Bir travma ya da hissedilen acı karşısında her insan farklı tepkiler verir, farklı davranırdı.
Yirmi bir yıllık hayatım boyunca benim tercih ettiğim yol her zaman sessizlik olmuştu.
Kimsenin olmadığı, kendime ait bir köşeye çekilir, kaldırmakta güçlük çektiğim duygular yüzünden sessiz gözyaşları dökerdim. Lavların cehennem oyuğunu doldurduğu gibi, gözyaşlarım da yüzümü doldururdu. Ne kadar gözyaşı dökersem dökeyim, geçmeyeceğini bilirdim ama yine de ağlar, sonra da hiçbir şey olmamış gibi gizlendiğim köşeden çıkıp hayata karışırdım. Devam ederdim.
Bazen insan için en zor olan devam etmekti.
Kalbimin göğsümde, üzerine basılmış bir mayın gibi patlayacağını hissetsem dahi sırtlandığım yükü kimseye göstermezdim. Kalbimin bir gün sırtına yükleyip sakladığı yük yüzünden patlamasından korkuyordum. Oysa bazen öyle boş bakardım ki, eminim gözlerime bakan biri ılık bir kalp taşıdığıma inanmazdı; hoş, benim kalbim zaten buzdandı.
Elimi yanağım ve yastığın arasına sokup avucumu yanağıma yaslarken gözlerimi araladım. Efken, yanımda değildi ama başının yastığında bıraktığı boşluk hâlâ oradaydı. Üzerimdeki örtüyü kenara itip bacaklarımı yataktan sarkıtarak bir süre boşluğu izledim. Kaç saattir uyuduğuma dair bir fikrim yoktu ama bedenim daha dinçti, dinlenmiş hissediyordum.
Yataktan kalkıp elbise dolabından aldığım kalın taytı, buz gibi olan bacaklarıma geçirdim. Üşümüyordum ama tenim, tenimin üzerine karlar düşmüş gibi buz tutmuştu. Pencereye doğru sarsak adımlarla ilerlerken yüzümde tatsız bir ifade vardı.
Elimi pencerenin kenarına bastırdığım sırada dışarıdaki kalabalık dikkatimi çekmişti. Kurt sürüsü bir daire şeklinde karların arasında duruyordu. Kurtların oluşturduğu dairenin tam ortasında Efken’in durduğunu gördüğümde, kaşlarım bu yeni görüntünün zihnime gönderdiği sinyaller doğrultusunda çatıldı. Bir süre Efken’i izledim, daha sonra elindeki kartlarla oynadığını fark edince bir an olduğum yerde donup kaldım.
Geçmişten büyük bir emare, dedi zihnimdeki yılan saçlı kadın. Geçmişi geçiremezsin, geçmişi ondan gelecek dahi çekip alamaz.
Efken kartlarla oynuyor, kurtlar transa geçmiş gibi sadece dikiliyorlardı. Kurtlar bir anda ulumaya başladığında ormandaki ağaçlar da sallanmaya başladı. Ormanın üstünde ince bir tabaka belirmeye başladığında gözlerim şaşkınlıkla irileşti. Bu bir ritüeldi. Efken, bir koruma kalkanı yapıyordu.
Onun gücünü yok sayamazsın, onun gücüyle kendininkini kıyaslayamazsın, diye konuştu yeniden zihnimdeki görsel ikizim. Sen çok güçlüsün, bu doğru ama orada oturan adamın güçleri henüz uyanmadığı hâlde bu kadar baskın.
“Onun çok güçlü olduğunun farkındayım,” dedim kendi kendime, ardından zihnimin duvarlarını sivri, kırmızı tırnaklarıyla çizerek ilerleyen görsel ikizimin dudaklarından dökülen o kıkırtı sesi, kurtların uluma seslerine karıştı.
Evde aniden bir yıldırım çarpması gibi büyüyerek yankı uyandıran çığlık sesiyle olduğum yerde âdeta sıçrarken kapıya doğru döndüm. Sapphire. Kalbim korkuyla kasılıp şiddetle çarpmaya başladığında çoktan koşar adımlarla odadan çıkmıştım bile. Panik tüm bedenimi sadece birkaç insan saniyesinde ele geçirmişti, alev alev yanan bir güç kütlesi gibi hızla onun çığlığına doğru ilerledim. Koşarak koridora girdiğim sırada Sapphire acı bir çığlık daha atarak hızla salondan çıktı. Tökezleyip dizlerinin üzerine çöktü, acı acı inleyerek başını kaldırdığında, bıçak keskinliğinde kesilmiş adımlarımla donup kalmıştım. Sapphire’ın gözlerinden kanlı gözyaşları akıyor, ağzından akan kanlar o öksürdükçe her yana sıçrıyordu.
“Sapphire!”
Korkuyla ona doğru atılıp yanına çöktüm. Yüzünü ellerimin arasına aldığımda kanlar parmaklarımı ânında kızıl renge boyamıştı. Parmaklarımdan bileklerime doğru akan yoğun kanın soğukluğu derimi çizerken ne yapacağımı bilemez hâldeydim. Ellerimin arasındaki zayıf yüzü ve güçsüz düşen bedeni titriyordu.
“Ne oluyor sana?!”
“Kal…” Şiddetle öksürdüğünde yüzüme sıçrayan kanı hissettim. “Kalkan.”
Kızıl gözlerim bir ateş gibi yanmaya başladıktan hemen sonra göz bebeklerim bir yılanın göz bebeği gibi aniden inceldi. Dik konuma gelen dar elipsin kalp gibi çarpıp genişlediğini, ardından bir yırtıcının avına kitlendiği andaki gibi daraldığını hissediyordum. İçimdeki korku ve öfke bedenime iki farklı yılan gibi dolanarak kasılmalarımı güçlendirdi. Aniden ayağa fırlayıp kapıya koştum. Kapıyı açtıktan sonra karla kaplı verandada çıplak ayaklarımla kayarak durdum.
“Kesin şunu!” diye çığlık atarak bağırdığımda, güçlü çığlığımın yankıları tüm ormanı sıyırıp geçti, yankıları şehirlerce dolandı. Oluşturdukları kalkan titreşirken içimdeki kadın bir yılan gibi tıslıyor, ritüele katılan kurtları vahşi gözlerle izliyordu; sanki her biri yok edilmesi gereken düşmanlardı.
