı tamamen yitirmiştim ve Efken, bu süre zarfında hâlâ eve dönmemişti.
Diğerleri evdeydi, buradaydı, kimse ayrılmamıştı. Geçen birkaç gün içerisinde Yaren odasından hiç çıkmamıştı, dinleniyordu. Son yaşanan şey bedenine öyle çok zarar vermişti ki hâlâ toparlanamamıştı ve başına gelenin farkında dahi değildi. Gözlerimi yatağın üzerindeki saten kumaşa sarılı olan elmasa çevirdim. Elmas da konuşmuyordu zaten. Bana bir şeyler söyleyebilir düşüncesiyle onu yanıma almıştım ama o da benim gibi sessizdi, tek kelime etmiyordu.
Yanaklarımın içini şişirdiğim sırada odanın kapısı tıklatıldı. Tuttuğum nefesi yavaşça dışarı verip, “Gelebilirsin,” diye seslendim ve bakışlarımı yeniden elmasa çevirdim. Sapphire, odanın kapısını açıp içeri girdikten sonra kapıyı kapattı. Yatağa yaklaşıp diz çökünce kaşlarım çatıldı, gözlerimi elmastan ayırıp onun yüzüne diktim.
“Bunu yapmandan hoşlanmıyorum. Lütfen ayağa kalk. Diz çökerek beni selamlamana gerek yok, Sapphire.”
Sapphire, buna hâlâ alışamamış olsa gerekti. Onun için bu bir saygı gösterme şekliydi ama anlamadığı şey, benim bu tarz bir saygıya ihtiyacımın olmadığıydı. Sapphire, gözlerini kaldırarak bana bakıp çatık kaşlarımı, ciddiyetle parlayan kızıl gözlerimi gördüğünde kabullenmiş gibi başını sallayarak doğrulup kalktı.
“Bir şey mi söyleyecektin?”
“Alfa hâlâ dönmedi, bizi bırakıp gitti,” dediğinde kaşlarım daha da çatıldı, başımı çevirip önüme döndüm. Evet. Dönmemişti. “Dönmesi gerekiyor. Kimse nerede olduğunu bilmiyormuş. Sen de bilmiyor musun?”
Parmaklarımı şakağıma bastırdım, oradan saçlarıma kaydırıp saç diplerimi çekiştirerek düşüncelerin var ettiği sızıyı gidermeyi denedim. “Bilmiyorum,” diye mırıldandığımda, Sapphire, yatağın kenarına oturup bana baktı.
“Alfa’nın yuvası Alfa yokken her zaman için tehlikelidir,” dedi bir fısıltı gibi, sertçe yutkunup gözlerimi yumdum. Söyledikleri zihnime bir resim gibi çizildi.
O gün ormandayken gökyüzünde yıldırım yağmuru vardı. Bu kolayca fark edilebilecek bir enerjiydi. Negatif ya da pozitif fark etmeksizin tüm yaşam formlarının dikkatinden kaçmayacak kadar büyük bir enerji yayılımı olmuş olmalıydı. Hepsinin bu konuda korktuğunu biliyordum, onları kendi aralarında konuşurken duysam da konuşmaya dahil olmamıştım. Gelecek herhangi bir tehlikeye karşı açık hedef olduğumuzu düşünüyor ve tedirgin hissediyorlardı.
Gözlerim kapalı bir şekilde beklerken Sapphire, daha fazla konuşmayacağımı anlamış olmalı ki odadan sessizce çıktı. Düşündüm. Nereye gidebileceğini, şu an ne yaptığını düşündüm. Sanat Atölyesi’nde olabilirdi ama orada olsaydı İbrahim gittiğinde onu bulurdu. İbrahim atölyeden eli boş dönmüştü. Luxury’de de değildi. Pandemonium’da olabilir miydi? Luxury tadilattayken o barda bir süre takılmıştık, oraya gitme ihtimali de olabilirdi. Başımı ellerimin arasına alıp sıkıntıyla sesli bir nefes verdim. Beni delirmenin eşiğinde bekletiyordu.
“Suyun yüzeyindeyim, etrafımda dalga sesleri. İsmim, denizin üzerine düşen ayın silüeti.”
Başım ellerimin arasında öylece donup kaldım. Gözlerimi kırpıştırarak hızla elimi yatağa bastırıp elmasa doğru eğildim. “Ne dedin?” diye sordum heyecanla. Meraklı gözlerim elmasın parlak yüzeyinde dolandı ama elmas soruma bir cevap vermedi. “Lütfen benimle konuş. Efken’le ilgili mi?”
Tekrardan, “Suyun yüzeyindeyim, etrafımda dalga sesleri. İsmim, denizin üzerine düşen ayın silüeti,” dediğinde başparmağımın tırnağını dişlerimin arasına alıp ısırdım. Elmasın bana anlatmak istediği tam olarak neydi?
“Daha açık bir şekilde anlatamaz mısın?” diye sızlanarak geriye çekildim. Bir şeyler daha söyler umuduyla elmasa bakıyordum ama sanki oturumunu kapatmış eski bir bilgisayar gibi sessizdi. “Suyun yüzeyindeyim, etrafımda dalga sesleri.” Yataktan kalkıp aynı cümleleri sürekli olarak tekrar etmeye başladım. “İsmim, denizin üzerine düşen ayın silüeti.”
Su ve dalga kelimelerini düşününce aklıma ilk gelen şey deniz olmuştu. Deniz olan bir yerde falan olabilir miydi? Odanın içinde dolanmayı kesip giysi dolabının kapağını açtım. Altımda siyah bir kot vardı ama üzerimde siyah, boğazlı kazak dışarı çıkmak için yeterli değildi. Askıda asılı duran beyaz şişme montu alıp üzerime geçirdim.
Denizden bahsediyorsa eğer marinada falan olabilirdi ama orada ne işi vardı ki? Kenarda duran yüksek tabanlı postallarımı hızla giydikten sonra odadan çıktım. Koridorda yürürken montun içinde kalan uzun saçlarımı dışarı çıkarıyordum ki birden İbrahim önümde belirerek irkilmeme neden oldu. Dalgınlığımı belli etmemeye çalıştım ama ela gözler merakla yüzümde geziniyordu.
