Yere düşen adım sesleri, şaşkınlığın kalbinin atış sesleri gibiydi.
En büyük karmaşa, anlık sessizliğin ardından yükselir. Sessizliğin hemen ardından yükselen karmaşanın ortasında duruyordum.
Hissettiğim şaşkınlığı gizleyemeden şok içinde Efken’in yüzüne bakmaya devam ediyordum. Diğerleri de panik içinde salondan çıktığında adım sesleri kuvvetlendi ve Efken aniden sırtını dönüp kucağında Yaren ile hızla Yaren’in odasına yöneldi.
Crystal’in yaşadığı şoku soluyabiliyordum, sanki ağır bir kokusu vardı; şaşkınlığının nedenini anlayabiliyordum çünkü Yaren’in alnında bir ateş gibi yanan güneş sembolünü o da görmüş olmalıydı. Yine de diğerlerinin görmediğine emindim, Efken onlara bunu göstermek istememiş olmalı ki Yaren’i aceleyle buradan uzaklaştırmıştı.
Zaman kafamın içinde çınladı, en yakın geçmişe hızla çekildiğimi ve anıların üzerine öylece fırlatıldığımı hissettim. Efken’in ormanda olduğumuz sırada bana anlattığı o anıyı hatırladım. Anılar yavaşça daha da yükselerek etrafımı kuşatmaya devam ediyordu.
Yaren’in odasına gideceğim sırada koridorda dikilen İbrahim dikkatimi çekti. Donmuş ela gözleriyle öylece durmuş Yaren’in odasının olduğu yöne doğru bakıyordu.
Kızıl gözlerimin görüşü netleşti, gözlerim şimdi onun Nigin dövmesinin olduğu yere odaklıydı. Kulağının arkasındaki dövmeyi göremiyordum ama oradaki güneş sembolünün açık bir yara gibi sızladığına emindim.
Görüşüm kızıla çaldı, kırmızı bir camın ardından insanları izliyormuşum gibi hissettim. “İbrahim,” diye seslendiğimde girdiği transtan irkilerek çıkıp bana baktı. “Benimle gel.”
Koridordan çıkarak kapıya yöneldiğimde İbrahim ilk başta duraksamış olsa da çok geçmeden arkamdan geldi. Evden çıkıp verandanın basamaklarını indiğim esnada hemen arkamdaydı. Varlığı bir gölge gibi üzerimi örtüyordu, artık İbrahim’i kendime daha yakın hissediyordum.
İlk geldiğim zamanlarda gördüğüm ama şu an tamamen yok olmuş olan kalkanın olduğu koruluğa doğru keskin adımlarla yürümeye başladım. Sessizdi, sorular sormuyordu çünkü aklı Yaren’deydi, bunu biliyordum. Bir süre ben önde o hemen arkamda yürüdük. Evden yeterince uzaklaştığımızda durup ona doğru döndüm.
“Sana anlatmam gereken şeyler var, bunu bilmeye hakkın olduğunu düşünüyorum ama…” dedim, ela gözlerine bakarken gözlerinde büyüyüp bir çığ şeklini alan telaşı görebiliyordum. “Yaren ile olan bağınızın seni zorlayıp zorlamayacağından emin olmam gerek, İbrahim.”
“Ne konuda?” diye sorduğunda aniden ciddileşmişti. Konu Yaren’in hayatı olduğunda her zaman kullandığı, bir maske gibi yüzünün önünde duran şakacı kimliğini bir kenara itiyordu.
“Sana söyleyeceğim şeyleri Yaren’in şu an kesinlikle ama kesinlikle bilmemesi gerekiyor,” dedim, ardından ona doğru bir adım attım. “Bu gerçeği ona yalan söyleyerek saklayabilir misin?”
“Yaren ve Manbel ile ilgili bir konu mu?” diye sorması beni şaşırtmadı, İbrahim sanılandan daha iyi bir gözlemciydi. Bir sırtlan gibi köşesine çekiliyor, aslanın parçaladığı avı izliyor, sonra da o avdan ona kalan parçaları almaya gidiyordu. Gözlem onun doğasında vardı.
