Bir kez değişmeye başladığında, olduğunu sandığı dünyanın bir daha onu son hatırladığın andaki gibi olmayacağını fark ediyordun.
Yabancı olduğun bir düşüncenin zamanla sana ait net bir karara dönüştüğü gibi, benim dünyam da bir anda hem çok değişmişti hem de olması gerekene dönüşmüştü. Sanki her zaman böyleydi ama hayır, bu benim bu dünyadaki ilk günümdü. Yine de asırlardır bu dünyaya aitmişim gibi hissediyordum.
Çarpışmanın yaraları hâlâ tazeydi.
Manbel’in zihnime emanet ettiği kaos gibi. Taptaze.
Köknar ağaçlarının ince dallarına ağır gelen kar birikintileri sim gibi yere dökülüyor, botlarımın altında ezilen karlar ortamdaki sessizliği parçalıyordu. İkimiz de sessizdik. Efken’in sessizliği, benim alışılagelmiş sessizliğimden daha derindi. O sessizlikte düşüncelerin çağladığını biliyordum ve aynı zamanda bu düşüncelerin yıkım getireceğinin de farkındaydım.
Soğuktan kızaran beyaz ellerimi üzerimdeki şişme montun derin ceplerine soktum. Tenim soğuğa karşı hislere sahipti ama soğuk beni ne üşütüyor ne de yakıyordu; yalnızca hissediyordum.
Dalgın gözlerimi gökyüzüne çevirdim. İşte ay, hemen oradaydı. Etrafını sarıp onu bir elmas gibi gösteren buzları artık yoktu. Buz sarkıtları olmamasına rağmen hâlâ bir elmas, göğü kaplamış koca bir kar tanesi gibi parlıyordu.
Ağaçların arasında gezinen kurtların varlığından haberdardım. Efken’in de onların farkında olduğunu biliyordum. Sağ tarafımdaki ağacın arkasından geçen kahverengi tüylü, devasa büyüklükteki kurda baktım. Gümüş Pençe’nin gözleri bizdeydi, o iri, sarı gözlerde düşmanca bir ifade yoktu. İçimdeki o kadın onları tanıyordu. Mustafa Baba ile birlikte savaş alanına gelen kurtlar olduklarını biliyordum, onlar da benim Marların tek Mega Kraliçesi olduğumu biliyordu.
Efken’in üzerindeki şaşkınlığı soluyabiliyordum, bunu her ne kadar ustaca kamufle ediyor da olsa bana karşı kendini tamamen kapatamıyordu. Aramızdaki bağın yere düşen gölgesiydi bu. Diğer insanların ona baktığında göremeyeceği şeyleri, ben gözlerim kapalıyken bile görebilirdim.
Burnunu yavaşça çekti, burnunun kalkık ve esmer ucu kızarmıştı. Bembeyaz karların ortasında duran o kuyunun önünde durduk. Kuyunun üzeri bir tahta kapakla kapatılmıştı, kapağın kenarlarından su damlıyordu.
“Bir yalan,” gözlerimi kuyunun üzerindeki ıslak tahta kapağa diktim, “hatta bir yalan havuzunda yaşadığını öğrenmek benim için yıkıcıydı.” Sesimde her neye rastladıysa, Efken bedenini bana doğru çevirdi ama ben gözlerimi o kapaktan ayıramıyordum. “Hissettiğim o berbat duyguyu onun da tanımasını istemiyorum, Efken.”
Aramızda süregelen o sessizlik sadece birkaç kalp atışı kadar devam etti. Efken gözlerini parmaklarının arasındaki zippoya indirdiğinde artık o kalp atışları dağılmış, kelimeler saklandığı kovuğun içinden çıkmaya başlamıştı.
“Onu her şeyden korudum, Medusa,” dedi. “Kendimden bile korumaya çalıştım.” Gözlerini parmaklarının arasında çevirdiği zippodan ayırıp yüzüme dikti. “Ama onu bu gerçekten nasıl koruyacağımı inan ben de bilmiyorum.”
Efken’in en net hâliyle önüme sunduğu o çaresizlik, boğazıma kördüğüm attı. Parmak uçlarımda yükselmek için çatırdayan alevlerin fısıltısını hissettim. Ceplerimde olan ellerimi yumruk hâline getirerek tırnaklarımı avucuma sapladım ve tırnaklarımın avucuma emanet ettiği hilâl şeklindeki izleri hayal ettim.
“Babasının bir insan olduğunu söylemiştin,” derken yutkundum, bu gerçek kafamda bir sancı gibiydi ve ben o sancıyı çekiyordum. “O iblisin bunu sadece kellesini kurtarmak için söylediğine inanmak istiyorum. Buna gerçekten inanmak istiyorum ama bir yanım, çok derindeki bir yanım, onun doğru söylediğinden o kadar emin ki.”
Emin tarafımdan nefret etsem de zihnime üflediği bilgeliği yok sayamadım.
Efken’in gözleri gözlerime yaslandı, benden destek alıyor gibi baktı bana. Yıkım Getiren, kendi yıkımından bana doğru gelerek kaçmaya çalışıyor gibiydi. Gözlerimi kaçırdım, o gözlerde gördüğüm çaresizlik beni tüketti. Tekrar kapağa bakmaya başladım.