“Nereye?”
“Marina yakanın neresinde kalıyor?” Sorumla duraksadı, ben ise aceleci bir tavırla ona bakıyordum.
“Marina mı? Mavi Yaka’da birçok marina var,” dediğinde omuzlarım çökecekken aniden aklına bir şey gelmiş gibi gözlerini büyüttü. “Marina. Doğru ya! Hadi gidelim.”
“Hayır, Efken’in arabası burada, tek gideceğim,” dememle kaşları sertçe çatıldı ama yüzümde öyle ısrarcı bir ifade vardı ki buna kayıtsız kalamadı. “Sen sadece tarif et.”
“Tek başına gitmen-” Elimi yavaşça kaldırdığımda susup sesli bir nefes verdi. “Hiçbir yere sapmadan dümdüz ilerle, önüne iki yol ayrımı çıkacak. Oradan sola dön, yine düz ilerle. Önüne çıkan tabelaları kontrol et, marinaya çıkan yolu bulacaksın.”
“Teşekkür ederim,” deyip elimi omzuna iki kez vurdum, yanından sıyrılıp geçtiğimde omzunun üzerinden bana baktı. Salondan çıkan Sezgi’yi görsem de ona gülümsemekle yetinip kapıya yöneldim. Çıkmadan önce Efken’in anahtarlarını da aldım.
Verandadan hızlı adımlarla insem de kaymamak için adımlarımı yavaşlatmam gerekti. Efken’in arabası evin ön tarafında duruyordu. Sabah yağan kar, arabanın tavanında birikmişti. Kalıp gibi görünen kar birikintisine bakarken uzaktan kumandayla kapıları açtım ve arabaya bindim. O sırada Sezgi ile İbrahim de verandaya çıkmıştı.
Arabayı çalıştırdığımda İbrahim’in Sezgi’ye bir şeyler söylediğini gördüm. Sanırım Efken’in gerçekten de marinada olma ihtimali vardı. Arabayı yavaşça ana yola çıkardım. Bir ehliyetim vardı ama burada geçerli olmadığını biliyordum. Şu an için önemsediğim şey de bu değildi açıkçası. Herhangi bir ceza yiyecek olursam bu Efken’in suçuydu…
Marinayı bulmak benim için sandığım kadar zor olmasa da Efken’in büyük cipini kullanmak kolay olmamıştı. Şu âna dek uzun süreli kullandığım tek araba babamın arabasıydı, bu araba benim için pek tanıdık değildi ve kullanırken kendimi pek rahat hissetmiyordum. Arabanın arşınladığı sokaklar beni marinaya çıkardığında kendimi daha az gergin hissediyordum.
Kaşlarım çatıldı çünkü bu kısımda hiç kar olmadığını fark ettim. Marina karlardan arındırılmış gibiydi, soğuk kış burada da devam ediyordu ama dağların etekleri dışında etraf tertemizdi. “Buraya saklandın demek,” diye mırıldanarak aracı marinanın içine ilerleyen dar yolda sürmeye devam ettim.
Arabanın giremeyeceği bir yere vardığımda araçtan indim ve marinada yürümeye başladım. Etraf lüks tekneler, yatlar ve küçük kayıklarla doluydu. Günışığı çok fersizdi, birazdan yağmur yağacakmış gibi griydi gökyüzü. Tekneler denizin küçük kıpırtılarıyla hafifçe hareket ederken huzur dolu sesler çıkarıyordu.
Dar bir iskelede ilerledim. Bir yanım deli gibi bağırmaya başlamak, onun adını seslenmek ve kavgaya hazırlanmak istiyordu, diğer yanımsa sessizdi ve sadece onu görmeyi diliyordu. Endişe, göğsümün altındaki toprağı yarıp, kurumuş sarı başını yarık topraktan dışarı uzattı.
Etrafımdaki tüm tekneler, kayıklar, yatlar bomboştu ve demir atmış şekilde kenarda öylece sallanıyorlardı. Gözlerim benim dışımda canlı bir şey arayışına girdiğinde kalbim son birkaç gündür yaşananların adrenaliyle kabarmış, göğüs kafesimden hıncını çıkarmak ister gibi şiddetle çarpıyordu.
Simsiyah, gece kadar parlak bir yat dikkatimi çektiğinde gözlerim aradığı şeyi bulmuş gibi yata saplı kalmıştı. Yatın alt kısmından denize mavi ışık sızıyordu, siyah ama kristal kadar parlak yatın kenarına gümüş harflerle kazınmış ismi gördüğümde elmasımın söylediklerini anımsadım.
Yatın ismi Yakamoz’du.
Tuzun bir süredir solumadığım kokusu ciğerlerimi acıtırken kuru bir kuşku kanımı emiyormuş gibi hissederek yatı incelemeye başladım. Gözlerim marinanın öteki ucuna kaydığında ise kalbim resmen seğiriyordu.
Sonra onu gördüm.
Altında siyah, uzun bacaklarını tamamen sarmış ve o bacakların zarif inceliğini göz önüne sermiş bir eşofman, üstünde eşofmanla aynı renk uzun kollu, boğazlı bir badi vardı. Marinanın uzun ve ince yolu boyunca uzun bacaklarını ve kollarını aklımı başımdan alacak bir çeviklikle kullanarak koşuyordu. Ayağında siyah spor ayakkabıları vardı ve saatlerdir koştuğunu bir metin gibi önüme süren siyah saçları terden sırılsıklam olmuştu.
Beni gördüğünde bir an adımları zayıflar gibi oldu ama kendinden ödün vermedi. Gözleri doğrudan gözlerime odaklanırken bana doğru koşmaya devam etti. Her bir adımı sert, güçlü, hızlı ve çevikti. İçinde bir kurt yaşadığını kanıtlar cinstendi. Bastığı yeri titretiyor, yer kabuğunun kalbini hoplatıyordu sanki. Benim kalbimi hoplattığı kesindi.