“Efken ve bende olan kar tanesi dövmesi her ne kadar bağımızın sembolü olsa da ikimizle ilgili değil,” dediğimde ela gözlerini kısıp dikkatle bana baktı. “Kar tanesi benim geçmişimle alakalı, benimle alakalı. Peki ya sizin güneş sembolünüz de Yaren ile ilgiliyse?”
Sorum onu duraksattı. Bir süre yüzüme dikkatle bakmayı sürdürdü, kafasında bir şeyleri tartıyor, yerli yerine oturtmaya çalışıyor gibi görünüyordu. Gözlerim İbrahim’in omzunun üzerinden eve doğru kaydı. Crystal buradan bakıldığında tıpkı bir nokta kadar küçük görünse de onu net bir şekilde görebiliyordum; verandada oturmuş bizi izliyordu.
“Manbel, seni savaş alanında Yaren’e bir şey yapmakla mı tehdit etti?” diye sordu, sanırım en başından beri düşündüğü buydu, gözlemledikleri onu bu sonuca kolaylıkla ulaştırmış olabilirdi.
Bakışlarım Crystal’den koparak bir cevap bekliyormuş gibi bana bakan İbrahim’e saplandığında, zamanın usulca yıkılmaya başladığını hissettim. Şimdiden sonra geçmiş, geleceğin üzerine kül gibi yağacaktı.
“İbrahim.” Gözlerimiz kesişti, ilgiyle bana baksa da bakışları karmaşa yüklü ve biraz da dalgındı. “Manbel, Yaren’in babası.”
Eğer bir silah çıkarıp tüm şarjörü üzerine boşaltmaya başlasaydım bile bu kadar büyük bir dehşetle bana bakakalmazdı. Göz bebeklerinin içinde kendimi görüyordum, bir aynaya bakıyormuş gibi kendimi izlediğim sırada o karanlık kuyucukların, duyduklarının etkisiyle genişleyip büyüdüğünü gördüm. Şokla irileşen gözlerine tüm samimiyetimle baksam da duyguları dışarı ışık hızıyla yayılmaya devam ettiğinden bakışlarımı umursamadı.
Başını hızla eve doğru çevirdi, bir süre eve baktıktan sonra tekrar bana baktı. Yüzündeki şaşkınlık azalmıyor, gitgide daha da büyüyordu. Yüzü çıkmaza bürünmüştü. O gözlerde gördüğüm sadece şaşkınlık değildi, başka bir ifade daha vardı; endişe.
“Hayır,” dedi yalanlamak ister gibi başını iki yana sallarken. “Orada sana bunu mu söyledi? Sen de ona inandın mı? Yalan söylüyor. Ona nasıl inanırsın, Mahinev? Babası olamaz, yalan söylüyor. Nasıl inanırsınız? Kurtulmak için söyledi, kaçabilmek için şans yaratma-”
“Yalan söylediğini düşünmüyorum,” diye böldüm onu kararlı bir sesle.
“Bunu söylemek için eline birçok fırsat geçtiği hâlde kılıç boğazındayken söyledi!” dedi sertçe. “Onu öldürmemen için sana yalan söylemiş ve siz de buna inanmışsınız!”
“O an bu bir yalan da olsaydı, sırf içime düşen o şüphe yüzünden, Yaren için onu öldürmezdim,” dedim, bunu söylediğim anda damarlarım içimde büyüyen öfkeyle gerildi. “Bu bir şüphe olmaktan çıktı, İbrahim.”
İbrahim, “İnanmadığım bu şeyi Yaren’e söyleyerek onu üzmem,” dedi, her ne kadar inanmadığını söylese de gözlerinde içinde yeşerip büyümeye başlayan o şüpheyi görebiliyordum.
Histerik tavırlarını anlayışla karşılıyordum, duyduğu şeyin normal bir şey olmadığını, anlayışla tepki verilmesinin imkânsız bir durumla karşı karşıya olduğunu biliyordum.
Yine de bunu anlamak zorundaydı.
Kirli su, denize aktığında, deniz deniz olmaktan çıkmıyorsa, Manbel’in de Yaren’in babası olması Yaren’in bizim için kim olduğu gerçeğini değiştirmezdi.
