🎧: Gökhan Kırdar, Aşkın Olmasa
Bir gün Gurur, elindeki silahı göğsüme doğrultacak olursa şayet, biliyordum ki silahın iki ucu da namlu olacaktı ve tetiği çektiği an, vurduğu en başta kendisi olacaktı.
Sarmal Gökadalardan birine benzeyen bir görüntü, zihnimin içinde kızıl bir rüzgar gülü gibi yavaşça dönüyordu. Göbek bağımın kesildiği makasın anneme ait kana bulanmış bir şekilde masaya bırakıldığı anı hiç görmemiştim evet ama o anının içinde olduğumu hissediyordum.
Annem bir ameliyat masasında yatarken, hayatının en ağrılı gününü geçiriyor olmalıydı. Gözlerinden akan yaşlar bunun kanıtı gibiydi, verdiği derin nefesler nihayet sona erdiğinde ve o makas ikimizi ayırdığında, kana bulanmış küçük bedenimi havaya kaldırdıran doktorun yüzündeki maskeye rağmen gülümsediğini gördüm. İlk çığlığımı o doğumhanede atmıştım, ilk nefesin verdiği acı bana bir çığlık attırmış, ardından gözyaşlarına boğulmama neden olmuştu. İnsanlar buna sevinmişti, çünkü bu yaşadığımın, şu andan itibaren hayatıma ait o sayacın benim için çalışmaya başladığının kanıtıydı.
Sanki annem koca bir spot ışığının altındaydı ve kanlı bedenimi sarıp ona verdiklerinde, doğumhanedeki diğer herkes o karanlığın ardında kalmış, annem ve ben ışığın altında iki farklı yıldız gibi parlamıştık. Annemin bana bir mucizeye bakar gibi baktığı ilk anı gördüğümde ben de o doğumhanenin karanlığında, bir köşede dikilmiş, kimsenin haberinin dahi olmadığı varlığımla, varoluşumu izliyordum.
Ölümle ilgili ilk kez uzun uzadıya düşündüğümde, bir arabanın içindeydim ve o arabanın takla atışının on üçüncü saniyesindeydi. Ormanın soğuğunu, gecenin karanlığını ve rüzgarın uğultusunu hissettim. Yalın ayak, bir ağacın kenarında durdum ve önümde yükselen cipe baktım. Bir kez vurdu, ardından takla atmaya başladı ve her taklada biraz daha içeri doğru yuvarlandı. Cipin camından içeri baktığımda, takla atan aracın içindeki bedenimi gördüm. Bu, ölüme en yakın olduğum andı.
Cip alev almadan belki dakikalar öncesiydi, aşağıya doğru kayarak indim, ayaklarımın altına batan çalı çırpıyı hissettim ve Gurur’un yaralı bedeni karşımda dikildi ama beni görmedi. Kırılan camdan dışarı çıkarmaya çalıştığı bedenim onun üzerine yığıldığında attığı acı çığlık zihnime doldu.
Gözümden bir damla yaş akıp çeneme kadar indi, çenemde donup kaldı ve ambulansın ışıklarının yüzüme düşürdüğü yansımalarla beraber, gecenin karanlığının içinden usulca silindim; rüzgar beni başka bir anının içine sürükledi.
Açık damar yolumdan içeri yollanan ilaçları izlediğim o beyaz odada, Gurur’un tesisinden ses gelmeyişinin kaçıncı saatine girilmişti bilmiyordum ama yatakta uzanan bedenim ilk kez bana bu kadar yabancı hissettirmişti. Bedenimin başının ucunda bekledim ve, “Geçecek,” dedim. “O telsizden ses gelecek. Onun sesini duyacaksın Zeliha.” Bedenim beni duymadı. Tesisin koridorlarında bir kapının açılıp kapanırken çıkardığı sesi duydum ve o anının içinden usulca silinmeye başladım.
Karanlık birdenbire geldi. Habersizce etrafımı sardı. Koca bir boşluğun içinde, tek başıma kaldığımı hissettim. Gökadasından ayrılan bir yıldız gibi, boşlukta kaybolmaya, karanlıkta son sürat son kez parlayarak ilerlemeye ve sönmeye başladığımı hissettim. Elim yavaşça karnıma gitti, avucumun içine dolan sıcak sıvıyı hissettim ve karanlık mümkünmüş gibi genişleyerek olduğum alanın dışına çıktı, tüm yer küreyi doldurdu.
“Gurur,” diye fısıldadım bir adım öne atarken. Karanlık yön duygumu parçalara ayırdı. Korkunun ruhumu düğümleyip bedenime taştığını hissettim. “Gurur.”
Kulaklarıma kendi kalp atışlarımın sesi doldu. Çok uzaklardan, yankılanarak gelen bu kalp atışlarının bir monitörde Gurur’un elasına yeşil sızmış gözlerinin renginde ilerlediğini fark ettim. Avucuma sızan kanın çoğaldığını fark ettiğimde, Gurur zihnimin içinde bir yerde bana uzattığı bakışlarıyla ben ölürken bile içimde capcanlıydı. Tam gözlerimin içine bakıyor, bana beni sevdiğini söylüyor, bu gerçek tam da o anda ikimizin de kaderini değiştiriyordu.
Zihnimde anıları biriktirdiğim her çekmede onun parmaklarının izi vardı. Hangi çekmeceyi açsam onun gözlerine rastlıyordum, hangi çekmeceyi kapatsam gözleri bir anı olmaktan çıkıp en büyük gerçeğime dönüşüyordu.
Sonunda olduğumu fark ettim, kabul etmek o an için çok zor geldi. Zihnimin içinde derinleştim, karanlıktan sıyrılamadım ama anıların son kez zihnime büyük bir dalga şeklinde vurmaya başlamasına izin verdim. O anılara tutunmaya çalıştım. Hayata tutunamayacaksam eğer, ki tutunamıyordum, anılara tutunup, onları son kez görmek, onları son kez hissetmek, sonra eğer zorundaysam ölümü kabul etmek istiyordum.
Babamın saçlarımda dolaşan parmaklarını hatırladım, Eymen’in yüzünü avuçlarımın arasına alıp burnunun ucunu öptüğüm anı hatırladım, annemin ıslak saçlarımda dolaştırdığı tarağı yatağın kenarına bırakıp beni kollarının arasına çekerek karanlıktan sakladığı o anı hatırladım.
Simge avucunun içindeki kuruyemişleri uzatıp gülümsedi, Çolpan küçük dairemizdeki mutfak tezgahında duran kahve bardağını avuçlarının içine alıp, kahvesinden bir yudum almadan önce gözlerimin içine baktı, Ayça birdenbire odama daldı ve kafamın altındaki yastığı çekip beni uyandırdıktan sonra banyoya kadar kovaladı. Biricik ceketini havaya kaldırdı ve o yağmurlu günün içinde durup beni ceketinin altına çağırdı. Gaye’nin sevimli kahkahasını duydum, Hüsrev elindeki şemsiyeyi bana uzatıp gülümseyerek Gaye’ye baktı. Cenan kucağında uyuyan Dide ile kapının önünde dikilmiş, sanki son kez birbirimize bakıyormuşuz gibi bana buruk bir tebessümde bulundu. Muşta elini peteklere koydu, peteklerin soğuk olduğunu görünce şefkatle kaşlarını çatıp bu sorunu çözeceğinin haberini verdi. Maria, dedemle ilgili bir anısını daha anlatıp başını önüne eğmeden önce bana son kez gülümsedi. Bir hastane odasında, beyaz yatağın üzerinde otururken Yener beni kollarının arasına çekip bana sarıldı, Girdap sırtını yaslayıp çöktüğü zeminden kafasını kaldırıp bana baktı, Vural dans ederken bir anda durdu ve bakışları yüzümde donuklaştı. Adnan’ın gülümseyen yüzünün yerini Tayfun abinin soğuk ama güven veren bakışları aldı, çok geçmeden timdeki herkesin gözleri gözlerime değdi; karanlık çoğaldı.
Sona yaklaştığımı anladım.
Ve işte oradaydı.
Tam karşımda, eline doladığı kanlı zincirle bana bakıyor, gözlerini gözlerimden çekmiyor, sol gözünden bir damla yaş, bana ölümümü bile unutturup onun derdine düşeceğim türden bir acı vererek çenesine akıyordu.
“Gitme,” diye fısıldadı.
Daha sonra, dudağının üzerinde yavaşça beliren beni, usul usul değişmeye başlayan yüzü dikkatimi dağıttı. Aynı ona benzeyen ama ona ait olmayan bir başka yüz, doğrudan gözlerimin içine bakıyor, Gurur’un gözünden akan gözyaşı, onun çenesinde asılı duruyordu.
“Gitme,” diye fısıldadı yeniden, ses farklıydı ama gözler çok tanıdıktı, ses farklıydı ama yüz sanki asırlardır içimde taşıdığım birine aitti; benden bir parçaydı.
Karanlığın biraz daha büyüdüğünü hissettim. Tam karşımda, etrafımı saran karanlık ona bir an olsun dokunmuyorken, sadece gözlerimin içine bakıyordu.
“Tutun bana Zerdali, gitme,” diye fısıldadı o yüzün sahibi.
Karanlık daha da büyüdü.
Kalmayı istedim, kalmak için her şeyimi verirdim ama hiç bu kadar gitmek zorunda hissetmemiştim.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Dizlerim yere vuracak, yer açılacak, beni dibine çekecek sandığım o anda, ayakta kalıp ona doğru attığım her büyük adım, kazılan mezarıma düşüyordu.
Parmağını kesse dünyayı durduranım, mahşer günü herkes kendi derdine düşmüşken kendimi yok sayıp koşacağım tek yer olanım, yeri dolduran kanının içine düştüğünde, “Hayır,” diye fısıldayan bendim ama korkuları yere saçılmış bir oyuncağın parçaları gibi yerdeki kırıkları toplayan küçük bir oğlan çocuğuydu. Kanına bastığım an durması gereken dünya durmadı, kaydım, dizlerimin üzerine çöküp onu yavaşça kendime çevirdim.
Öldün sen oğlum, bu kapının arkası mahşer, içerisi mezar sana. Bir damla akıl bırak içeride, delirme, çıldırma, aklını şimdi yitirme oğlum.
Saçları kanın içine yayıldı. Titreyen ellerimi yüzüne götürecekken, bakışlarım hala karnında saplı duran bıçağa takıldı. “Hayır,” dedim, kendime yalanladım bunu. “Hayır, hayır.” Elim bıçağın sapına gitti, geri geldi, yine gitti. Tüm parmaklarımın eklem yerleri gevşemiş gibi titrediğini, seğirdiğini gördüm. Kanına bakarken bu bıçağı çekip çıkarırsam, ne olacağını düşündüm. Çok kan vardı. Her yerde onun kanı vardı.
Gözleri geriye doğru kaydı. “Hayır,” diye fısıldadım, sesim kulaklarıma ulaşmadı, kendimle ilgili hiçbir ayrıntıyı yakalayamadım. Onu kucaklayıp buradan çıkarmam gerekiyordu ama bıçağı oynatacak olursam, daha fazla kanın akmasını sağlayacağımı biliyordum. Ellerinde oyuncağına ait kırık parçalar olan, yüzü yara bere içindeki o oğlan çocuğunu hissettim. Karanlığın içinde durmuş, yiyeceği dayaktan değil, Zeliha’nın gitmesinden korkuyor gibi ağlıyordu.
Ne yapacağını bilemediğin ve sadece ölümü dilediğin bir an oldu mu?
Hareket ettirsem kayıp gidecekti ellerimden, hareketsizliğim ise onun nefesine sebep olacaktı. İki ucunda da namlu olan bir silahı elimde tuttuğumu hissettiğim tek an, o andı. Tetiği ne taraftan çekersem çekeyim, silah patlayacaktı.
Ne olacaksa bu kızla olsun diyerek çıktığım o yolun sonu, onun kanında boğulmaksa eğer, çekeceğim şu tetiği, parçalanacak kafam, duracak kalbim, sökülecek içimde varsa eğer bir ruh kırıntısı ve yemin olsun ki bitecek.
Kanına bulanmış elimin titreyen, kırılmış gibi sallanan eklemlerine hakim olmaya çalışarak telefonu elime aldım. Ekran onun al kanına bulandı. Parmağım o kana yapıştığında, sonunda ekran açıldı ve ambulansı aradığımda delilik bir adım ötedeydi.
“Yaşıyorsun,” dediğini duydum, küçücük bir aralık yaratan dudaklarından kara zorla dökülen bu cümleyle beraber, “Gebereyim istemiyorsan kal!” diye bağırdım acıyla. Ardından hattın öteki ucundan sesi duyulan kadına, “Çok kan var, yalvarırım,” diye inledim. “Çok kan var, yalvarırım gelin.”
“Beyefendi, sakin olun. Adresi alabilir miyim? Neler olduğunu kısaca anlatın lütfen.”
Yüzümü boynuna sokup, adresi haykırarak ve bazen de parçalanan sesimden dağılan fısıltılarla söyledim. “Bıçak,” dedim sonra titreyerek. “Bıçak var. Çok kan. Çok kanıyor.”
“Yanınızdaki kişiyi sakın hareket ettirmeyin. Ekip arkadaşlarım en kısa sürede orada olacak.”
“Çok kan var,” diye fısıldadım ve telefon kulağımdan kayıp kanının içine düştü. “Çok kan var!” diye haykırdım.
Nefes al Zerdali, senin bir yudum nefesin benim içimde bir yaşam ırmağıdır ve bir damla su kaldıysa o ırmakta, seni yaşatacağıma duyduğum o küçücük inanç kırıntısındandır. Kurutma kalbimi kızım, bir yudum nefes al, bir ırmak aksın içime.
Ölürüm Zerdali yaşayamam, sen beni dimdik duran bir dağ sanırsın, ayaklarının altında bir kurak toprağım, yeşeremem, bir küreğe dolar üzerine dökülürüm ama yolunu kaybedip geldiğin bu dünyadan gider, ait olduğun cennetin kapısından geçersen, cehennemi birbirine katarım, ben yine sana ulaşamam.
“Ağlama,” diye fısıldadığını duyduğum ana dek, ağladığımı bilmiyordum.
“Yalvarırım Zeliha,” dediğim anı hatırlıyorum. “Yalvarırım beni bırakma. Zerda, yalvarırım, beni bırakma.”
“Gurur,” diye fısıldadığında sesini ilk kez o şekilde duyduğum için bir kaya yıkıldı üzerime, altında kaldım. “Nefes almak istiyorum,” dedi kekeleyerek. “Dışarı…”
Sustu.
“Zeliha,” dedim sessizce. Güçsüz elini birdenbire elimin üzerine kapatıp, yavaşça kavradı, sıktığını sandı ama sıkamadı. Onu hareket ettirmemem gerekiyordu, biliyordum ama nefes alamadığını hissettim. İçerideki oksijenin hızla düştüğünü, soluduğum tek şeyin onun kanının kokusu olduğunu, kokusunun usulca teninden silindiğini fark ettim.
Dizimi yere bastırıp, kolumu bacaklarının altından geçirirken ve kucağımda onunla, onu hareket ettirmemek için kemik kesilmiş bir halde tek seferde ayağa kalktığımda, dişlerinin arasından dökülen ıslıklı nefesi duydum. “Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim,” diye inledim. “Özür dilerim, affet beni. Affet beni. Nefes alacaksın, tamam mı? Bitecek tamam mı? Geçecek. Geçecek, tamam mı?” Sanki sorduğum hiçbir soruyu duymuyordu, gözleri kapalıydı, çenesi kasılmış, bedeni kaskatı kesilmişti. “Sevgilim, ben buradayım, tamam mı?”
Başını yavaşça sallamaya çalıştı, ardından yine beni rayların ortasında kırık bacaklarla, üzerime son hızla gelen o trenin önünde bıraktı; sustu, nefesleri yavaşladı, teni soğumaya başladı.
Kucağımda onunla o salonu geçerken, ayaklarımın altında onun kanı varken, ölüm ensemdeyken ama benim için değil, onun için gelmişken, onunla yaşadığım varolma arzusunun ilk kez yok olma isteğiyle sönüp gittiğini hissediyordum. Koridora çıktığımda kafamı kaldırıp tavanda yanan ışıklara baktım. Her bir adımımın yavaş olması için elimden geleni yaptım. Ruhum yerinden oynuyor, içimde zelzeleler kopuyordu ama attığım her adımın yere sağlam düşmesi için canımı ortaya koydum. Titremedim, titrememek için her şeyi yaptım. O oğlan çocuğunun yerdeki kanlı ayak izlerimi ve yere damlayan kanları takip ederek arkamdan geldiğini hissettim, ağladığını hissettim, Zeliha’nın gitmesini istemediğini haykırdığını hissettim ama dönüp bir an olsun arkama bakmadım.
Onu kollarımla tarttım. Yirmi bir gram kaybetse, hissedecek kadar tarttım; korktum, bir gram kokusundan eksilse kafama sıkacakken, o yirmi bir gramın peşine düştüğüm için dağıldım.
Asansörün kapıları kayarak açıldığında ve karşımda Onur belirdiğinde, Zeliha’nın deliliğe bir adım uzakta duran mantığımla takip ettiğim nefesi birdenbire kayboldu. Onur’un kayan kapıların ardında donup kalan bedenine değil, doğrudan gözlerinin içine bakarken, “Zeliha,” diye fısıldadım.
Onur başta soru soramadı, daha sonra dehşet içinde, “Ona ne oldu?” diye sordu ve tek diyebildiğim, “Zeliha,” oldu.
Zeliha, güçsüz parmaklarıyla kanına bulanmış tişörtümü zar zor kavramaya çalıştı. Buradayım, diyordu. Gitmedim, diyordu.
“Nefes alamıyor,” dedim Onur’un gözlerinin içine bakarken. “Yalvarırım bana yardım et. Sana yalvarırım, bana yardım et.”
“Sikeyim,” diye bağırdı Onur, ardından, “Hareket ettirme,” dedi ve gözleri gözlerimden koparak, onun karnında saplı duran bıçağa kaydı. “Ambula—”
“Aradım. Nefes alamıyor. Yalvarırım bana yardım et.”
Onur asansörün kapılarını ardına kadar açarken, “Getir buraya kardeşim,” dedi, “sakince, Çalıklı. Sakin adımlar kardeşim. Yavaşça.”
“Yalvarırım,” dediğimi hatırlıyorum. Daha sonra bir adım daha attığımı, bir sonraki adımı hatırlamıyorum, sonraki adımı da hatırlamıyorum. Sadece sürekli, “Bana yardım et,” dediğimi hatırlıyorum.
Onur asansöre binmem için geri çekildi. Asansöre kucağımda onunla binip, bedenimin dimdik durabilmesi için sırtımı arkamdaki aynaya bastırdım. Onur asansöre binip titreyen elleriyle düğmeye bastığında ve asansör bir anlığına sarsıldığında, “Sallanma!” diye bağırdım. “Sallanma, yalvarırım sarsılma. Yalvarırım.”
Onur soru soramıyor, sadece yere damlayan kana bakıyordu; yüzü bembeyaz kesilmişti. Asansör aşağı indiğinde ve kapılar açıldığında, Onur ceketini çıkarıp kapıya sıkıştırdı ve koşarak, “Kapıları açın!” diye bağırmaya başladı. “Kapıları açın!”