“Henüz küçük bir bebekti,” dedi, dalgın sesini duymak ona bakmak istememe neden oldu. “Onun için yaşamam gerekiyordu, onun yaşaması için yaşamam, o alevlerin içinden çıkmam gerekiyordu. Benden başka kimsesi yoktu.”
Dişlerini sıktığında yüzündeki kemik vadisi ortaya serildi. Zippoyu sıkıca tutarken cebindeki sigara paketini çıkardı.
“İnançlarımı sikip atan bir ton şey duydum, gördüm.” Paketten çıkardığı sigaranın filtresini dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra ucunu elindeki zippodan fırlayan turuncu alevle yaktı. “Senin için düşündüm, kendim için düşündüm, hatta o kapuçin maymunu hakkında bile düşündüm. Bu düşüncelerin arasına kız kardeşimi sokmak istedim. Onun normal bir insan olduğuna inanmak için kendimi zorladım. Çok zorladım.”
“Ama biliyordun, değil mi?” diye sorduğumda, başını belli belirsiz salladı.
Kalp atışlarım ağırlaştı ama buna rağmen bedenimdeki büyük değişimden midir bilinmez, kalp atışlarımı düşüp yangın çıkaran bir yıldırım kadar net duydum.
“Bilmek bok gibi hissettiriyordu,” dedi, dudaklarının arasından sızan dumanı izlerken arkamdaki ağacın dallarından düşen kar yığınının sesi kulaklarımı doldurdu. “Bir bebeğe göre hep fazla ağlardı. Onu susturmak için türlü şaklabanlıklar yapardım.”
Keyifsizce güldü, küçük bir oğlan çocuğu olan Efken’i o şekilde düşünmek beni de gülümsetmişti.
“Bir gün yine çok ağlıyordu ve halam onunla ilgilenmemi istemiş, hemen geleceğini söylemişti.” Durgun gözlerle onu izlediğim sırada yavaşça ona doğru sokuldum. “Küçük elini tuttum, ona ağlamamasını söyledim, ağlamamasını istedim.”
Sertçe yutkunduğunda âdem elması gerilerek hareketlendi ve boğazına erkeksi bir kavis çizdi.
“Onun gibi,” tekrar yutkunduğunda bakışlarındaki durgun ifade dalgalandı, “Zeynep gibi huzurlu bir uyku çeksin istedim.”
Sessizlik birdenbire aramıza koca, karlı bir dağ gibi dikildi. Kendine zaman tanıyor gibiydi. Onun zihnine yayılan o boşluğu ona bakarken bile görebiliyordum. Anıları, üzerine onu yaralamak ister gibi hızla geliyordu. Efken bir kara deliğin ucunda duruyordu. Ne zaman o kara deliğe doğru bir adım atacağını hissetsem, onu elinden tutmak, korumak istiyordum. Ama biliyordum ki ben onun elini tutup onu korumak isterken bile, o içindeki kara delikte yolunu bulamıyordu.
“Bir süre sonra sustu,” diye fısıldadığında ne kadar süredir sessiz kaldığımı kestirememiştim. “İri, koyu gözlerini yüzüme dikti. Artık ağlamadığı için rahatlamıştım. Açıkçası, kafamı da şişirmişti.”
Filtresine kadar yanan sigarayı tutan parmaklarını kaşlarının ortasında beliren çukura bastırırken gözlerini yumdu.
“Ta ki alnında yanıp sönen o şeyi görene kadar.”
“Ne?” Beni duraksatan son cümlesiyle beraber alnımın sızlamaya başladığını hissettim. Alnımda yanan ay sembolünü hatırlayınca parmaklarım yavaşça alnıma doğru kaydı. Parmak uçlarımdaki soğuk, alnıma dağılırken, “Benim alnımdaki o şey gibi mi?” diye sordum merakla.
“Hayır,” dedi Efken. Rahat bir nefes alacağım sırada, “Bir güneş sembolüne benziyordu,” deyince nefesimi tuttum. “O zamanlar bunun sadece bir yanılsama olduğunu düşünmüştüm, küçüktüm ama bu anı bir süredir kafamda dolanıyor.”
“Güneş,” diye mırıldandım şaşkınlığımı gizlemeden. “Güneşin Karanlık Yüzü.”
Efken’in boğazından bir hırıltı yükseldiğinde irileşmiş kızıl gözlerimle ona bakıyordum. Efken emindi. Onun gözlerine baktığımda onun da benim gibi bu gerçeğe inandığını görebiliyordum. Manbel, Yaren’in babası olabilirdi. Olabilirden de öte, öyleydi. Azize’nin eteklerini bilgelikle savurduğunu hissettim, zihnimdeki arızalı Medusa ise sivri tırnaklarını düşüncelerimi yazdığım duvarda gezdirirken farklı bir şeye rastlamış gibi kaşlarını kaldırmıştı.
“Yaren’e şu an bunu anlatamayız,” dediği anda başımı onayla salladım. “Sonsuza kadar saklayamayacağımızı biliyorum ama şimdi olmaz, Mahi.”
