Zifiri karanlık çökmüştü.
Hızlı adımları çamurlaşmış karların içine düşerken, telaşı yakanın öteki ucundan bile hissediliyordu. Elbisesinin beyaz eteği, çamur ve kar kaplı zemine sürtündükçe ıslanıp ağırlaşmış ve kirlenmişti. Teni esmerdi, buna rağmen yanaklarına yayılan kızıllık, metrelerce uzaktan bile görünebilecek kadar belirgindi. Hissettiği paniği göğsünün altında ehlileştirmeye çalışarak ormana girdi.
Karanlığın bastırması, gökyüzündeki ayın gümüşi ışığının ormana ürkütücü bir akis katmasıyla beraber orman, en azılı düşmanların saklanarak tuzakların başını beklediği bir çakal inine dönüşmüştü. Yalnız olmayı da bir düşmanla karşılaşma ihtimalini de umursamadan parçalanmış bez ayakkabıları, kuyruğu arkasında onu takip eden uzun elbisesiyle koşar adımlar atarak yürümeye devam etti.
Nihayet koruluğun içinden çıktığında ince bacaklarında derman kalmamıştı. O kadar çok yürümüştü ki diz kapaklarındaki kıkırdaklardan sesler geliyordu, kemikleri ağrıyla dolmuştu ve nefesi, içini kazıyan bir bıçağa dönüşmüştü. Ten yakan soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı.
Omuzları aldığı sık nefeslerle kalkıp inerken az ileride beliren taş eve doğru yürümeye başladı. Ay ışığı çıplak omuzlarının esmer başlarına, kurum siyahı, dalgalı saçlarına ve saçlarının arkasında gevşek bir şekilde duran safirden tokasına çarparak yansımalar yaratıyordu.
Verandanın önüne geldiği anda titreşen enerjisi, evin içindeki kutsal varlığın onu hissedip dışarı çıkmasına neden oldu. Meşe kapıdan dışarı çıkan ellilerinde bir kadındı, uzun saçları kalçasının altına kadar iniyordu, iki melik şeklinde örülmüştü. Saçlarının alt yarısı siyahtı, üst yarısı ise pamuk gibi bembeyaz…
Gençlik ve yaşlılık oradaydı, o saçlarda yan yana durmuşlar, akıp giden zamanı izliyorlardı.
“Sapphire,” diye fısıldadı yaşlılığın ve gençliğin kıdemli sesi. Sesinde bir miktar merak ile birlikte, uzun zamandır görmediği birini yeniden görmüş olmanın getirdiği önlenemez özlem ve mutluluk vardı.
Sapphire, dizlerini bükerek yaşlı kadının önünde kibar bir reveransta bulundu, ardından keskin hatlı yüzünü kaldırıp, titreyen çenesi ile yaşlı kadına baktı ve “Rhea,” diye fısıldadı. “Kıymetli Rhea’m, her zaman olduğu gibi ölüm ve yaşam kadar güzelsiniz, şefkatiniz ormanın öteki ucundan hissediliyor.”
Gözlerinde yaşlar parlayan genç kızı izleyen Rhea, elini kalbine götürüp, “Sapphire,” diye fısıldadı. “Ağlıyor musun, canım?”
“Ağlıyorum, gözyaşlarımı durduramıyorum. Çok uzun zamandır bir insanın bedeninde değildim, çok uzun zamandır ruhum bir muhafız, bedenim ise bir savaşçıydı. Rhea, seni çok özledim ve önünde saygıyla eğilerek seni bir kez daha selamlıyorum.” Başını önüne eğdi, bir dizini yere bastırdı ve elini kaldırıp kendi omuzlarının baş kısımlarına dokunarak kutsal bir işareti bedeniyle resmetti. Omuz başlarından sonra çenesine, sonra da alnına dokundu ve alnında safir mavisi bir hilâl parladı, hilâlin içinde gümüş parıltılar da vardı. Rhea gülümsedi ama içi kuşkuyla dolmuştu. Bu kızcağız neden ağlıyordu?