Paniği hissettim ama bakmadım. Koşturan güvenliği hissettim ama bakmadım.
Binanın açılan kapılarından bir anda eserek asansörün açık kapısından içeri dolan soğuğu hissettiğimde, “Nefes al,” diye fısıldadım. “Nefes al iki gözüm, nefes al. Yalvarırım. Nefes al.”
“Otur,” dedi Onur asansörün dışından sertçe. “Yavaşça yere çök. Bacakların titriyor, yere çök. Sıkıca tut biraderim, ambulans geliyor, tamam mı? Gurur. Gurur!”
Gözlerinin içine baktım.
“Kardeşim, yavaşça yere çök,” dedi çaresizce.
Bir köpek gibi komutu aldım. Bir köpek gibi komuta uydum. Yavaşça, titreyen dizlerimi kasarak, bedenimin çoktan çökmüş bir bina olmasına aldırış etmeden, bir enkaz oluşuma aldırmadan yavaşça yere oturdum. Zeliha kucağımda bir çocuk kadar küçüktü ama ben kollarımda dünyayı tutuyordum. Dünyam kollarımdaydı. Gökadam kollarımdaydı.
“Çok kan gördüm Zeliha, çok kan döktüm ama senin kanın bana kafama sıktırır. Sıktırma kafama. Çektirme tetiği bana. Yapma Zeliha,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum. “Nefes al Zeliha, geberirim, ölürüm, öldürürüm kendimi, yaşatmam kendimi, nefes al Zeliha. Kesme nefesimi. Nefes al.”
Bedenini hareket ettirmeden kanlı elimle yanağına dokunup, boynuma düşen yüzünü yavaşça sevdim. Nefesim kanıyla ağırlaşan saçlarını usulca uçurdu.
“Nefes al göğüm,” diye fısıldadım. “Nefes al dünyam.”
Gökada’m nefes al.
“Zeliha.”
Sesi çıkmadı, canımı çıkardı.
“Zerdam.”
Sesi çıkmadı.
“Zerdalim.”
Titreyen elimi kaldırıp, başını yavaşça boynumdan çıkarmamla, kuğu gibi boynu geriye doğru düştü.
“Zeliha!” diye bağırdım, bağırmadım, bu bir feryattı; bir ağıttı. Yakarıştı. Bu bir yalvarıştı. “Zeliha!”
Parmaklarımı boynuna bastırırken eklemlerim kırılmış gibiydi, parmaklarım sallanıyordu; bastıramıyordum. “Öldürürüm kendimi, yaşamam, yaşatmam, kıyarım canıma, yapma!” diye bağırarak ağlamaya başladım. Sessizdi. Nefessizdi. Hareketsizdi. Birkaç gram eksikti. “Zeliha, yaşamam artık. Yaşamam artık! Yapma. Zeliha, yaşamam artık. Yaşamam artık. Zeliha!”
Sedyenin tekerleklerinin yerde hızla döndüğünü, zemini kestiğini duydum. Asansöre yayılan kanda kayan ayakları gördüm, dengelerini sağlamak için asansörün duvarlarına tutunduklarında asansör sallandı. “Yapmayın!” diye bağırdım gözyaşları içinde. “Sallamayın! Sarsmayın!” Kanlı avucumu boynundan kaydırıp, yanaklarıma taşıdım ve rengi solgun çillerine dokundum. “Yaşayacaksın, değil mi? Bak geldiler. Yaşa. Yalvarırım yaşa. Yaşamam, yaşamam artık Zeliha.”
“Onu almamız gerek,” diyen adamın bir sonraki cümlesini duymadım.
“Yaşat onu, kulun olurum, bir ömür kapında olurum, yaşat onu!” diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Sonra o zarif, kuğu boynunun aşağı düştüğünü ve onu yavaşça kucağımdan söküp aldıklarını hatırlıyorum. Boş kalan ellerim, Allah’a yalvarır gibi avuçlarım açık şekilde yukarıya bakıyordu.
Sedyenin üstüne koydukları hafif bedenine bakarken avuçlarımı kanıyla boyanmış asansör zeminine bastırıp öne doğru kaydım. Hayatımda ilk kez emeklediğim an, o andı benim. Emeklemeden ayakta durmayı öğrenen o küçük oğlan çocuğu oradaydı, sedyenin önünde durmuş, kimse onu görmese de var gücüyle ağlayarak Zeliha’ya uyanması için yalvarıyordu. Yerde sürünerek asansörden çıktığımda Onur’un sırtını duvara yaslamış, bir bacağını kırmış, diğerini uzatmış soluk soluğa sedyeye baktığını gördüm. Yanağını duvara yaslayıp bakışlarını bana çevirdi; gözlerinin içine baktım. Durmadım, kanının içinde yerde bir kez daha emekleyip, ayağa kalktım; kanı ayağımı kaydırdı. Dizlerimin üzerine düştüm, kalktım, tökezledim ve arkasından koşmaya başladım.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
“Ruhunun henüz bedensiz bir seyyah olduğu ilk anı hatırlayabiliyor musun?” Bu soru amcama aitti. Anılarımdan birinde, serin bir yaz akşamında, çardakta oturuyorduk ve henüz on yedi yaşındaydım. “Allah, sana bir can üflemeden önce seyyah bir avare gibi gezen ruhuna, artık bir yere ait olmanın ne demek olduğunu fısıldadı.” Amcam, cam gibi parlayan gözlerini gözlerime dikip, kırk yılda bir gösterdiği o gülümsemeyi bana bahşetti. “Şimdi hissettiğini aşk acısı sanıyorsun, değil mi?” Kürşat’ın yaptıklarını hatırlayıp çenemi dizime yaslayarak sertçe yutkundum. “Asıl aşk geldiğinde, seyyah ruhun bedenini reddetmeyi bırakacak ve içine kök salacak. Asıl yuva, can üflenmiş bu beden değil, ruhun huzura erdiği ilk yerdir. Bak, Zeliha. O oğlan sana huzur mu veriyor amcam? Sana huzur veren geldiğinde, ölümle köşe kapmaca oynayan ve yaşamak için koşturup duran sen olacaksın. Ruhun hala seyyah senin, bir yuva bulamadı, can üflenmiş bu bedeninde hapsolmuş, yuvasının ona geleceği günü bekliyor. Ağlama, değmez. Bir gün gerçekten gözyaşına değen biri gelecek, seyyah ruhunun yuvası olacak ve yaşamanın güzelliği nedir, o gün öğreneceksin güzel kızım.”
O anı, amcamın gülen yüzüyle beraber beyaz bir toz bulutu gibi dağılarak etrafa yayıldı ve yeniden o kör edici karanlığın içinde yalnızdım. Karşımda dikilen, dudağının kenarında ben olan adamı aradım ama onu göremedim. Gurur da yoktu. Kimse yoktu. Yapayalnızdım. Seyyah ruhum, sürekli çıkıp dönmek istediği cennetinden uzaktaydı ve ilk defa dönmek değil, kalmak istiyordu; çünkü yuvasını bulmuştu. Amcam haklıydı. Şimdi kalmak için direnen ruhumu içeride tutamıyordum. Allah’ın bedenime üflediği can, gökadadaki ihtişamlı yıldızlardan birisi gibi son defa parlıyor, kayıp gideceği anı gözlüyordu ve belki de çoktan kaymaya başlamıştı.
Ruhumu tutamadım.
Gurur’u görmek istedim ama tek gördüğüm, bir zamanlar seyyah ruhumun içinde kaybolup geldiği yere dönmek istediği o uçsuz bucaksız karanlık oldu.
Elimi karnıma bastırdım. Artık orada kan yoktu. Gurur’un üzerimde duran tişörtünün önünde kan lekesi aradım. Yoktu. Parmaklarım karnımda dolaştı, yarayı aradım; yoktu. Ölmek tüm yaraların iyileşmesi anlamına mı geliyordu? O halde tam şu an kalbimde açılan yara neden hala iyileşmiyordu? Tişörtün yakasını kaldırıp Gurur’un tenine karışmış parfümünün kokusunu içime çektim. Burası sondu. Onun kokusunu soluduğum son duraktı.
“Bir melodi dinlemiştim Gurur,” diye fısıldadım karanlığa doğru. “Melodinin başlangıcında, bir adam, bir şey fısıldıyordu. Bir efsaneden söz ediyordu.” Gözlerimi yumup gülümsedim ve yüzünü hatırlamaya çalıştım. Hatıralarım cansız birer fotoğraf gibiydi artık, hiçbirine tutunamıyordum, daha da korkuncu, o fotoğrafların üzeri lekelenmeye başlamıştı. Yüzler belirsizleşmişti. “Efsane şöyleydi,” diye fısıldadım yanaklarımda ilerlemeyi durduran ama asla kurumayan yaşlarla. “İki kişi birbirini sever de kavuşurlarsa, mutluluk olur. Biri kaçar, öbürü kovalarsa, aşk olur.” Gülümsedim, anılara tutunamadım ama kafamın içinde birbirimizden kaçtığımız, birbirimizi kovaladığımız anlar kördüğüm oldu. “İkisi de sever lakin birleşemezlerse,” diye fısıldadığımda çenem titredi. “İşte o zaman efsane olur.”
Kafamda tek bir anı vardı artık. Bu, benim bu hayattaki son anım mıydı? Kafamın içinde kaybolmayan, silinmeyen son anım mıydı?
O adamı karşımda gördüğüm ilk anı hatırladım.
Bir adım geri çekilirken kanımda bir deli fırtına dönüyordu. “Sen kimsin?” Dudaklarımdan dökülen bu soru, onun ince dudaklarında yükselen bir kıvrımı doğurdu. Gülümsemesi akli dengesi yerinde birine ait bir gülümseme değildi. Delilik oradaydı, çılgınlığın zirvesini biri yeşil, diğeri mavi olan gözlerinde gördüm.
“Slovenya sokaklarında dolaşıp, güzel birkaç sarışını altıma almak artık sıkıcı gelmeye başlamıştı,” dedi donuk bir sesle. “Ve bu şerefi bir başkasına bahşetmek de çok saçma geldi. Neden gözlerindeki o güzel korkuyu kendim görmeyeyim, değil mi ama?”
Bir adım geri çekilecektim ki, bıçağını havaya kaldırıp iki yana salladı ve “Düşünme bile,” dedi. “Hareket etmek sana pahalıya patlar. Buraya sadece seni deşmek için geldiğimi düşünmedin herhalde?”
Korkunun soluğumu kesebilecek kadar güçlü bir şekilde içime zuhur ettiğini iliklerimde hissetmiş olsam da titreyen ellerimi yumruk yapıp, tırnaklarımı avuç içlerime bastırarak sakin kalmaya çalıştım.
“Bu gece bir oyun oynayacağız, Zeliha,” dedi bıçağının ucunu parmağına sürtüp bana doğru bir adım atarak. Sırtımı duvara yaslayana kadar geri adımladım. Tam önümde durduğunda, “Gurur senin için, senden bile önemli mi? Bunu test ettiğimiz eğlenceli bir oyun olacak. Seni bilmem ama ben çok eğleneceğim.”
“Buraya nasıl girebildin?” diye sordum hiç düşünmeden ama söylediği şeyler kalbimin içinde bir şeylerin arka arkaya patlamasına neden oldu. Bir orman alev aldı, dimdik duran bir bina birdenbire yere çöktü, gök ikiye ayrıldı.
“Tek bir soru. Gurur senin için, senden bile önemli mi yoksa değil mi?”
Sorusuyla beraber, bıçağın soğuk ve keskin yüzeyi boynuma yaslandı. Nefes alıp verişlerimi kontrol etmeye çalıştım. Düşünmemeye çalıştım. Odaklandığım tek şey Gurur’un ismi oldu. Birden bıçağı çekti ve “Şu an,” dedi, “Gurur’un evinize doğru gelen cipinin altında henüz etkin duruma getirilmemiş şirin bir patlayan şeker olduğunu söyleseydim sana, bu bıçaktan mı korkardın yoksa Gurur’a bir şey olmasından mı?”
Bir fırtınanın içinde, göz gözü görmez haldeyken yürümeye çalışıyormuşum ve her an bedenime fırtınaya kapılan bir şey çarpıp, beni ortadan ikiye bölecekmiş gibi hissediyordum.
“Yalan,” dediğimde, “Buraya bu kadar rahat girebilmiş biri, Gurur’un aldığı tüm önlemleri ayaklarının altında çiğneyebilmiş biri, sanıyor musun ki bunu yapamaz? Emsal değilim ben.” Yavaşça eğilip, farklı renklere ayrılan gözlerini yüzüme dikti. “Emsal tehdit savurur, ben doğrudan yaparım.” Bıçağı boğazıma tekrar yasladığında, “Şimdi söyle,” dedi sertçe. “Seni bu bıçak mı korkutuyor yoksa Gurur’un arabasının altında, patladığı takdirde ondan geriye kül parçası bırakacak olan bomba mı?”
“Ne istiyorsun benden?”
“Bu gece oyunumun düğmesi sen ol istiyorum.” Bıçağı çenemin altına yasladığında korku bir anlığına kayboldu. Tek hissettiğim endişe oldu. Kendim için değil, Gurur için endişelendim çünkü ruh hastasının gözlerinde gördüğüm tehdit değildi, salt gerçekti. Buraya gerçekten oyun oynamak için gelmişti.
“Şöyle geç,” diyerek bıçağın ucuyla yan tarafı işaret ettiğinde, eğer bana söylediği şey derinden etkilenmeme neden olmasaydı kaçmak için atakta bulunabilirdim ama gözlerinde gördüğüm şey beni söylediği yöne doğru yürümeye mahkum etti.
Beni boydan camın önüne kadar yürüttüğünde, ayaklarımın altındaki zemin kayıp gidiyordu sanki. Kafamı kaldırıp önce sokaktaki karanlığa, ardından omzumun üzerinden adama baktım. Burası sondu ve kaçacak yerim yoktu. “Gurur asla dikkatsiz biri değildir,” dediğimde, “Konu sen olunca mankafalının tekiymiş duyduğum kadarıyla. Son bir haftadır sana öyle çok odaklanmış durumdaydı ki kendiyle alakalı her şeyi görmezden geliyordu.”
Farkındalık içime dik bir bıçak gibi saplandı, ucunun boğazımı kestiğini hissederek adama doğru döndüm. “Hayatta kalmayı becerirsen diye söylüyorum, ki bence direneceksin, Gurur kapıdan içeri tek parça girene dek ayakta kal.” Bir an anlayamadığım için kaşlarım çatıldı ve “Dizlerinin üzerine bile düşsen, o bomba devreye girecek ve araba durduğu an, patlayacak,” dedi, sonrası benim için büyük bir karmaşaydı. Sorular dilime birikmeden, sesim dudaklarımın arasından dökülmeden, karnımda bıçağın soğukluğunu hissettim.
İçimi deşerek giren bıçağı hissettim.
Bıçak, sapı dışarıda kalacak şekilde içime saplandığında hissettiğim acıyla bir çığlık koparmak istedim ama ağzımı açtığımda dışarı dökülen güçsüz, ağrı dolu bir nefesten başkası olmadı. İri gözlerle adamın gözlerinin içine bakakaldım.
“Bu bıçak,” diye fısıldarken kulağıma sürtünen dudaklarını hissettim. “Sandığın türden bir bıçak değil tatlım. Senin içine aldığın bu bıçağın sapında sevdiğin adamın hayatı duruyor. Dizlerinin üzerine çöktüğün an, bomba devreye girer. Beni anladın mı?” Kıkırdadığını duydum. Beni bileğimden kavrayarak sırtımı ona çevirmemi sağladığında tek gördüğüm Isparta’nın manzarasıydı ama görüntüler zihnime dolmuyordu.
Çok kan vardı.
Gitgide çoğalıyordu.
Çok acıyordu.
İlk kez böyle fiziksel bir acı hissediyordum.
İçimde bir kan seli büyüdü, dışıma taştı, bıçağın kenarlarından sıcak kanımın kasıklarıma, bacaklarıma aktığını hissediyordum. Sormak istedim, doğru söyleyip söylemediğini sorgulamak istedim, böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını sorgulamayı çok istedim ama dizlerim titriyor, acıdan tüm dengesini yitiren vücudum son gücüyle ayakta durabilmek için çektiği acıya direniyordu. Konuşursam yere yığılacakmışım gibi hissediyordum.
“Aferin akıllı kızıma,” dediğini duydum, sesi tüylerimi ürpertti ama uğuldayan kulaklarım yüzünden bir sonraki cümlesine odaklanamadım. Kendince benimle alay ettiğini duyabiliyordum. Cama düşen karanlık yansımamızı görebiliyordum. Siyah eldivenlerin arkasına gizlenmiş elini bıçağın altında biriken kana daldırdığında bedenim acıyla titredi. “Hareketsiz kal, iyi kız seni,” diye fısıldadı ve kanımı alnına sürdü. “Kanın beni kötülüklerden korur mu dersin? Gerçi küçük bir ceylan kesmeyi ben de beklemiyordum ama… Bu kadar minik olman hesapta yoktu.”
Acıyla kasıldım, dudaklarımı aralamadan ikimizin yansımasına bakmaya devam ettim. Telefon çalmaya başladı. Kulağımın dibinde kıkırdayarak, “Sana gelmek üzere olduğunun haberini vermek için arıyor,” diye fısıldadı ruhumu ürperten bir sesle. “Direnebilecek misin Zeliha?” Derin bir nefes aldığında bunu neden yaptığını merak ettim. Bundan zevk alıyordu. Acımın karnımda büyüyerek tüm bedenime sinyaller gönderdiğini, gitgide daha da büyüyerek ruhuma dek uzandığını hissettim. Tüm vücuduma arka arkaya elektrik veriliyormuş, damarlarım bile o elektriğe kapılıp yanıyormuş gibi bir histi.
Telefon susana dek, arkamda durup sessizce bekledi. Telefon bir daha çalmaya başladığında, “Ne kadar ısrarcı bir herif böyle. Seni hep böyle sıkboğaz eder mi?” diye sordu alaycı bir sesle.
Telefonun sesi sustuğunda, arkamdaki bedenin sahibi yüzüme bir telefon ekranı tuttu ve ekranda ilerleyen küçük noktaya baktım. “Bak, senin için yolda,” diye fısıldadı kulağıma doğru. “Teslim olup dizlerinin üzerine çökecek misin? Yoksa onun için savaşmaya devam mı edeceksin? Bir sır vereyim mi? Eğer yere uzanırsan, şu an duyduğundan daha az acı çekeceksin.”
Çenem seğirdi, alnımdan buz gibi terler akarken gözlerimi yummaya çalıştım ama kaslarım şoka girmiş gibiydi, gözümü bile kırpamayacak kadar kas kaybı yaşamış durumda hissediyordum; bedenim donmuştu. Dizlerimin titrediğini hissediyordum, durduramadığım bir şeydi, sanki bu dizler bana ait değildi; artık bu bedenin iplerini elimde tutamıyor gibi hissediyordum.
“Savaşmayı bırakırsan, birlikte öleceksiniz. Savaşırsan, yalnız öleceksin. Bu seçim sana kalmış ama sanırım Gurur, birlikte ölmeyi tercih edecek türden bir adam. Acınası.” Derin, ıslıklı bir nefes alıp bir adım geri çekildi. “Ah, az daha ayaklarımın altı kanınla ıslanacaktı. Çok kanıyorsun gibi duruyor.”