“Yıllar evvel, sen bir sırtlan olduğun hâlde Efken seni kurt sürüsüne aldı. Senin bir sürün yoktu, kimsesizdin.”
Kurduğum cümle yüzündeki sert ifadeyi paramparça etti. Anlık gelen pişmanlık içime oturdu, içimde taş kadar ağır bir hâl aldı. Ona doğru bir adım daha attığımda hareketsizdi.
“Şimdi hepimiz gibi sen de yeniden doğdun. Doğdun ama yine bir sürüye ait değildin. Seni ben sürüme dâhil ettim, artık benimlesin.” Göz bebeklerim aniden incelip dik duran ince bir elips şeklini aldı, birkaç saniye sonra yeniden genişleyerek eski hâline döndü. “İbrahim, sen benim askerimsin, benim sürümdensin, tüm bunlar bir yana dursun, sen artık benim ailemsin. Emin olmadığım hiçbir şeyi dile getirmem. Sen bana, benim sözlerime inanmak zorundasın.”
Hissettiğini biliyordum. Artık aramızda bir sürü bağı vardı, o bir sırtlan da olsa bir Mar sürüsüne katılmıştı, çoktan ailem olmuştu. O bağın beni kuşattığı gibi onu da kuşattığını biliyordum. Artık herkes, birbirinin kim olduğunu biliyordu. Sözlerim onu bozguna uğratmış olmalı ki ifadesi sarsılmış, yıkılmıştı; yüzü gözlerimin önünde âdeta ufalanıyordu.
Kaşları çatıldığında inatla gözlerime bakıyordu. Niyetim onu incitmek değildi, bile isteye dostumu incitmek isteyeceğim en son şey bile olamazdı. Bana güvenmesini istiyordum. Bana güveniyordu, bunu anlıyordum ama ona asla yalan söylemeyeceğimi de anlamalıydı.
Hırçın bakan gözlerinde bir sadakat parıltısı gördüm, önlenemez bir şekilde bana doğru geldi ve ruhumu sararak aramızdaki bağı parlattı. Elimi dostça omzuna koyacağım sırada arkamdaki ağaçların arasından bir ses duydum.
Başımı hızla çevirip arkama baktığımda gelen kişi kızıl gözlerimin mahşer gibi parlayan keskin odağına girdi. Mustafa Baba, elini ağacın ıslak gövdesine bastırıp yerdeki kütüğün üzerinden atlarken etrafını saran kurtları gördüm. Devasa büyüklükteki kurtlar koruma içgüdüsüyle Mustafa Baba’nın etrafını sarmıştı. Islak kokularını alabiliyordum, hayvan formunda olmalarına rağmen hayvan gibi değil, yağan kara rağmen çim gibi kokuyorlardı.
“Kızın dedikleri göz ardı edilemez, İbrahim. Haklı olabilir. Yaren’in Manbel ile bir bağlantısı olabilir. Bunu yok sayamayız,” dedikten sonra bakışlarını etrafındaki kurtlara çevirdi, hepsine teker teker baktı. “Siz devriyeye devam edin, çocuklar.”
Kurtların bakışları anlık bana dokundu, büyük kahverengi, sarı, gümüş gözlerin her biri beni taradıktan sonra Mustafa Baba’nın emrine itaat ettiler ve dört bir yana dağılarak hızla gözden kayboldular. Koşarlarken ayaklarının altında parçalanan karın sesini duyabiliyordum.
İbrahim, “Mustafa Baba,” dediğinde, Mustafa Baba çoktan ayaklanıp yanımıza gelmişti.
Elini yavaşça birkaç kez İbrahim’in omzuna vurup, “Oturup konuşmamız gereken şeyler var, evlat,” dedi, ardından bana doğru baktı ve “Diğerlerini yollayın, ailecek oturalım,” diye fısıldayarak İbrahim ile bizi arkasında bırakıp eve doğru yürümeye başladı.
Ailecek.