“Manbel, Kurul ile bir bağlantısı olmadığını söyledi. Nedense yalan söylüyor gibi gelmedi bana.”
“O sadece bir maşaydı, bu belliydi. Muhtemelen Kurul ile ilgili bir şey bilmiyordur zaten. Tek derdi güç ve iktidardı.”
“Peki şimdi ne yapacağız, Efken?”
“İstersen kaçıp gidebiliriz,” dedi, beni kollarının arasına çekerken dudakları yukarı kıvrıldı. “Yalnız kalıp kanlı savaşımızın yorgunluğunu atmanın yollarını ararız birlikte.”
“Sululuk yapma,” deyip omzuna vurarak homurdandım. “Manbel anlatacağını söyledi.”
Derin bir nefes aldı, hemen ardından keskin çenesini alnıma sürttü. “Her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrendikten sonra o şarlatanın bütün uzuvlarını kesip kurtlarımın önüne atacağım.”
Kaşlarım ânında havalandı ve “Kurtların demek…” diye mırıldandım. Duraksadığını fark ettim. Çenesini başıma yaslarken ağzının içinde bir şeyler gevelemişti.
“Lafın gelişi o.”
Soğuktan uyuşan parmaklarımı onun sıcak göğsüne bastırdım. Soğuk da sıcak da bana her şeyi hissettirse de aslında hiçbir şey hissettirmez sanıyordum ama onun göğsü başkaydı.
“Eminim öyledir biliyor musun…”
“Çok konuşuyorsun yine, fıstık,” diye homurdandı. “Hem o neydi öyle ya ninja gibi kılıcını çıkarıp hepinizi öldürürüm demeler falan…”
Anlık bir utanç dalgasıyla elimi göğsüne vurup kaşlarımı çatarak yüzüne dik dik baktım. “Dalga geçme benimle, tüy yumağı.”
“Ayıp oluyor ama şu an tüy yumağı falan,” derken sahte bir kızgınlıkla bana bakıyordu.
Bir süre yanağım göğsünde, kolları omuzlarımı sarmış bir vaziyette öylece durduk. Orman artık daha sessizdi, kurtlar inlerine çekilmiş olmalıydı. Belki de her biri Efken gibi bir insana dönüşmüştü. Karanlık, ormana yavaşça çökmeye başladığında artık dönüş yolundaydık. Zihnimde bir sürü soru işareti olsa da şu an aklımı kurcalayan çok daha kuvvetli bir konu daha vardı. Saul ve Mēness.
Karanlığın içinde bizi takip eden gümüş rengi aya bakıp, “Konuşmamız gereken tek konu bu değil, biliyorsun değil mi?” diye sordum sakinlikle. Ay, bir canlı gibi uğulduyordu, sanki benimle olan iletişimi kuvvet kazanmıştı, artık ay da beni hissediyordu.
“Tıpkı senin gibi ben de her şeyi hatırlıyorum, minik yılan.” Sesi kalbimi zonklattı. Başını hareket ettirmeden keskin gözlerini yüzüme indirdiğinde ben de gözlerimi kaldırdım ve ona baktım. “Artık o anılar kesik kesik değil, merak ettiğim her şey tüm gerçekliğiyle kafamın içinde.”
O anılarda ilerleyen iki suret bizi izliyordu sanki. Bize çok benzeyen iki insan, biz olan iki insan, yüzlerce yıldır bizi bekliyorlarmış gibi anıların içinden bize doğru bakıyorlardı.
“Yüzlerce yıl önce tanışıyorduk,” diye fısıldadım, sesim gecenin ormana düşürdüğü gölge gibiydi. “Düşmandık.” Yutkundum, boğazımdan ikimize dair yeni bir anı kayıp geçti. Onunla ilgili her şey, kendi anılarım arasında bir tanıdık gibi dolanıyordu. Bizzat bu bedenle, şu an yaşamamıştım ama bir zamanlar yine bu bedenle, geçmişte yaşamıştım o anıları.
“Birbirimizi seviyorduk,” dediğinde, sesi Efken’e uymayacak şekilde kısıktı. Ucu sıyrılan kazağının kenarından görünen dövmesine baktığını fark ettim. Bileğindeki kar tanesinin aynısı bende de vardı. Dövmemin sızladığını hissettim ve yanağımın içini ısırırken gölgelerin düştüğü güzel yüzünü izledim.
Ona bakarken onu özlediğimi hissediyordum. Yoksa şu an Saul’u özleyen Mēness miydim? Onu uzun zamandır görmemişim gibi hissettiren bu duygunun yalnızca bana ait olmadığına emindim. O da böyle şeyler hissediyor muydu? Saul’un özlemi Efken’in de göğsünü yakıyor muydu? Saul da hemen karşısında duran Mēness’i özlüyor muydu?
“Kan yemini bozuldu. Herkes uyandı. Aslında kim olduklarının artık herkes farkında,” dedi bakışlarımın farkındaymış ama o bakışlardan kaçmanın bir yolunu arıyormuş gibi. “Eminim ki içindeki kinle birlikte uyananlar da olmuştur.”
“Tekrar aynı şeyleri yaşamak için uykuya yatmış olamayız,” diye mırıldandım.