Çok kan vardı.
Gurur’un yaşamasına ihtiyacım vardı. Bir ihtimal, belki ben yaşardım, belki ben karnımda bir bıçakla buradan sağ çıkardım ama bu adam haklıysa, onun o arabadan tek parça çıkması mümkün değildi.
Telefon bir kez daha çalmaya başladığında, “Seçim senin Zeliha. Düşersen ya da tek bir an, yürümeye çalışırsan ki bu imkansız görünüyor, olacak olanı biliyorsun,” diye fısıldadı adam, ardından gittiğini hissettim ama sesler koca bir uğultudan ibaret olduğu için gittiği anın acımın hangi parçasına ait olduğunu kestiremedim.
Telefonun melodisinin sesi uzaklardan geliyordu.
Gözlerimden akan yaşların nedeni hissettiğim acı mıydı yoksa çoğalan uğultu mu korkutuyordu beni? Gözlerim tek bir an, arabasının farlarını yakaladı. Tek bir an, siteye doğru kıvrılan yoldaki rampadan geçtiğini gördüm.
Tek bir an. Dizlerimde derman artık neredeyse yoktu ve istemiyordum, yemin ederim istemiyordum o arabadan inse bile beni yerde, kendi kanımın içinde can çekişirken görsün, hiç istemiyordum.
Sen in o arabadan Gurur, sonra ben öleceksem öleyim ama sen in o arabadan Gurur.
Öleceksem sen o arabadan indiğin anda öleyim.
Ben öleceksem, seni yaşattım diye öleyim.
Düşeceksem, sen beni ayakta son bir kez gör, öyle düşeyim. Korkma Gurur, hiçbir şey beni senin gözlerinde göreceğim korku kadar korkutamaz; ölüm bile.
Kulağımda bir çınlama büyüdü.
Büyüdü, büyüdü, büyüdü.
Hissettiğim acı öyle büyüktü ki bağırarak ağlamak istedim, çığlıklar atmak istedim, bıçağın içimdeki varlığını uyuşurum ve hissetmem sandım ama oradaydı, kanım bir derya gibi içimden dışıma yavaşça sızıyor, bacaklarımdan yere akıyordu. Her kaybettiğim kan, bir anıyı zihnimden siliyordu; sanki beni olduğum yerden usulca siliyordu.
Onu hissettim, artık içinde olduğum hayatı bile hissedemediğim o anda, artık buradaydı ve ben hayatın içinden silinirken bile onu hissedebildim.
Mutluydum. Çünkü beni ayakta görmüştü. Yerde görse çok korkardı, ayaktaydım, beni ayakta görmüştü ama sonra duramadım.
Ona bakmak için harcadığım son güç kırıntısıyla birlikte artık tamamen tükenmiştim.
“Gurur,” diye fısıldadığımı, onun o çok sevdiğim adını zikrettiğimi hatırlıyorum. Ve sonra bir gerçeği onunla paylaştığımı: “Çok kan var.”
Ve daha fazla ayakta duramadım.
Yere düştüm. Bir patlama sesi duymayı bekledim ama duymadım, tek duyduğum Gurur’un o küçücük fısıltısı oldu. Kandırılmış mıydım? Önemli değildi. Gurur beni ayakta görmüştü. Bu bana yeterdi.
⛓️
Ambulansın içindeki bembeyaz ışığa rağmen karanlığın gözümü kör ettiği bir andı. Siren seslerini duyuyordum ve hemen dibinde, avuçlarım Allah’a yakarır gibi açık halde dizlerimde, gözlerimi çekmeden ona bakıyordum.
Zeliha’m, Zerdali’m, içimdeki Zelzele’m. Bırakma beni.
Teni şeffaf gibiydi, derisinin altındaki damarlar masmavi görünüyordu ama sanki o damarların içinde artık kan yoktu. Öyle çok kanamıştı ki, bedenindeki tüm kanı bir yıldızın kayarken son kez parladığı gibi parlak bir şekilde bana sunmuştu. Sessizlik dilimin ucundaydı. Kasılan çenemi istesem de hareket ettiremeyeceğimi, ağzımı açamayacağımı fark ettim. Ağzıma dolan kanın demirli tadını hissediyordum ve şişen dilimin ağzımın içini kapladığını. Ambulans sarsıldığında, ağzımı açıp bağırmak, sarsılmayı durdurmalarını söylemek, küfürler savurmak, yalvarmak istedim ama ağzımı açamadım. Gözümü bir an kırpmadım. Kırpmadığım gözlerim hiç durmadı, bir şeyler aktı ama gözyaşı sanki akan o şeyin yanında hiç kalırdı.
Ambulans durduğunda ışıklar büyüdü. Kapılar geceye açıldı, şafak saklanmıştı, bana kendini göstermedi, onu altına alıp ışığıyla sarmadı. Ambulansın mavi, kızıl ışıklarının sedyeyle indirdikleri bedeninin üzerindeki hareketlerini izlerken konuşmadım. Sedye pürüzlü yolda ilerlediğinde sallanmaya başladı, arkasından yürürken bağırmak istedim, bağıramadım. Sedye son hızla beyaz mermere doğru kaydığında ve iki yana açılan kapıdan yüzüme büyük bir hızla rüzgar indiğinde algılarım birdenbire açıldı. Adımlarım hızlandı. Sedyenin arkasında açabildiğim kadar büyük şekilde açtığım bacaklarımdan yere değen her adım içimde bir şeyleri koparmak ister gibi asıldı.
Bir şeyler söylediler. Hiçbirini duymadım. Hiçbir şey duymadım. Tek duyduğum sedyenin tekerleklerinin yeri keserken çıkardığı gıcırtılı gürültülüydü.
“Kan,” dedi biri, sadece bunu duydum, “çok kan kaybetmiş. Kana ihtiyacımız var.”
Gözlerinin içine baktım. Baktım ve sadece “Negatifim,” dedim, “o da negatif. AB negatif.” Damarlarımı sök, içeride ne kadar kan varsa al, beni kurut ama onu yaşat.
Üzerindeki tişörtü kesmeye başladıklarında hala sedyenin üzerindeydi. Ardından hızla ameliyathanenin önünde buldum kendimi. Bileğimde açık damar yolundan kendi kanım damlıyordu. İçimdeki tüm kanı alsınlar istedim ama almadılar, tamamını alabilirlerdi ama sadece bir kısmını istediler. Oysa ben, damarlarım onun için kurusun, kanım onun içinde dolaşsın istedim.
Kayarak açılan kapılardan içeri itilen sedyeye baktım. Kapı yüzüme kapanırken dizlerimin üzerine düştüğümü hatırlıyorum. Ağzımı kaplayan kan, dilime aitti. Dudaklarıma bulaşmasını sağlayan, “Zeliha,” diye fısıldamam oldu. “Gitme.”
Alnımı zemine bastırdığımı ve yeniden, dudaklarımda kendi kanımın tadıyla, “Zeliha,” dediğimi hatırlıyorum. “Bırakma beni.” Sanki buradaydı. Kayıp giden kapının arkasında kalmamıştı, beni izliyordu; varlığını hissettim. Bu daha da büyük bir korkuyla, “Yaşamam artık,” dememe neden oldu. “Bırakma beni.” Alnımı mermere sertçe vurduğumda acıyı hissetmeye çalıştım ama içime yayılan o hissin getirdiği acıdan daha büyüğünü hissedemedim. “Zeliha,” diyerek alnımı bir kez daha mermere vurduğumda, acı yine istediğim seviyede değildi. “Bırakma beni.” Alnımı bir kez daha mermere vurup titreyen çenemi kastım. Gözlerimden boşalan yaşların alnımın köşesinde açılan yaradan akan kanla beraber mermere damladığını hissettim. “Gitme.” Alnımı yere bir kez daha vurduğumda, kanın mermerle alnım arasında uzadığını hissettim. “Bırakma beni Zeliha.”
“Yüzbaşı,” diyerek omuzlarımı tutan kişinin kim olduğunu biliyordum. Alnımı bir kez daha yere vuracakken, Onur bu defa, “Kardeşim,” dedi yavaşça. “Dur.”
“Benim yüzümden,” dedim sessizce alnımı fayansa bastırırken. Gözlerimi kırpamıyordum ve yanaklarıma devrilmesi gereken gözyaşları, alnım fayansa yaslı olduğu için doğrudan zemine damlıyordu. “Benim yüzümden.”
Yere düşen adım seslerini duydum. Birileri koşuyordu. Alnımı tekrar fayansa vuracaktım ki Onur beni omuzlarımdan tutarak geriye doğru çekti ve yere oturmak zorunda kaldım. Alnımdan akan kanın burnuma, oradan da sus çizgime kaydığını hissettim.
“Gurur,” diye fısıldadığını duydum Muşta’nın. Gözlerimi kapıdan ayıramadım. Ellerim bacaklarımın arasına güçsüzce düştü, bir kuklanın ipleri bırakılmış kolları gibi yere değdi.
“Oğlum,” diyen Muşta’nın bana yaklaştığını hissettim.
Başımı yavaşça omzuma düşürdüğümü hatırlıyorum. Sus çizgimden akan kanın, yavaşça yanağıma devrildiğini ve kaşlarım yavaşça çatılırken, “Ya benim kafama sık,” dediğimi hatırlıyorum. “Ya da yalvarırım baba, onu oradan sağ çıkar.”
Güçsüz kollarımı kaldırdığımı hatırlıyorum. Açık duran avuçlarımı ne yapacağımı bilemeyerek kafamın iki yanına sertçe vurduğumu. “Zeliha,” diye fısıldadığımı ve bir kez daha kafama avuçlarımla vururken, “Zeliha!” diye bağırmaya başladığımı.
Avuçlarımı bir kez daha kafama vurup, “Zeliha!” diye bağırırken, kollarımın altından kavrayan kişi kimdi bilmiyorum. Bacaklarımın yerde sürüklendiğini, beni kaldırmaya çalışan kişinin zorlandığını hatırlıyorum. Hepsi bu. Avuçlarımı tekrar kafama vurduğumu, “Kulun olayım,” diye ağladığımı hatırlıyorum. “Bırakma beni. Gitme Zeliha!”
Muşta’nın önüme geçtiğini hatırlıyorum. Dizlerinin üzerine çöküp, mavi gözlerine biriken yaşları bana göstermemeye çalışsa da gördüğümden habersiz, “Oğlum,” dediğini hatırlıyorum. Yüzümü avuçlarının arasına almadan hemen öncesinde, kafama vurmak üzere olduğum ellerimi tuttuğunu, yukarı kaldırıp Yener’in avuçlarının arasına bıraktığını ve sonra yüzümü avuçladığını. “Gitmedi bir yere. Bak gözlerime. Gurur.” Yüzümü avuçlayarak kafamı salladığında gözlerinin içine bomboş gözlerle baktım. “Gitmedi bir yere. Bu kapıdan çıkacak. Tamam mı?”
“Kafama sık.”
“Gurur.”
“Kafama sık.”
Tam o an, kafamın içindeki kaosu gören Yaman’ın bir anda çöküp, silahımı belimden aldığını hatırlıyorum. Umursamadan, Muşta’nın gözlerinin içine bakarken tek söylediğim, “Kafama sık,” oldu.
“Oradan sağ çıkacak.”
“Kafama sık!” diye bağırdım birden kafamı ona doğru uzatarak. “Kafama sık lan kafama sık! Ben sıkamam! Bir ihtimal yaşayacağı gerçeğine tutunurum, sıkamam, kafama sık lan!”
“Bitmedi hiçbir şey! İyi olacak lan!” Muşta öfkeyle yüzümü avuçladı. “Tutunacaksın tutunduğun şey her ne ise. Hiçbir şey bitmedi lan!”
“Kafama…” dediğimi hatırlıyorum, sonra gözlerimin yukarı doğru kaydığını, bedenimin yana doğru devrildiğini ve çenem kitlenip, bedenim epilepsi geçiriyormuşum gibi kramplarla seğirmeye başlamadan önce son kez, “Sık,” dediğimi.
Sesler uğultulara dönüştü. Yan yatmış, cenin pozisyonunda kramplar birbirinin üzerine düğüm atar gibi bedenimi ele geçirmişken gözlerimi öne itemedim. Isırarak kan içinde bıraktığım dilimde açılan yaradan akan kan ağzımın kenarından yere damlamaya başladı.
“Nöbet mi geçiriyor?” diye bağıran kişi kimdi bilmiyordum, belki Yener’di, belki Zafer’di, seslerini hep birbirine benzetirdim zaten. Kafama sıkan yoktu, kafam kendini parçalamak istiyor gibi beni zorlamaya başlamıştı.
“Sinir krizi,” dedi Muşta, “Biri yardım etsin!” diye bağırdı sonra da.
Kafamın içinde yalvardım. Birinin kafama sıkması için yalvardım, Zeliha’ya gitmemesi için yalvardım, bana gelmesi için yalvardım; yaşaması için yalvardım.
⛓️
Bahçede esen rüzgar, karanlığın içinde gölge gibi duran dalları, yaprakları oynatıyor, sigarasını dudaklarına götürürken sessizce bahçeyi izliyordu. Bu gece farklı bir sıcak vardı, farklı bir nem göğsüne rutubet tutturmuştu. Sigarasını taş kül tablanın bıraktığı an, evin dış kapısı açıldı ve “Kahraman,” diye seslendi Gülbahar sessizce. “Ne yapıyorsun bu saatte?”
“Uyku tutmadı gülüm,” dedi Kahraman, dirseğini masaya bastırıp, gözlerini köşedeki boş sandalyeye çevirdi. “Çok değil birkaç hafta evvel şuracıkta oturuyordu. Dizimin dibindeydi. O yok, evde kıkırtı sesi yok. Eymen’im de gitti. Büyüdüler, bıraktılar bizi bu evin ortasında.”
Gülbahar, huzursuz bir nefes alıp dışarı adımını attı ve terliklerini ayağına giydi. “Ben de Kuran okudum biraz, çocuklarımıza dua ettim, namazdan önce biraz uzanayım dedim ama baktım yatakta yoksun, uykum da kaçtı zaten.”
Kahraman, “Uyuyorlar mıdır?” diye sordu sessizce. “Eymen sıpası uyumaz bu saatlerde. Sokakta motorunun üzerinde serseri serseri dolanıyordur. Arasam mı? Ceylanım uyuyordur kesin. Onu aramayayım, uyanır derin uykusundan.”
“Çocukları huzursuz etme gece gece,” dedi Gülbahar, eşinin yanındaki sandalyeyi çekip üzerine otururken üzerindeki elbisenin yakasını gevşetti. “İçimde bir sıkıntı var. Kız gitti gideli hiç geçmedi şu sıkıntı. Eymen’im birkaç gün daha kaldı, yüzümü güldürmeye çalıştı sağ olsun ama o da gidince o sıkıntı hepten büyüdü. Gelinlik yaşa geldi, nişanlandı diye mi böyle oldum bilmem ki.”
“Gelinlik yaşa geldi,” dedi Kahraman başını ağır ağır sallayarak. “Ne çabuk büyüdüler bunlar.”
“Gözünden sakınıyon, saklıyon, bir gün bir bakıyon, kapıdan çıkıp gitmiş,” dedi Gülbahar. “Allah’a şükür ki hayırlı birini çıkardı karşımıza. Gurur’dan razıyım ben. Rabbim iyi bir insanla bir yazmış kaderini.”
Kahraman buruk bir şekilde gülümseyip sigarayı dudaklarına götürürken, “Çok şükür,” diye fısıldadı.
“Çay demleyem mi?”
“Hadi demle, uyumam daha. Çıkarım bahçelere bakarım, dönerken de ekmek alırım, kıyıntılanırız.”
“Yok, alma ekmek.”
“Neden?”
Gülbahar ayaklanırken, “Ekmek mayaladım,” dedi. Tam sırtını kocasına dönüyordu ki, kapının üst kısmında asılı duran büyük nazar boncuğu tüm bahçede yankı uyandıran bir çatırtı çıkararak ortadan ikiye bölündü. Gülbahar korkuyla elini kalbine götürürken, Kahraman irkilerek kapıya doğru döndü. Parçalanıp yere saçılan nazar boncuğu kırıklarına bakarken ikisinin de kalbi aynı anda hızlandı.
O sağır edici ve dakikalar süren sessizliğin ortasında, Kahraman ve Gülbahar birbirinin gözlerine dikkatle bakarken, telefon çalmaya başladı.
Korkunç bir ihtimal, bir taşın uçurumdan yuvarlandığı gibi Gülbahar’ın karnında yuvarlandı. Önce, “Eymen,” dedi korkuyla, ardından gözleri bir an telefonda asılı kaldı ve “Zeliha,” diye fısıldadı.
Telefon açıldığında ve Kahraman Özdağ, sesini bile çıkarmadan karşı tarafı dinlemeye başladığında, “Kahraman amca,” demişti telefonun öteki ucundaki hıçkırıklarını gizlemeye uğraşan ses. “Zeliha yaralandı.” Kahraman’ın bacağı seğirdi, masaya çarpan bacağını tutamadı, yüzündeki ifade donmuş durumdaydı. “Çabuk gelin.”
Çabuk gelin, ne demekti?
Neden çabuk gelmeliydiler?
“Durumu ağır.”
Kahraman Özdağ, önündeki uzun masayı yıkarak ayağa kalktığında ve “Zeliha!” diye bağırdığında, Gülbahar, içinde hala kızıyla karınlarını birbirine bağlayan o kordon varmış gibi birdenbire dizlerinin üzerine çöktü. Eli karnına gitti.
Tesisin içinde esen rüzgar, içinde bir gerçeği saklıyordu. O gerçek, telefon çalmaya başlayana kadar orada olan kimsenin bilmediği bir sırdı. Muşta telefonu kulağına yaslamadan önce, ekranda Onur Kırgız’ın adını görmeyi beklemiyordu. Kalemini köşeye bıraktıktan sonra, “Bu herif neden bu saatte arıyor?” diye sorarak telefonu açıp kulağına yasladı. Onur’un sesinden önce, ambulansın siren sesini duyduğunda, bakışları bir anlığına karşısındaki duvara sabitlendi. Çok değil, birkaç gün önce Gurur’un dikildiği o duvar, şimdi boşlukla çağlıyordu.
Onur’un güvenlik görevlisi ile birlikte ilk işi, sakinleştirici ok ile vurulup denge kaybı yaşayan köpekleri almak, güvenlik görevlisini doğrudan nöbetçi veterinere yollayarak ambulansın peşine düşmek olmuştu.
“Binbaşı,” dedi Onur hattın öteki ucundan, paniği hissedilirdi, bu duvar gibi adamı paniğe sürükleyen şey, Muşta’nın başından aşağı kaynar suları döker miydi? “Yüzbaşı ve nişanlısının yanında olmalısınız. Nişanlısı ağır yaralı, şu an hastaneye götürülüyor. Ambulanstalar.”
Muşta tek bir an, nefesinin göğsünün içine sığamadığını, boğazına dizildiğini, ne aşağı inebildiğini ne de dudaklarının arasından çıkıp gidebildiğini fark etti. Ne diyordu bu adam? Kaşlarının ortasında bir yarık bile oluşamadı. Alnında soğuk terleri hissetti, kalbinin atışları biraz daha ağırlaştı. Harflerin ağzının içine battığını hissetti. Onur, “Binbaşı,” dedi yeniden. “Gurur’un yanında olmalısınız. Bu gece her şey olabilir.”