Efken, elindeki kartlarla başını bana doğru çevirdiğinde titreyen elimi havaya kaldırdım, gözlerim Efken’in gözlerindeydi.
“Es tev pavēlu pazust. Pakļauties!” diye bağırdığımda, sesim hiç olmadığı kadar güçlü ve kararlı çıkmıştı. Sana ortadan kaybolmanı emrediyorum. İtaat et.
Kalkan çatırdamaya başladığı anda kurtların hırıltıları yükselmeye başladı. Oluşturdukları kalkan patlayıp kar kristalleri gibi yeryüzüne dökülürken artık kurtlar daha kuvvetli hırlıyorlar, vahşi gözleriyle bana bakıyorlardı. Titreyen elimi indirip onlara yönelttiğim sırada Efken, öfkeyle ayağa kalkıp bana baktı.
“Sen ne yaptığını sanıyorsun?”
“Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun?” diye bağırdım öfkeyle, yükselen sesimle eş zamanlı olarak hırlayan kurtlar öne doğru atıldı. Bir yılan gibi sinsi ve ürkütücü bakan gözlerimi hırlayan kurtlara diktiğim sırada çıplak ayaklarımla karları ezerek verandadan inmeye başlamıştım.
Benim yaklaştığımı gören kurtlar, büyük, sivri dişlerini göstererek geri çekilmem için uyarıyormuşçasına hırlarlarken, Efken onlara döndü. “Siz kime hırladığınızı sanıyorsunuz lan andavallar?” diye hırladı. “Derhâl sakinleşin.”
Kurtlar geri çekilse de hırlamaya devam ediyorlardı. Alfalarının yaptığı işi bozduğum için mi sinirleniyorlardı? Başımı omzuma doğru eğip alaycı gözlerle kurtlara baktım, gözlerimdeki elips, tehditkâr bir şekilde inceldi.
“Gösteriniz bitmediyse beyler, asıl gösteriyi size izletmekten gurur duyarım,” diye fısıldadım, sesim zehirliydi.
Kurtların kulaklarının geriye doğru gittiğini gördüm, bu itaat olmasa da eminim ki tehdidimin doğuracağı sonuçlardan haberdarlardı.
“Aferin size.”
“O kalkanı bizi koruması için yaptım.” Sinirle bana doğru bir adım attığında gözlerimi onun gözlerine diktim, kurtların korkularına rağmen hâlâ hırıldıyor olmaları öfkemi körüklüyordu. “Hangi hakla bunu engellersin?”
“Sizin kendi kafanıza göre yaptığınız o kalkan, az kalsın Sapphire’ı öldürecekti!” diye yüzüne doğru bağırdığımda tehditkâr mavi gözleri kısıldı.
“Bana bağırmayacaksın,” dedi sakince.
“Engel olabilecek misin?”
“Elbette olabilirim, iyi bilirsin.”
“Tüm zehrimi,” diye tısladığımda gözleri bundan keyif alıyormuş gibi iyice kısıldı, “kanının içine doldurur, seni arkandaki kuduzlar gibi bağırtırım.”
Kurtlar tekrar hırlayarak ileri atılacağı sırada onu hissettim. Crystal, elindeki asasını sallayarak karları topuklu botlarının altında eze eze bize doğru geliyordu. Crystal’i gören kurtlar ona doğru atılırken Crystal, elindeki asayı kaldırdı. Üzerine doğru koşan kurda tıslayarak bakıp elindeki asasını sertçe kurdun boynuna vurdu, kurt havada uçup ilerideki ağacın kalın gövdesine çarptı, acı bir ses çıkararak yere düştü.
Crystal, “Bir daha sakın ona havlamaya kalkma,” diye tıslayarak Efken’e baktı. Bir diğer kurt da öfkeyle Crystal’in üzerine atladı. Birlikte karların arasında yuvarlandılar. Crystal, asasını kurdun dişlerinin arasına soktuktan sonra topuklu botunun tabanını kurdun karnına hızla geçirdi. Kurt, karların arasında yuvarlanarak sürüklenmişti.
“Hoşt,” diye alay etti Crystal üstündeki karları silkelerken.
“Kavgayı kesin!” Efken kükreyerek onlara bakarken kurtlar gözlerini Efken’e çevirip geri adımladılar. Crystal, öfkeli gözlerini kurtlara çevirdi.
“Onlar benimle boy ölçüşemez. Hepsi birer enik.”
En cüsseli boz renkli kurt hırladığında, Crystal ona orta parmağını gösterdi.
“Kendi aranızda kavga etmekten vazgeçseniz iyi edersiniz,” dedim her iki tarafa da bakarak. Sanki az önce Efken’le yaptığım tam da bu değilmiş gibi. “Halihazırda yeni bir kaosumuz varken bir de buna hiç gerek yok.” Efken’e doğru döndüm. “Kalkan falan olmayacak.”
“Ne demek olmayacak?” Efken, bu kez gerçekten sinirli görünüyordu, bu konuyu benimle sonuna dek tartışabileceğini anladığımda dişlerimi birbirine bastırdım. Birimizin sakinleşmesi gerekiyordu.
Sapphire, üzerindeki kanlı kıyafetlerle verandaya çıktığında, Yaren kapının kenarında durmuş korku dolu gözlerle ona bakıyordu. Crystal’in gözleri Sapphire’a döndü, aniden ona doğru koşmaya başlayınca ortamdaki hava tamamen gerilmişti. Efken gözlerini verandadaki Sapphire’a çevirdi. Gözlerinde gördüğüm ifadeyle sakince derin bir nefes aldım.
“Sapphire’ın bedeni, senin koruma kalkanını kaldıramadı,” dedim Efken’in yüzünü incelemeye devam ederek. Mavi bir uçurum olan gözleri gözlerime tutundu. “Bunun nedeni insan bedeninde olması sanırım.” Sonra sadece onun duyabileceği bir ses tonuyla fısıldadım. “Ya da Karaduman, senin basitçe yapabildiğin kalkanın bir Mar’ı öldürebilecek kadar kuvvetli.”
Efken elindeki kart destesini avucunun içinde ezerek sıkarken gözlerini yüzümde gezdirdi.
“Bir koruma şart, Medusa,” derken sesi hâlâ öfkeli ve genizden geliyordu. “Yaren ve sen bu evdeyken buna mecburuz.”