“Geçmişte ne yaşandıysa yaşandı,” dedi sert bir sesle. “O adam benim içimde yaşayabilir ama ben o değilim, aynı şeyleri bir kez daha yaşamayacağım. Yaşamayacağız.”
Güven veren cümlelerine rağmen içimde bir yılan gibi dolaşan kuşkuyu yok sayamıyordum.
“Bir şeyleri daha kolay kabullenmeye başladın,” diye fısıldadığım anda omuz silkti. Gözleri bir ok gibi ileriyi hedef almıştı. “Ya yine aynı şeyleri yaşarsak?”
“Sanıyor musun ki o zamanlarda bizi ölüme sürükleyen birliktelik, şimdi yakamızı bırakacak?” Sorusu içimdeki tüm anıların seslerinin yükselmesine neden oldu.
Biliyordum, düşmandık. Ne Marlar tarafından ne de diğer türler tarafından kabul edilmemiştik. Gümüş Pençeler bu ilişkiden nefret etmişti, Marlar bu ilişkiyi duyduklarında hissettikleri dehşetle bir dağ yıkmışlardı.
“Bizi neyin beklediğini bilmiyorum, Medusa. Ama bildiğim tek bir şey var, ben yine seni koruyan o adam olacağım.”
Ona inanıyordum. Bazı şeyleri söylemediği, benden ve diğer herkesten gizlediği zamanlar oluyordu ama bana yalan söylemiyordu. Hiç söylememişti. O bir yalan söylese de buna inanırmışım gibi geliyordu çünkü biliyordum ki o yalanı da benim için söylerdi.
“Saul,” diye fısıldadığımda yüz ifadesi bir zamanlar gökte buz tutmuş hâlde duran ay gibi dondu. “Saul da Mēness’e bunun sözünü vermişti.”
Anı bir girdap gibi başımın üstünde dönmeye başladığında, gözlerim hâlâ Efken’in uçurum mavisi gözlerindeydi. Sanki onun gözleri, anının olduğu tarafa geçmem için beliren derin, uçurumdan bir geçitti.
Ona şimdikinden daha çok inandığımı hatırlıyorum.
Elbisemin uzun kolunun kenarlarını avucumun içine topladığım o an, sanki tam şu an yaşanıyormuş gibi net ve pürüzsüz hatıramda. Hafızam genişleyip daralıyor ve anılar kelimelerden, seslerden, kokulardan öteye geçerek gerçeğe dönüşüyor. İçinde bulunduğum âna dönüşüyor.
Soğuk rüzgâr, beyaz tenimi kızartacak kadar sert esiyordu. Damarlarımda akan buz gibi kana rağmen, göğsümün ısındığını hissetmiştim. Bu yanlış mıydı? O zamanlar bana bunun yanlış olduğunu söylemişlerdi.
Beyaz ayakkabılarımı hatırlıyorum, oldukça rahatsız olmalarına rağmen üzerlerinde oldukça rahat hareket ediyordum. Bez ayakkabılarımı yere sertçe bastırarak kaymamaya çalışırken bir yandan da üzerimdeki pelerinin ve elbisenin eteklerini tutuyordum. Mağaranın girişinde durdum ve göz ucuyla içeriye baktım. Mağaranın duvarlarına yansıyan kızıl bir ışık vardı, Saul geleceğimi biliyordu, ateş yakmış olmalıydı. İçeri girdiğimde bir anlığına yeni bir sese kulak kesildim. Bu bir demirin başka bir demire vurduğunda çıkardığı sese benziyordu. Kılıcını mı dövüyordu?
“Mēness,” dedi Saul, geldiğimi ayak seslerimden anlamıştı. Benim ayak seslerimi bile tanırdı. Parmak uçlarımda yürür gibi sinsice hareket etmeme rağmen, o beni her zaman tanırdı. “Geç kaldın, bir sorun mu çıktı?”
“Hayır,” diye fısıldarken gözlerimi ateşin yanında oturan Saul’a dikmiştim.
“Gelmeyecek miydin?” Benden aksini duymak ister gibi yüzümü izliyordu.
“Çok düşündüm, Saul.” Sesim durgundu, anı kalbimin de durgunlaşmasına neden olmuştu. Birdenbire Mēness’in tüm hislerini omuzladığımı hissettim; o hisler zaten bana aitti. Yavaşça ateşe yaklaştım. Bedenime vuran ateş bile tenimdeki buzların çözülmesine yardımcı olmuyordu. “Çok düşündüm ama ne seni ne de kendimi tehlikeye atmadan bu durumdan kurtarmanın bir yolunu bulamadım.”
Saul ayağa kalktığında, gücü etrafa ateşe ait bir yalaza gibi dağıldı. Her zaman karşısında yeni dövülmüş bir demir kadar sağlam olan Mēness, şimdi hafif bir rüzgârla savrulacak kadar savunmasızdı. Bu, sadece Mēness’in değil, benim de savunmasızlığımdı. Saul’un gözlerinde kederi gördüm. Beni, yani Mēness’i böyle görmek onu mahvediyordu.