Muşta ayağa kalktığında arkasında kalan koltuk yere yıkıldı. “Ne oldu Zeliha’ya?” diye sorarken aceleyle kapıya yönelmişti ama attığı adımların yere dokunduğunu bile hissedemiyordu. Böyle anlarda her zaman soğukkanlı olurdu olmasına ama konu evlatları, bir de kız çocukları oldu mu, işte o zaman Muşta gibi biri için bile hazmetmesi, sakin olması, soğuk bir kan taşıyabilmesi güçtü.
“Bıçaklanmış,” dedi Onur paniğini gizlemeye çalışarak, o an Muşta’nın yüzündeki son kan damlası da geri çekilerek tenini ölüm beyazlığına terk etti. “Lütfen hemen hastaneye gelin. Yüzbaşının da kızın da durumları iyi değil. Ambulansı takip ediyorum.”
Muşta kapının kulpunu yakalayıp, avucunun içinde ezerek asıldığında, koridorda ilerleyen kişi Yener’di. Kapı açıldığı an, omzunun üzerinden açılan kapıya doğru baktı ve kulağına telefon yaslı Muşta’nın yüzündeki renksizlik anında dikkatini çekti. Durup, tek kaşını kaldırarak Muşta’ya baktı. Muşta, “Hemen geliyoruz,” diyerek telefonu kapattığında, Yener’in kaşının ortasındaki yarık daha da derinleşmişti.
“Ne oldu?”
Muşta boğazını saran kravatı gevşetti, üzerindeki takımın içine sığamadığını hissetti. “Timi topla,” dediğinde ayağının altındaki yer kaymaya devam ediyordu. “Zeliha saldırıya uğradı.”
Yener, Muşta’nın gözlerinin içine bakakaldı. Bunu anlamlandıramadı, birkaç saniye boyunca o gözlere baktı ve duyduğu şeyin gerçekliğini sorguladı. Daha sonra, elindeki karton kahve bardağı yere düştü ve kahve hızla zemine yayılırken, “Zeliha’ya ne oldu?” diye bağırdı yüksek sesle.
Muşta kravatı biraz daha aşağı çekerek, “Bıçaklı saldırıya uğradı. Timi topla. Hemen,” diyerek sırtını Yener’e döndü. Eğer Yener’in gözlerini sırtında hissetmeseydi, sarsaklanan bedenini dik tutabilmek için yan tarafındaki duvara tutunurdu. Buna hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardı.
Yener’in tüm kapılara vurarak koşmaya başladığını duydu. Timdeki çoğu asker tesisteki odasına çekilmişti. Her demir kapıya vurdu, iyileşmekten uzak kalbinin derinliklerinde uyuyan korku birdenbire ayyuka çıkarak nefesinin hızlanmasına neden oldu. Sol koluna ve beraberinde kalbiyle, karın boşluğuna dağılan ağrıya aldırış etmeden, “Çıkın!” diye bağırmaya başladı. Açılan her kapıda, şaşkın bir yüzle karşılaşıyor, dehşet içinde, kalbinde delice vuruşlarla, “Zeliha saldırıya uğradı!” diye bağırarak diğer kapıya doğru hızla ilerliyordu.
Devran elinde tuttuğu su bardağını düşürüp, omzunun üzerinden Yaman’a baktı. Yaman beti benzi atmış bir şekilde Yener’in arkasından bakıyordu. Tim saniyeler içinde, büyük bir kaos ve panikle araçlara dağılmaya başladı. Göğün karanlığında geride ıssız bir tesis kalırken, araçların içinde birbirinden farklı bir sürü kalp aynı endişeyle çarpıyordu.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Gözlerimi açtığımda, acil servisteki bir sedyenin üzerinde yatıyordum ve beyaz perde, beni hastaların olduğu bölümden ayırıyordu. Birdenbire doğrulup kalktığımda, “Dur,” diyen kişi Zafer’di ama ona aldırış etmeden dirseğimin iç kısmından bağlanmış serumu söküp kopardım. Gözlerimi cam şişedeki seruma çevirdiğimde, serumun henüz yeni takıldığını anladım.
Bakışlarım otomatik olarak perdeye çevrildi, ardından kafamı havaya kaldırıp başımın üzerinde yanan beyaz ışığa baktım. O beyaz ışığa bakarken çift gördüğümü fark ettim ama umurumda olmadı. Çenem kasıldı, bacaklarımdaki tüm kasların çekildiğini hissettim ama umursamadım. Birden başımı indirdim ve ayaklandığımda dengemi sağlayamayıp yan tarafımdaki küçük sehpaya tutundum. Sehpa yere devrildi, bedenim duvara yaslı sedyeye ve sonra duvara çarptı. Avucumu duvara bastırarak dik konuma geldikten sonra, “Zeliha nerede?” diye sordum boşluğa doğru.
“Ameliyatta. Gurur, az önce yaşadığın şeyden sonra sana birkaç dakika içinde kaç iğne vurdular haberin var mı?” diye sordu Zafer kaskatı bir sesle. Onu dinledim ama anladım mı bilmiyorum, belki de dinlemedim, sadece duydum. Boşluğu ve uyuşukluğu hissediyordum. “Ameliyata yeni alındı. Durup nefes alman lazım, kafanı toplaman lazım, sana ne vereceklerse vermeliler sen de buna izin vermelisin çünkü o kıza bunu borçlusun.”
Cevap vermeden perdeyi kaldırdığımda, içerideki hastaların bakışları bana çevrildi. Şaşkınlık ve merakla bana bakan gözlere aldırış etmeden öne doğru adım atacaktım ki, doktor, “Dur bakalım orada,” dedi.
“Siktir git,” dedim sessizce, doktorun yüzündeki ifadenin donduğunu hissettim ama sadece yürüdüm. Yürüdüm ve oradan çıktım.
Sağıma baktım, boş koridor. Soluma baktım, boş koridor. Önüme baktım. Kaşlarımı kaldırıp gözlerimi kıstım ama çift görmeye devam ediyordum. Farkındalık birdenbire geldi. Çenem titremeye başladı, dişlerimi sıkıp yüzümü buruşturdum, hissettiğim acıyla birdenbire, “Zeliha,” diye fısıldadım. Burnumdan sert bir nefes verip, avucumu duvara bastırarak sol koridora döndüm ve birkaç adım attım. Gözlerim üzerimdeki tişörte, daha sonra da ellerime dokundu; ellerimdeki kanı kuruydu, tişörtümdeki kan ise hala yoğun ve ıslaktı. Sırtımı duvara vurup, başımı duvara sürterek kafamı havaya kaldırdım. Burun deliklerim genişlerken gözlerimden dökülmeye başlayan yaşlara engel olamadım.
“Yalvarırım,” dedim beni izlediğini hissettiğim tanrıya. “Oradasın, biliyorum. Bir çocukken de oradaydın, beni izlediğini hep hissettim. Sana yalvarıyorum. Sana yalvarıyorum bu kez bir şey yap. Bu kez gör beni. Ben sana inancımı bir an yitirmedim, senden umudumu bir an kesmedim, sen de gör beni. Otuz üç yaşındayım, altı yaşında yalvarmadım, on yaşında da yalvarmadım, on üç yaşında da yalvarmadım sana. Şimdi otuz üç yaşındayım. Yalvarıyorum sana. Biri ölecekse o ben olayım. Sana yalvarıyorum, Allah’ım sana yalvarıyorum, onu alma benden. Benim hiç talihim yok, bahtım yok, istemeye hakkım yok, dua edecek yüzüm de yok ama yalvarıyorum. Başka gidecek kapım kalmadı. Senden başka kapım kalmadı.” Başımı geriye doğru sertçe vurup, duvarın soğuğunu kafamın içinde hissettim. Şakaklarımdan kayan gözyaşlarının kulaklarımın içine dolduğunu hissettim. “Her sınavına, her sınamana razıyım, senden gelecek her şey başım üstüne ama ne olursun, bana senden gelen o olsun. Alma onu yanına.”
Kendi öksürüğümde boğulacak gibi hissettim, gözlerimi indirip tam karşımdaki duvara bakarken yüzümdeki ifadelerin çekildiğini hissettim. Yüzüm kendi gözyaşlarımla parlarken, yine yüzüm ifadelerden yoksun duruma gelmişti. Onun kanına bulanan elimi kaldırıp yüzüme götürdüm, avucumu yüzümde kaydırdım ve kuruyan kanının gözyaşlarıma karışarak yumuşayıp tenimi lekelediğini hissettim. Gözlerim bileğimdeki bilekliklere kaydı. Yarım kalan kalbe bakarken dişlerimi sıkıyordum ama gözlerim durmuyordu, kirpiklerimden aşağı sürekli bir şeyler düşüyordu. Beni koruması için aldığı bilekliğe de, yarım kalan kalbime de kanı bulaşmıştı. Bakışlarım parmağımdaki nişan yüzüğüne kaydı.
Yüzüğüm de onun kanına bulanmıştı.
Yüzümdeki ifadesizliği parçalayan, yüzüğe bulaşan kanını görmek oldu. İfadem bir anda parçalandı, yüzüm bir anda hissettiklerimin yansıması oldu. Gözlerimden yaşlar boşalırken, “Off,” diye inledim elimde olmadan. Elimi kaldırıp yüzüğe dudaklarımı bastırırken gözlerimi sıkıca yumdum. “Gitme Zeliha. Senin gidişini göreceğime, öleyim kızım ben.”
Yavaşça duvara doğru dönüp, elimi duvara koydum, avucumda yumuşayan kanı duvara iz bırakmadı. Her an yıkılacakmışım gibi hissederek yürümeye başladım. Elim duvardan uzaklaştı, omuzlarım taşıdığım yükle düştü.
Ameliyathanenin önüne geldiğimde, kapıda dikilen herkesin bakışlarını üzerimde hissettim ama gözlerimi onun arkasına geçip kaybolduğu o kapıdan çekemedim.
Arkamda beliren birinin, “Ablam iyi mi?” diye bağırdığını duydum ama tepki veremedim, dimdik durmuş, omuzlarım ise bedenimin aksine düşük, öylece kapıya bakıyordum. “Ablam iyi mi? Ablam iyi mi?” Sürekli bağırıyordu, arka arkaya sorduğu bu sorunun ardından sesi yalpalıyor, çaresizlikle titriyordu. Bedenimin olduğu yerde yavaşça sallandığını fark ettim. Devrilmemek için ayaklarımı yere daha sert bastırdım. Kapıyı çift görüyordum. Biri arkamdan sertçe sırtıma vurduğunda bedenim bomboş bir et yığını gibi öne doğru devrildi. Yener önüme geçerek düşmemem için beni tuttu ama dizlerimin öne bükülmesine engel olamadım. “Ne oldu ablama?” diye bağırdı beni iten ellerin sahibi. “Ona bu olurken neredeydin lan sen?” Boşluğa baktım, Yener beni kaldırmak için güç uyguladı ama kaldıramadı. Dizim yere vurdu, yüzüm Yener’in kolunun kenarından boşluğa çevrildi. “Ablama bu olurken neredeydiniz lan siz?” Sertçe yutkundum, boğazımdan aşağı kayan tükürüğüm değildi, bir bıçaktı, küflü, paslı bir jiletti.
“Eymen, sakinleş,” dedi Muşta. Çocuğu benden uzaklaştırmak için önüne geçip geriye doğru sürükledi ama Eymen, kolayca Muşta’dan kurtulup tekrar arkamda belirdi. Beni yakamdan kaldırıp yukarı çekiştirmeye çalıştığında Yener, “Dur!” dedi sertçe. Eymen onu dinlemedi. “Ablama bu olurken neredeydin lan neredeydin?” diye bağırdı.
“Eymen, atacaklar hepimizi. Dur,” diyen kişi Ayça’ydı, sesini duyuyordum, tir tir titriyordu sesi.
Simge, “Bunu ona Gurur yapmış gibi davranma,” diye fısıldarken sesi ilk kez bu kadar kırılgan geliyordu. Eymen öfkeyle, “Sen ne bilirsin lan?” diye bağırdı. “Siz ne bilirsiniz lan? Ablam lan o benim! Ablam lan!” Birdenbire ağlamaya başladı. “Nasıl korumadın lan ablamı? Senin yüzünden mi oldu lan bu? Neye sürükledin lan sen benim ablamı? Ne istediniz lan benim ablamdan? Neden girdiniz lan siz bizim hayatımıza?”
Bu soruya bir cevap bulamadım.
Bu soruya cevabı içimden bile veremedim.
Çenemi, Yener’in omzuna yasladığımı ve sadece ameliyathanenin çift kanatlı beyaz kapısına baktığımı hatırlıyorum. Dizlerim hala yerdeydi.
“Neredeydin abi?” Eymen’in sorusu birdenbire bakışlarımın donuklaşmasına neden oldu. Yere vuran bir çift dizin sesini duydum. “Neredeydin abi? Ablama bu olurken yanında değil miydin abi?” Çenemi Yener’in omzuna daha sert bastırdığımda, Yener avucunu başımın üzerine koyup sertçe yutkundu. “Neden korumadın ablamı abi?” diye fısıldadı Eymen gözyaşlarının arasından.
“Nihan,” dediğini duydum Muşta’nın. “Yok mu içeriden bir haber?”
“Elimden geleni yapıyorum,” dedi Nihan, kafamın içindeki boşlukta sesler sadece birer çınlama gibiydi. “Şu an bir bilgi alabildiğim söylenemez. Ameliyat biraz…”
Zeliha kafamın içindeki eski bir anıdan bana, “Bırak beni gideyim,” diye fısıldadı, sesinde bana karşı duyduğu korku vardı. Çenemi Yener’in omzuna daha sert bastırdım.
Eymen kafamın içinde tekrar ve tekrar, “Onu neden korumadın abi?” diye sordu bana. Hiçbirine yanıt veremedim.
Ameliyathanenin kapısı açıldığında, doktorun yüzünde maske yoktu. Gözlerinde, ameliyathanede hızlı kararlarla dolu geçen saatlerin ağırlığını taşıyordu.
Ayakta durduğum tek an, o kapı açıldığı andı.
Doktorun gözleri, doğrudan benim gözlerime saplandı.
“…ne yazık ki,” diye devam ettiği cümlesinde, kafamın içinde zihnimdeki her şeyi patlatacak kuvvette bir sinyal sesi belirdi. “….bazı komplikasyonlar ortaya çıktı.” Sesindeki endişe uydurmam değildi, sinyal sesi doktorun sesini takip ediyor, kafamın içini baskılayarak dolduruyordu. “Hastamızın durumu kritik. Yaralanmanın neden olduğu iç kanama kontrol altına alınamadı ve bu durum komaya girmesine neden oldu.” Sinyal sesi kalbime doldu. Kalbim tehdit altında olduğunu hissederek genişledi. Patlayacağını hissettim. “Şu an için durumu stabil tutmak için elimizden geleni yapıyoruz. Ancak iç kanamanın kontrol altına alınması ve beyin fonksiyonlarının normale dönmesi için önümüzde risklerle dolu bir süreç var. Her şeye hazırlıklı olun.”
Sinyal sesi büyüdü.
Herkesi ve her şeyi bir kara delik gibi içine çekti. Gökadayı oluşturan tüm yıldızlar arka arkaya kaymaya başladı, ışıkları içinde olduğum koridoru beni kör edecek kadar büyük bir şekilde parladı. Gözlerimin önünün beyaza boyandığı hatırladığım son şeydi. Sonrası sadece kör olmuşum gibi baktığım yerde hiçbir şey görememekten ve devamlı olarak o sinyal sesini duymaktan oluşuyordu. Tutarsız parçalar birbirine tutunuyor ama birbirine karışamadığı için o ahengi yitiriyordu; her şey parça parçaydı. Hissettiklerim ise içimde bir dağ kadar yüksekti, parçalanmaya çok yakın olsa da hala ağır şekilde bir bütündü.
Sadece hatırlıyorum. Simge’nin duyduğu şey sonrası yitirdiği bilincini ama bedeninin ne ara ortadan kaybolduğu belirsizdi. Muşta buz gibi bir suratla yüzüme bakıyordu. Sonra kayboluyordu. Bir de Eymen vardı. Parçalardan birinde yüzünü sırtıma yaslamış, yumruğunu sırtıma vuruyor ama yüzünü vurduğu sırtımdan çekmeden bana sığınmış ağlıyordu. Sonra kayboluyordu. Bir ben kalıyordum. Orada bir ben kalıyordum. Sinyal sesi hiç durmuyordu. Gökadayı aydınlatarak kayıp giden yıldızların ışıltıları anlık olarak beni kör etmeye devam ediyor, o yüzden bazı parçalar bir türlü yerine oturmuyor, her şey dağınık ve etrafa saçılmış anılardan ibaret oluyordu.
Şafak sökmeden gündüz geldi. Şafak saklandığı yerden hiç çıkmadı.
Onu hayata bağlayan makinelerin sesi zihnime doldu. Bir sessizlik ki, öyle çok her yerimdeydi ki, dudaklarım artık onun adı için bile açılmaz oldu.
Her şeyin tek bir suçlusu vardı, o da bendim.
Bir kez olsun talihim güler sanmıştım, talihimden kan akmış, ben de akan o kanda boğulup çok ağlamıştım.
Sustum. Artık kafama sıkmaktan başka çarem yoktu.
Saatler yavaşça ilerledi ama ben beyaz bir ışığın içinde oturuyordum. Her şeyin içindeydim ama hiçbir şeyi görmüyor, duymuyor, anlamlandıramıyordum; sadece o beyaz ışığın içinde olduğumu biliyordum. O beyaz ışık her yerdeydi. Sevdiğim kadını bağladıkları makinenin olduğu odadaydı. Sevdiğim kadının tutulduğu yoğun bakım odasındaydı. Koridorlardaydı. Bambaşka insanların hikayelerinin içinde ilerliyor, her yere yayılıyordu. Delirmek böyle bir şey miydi? Beyaz bir ışığın içinde oturmak, her şeyin içindeyken bir o kadar da dışında olmak mıydı? Delirmiş miydim? Sonunda aklımı kaçırmış mıydım? Beyaz ışığın içinde oturmuş uğultuları duyuyor ama konuşulanları anlamıyordum. Beyaz ışığın içinde oturmuş etrafımda olup bitenleri görüyor ama onları kafamın içinde bir şekle oturtamıyordum. Eylemler sadece o ışığın üzerinde hareket eden kalem darbeleri gibiydi ama şekil tamamlanmadan kalemin izi beyazlığın içinde kayboluyordu.
Beyaz ışık, “Zeliha’m,” diye ağıt yakan o adamın sesini sonunda duyduğumda yavaşça sönmeye başladı. Duvarlar karşımda belirdi, insanların yüzlerindeki dağılmış ifadeleri gördüm, kafamı çevirip koridorun öteki ucuna baktığımda dizlerinin üzerinde oturan o adamı gördüm. “Zeliha’m,” diyerek ellerini başına koymuştu. “Uyan ceylanım, baban burada. Uyan babam. Baban burada.”