Tam ağzımı açacakken, Crystal, “Bunu ona siz mi yaptınız?” diye bağırdı kurtlara doğru. “O asayı içinizden geçirir, ateşte kuzu gibi çeviririm, pire torbaları!”
“Kalkan yaptı,” dedim Crystal’e bakmadan. “Bağırıp çağırmayı kes.” Gözlerimi kurt topluluğuna çevirdim. “Ben buradayken hiçbir şey yapamazlar.”
“Ben emretmediğim sürece, hiçbiri hiçbir şey yapmaz,” dedi Efken üstünlüğünün yakıcı parıltısıyla beni buluşturarak. Dişlerimi sıkarak ona bakmaya başladım.
“Kalkan yok.”
“Kalkan şart.”
“Bunu Sapphire buradayken yapamayız, Efken,” diye tısladım.
“Niyetim kız kardeşlerinden birine zarar vermek değildi ama kalkansız devam edemeyiz.” Sesi barut gibiydi. Çıplak ayaklarımın altında ezilen kar, topuklarıma toplu iğne batıyormuş gibi bir his bırakıyordu. Niyetinin tamamen bizi korumak olduğunu, isteyerek böyle bir şeye sebep olmayacağını zaten biliyordum. Sadece Sapphire’ı o hâlde görmek gözümü karartmıştı. Sapphire’a karşı bağımın bu denli güçlü olması korkutucuydu.
Gözlerim az önce Crystal’in patakladığı, bize uyuz olmuş gibi bakan kurtlara çevrildi. Derin bir nefes alıp tekrar Efken’e baktığımda, Efken’in bakışlarının ayaklarıma kaydığını görüp ayak parmaklarımı karlara sapladım.
“Üşüteceksin, içeride konuşalım.” Gözlerini ayaklarımdan ayırıp arkasındaki kurt sürüsüne çevirdi. Kurtlar onun bakışlarına karşılık verdikten sonra geri çekilerek ormana doğru dağıldılar.
❄️
Sòsye Katedrali
Katedralin içinde ilerleyen topluluk birbirine bakmıyordu. Herkesin kafasında aynı soru işareti vardı. Birdenbire alarma geçilmesinin sebebi büyük bir savaşın yolda olmasından mıydı yoksa daha başka bir konu mu vardı?
Çoğu cadının cübbeleri içinde sessizlik içerisinde ilerlerken kafasında başka ihtimaller de dönmüyor değildi, bu kadar kalabalık bir toplantının elbette ki en korkutucu sebebi, kapıdaki büyük bir savaş olurdu. Yüzyıllardır uğradıkları saldırılar yüzünden artık hepsi korkuyordu, birilerinin hedefi olma niyetinde değillerdi.
Bu yüzden kalabalık sessizce yürüyor da olsa, kalplerinin sessiz olmadığı kesindi.
Baş Büyücü, Cadıların Sözcüsü, katedralin içindeki kilisenin yüksek, üzerine ulaşmak için tam on yedi basamak tırmanılması gereken ahşap, özü sihre yakın olduğu için meşeden yapılma kürsünün önünde durmuş, konuşma metnini gözden geçiriyordu.
İlk grup içeri girdiğinde ve ön tarafa doğru ilerlemeye başladıklarında gözlerini kaldırıp cübbelerin içinde onu izleyen çoğu tanıdık, bazılarıysa yeni yetme olduğu için oldukça yabancı olan cadı topluluğunu inceledi.
Sözcü bekledi, neredeyse her soydan iki, üç soy temsilcisi cadı davete icabet etmişti. Sonunda kilisenin koltuklarında tek bir boş yer bile kalmamış, ayakta kalan cadılar birbirlerinden birkaç adım mesafe uzaklıkta yan yana dikilmeye başlamışlardı.
Sözcü, “Sizi buraya kadar yorduğum için üzgünüm,” diyerek söze girdiğinde, sarı saçları beline kadar uzanan bir kadın cübbesinin şapkasını çıkarıp, “Neden buradayız, Baş Büyücü?” diye sordu.
Sözcünün gözleri genç kadının sedefli mor gözlerine mıhlandı.
“Söze girmeme neredeyse birkaç kelime kalmıştı, Kassandra,” dedi. Ardından gözlerini kalabalığa çevirdi. “Yüce varlıkların uyanışa geçtiği bir yıl yaşıyoruz. Reenkarnelerin ardı arkası kesilmiyor. Bu süre zarfında aldığım sarsıcı bir haber yüzünden sizleri buraya davet etmek durumunda kaldım.”
“Sizi dinliyoruz,” dedi orta boylarda, genç bir kadın. Bilinen cadı özelliklerinin aksine, görüntüsü diğer cadılardan farklıydı. Kısa, siyah saçları, kalp şeklinde bir yüzü, ince dudakları, iri kahverengi gözleri vardı ve kahverengi gözlerinde diğerlerinde olduğu gibi olağanüstü bir ışık dağılımı yoktu. Baş Büyücü onu görür görmez, Firavun soyundan gelen nadir cadılardan biri olduğunu hemen anladı.
“Sen Meryem olmalısın.” Kızı saygıyla selamladı. “Hansoyluların son torunu. Burada olmana sevindim.” Gözlerini kızdan ayırıp diğer cadılarda gezdirirken bakışları ciddileşmişti. “Uyanışı gerçekleşenlerden biri de Mar Kraliçesi. Marlar ve dünya üzerindeki tüm yılanlar, nihayet kraliçelerinin dönüşüyle beraber eminim kutlamalara başlarlar. Mar dünyasında bir hareketlilik baş göstermiş gibi görünüyor.”
“Uyanan yeni bir Mar Kraliçesi mi? Son Mar Kraliçesi çok uzun zaman önce ölmemiş miydi?” diye sordu kalabalıktan biri.
“Ölmedi. Yeniden geldi.”
Bu cümleyle beraber, kilisede yoğun bir sessizlik baş gösterdi. Bu sessizliğin arkası ise şaşkınlık yüklü fısıltılar olmuştu.
“Mēness, geri döndü.”
“Mēness? Mitlerde ismi geçen kadından mı bahsediyorsunuz?” Meryem yeniden konuşmuştu, yönelttiği soru üzerine Baş Büyücü ona baktı.
“Evet, Kraliçelerin bile Kraliçesi olan Mēness, geri döndü.”