Aramızdaki mesafeye rağmen uçurum mavisi gözlerinin baskısını gözlerimde, vücudumda, tüm hücrelerimde hissedebiliyordum. Alt dudağımı kemirerek ona odaklandığım sırada endişenin sarı dalları, toprağın içine geri gömüldü ve kanımı emen kuşku, emdiği kanı damarıma geri tükürdü.
Sonunda yatın burnunun önünde, benden bir iki metre uzakta durduğunda bacaklarını ve kolların esnetti. Terli saçlarının arasından uzun ve kemikli parmaklarını geçirerek ıslak saçlarını geriye itti. Terden parlayan bronz teni, gecenin ortasında parlayan büyük bir elmas gibi ışıklar saçarak gözlerimin merceğine düştü.
“Neden buradasın?” diye sordu, sesi sakin olsa da gözleri sakin bakmıyordu. Bakışları gözlerimden ayrılıp hızla vücudumu turladı, hemen ardından bakışlarındaki sertlik yanaklarında büyük çukurlar oluşturdu ve öfke bir anda tüm ifadesine yansıdı. Dişlerini sıkıyordu. “Burada olduğumu nasıl bilebilirsin ki?”
“Seninle ilgili sandığından fazlasını biliyorumdur belki. Düşün bunu.”
“Onların yanında kalmalıydın.”
“Evet. Senin de tam olarak bunu yapman gerekiyordu,” dedim sertçe.
Dilini ısırdığını gördüm, yüzü şimdi daha karanlık, daha öfkeli görünüyordu. Çatık kaşlarla birbirimize bakıyorduk. Geri adım atmaya niyetim yoktu, gördüğüm kadarıyla onun da geri adım atmayacağı kesindi.
“Deniyordum,” dediğinde kaşlarım daha çok çatıldı. Bunun onu kızdırdığını gördüm ama aldırış etmedim. “İçimde açığa çıkmak için tüm damarlarımı zonklatan bir güç var. O gücü size çarpmadan durdurabilmenin yollarını deniyordum.”
“Bu konuyu Mustafa Baba’yla konuşabilirdik.”
“O yaşlı bunak gözümün önünde koca bir köpeğe dönüştü ve bunu benden yıllarca sakladı,” derken dişlerinin arasından dökülen nefes sesi bir tıslamayı anımsatmıştı.
“Çünkü ortada bir kan yemini vardı, Efken.”
“Bu kandırıldığımız gerçeğini değiştiriyorsa ne âlâ,” diyerek yatın üzerine çıktı. Metal köprüyü kullanmaktansa bacağını açıp tek adımda yatın ucuna çıkması özgüvenimi parçaladı. Boyum uzun olabilirdi ama bunu yapacak olursam herhâlde ya ortadan ikiye yırtılırdım ya da suyun dibini boylardım. O yüzden sakince metal köprüyü kullandım.
Yatın altındaki mavi ışıklar daha kuvvetli yanarak rengi koyulaşan denizi aydınlatmaya başladığında yatın üzerinde ilerlemeye başladım. Bir an tam önümde durdu, yüzlerimiz birbirine yakın değildi çünkü yüzüm göğsünün ortasında duruyordu. Kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktığım anda kaşlarını çattı.
“Başıma bela olmaktan vazgeçmeye niyetin yok,” dedi. “Benimle geliyor musun?”
“Ne? Nereye?”
“Biraz uzaklaşacağız.”
“Diğerleri ne olacak? Aklını mı kaçırdın sen?”
“O zaman in,” diyerek tam yanımdan rüzgâr gibi geçip gitti. Arkamı dönüp ona baktığımda yattan aşağı atladığını gördüm. Halatları çözdüğünü fark ettiğimde yatın ucuna doğru adımlamaya başladım. İnip geri dönecek olursam aklım Efken’de kalacaktı, inmeyip burada kalırsam da diğerlerinin hâli ne olurdu tam olarak kestirebildiğim söylenemezdi. Efken, kafasını kaldırıp beklentiyle gözlerimin içine bakınca adımlarım bıçak gibi kesildi. “İniyor musun yoksa inmiyor musun?”
“Bencil bir göt gibi davranıyorsun.”
“Yeterince bencil olsaydım yanınızda kalırdım, fıstık.”
“İnmiyorum,” dedim ona dik dik bakarak.
“Güzel. Ben de öyle tahmin etmiştim.”
Efken tekrar yata atladı ve ben daha ne olduğunu çözememişken yatı çalıştırdı. Yat çökmeye başlayan gecenin içinde denizin kararan suyunu yararak ilerlemeye başladığında ne yapacağımı bilmez hâlde yatın burnuna doğru ilerledim. Uzun bir burnu vardı ve ortada bir havuz, havuzun üst kısmında, dümene bakan camın önünde deri minderlerle döşenmiş bir zemin vardı. Burada gökyüzünü izleyerek uyuyabilirdin.
Efken’in adım seslerini duydum. Arkamda gölgesini hissettim ama konuşmuyordu. Havuzun içinde mavi bir ışık yanıyor, tıpkı yatın alt kısmının denizi aydınlattığı gibi havuzun içini aydınlatıyordu. Yatın tam ucunda bir piyano olduğunu gördüm, simsiyahtı. Yüzeyi gökyüzündeki buzlardan arınmış ayın ışığıyla parlıyordu; üzerindeki tek renk beyaz tuşlarının rengiydi. Sanki bembeyaz tuşlar havada duruyor gibiydi.
“Burası senin diğer yuvan demek,” dedim dalgın bir hâlde piyanoyu izlerken.
“Benim bir yuvam yoktu, Mahi. Hiç olmamıştı.”
“Geçmiş zamandan bahsediyorsun.”
“Çünkü şu an yuvam gibi hissettiren birine sahibim.”