Sinyal sesi sol kulağımdan beynime doğru ilerledi, gözlerimi o adamdan alamadım. Bayılan kadının kim olduğunu biliyordum, bir an ismi kafamın içinde canlanmadı; bir an yerde kızı için ağlayan adamın adını bile kafamın içinde netleştiremedim. Bildiğim tek bir isim vardı. O isim Zeliha’ydı. Durdum. Kendi adımla ilgili bir tutarsızlık hissettim. Çok kısa bir an için düşündüm. Kendi adımı hatırlıyor muydum?
Kafamın içindeki sinyal sesi dalgalanarak gözlerime geldi; gözlerimi istemsizce yumdum. Zeliha’nın yüzünü gördüm. Karanlık göz kapaklarımın ardından bana bakıyor, gülümsüyordu.
İsimler kafamda netleşmedi ama gözlerimi açtığımda, belirsizliğin içinden birilerinin o adamı ayağa kaldırdığını gördüm. Gömleğinin kopmuş düğmeleri yere saçılmıştı, düğmelere baktım ve sonra gözlerimi adama çevirdim. İsmi bir anda geldi. Kahraman Baba. Onu ayağa kaldıran adamın da ismi bir anda geldi. Hakan Basri Şenkaya.
Sinyal sesi daha güçlü bir şekilde kafamın içini zorladı, gözlerimin yerinden çıkacak kadar ağrıdığını hissettim; sanki o sinyal sesi, gözlerimi yuvalarından oynatıyordu. Kahraman Baba bana yaklaştı, gözlerimin içine baktı, sırtım duvara yaslı gözümü bile kırpmadan beni izleyen mavi gözlere baktım.
“Sana emanet etmiştim,” diye fısıldadı, fısıltısını tuhafsadım, normalde bana bağırırdı. Kaşlarım bir anlığına çatıldı, ona bomboş gözlerle baktım. Elinin tersiyle kalbime doğru yavaşça vurup, “Sana emanet etmiştim,” diye fısıldadı yeniden. Anlamadım. Ona daha dikkatli baktım.
Kahraman Baba, “Neden gözünden sakınmadın onu?” diye sordu gözlerinden yaşlar boşalırken. Yanağından akan gözyaşına baktım. Çok uzun süre o gözyaşına baktım ve sertçe yutkundum.
Sinyal sesi birden şiddetlendi, çenem titrerken, birdenbire her şeyin resetlendiğini hissettim. Her şey o beyazlığın içinde kayboldu ve “Zeliha nerede?” diye sordum Kahraman Baba’ya. Bir an, bana çatık kaşlarla bakan o mavi, yaşlarla dolu gözler donup kaldı.
Kahraman Baba elinin tersini kalbime bastırıp, gözlerini yumduktan sonra, sertçe yutkundu. Omuzlarının sarsıldığını gördüm. Anlamadım. Elimi yavaşça kaldırıp omzuna yerleştirdiğimde, gözlerini açıp gözlerime baktı. Sinyal sesinin bir anda kesilmesine sebep olan, gözlerimin gözlerinden ayrılarak omzuna koyduğum elime dokunması oldu. Kana bulanmış yüzüğümü gördüm.
Dizlerim tutmadı.
Sırtım duvarda kaydı ve Kahraman Baba’nın önüne, yere çöktüm.
Ellerimi güçsüzce başımın iki yanına koyup, kalan gücümü avuçlarıma çağırdım; gelmesini bekledim. Daha sonra kafamı patlatmak istiyormuş gibi baskıyla avuçlarımın arasında sıkarken, “Affetme beni,” diye fısıldadım. “Kafama sık. Hepsi benim suçum. Her şeyin sorumlusu benim. Beceremedim.” Çenem seğirdi, konuşamadım, boğazım düğümlendi, kafamı daha da sert kavrayıp avuçlarımın arasında ezdim. “Ödül olur bana biliyorum ama baba, yalvarırım kafama sık.”
Gözlerini indirmiş bana baktığını hissetmek bana daha da ağır geldi. Sinyal sesini aradım, o beyazlığın içinde oturmayı istedim; her şeyden bihaberken daha kolay olmaz mıydı? Kafama bir şarjör boşaltsalar daha kolay olmaz mıydı? Kahraman Baba’nın bakışlarını üzerimde hissetmeye devam ettim.
“Benim suçum,” dedim ve kafamı kaldırıp gözlerinin içine bakarken ellerimi yavaşça kafamdan uzaklaştırdım. “Hepsi benim hatam. Sana bir söz verdim. Sözümü tutamadım. Kafama sık.”
Kahraman Baba, uzun uzun gözlerime baktı. Kafasını indirmeden, sadece gözlerini aşağı, bana doğru çevirerek. Gözlerinde yaşlar vardı, yüzünde öyle bir ifade görmüştüm ki, asıl acının ne olduğunu onun yüzüne baktığımda anlamıştım. Yavaşça yere çöktü. Gözlerini yüzümde dolaştırdı. Öfke ve acı oradaydı, karşısındaki yansımasına bakıyordu.
“Ayağa kalk,” dedi tek seferde.
Yaklaştı, yüzlerimiz arasında kısacık bir mesafe kaldığında, “Ayağa kalk. Dağcı Komando gibi. Bir Yüzbaşı gibi. Zeliha bir yere gitmedi. Benim kızım daha hiçbir yere gitmedi.” İşaret parmağını sertçe kalbimin üstüne bastırdı. “Sen de kalk. Bir yüzbaşı gibi. Kalk. Kızıma bunu yapanın yanına, bunu sakın koyma. Zeliha hiçbir yere gitmedi. Kızımdan nasıl vazgeçmediysen, kendinden de vazgeçmeyeceksin. Kalkacaksın o ayaklarının üzerinde, dimdik duracaksın, kızıma bunu yapanın yanına hiçbir şeyi bırakmayacaksın.”
Zeliha hiçbir yere gitmedi.
Tutundum.
Buna tutundum.
Sefil bir şekilde buna tutundum.
Kahraman Baba’nın eli enseme kaydı, avucunu enseme bastırıp, yere çökmüş kaskatı bedenimi öne doğru çekti. Çenesini kafamın üzerine koyduktan sonra, “Aklını başına devşir komando,” dedi. “Ben bu adama kız vermedim. Dağ gibi ayakta duracaksın.”
Başımı salladım ama ses çıkaramadım. Kafama sıkmanın eşiğindeydim ve o beyaz ışık birdenbire gelecek, tüm zihnimi esir alacak gibi hissediyordum; deliliğe bir adım uzaktaydım ve ölümün doğrudan içinde durmuş bekliyordum.
“Söyle, neymiş?” Avucunu yüzüme götürdü, ona bakmamı sağladı. “Söyle ulan.”
“Dağ gibi ayakta duracağım.”
“Zeliha’m benim kırılgandır, narindir sandıysan, ben onu yabani bir ot gibi büyüttüm. Karşımda kırılıp büzülme. Ayaklan.” Kahraman Baba ayağa kalkarken zar zor yutkunup sağına doğru baktı. “Ben ceylanımı göreceğim. Benim ceylanımı görmem lazım.”
Muşta, “Henüz yoğun bakım odasına kimseyi almıyorlar, ameliyattan yeni çıkardılar ve doğrudan yoğun bakıma alındı,” dedi, sesi uzaklardan geliyordu ama Kahraman Baba’nın karşısında, deliliğe bir adım uzakta olduğumu ve ölümün içinde durduğumu saklamak zorunda hissettim.
Zeliha’yı görme isteği içinde kaybolduğum o beyaz ışığın koridorun ucunda belirerek yavaşça bir sis gibi bana doğru gelmeye başlamasına neden oldu. O sis, önce insanları içine aldı, daha sonra ayaklarımın önünde durdu ve beni içine almadan bekledi. Yavaşça doğrulup, çenemi havaya diktim ve üzerimde hala onun kanı varken, deliliğin sis gibi etrafıma sardığı beyazlığı reddetmeye çalıştım.
Kahraman Baba, Eymen’in ensesini avucunun içine alarak, “Ağlama babam,” dedi ama kendisinin de gözleri yaşlarla doluydu. Sadece artık feryat etmiyordu. “Dinleme kimseyi. Korkma. Rabbimin izniyle ablan gözünü açacak.” Oğlunu bağrına bastı, Eymen’in hıçkırdığını duydum. O beyaz sis, bacaklarımdan yukarı tırmanarak biraz daha yukarı geldi. “Benim kızım cengaverdir, benim kızım koyverecek biri değildir, benim kızım…” Kahraman Baba sustu. Sadece boşluğa bakarken oğlunun başını okşadı. Gözünden bir damla yaşın yanağına, oradan da çenesine kayıp gittiğini gördüm.
“Amca,” dedi Simge pürüzlü gelen bir sesle. “Yengeme ilaç verdiler. Birazdan kendisine gelir dediler.” Yavaşça Kahraman Baba’ya ilerlerken o beyaz sisin içindeydi.
“Gel amcam,” dedi Kahraman Baba diğer kolunu da kaldırıp Simge’yi kolunun altına alırken. “Gel kızım.”
Beyaz sisin içinde, belirsiz üç silüet gibi görünüyorlardı artık. Simge, Kahraman Baba’nın göğsüne sokulup, Eymen’in koluna elini koyarak sessizce ağlamaya başladı.
Sonra beyaz sis beni tamamen içine aldı. O beyaz ışık tüm algılarımı kapladı. Sesimi çıkarmadan deliliğin içinde durdum ve bekledim. Kahraman Baba’nın sözünü dinledim. Ayaktaydım ama deliliğin de tam ortasında, yapayalnız, çırılçıplaktım.
⛓️
CENAN KAPLANER
O kızı ilk kez gördüğümde, aynanın öbür yüzündeki yansımama bakıyor gibi hissetmiştim.
Kahverengi saçları, iri gözleri, aslında açık olan ten rengini biraz daha koyu gösteren çilleriyle hem güzel hem de asi görünüyordu. Bakışları sert olduğu kadar kırılgandı da. Fiziksel olarak birbirimize hiç benzemiyor olsak da o gözleri ilk gördüğümde, dokuz yıl önce bu şehirde bıraktığım o kızı yeniden görmüşüm gibi hissetmiştim.
Bazen bana bakarken gözlerinin derinliklerine sinmiş korkuyu görürdüm, buna rağmen bana meydan okumaktan çekinmezdi. Onu huzursuz ettiğimi biliyordum ama içimde ona karşı kötü bir his olduğu söylenemezdi. Aksine, o zamanlar onu kendime delice benzettiğimden midir bilinmez, içinde bulunduğu durumdan endişe duymuş, onu korumak istemiştim.
Bazen bana ihtişamlı ruhunu gösteriyordu, bir yıldız gibi parlayarak uzun zamandır karanlıkta olan geçmişimi aydınlatıyordu ve geride bıraktığımı sandığım bana ait bir parçayla yüzleşmemi sağlıyordu.
Gurur’un onun kalbini kırmasından korkmuştum. Yine onun, Gurur’un kalbini kırmasından da korkmuştum. Çünkü kırık dökerek sevmek nedir biliyordum ve o kızın gözlerinde de aynısını görüyordum. Aynı zamanda o tesisin erkeklerinin de kırıp dökerek sevdiklerini biliyordum.
Sonunda böyle bir şey yaşanacağını biliyordum ama bunun bu kadar erken gelmesini beklemiyordum. Bunun yaşanmasından hep korkmuştum, içimde ona karşı hep bir korku duymuştum ve şimdi o korku karşıma geçmiş, sadece bir düşünce olarak kalmadığını, gerçeğe dönüştüğünü bana gösteriyordu.
Çok kan kaybetmişti. Damarlarını sevdiği adamın kanıyla yeşertmeye çalışmışlardı. Yetmemişti. Gurur kriz geçirdikten sonra benim damarlarımdan da o kız çocuğu için kan akmıştı. Yetmemişti. O kadar çok kan kaybetmişti ki, sürekli takviye kan arayışına girilmişti.
Zayıf damarlarını yeşertmeye çalışıyorlardı.
Sonunun nasıl olacağı belirsiz bir uykuya dalmıştı. Daha çok küçüktü. Dokuz yıl önceki Cenan ile aynı yaştaydı. Bir dağı arkasına alarak geçmişinden kaçamayacağını bilmeden geleceğe gitmeye çalışan yaralı o genç kadından onu ayıran, o kaçmamıştı. Kalıp savaşmıştı. Ne olursa olsun, karşısındaki adam için savaşacağını anlamamı sağlamıştı. Hakan’ın gözlerime bakıp, onun için neden savaşmadığımı, savaşmaya değer biri olup olmadığını sorguladığı o anı hatırladığımda, Zeliha’nın varlığı korkunç bir gerçeği yüzüme vurdu: Onun kadar güçlü değildim.
O koridorda, kollarımı bedenime sarmış, sonunun nasıl olacağını düşünmekten gözümü kırpamadığım kızdan bir haber beklerken sakin görünsem de yere çöküp ağlamanın dibinde bir uçurumun kenarında duruyor gibi duruyordum. Gurur’a baktığımda gördüğüm koca bir çaresizlikti. Hatta burada değil gibiydi. Kafasının içinde hapsolmuştu. Eğer Zeliha’nın ailesi burada olmasaydı, bir başka yükün altına girmek zorunda kalmazdı; görüyordum, ayakta durmak için kendini zorluyordu. Buna mecbur hissediyordu. Oysa gözlerinde ölümü görüyordum.
Onu ilk kez bu kadar kaybolmuş görüyordum.
Zeliha’nın annesine sürekli sakinleştirici veriyorlar, sakinleştirici etki gösteremeden yeniden gözyaşları ve feryatlar koridorlarda yankılanıyor, ardından kadıncağız tekrar bayılıyordu. Bu bir döngüye dönüşmüştü.
Özdağ ailesinde beni şaşkına çeviren ama içten içe biraz olsun ruhumu serinleten şey, Gurur’un karşısında değil, yanında duruyor olmalarıydı.
Kahraman Özdağ’ın Gurur’a saldıracağını düşünmüştüm, ortalığı yakıp yıkacağını, zaten ruhu ölmüş bu adamı fiziken de toprağa gömeceğinden sormuştum ama öyle olmamıştı. Küçük bir sitemden sonrası, bir babanın açtığı kanatlar olmuştu. Gurur’un halini gördüğü anda o kanatlar yukarı doğrulmuş, Gurur’u altına almıştı.
O an, Gurur’un her şeyden bihabermiş gibi Kahraman Özdağ’ın gözlerine bakarak, “Zeliha nerede?” diye sorduğu an, koridordaki korku dolu bekleyişin bile donup kalmasına, tüm ifadelerin buz kesmesine neden olmuştu. Direkten dönmüştü. Delirmenin direğinden dönmüştü. Bunu Kahraman Özdağ’a borçluydu.
Nihan sessizce Hakan’a yaklaşıp, “Hoca iç açıcı konuşmuyor,” dediğinde, Hakan’ın hemen arkasında dikiliyordum. Nihan bakışlarımı fark ettiğinde gözlerimin içine umutsuzlukla baktı. Fırtınanın başımızın üzerinde dolaştığını hissederek gözlerimi Gurur’a ve Kahraman Özdağ’a değdirdim. Bu iki adam, fırtınanın asıl muhatabıydı. Esen rüzgar önce onların damlarını uçuracaktı, çıkan fırtına önce onları yerle yeksan edecekti, büyüyen girdap ilk ikisinin ruhunu yutacaktı.
Hakan, kemik gibi bir sesle, “Nihan,” dedi. “Daha açık konuş.”
“Henüz kontrolleri yapılmadı ama…” Nihan sessizce yere baktı, ardından Hakan’a biraz daha sokulup, “İlk yirmi dört saatin çok kritik olduğunu, bu yirmi dört saatten sağ çıkma durumunun neredeyse…”
Hakan bir adım geri attı. Sırtı bana dönük olduğu için ifadesini göremedim ama Nihan’ın gözlerinin içine her nasıl baktıysa, Nihan’ın gözlerinin dolduğunu gördüm.
“Yirmi dört saati atlatırsa?” Soruyu taşıyan sesindeki çaresizlik, sırtında duran gözlerimin yanmaya başlamasına neden oldu. Nihan’dan cevap gelmedi.
Hakan’ın birdenbire dönüp, koridorda ilerlemeye başlamasıyla, Nihan gözlerinden akan yaşları bileklerinin iç kısmıyla sildi. Bana yaklaştığında, oradan kaçmak istesem de durup sadece bekledim.
“Cenan,” dedi Nihan sessizce. “Onu görmenizi sağlayacağım. Özellikle ailesinin ve Gurur’un. Her ihtimale karşı onu görmeliler.”
“Veda etmek için mi?” Sesim bana yabancı geldi, sorduğum soruyu Nihan sertçe yutkunana dek kendim bile idrak edip, kafamın içinde belli bir şekle sokamadım.
“Bunu söylemek benim için de kolay değil.”
“Nihan,” dedim ona sokulup gözlerinin içine bakarak. “Söyleme o zaman. Arkandaki adamları görüyor musun? Gurur’a gidip ona veda edin konuşması yapacak olursan, veda ettiğimiz ilk kişi Gurur olur. Kahraman Özdağ peki? Bakma dimdik durduğuna. Evlatları için öyle ayakta duruyor o adam. İki adamın da ölüsü çıkar buradan.”
“Elimde olsa canımdan can veririm,” diye fısıldadı Nihan. “Vermem mi? Kardeş oldum ben onunla.” Başını önüne eğdi. “Ama asıl onu görmezlerse, o zaman nasıl kalkarız bu vebalin altından?”
“Zeliş’e hiçbir şey olmayacak. Görsünler, o da onları hissetsin, zaten uyanacak,” diyerek geri çekilip sırtımı Nihan’a döndüm, hızlı adımlarla koridorda ilerlemeye başladım.
Hakan, boş koridordaki portatif sandalyelerden birinde oturuyordu. Kolları iki bacağının arasından aşağı doğru sarkmıştı. Bakışları zemindeydi, ona doğru ilerlediğimin farkında bile değildi. Yanındaki boş sandalyeye oturduğumda sertçe yutkundu ama bir şey söylemedi. Omzumun üzerinden ona yönelttiğim bakışlara karşılık alamayacağımı biliyordum ama yine de ona baktım. Dağılmış görünüyordu.
“Cenan.”
İsmimi birdenbire zikretmesini beklemediğim için duraksadım. Avuçlarını birbirine dayayıp, bacaklarının arasından aşağı sarkan ellerini yumruk şekline soktuktan sonra, gözlerini zeminden çekmeden, “O kız çocuğunun şu an bu durumda olmasının bir suçlusu varsa, o da benim,” dedi. Sesinin bu kadar zayıf çıkması benim için beklenmedikti. “Avuç içi kadar kız çocuğunu koruyamadığım gibi, korumaya çalışana da engel oldum.”
Sertçe yutkunup, gözünü kırpmadan zemine bakmaya devam etti. Beyaz fayansın üzerinde ne gördüğünü merak ettim. Sanki kendisiyle yüzleşiyordu. Bir cevap beklemiyor gibiydi, sadece kendini açmak istediğini hissedebiliyordum.