“Gücün annesi,” dedi bir kadın, orta yaşlarda bir cadıydı, soyundaki tüm yeni cadılar katledildiği için uzun zamandır yalnızdı. “Peki Mēness’in uyanışı ile bizim toplanmamız arasındaki bağ nedir? Marlar ve diğer soylar arasında bir anlaşma var, hepimiz kendi hayatlarımıza bakacaktık. Mēness’in dönüşünü neden önemseyelim ki?”
Baş Büyücü, bir kalkışmanın yaşanmasından çekiniyormuş gibi derin bir nefes aldı, bir süredir büyülerle sağlığını toparlamaya çalıştığı kalbi, yine garip bir aurayla sancıyarak çarpıyordu.
“Ne yazık ki bir olay yaşandı.”
Hep bir ağızdan merak dolu cümleler havada uçuşmaya başladığında, ortam öylesine gerilmişti ki, Baş Büyücü eğer doğru kelimeleri kullanmazsa, kanlı bir savaşa sürüklenileceğinin farkındaydı.
“Talihsiz bir olay yaşandı ve iki cadı, bir Mar tarafından katledildi.”
Buz gibi bir sessizlik…
Kan dökülen gözler, ateş gibi yanan yürekler, taş kesen suratlar, hepsi buradaydılar. Kilisenin koltuklarına oturmuş, Baş Büyücü’ye bakıyorlardı.
“Bana kulak vermek zorundasınız. Bu talihsiz olay elbet kulağınıza gelecekti, o yüzden ilk benden duymanızı istedim. Çünkü hepinizin güvenliğinden sorumlu olduğum gibi, soyunuz nereden gelirse gelsin sizler iyi birer cadı olmak için ant içmiş ataların çocuklarısınız. Sizi bir kaosa sürüklemek isteyecekler, sürüklenemezsiniz.”
Buz kesmiş salondan tık sesi bile çıkmıyordu. Baş Büyücü, her birinin ne hissettiğini merak etse de açıklamasına kaldığı yerden devam etti.
“Henüz yeni uyanan bir Mar’dı. Anlaşmayı bilmiyordu ve tehlike altındaydı,” diyerek konuşmaya başladı. “Katledilen iki cadıdan birinin soyu öç almak için harekete geçmeye karar verdi. Marlara olan düşmanlığıyla bilinen güruh da bu işin içinde olacak tabii ki. Size de gelecekler dostlarım, sizi tarihin en kanlı savaşına çekmek için gelecekler. Sizden tek isteğim, ricam, yasalarımıza uymanız, bir kalkışma yaşanırsa ve Marlar ile anlaşma kökünden yok edilirse, o zaman dökülecek kanı tahmin dahi edemiyor, etmek de istemiyorum.”
“Bir Mar, iki cadıyı katlediyor ve bizden susmamız mı bekleniyor?” Bu soru, öfkeden taşa dönmüş gözlerin sahibinden çıkagelmişti.
“O iki cadı, henüz yeni uyanan bir Mar’a saldırmayı seçmişti, Kassandra.”
“Beni kesinlikle bu olayın dışında tutsunlar. Ailemle normal bir hayat yaşıyorum,” dedi bir erkek cadı. Ona katılan en az yirmi kişi, ne kadar aralarından iki kişinin katledilmesi yüzünden dehşete düşmüşseler de birileri onları kalkışmaya davet ederse reddedeceklerini söylediler.
“Bunu yapan kimdi?” diye soran, orta yaşlardaki cadıydı.
Kimsesizliği kana kana içen cadının içinde yıldırımlar patlamaya başlamıştı. Hissettiği öfkenin damarlarını kazıdığını düşünerek Baş Büyücü’ye baktı.
“Yeni uyanan bir Mar dedin. Kimdi bizden iki kişiyi öldüren Mar? Söyle. Kim?”
İçindeki öfkenin kaynağı belki de tüm ailesini kaybetmiş olmasıydı. Kalbinde büyümeye başlayan kinin beslenmesine neden olan cevap ise tüm salonun buz kesmesine neden oldu.
“Kraliçelerin Kraliçesi, Mēness.”
Kadının yüreği mutlak ve sonsuz öfke ateşiyle yanıp söndü, ardından o yürek taşa döndü. Biliyordu, Kraliçelerin Kraliçesi unvanına sahip olmaya başaran bir Mar kadını, bir soyu değil, isterse binbir türlü soyu aynı anda yok edebilecek güce ve donanıma sahip demekti.
Yeni uyanmış bir Mar kadını için Kraliçelerin Kraliçesi unvanı çok ağır değil miydi? Taşa dönen yüreklerden biri de Kassandra’ya aitti. Sonsuz bir kıskançlığın damarlarını kan gibi yırtıp ilerlediğini hissederken ince kavisli kaşları çatılmıştı.
“Yüceler yücesi Mēness,” diye fısıldadı yaşlı cadı, Kassandra’nın gözleri yaşlı kadına çevrilmişti. Aradığı intikam ateşini o kadında görüyordu. Kendi içindeki kıskançlık ateşinden daha zalim bir ateşti gördüğü ateş. Görmeyi beklediği, arzuladığı ateşti. Dudaklarında muzip bir gülümsemeyle acı yüklü cadıyı izlemeye devam etti. “Yüceler yücesi Mēness, iki cadıyı öldürecek kadar gözünü karartmış, cadıları hakir görmüş, öyle mi?”
Baş Büyücü, taş gibi bir suratla, “Hakir görülmediniz,” dediyse de salondaki birkaç cadı, kalbi intikamla taş bağlamış yaşlı cadıya inanmayı seçmişti. Belli bir grubun kafası karışıktı, ne hissedeceklerini bilemediklerinden her iki tarafı dinleyip sessiz kalmakla yetiniyorlardı.
“Kraliçelerin Kraliçesi Mēness, bilinsin ki benim kraliçem değildir!” diyerek ayağa kalkan yaşlı cadıya Kassandra eşlik etti.
Kassandra, “Yılanlar biz cadılardan üstün değildir!” diye bağırdı ateşli bir sesle.
“Meclis üyelerini ayaklandırma çabanız unutulmayacak, Cadılar,” dedi Baş Büyücü iki cadıya öfkeyle bakarken.
Yaşlı cadı cübbesinin eteklerini sallayarak çıkışa yönelirken, “Lanet olsun Mēness’e!” diye bağırdı.
Kassandra tekrar etti: “Lanet olsun Mēness’e!”