Bu benim için yabancı bir kavramdı. Çok iyi biliyor olmama rağmen, hissettirdikleri yabancıydı. Bir ailem vardı, onlardan uzaktaydım, her şey birdenbire olup bitmişti ve şimdi buradaydım, yeni bir aileye ihtiyaç duymam sanmıştım ama her şey çok ağırdı.
Sanırım artık benim burada da bir aileye ihtiyacım vardı.
İbrahim ile sessizce onu takip ettik. Crystal hâlâ verandada dikiliyor, dik bir elips şeklini almış göz bebekleriyle hangi soydan geldiğini saklamadan bizi izliyordu. Mustafa Baba ve İbrahim eve girdiklerinde verandada durup Crystal’e doğru döndüm.
“Crystal, sen diğerlerini güvenli bir yere götür,” dediğimde başını salladı. “Onların da dinlenmeye ihtiyacı var.”
“Götürürüm,” dedi, daha sonra bir şey söylemek ister gibi gözlerime odaklanarak bana bakmaya başladığında kaşlarımı kaldırdım. Bir süre hiç konuşmasa da sonunda, “Onları bıraktıktan sonra gelmemi ister misin?” diye sordu yavaşça.
O bağ, karanlık bir odanın içinde parlayan küçük, nokta boyutundaki ışık gibiydi ama oda öylesine karanlıktı ki, o ışığı güneşin sanabilirdin. İçimi ısıtan yüzüne dikkatle bakarken dudaklarım yukarı kıvrıldı, elimi koluna götürüp yavaşça okşadım.
“Onları bırak ve gel.”
Gözlerinde oluşan parıltı gökyüzünde saklanması imkânsız parıltıya sahip bir yıldıza ait gibiydi. Ben eve girdikten çok kısa süre sonra Crystal de arkamdan içeri girdi ve çok geçmeden diğerlerini de alarak evden ayrıldı.
Savaşın yaraları henüz sarılıyordu, çok hasar almasak da bu bizim için ilkti, ilk kez ringe çıkan boksörler gibiydik, dayak yemeyi beklemiştik ama şansımız yaver gitmişti. Bir sonraki müsabakaya kadar çalışmak zorundaydık, bunu biliyordum, sonsuza dek şansa güvenemezdin ve eğitemediğin güç, senin sonun olabilirdi. Güçlerimizi fark ediyor olmamız, yenilmez olduğumuz anlamına gelmiyordu.
Sezgi’nin bana uzattığı içi kahveyle dolu kupayı avuçlarımın içinde tutarken koltukta oturuyordum. İbrahim ellerini dizlerinin üzerinde yumruk yapmış bir şekilde yeri izliyordu. Sezgi yanımda oturuyor, Ceyhun ve Ulaş da ortamdaki sessizliğe ayak uyduruyorlardı. Hatem’in Efken’in olduğu odanın kapısını izlediğini fark etmiştim.
Kapının kapanma sesini duyunca omzumun üzerinden o tarafa doğru baktım. Efken, Yaren’in odasından çıkmış, iki büyük adım sonrasında da salona girmişti. Mustafa Baba’yı gördüğü anda anlık olarak mavi gözlerini ona dikti, ardından sessizlik ona ait bir deriymiş gibi usulca alkollerin olduğu dolaba yöneldi.
“Yaren nasıl?” diye sordu Mustafa Baba.
Yaren’in adını duymak İbrahim’in bataklığa saplanmış gibi içine gömüldüğü düşüncelerden sıyrılıp ona bakmasına neden oldu.
“Daha iyi,” dedi Efken elindeki içki şişesinin kapağını ağır ağır açarken. Sesi metalden daha soğuk ve sertti. “Bütün bu olanlar onun için fazla yorucuydu. Bedeni hissettiği şeyleri taşıyamamış olsa gerek.”
“Bu olanlar onun dünyası için beklenmedik şeylerdi, evlat.”
Efken buna bir cevap vermese de aynı düşünceleri paylaşmadığına emindim. Tırnaklarımı avuç içlerime batırıp hilâl lekeleri bırakana dek yumruklarımı hiç gevşetmeden bekledim. Yutkunurken boğazımdan kayıp gidenler arkalarında yaşananlar yüzünden mi bu kadar kötü bir tat bırakıyordu merak ediyordum. Yaren güçlü bir kadındı ve bayılmasının, şok geçirmesinin sebebinin yaşadıklarımızdan dolayı olmadığını Efken gibi ben de biliyordum.