Kalbimin kasılıp gevşemesini durduramadım. Göğüs kafesimi genişleten bir vuruşun ardından sessizce ona doğru döndüm. Yüzünü görmek istedim. Bu cümleyi bir defa da tam gözlerinin içine bakıyorken duymak istedim. Ona kızgındım, sebebi belliydi ama bu cümleyi kurması kalbimi onun olduğu yere mühürlemişti.
“Ama yine de yuvam yokken burada çok vakit geçirirdim.”
“Hım?”
“Sen yokken burada çok vakit geçirirdim.”
Ben yokken. Yuvası. Yutkunup ona bakmayı sürdürdüm. Bakışları üstümdeydi. “Bana kızgınsın,” dedi bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi yok ederek. “Ama neden çekip gittiğimi de en iyi sen biliyorsun.”
“Biliyorum. Ne kadar zor olduğunun da farkındayım. Ama kendi bölgeni başı boş bıraktın. Bu doğru bir hamle değildi.”
“Doğru olan hamle neydi, Mahi? Orada kalıp hepinizi daha büyük bir tehlikeye sürükleyecek olmak mı? Neler yaptığımı gördün, değil mi?”
“Gördüm ama bunu durdurduk.”
“Yeniden olmayacağı nereden belliydi?” Bir süre sustu. “Yeniden olmadığını nereden biliyorsun?”
“Oldu mu?”
“Bir şeyleri patlattım,” dediğinde irkilerek ona baktım. “Vücudumda bir akım dolaşıyordu sanırım. Elektrikli şeylere çok dokunmamaya çalıştım. Şimdi daha normalim.”
“Anormalmişsin gibi konuşma.”
“Bunun anormal olduğunun sen de farkındasın, Medusa.”
“Bunu çözebilmemiz için yanımızda kalman gerekiyordu. Manbel’in söylediği şey, Yaren’den sakladıklarım, kapıda duran ama ne olduğunu kestiremediğim yeni bir fırtına… Beni tüm bunlarla tek başıma bırakıp bunu yine benim için yaptığını söylüyorsun.”
“Çünkü senin için yaptım.” Dişlerini sıktı. “Sen ve diğerleri için.”
“Ne söylemeye çalıştığımı anlamıyorsun bile.”
“Biraz daha uysal ol. Çatallı dilini boynuma sürtmeye bayılıyorsun.”
“Çatallı dilim boynuna sürtünmeye bayılıyor,” dedim gözlerimi bayarak. Yat hareket ettikçe beraberinde bir şeyleri de geride, karada bırakıyordu sanki.
“Ben de sana sürtünmeye bayılıyorum,” dedi, sesi boğuktu. Neredeyse gözlerimi kaçıracaktım.
“Bak, geri dönmeliyiz tamam mı? Sen Alfa’sın.”
“Endişe etme, geri döneceğiz.” Beni süzdü. “Eğer üstüne başka bir şeyler giymek istersen içeride bir oda var.” Yatın içini gösterdi. “Orada bana ait birkaç parça kıyafet var. Sen benim şeylerimi giymeye alışkınsın, sorun olmayacaktır.”
“Üstümdekilerle bir sorunum yok.” Yine de yatı dolaşma isteğiyle yatın içine baktım. Merdivenleri yavaşça inip odanın kapısını açtığımda kamara pencerelerinden denizin içini görebiliyordum. Duvarlar kırmızı kadifedendi, büyük bir yatak, kasvetli siyah örtüleriyle hemen karşımda duruyordu. Yatağın yanında bir komodin, komodinin üzerinde kalın, ciltli bir kitap vardı. Hemen yatağın karşısındaki gardıroba baktım, odanın içinde bir oda daha vardı ve siyah kristal bir perdeyle ikiye ayrılıyordu. Orada küçük bir mutfak olduğunu gördüm, muhtemelen bir de banyo vardı.
Gardırobu açar açmaz kokusu yüzüme vurdu. Onun burada geçirdiği zamanları düşünürken boğazıma takılan yumrunun beni boğacağını sandım. Üzerimdeki montu çıkarıp yatağa doğru fırlattıktan sonra siyah, bol bir kazak çıkardım. Üstümdeki ince kazağı çıkarıp kazağı üzerime geçirdikten sonra bakışlarımı odada dolaştırmaya devam ettim. Kazağına onun kokusu sinmiş, kokusu tenime derin emareler bırakmıştı.
Yatın hareketlerini durdurduğunu fark edince odadan çıktım. Oradaydı. Deri minderlerin üstüne uzanmıştı ve üzerinde hiçbir şey yoktu; siyah kotu bedenini saran tek kumaş parçasıydı. Ayağındaki spor ayakkabıları ve çoraplarını çıkarmış, kolunu kafasının altına sıkıştırıp pazularını genişleterek kolunun üzerine yatmıştı. Çökmeye başlayan gecenin karanlığa boyadığı gökyüzünü izliyordu. Teninin üzerinde parlamaya devam eden ter tabakası onu nefes alan bir elmasa dönüştürmüştü.
Yat denizin üzerinde usul usul sallanırken suyun ona çarparak çıkardığı tatlı sesleri duyabiliyordum. Mavi ışıklar sönmüş, yat tamamen karanlığın inine gizlenmişti. Ay ışığı ve yıldızlar gökyüzünü parçalayacak kadar keskin bir şekilde parlamaya başlamıştı. Hemen yanında duran viski şişesi de tıpkı Efken’in terli teni gibi parlıyordu.
Göz ucuyla bana baktığında bakışlarımız buzlarından arınmış gümüş rengi ay ışığının altında birbirlerine tutundu. Aramızda nabız gibi büyüyen çekimin tok seslerini duyuyordum.
Sadece dudaklarını oynatarak, “Gel,” dedi.
Yavaşça ona doğru adımladım. Öfkenin damarlarımın içinden çekilerek uzaklaştığını hissediyordum. Öfkem de diğer her şey gibi karada kalmıştı, biz ise şu an denizin üzerindeydik. Tümseği çıkıp minderin üzerine oturduğumda hemen yanımda uzanıyordu. Ay ışığının elmas gibi parlattığı bronz tenine dokunduğumda kasıldı.