“Güzel savaşçı Mar’ım, neden ağlıyorsun?” Kadın verandanın merdivenlerine doğru ilerledi, basamakları indi ve uzun elbisesi karların içinde sürünürken genç kıza doğru adımladı. “Gözyaşı yeminini sana bozduran şey nedir?”
“Onu gördüm Rhea, onu kanlı canlı gördüm, cam bir tabutun içinde hareketsiz yatan bedenimin gözleri onu gördü, ruhum orada değildi ama gözlerim onun görüntüsüyle doldu.” Sapphire kafasını kaldırıp yaşlı kadına bakarken gözyaşları çenesine doğru akıp gidiyordu. “Rhea, Mega Mar Kraliçesi’ni gördüm. Tapınağa geldi.”
Rhea, birden narin, beyaz parmaklarını dudaklarına götürüp dehşet ve biraz da gözyaşıyla Sapphire’a bakakaldı. Kulaklarına inanamıyordu. Yaşlanmayı kabul eden ve sonsuz gençlikle ödüllendirilen kalbinin ağır vuruşları bir anda hız kazanmıştı.
“Mēness,” diye fısıldadı dehşet içerisinde. “Mēness sonunda geri mi döndü?”
“Reenkarne olmuş.” Sapphire, gözyaşlarını soğuyan ellerinin dış kısımlarıyla silip burnunu çekti ve “Heykellere oyulduğu gibi, aynı! Tıpkısının aynısı! Tablolara işledikleri gibi, birebir! Aynı!” dedi heyecanla. Boğazında bir acıyla inledi. “Ama o… O bir şey yaptı.”
Rhea, meraka düşmüştü. Göğsü, özlem ve zaferle doluydu, mutluluktan titriyordu ama Sapphire’ın gözyaşları onu korkutuyordu. Bu gözyaşları sadece hayranlığın var ettiği bir duygu boşalması ile alakalı değildi. Bu gözyaşlarında, acı ve korku vardı.
“Bir Çöl Cadısı’nın infazını gerçekleştirdi ve şimdi… Şimdi cadılar onun için gelecek!”
“Havva tutsun, Lilith hançerlesin!” diye bağırdı. Bu cümle, bir Mar duasıydı, uzun zaman sonra Rhea ilk kez bu duayı ediyordu. Ellerini omuzlarına, çenesine ve alnına koydu, incilerden oluşan bir hilâl, alnının ortasında parıldadı. “Ağzın neler diyor?”
“Medusa’nın heykelinin gözlerinden kanlar akmaya başladı.” Sapphire, gözyaşları içinde başını iki yana salladı. “Medusa’nın gözlerinden kanlı yaşlar akarsa, neler olur, biliyorsun.”
“İntikam yakındır.”
“Medusa’nın gözyaşları felâket getirir. Astrolojide bile Medusa’nın gözyaşlarından ve bu gözyaşlarının getirdiği kahırdan söz eder insanoğlu. Heykel, cadıların intikam için geleceğini haber verdi.”
“Gözlerinden duru su akarsa adalet sağlanmıştır, kan akarsa intikam yakındır.” Rhea, yığılıp kalacakmış gibi hissederken elini verandanın korkuluğuna bastırdı. Sapphire, kadına doğru koşup kadının koluna girdi ve kadını ayakta durması için sıkıca tuttu. “Ama dedin ki…” Rhea, gözlerini Sapphire’ın gözlerine sabitledi. “Sen dedin ki… Mega Mar Kraliçesi dedin…”
“O, özbeöz bir Mega’nın kızı olarak doğdu, Rhea.”
“O zaman git ve onu bul. Medusa’nın gözlerinden kan değil su akana kadar, sakın onu yalnız bırakma, Sapphire.”
❄️
Karanlık öyle çok yerdeydi ki, sanki ışık hiç var olmamıştı.