“Hesaba katamadım Cenan, bu kadar erken davranılacağını hesaba katamadım. Doğrudan ona gideceklerini hesaba katamadım. Gurur’a paranoya yaptığını hissettirdim, önlem almak için beklememeliydim, bir tehdit olsun ya da olmasın, hiçbir şey yaşanmayacak dahi olsa temkinli olmalıydım, önlem almalıydım. Ben ne yaptım? Tecrübelerime güvendim. Hiç hata yapmam sandım ama yanıldım. Hatamın bedelini canıyla ödüyor içerideki el kadar kız çocuğu.”
“Onu güvende tuttunuz. Tek bir an, tek bir an yalnız bıraktınız,” dediğimde Hakan gözlerini sıkıca yumup, o andan nefret ettiğini belli edercesine kaşlarını çattı. “Ev belki de en güvenli yerdi. Hepimiz öyle sandık. Hepimiz yanıldık. Bunu yapan kim bilmiyorum, hangi amaçla yaptı bilmiyorum ama bu kadar güvenli bir siteye girecek kadar gözünü karartan biriyse, ne sen ne de Gurur suçludur. Kimse suçlu değil Hakan. Karşı tarafın gözünü bu kadar karartacağına kimse ihtimal veremezdi.”
“Onu güvende tutamadım. Onu güvende tutmasına da engel oldum. Gurur hissetmiş gibiydi. Paranoya sandığımız o şey, onun hissettiğiydi, gördüğü şeydi. Ben onun gözünü bir bez parçasıyla kapatıp, elini kolunu bağladım. Tek bir suçlu var o da benim.” Başını havaya kaldırıp, bir süre tavana baktıktan sonra, “El kadar kız çocuğunu koruyamadım,” diye mırıldandı. “Orada canıyla cebelleşen o değil, ben olmalıydım.”
“Hakan, kendinizi suçlayarak durumu değiştiremezsiniz. Bu yaşanacaktı. Bugün yaşanmış, yarın yaşanmış ya da bir sonraki gün yaşanmış, ne fark eder? Bu yaşanacaktı. Kahraman Özdağ’ın dediğinin arkasında duruyorum. Bu saatten sonra yapılacak bir şey varsa, o da bunu Zeliha’ya yaşatanın yanına bırakmamanız olacak.”
Kalbim tam tersini bağırıyordu. Onlara biraz olsun kızamıyor olmama rağmen, içeride canıyla cebelleşen bu kızın bu hale gelmesine neden olan her şeye kalbimle lanet ediyordum.
Hakan, beklemediğim bir anda bacaklarını boş sandalyeye çekip, başını dizime koyarak gözlerini karşımızdaki duvara dikti. Ellerim onun siyah saçlarına uzanırken gözlerimi yumup, “Geçecek,” diye fısıldadım. “Zeliha pes edecek kız değil. O benim gibi değil.”
Hakan sertçe yutkunup, “Gurur da benim gibi değil,” diye cevap verdi.
Parmaklarım siyah saçlarında asılı kaldı ama ağzımı açıp tek kelam edemedim.
“Sen gittiğinde arkandan gelmedim, olduğum yerde durup bana bunu neden yaptığını sordum kendime ama peşinden gelmedim.” Derin bir nefes aldı. “Zeliha giderse, Gurur peşinden gidecek bir adam.”
“Onları bize benzetmekle hata ettim o zaman,” diye mırıldandım yorgun bir sesle.
“Sanırım.” Sustu, uzun sürecek sandığım bu sessizlik, “O el kadar kız çocuğunu kaybedersem kendimi hiç affetmem,” dediğinde orta yerinden kırıldı. “Zeliş’i kaybedersem, kaybettiğim yalnızca Zeliş olmaz. Gurur’u da kaybederim. Bir gün bile koruyamam onu. Bir yere kapatarak bile yaşatamam. Yere vurdu kafasını, kanı akana kadar vurdu, çekip durdurmasam kafası patlayana kadar vuracaktı. Ölmek için zehre, silaha, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Onu kapattığım yerde kafasını vura vura dağıtır, yine öldürür kendini. Gurur için başka ihtimaller yok. Tek bir ihtimal var. O ihtimal yoksa, yaşamak da yok.”
Sustum. Sadece saçlarına dokundum. O da konuşmamı istemiyor gibiydi; tek istediği yanında olmamdı. Gözümden kayıp giden yaş çeneme varmadan, elimin tersiyle o yaşı sildim.
Lütfen, dedim içimden. Lütfen yaşa ablam, lütfen yaşa Zeliha. Ben senin sonunu böyle hayal etmedim. Bana benzediğini düşündüğüm ihtimalde bile, senin sonun hiç bu olmadı. Yaşa.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Artık o karanlığın içinde anılar yoktu. Sadece boşluk ve karanlık vardı; derin bir yalnızlığın ortasında ayakta dimdik duruyordum.
Artık ayakta durmak zorunda olmadığıma göre, biraz oturabilir miydim?
Biraz yığılabilir miydim?
Olduğum yere çöktüm, dizim yere değdiğinde, Gurur zihnimin içinde son kez, “Gitme,” diye fısıldadı; sonrasında onun sesini hiç duymadım. Bu bana ağır geldi. Yavaşça yere uzanıp, mutlak surette canımı isteyen o karanlığın içinde cenin pozisyonu aldım. Annemin karnına yerleştiğimde, Allah bana bir can üflediğinde, ruhum küçük bir bedenin içine hapsedildiğinde, tıpkı şu an olduğu gibi mi uzanıyordum? Yüzümde saçlarımı hissettim. Saçlarım karanlık zemine yayılmıştı. Kokum yoktu. Dönüş yoktu. Olduğum yerde anbean küçüldüğümü hissediyordum. Bu yok olmaya başlamanın ilk adımı mıydı? İnsan yok olurken, ilk kez var olduğu andaki şeklini mi alıyordu? Bir cenin pozisyonunda uzanırken annemin karnında olmadığımı biliyordum.
Sağır edici bir ses duyduğumda gözlerim birdenbire sıkıca kapandı. Monitörde beliren çizginin hareketsizce ilerlediğini gördüm. “Onu kaybediyoruz,” diyen kadının sesi kafamın içine rahme düşen bir cenin gibi yerleşti. Tekdüze ilerleyen bir ses kafamın içinde çınlarken gözlerimi açmadan uzandığım karanlığın içinde biraz daha küçüldüğümü hissettim.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Camın ardında durmuş onu ilk gördüğüm anı hatırlıyorum. Aramızda metreler olmasına rağmen, makinelere bağlı bedenini gördüğüm an, etrafımı saran o beyaz ışık birdenbire zayıflayıp sönmüş, tüm algılarım doğrudan ona saplanmıştı.
Kahraman Baba ve Gülbahar anne içerideydiler. Üzerlerinde önlük, başlarında bone, yüzlerinde maske vardı ve ona yaklaşmadan, sadece önünde dikilmiş bekliyorlardı. Sesler yoktu ama görüntüler hiç olmadığı kadar netti. Bakışlarımı ondan çekip, anne ve babasına dokunduramadım.
İçeriden çıkarlarken Kahraman Baba’nın ellerini başına götürdüğünü gördüm; bu çaresizliği tanıyordum. Cesur’un ellerini sırtımda hissettiğimde, Nihan, “Gurur seni hazırlasınlar, gel,” dedi ve bir köpek gibi komutu doğrudan alıp, kardeşimin yanından geçerek Nihan’ın peşine takıldım. Sessizdim. Kahraman Baba’yla konuştuğum andan sonra bir daha ağzımı bıçak bile açmamıştı.
O görüş alanımdan çıktığı an, beyaz ışık her yerdeydi.
Önce üzerime bir önlük giydirdiler, sonra saçlarım bir bonenin altında kaldı ve bedenim, kazılmış bir mezarmış, o mezarın içinde hapismişim gibi hissettiği anlardan birinde, oradaydı; yoğun bakım odasının içindeydim. Yoğun bakım ünitesinin sessizliğini bozan, monitörde dalgalı bir şekilde hareket eden kalp atışlarından doğan mekanik sesti. Böyle kasvetli bir sesi sevebileceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi ama onun hayatta olduğunun kanıtı olan bu sesi, seviyordum. Sevmiştim.
“Zeliha’m, Zerda’m, Zerdali’m, içimdeki Zelzele’m,” diye fısıldadım, nefesim maskeye dökülüp dudaklarıma geri dönse de kelimelerimin ona ulaştığını hissettim. Zeliha’nın beni duyduğunu hissettim. Bu hisse tutundum. Tutunmasam ölürdüm. “Kapıyı sen açmadın, benim de anahtarım yoktu zaten.” Başımı önüme eğdim, kalp atışlarını taşıyan cihazın sesine kulak verdim. “Kapının arkasında kaldım gibi oldu.”
Gözlerimi yüzüne çevirdim. Güzel yüzü bembeyaz kesilmiş, galaksilerin tamamını tenine işleyen çillerinin rengi solmuştu. Bir an, bakmaya doyamadığım bu yüz, çıkmazım oldu; en büyük kabusuma dönüştü. Ona yaşatılanı yüzünde gördüm, o gece yaşadığı her şeyi yüzünde yaşadım, o gece çektiği acıyı yüzüne bakarken çektim.
Yavaşça ona yaklaştım. Elimi uzatsam, bir hayal gibi dağılıp kaybolacaktı sanki. Ona dokunmak istedim ve dokunmaktan korktum. Aramızda bir kapı vardı. Benim anahtarım yoktu, o da kapıyı bir türlü açmıyordu. Kapıyı yıkıp içeri girmek istiyordum, onun yanında olmak istiyordum, yok olacaksak birlikte yok olalım, öleceksek birlikte ölelim, yaşayacaksak birlikte yaşayalım istiyordum. Kafam mahşer yeri gibiydi. Bakışlarım yüzüne sabitli dururken yeniden çift gördüğümü fark ettim. Görüntüler çiftti, sesler yankılı geliyordu ve kafamın içindeki o derin sinyal sesi, onun kalp atışlarını taşıyan mekanik sese eşlik ederek odanın içinde dolaşıyordu. Zeliha’nın varlığını hissediyordum. Varlığı hiç bu kadar yokluğuyla gelmemişti.
Varken hiç bu kadar yok olmamıştı. Yokluğu hiç bu kadar derinlerime dokunmamıştı.
Elimi çekinerek elinin üzerine koydum, parmakları buz gibiydi. Birdenbire yeniden o asansörün içine çekildim, kayarak açılan kapının önünü Onur’un ceketi kesti. Sokak kapısı açıldığında dışarıdan süzülen o soğuk tenime çarpıp onu içine aldı. Daha derine gittim. Kapıyı itip içeri girdim, kafasını omzunun üzerinden bana doğru çevirdi ve o an, yaşananların ardından gözlerini gördüğüm son andı. “Gurur,” diye fısıldadı. “Çok kan var.”
Gözlerimi yüzünden çekmeden, avucumu elinin üzerine kapatıp parmaklarını ısıtma ihtiyacıyla kavradım. Eğilip yüzünü öpmek istedim ama küçük yüzü bir maskenin ardına gizleniyor, o maske ona nefes aldıran tek şeye dönüşüyordu. Sinyal sesi çoğaldı.
Kafamın içinde, o evin içindeydik ve bana, “Nefes alamıyorum,” diyordu.
“Baban kızmadı bana, oysa ben kafama sıksın istemiştim,” dedim sessizce, sesim kendime yabancı geldi. Dudaklarıma vurduğum mühür, onun önüne geldiğim an yine kopmuş, dağılmış, parçalanmış, ben yine ona dökülür olmuştum. “Ne zaman gözlerini açıp bana bakacaksın Zeliha? Gözlerini nasıl göreceğimi söyle bana. Ölmem gerekiyorsa, ölürüm, yeter ki gözlerini göreyim.”
Sustum.
Ama suskunluğum uzun sürmedi.
Varlığını hissettim ama yokluğu da bir tokat olup vuruyordu yüzüme.
Vardı ama o kadar yoktu ki çıldıracaktım.
“Koruyamadım seni,” dedim kaşlarım çatılırken. Eğer belimde bir silah olsaydı, eğer o silahı Yaman belimden çekip almasaydı, şimdi, tam şu an, içimde bir volkan gibi patlayan o suçluluk duygusunu bile altında eritecek öfkeyle namluyu çenemin altına dayar, hiç düşünmez, basardım tetiğe.
“Sen bana Allah’ın emanetiydin, ben o emaneti koruyamadım. Ben seni koruyamadım. Benim yüzümden. Ne yaşadıysan hepsi benim suçum. Hayatına girdim gireli, başına ne geldiyse, hepsi benim suçum.” Sustum, bu suskunluk, bir öncekinden daha uzun sürdü. Parmaklarını kıpırdatsın istedim, tıpkı onu asansöre taşırken tişörtümü yavaşça kavradığı gibi, güç vermeden, usulca da olsa parmaklarımı kavrasın istedim ama bu olmadı.
“Zeliha ben sana çok aşığım, yalvarıyorum sana bana bunu yaşatma. Ne olursun, yalvarıyorum sana, bana bunu yaşatma. Bana bunu yaşatma.”
Gözümden bir damla yaş aktığını, o damla maskenin içine girip dudaklarıma temas ettiğinde anladım.
Birdenbire monitör ekranında düzensiz kalp ritmi uyarısıyla bedenim kaskatı kesildi. Gözlerim Zeliha’nın güzel yüzünden bir anlığına ayrılıp o monitöre tutundu. Çizgilerin hızlı ve karmaşık hareketlerini gördüğümde, göğsümün içindeki kalbin de hızlanarak patlayacakmış gibi genişlemeye başladığını hissettim. “Zeliha,” diyebildim, ben daha onun adının sonuna gelmemişken kapılar bir anda açıldı ve içeriyi bir kalabalık doldurdu. Doktor, “Kenara çekilin!” dedi ama bana değil de bir başkasına sesleniyormuş gibi yerimden oynamadan sadece monitöre baktım.
Doktorun monitör ekranına baktığını hissettim. Gözlerimi çizgilerden ayıramadım. Zeliha’nın elini bırakamadım. Doktor, “Kardiyovasküler arrest, hemen şok vermeye başlıyorum!” dedi yüksek bir sesle.
“Zeliha,” dediğimde, “Geri çekil!” diye bağırdı kadın birden bana. “İyi olmasını istiyorsan, hemen geri çekil!”
Bir köpeğin komutunu aldığı gibi komutu aldım. Ellerimiz yavaşça ayrılırken gözlerim yatağın kenarından aşağı düşen parmaklarına saplandı. Eli cansız bir şekilde aşağı doğru düşmüştü. Defibrilatörün elektrotlarını onun göğsüne yerleştirmeye başladıklarında ayağımın altındaki zemin çekildi. Geriye doğru sendeleyip, “Yapma,” diye fısıldadım. “Yalvarırım kızım, yapma.” Sesim kulaklarıma çok geç ulaştı, tek duyduğum onun kalbinin yarattığı düzensiz seslerdi. “VF/VT tespit edildi, 200 Joule şok veriyorum!” dedi ve düğmeye bastı doktor. Bedeni şokun etkisiyle kasılıp yukarı kalktı, aşağı inip yattığı yere gömüldü.
Yere çöktüğümü hatırlıyorum.
“Epinefrin 1 mg ve amiodaron 300 mg hazırlayın, IV yolundan veriyorum,” talimatını veren doktorun sırtına baktım. Beyaz ışık yeniden odanın içindeydi; bu defa kör edici bir hızla gelmişti. Hemşirelerin ilaçları hızla hazırladıklarını gördüm, ona ilaç vermeye başladılar. Kalp masajı, oksijen desteği ve ventilasyon aynı anda devam etmeye başladı.
“Hala VF/NT var, bir sonraki şok için derhal hazırlanın!” dedi doktor sertçe. Defibrilatör yeniden şarj edildiğinde ve ikinci şok verildiğinde, “Hadi kızım,” diye fısıldadığını duydum doktorun.
“Onu kaybediyoruz,” dedi birdenbire hemşirelerden biri.
“Tekrar!”
“Yanıt yok!”
“Tekrar!”
Bir bina şiddetle yıkılıp kendi içine çöktü. Gökyüzünde bir yıldız, tüm gökadayı yakarak son kez ihtişamla parladı. Bir mezarın üzerinde uzandığım bir görüntü bir anda tüm zihnimi kapladı; üstüme toprak bulaştı.
“Çok geç,” diye fısıldadı biri.
Bu bana, cehennem kusturan, kül öksürten son cümleydi.
Monitörde tek bir çizgi, içimden geçip gitmiş ama durmamış bir ok gibi son hızla ilerliyordu. Hareketsizce, dümdüz.
Bana şah damarımdan yakın olan, artık ölümdü.
Zeliha’nın varlığını hissettim. Gökadayı var gücüyle aydınlatıyordu.
Birden ayağa kalktığımı hatırlıyorum. Bedenimin içinde değil, dışındaydım, bir duvar kenarında kendimi izliyordum. “Hayır, hayır,” diyen bedenime baktığımı hatırlıyorum. “Hayır, hayır.” Ellerimi kaldırıp onun yüzüne götürecekken durup geri çekilen ekiplere baktığımı hatırlıyorum. “Durmayın, bitmedi, hayır.” Sesleri duymuyordum, tek gördüğüm dışında durduğum bedenin hareketleriydi, tek duyduğum dışında durduğum bedenin sesiydi. “Zeliha’m, hayır.” Ellerimi yüzüne götürdüğümü gördüğüm anı hatırlıyorum, yüzünü avuçladığımı, ardından doktora dönüp, “Hayır, tekrar dene,” dediğimi hatırlıyorum. “Tekrar dene!”
Doktorun dudaklarının hareketini gördüğümü ama sesini duymadığım o anı hatırlıyorum. Yüzünde üzgün bir ifade olduğunu ama sesinin zihnimden uzaklarda bir yerde, gerçekliğimden çok uzakta, bir karanlıkta yankılandığını, onu asla duymadığımı hatırlıyorum.
“Hayır,” diyen bedenimi izlediğim anı hatırlıyorum. Titreyen elleri, büyük bedenine ait değildi; bir çocuğun elleriydi. Kaybolmuştum ve kaybolduğum yer, onun son bulduğu nokta olmuştu. “Tekrar dene!” Çığlığım bana yabancı geldi. “Tekrar dene!” Zeliha’nın yüzünü avuçladığım anı, bedenimin dışında izlediğim o anı hatırlıyorum. “Yapma!” diye bağırarak ağladığımı. “Şimdi değil. Bu şekilde değil. İlk sen değil! Yapma bana bunu, yapma!”
Doktorun söylediklerini duymadım.
Tetiği kimse çekmedi.
Kafama kimse sıkmadı.
Kimse beni öldürmedi, ben Zeliha’yı yaşatmayı beceremedim.
Boğazımın gerilerinde bir kahkaha büyüdü. Dışında durduğum beden çırpınırken, duvara yaslanmış, kahkaha atarak bedenimi izledim. Daha sonra ellerim yüzüme gitti, kahkahalarım acı dolu çığlıklara dönüştü; gözlerimden akan yaşları hissettim. Dışında durduğum beden çırpınmaya devam etti.
Yalvarmayı hiç bırakmadı.
Yüzüm avuçlarımda, parmaklarımı hafifçe aralamış, onu görme ihtiyacını biraz olsun kaybetmemiş, kahkahalarım çığlıklarıma karışırken ağlamaya devam ettim.