Baş Büyücü’ye yaklaşan rahibelerden biri, “Sanırım işleri daha da berbat ettik,” diye fısıldadığında, Büyücü onu dinlemek için hazırda bekleyen topluluğa bakıyordu.
“Ne kadarı bizim tarafımızda olursa, o kadar az zararlı çıkarız, Tina. Mēness’i karşılarına alacak kadar çıldırmış olamazlar. Sonumuzu getirmelerine izin vermeyeceğim.”
“Belki de söylendiği kadar güçlü değildir, efendim.”
“Güçlü,” dedi Baş Büyücü sakince. “Sanıldığından daha da güçlü.”
❄️
Kafamın içi bir savaş meydanından daha kanlıydı. Arkadaşlarım zihnimin duvarlarına yaslanmıştı, hepsinin elinde birer silah vardı. Medusa, mantığımdan oluşan tahtın üzerinde oturuyordu, savaş alanını kibirli gözlerle izlerken izlendiğinin de farkındaydı. İzlendiğimin farkındaydım. Efken’in elindeki kılıç, korkumun boğazına dayanmıştı.
Onun elindeki silah her zaman korkuma doğrultulmuş olurdu çünkü biliyordum, Efken benim bir şeylere karşı korku beslememden hiç hoşlanmıyordu.
Crystal, yumruğunu bana doğru savurduğunda parmaklarımı yumruğuna sararak onu geriye püskürttüm, uzun tırnaklarım beyaz tenine saplanmış olmalıydı. Bugün diğer günlerden daha kasvetliydi, havada tuhaf bir koku vardı. Bacaklarımı sıkıca saran taytım, bacağımı kaldırıp Crystal’e doğru savurduğumda gerildi. Ormanın derinliklerindeki boş bir koruluktaydık. Bizi bekleyen bilinmezliğe karşı kendimizi savunmak konusunda alıştırma yapıyorduk.
Kalın tabanlı botum Crystal’in omzuna çarptığında, Crystal ayak bileğimi tutarak beni kendine çekti. Bacaklarım tamamen ayrıldığında bu onu güldürmüştü. Gülerek elimi göğsüne bastırıp onu ittim, bacağım omzundan kaydı ve bakışlarımız birbirine kenetlendi. Bugün onda görmeye alışık olduğum çizmelerini giymemişti, benimkilere benzer kalın tabanlı bot giymişti, bu yüzden aramızda pek boy farkı varmış gibi görünmüyordu. Yine de o benden uzundu.
“Efken, hayatım, sen orada itinle oynarken bu sarı yılan senin kızı götürüyormuş gibi görünüyor,” diye şakıdı İbrahim. Avucuna doldurduğu patlamış mısırları ağzına sığdırmaya çalışırken komik görünüyordu. Herkes bir şeylerle ilgilenirken, Ulaş bile arbaletiyle alıştırma yaparken, o ise kalın bir kütüğün üzerine oturmuş bizi izleyerek mısır yiyordu. Biri onun götünü tekmelediğinde zevkle izleyecektim.
“Zıkkımlanacağına bir işe yara,” diye homurdandı Efken, bu sırada mavi gözleri bize doğru dönmüştü. Crystal ona sırıtarak bakıyordu, Efken gözlerini devirdi.
İbrahim, Efken’i duymazdan gelerek, “Senin kız demek şu an beni biraz yaraladı, kalbimin yarasını sarmakla meşgulüm,” dedi dalgın gözlerle mısır kasesine bakarken. “Yoksa Oğuz’umu kaybedip Leyla gibi delirecek miyim? Pembe paltoların fiyatı ne kadardan başlıyor acaba?”
Ona gözlerimi devirerek baktım. Her ne kadar sululuk yapsa da maskesinin ardındaki fırtınanın rüzgârını hissedebiliyordum. Sezgi karların arasında bağdaş kurmuş oturuyor, elindeki kalın, ciltli kitaba bakıyordu. Sapphire ise sessizce onu izliyor, her hareketini ilgiyle takip ediyordu.
Hatem’den gelen iniltiyle kızıl gözlerimi ona çevirdim. İki büklüm duruyordu. Efken ise ellerini beline koymuş, çatık kaşlarla ona bakıyordu.
“Sen her vurduğumda böyle hastanelik mi olacaksın lan?” Gergin bir ifadeyle Hatem’e bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım, zavallı Hatem’e acımaya başlamıştım.
“Beni çalıştıracağınızı söylediniz ama yaptığınız tek şey beni dövmek,” dedi Hatem inler gibi.
“En iyi böyle öğrenirsin,” derken elini Hatem’in omzuna bastırıp doğrulmasını sağladı. Gülmemek için gözlerimi onlardan ayırdım. “Nasıl gizli gizli beni izlediğini, işerken bile dikizlediğini unutmadım.”
“Hatem,” dedi İbrahim aniden ciddi bir ifadeyle. “Gördün mü lan gerçekten?”
Hatem saf saf, “Neyi?” diye sorduğu anda, Ceyhun avucuna toplayıp sıkıştırdığı karı İbrahim’in kafasına attı.
“Ayarsız,” dedi Ceyhun ters bir sesle. İbrahim dudak bükerek saçlarındaki karları silkelediği sırada Efken, İbrahim’e yönelmişti. İbrahim, Efken’in ona yaklaştığını görünce korkarak ayağa kalktı, kucağındaki mısır kâsesi devrilmiş, mısırlar karla kaplı zemine saçılmıştı.
“Göstereceğim sana, gel,” dedi Efken ona yaklaşmaya devam ederek. Üzerindeki kesik kollu tişörtü, dışarıdaki dondurucu havaya rağmen terden üzerine yapışmıştı.
İbrahim, “Hiç şakadan anlamıyorsun, darling,” derken korkusunu örtmeye yetmeyen bir sırıtışla Efken’e bakıyordu. Geri geri adımlarken dengesini kaybedip karların üzerine sırtüstü düştü ama hiç vakit kaybetmeden kalkarak kaçmaya devam etti. “Yoksa ben istemez miyim göstermeni? Keşke ya. Keşke.”
“Ulan maymun!” diye hırladı Efken, İbrahim’e doğru atılınca İbrahim karların içinde komik bir şekilde koşarak Sezgi’nin arkasına saklandı. Kızın kolunun kenarından Efken’e kaçamak bakışlar atmaya başladı.
“Koru beni, büyü yap bir şey yap,” dedi, bir yandan da Sezgi’yi omuzlarından tutarak sarsıyordu. “Acilen diminuendo büyüsüne ihtiyacım var.”