Küfün, yosunların ve rutubetin kokusunu alabiliyordunuz, bu ciğerlerinizi hem acıtacak hem de içinize şüpheye dair tohumlar bırakacaktı. Mağaranın duvarlarını oluşturan akuamarin taşlar, mavi bir ışıltıyla gözünüzü almaya başladığındaysa, karanlığın sonunda sizi bekleyen o büyülü auraya sahip tapınağı bulmuş olacaktınız. Akuamarinden oluşan sivri kristaller, ters duran buz sarkıtları gibiydi, mağaranın zemininden yukarı doğru fışkırıyorlar, uçları bir bıçak gibi sivriliyordu.
Yaşlı kadının siyah cübbesinin eteği akuamarinden küçük taşların biriktiği zeminde sürüklenirken, her bir adımın sonunda, kutsal bir yere girmenin farkındalığıyla mırıldanılmaya başlayan dualar, gitgide büyüyerek mağaranın duvarlarına yankılar çiziyordu. Kadın birkaç adım sonrasında kendi eteğine takıldı ve düşmemek için akuamarin sarkıtlarından birine tutundu. Kristal akuamarin sarkıtları öyle keskindi ki, düz yüzeyi bile ânında teninden kan akıtmıştı.
Yaşlı kadın kafasını kaldırıp mağaranın daha da derinlerine baktığında, mavi ışıltının bir anda alevlere dönüştüğünü gördü. Küçük bir geçitten yansıyan o kızıl ışığın özünde ne olduğunu merak etti. Bu sırada cübbesinin kumaşından bir parça yırttı, elinde açılan yarığı o kumaş parçasıyla sardı ve yeniden yürüyecekken, elinden damlayan kanın yerde uzanan izini gördü; durdu.
Bunun hayra alamet olmadığını biliyordu.
Mağaranın derinliklerinden gelen gürültü, yankılardan damarlara ayrılarak tüm duvarlara sindi ve mağaranın tavanından birkaç akuamarin sarkıtı yere düştü. Sarkıtlar dimdik olacak şekilde düşerek kadını çemberden bir hücrenin içine aldığında, kadın etrafını saran uzun sarkıtlara korkuyla baktı ve sonra da gözlerini o kızıl yansımaların geldiği geçide çevirdi.
“Işıktan geldin, karanlığa mı gidiyorsun ey damarlarından gücün kan gibi kuruyarak kaybolduğu zavallı Mar Kadını.”
Bu ses, kadının irkilerek yutkunmasına neden oldu. Uzun zamandır insandı, uzun zamandır ne damarlarında ne de fikrinde zehir yoktu; o sadece bir faniydi ve çok yakında ölecekti.
“Bana İstanbul’dan hediye getirdin mi?”
“Getirdim,” dedi kadın titreyerek, korkuyordu, korku duman grisi gözlerine sinmişti.
“Ne getirdin? Söyle, söyle ki seni azat edeyim, göster ki seni ışığa geri göndereyim.”
Ses yankılar hâlinde etrafa dağılınca, kadın ellerini iki akuamarin sarkıttan hücre parmaklığına koydu ve yüzünü aralıktan çıkarmaya çalışarak, “Mahinur’un torunuymuş,” dedi. “Zultanit ile Mahinur konuşurken torunum duymuş. Torunum hâlâ özbeöz Mar’dır, insanlığı kabul etmemiştir. Mahinur onu yollamış. Mega Mar Kraliçesi artık buradaymış. Çöl Çocuğu’nu öldüren oymuş!”
Boşluktan güç ile gelen ses yeniden konuştu.
“Yaşlı bedenine rağmen sırf güçlerini geri alabilmek için İstanbul’dan portal açıp Varta’ya geldin ve kendi soyunu bize sattın, doğru mudur?”
“Yakında öleceğim,” dedi kadın acıyla. “İnsan olmayı kabul ettiğimde, tek dileğim o insan erkeğiyle mutlu olmaktı. Öldü, arkasında bana koca bir acı bıraktı. Sonra da o acı hastalığı getirdi. Şimdi o da yok, güçlerim de… Ama güçlerimi geri alırsam, hayatımı yeniden yoluna sokabilirim. Yeniden istediğim kadar yaşayabilirim.”
“Kötü bir haberim var, sadakatsiz Mar Kadını,” dedi boşluğun karanlık ve muzaffer sesi. “Biz onu zaten bulduk.”