Dizginleyemedikleri bedenimin yatağın üzerine çıktığı anı izlediğim saniyeyi hatırlıyorum. Kahkahalarım ve çığlıklarım kafamın içini dolduruyordu. Ellerini çaresizce göğsüne dayayan bedenim, saydığı sayıyı hatırlayamıyor, birden üçe geçiyor, beşten üçe dönüyor, karmaşık bir şekilde fısıldayarak nefes nefese ona kalp masajı yapıyordu.
Hemşirelerin donmuş halde bedenimi izlediklerini görebiliyordum.
Birdenbire o bedenin içine geri döndüm. Avuçlarımın altında kıpırtısız göğsünü hissettim. Sesler kesildi, sesler yoktu; her şey suskundu. Bir o vardı, bir ben vardım, bir de onu yaşatma arzum ve ölme isteğim vardı.
Çığlıklar çok geç kulaklarıma ulaştı. Kendi çığlıklarım da o çığlıklara karışarak zihnime doldu. “Bir, iki, dört, altı.” Gözyaşlarım yüzüne akıyordu. “Bir, üç.” Gözyaşlarım sürekli akıp, güzel yüzüne damlıyordu. “Bir… Gitme! Üç. Beni bırakma!”
Doktorun avucunu sırtımda hissettiğimde de durmadım. “Bırak beni!” diye bağırdım. “Sen bırakma! Sen kal! Bir. Üç.” Gözyaşlarım öyle çoktu ki, yüzünü seçememeye başladım. “Gidemezsin! Bir. İki. Gitme!”
Nihan’ın, “Gurur,” diye fısıldadığını duydum.
“Bir.”
“Gurur, bırak kızı.”
“Bir. Üç. İki.”
“Gurur…”
“Sus!” Daha sert bastırırken, “Zeliha, gitme, gitme!” diye bağırdım. “Geri dön. Dön!”
“Gurur, bitti artık!” diye bağırdı Nihan hıçkıra hıçkıra ağlarken.
“Bırakmaz beni, gidemez. Bir.” Avucumu daha sert bastırdım. “Bir. İki. Ü… Bırakma beni.” Yüzümü boynuna sokup, üzerindeyken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. “Sana yalvarıyorum, bırakma beni!”
Tek bir ses.
Monitörde ileri doğru atılan o okun kırılıp, yukarı doğru hafifçe meylettiği o küçücük an.
Küçücük bir ses.
Kırılma noktam.
“Derhal 200 joule!” diye bağırdı doktor, şokunu hissettim, yüzüm boynundayken küçücük bir an için dondum, daha sonra yana doğru devrilip yere düştüm ve bedenine cihazı bastırmalarıyla, küçük bedeni yukarı doğru kalkıp kasılarak sarsıldı. Yüzümü kaplayan yaşlarla sadece baktım.
“Ventilasyonu arttırın, oksijenasyonu optimize edin! Kan gazlarına hemen bakalım, metabolik durumu kontrol edelim!”
Nihan’ın bakışlarının Zeliha’nın bedeninden koparak bana çevrildiğini hissettim ama ona bakamadım. Gözümü bile kırpmadan, yerde bir kukla gibi, iplerim kopmuş, yığılmışım gibi sadece onu izledim.
Nihan, “Ona önce kanını, sonra kalbinin atışlarını verdin,” diyerek yere çöküp elimin üzerine elini koyduğunda bile ben gözlerimi Zeliha’dan çekemedim.
Doktor, gözlerini yavaşça bana doğru çevirip, “Ondan vazgeçmedin,” dedi sessizce. “Görüyorum ki, o da senden vazgeçmedi.”
Dizlerimi karnıma çekip, kollarımı bacaklarıma sardım ve çenemi dizime yaslayıp, gözyaşları içinde Zeliha’ya bakmaya devam ettim.
“O hala bizle,” diyen kişi kimdi bilmiyordum, odağım kaybolmuştu; odağım tek bir kişiye savrulmuştu.
Kollarımın altından tutan kişi kimdi bilmiyordum. Beni yavaşça kaldırdıklarında gözlerim hala onun yüzündeydi. O odadan çıkarılırken de gözlerimi ondan ayıramadım. İki yana kayarak açılan kapının önüne kadar geldiğimde, bir anlığına beni tutan kişiye direnerek yeniden omzumun üzerinden ona baktım.
“Anahtarım yok diye,” dedim sessizce, “o kapıyı kırıp içeri girmem mi sandın?”
Kapı yavaşça kapanırken bedenim geriye doğru sendeledi. Sırtımın bir bedene çarptığını hissettim. Beden beni kendine doğru çevirdiğinde Kahraman Baba mavi gözlerinin etrafında kızıl damarlar, yüzünü sırılsıklam etmiş gözyaşlarıyla bana baktı. “Oğlum,” dedi yüzümü avuçlarının içine alırken. “Allah razı olsun.” Yüzümü avuçlarının içinde sarsarken gözlerimden kayıp gidenlerin parmaklarını ıslattığını biliyordum. “Oğlum!” Beni kendine çekip kollarını bedenime sardığında, kollarımı kaldırıp ona karşılık veremedim; tek yaptığım çenemi omzuna yaslamak oldu. “Oğlum! Allah senden razı olsun!” Bana çok sıkı sarıldı. Kafama sıkmasını istemiştim ama o bana çok sıkı sarıldı. Gülbahar Anne’nin bana doğru ilerlediğini gördüm, çenem Kahraman Baba’nın omzuna yaslıyken yanağıma yumuşak avucunu kaydırıp, yavaşça yüzümdeki yaşları avucunun içiyle sildi.
Simge’yi gördüm, Yener arkasından sarılmış, onu zaptetmeye çalışmıştı sanırım; şimdi sakince duruyor, saçları yüzünün önünde dağınık bir şekilde serilmiş, sadece gözlerimin içine bakıyordu.
Gözlerimi yumup geri açtığımda Gülbahar Anne’nin gözlerinden akan yaşlarla bana şefkatle gülümsediğini gördüm. Tek bir kelime dahi yoktu aramızda ama sesi zihnimin içindeydi. Zihnimin içinde bana çok şey söylemişti.
Kahraman Baba bana sıkıca sarılmaya devam ederken, “Bırakmadı beni,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum.
Sonra her şeyi yine çift gördüm.
Denedim, kalmaya çalıştım ama kalamadım. Kahraman Baba kollarını bana sımsıkı sarıyordu; son hatırladığım buydu. Sonra yere yığıldım. Bilincim kapandı.
⛓️
Kollarını bedenine sarmış, esen rüzgarı yüzünde hissediyordu. Gözlerinden kayıp giden yaşlar, geride cildinde soğuk ve gergin bir his bırakmıştı. Rüzgar yüzüne her değdiğinde farkında olman gözlerini yumuyordu. Omzunda bir el hissettiğinde, gözlerini açıp karşısındaki boşluğa baktı. Yağan yağmurun yeryüzüne düşüşü bile farklıydı; gökyüzü bir şeylere yas tutuyordu. Gökyüzü ablası için mi yas tutuyordu? “Kardeşim,” dedi alçak perdeden yükselen bir ses. Eymen, gözlerini yavaşça sesin sahibine çevirdi, bomboş bir yüzle yüzün sahibine baktı. Sadullah ona gülümsedi. Güven veren siyah gözleri esmer yüzünün ortasında parlıyordu. “Bir sigara vereyim mi sana?”
Eymen kollarını bedeninden uzaklaştırdı, kolları boşluğa düşerken, “Olur,” dedi sadece. Bu, saatler sonrasında kurduğu ilk cümleydi; tek bir kelimeden oluşuyordu ama nihayet sesi duyulmuştu. Sadullah paketinden bir dal çıkarıp Eymen’e uzattı. Eymen sigarayı dudaklarının arasına yerleştirirken, Sadullah durmadı, bu kez cebinden bir çakmak çıkarıp oğlana uzattı.
Eymen’in ellerinin titrediğini fark etti. Soğuktan beyazlamış elleri öyle çok titriyordu ki, çakmağın ucundan fırlayan alev bir türlü sigaranın ucuyla birleşmedi. Nihayet sigarasının ucunu yaktıktan sonra çakmağı Sadullah’a geri uzatıp gözlerini yumdu. Ablasının kalbinin durduğu o an kafasının içine bir yıldırım gibi düştü. Bedeninin Öne doğru meylettiğini hatırladı, o cama avuçlarını bastırıp, birlikte geçirdikleri tüm anıları gözlerinin önünden canhıraş bir ırmak gibi akarken öylece ablasına baktı. Annesinin haykırışlarını, babasının yardım dilenen sesini, Simge’nin çığlıklarını o an için duymadı; tek duyduğu ablasının sesiydi. Anıların içinden ona uzanan o sesi bir daha duyamama ihtimalinin şiddetle zihnine çarptığı andı o an.
Kızgındı. Suçluyordu içten içe. Gurur’un neden yanında olmadığını merak ediyordu, ablasına bunu yapanın kim olduğunu merak ediyordu, ablasının çok acı çekip çekmediğini merak ediyordu; o gece ablasına bu olurken neden ablasının yanında olmadığını, ablasını koruyamadığını merak ediyordu.
“Gurur’u mu suçluyorsun?” diye sordu Sadullah.
“Başta evet.”
“Şimdi?”
“Şimdi kendimi de suçluyorum. Herkesi suçluyorum.”
Gurur’un çehresine çöken deliliği hatırladı. Kaybolmuş gözlerle babasının gözlerine baktığı o an kafasında netleşti. Derin bir nefes alıp başını havaya kaldırarak, “Çok sevdiğin birini kaybetmenin eşiğine geldiğinde, kaybetmenin ne demek olduğunu deneyimlemediğin halde anlamaya başladığında, aynada gördüğün insanı bile suçluyorsun,” dedi. “Gurur abinin suçsuz olduğunu biliyorum. Elinden gelse canını ablam için vereceğini de biliyorum. Ama ben hiç ablamsız bir hayat düşünmedim. Ablamın olmadığı bir gelecek benim için hiç yoktu. Biz kedi ve köpek gibi birbirimizi yesek de o benim ablam. Hayatımda olup biten çoğu şeyi kimi zaman ondan gizlesem de, kimi zaman çoğu şeyi benden gizlese de, o hala ayağında ona büyük gelen terliklerle üzerime yürüyen çocukların karşısına geçip o çocukları korkutan, beni arkasına saklayan kız çocuğu. Tek bir an vardı. O çizgi yukarı doğru kırılmasaydı, dümdüz ilerlemeye devam etseydi, ben bir daha o kız çocuğunu göremeyecektim. Ayağında ona en az beş numara büyük terliklerle koşa koşa gelip beni arkasına almayacaktı bir daha, o çocukları azarlayıp, korkutup, beni kolunun altına çekip saklayarak eve doğru yürütmeyecekti.”
Sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi, geri çekti, dumanı dışarı üfledi. “Bahçeye girdiğimiz an kafama vurup, neden kendini korumadın diyerek beni dövmeyecekti de.” Kederli bir gülümseme dudaklarında canlandı ama bu canlılık, bir bedenin verdiği son nefes gibiydi, arkasında cansızlığı da barındırıyordu.
Sadullah, Eymen’in yüzünü uzun uzun izledi. “Ne zaman,” dedi, “bir yerlerde biri kanlı yaşlar dökse, kader ona en güzel hediyeyi hazırlıyor demekmiş. “Bu hastanede çok kanlı yaşlar döküldü. Elbet yüzümüz gülecek kardeşim. Allah bu kadar ağlatıyorsa, genzinde atılmayı bekleyen bir kahkaha sakladığındandır.”
Eymen sigaranın dumanını ağzının içinde bekletirken Sadullah’ın söylediği şeye inanmayı çok istedi. Çaresizlik etti, kemikti, bir bedendi; ruhu da vardı. Karşılarına dikilmiş onları izliyor gibiydi.
Sadullah, avucunu Eymen’in sırtına vurup, “Kafanı çok şişirdim kardeşim,” dedi ve buruk bir tebessümde bulundu. “Ama konuşacak birini ararsan, sövüp sayarken seni dinleyecek birini, gel beni bul. Anlatacakların illaki vardır. İllaki vardır söylemek isteyip içinde biriktirdiğin, sustukların. O zaman ben seni dinlerim.”
“Eyvallah Sadullah abi,” dedi Eymen mavi gözlerini Sadullah’ın kara gözlerine çevirerek. “Allah senden razı olsun.”
“Rabbim hepimizden razı gelir inşallah,” dedi Sadullah. Avucunu son kez Eymen’in sırtına vurdu ve yüzünde üzgün bir ifadeyle başını sallayarak ondan uzaklaşmaya başladı.
Çenesinin titrediğini hissetti. Ağlayacak mıydı? Gözlerini boşluğa indirip sigarayı dudaklarına götürürken, “Abla,” dedi, “beni kandırmıyorsun, değil mi? Şimdi kalbin yeniden attı, bana bir ümit ektin. Kalbin yeniden durmaz, değil mi?”
Gözlerini yumduğunda, gözyaşı büyük bir hızla çenesine doğru kaydı gitti. Sigarayı tutan eli titriyordu.
“Küçükken korkuturdun beni, kandırırdın. Keşke yine öyle olsa. Bir köşeye geçer, bayılmış gibi yapardın, seni öyle gördüğümde korkup ağlamaya başlardım. Ağladığımı duyunca gözünü hemen açar, gülüp beni kollarının arasına çekerdin, sıkıca sarılıp sen beni çok seviyon galiba diye alay ederdin. Abla ben yine ağlıyorum. Beni kollarının arasına çekip sen beni çok seviyon galiba diye alay etmenin tam zamanı.”
Gözyaşı boğazına aktı.
“Abla ben seni çok seviyom,” diye fısıldadı. Çenesi titredi. “Abla, yemin ederim, ben seni çok seviyom.”
Kolunu kaldırıp, kırdığı dirseğinin iç kısmıyla gözyaşlarını yüzünden silerken, “Çok seviyom,” diye fısıldadı küçük bir çocuk gibi. “Kalk artık.”
Tam sırtının ortasında bir avuç hissetti. Sıcacık bir el, üzerindeki kıyafetin kumaşa rağmen kendini tüm ılıklığıyla ona hissettirdi. “Abla,” diyerek birdenbire o elin sahibine doğru döndüğünde, yeşiline kan karışmış gözleri görüp duraksadı. Eylül, havada kalan elini yavaşça indirirken, “O da seni çok seviyor,” diye fısıldadı.
Eymen, sessizce, hiçbir şey söylemeden sadece Eylül’ün gözlerinin içine baktı. Bu sessizliğin içinde gözlerindeki yaşlar yavaşça ilerleyerek yanaklarından aşağı süzülüyordu. Gözyaşları bile sessizdi.
Eylül, başta ikilemde kalsa da bu dünya üzerinde yaşadığı en kötü geceyi hatırladığında ve o gecenin içinde ona uzanan ilk elin sahibinin gözlerine baktığında, ikinci kez düşünmemesi gerektiğini anladı. Önce narin, soğuk avucunu Eymen’in yanağına kaydırdı. Eymen bu dokunuşu beklemediği için duraksadı ama hissettikleri o kadar ağırdı ki, göğüs kafesi içeri çöküp kalbine batıyormuş gibi hissederken tepki veremedi. Eylül sıcak avucunun içiyle gözyaşını sildikten sonra, “Sana ödenmemiş bir borcum var, Maviş,” diye fısıldadı sessizce. Ağladığı için sesi pürüzlü geliyor, boğazı çok acıyordu.
Elini yavaşça yanağından kaydırıp Eymen’in ensesine götürdü, parmak uçlarında yükseldikten sonra ona sokulup sarıldı. Eymen yüzünü Eylül’ün omzuna bastırıp sessizce ağlamaya devam ederken Eylül ona sıkıca sarılmaya devam etti. Elinde değildi. Dindiğini sandığı gözyaşları yeniden gözlerini esir aldı. Ağladı. Eymen’e sıkıca sarılıp borcunu öderken kendini tutamadı, sadece ağladı. Zeliha’nın onu küvetin içine soktuğu, kendine doğru çektiği, narin ve kırılacak bir şeymiş gibi sabırla, şefkatle, dikkatle iyileştirmeye çalıştığı anları hatırladı.
Zeliha’nın hayatına girdiği herkesi iyileştiren bir şifa getiren olduğunu düşündü. Gökadayı ışığıyla aydınlatan bir yıldızdı, o yıldız herkesin hayatında tüm şiddetiyle parlamıştı.
“Uyanacak,” diye fısıldadı Eylül, Eymen’e sıkıca sarılırken. “Herkesi iyileştirdikten sonra kendini iyileştirmeden öylece çekip gidemez. Uyanacak.”
Aynı saniyelerde beyaz koridordaki portatif sandalyelerde yan yana oturan üç kız sessizdi. Çolpan, göğsüne sokulmuş Ayça’nın turuncu saçlarını sessizce okşarken karşısındaki boş, beyaz duvarı izliyordu. Gözleri şişmişti, sonunda ağlamayı bırakmıştı ama gözleri artık kan çanağıydı. Ayça, Çolpan’ın göğsüne alnını bastırarak sertçe yutkundu. Normalde kolayca ağlayan biri değildi, hatta aralarında en zor ağlayacak kişi o olmasına rağmen, ilk andan beri hiç durmadan, bir an olsun ara vermeden ağlayan o olmuştu. Hala ağlıyordu. Gaye kollarını göğsünün üzerinde toplamış, sık sık omzunu kaldırıp yanağından süzülen yaşları siliyor, sessizlik içinde koridordan geçip giden yabancıları izliyordu. Hüsrev’den bir haber bekliyordu. İyi ya da kötü tek bir haber.
Zaman koridorun içinde hızla ilerledi, askerlerin etrafında zikzaklar çizip onları bir dairenin içine aldı. Devran sırtını duvara yaslamış, avucunu Biricik’in sarı saçlarına yaslamış sessizce duvarı izliyor, Biricik saatlerdir ayakta durduğu için tabanlarına yayılmış acıya aldırış etmeden sık sık burnunu çekerek Devran’ın göğsüne saklanmaya devam ediyordu. Sanıyordu ki Devran’ın göğsüne saklanırsa, yaklaşıp onlara dokunan, ara sıra geri çekilse de orada duran gerçekten kaçabilirdi.
Vural’ın kıpkırmızı olmuş gözleri koridordaydı. Nihan’ın çıkıp gelmesini, en azından bir şey söylemesini bekliyordu. Adnan yere çökmüş, başını sağ omzuna yatırmış parmaklarıyla oynuyordu; yüzünde fırtınadan geriye kalmış o hasar vardı. Yener tam karşılarındaki portatif sandalyede oturuyordu, elleri dizinde yatan kızın koyu renk saçlarında dolaşıyor, yanağından akıp giden gözyaşından bihaber zemine bakıyordu ve Simge, Yener’in parmakları saçlarında dolaşırken bacaklarını karnına çekmiş, gözyaşı şakağına kayıp uzandığı sandalyeye düşerken gözünü bile kırpmıyordu.
Kerim yaslandığı duvardan ayrılıp boynunu esnetti, gözleri karşısındaki duvarda asılı duran büyük, yuvarlak saate dokundu. Saat çoktan gece yarısını geçmişti. Dişlerini sıkarak derin bir nefes aldıktan sonra parmaklarının çenesinde asılı kaldığının farkında bile olmayan Zafer’e, “Bir sigara içeceğim,” dedi. “Gelecek misin?”