Efken, yarısını viskiyle doldurduğu kristal kadehi büyük avucunun içinde sıkıca tutarak İbrahim’in yanına oturdu. İbrahim’e bakmıyordu ama İbrahim’in ne hissettiğini, kimi düşündüğünü, nasıl düşüncelere saplı kaldığını biliyordu. Efken’e baktığımda bir kâhine bakıyormuşum gibi hissediyordum, sanki hepimizin geleceğini de geçmişini de zihnini de büyük, dövmeli parmaklarının arasında tutuyordu.
Mustafa Baba derin bir nefesin ardından oturduğu yerde öne doğru eğildi. “Büyük bir savaştan çıktık, bu herkesin uyandığı bir savaştı. Artık saldırıya açığız, daha büyük sorunlarla karşılaşacağız. Bunu sizin de hissettiğinizi biliyorum. Mahinev’in gelişiyle kalkan kırıldı, açık hedefsiniz. Mahinev’in kendini geliştirmesi gerekiyor. Kim olduğunu bildiği gibi, neler yapabileceğini de en iyi şekilde öğrenmeli,” dedi, herkes ona bakmasa da tüm dikkatlerin onda olduğunu, herkesin onu can kulağıyla dinlediğini görebiliyordum.
“Henüz yeni bir savaştan çıkmışken tekrar bir savaşın içine gireceğimizi mi söylüyorsun?” diye sorduğumda, omzunun üzerinden gülümseyerek bana baktı.
“Savaşlar hiçbir zaman tamamen bitmez, güzel kızım,” dedi şefkatle. “Her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olmalıyız.”
“O kurtlar senin sürün mü?” diyerek konuyu farklı bir yere çektiğimde, Efken’in bakışları yüzüme çevrildi.
“Hayır. Kısmen,” deyip elini salladıktan sonra Efken’e baktı. “Senin büyük bir sürün var, Efken ama henüz sürünü toplamadın. Bu yüzden senin için küçük bir sürü topladım, sürüdekiler sana sadık olacaklar.”
Efken kaşlarını çatarak Mustafa Baba’ya baktığında alnında çarpan mavi damarı görebiliyordum. “Buna gerek yoktu,” dedi, sesi sertti.
“Ben öyle uygun gördüm.” Mustafa Baba sert gözlerle Efken’e bakarken İbrahim’in keyifsiz kıkırtısı ortamdaki gerginliği bir bıçak gibi kesti.
“Ah Sülüman ah, bir şiir yazmadığın ben kalmıştım, bunu da unutmadım,” dediğinde herkes tuhaf bir ifadeyle ona bakıyordu. Neyden bahsettiğini bir tek ben anlamıştım, bu beni anlık olarak güldürmüştü.
“Gerzek,” diye homurdandı Mustafa Baba. Efken’i sert bakışlarının süzgecinden geçirdikten hemen sonra bana döndü. Efken, dik dik bu yaşlı kurda bakmaya devam ediyordu. “Yılanların tamamı kraliçenin, yani senin yaşadığını bilmiyor. Bilmeyenler arasında bu durumu öğrendiklerinde kraliçeyi almak için savaşmak isteyecek yılanlar olabilir. Onlara hükmetmen, onların kraliçesi olduğunu göstermen için kendini eğitmen gerek, Mahinev. Sana sadece sadık olmamalılar, aynı zamanda senin gücünü görmeli, bu güce hayranlık duymalılar ve hatta yeri geldiğinde bu güçten korkmalılar.”
“Sikimi alır onlar.” Efken sinirle söylenince, Mustafa Baba ona ayıplar gözlerle baktı. “Ne bakıyorsun, ihtiyar? Kimse gelip alamaz onu. Çatal dillerini bükerek birleştirir, bıçağa çeviririm.”