Mar Kadını’nın kalbi korkuyla çarparken, “Rhea’nın yetiştirdiği Sapphire denen Mar Kızı kraliçeyi bulduğunda, kraliçe öyle büyük güçlere erişecek ki vay hâlinize! Rhea denen kadın onu da eğitmeye başlayacaktır. Donanımlı bir kraliçeye dönüşmesinde yardımları bol olacaktır!”
“Rhea denen yaşlı Mar Kadını ve Sapphire denen cahil yeni yetmenin de sonu senin gibi olacak öyleyse,” dedi karanlığın muzaffer sesi.
Hain Mar Kadını başta anlayamadı.
Yelkovan bir adım attı.
Ölüm zehir gibi her yere yayıldı.
❄️
Yüzyıllardır gücün temsilcisi olarak betimlenen esas karakterin erkek değil, kadın olduğunu anladıkları o an…
İşte o an, erkek bir kılıç çekip kadını yok etmek isteyecek ama yok olan kendisi olacak.
Güce ihtiyacı olan güçlü anılmak ister, güçlü olanın ise anılmaya ihtiyacı yoktur. Bu yüzden erkek, her zaman güçlü olarak anılır, kadın ise anılmaz. Zaten asıl güç, kadındır.
Kadını dik tutan erkeğin omurgası değildir, kendi gücüdür, fakat elbette ki erkeğin soyunu kurutabilecek olan kadındır.
Lilith tarafından terk edildiğinde Lilith’in aşkıyla biçare düşen Âdem bilsin, Lilith hâlâ hayatta ve hiç boynunu eğmedi; tanrıya meydan okuyan zavallı şeytan da bilsin, Lilith o şeytanı kendine âşık ve mağlup etti.
Havva doğurdu, Lilith emzirdi ve güç büyüyüp bir kadın oldu.
Yedi şeytan doğdu, yedisi de gözlerini ruhumda açtı. Gücü hissettim, sonsuzluğu ve mutlak zaferi. Coşkuyla akan kanımın içinde partiküller hâlinde yüzen cesareti, o cesaret parçacıklarının birleşmesi hâlinde yaratabileceğim kaos ve yıkımı… Her şeyi en ince ayrıntısıyla hissettim.
İçimde sonsuz bir alev gibi ilerleyen o gücün dışıma ulaştığını, bir çatı gibi başımın üstünü örüp kapattığını hissettim. İnce bir elips gibi görünen göz bebeklerime, dinen karmaşanın arkasında bıraktığı durgun kalabalık yansıyordu.
Her yer zifiriydi, parlayan tek şey gücümdü.
Manbel’in kanatlarını içeri katlayıp tek dizinin üstüne çöktüğü ânı keyifle izledim. Haftalarımı zehreden o yaratığın güçsüzlüğü, içimdeki kibrin başını göğe dikerek ölümcül bir kahkaha savurma isteğiyle kasılmasına neden oldu.
Manbel’in şaşkın gözleri üzerimdeydi. Olası bir hareketinde infazının altına imzasını atmış olacağından emin olmalıydı, bu yüzden pasif bir şekilde emrime uyuyordu. Başını indirmemişti, başı hâlâ dikti ama gözlerinde parlayan yenilgi, başını aşağı indirmesinden daha keyif verici geliyordu.
Dudaklarıma bulaşan zehir kaplı gülümsemeyi izledi.
“Savaş bitti,” dedim gür bir sesle. “Ya şimdi emrime uyar geri çekilirsiniz ya da kılıcım gümüş girer, kızıl çıkar.”
Başlarını önlerine eğerek beni ikiletmeyeceklerini gösterdiler. Manbel, başını eğmedi. Yavaşça savaş alanına doğru yürümeye başladığımda herkes beni izliyordu. Elbisemin eteği arkamda kıvılcımlar yaktırarak beni takip ediyordu. Az önce düşman, şimdi kul olanların önünden geçerken çenemi diktim ve Manbel’in önüne geldim. Şafak yeli saçlarımın arasından esip geçiyor, saçlarım bir flama gibi geriye doğru savruluyordu.