“Sonucu ne olursa olsun, Güzel Mēness,” dedi Saul bana kaderime damlayan bir mürekkep gibi karışırcasına yaklaşırken. “Seni herkesten koruyacağım.”
Mēness’in göğsünde aşkla beraber çarpan öfke benim de göğsümde çınladı.
“Aptal,” diye tısladım. “Ben seni kendimden nasıl koruyacağım?”
“Benim kendimi senden korumaya ihtiyacım yok, senin de beni kendinden korumaya ihtiyacın olmasın,” dedi Saul, sıcak avucunu buz gibi olan yanağıma bastırınca içimde bir şeylerin parçalara bölündüğünü hissettim. “Artık bizi neyin beklediğini ben de kestiremiyorum ama bildiğim bir şey varsa, Mēness, o da seni her şeyden koruyan yine ben olacağım.”
Anılar zihnimde bir fırtına gibi ilerleyerek beni darmadağın ederken, Efken’in de o anılar tarafından dağıtıldığını biliyordum. O da bu anıyı hatırlıyor olmalıydı ama dudaklarını aralayıp bir şeyler söylemedi. Sanırım bu anı, beni yaktığı gibi onu da yakmıştı. Hatta yakmaktan da ileri gitmiş olabilirdi.
Koruluktan çıktığımızda karlar altındaki eve baktım. Verandada birilerinin olduğunu görebiliyordum. Ellerimi yeniden montumun ceplerine sokarken göz bebeklerim genişleyip daraldı, görüş alanım anlık kızıla boyandı ve uzaklığa rağmen tüm yüzleri net bir şekilde görmeye başladım.
Hatem ve İbrahim, verandadaki ahşap bankta oturuyorlardı. Efken benden birkaç adım önde yürüyordu. Sakin gözlerle onlara baktığım esnada Hatem’in elinin karnında olduğunu fark ettim. Yaralıydı, bunu zaten biliyordum ama yarasının bu kadar kötü hâlde olduğunu bilmiyordum.
Bakışlarım derinleşti. İnsan vücuduna uyum sağlamış kurdun yarasını izledim. Savaş alanındayken nasıl darbe aldığını, nasıl acıyla inlediğini hatırladım. Canı gerçekten acımış olmalıydı. Koca cüssesine, sınırsız kas ve bilgiden örülmüş gücüne rağmen acısı o kadar kuvvetliydi ki bu yüzüne emareler bırakmıştı.
Efken, verandanın merdivenlerindeki karları ayaklarının altında ezerek çıkıp ona yaklaştığında konuşmalarını yarıda bölen ikili ona doğru baktı. Efken’in gözleri Hatem’deydi, tüm dikkatiyle ona baktığını hissedebiliyordum. Hatem acıyla karlarda savrulurken Efken’in çıkardığı öfkeli hırıltılar hatıralarımda tüm ihtişamıyla yankılar uyandırıyordu. Sesli bir şekilde dillendirerek kabul etmese de Hatem’e karşı sorumluluk hissediyor olmalıydı.
Verandanın merdivenlerinin önüne geldiğimde, Efken, “Yaran nasıl oldu?” diye sordu Hatem’e. Hatem, beyaz elini karnından yavaşça çekerken gözlerinde acıya dair kırıntılar parlıyordu ama Alfa’sının ona nasıl olduğunu sormasından mutlu gibiydi.
“Üstesinden gelebilirim.”
Efken’in dudakları, Hatem’in acıyı gizleyemeyen gözleriyle kurduğu bu cümle karşısında alayla yukarı kıvrıldı. Tek dizini yere bastırarak eğildiğinde Hatem panikleyerek geri çekilmek istedi. Ama Efken ona o kadar uyarı dolu bir bakış attı ki, o bakışlarda sadece uyarının değil, emrin ve tehdidin de olduğunu fark eden Hatem, duraksadı.
Efken elini Hatem’e doğru uzattığında, Hatem tuhaf bir ifadeyle hareketsizce ona bakıyordu. Efken, Hatem’in üzerindeki kazağı tutup yukarı çekti ve gözlerim istemsizce açılan yaraya takıldı. Karnında büyük, derin bir yarık vardı; içi daha koyu renkti. Her nefes alışında yarık geriliyor, bir kalp gibi hareket ediyordu. Birçok şey görmeme, buna alışmaya başlamama rağmen bu görüntü karnımın kasılmasına neden olmuştu.
Efken parmağını yarığın kenarına sürttüğü anda nefesimi tuttum. İbrahim de benim gibi onları izliyordu. Sanki ne yaptığını biliyormuş ve buna uzun zamandır aşinaymış gibi avucunu aniden yarığın üzerine yasladığında Hatem hırıltılı, titreyen bir nefes verdi.
Efken’in gözleri anlık onun gözlerine dokundu ama sonra hızla gözlerini yaraya indirdi. Hatem’in göğsü hızla inip kalkmaya başlamıştı ama Efken aynı sabit ifadeyle karnına bakıyor, avucu Hatem’in yarasına yaslı hâlde duruyordu. Bin asır gibi geçen birkaç saniyenin sonunda Hatem’in nefesleri düzene girmeye başladı, gri gözlerinden kılıç kadar parlak bir ışık saçıldı.