“O ne? Öyle bir büyü mü var?” diye sorarak İbrahim’e doğru döndü Sezgi. Elini sertçe İbrahim’in omzunda duran eline vurdu. “Sarsıp durma beni yahu.”
“Doğru, siz o büyüyü bilmezsiniz,” dedi İbrahim ellerini beline koyup kaşlarını çatarak. “Ne oldu? Geldiğim yerdeki şarkıcıyı bile çaldınız da o kadar ünlü büyüyü çalamadınız mı gerçekten de ya.”
“Dante’yi çalmışlar ya,” dediğimde bana hak vererek başını salladı.
“Moonlight Sonata’yı çaldılar be,” diyerek beni doğruladı. İbrahim bir an durup, “Teorim geldi,” dedi. “Dante belki de Cehennem diye Varta’ya gelmiştir, Mahinev? Olamaz mı toprağım, olabilir gibi geldi bana.”
“İnan teori kaldıracak kafa kalmadı bende.”
“Ay ama bende çok kaldı,” dedikten sonra kendini işaret ederek kısık sesle mırıldandı. “Kardeşim ben leşçiye dönüştüm.”
Biz kendi aramızda sadece ikimizin bildiklerinden bahsederken bu durumun diğerlerini ne kadar sinirlendirdiğini görebiliyordum. Efken, İbrahim’e doğru atılıp onu ensesinden tuttuğunda İbrahim bir leşçiye yakışır ciyaklamasıyla ormanı ayağa kaldırdı.
“Vikleme puşt,” diye homurdandı Efken.
İbrahim, “Çabuk ol, Sezgi. Kurtla dövüşmem için o büyüye ihtiyacım var,” diye acıyla inlerken bir yandan da korkuyla Efken’e bakıyordu.
Onları kendi hâllerine bırakıp Crystal’e doğru döndüm. “Sürekli seninle çalışarak kendimi geliştiremem, Crystal,” dedim, Crystal de endişelerimi görmüş gibi kaşlarını çattı. Saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yapmıştım ve derim çekiştiriliyormuş gibi acımaya başlamıştı. Saçımdaki tokayı çekip saçlarımı özgür bıraktım. “Karşıma yılanlardan çok,” bir an karşıma bir yılanın düşman olarak çıkabilme ihtimali kaşlarımı çatmama neden oldu, Crystal’in de bakışları değişmişti, “daha farklı ırklar da çıkacaktır.”
“Teklifin nedir?” diye sordu Crystal, bu düşünceden hoşlanmamış olsa da haklı olduğumun farkındaydı.
“Hatem ile deneyebiliriz,” diye mırıldandığımda Crystal kahkahayı bastı.
“O enik sana bir metre yaklaşmaya korkar,” dedi, ardından gözlerini bakışlarını bize çeviren Hatem’e dikti. “Korksa iyi eder.”
Hatem dişlerini göstererek Crystal’e baktığı sırada Efken ellerini birbirine vurarak bana yaklaştı. “Daha iyi bir fikrim var,” dediği anda kaşlarımı kaldırarak gözlerimi onun gözlerine sabitledim.
İbrahim, “İnşallah o fikrin içinde ben yokumdur,” dese de kimse ona aldırış etmedi.
Efken, mavi bir yıldırım gibi çarpan gözlerini ormana doğru çevirdi. Parmaklarını dudaklarına yaklaştırdı, gür bir ıslık çaldığında ona şaşkınlığımı gizleyemeden bakakaldım. Islığı ormanın içine ulaşarak yankısıyla tüm koruluğu titrettiğinde herkes sessizdi. Ağaçların dallarının birbirine çarparken çıkardıkları sesleri duymaya başladım. Daha sonraysa ilerideki uzun ağacın arkasından çıkan kızıl kurdu gördüm. Kocaman kurdun kızıl tüyleri kabarıktı, cüssesi iki insanın yan yana durduklarında kapladıkları alandan fazlasını kaplıyordu. Kızıl gözlerini buradan bile görebiliyordum ve o gözler Efken’deydi. Alfa’daydı.
Kurt, koca patilerini karlara saplayarak ağırkanlı adımlarla bize yaklaşırken, “Ona saldır,” dedi. Bir an dediği şeyi idrak edemeyerek ona bakakaldım. Daha sonra gözlerimi büyük cüsseli kurda çevirdim.
Kurt onu anlamıştı, onay almak ister gibi Efken’e bakmaya devam ediyordu. Göz ucuyla Efken’in başını salladığını gördüğümde, kurdun da gözleri bana çevrildi. Efken geri çekilirken Crystal’in de dişlerinin arasından tıslayarak geri çekildiğini fark ettim.
“Sen aklını mı kaçırdın, Karaduman?” diye tısladı Crystal, bu soruya aldırış etmedim.
Sezgi, “Efken, bu iyi bir fikir mi?” diyerek Crystal’e hak verdiğini daha yumuşak bir dille belirtmiş oldu.
“Çenenizi kesin de kızımın yapacağı gösteriyi seyredin.” Sinir bozucu bir gülüş sesi çıkardı. “Tabii becerebilirse.”
Küçümsendiğimi hissetmek nabzımın damarlarımın içinde dalgalanmasına neden oldu.
Kızıl gözlerimi büyük kurda diktiğim sırada bütün bakışların üzerimde olduğunu biliyordum. Karşımdaki kurt, benim kim olduğumu biliyordu, kim olduğumu bilse bile onun için önemli olan Efken’in kim olduğu olmalıydı. Efken, ona bir emir vermişti ve o, bu emri canı pahasına yerine getirmek için hazırdı. Alfa’sı için yetiştirilmişti.
Kurt aniden hırlayarak bana doğru koşmaya başladığında göz bebeklerim hızla inceldi, bedenim kendini koruma içgüdüsüyle saldırı pozisyonu alırken uzun tırnaklarımı taytımın üzerinden dizlerime bastırdım. Gözlerimde saniyeler içerisinde düşmanca bir ifade oluşmuştu ve karşımdaki rakibin de bunu gördüğüne emindim. Kurt, koca cüssesiyle üstüme atladığında birlikte karlarda yuvarlandık. Kurt üzerimdeydi ve büyük dişlerini göstererek yüzüme doğru hırlıyordu.
Ağzımın içindeki dilin anlık uzadığını hissettim.