“Şimdi karşında köşeye sıkıştırdığın küçük kız olarak değil, kim olduğunu bilen, reenkarnesini tamamlamış bir kadın olarak duruyorum. Şimdi karşında Mēness Mahinev Demir olarak duruyorum. Sen beni ve atalarımı, soyumu, gücümü biliyorsun. Ve sen benim bir Mega Mar Kraliçesi olduğumu da öğreneceksin.”
Manbel, gözlerimin içine dehşetle baktı. “Evet,” dedi. “Bu kadar güçlü olabileceğini tahmin etmemiştim. Yine de karşımdaki kadının farkındaydım, Sevgili Mēness. Senin bir kraliçe olduğunun elbette farkındaydım.”
“İtaat edecek misin?” diye sorduğumda başını önüne eğip bir süre düşündü, tekrar gözlerime baktığındaysa o gözlerde başka anlamlar dolaşıyordu.
“Aksi hâlde beni öldürecek misin, Sevgili Mēness?”
“Bir an bile düşünmeden yapacağımdan yana şüphen olmasın, Manbel.” Göz bebeklerim daha da inceldi. “Artık bana baktığında devrik bir kraliçeden çok daha fazlasını görüyor olmalısın.”
Zirkon taşlarla süslü kılıcımın ucunu yere sapladım, tek dizimin üzerine çökerek Manbel’e yaklaştım. Gözlerimde her ne görüyorsa, bakışları bir an olsun benden ayrılmıyordu.
“Ya sadakat ya ölüm, Manbel.”
Sessizliğin kanı anlık olarak yere damladı.
“Beni öldürme isteğini gözlerinde görebiliyorum.”
Manbel, çenesini dikerek bana baktı. Göz ucuyla Crystal’in bana doğru atıldığını görünce elimi kaldırarak onu durdurdum. Ağırlaşan adımlarıyla beraber bir şeyler mırıldandı ama ona kulak kesilmedim, Manbel’e odaklanmış hâldeydim.
“Ama beni öldüremezsin, Mēness. Buzları çözülen kalbin, beni öldürmek için bile fazla merhametli.”
Kaşlarımı çatarken kılıcın ucunu sapladığım yerden çıkardım, Manbel’in irkildiğini fark ettim. Haklı mıydı? Merhametli miydim? Buzdan kalbimde bir insanın hislerinin yaşadığını biliyordum, ben bu kılıcı tek seferde insanlığıma da saplasam, bir yerlerde hep o insan kızı olarak kalacaktım. Yine de içimdeki kraliçe, yırtıcıydı.
Kılıcın ucunu Manbel’in yanağına hafifçe sürterek, “Doğru, bir insan olarak merhametliyim,” dedim yakıcı bir sesle. Kılıcı hafifçe bastırdığımda göz bebeklerimin mümkünmüş daha da inceldiğini hissettim. Bir elips gibi, dik duran ince bir elips gibi… “Ama sen, yılanların düşmanlarına merhamet etmeyeceğini çok iyi bilirsin.”
“Bana merhamet etmeyeceğini biliyorum, Sevgili Mēness,” dedi Manbel. “Onun için beni öldürmezsin.”
Bir anlık şaşkınlığın esiri oldum. “Kim için?” diye sorarken kızıl gözlerim temkinli bakıyordu.
Kılıcın ucunu yanağına sürterek geri çekerken gözlerinde bir parıltı gördüm. Her ne gizliyorsa, ilgimi çekeceğini biliyordu. Beni yemleyemeyecek kadar korkmuş hâlde olduğunun farkındaydım, kellesini korumak için yalanlarla değil, doğrularla gelecekti bana.
Kısaca etrafına bakınıp bana doğru eğildi. “Yaren için,” dedi sadece benim duyabileceğim bir sesle, duraksadım.
Arkamdan yükselen hırıltı sesini duyabiliyordum. Manbel’in bana olan yakınlığı Efken’in tehditkâr hırıltılarının savaş meydanında bir çınlamaya dönüşmesine neden olmuştu. Yaren’in ismi bir süre içimdeki zifiri karanlıkta yankılar uyandırdı.