“Yılanı almak için de kurda soracaklardı zaten,” diye ağzının içinde kelimeleri geveledi İbrahim. Efken’in ters bakışları bu defa İbrahim’deydi.
“Elimin tersindesin, bir vurur duvarı yalatırım sana,” dedi Efken sertçe, İbrahim aniden kafasını kaldırıp kocaman gözlerle ona baktı.
“Yalatır mısın gerçekten? Yalat lütfen. Bahşet bunu bana,” diyerek yavru bir köpek gibi âdeta kuyruk çarparak ona baktığında, Hatem aniden İbrahim’in ensesine vurdu. Bu hareketi herkesin duraksayarak ona bakmasına neden olurken Efken’in dudaklarında keyiflendiğini ele veren bir kıvrım belirmişti.
“Bana mı vurdun sen?” İbrahim dehşetle ona bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım. Kaosa hazır hissetmiyordum. “O pis patilerinle bana mı vurdun?”
Hatem bir hırıltı çıkarıp ona yaklaşınca İbrahim korkarak geri çekildi.
“Efken, hayatım, köpeğinin tasmasını tutar mısın, koparacak bir yerlerimi,” demesiyle, Hatem’in ona doğru atılması bir oldu.
İbrahim aniden kıkırtılar çıkararak oturduğum koltuğun arkasına koşarken ela gözleri muziplikle parıldıyordu. Yüzündeki sinsi gülümseme ve kıkırtısı beni bir süre önceki o âna geri sürüklemişti. Akıntıya kapılmış gibi zamanın içinde kaydım ve onu ilk kez bir canavarın suretindeyken gördüğüm âna saplandım.
Sırtlan oyun oynamayı seviyordu.
“Rahat durmazsanız ikinizi de şöminedeki ateşte kızartır, dışarıdaki kurtların önüne atarım,” dedi Efken sinirle.
Efken’in tehdidi öylesine değildi, ikisi de bunu biliyor olacak ki, İbrahim dudaklarına fermuar çekip uslu bir kedi gibi yanıma oturmuş, Hatem de kulaklarını indirerek Efken’e baktıktan sonra şöminenin önüne diz çökerek oturmuştu. Efken bir süre yanımda oturan İbrahim’e tüm tehditleri kirpiklerine biriktirerek dik dik bakmıştı ama İbrahim onun bakışlarını görmüyormuş gibi yaparak etrafına bakınmaya devam etmişti.
“Sen nasılsın, Sezgi?” Mustafa Baba, elini Sezgi’nin koluna koyup anlayışlı gözlerle ona baktı. Bir cadı uyanmıştı, tüm karanlık geçmişi ve kayıplarıyla artık ruhu özgür ama acılar içindeydi.
“İyiyim,” diye mırıldandı Sezgi. “Tam olarak kendime gelememişken, kendimle tanışamamışken, bir yabancı gibi hissettiğim vücudumla Manbel’in karşısında durmak beni biraz yordu sadece. Büyüler sandığımdan da yorucu ve karmaşık.”
“Manbel-” Efken elini kaldırarak sessizliğini bir kenara bırakan Ceyhun’u tekrar sessizliğin akıntısına bıraktı ve Ceyhun sessizliğin içinde sürüklenmeye başladı.
“Manbel tekrar ortaya çıkacak,” dedi Efken itiraz istemeyen bir tonla. “Ve Manbel tekrar kendini gösterene dek onunla ilgili konuşmayacağız.” Manbel’in adıyla bir duvara dönüşen yüzünü izledim. “O herif ya da her neyse, bir daha savaşmak için karşımıza çıkmaya cesaret edemez.”
Onun bu sözleri herkesi derin bir sessizliğe gömdü. Elinde bir kürekle üzerimize mezar toprağı atmıştı ama hepimiz üzerimizi kaplayan toprağa rağmen hâlâ hayattaydık. Kupanın içindeki soğumuş kahveden bir yudum alırken diğerleri gibi ben de sessizdim.
Bir savaş kazanmıştık ama öyle kaybetmiş görünüyorduk ki, kapıda bir düşman belirse bize galibiyetle bakardı.