“Üşümeyecek misin böyle?” diye fısıldadım aptal gibi, derisinin altında yaşayan ve onu parçalayarak açığa çıkan canavarın üşümeyeceğini biliyordum.
Söylediğim şey onu eğlendirmiş gibi burnundan sert bir nefes verdi, gülümsemesi çok genişlemese de yüzünde yer buldu. “Bu soruyu sorarken cevabı biliyordun. Bazen tam bir saftirik gibi konuşuyorsun.”
“Ara sıra insan olduğumuzu düşünüyorum,” dediğimde bir an yüzündeki gülümseme yerini boşluğa terk etti.
“Sen zaten insansın, Medusa.”
“Öyle hissettiğim söylenemez.” Biraz doğrulunca teni kumaşın altında gizli kalmış tenime sürttü. “Hangi insanın gözleri böyle olur?”
Omzumun üzerinden ona bakar bakmaz göz bebeklerim aşağı ve yukarı doğru iki yandan hızla çekilip elips şeklini aldı. İncelen göz bebeklerime sakin gözleriyle bakıyordu. Sanki gözlerimde gördüğü canavar onun için bir canavar değildi de düşmüş bir melekti. Bakışlarındaki şefkatten rahatsız olarak gözlerimi kaçırdım. Göz bebeklerimin genişleyip bir insanınki gibi yuvarlandığını hissettim.
“Öyle işte.”
“Gözlerinin aldığı şekil seni insan dışı bir varlık yapmaz. Hem güven bana, insan olmak o kadar da müthiş bir şey değil. İnsanları canavarlardan ayıran tek özellik, doğaüstü güçlerinin olmaması. Emin ol canavarlık konusunda canavarlardan bile daha üstünler.”
Derin bir nefes aldım. “Haklısındır belki de.”
“Kesintisiz haklıyım. Direkt olarak haklı. Üşüyor musun?”
Ona yandan imalı bir bakış attım. “Soğukkanlılığımızla biliniriz, hiç duymadın mı?”
“Yılan yanına değil, yuvam yanına sordum.”
Cümlesi kalbimin atışlarının yavaşlamasına neden olurken usulca ona sokulup göğsüne dokundum. “Sıcacıksın. Koca bir kurdun yanındayken üşümem,” diye fısıldadım.
Dokunuşum göğsünün körük gibi havalanmasına neden oldu. “Bana tavırlıydın.”
“Hâlâ öyleyim.”
“Şu an bana kur mu yapıyorsun yoksa bana mı öyle geliyor, yılan?”
“Hiç de bile.”
“Yat,” diyerek başımı yavaşça göğsüne bastırdı. Diğer eli başının altındaydı, geniş pazusuna saçlarımı bırakırken kafamı göğsüne iyice bastırdım ve bedenimi ona çevirdim. “Buradayken sadece sen ve ben varız. Dış dünyaya kapatıyoruz kendimizi. Anlaşıldı mı?”
“Güvende olacaklar mı?”
“Mahi, onların annesiymişsin gibi davranma.”
“Ama-”
“Anlaşıldı mı, Medusa?”
“Anlaşılsın bakalım, Perseus,” diye fısıldadım. Ardından yaptığım şeyin farkına vardım ve nabzım iki katına çıkarak çarparken kalbim göğsümü germeye başladı.
“Ben senin boynunu kesmezdim,” diye fısıldadı uçurum mavisi gözleri beni bulurken. “Bana ne tür bir emir verirsen ver. Bunu yapmazdım.”
Emir verdiğimde vücudunun verdiği tepkileri hatırlayınca yutkundum. “Yapmaz mıydın, yapamaz mıydın?” Beklenti dolu bakışlarımı ondan ayırmadan sorduğum soru onun da yutkunmasına neden oldu. Gözleri parlıyordu; gözlerindeki yeşil, gri ve mavi sis titreşiyordu. Gözlerinin renginin yoğunluğu kalbimi sıktı.
“Yapamazdım.”
“Neden?” diye sorduğumda kaşları çatıldı. “Sonuçta senin düşmanın olacaktım. Neden yapamazdın?”
“Tüm evrenlerde, beden bulduğumuz tüm hayatlarda ben sana bunu yapamazdım.”
“Bu neyle alakalı? Nigin Bağı’yla mı?”
“Bu hiçbir şeyle alakalı değil,” derken yalan söylediğini hissettim. Bakışları dalgalanıyordu.
“Bir şeyle alakalı olması gerekmez mi?” diye sordum kalbimdeki o tuhaf hisle.
Bir zamanlar beni seviyordu. O zamanlar Mahinev değil, Mēness’tim. O da Efken değil, Saul’du. Birlikteydik, birbirimizi seviyorduk, düşmandık, âşıktık, savaşıyorduk ama birbirimiz için yaşıyorduk. Mēness, Saul’un öldüğünü öğrendiği an kendi kalbini sökmüştü. Düşündüm, onun cevabını beklerken tüm ihtimalleri göz önünde bulundurdum. Şimdi olsa, yeniden ölse, o öldüğü için bu kalbi ellerimle söküp çıkarır mıydım? Çıkaracağımdan emin olmak beni korkuttu.
İçimdeki Mēness miydi ona karşı koyamayan? Yoksa Mahinev de mi ona karşı koyamıyordu?
“Bu Nigin Bağı’yla alakalı değil, aptal yılan,” diye fısıldadı. “Bu bir şeyle alakalı değil. Bu yalnızca…” Gözlerini gözlerime sabitledi ve asırlar önümde yıkılmaya başladı. “Benden ileri gitmemeni istememle alakalı. Bu…” Sertçe yutkundu. “Senden ileri gidemeyişimle alakalı.”
Elim onun kemikli yüzüne kaydı. Duygularım sıraya girmiş, uzuvlarıma yayılıyordu. Ona dokundum ve buna engel olamadım. Yoğunluk kanımdan ruhuma karışırken yanağında dolaştırdığım parmağımı çekmeden, “Bu yeterli,” diye fısıldadım. “Şimdilik.”