Manbel fısıltıyla konuştu: “Yaren’in babası olduğumu söyleseydim, yine de beni öldürür müydün?”
Kılıcı tutan elim titredi. İhtimaller her zaman, her kılıkta çıkabilirdi karşına. Bazen hiç olmayacak senaryoları bile kafanda üretir, o senaryonun ihtimalleri üzerine düşünürdün. Ama Manbel’in söylediği bir senaryodan fazlasıydı; bir kâbus gibi aniden ruhuma çarparak gücümün bir köşeye çekilmesine neden olmuştu. Böyle bir şey olabilir miydi? Kellesini kurtarmak için oynadığı işgüzar bir oyundan ibaret olabilir miydi sözleri?
Gözlerinde yalana rastlamadım. İçimdeki bilge kadın, zehrin efendisi, azize onun yalan söylemediğini fısıldıyordu. İçimde süratle ilerleyen bu gerçeği sindirmek için vaktim yoktu.
“Gitmeme izin ver,” diye fısıldadı. “Eğer gitmeme izin verirsen, daha sonra sana her şeyi anlatacağım.”
Yavaşça ayağa kalktım. Eteğimin yanan uçları nihayet sönmüştü. Manbel, gözlerini kaldırarak yüzüme baktı. Gözlerinde sorgu vardı, korku kaybolmuştu. Ne karara varacağımı merak ediyordu. Bu kararın bizi neye sürükleyeceğini de merak ediyordu. Arkadaşlarımın fısıltılarını duyuyordum ama şu an düşündüğüm tek şey, bir arabanın içinde büyüyle korunan Yaren’di.
Bir karar vermeliydim. Damarlarımı yakıp yıkan gücü bir kenara koyup, bir zamanlar insana ait olan kalbime kulak kesilmeli ve sadece Yaren için değil, hepimiz için doğru olan kararı vermeliydim. Yalan söylemiyordu ama doğruyu söylediğinden de emin değildim. İçimdeki bilge kadının fısıltıları savaş alanında bir rüzgâr gibi eserek saçlarımın arasına giriyor, düşüncelerime bir dere gibi akıyordu.
“Kurul ile bağlantın ne?” diye fısıldadım.
“Kurul nedir bilmem, anlaşmam Efken Karaduman karşılığında senin gücünü alabilmemdi.”
Manbel, Efken’in ailesinin katlinin fermanını yazan Kurul ile iş birliği yaparken, o kurulun yaptığı her şeyi biliyor muydu yoksa gerçekten sadece Semih ile Samuel’in maşası olup, Efken karşılığında beni mi almak için yola çıkmıştı? Bir yanım Kurul ile bağlantısı olmadığını haykırdı. O sadece bir maşaydı.
“Fikrimi değiştirmeden önce git,” dediğimde sesim az öncekine oranla yüksekti, ona gitmesini söylediğim için diğerlerinin şaşkınlıkla mırıldandığını duyabiliyordum.
Efken’in hırıltısı bir defa daha tüm araziye yayıldı. Kurt, bu fikirden hiç hoşlanmamıştı.
“Hemen.”
Emrimle beraber, Manbel’in gözlerindeki yansımamın alev gibi parladığını gördüm.
Her yer zifiriydi, gücüm alev gibi parlıyordu.
“Seni bu kararı verdiğine pişman etmeyeceğim, Mēness.”
Pişman edebileceğini sanıyorsa, yanılıyordu; içimde yeni bir kaos yaratmış olması, eğer bu kaosu dindirmezse onu öldürmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Onu bulur, başını gövdesinden ayırırken bir an olsun durup düşünmezdim. Elim titremezdi bile.
Manbel, ayağa kalkıp son kez bana baktı. Kanatlarını katladığı boşluktan çıkardığında, bedeni kanatlarının ortasında oldukça küçük duruyordu çünkü alevli kanatları iki insan boyutuna ulaşmıştı.