Efken avucunu geri çekip hiçbir şey olmamış gibi ayaklandığında, kızıl gözlerimi Hatem’in karnına çevirdim. Az önce koca bir yarığa sahip olan karnı şimdi hiçbir şey olmamış gibi iyileşmişti. Yarığın olması gereken yerde gümüş kurdun karın kaslarına ait derin çizgiler vardı. İrkilerek bu görüntüye dehşet içinde bakan İbrahim’in aksine ben şaşkın değildim. Nedense bu bana hiç yabancı gelmemişti. Efken ne yaptığını kesinlikle biliyordu.
Geçmişimde de böyle bir âna şahitlik ettiğimi hatırlıyordum; sisli bir havada, bir mağaranın girişini kapatan koca kayaya yatırdığı bir kurdun yarasını aynen böyle iyileştirmişti. Mēness’in gözlerinin şahitlik ettiği bu anı, aslında bana aitti.
“Nasıl lan?” diye sordu İbrahim şok içinde Hatem’in karnına bakmaya devam ederken. Efken umursamaz bir ifadeyle başını kapıya doğru çevirdi. Hatem ne kadar sessiz olsa da gözlerinde gizleyemediği o duru sadakat, Efken’i hedef almıştı.
“Bir sırtlana dönüştün, kalkmış buna mı şaşırıyorsun gerçekten?” diye sorarken elimi verandanın tahta korkuluğuna bastırmıştım.
Ulaş’ın kapıdan çıktığını fark edince gözlerim ona sabitlendi. Ulaş arbaletini omzuna atmıştı, gözleri kısaca hepimizin üzerinde dolaştı; o gözlerde korku ve şaşkınlık hâlâ canlı dursa da söylemeliydim ki iyi iş çıkarmıştı. Bir insan kalbine sahip olmasına, bir insanın yaşamına alışmış olmasına, gördüğü her şey onun için yeni ve alışılagelmişin dışında olmasına rağmen üstesinden ustalıkla gelmişti. Hatem kazağını düzeltip doğrulunca, Ulaş’ın gözleri gümüş kurda takılıp kaldı.
“Ne oldu?” diye sordu.
İbrahim, “Uyan babaanne, geldik,” dedi alayla.
Ulaş yüzünü buruşturarak İbrahim’e baksa da İbrahim sırıtmaktan ileri gitmedi.
Hatem’in gümüş gözlerinin bana doğru geldiğini hissedince ben de kızıl gözlerimi ona çevirdim.
Gözlerimiz buluştuğu anda, “Onu neden serbest bıraktın, Kraliçe?” diye sordu, sorusuyla beraber zamanın yavaşlamaya başladığını hissettim. Hatem’in bu sorusu ortama bir buz sarkıtı gibi düştüğünde, Efken’in de bakışları ona saplandı.
Hepsi merak ediyordu. Efken dışında herkes, bu kararın asıl nedenini bilmek istiyordu. Bir intihar sayılmazdı bu karar gözlerinde ama aptalca buldukları aşikârdı. Günlerce, belki de haftalarca bu an için beklemiştik. Hepsi öfkeliydi, biz de öfkelerini körükleyerek onları âdeta birer silaha dönüştürmüştük. Şimdi silahlar, doğruldukları yaratığı neden azat ettiğimi merak ediyorlardı. O savaşa girmeden önce herkes canını ortaya koyduğunun farkındaydı, buna rağmen hiçbirinin tereddüdü olmamıştı. Koşulsuzca savaşın orta yerine atılmışlardı.
Bütün bu olanlara rağmen nasıl olurdu da düşmanın elini kolunu sallayarak gitmesine izin verirdim? Bunu sorgulamalarını garipsemiyordum. Bunun için bana kızabilirlerdi, onlara hak verirdim ama benim de elim kolum bağlanmıştı.
Manbel’in elinde tuttuğu benim hayatım değildi, Yaren’in hayatıydı ve verilebilecek yanlış bir karar, bu hayatı uçurumun dibine sürükleyebilirdi.
Sessizliğim Hatem’in ısrarcı bakışlarının daha da güçlenmesine neden oldu. Gümüş gözleri bir bıçak gibi merakla parlıyordu. Alacağı cevap onun için hayat memat meselesi olmalıydı.
“Onu sorgulama,” dedi İbrahim aniden gerilen sesiyle. Ela gözleri kararmıştı, ciddiyetle Hatem’e bakarken kavgaya hazır bir hâli vardı. Hatem bunu yadırgamadı. “Bunu yaptıysa bir bildiği vardır, irdelemek kimseye düşmez.”
Göz bebeklerim elips şeklini almak istiyor gibi gerildiğinde İbrahim’e baktım. Anılar zihnime bir yığın şeklinde dizildi. Medusa heykelinin başından mürekkepler akıyor, derimin altında yılanlar gezinirken atölyenin kapısına doğru adımlıyordum. Yanımdaydı, bir yırtıcı gibi ölümcül kıkırtılar çıkarıyordu. Yanımdaydı, elimi başının üzerine koyuyordum, gözlerindeki sadakat yeminiyle bana bakıyordu. Savaş ânında yaşanan her şey zihnimde birbirine yaslanan parçalara dönüştü ve o parçalar, bütünü oluşturdu.