“Şimdilik?” Kaşlarını kaldırarak bu soruyu sorduğunda gözleri parlıyordu.
“Şimdilik.”
Yavaşça doğrulup kalkarken beni de beraberinde kaldırdı. “Bu gece uzun. Ve sen benimle içeceksin.”
Kaşlarımı çattım. “Olmaz.”
Dudaklarında muzip bir sırıtışla, “Korkma,” dedi. “Seni yalamaya çalışmayacağım.” Sesi eğleniyor gibi çıksa da gözlerindeki davet yürek hoplatıyordu.
Başka bir yöne bakıp, “Edepsiz,” diye söylendim.
Dilini çıkardığını fark ettim, uzun dilini yavaşça aşağı yukarı hareket ettirdi. Göz ucuyla ona bakmamla dilinin hareketlerinin tüm bedenimi etkisi altına alması bir oldu. “İğrençsin,” diye söylensem de o ıslak dile bakarken hissettiklerim bu değildi.
“Çok seksiyim.”
Medusa zihnimin duvarlarında yankısı sinirimi bozan bir kahkaha çınlattı. O da bunun gayet farkında koca kurt, diye mırıldandı.
“Pislik,” dedim ama bunu Medusa’ya mı yoksa Efken’e mi söyledim bilmiyordum.
Dilini bir kez daha aşağı yukarı kaydırdı ve sırıttı. “İç benimle.”
“Böyle dilini çıkarıp duracaksan o şeyi asla ağzıma almam,” diye homurdandım.
Aniden uzun bir sessizlik yaşandı. Gözleri yine kaynıyordu. Masmavi lavlar, yeşil yarıklardan geçiyordu. Gözlerindeki yoğunluğa bakarken dizlerimin uyuştuğunu hissettim.
“Neyi?” diye sordu, sesi boğuktu.
Nabzım öne doğru koşarken ben geri bir adım attım. “İçki.”
Gözleri kısaca dudaklarıma dokunduğunda biri içimde ucu kızgın şiş gezdiriyordu sanki. Şiş içime dalıp geçerken kana buladığı arsız duyguları da dışarı çekmeye çalışıyordu.
“Medusa, şu cümleleri kurarken benim akıl sağlığımı da göz önünde bulundur, olur mu? Çünkü ben çıldırmaya çok yatkın bir ruha sahibim.”
Başımı yeniden farklı bir yöne çevirdiğimde Efken işaret parmağını çeneme koyup yüzümü ona doğru çevirdi. Gözlerimiz birbirine yaşamla örülmüş halatlar atarken, “Sana dokunmayacağım,” dedi boğuk bir sesle. “Bu gece değil, burada değil.”
“Öyle mi?”
“Öyle. Yatağımızda dokunmayı tercih ederdim.”
“Yatağımız mı?”
“Evimizdeki yatağımız. Eğer sana o yatakta dokunacak olursam sık sık değiştirmek zorunda olacağımız yataktan bahsediyorum.”
Gözlerinin içine kayıtsızca baksam da ağzımı açsam, bir yılan elinde halay mendiliyle dışarı çıkacakmış gibi hissediyordum. Bir an bu düşünce beni güldürdü. “Komik mi?” diye sorduğunda başımı iki yana salladım. Parmağı hâlâ çenemin altındaydı.
“Birlikte uyuduğumuz dedin ama sen genelde benimle uyumuyorsun ki.”
Derin bir nefes aldı, yat usulca sallandı ve su yatın yüzeyine çarpıp tatlı ninniler kopardı. “Sen çağırmadığında yanına gelmeyi doğru bulmuyorum. Sana kötü hissettirmek istemiyorum.”
Çenemin altında duran parmağını kavradım, ardından elim eline indi ve büyük elini avuçladım. “Gel,” diye fısıldadım. “Sensiz uyumayı sevmiyorum.”
İçimin prangaları yüksek sesle çekildi, zincirlerim gevşedi. Ruhum ateşler içinde ona doğru koşmak, kendi ateşlerini ona bulaştırmak, daha büyük yangınlar çıkarmak istedi.
Elimi aniden çekip, “İçelim o zaman kaçak,” dediğimde beni izliyordu.
Yerdeki viski şişesini avuçladım, parmaklarımı etrafına dolayıp Efken’e baktım. Bana bakmaya devam ediyordu, bunu büyük bir dikkatle yapması aklımı bulandırıyordu. Viskinin kristal kapağını kaldırıp bir yudum içtim, önce yanaklarımın içi sızladı, ardından yakıcı bir tat damağımı yararak boğazıma aktı. Alkolün, sıcaklığıyla içimi parçalar gibi ısıttığını hissettim.
Ne kadar sürmüştü bilmiyordum, dudaklarımızı sürttüğümüz şişenin ucu birbirimizin dudaklarına uzanan o çok kavisli yol gibiydi. Sanki dudaklarımızın susuzluğunu o küçük kavisten gideriyorduk. Dudaklarım onun dudaklarına çarpıyor gibi içtim viskiyi. Dudaklarını her şişeye yasladığında bir sonraki yudumu almak için acele ettim. Bir süre şişe ikimizin arasında dolaştı. Gecenin koynuna uzanalı çok olmuyordu ama gökyüzü artık zifir siyahıydı.
Gözlerim piyanoya takıldı, Efken’in gözleriyse bendeydi. Boşalan viski şişesiyle oynuyor, dibinde kalan son birkaç yudumu çalkalıyordu.
“Çalsana,” diye fısıldadım. Ona bakarken içimi garip bir his kaplıyordu. Sanki üstümde portakal rengindeki askılı elbisem vardı, eteklerimi uçura uçura kendi etrafımda dönüyordum. Kollarımı iki yana açmıştım da yüzüme yaz yağmurları yağıyordu sanki ve bir nar hemen ayağımın dibinde patlıyordu.
Hislerimi gözlerimden okuyabiliyormuş gibi baktı.
“Piyano mu?”