Göğe yükselerek uçup yok olmadan önce Yaren’in içinde olduğu araba görünmese bile o tarafa doğru baktığını gördüm. Zaten Yaren’in orada olduğunu bildiğini o an anladım. Biliyordu ama saldırmamıştı, biliyordu ama düşmanları oraya yönlendirmemişti bile.
Kaos hâlâ buradaydı; bir kalp gibi etrafımızda çarpıyordu.
Düşmanlarımın bile bana şokla baktığını hissedebiliyordum. Kılıcım yerde sürüklenirken cızırtılı bir ses çıkarmıştı. Hislerim öyle fevri bir şekilde göğsümü yarıyordu ki, bir an elimde tuttuğum kılıcın bile ağırlaştığını hissettim ama yine de çenemi diktim ve onlara atabileceğim en lider bakışı bir ateş topu gibi savurdum.
Dizlerinin üzerine çökmüş bana bakan düşmanlarıma bakarken kafamın içinde bir anı tekrar canlandı. Anının kokusu ve hissi hâlâ capcanlı ve tazeydi; karın ve soğuğun kokusunu alabiliyordum. Crystal’in odunsu parfümünün kokusunu da öyle. Anıda Crystal ile dövüşüyordum, daha sonra Manbel ortaya çıkıyordu. Bize meydan okumadan önce bakışları verandadaki Yaren’e dokunuyordu. Bu anı, göğüs kafesimdeki ihtimallerin genişleyerek beni daraltmasına neden olurken dağılmış parçaların yavaş yavaş yerine yerleşmeye başladığını hissettim.
Düşmanlarımın arasında yürürken bütün gözler üzerimdeydi. Herkes bir sonraki hareketimi merak ediyordu, herkes bir sonraki hareketimden korkuyordu.
“Şimdi,” dedim gür bir sesle. “Bana sadakat yemini mi edeceksiniz, yoksa sizi öldürmem için kellelerinizi mi uzatacaksınız?”
Her yer zifiriydi, gücüm buz gibi parlıyordu.
Soğuk bir rüzgâr gibi zamanı keserek ilerleyen sesimin, hepsinin yüzünde koca bir dağınıklığa neden olduğunu gördüm. Bazıları birbirlerine baktı, bazılarıysa endişe ve bilinmezlikle bana bakmaya devam etti ama beklemenin anlamsız olduğunu fark ettiklerinde, birer birer ayağa kalkmaya başladılar.
Önümde bir sıra hâlinde yere çöktüler. Onlar kılıcımı öptükten sonra kılıcı başlarına sürterek sadakat yeminlerinin altına imzamı atıyordum. Bu gelenek, yıllar öncesinden çıkıp gelerek yeniden bileğime dolanmış gibiydi.
Onlar kılıcımı öperken Efken’in yanıma geldiğini fark ettim. İnsan formundaydı. Öfkeli kurt artık orada değildi, mavi gözler yüzümdeydi. Üstü çıplaktı, altında ise bacaklarına şimdi geçirdiği belli olan kesiklerle dolu pantolonu vardı. İbrahim’in de eski formuna döndüğünü, atölyenin orada dikilmiş beni izlediğini görmüştüm. Ona bakmak bir an kalbimi bulandırmıştı. Efken’e zaten bakamıyordum. Sadece biliyordum. O gözler, bendeydi.
Daima bendeydi.
Bütün düşmanlarım tek tek bana sadakat yeminlerini edip geri çekildiler. Üzerimdeki o ağırlık hâlâ aynı yerinde duruyordu. Efken’in ısrarcı bakışlarını yüzümde hissediyordum ama ona bakamıyordum. Manbel’i neden serbest bıraktığımı merak ettiğinin farkındaydım, bir açıklamaya ihtiyacı olduğunun da… Bunu ona nasıl açıklayacağımı ben de bilmiyordum.
Yavaşça ona döndüm, gözleri yüzümdeydi. Gözlerim omzunun üzerinden kaydığında arkasındaki Yaren’i gördüm. Sezgi’nin yanındaydı, güvendeydi. Arkadaşlarım ne kadar yorgun görünseler de hepsinin gözlerinde aynı ifade vardı; merak.