Onu izlediğimi hissetmiş gibi gözlerini bana çevirdi. Yüzünde her zamanki ifadesi vardı ama gözlerindeki farklılığı görebiliyordum. Tıpkı beni kraliçeleri olarak gören yılanlar gibi o da bana saf bir sadakatle bakıyordu.
Efken eve girerken dudaklarımı birbirine bastırarak arkasından ilerledim. Hatem ve İbrahim bir şeyler konuşuyorlardı ama o an onlara dikkatimi de kulağımı da veremedim. Ulaş aralarında durmuş sakince onları izliyordu, tek gördüğüm bu olmuştu. Çoğu şey kafamda çözülmüş olsa da yeni sorunlar kendine yer edinmişti. Bu sorunları nasıl yok edecektim bilmiyordum, üstelik ben daha onları yok edemeden yerlerine yenilerinin de geleceğini artık biliyordum.
Efken gözden kaybolunca adımlarımı salona yönlendirdim. Salona girdiğimde gözlerimin odağına aldığı ilk kişi Yaren olmuştu. Onu her zamankinden daha farklı bir dikkatle süzdüğümü fark ettim. Sezgi ile birlikte koltukta oturuyorlardı. Başını Sezgi’nin omzuna yaslamıştı. Sezgi onun saçlarını okşarken sessizdi ama yaşadığı sarsıcı olayların zihnini nasıl bir karmaşaya sürüklediğini biliyordum. İçimdeki ağırlık tekrar baş göstermişti.
Yutkunarak diğerlerine baktım. Kenneth, elindeki bardağı hafifçe sallıyor, içindeki sıvının dalgalanmasına neden oluyordu. Nora ve Axel’in gözleri bendeydi; ikisinin de gözlerine yerleşmiş sorguyu görebiliyordum. Nora’nın sorgusu Axel’inkinden daha yırtıcı görünüyordu. Onların aksine, Nora’nın hemen yanında oturan Hayal beni görünce hafifçe başını eğerek beni selamladı. Onun gözlerinde sorgudan ziyade endişe vardı.
Onların yanına gideceğim sırada Crystal kolumu tutarak beni durdurdu. Bu ani hareketi başımı hızla çevirip ona bakmama neden oldu. Bakışlarımı fark ettiğinde elini yavaşça geri çekmişti. Özür dileyen gözlerle yüzüme bakarken yutkundu.
“Konuşabilir miyiz?” diye sordu fısıltıyla. Bakışlarım ânında yumuşadı. Ona karşı öfke duyamıyordum, önleyemediğim bir şefkat vardı ve ne zaman öfkelenecek olsam, o şefkat her şeyin önünü kesiyordu. Kılıcı olan bir süvari gibiydi; içimde, çok derinlerdeydi ve Crystal’e karşı hissedebileceğim her kötü şeyi infaz ediyordu.
“Olur,” diye mırıldandım. Nora’nın gözleri ikimizdeydi, Axel’in ilgisi sonunda benden kopmuştu ama hâlâ açıklama beklediğine emindim. Crystal ile mutfağa gitmek için odadan çıkarken Sezgi’nin bakışlarının bize döndüğünü göz ucuyla da olsa görmüştüm.
Mutfağa girer girmez Crystal kapıyı arkamızdan kapattı. Bu hareketi kaşlarımı çatmama neden olsa da üzerinde durmayıp sandalyeyi çekerek oturdum. O ise oturmak yerine tezgâha yaslanıp büyük bir dikkatle bana baktı.
“Sen de mi Manbel’i neden bıraktığımı soracaksın?” diye sorduğumda başını iki yana salladı. Nasıl yani? Beni sorgulamayacak mıydı?
“Hayır,” dedi. “Çünkü bunu neden yaptığını biliyorum.”
Şaşkınlık yüzüme ormana çöken sis gibi çöktüğünde, “Biliyor musun?” diye sordum.
“Manbel’in sana söylediği şeyi duydum, Mahinev,” dedi sesini alçaltarak. Bir kalp atışı kadar geçen süre sonrasındaysa, “Ona inanıyor musun?” diye fısıldadı.
Parmaklarımı alnıma bastırıp gözlerimi yumarken karmaşayı durdurmaya çalıştım. Zihnim öyle aktifti ki başım ağrımaya başlamıştı.
“Böyle bir yalanı söylemeye cesaret edemeyeceğini biliyorum. Üstelik içimdeki bilgeyi de duyuyorum.”
“Yani… O yaratık gerçekten Yaren’in babası mı?” derken sesi şaşkın çıkmıştı.
“Sessiz ol,” diyerek gözlerimi araladım, ona baktım. “Onu öldürseydim bu şüpheyle yaşayamazdım, Crystal. Ona merhamet etmedim, benim merhamet ettiğim o değildi.” Crystal, beni anlıyormuş gibi başını aşağı yukarı salladı. “Gerçekler için geleceğini söyledi. O güne kadar beklemekten başka çaremiz yok. Şayet ki gelip beni aydınlatmazsa, ben gidip onun kanatlarını kökünden keseceğim.”