“Evet. Parmaklarının tuşların üzerindeki hareketini izlemek hoşuma gidiyor.”
“Sarhoş mu oldun sen?” diye sordu, gözleri cehennem ateşinden bile kızgın bakıyordu ama bu öfke değildi, bu ateşler bana dokunan sıcak eller gibiydi. “Marlar kolayca sarhoş olabiliyor demek.”
“Sarhoş değilim,” diyerek omuz silktim.
Efken, sırtındaki kasları gözlerimin iştahına sunarak piyanoya doğru yürümeye başladığında, büyük elleriyle karman çorman olmuş siyah saçlarını parmaklarını aralarına sokarak arkaya itiyordu. Pazuları gerildikçe kollarındaki damarlar keskin kavisler çizerek dışarı geriliyordu.
Piyanonun kapağına dokundu ve kafasını geriye atarak gökyüzüne bakarken, “Ne çalmamı istersin?” diye sordu. Sonra dudaklarında hafif bir tebessüm görür gibi oldum ama bu tebessüm neşeli bir tebessüme benzemiyordu. “Doğru. Buradan bir şeyler bilmen için buradan olman gerekir.”
Kelimeleri üst üste bindi, harfler birbirlerine çelme taktı ve cümlesi tüm harfleriyle birlikte kalbimin üzerine devrildi.
Gülümseyerek, “Sonuçta her şeyi bizden araklamışsınız,” diye dalga geçmeye çalışsam da ikimiz de aynı evrenin parçaları olmadığımızı biliyorduk. Eskiden öyleysek bile şu an değildik. Ben onun ait olmadığı bir yerden gelmiştim. Mēness benim bedenimde yeniden uyansa da Mahinev olan tarafım hâlâ o dünyaya aitti.
“Sana daha önce duymadığına emin olduğum bir şey çalacağım,” dediğinde sesi hâlâ durgun geliyordu. Piyanonun önündeki kadife sandık şeklindeki tabureye oturdu ve ay ışığı büsbütün sırtına dökülürken parmaklarını bastırmadan tuşlara sürttü.
Omuzları geriye doğru yükseldi, kürek kemikleri belirginleşti ve uzun parmaklarından biri tuşlardan birine dokundu. Ses gecenin ayazında zonklayıp parçalara ayrılarak etrafa dağıldı. Parmakları öyle ağır, öyle sertti ki her bir kası ayrı hareket ediyor, kürek kemikleri belirginleşiyor, belindeki gamzelerin oyuğu derinleşiyordu. Kalbimin damarlarının etrafında sızlamaya başlayan melodi, bedenimdeki tüm gücü emdi.
Ona doğru küçük adımlar atmaya başladım.
Ay ışığı simsiyah saçlarının üstünde parlarken, bronz teni de bir yıldız gibi ışık saçıyordu. İçim tomurcuğunu açan güller gibiydi; tüm duygularım o gülün yaprakları gibi birdenbire dışarı fırlamıştı. Tam arkasında dikilip avuçlarımı omuzlarına koydum. O bu melodiyi benimle paylaşırken ben ona daha fazla dokunmak istedim. Kollarımı beline sarmak için yavaşça yere çöktüm, kollarımı incecik beline sardım ve yüzümü hayran olduğum geniş sırtına dayayarak ona sıkıca sarıldım.
Melodide anılar vardı. Belki o anılara sahip değildim. Belki neler yaşandığını bilmiyordum ama sanki onun hayatının içinde ilerliyordum. Her bir tuş, bir kapı gibiydi, o tuşlara bastıkça kapılar açılıyor ve ben onun anılarıyla yüzleşiyordum.
Son tuşa bastığında karanlıkta yankılanan sesi dinledim. Duvarlar olmadığı için hiçbir yere çarpamıyor, rüzgârın etrafında patlayıp parçalara ayrılıyordu melodi. “Bir oyun oynayalım,” dedikten hemen sonra beni kolumdan tutup önüne çekti ve dizine oturttu.
Havaya kalkmış kaşlarla, “Ne oyunu?” diye sordum.
“İtiraf oyunu.”
“Biraz aç.”
“En büyük itirafı ettiren kazanır,” dedi, sesinden ne hissedip ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi.
“Ödül?”
“Kazanan ne isterse, kaybeden onun istediğini yapacak. Yani beni bu yattan indirip doğrudan eve de götürebilirsin, daha farklı şeyler de yaptırabilirsin. Sana kalmış.”
“Bu hoşuma gitti.”
“Sana yaptırabileceklerimi düşününce evet, benim de,” diye fısıldadı sakince. Sırtını piyanoya dönerken hâlâ dizindeydim. Bacaklarım belinden aşağı sarkacak şekilde kucağına oturdum ve dizlerim piyanoya değmeye başladı.
“Peki en büyük itirafı eden kazansa daha mantıklı değil mi?”
Başını iki yana salladı. “En büyük itirafı ettiren kazanır. Kural bu.”
“Senin gibi inatçı keçiye bir şey itiraf ettirilir de sanki,” dedim.
“Emin misin?” diye sorarken bakışları derinleşmişti.
“Evet ama deneyelim.”
“Sen başla,” dedi, nefesi keskinlikle yüzüme çarptı.
Dudaklarımı büküp, “Lisedeyken büyük bir parti veriliyordu ve ben biraz donuk biri olduğum için insanlar beni partiye çağırmamıştı. Ama beni sevmediklerinden değil, eğlenmek istemeyeceğimi düşündüklerinden,” dedim. “Genelde kulağında kulaklıkla bir köşeye geçip roman okuyan taraf olduğumdan benim hakkımda öyle düşünmelerini çok da garipsememiştim. Ama şimdi düşününce bence çok garip. Ne yani, sessiz insanlar eğlenmek istemez mi? Her neyse işte, ben de kılık değiştirip partiye gitmiştim. Kimse kim olduğumu sorgulamadı çünkü yüzümüzü kaplayan çirkin maskelerimiz vardı ve kıyafetlerim de hiç bana uymayacak şekilde uçuk kaçıktı. Tüm gece benden nefret eden bir kızla birlikte zıplayıp dans ettik, benim ben olduğumu bilmediğinden o gece beni çok sevmişti. Hatta partiden sonra uzun süre beni aradı okulda…”
“Seni küçük sahtekâr,” dedi Efken, bu itiraf onu eğlendirmişe benziyordu. Gerçi bu bir itiraf sayılmazdı.