Seri bir atakla dirseğimi sertçe kurdun kalın boynuna vurduğumda onu üzerimden atabilmiştim. Acı sesi, yüzümden kaybolan nefesinin kesilme sesiyle birbirine karıştı. Zıplayarak uzandığım yerden doğruldum. Kurt tekrar bana doğru atılınca botumun tabanını yüzüne geçirerek kuvvetli bir tekme savurdum.
İlk başta afallayarak geri çekilmişti ama kızıl gözleri artık daha saldırgan bakıyordu. İşin renginin değiştiğini hissediyordum. Medusa, kafamın içinde çatallı dilini çıkararak düşmanca tıslıyor, kaosun çanları birbirine vurarak vücudumu ve gücümü uyarıyordu. Yerdeki karların havalanmasına neden olacak bir hızda kurda doğru koşmaya başladım, bu atağıma karşılık şimdi o da bana doğru koşuyordu.
Üstüme atlamak için havalandığı sırada dudaklarımın arasından zehirli bir tıslama çıkıp koruluğu ateşe verir gibi bir yankı uyandırdı. Saldırmak için zıpladım, Mahinev’in bu şekilde çevik bir hareketle zıplayamayacağını biliyordum; Medusa, buradaydı.
Kızıl kurt ağzını açarak bana saldıracakken kolumu kalın, tüylü boynuna sarıp hırlayarak boynunu geriye doğru eğdim. Birlikte karların arasına şiddetle düştüğümüzde ben ayaktaydım, onun boynu dirseğimin arasındaydı ve içimde yükselen hırsla birlikte boynunu koparacakmış gibi sıkıyordum.
İçimdeki vahşi, tüm dişlerini dışarı çıkarmış, savaşı kazanma arzusuyla âdeta kükrüyordu. Kurdun hırıltıları boğuklaşırken boynunu sertçe çekerek iyice yatırdım. Crystal’in ıslık çaldığını duyabiliyordum, etrafımızdaki her sesi duyabiliyordum ama şu an hiçbirini ayırt edemiyordum.
Dirseğimle sıkıştırdığım kurdun nefesinin kesildiğini fark ettiğimde zihnim yıkılan bir bina gibi gürültüyle sarsıldı. Göz bebeklerim genişledi, insanlık, damarlarıma kan gibi doldu ve kurdu öfkeyle ileri doğru savurdum. Dev kurt kalın bir ağacın gövdesine çarparak karların arasına yığıldığında, ağacın dallarına tutunan karların tamamı da üzerine yıkılmıştı ve kurt, kesik hırıltılar çıkarıyordu.
Gümüş Pençe’ye içimde yeniden yanmaya başlayan merhamet duygusuyla bakakaldım. Oysa öfke hâlâ içimde yükselmeye devam ediyordu.
“Ohooo,” dedi Efken alayla. Öfkeyle parlayan gözlerimi Efken’e çevirdiğimde gözlerindeki ilgiyi yakalayabilmiştim. “Ne o, Mahicik, öldürmekten mi korktun?”
Göğsüm aldığım düzensiz nefeslerle hızla inip kalktığı sırada gözlerimi tekrar perişan hâldeki kurda çevirdim. Artık orada bir kurt bedeni olmadığını gördüğümdeyse kaşlarım çatıldı. Karların arasında uzanan bir beden vardı ama bu bir kurt değil, insan bedeniydi. Hatem bedenin yanına çökmüş, onu tam olarak görebilmemi imkânsız hâle getirmişti.
“Zarar vermek yok, sadece bir antrenman,” diye mırıldandığımda nefeslerim hâlâ düzensizdi.
“Onunla savaşırken ona nasıl baktığını gördüm, Medusa.” Bir elmas gibi parlayan gözlerini gözlerime diktiğinde yutkundum. Dışarıdan nasıl görünmüştüm?
“İtini öldürmemi mi tercih ederdin?”
“İtini derken bile ona zarar verdiğin için üzgünsün.”
“Sadece antrenman yapıyorduk,” diye yalanladım onu.
İbrahim, Hatem’e hayretle bakarak, “Sen her ağaç dibinde don mu saklıyorsun lan?” diye sorunca gözlerim Hatem’e kaydı. Hatem elindeki pantolonu yerde uzanan adama uzatırken yan yan İbrahim’e bakıyordu.
“Evet. Ne zaman gerekli olacağı belli olmuyor,” dedi Hatem. Yerdeki adamın önüne bir perde gibi kapanırken kimse onlara bakmıyordu, gözlerimi onlardan ayırdım.
“Mahi.” Efken’in sesiyle birlikte gözlerim yeniden mavi gözlerle buluştu. “Tek yapman gereken kim olduğunu unutmamak.” Bunu söylerken adımları bana doğru düşüyordu. “Karşında kim olduğunun bir önemi yok, Mahi. Sen beni bile alt edebiliyorsun.” Son cümleyi kurarken dişlerini sıkmış, kemiklerin mezarlığı gibi duran yüzü gölgelerle ödüllendirilmişti.
Gözlerimi kapatıp bir süre bekledim. Bedenim gevşemeye başladığındaysa ona sokuldum. Elini saçlarıma bastırıp beni kendine doğru çekerken yan gözle bize yaklaşan adama baktım. Buğday tenliydi, terli kızıl saçları alnına dökülmüştü, kahverengi gözlerini Efken’e çevirip onu selamladıktan hemen sonra bana doğru döndü.
“Kraliçe,” dedi, yavaşça eğilerek tıpkı Efken gibi beni de selamladı. Onun saygısını ciddi oranda kazanmış olduğum her hâlinden okunuyordu. “İnanılmaz bir gücünüz var. Bundan şüphem yoktu.”
Başımı yavaşça salladım, göğsündeki çizikleri ve boynundaki morluğu görünce vicdanımın beni daha da kavurduğunu hissettim. “Kusura bakma, biraz kontrolümü kaybettim,” dediğimde Efken’in belime inen kolu beni sıkıca kavradı.
Karşımdaki genç adam gülümseyerek, “Bunun bir önemi yok,” dedi.
“Harikaydın, Mahinev!” diye bağırdı ileriden Ceyhun, bir yandan da elindeki sopayı sallıyordu.