“Biliyorum,” dedi, elini masanın üzerine koyduğum elimin üzerine kapattı. Onun avucundan derimin altına işleyen o saf, tertemiz güven duygusunu hissettim. Ilık bir ışık gibi içime işliyordu. “Eğer doğru olan senin için buysa, ben de bunu doğrum olarak görürüm.”
“Diğerlerinin öyle düşünmediğine eminim, Crsytal,” dedim yorgun bir sesle. İbrahim’in sesini duyuyordum, onlar da diğerlerine katılmış olmalıydı. “Nora ve Axel bir açıklama bekliyor gibi bakıyordu. Velencoso kardeşlerin de bir daha savaş için çağırdığımda gelip gelmeyeceklerinden emin değilim. Adamların güvenini sarstım bence.”
“Ramon senin bir bildiğin olduğunun farkındaydı, Mahinev. Diğerlerine gelince, durumu bilmedikleri için buna şaşırmaları ve bir açıklama beklemeleri çok doğal.” Elini elimin üzerinden çekip karşımdaki sandalyeye oturdu. Sarı saçları dağılmış görünüyordu. “Gerçekte kim olduğunu biliyorsun. Onun kim olduğunu, neler yaşadığını da biliyorsun.” Kaşlarımı çatarak ona baktığımda omuz silkti. “Aksine inanmak istediğini biliyorum ama gerçekleri de göz ardı edemeyiz.”
“İbrahim,” dedim dalgın bir şekilde Crystal’i incelerken. “İbrahim, Efken’in tarafındaydı. Yani geçmiş zamanda öyleydi. Şimdi ise benim yanımdaymış gibi hissediyorum.”
“Onu senin yanındayken gördüm.” Başını omzuna doğru eğerken Crystal de benim kadar düşünceli görünüyordu. Altın gibi parlayan alev sarısı gözlerini kısıp bir süre boşluğu izledi. “O sırtlan sana sadık kalacak. Bu gerçekten ilginç.”
İbrahim’in sadakatini zaten hissediyordum, kafamda taşlar yerine yavaşça oturmaya başlıyordu. Yine de şu an çok fazla karmaşa vardı, kafamın içinden birden fazla ses yükseliyordu ve garip bir şekilde hepsi bana aitti.
“Savaşı kazandık, sessizlik bozuldu,” dedim, sesim de zihnim kadar karmaşıktı. “Ama bir şeylerin yanlış gittiğini hissediyorum.”
“Sen Mega Mar Kraliçesisin,” dedi gururlu bir sesle. “Herkesten daha güçlüsün, kendi türünden de diğer türlerden de. Üstesinden gelemeyeceğin hiçbir şey yok.”
Rütbemi hissediyordum, bu rütbeyi yok saymak imkânsızdı ama her şeyin damarlarımda dolaşan güç olmadığının da farkındaydım.
“Bazı şeyler için gücün hiçbir önemi yok, Crystal,” dedim, gözlerimiz birbirine tutunduğunda alev sarısı gözlerinde beliren soru işaretlerini gördüm. “Artık Varta’ya ilk adımını atan o tecrübesiz, korkak ve çaresiz hisseden kadından çok daha fazlasıyım. Endişem kendim için değil.”
Crystal’in gözlerinde beliren anlayışa uzun süre bakamadım, gözlerimi kaçırıp oturduğum yerden doğrularak kalktım. Kendimi daha önce hiç bu kadar dinlenmeye ihtiyaç duyarken görmemiştim; bedenimden ziyade zihnim yorgundu. Bir köşeye çöküp öylece kalmak, günlerce uyumak istiyordum. Benimle beraber o da oturduğu yerden ayaklanarak kalktı. Birlikte mutfaktan çıkıp salona yürüyeceğimiz esnada bir patırtı koptu. Göğüs kafesimin panikle hıncahınç şişip dolduğunu hissettim.
Yaren’in koşarak salondan çıktığını gördüğümde algılarım çok hızlıydı; gözlerim de zihnim de birbirlerine paralel şekilde hızla çalışıyordu. Yaren’in titrediğini fark ettiğimde beynimden vurulmuşa döndüm. Titreyen bedeniyle tam karşımda duruyordu. Efken’in kapıyı sertçe açıp çıktığını fark ettiğimde bile gözlerimi Yaren’den ayıramadım. Yaren birdenbire titreyerek yere yığıldı ve Sezgi’nin panik yüklü çığlığı koridorda fırtına gibi eserek duvarlarda yankılandı. Panikle Yaren’e atıldığım esnada Efken de hızla ona doğru koşmaya başladı.
Yaren baygın bir hâlde yerde uzanıyordu. Efken yüzüne kan gibi sıçrayan şokla Yaren’i kollarının arasına alıp kucakladı. Donmuş bir şekilde onlara bakarken Efken’in yüzüne yansımaya başlayan ışıkla, gözlerim hızla irileşti.
Yaren, Efken’in kollarında baygındı, esmer yüzü solgundu ve alnında yanarak parlayan o güneş sembolünün sarı ışığı Efken’in esmer yüzüne yansıyordu.
🎧: Nightwish, Ever Dream