“Sıra sende.”
“Ben daha önce birine muamele çekmedim,” dedi açıkça.
Dilinin kadınlığımdaki hareketlerini hatırlayınca bedenim kasıldı. Ama itirafı henüz bitmemişti. “Daha önce birine muamele de çektirmedim,” deyince, sesi dümdüz çıkmasına rağmen ona alık alık baktım.
Cinselliği uçlarda yaşayan biri olduğuna emindim. Bu kadar istekliyken ve onun için de deliren insanlar varken böyle bir şey yaşamamış olması benim için şaşırtıcıydı. Bu bilginin beni bu kadar heyecanlandırması doğal mıydı?
“Nasıl yani?” diye sordum. “Cinselliği uçlarda yaşayan birisin.”
“Her uçlarda yaşayan insan partneriyle birbirini yalamak zorunda mı?”
“Ama beni yaladın,” dedim kaşlarımı kaldırıp cesaretime kurban giderek.
“Sen herkes değilsin benim için. Anlamadıysan sorun bende değil, kas kafandadır.”
“Yani bu senin için özel bir şey miydi?”
“Sadece iğrendiğim bir şeydi,” dediğinde kaşlarımı kaldırdım çünkü birine yapmak ona iğrenç gelmiş olabilirdi ama yaptırmak neden iğrenç gelmişti anlayamamıştım. “Salyalardan hoşlandığım söylenemez, Mahi,” diyerek düşüncelerimin içine sızdı.
“O kadar edepsizsin ki hoşlandığın bir şeydir diye düşünmüştüm.”
“Hayır, değildi. Ama senin salyalarını yutabilirim.” Bu itiraf beklemediğim üçüncü itiraf olmuştu, ona bakakaldım. Birden çenemi kavradı, parmaklarının baskısıyla ağzım açıldı ve ona iri gözlerle bakakaldım. “Bu küçük ağzın içindeki salyaları benim için akıtsan hepsini yutarım.”
Nasıl bir şokla bakakaldıysam çenemi serbest bırakırken içimi çınlatacak bir gülümseme dudaklarına zehrini yaymıştı. Parmaklarını dudaklarıma sürterek ellerini üzerimden çekip belime yerleştirdi.
“Anlatabildim mi?”
“Eğer senden bir itiraf daha kaparsam ben kazanmış olurum,” diye fısıldadım, gözlerinin pençeleri dudaklarımdaydı.
“Belki de kazanman için yapıyorumdur.”
“O zaman kazanmam için bana bir itiraf daha ver.”
Parmakları bir anda yeniden dudaklarımı kavradığında şaşkınlığımı gizleyemedim. Gözlerimi gözlerinden çekmeden bekledim. Ne yapacağını merak ediyordum. Parmaklarıyla sıktığı dudaklarım öne doğru uzandı, dudaklarımın aldığı şekil onu güldürdü. Kaşlarımı sertçe çattığımda gülmeye devam ediyordu.
Bir an gözlerinden çok daha başka bir şeylerin geçip gittiğini gördüm. Parmaklarının arasında duran dudaklarım aralıklıydı, gözleri yavaşça dudaklarıma kaydı ve ardından bir anda sokulup dudaklarıma kısacık bir öpücük kondurup geri çekildi.
“Küçücük ağız, kocaman dudaklar,” diye fısıldadı geri çekilirken. Dünya altımdan kayıp gitmiş gibi hissettiriyordu bana. “İtiraf sırası senin.”
“Hani kazanacaktım?”
“Bir itiraf daha duymak istiyorum senden.”
“Sen bana bu şekilde dokunabilecek tek adamsın,” diye mırıldandım.
“Bu bir itiraf değil. Bu ikimizin de bildiği gerçek. Değiştirilemeyecek olan, değiştirilmesi imkânsız gerçek.”
“Yine de itiraftan say. Sıra senin.”
“Sen benim gözlerine dikkatle baktığım ilk kadınsın. Yaren’in bile göz rengini tam olarak bilmem ben. Siyah mı? Kahverengi mi? Bilmem.”
“Bakan kör,” diye fısıldadım.
“Şimdi şampiyon olmanı sağlayacak itirafı da yapacağım.”
“Şaşırt beni,” diye fısıldarken umut bir nedenden içimi kazıyordu. Topraklarıma ektiği tek şeyin acı olacağını bile bile umudun, ucu kordan zincirlerine tutunmuştum.
Aramızda nabız gibi büyüyen şeyin dalları göğe uzanıyordu.
Büyük eli yanağıma kaydı ve sıcak avucuyla yanağımı avuçlarken, “Önce göstermeliyim,” diye mırıldandı. Yüzlerimizin arasındaki mesafe aklımla başım arasındaki mesafeden daha kısaydı.
Bakışlarım dudaklarına kaydı. Aralık duran dolgun, vişne rengindeki dudaklarından verdiği soluklar dudaklarıma çarpıyordu. Üst dudağı, alt dudağımla üst dudağım arasındaki boşluğa yerleşti. Hırçın ağzı alt dudağımı bir girdap gibi içine çekti. Alt dudağımı emerken dağlar parçalanıyor, büyük kayalar üzerimize yuvarlanıyordu sanki.
Beni öpüşü bir asır kadar uzun sürsün istedim. Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında alnını alnıma yaslamıştı. Nefesi sıcak bir tipi gibiydi ve dudaklarım o tipiye tutulmuştu.
Bir sonraki itiraf, onun sert yutkunuşunun hemen ardından gerçekleşti.
“Sen benim öptüğüm ilk kadınsın. Daha önce kimseyi öpmedim.”
🎧: Disciple, Once and for All