İbrahim ve Ulaş birbirlerinin üzerine atlayarak az önceki hâlimizi taklit ederlerken gülerek onlara bakıyordum. Efken’in ilgili gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Başımı kaldırıp ona baktığımda dolgun dudakları yukarı kıvrıldı. Diğerlerini umursamadan beni kendine bastırarak kalın dudaklarını alnımda gezdirdi.
“Bu koca kurdu da yere sermek ister misin?” Sesi zehirliydi, gözlerinde derin iki çukur açıldı. “Belki yere değil yatağa sermek istersin. Saldırgan hâlinden etkilendim.”
Sertçe yutkunup, “Edepsizleşme, pis,” diye mırıldandım.
“Sen de edepsizleşsen ne güzel olurdu, temiz,” dediğinde, kaşlarımı çatarak elimi kaslı karnına bastırdım.
Tırnaklarımı kaslı karnına sapladığım sırada dudaklarımı aralayıp ona bir cevap verecektim ki birdenbire büyük bir gürültü koptu. İkimizin de gözleri aynı hızla ormana çevrildi. Ayaklarımızın altındaki yer sallanırken bir yıldırımın parlayarak ağaçların arasına düştüğünü gördüm. Efken, kollarını hızla bedenimden ayırdı. Ağaçların arasından dağılan duman son sürat göğe yükseliyordu.
Crystal, etrafına tehlikeli gözlerle bakarken, “O da neydi?” diye sordu, tedirgin olduğunu görebiliyordum ve adımları hızla bana yönelmişti.
“Yıldırım düştü sanırım,” dedi Sezgi. Gökyüzünde bir gürültü daha koptuğunda Hatem havayı kokluyordu.
“Birileri gelse anlardım,” dedi Hatem karmaşayla.
Efken ormana doğru yürümeye başladığında kolunu tutarak onu durdurdum.
“Nereye?”
“Ne olduğuna bakacağım.”
“Basit bir yıldırımdı işte.”
“Bakacağım,” dedi yeniden kaskatı bir sesle.
Kolunu bıraktığımda ormana doğru yürümeye başladı. Bu tedirginliğinin sebebini çözemesem de benim de göğsümün içinde bir şeyler yükselerek huzursuzluğumu çoğaltıyordu. Ben de onun arkasından ilerlemeye başladım ve çok geçmeden diğerlerinin de bizi takip ettiğini fark ettim. Efken, ağaçların dallarını kenara çekerek ilerlemeye devam etti.
Crystal, korumacı bir tavırla tam yanımda dururken, Sapphire da hızla yanıma gelmişti. Onu ilk kez böylesine gergin görüyordum, kızıl gözleri hızla her yanı tarıyordu. Birkaç saniye sonra Efken durduğunda biz de durduk. Diğerlerini bırakıp Efken’in yanına yaklaştım. Donmuş bir şekilde baktığı yere bakmak benim de donup kalmama neden olmuştu.
Düşen yıldırım, karların arasında bir çukur oluşturmuştu. Obruk gibi görünüyordu ama çok derin değildi, çukurdan dumanlar çıkıyordu ve asıl tuhaf olan oradan bir ışığın yayılıyor olmasıydı. Efken dikkatli adımlar atarak çukura yaklaştı. Elimi sırtına bastırdığımda sırtının bir duvar gibi olduğunu fark ettim. Kaslı kolunun kenarından çukura baktığım andaysa dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
“Nereden geldi bu?” Sorum diğerlerinin de merakla bize yaklaşmasına neden oldu.
“Yaklaşmayın!” dedi Efken sertçe. “Uzak durun.”
Gözlerimi karların içinde bir yıldız gibi parlayan asadan alamıyordum. Siyah asanın gövdesi mavi elmaslarla süslüydü, ışığı göz alıcıydı; sanki elmaslardan aşağı doğru kar kristalleri dökülüyordu. Efken yavaşça eğildiğinde ne yapacağını anlayıp elimi omzuna koydum.
“Efken,” diye mırıldandım. “Belki de bu iyi bir fikir değildir. Ne olduğunu bilmiyoruz.”
“Neden bilmiyormuş gibi hissetmiyorum?” diye sordu kısık sesle, bunu sadece benim duyduğuma emindim.
Dizini karlara bastırdı. Büyük, dövmelerle kaplı elini asaya doğru uzattı. Nefesimi tutmuş onu izlerken tetikteydim. Her an, her şeye hazırmışım gibi bir hâlim vardı. Onu koruma isteğiyle dolup taşmıştım. Efken asayı eline aldığında, asanın yaydığı ışık, kör edici şekilde büyüdü. Efken’in sırtı hareketlenince korkuyla ona doğru atıldım ama Efken, benden önce davranıp ayağa kalkmıştı.
“Medusa,” dediğinde korku kalbimi zehir gibi dolduruyordu. Efken yavaşça bana doğru döndü, diğerlerinin şaşkınlıkla boğulan seslerini duyabiliyordum.
Efken önümde bir gemiyi ortadan ikiye bölebilecek bir buz dağı gibi dikiliyordu. Gözlerimi elindeki asadan ayırıp yüzüne çevirdiğimde kalbim gümbürdedi. Karşımda dikilen buz dağının tepesine güneş doğmuştu ama biliyordum, buzu erimezdi. Kızıl gözlerim irileşirken dudaklarım aralık kazandı. Efken’in alnında parlayan o sembolü gördüm.
Güneş sembolü.
Alnında yanarak esmer teninin altından dışarı sızıp parlamaya başlamış güneş sembolüne bakarken kulaklarım uğuldamaya başladı. Efken’in asayı daha sıkı kavradığını görebildim. Uçurum mavisi gözlerini kaplayacak kadar büyüyen göz bebeklerine düşen bana ait yansımaya bakıyordum. Göz bebeklerinin bu kadar büyümüş olması ürkütücüydü. O an, gök yarılır gibi şiddetli bir gürültü daha kopardı. Gökyüzünü kaplayan şimşeklerle birlikte şehre bir yağmur gibi yıldırımlar yağmaya başladı.
Efken, asayı sıkıca tutuyor, yıldırım yağmuru şehri etkisi altına alıyordu.
Efken, asayı sıkıca tutuyor, alnındaki güneş onun teninde bir ateş gibi yanıyordu.
Efken, tıpkı bir yehmum gibi her yanı sarıyordu.
“Güneşin Karanlık İkizi,” dediğimde, cümleyi aynı anda devam ettirdik: “Nemesis, uyandı.”
🎧: Nathan Wagner, Suffocate