Efken bir sigara yaktı, çakmak taşından yükselen sese odaklandım. Sigarayı parmaklarının arasında tutarken bakışları yüzüme bir bıçağın derimi kesip içime yerleşmesini andıracak bir keskinlikle yüzüme saplandı. O uçurum gözlerde çok şey gördüm, belki gözlerine bakarken saniyeler geçmişti ama ben o gözlerde sanki senelerimi harcadığım bir hayat yaşamıştım. Bir an herkesin bir silgiyle silinmesini, onunla bu salonda yalnız olmayı, kollarının arasına girerek derin bir uyku çekmeyi istedim. Bu istek o kadar çok büyüdü ki, zihnimdeki o tehlikeli kadın herkesi kovmam için tırnaklarını ruhuma batırmaya başladı. Yüzümde her ne gördüyse, uçurum mavisi bakışları derinleşti ve yutkunarak gözlerimi ondan kaçırdım.
Hatem’in şöminenin önünde mayışmış bir hâlde uzandığını fark ettim. Sezgi de başını Ceyhun’un omzuna yaslamış, huzursuz olduğunu hissettiğim bir uykuya dalmıştı. Tırnaklarımı kupanın seramik yüzeyine yavaşça vururken İbrahim’le Ulaş’a baktım, fısıltıyla bir şey hakkında konuşuyorlardı. Mustafa Baba ise ellerini arkasında birleştirmiş, camın kenarında dışarıyı izliyordu.
İçime çöken o yıkıcı sessizliği dış kapıya arka arkaya inen darbelerin sesi bozduğunda, göz bebeklerimin genişleyerek inceldiğini hissettim. Efken, parmakları arasındaki sigarayı kül tablasına izmaritin ucunda yanan alevin ölümünün kokusu salona yayılana kadar bastırıp sürttüğünde gözlerimiz birbirine tutunmuştu. Yanan şöminenin önünde kıvrılıp tıpkı yavru bir köpek gibi uykuya dalan Hatem, bir insan vücudunun içindeydi, uykusunu bölen darbe sesleriyle kafasını yerden kaldırıp bize baktı.
“Oturun,” dedi Efken hole çıkarken.
Verandanın tavanındaki karların yere yığılmasına neden olacak kuvvetteki yumruk yeniden kapıya indiğinde onu dinlemedim ve arkasından hole çıktım. Hatem de söz dinlemedi, arkamdan geldi, uykulu gözlerine rağmen bedeni gergindi, her an içindeki yaratığın yularını salacak gibi duruyordu.
Gerginliğin damarlarımı sızlattığını hissederek Efken’in arkasından ilerlediğim sırada Efken elini kapıya koyup başını sola yatırarak bir süre dışarıyı dinledi ve kapıya bir darbe daha vurulduğunda, “Kapıdaki Crystal gibi hissettiriyor,” dedi.
O an, o his kalbimin içine Efken’in kelimelerinden bile önce sinerek bir farkındalığın var olmasına neden oldu. Efken’i sertçe ittiğimde homurdanmayı ve küfrü duydum, tam bana doğru atılarak, “Ben açarım,” diyordu ki kapıyı sertçe açtım ve gecenin karanlığı, karın beyazı, kızın gözlerinin kızıllığı içeri doldu.
Yırtık pırtık elbisesinin içinde neredeyse çıplak ve yaralıydı. Kollarında derin çiziklerle bir anda yere çöktü ve dizlerinin üzerinde durup, ellerini yere bastırarak kafasını kaldırıp gözlerimin içine, ruhuma, tüm benliğime, düğümüme baktı.
“Efendim,” diye mırıldandı çaresizlik dolu bir sesle. “Sonunda sizin için buradayım, Kraliçem.” Kurum siyahı saçları, esmer teninin üzerinde endişeli yılanlar gibi sürtünüyordu. “Sizin için gelecekler. İntikam için gelecekler! Peşinizdeler! Mega Alfa sizi eşiniz yapmak için, Cadılar da Gabriel’in öcünü almak için peşinizde!”
O an, söylediği her şeyi bir kenara bıraktım, sadece, “Sapphire,” diye fısıldadım.
🎧: Red Moon Architect, Tormented