Bu çatlak kraliçe bozuntusunun her şeye sebep olan lağım faresini neden özgür bıraktığını herkes gibi, arkadaşlarım da merak ediyorlardı.
“Hepiniz ininize dönün!” diye bağırdı Efken gür bir sesle ama bu ses, yüreğimi hoplatmak yerine beni sadece anlık irkiltti fakat beni asıl irkilten Efken’in gür, öfke ve yıkımla çağlayan sesi de değildi.
Gücü içimde hissediyordum, değişmiştim, elimde bana ait bir kılıç ve geçmiş vardı. Artık kim olduğumu da neler yapabileceğimi de biliyordum; artık kılıcım elimdeki kimliğimdi. İrkilmiştim çünkü kabullendiğim geçmişimin yanında herkesin kabullenmesi gereken başka bir geçmiş daha vardı. Yaren’e bakarken göz bebeklerim eski hâlini aldı.
Düşmanlar dağılmıştı, kan gölüne dönmüş savaş alanında kalan sadece dostlarımdı.
“Medusa,” dedi Efken.
Tarot kartlarının onun bedenine nasıl saplandığını, onunla nasıl bütünleştiğini ve dönüştüğünü hatırladım. Mustafa Baba da buradaydı, şimdi neredeydi? Düşünceler büyük bir hızla, tıpkı Efken’in tenine saplanan tarot kartları gibi zihnime saplanıyordu.
Efken dikkatimi üzerine çekmek ister gibi, “Onu neden serbest bıraktın?” diye sorduğunda, gözlerimiz yeniden buluştu.
Saul, o gözlerin derinlerinde, geçmişe ait bir anıyla beraber beni izlerken, baktığım kişinin artık Efken olduğunu biliyordum.
Elimde tuttuğum kılıç bir defa daha titredi. Kılıç yavaşça bir yılana dönüşürken kızıl gözlerim yılan derisiyle sarılı koluma kaydı. Yılan avucumun içinden sanki görünmezmiş gibi damarlarıma karıştığında, kolumdaki yılan derisi de silikleşmeye başladı. Ben normalde dehşet verici olan ama şu an sanki çok normal bir şeymiş gibi gelen bu görüntüyü izlerken, Efken avucunu omzuma bastırdı.
“Efken,” diye mırıldandım, gözlerimi onun yüzüne çevirdiğim sırada göz bebeklerim dağılır gibi oldu. Bir mürekkebin sayfanın üzerinde dağıldığı gibi, göz bebeklerim gözlerimin içinde dağıldı ve Efken bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaymış gibi kaşlarını çattı. Kaşının üzerinde kanlı bir çizik vardı.
“Bir şey söyledi,” derken sesi kendinden emin çıkmıştı. “Sana ne söyledi?”
Gözlerim tekrar tedirginliğimi gizlemeden Yaren’e kaydı. O korkuyla etrafına bakıyor, İbrahim ise ona bir şeyler söylüyordu. Onu yatıştırmaya çalışıyor olmalıydı. Efken, omzunun üzerinden benim baktığım yere baktı, kaşları çatılmıştı. Kime baktığımı anlamıştı.
Zifiri çoğaldı.
“Yaren,” dedim, kaşları daha sert çatılırken midem bulanmaya başlamıştı. “Manbel, Yaren’in babası olduğunu söyledi.”
Zamanın içinde bir kalp atışı sesi daha duyuldu; o kalbe giden damarlar akrep ve yelkovan gibi kalbin içine kalan süresini işliyordu. Efken’in bakışlarının donduğunu hissettim, tıpkı kalbim gibi. Ardından başını yavaşça bana doğru çevirdi. Uçurum mavisi gözlerinin göz bebekleri bir girdap gibi genişledi. Gözlerinde karışık bir alfabe vardı, harfler birbirine girmişti.
Her yer zifiriydi, Efken’in mavi gözleri ise yeniden parlıyordu.
🎧: Blackbriar, Preserved Roses