Zafer elinin saatlerdir çenesinde asılı durduğunu fark edip parmaklarını boynuna indirdi, gözlerini yavaşça Girdap’a çevirdi. Girdap duvara yaslanmıştı, Mehtap da onun gibi duvara yaslıydı ve el ele tutuşuyorlar, birbirlerine bakmadan zemini izliyorlardı. Zafer, Girdap’ın sakin olduğundan emin olduktan sonra, “Geliyorum,” dedi.
Kerim, “Leon ve Pars kendine gelmiş,” derken adımları boşluğa düşüyor gibi hissediyordu. Sevmezdi hastaneleri. Hastane koridorlarındaki çaresizlik içindeki öfkeyi hep beslemişti. “Tesise götürmüşler yavrucakları.”
Zafer, “Zeliha uyanınca Leon ve Pars’ı göremezse üzülür, Yener demişti, çok seviyor onları,” diye fısıldadığında, Kerim uyanmak kelimesine karşı duyduğu umutsuzluğu dile getiremedi.
Oğuzhan ve Aytekin bahçedelerdi, görevden döndükleri bu süre zarfında timin bir kızı bu denli içselleştirmesi onlar için başta ne kadar şaşırtıcı olmuşsa bile, şimdi pek de tanımadıkları bu kız yüzünden peş peşe sigara yakıp duruyorlardı.
Kerim ve Zafer dışarı çıkıp, bankta oturmuş peş peşe sigara yakıp duran arkadaşlarının yanına doğru yürürken, Zafer’in bir an gözleri ileride, büfenin arkasında kalan karanlığın içinde sabit duran sandalyenin üzerinde oturan tanıdık silüete dokundu. Yaman saatlerdir orada sessizce oturuyor, elinde tuttuğu su şişesine bakıyordu. Bir su şişesine bakarken bir taşın altında kalmış gibi ezileceğini hiç tahmin etmezdi oysa. Gurur’un halini hatırladığında su şişesine diktiği bakışları daha da derinleşti. Zeliha zihninin içinden, “Ya versene şu şişeyi!” diye bağırdığında şişeyi yavaşça sıktı.
Aynı saniyelerde, Tayfun bir odada, Gurur’un başındaydı. Damar yolu açılmış adamın bilinci kapalıydı. Yatırıldığı yatağın köşesinde annesi oturuyordu, zavallı kadının yüzü ağlamaktan şişmişti. Elleri oğlunun kumral saçlarında dolaşıyor, kızın halini hatırlayınca elinde olmadan içlenerek hıçkırıyordu. Cesur, dikildiği cam kenarından yavaşça ayrılıp bakışlarını abisine çevirdi.
“Ben bir Zeliha’ya bakayım,” diyen Cesur yavaşça çıkışa yöneldi.
“Canım kızım,” diye fısıldadı Şebnem sessizce. “Kim kıyar? Nasıl yaparlar bunu ona?” Alnını oğlunun koluna yasladı. “Dağ gibi çocuğum yıkıldı. Ne hale getirdiler çocuklarımı.”
“Şebnem anne, dinle söylediğimi. Bir sakinleştirici daha yaptıralım sana,” dedi Tayfun donuk bir sesle.
“Sakinleşecek yürek benimki değil,” dedi Şebnem. “O ana, o baba ne halde, gördün mü oğlum?” Şebnem yaşlarla dolu gözlerini kaldırıp Tayfun’a baktı. “O ana baba, bu çocuk bu haldeyken benim sakinleşmek ne haddime? Ah gelseydim onlarla. Geceleyin oldu mu yalnız başına beklemek zorunda kalmazdı oğlanı. Yanında olurdum, nefes olurdum ona, anne olurdum.” Şebnem hıçkırdı. “Canım kızım benim, Rabbim benim ömrümden alsın ona versin, ben doydum bu hayata, benim canımdan alsın ona can versin.”
Tayfun, “Senin ne günahın var annem?” diye sordu. Bir kız babasıydı, Kahraman Özdağ’ın halini gördükten sonra nevri iyice dönmüştü. Çok severdi Zeliş’i Tayfun, bir kardeş gibi, bir bacı gibi, karşısında kırılgan bir kız çocuğu var gibi severdi de belli etmezdi. Zaten Tayfun neler neler hissederdi de hiç belli etmezdi.
“Canım kızım benim, güzel kızım, su perim,” dedi Şebnem yeniden hıçkırarak. “Can olurdum ona, bir nefes olurdum, tek kalmazdı, bir başına el kadar kız… El kadar… Nefes olurdum ona. Anne olurdum.” Avucuyla kafasına yavaşça vurdu. “Ah kafam. Dönmedim onlarla. Çok dedi bana, gelsene bizle dedi, ne bileyim, gençler dedim, gezerler, tozarlar dedim, yük olmayayım dedim, o evde bir başına bıraktım onu.”
“Hepimiz suçluyuz ama sen suçlu değilsin,” dedi Tayfun. “Gurur hissetti, biz düşme üstüne kızın dedik, panikletme dedik, kalıbımızın adamı değiliz hiçbirimiz.”
“Kızın anneciği,” diye fısıldadı Şebnem sessizce, “tansiyonu varmış kadıncağızın. Allah’ım korusun, evlatlarına bağışlasın Gülbahar’ı. Ya kaldıramasaydı? Allah’ım muhafaza. İlaçlardan delik deşik olmuş kadının kolları. Ruhu çekilmiş. Ana o, şuramda hissettim acısını, şuramda.” Şebnem elini göğsüne bastırdı. “Ben doğurmadım su perisini ama ben doğurmuşum gibi sevdim. O ana ne halde?” Yatakta boylu boyunca uzanan, bilinçsiz oğluna baktı. “Çocuğum ne halde?”
“Zeliha senin oğlunu bu halde koyup hiçbir yere gitmez,” dedi Tayfun. “İyileşecek anne.”
“Allah ömrümden alsın, kalan ne kadar günüm, ne kadar ayım, ne kadar yılım varsa ona versin. Nefesim nefesi olsun kuzumun, canım canı olsun, Allah onu bağışlasın.”
Zaman hızla odadan çıktı. Çarparak saniyeleri yere devirip koridorda ilerledi. Hüsrev, hocasının karşısında sessizce dikiliyor, hocası elindeki kağıtlara bakıyordu. Kafasını kaldırıp, Hüsrev’in sorgu dolu gözlerine baktı ve “Yüzbaşı Gurur Mert Çalıklı’yı sormuştun, değil mi?” diye sordu. Hüsrev sadece başını salladı. “Uyandıktan sonra psikiyatriden randevu alması gerek. Tansiyonu çok yüksek, kalp atışları sınıra dayanmış ama bakıldığında sağlık durumunda herhangi bir şey göremedik. Travma sonrası stres bozukluğu olabilir. İlaçlar ona biraz ağır gelecektir ama durumunun normale dönmesini sağlar. Kan vermişti, değil mi?” Hüsrev yeniden başını salladı. Doktor derin bir nefes alarak, “Arkadaşın getirildiğinde de kan verdikten sonra kriz geçirmiş,” dedi. “Yirmi dört saat geçmeden üst üste iki sefer böyle olması hoşuma gitmedi. Durumunu takip edelim Hüsrevciğim.”
“Hocam, Zeliha…”
“Nesrin Hanım ile görüşeceğim.”
“Bir umut var mı?”
Adam gözlerini ağır ağır yumup geri açtıktan sonra, “Direniyor,” dedi. “Direniyorsa, demek ki bir umut var demektir.”
Zaman, Hüsrev’in omzunun üzerinden bir rüzgar gibi esti. Beyaz koridorun içinde son sürat ilerlerken saniyelere ait sayıları yere saçmaya devam etti.
Gülbahar’ın gözleri kapalıydı. Aldığı ağır ilaçların etkisiyle, birkaç saat evvel yaşanan ve onu ruhundan sarsarak yerle bir eden olayın yarattığı enkazı hastane odasında boylu boyunca uzanıyordu. Gözleri kapalıyken bile gözyaşları ara sıra kayıp giderek kulaklarının içine doluyordu. Kahraman Özdağ, kanında bir damla ilaç olmadan, ayaklarının üzerinde dimdik durmak zorunda olduğunun ama yıkılırsa bir daha kalkamayacağının farkındalığıyla bir eşini kontrol ediyor, bir kızını, bir de Gurur’u kontrol ediyordu. Baba olmanın yükünü en çok bu gece hissediyordu.
Eğilip eşinin alnını öptükten sonra, “Gülbahar’ım,” diye fısıldadı eşinin duymayacağını bile bile. “Oğlanla kıza baktım ben, aklın kalmasın çiçeğim, baharım.” Gözlerini yumup içinde birikenlerin taşmasından korkarak yutkundu. “Bir de Eymen’ime bakayım. Evlatlarımız bana emanet.”
Kahraman Özdağ kapıdan çıkmadan önce bir kez daha omzunun üzerinden karısına baktı. Korkuyordu. Zeliha’nın gözlerini açmamasından, Gülbahar’ın tansiyonunun onu bilinmez bir yola sokmasından, Gurur’un aklının başından uçup gitmesinden, Eymen’in kıvranan ruhundan korkuyordu. Kapıyı arkasından çekip kapattıktan sonra gözlerini omzunun üzerinden koridorun boşluğuna çevirdi. Saat epey geç olduğundan mıdır bilinmez, hastane artık sessizdi ve koridordaki ışıklar yavaşça sönmüş, yerini loş bir solgunluk almıştı. Kafasına dayalı bir namlu gibi hissettiren o soru zihninde patlayıp duruyor, düşünceleri bir türlü dağıtamasa da her yeri kana buluyordu: Kızına bunu kim yapmıştı?
Zar zor birkaç adım atıp, ensesine giren ağrıyı geçirme ihtiyacıyla avucunu boynuna attı. Eymen’i aramaya gitmeden önce, ayakları onu yeniden yoğun bakımın önüne götürdü. Camın arkasından da olsa kızını görmek istedi ve sağ olsun ki Nihan buna imkan tanıdı. Zeliha’nın bağlı olduğu makineler onun hala hayatta olduğunu haber verir gibi çınlayıp duruyordu. Birkaç saat öncesi kalbindeki depremi başlatan o görüntü ise sanki hala orada, camın arkasında, sürekli olarak kendisini tekrar ediyordu. Gurur’un can havliyle kalp masajı yaptığı ana çekildiğini hissetti.
O an, eğer o oğlan, onun kızının kalbini yeniden çalıştırmak için kendi canını ortaya koymuş, aklını yitirmiş gibi devam etmeseydi, doktorların vazgeçtiği gibi kızından vazgeçseydi, neler olacağını düşündü. Ölürdü. Açıktı ve su gibi berraktı, dile sertçe getirilmiş bir gerçek kadar netti.
“Arkanda bir ölü, bir deli, bir sürü zedeli bırakmak istemiyorsan, kalk benim ceylanım. Ben senin için derin uykusundan uyanmasın derken bunu kastetmedim. Kalk babam, kalk gözünü seveyim.” Avucu camda kaydı, yavaşça boşluğa düştü. “Uyan ceylan gözlüm.”
Zaman, Kahraman Özdağ’ın gözünün çukuruna sallanan o bir damla yaşın içinden geçti, o gözyaşı damlasını parçaladı ve hızla koridorda ilerlemeye başladı.
Maria’nın bakışlarındaki renk kaybolmuştu. Ayça, “İyi olacak, değil mi?” diye sordu bir kız çocuğu gibi. Yener’in bakışları Maria’nın solgun yüzündeydi. İçmek için yaktığı üçüncü sigara, dudaklarıyla bir türlü kavuşmadığı için külü uzayıp gitmişti. Ayça, tıpkı bir çocuk gibi Maria’nın gözlerinin içine bakıp, “Bir şey söyle, sen çok büyük birisisin. Bizim bile bilmediğimiz şeyleri bilirsin, değil mi?” diye fısıldadı. “İyi olacak, değil mi?”
Ayça’yı böyle görmek kolay değildi. Hislerini güzel gizlerdi. Şimdi bir çocuk gibi Maria’nın karşısına geçmiş, tüm umudunu nefesine biriktirerek zar zor konuşuyordu; zar zor konuşmasından umudunun yitip gitmek üzere olduğu belli oluyordu.
Maria, “Ona ismimi vermek istediklerinde, buna karşı çıkmıştım,” diye fısıldadı. Sigarasını dudaklarına götürdü. Tırnaklarındaki ojeler soyulmuştu, endişeden olsa gerek tırnaklarının kenarlarını ve etlerini de soyup diş izleriyle doldurmuştu. “Benim adım bana yaradı mı ki el kadar bebeğe yarayacaktı? Onlara dedim. Ona benim adımı koymayın dedim. Kahraman o bir su perisi, dedi ve ille de o ismi ona koydu. Güzel olmayan kadere sahip hiçbir aile büyüğünün adı çocuklara verilmemeli.” Saatler sonra Maria ilk kez uzun uzun konuşuyordu. Kurduğu her cümle, Ayça’nın gözlerine batan yaşları şiddetlendirerek dışarı akıtmaya başlamasına neden oldu.
“Anne,” diyen kişi Kurtuluş Özdağ’ın ta kendisiydi. “Konuşma böyle çocuklarla.” Kurtuluş Özdağ cam gibi gözlerini çevirip Ayça’ya baktı. “Bir şey olmayacak Allah’ın izniyle amcam. Benim güzel yeğenim babasının adını ruhunda taşır. Kahraman gibidir. Asla vazgeçmez.” Tutunduğu tek şey buydu Kurtuluş Özdağ’ın. Oturduğu banktan kalkıp gecenin karanlığında volta atmaya başladı.
Sinan oturduğu yerden kalkarak babasının yanına yaklaştı, kimsenin onları duymayacağından emin olduğu bir anda, “Zeliha ablama bunun kimi yaptığını öğrendiniz mi?” diye sordu kemik gibi, yaşından büyük bir sesle.
“Bilmiyorum babam,” dedi Kurtuluş gözlerini karanlığa dikerek. “Çocuk aklını yitirmiş gibi. İfadesini alamadılar. Onur denen komşuları ifade vermiş. Onun ifadesinden de bir yere varılmıyor.”Göğsünde sıkıntılı bir hisle gömleğinin üst düğmelerini açtı. “Ben bir yengenle amcana bakayım. Sen burada kal.”
Sinan başını aşağı yukarı sallayıp babasının uzaklaşmasını bekledi. Babası uzaklaştıktan sonra omuzları çöktü, başını önüne eğdi ve yavaşça banka doğru ilerledi. Simge kafasını banka bağlı masaya yaslamış, siyah saçları masanın yüzeyine yayılmıştı. Yener hareketsizdi, elinde tuttuğu ve bir türlü içmediği sigarayla sadece Maria’nın ruhu çekilmiş gözlerine bakıyordu.
Sinan, Yener’e sigarasını işaret ettiğinde, Yener nihayet daldığı boşluktan çıkmış olacak ki sigaranın külünü yere silkip, çoktan ölmüş sigarayı metal kül tablasına bastırdı. Gözleri bir anlığına Simge’nin dağılmış saçlarına kaydı. Yüzünü masaya gömmüştü gömmesine ama uyumadığını biliyordu. Çok ağlamıştı, bir süre sonra birdenbire susmuştu; kendi içine kapanmıştı. Yener onun ne düşündüğünü anlayamıyordu ama hissettiği acıyı görebiliyordu; çünkü büyük bir benzerini göğsünde taşıyordu.
Ayça gözlerinin yaşını elinin tersiyle silerek ayaklandı. “Ben bir içeri gideyim,” dedi, sesi titriyordu. Yener tereddütle ona baktı. Ne Maria, Sima ve Simge’yi yalnız bırakmak istiyordu ne de Ayça’yı bir başına göndermek istiyordu. Turuncu kız çok sarsılmıştı, ayakta dururken bile sendeliyordu. Yener’in bakışları Sinan’a kaydı, yetişkin gibi dursa da Sinan hala bir çocuk sayılırdı. Az ileride, cipin önünde sigara içen Ecevit’e el yaptı. Ecevit anında Yener’i fark edip sigarayı kenara fırlatarak onlara doğru yürümeye başladı.
Yener, Ayça’yı işaret ederek kaş göz yapınca Ecevit sadece başını salladı. Birbirlerini anlamaları için kelimelere ihtiyaç duymuyorlardı. Ayça sarsak adımlarla hastaneye doğru yürümeye başladığında, Ecevit arkasında bir gölge gibi onu izlemeye ve onunla ilerlemeye başladı.
Ayça beyaz ışığın tavandan akarak yere damladığı o beyaz koridorda dikildi. Önce sağına, sonra soluna baktı ve yeniden akmaya başlayan gözyaşlarını kolunun iç kısmıyla sildi. Silse ne faydaydı? Gözyaşları çoktan yeniden akmaya başlamıştı bile. Ecevit’in gölgesini hissettiğinde, büzülen dudaklarını birbirine bastırmaya çalışarak omzunun üzerinden ona doğru baktı.
“Maria hiç güzel şeyler söylemedi. Ben sadece ondan güzel şeyler duymak istemiştim,” dedi birden dudaklarını büke büke.
Ecevit, karşısındaki kızın dudaklarını böyle bir çocuk gibi, yetim gibi, kalabalıkta annesini kaybetmiş gibi bükmesine neden bu kadar üzüldüğünü anlayamadı. İçine batmıştı o bükülen dudaklar.
“Ben normalde hiç ağlamam,” diye fısıldadı. “Ama şimdi hiç durduramıyorum bunları.” Kolunun içiyle gözyaşlarını bir daha sildi. “Zeliha benim ağlamama kayıtsız kalmaz, değil mi?”
“Bana öyle geliyor ki,” dedi Ecevit, “senin gözyaşlarına kimse kayıtsız kalamaz.”
Ayça, sessizce Ecevit’in gözlerine bakıp ucu kızarmış burnunu sertçe çekti. Gözlerini bir süre onu izleyen kahverengi gözlerde bekletti. Ardından yavaşça sağına döndü, koridorda bitik bir halde yürümeye başladı. Ecevit arkasından yürüdü ama onu rahatsız etmemek için adımlarını onunkilere yetiştirmeye dahi çalışmadı. Işığın arkaya devirdiği bir gölgeymiş, Ayça’ya ait bir gölgeymiş gibi sadece onu takip etti.
Ayça, boş bir koridora saptığında, sessizce, “Gurur hayatımıza hiç beklemediğimiz bir anda girdiğinde, Zeliha’nın bize yalan söylediğini biliyordum,” dedi. Sesi yorgun, pürüzlü ve kısıktı.
Ecevit cevap vermedi, sadece onu dinledi ve arkasından yürümeye devam etti.
“Bir şeyin içine çekildiğine emindim, bir şeyin onu yavaşça tükettiğini gördüm ama sesimi çıkarmadım. Bizden saklıyorsa, demek ki saklaması gerekiyordu. Üstüne gitmedim ve ona inanmış gibi davrandım. Birdenbire aşık olduğuna, biriyle birlikteliğe başladığına, her şeye inanmış gibi davrandım. Çolpan da öyle.”
Ecevit sessizdi, sadece dinliyordu ve her nedense, Ayça’nın söyledikleri onu şaşırtmamıştı.
“Hakan abinin Gurur’un abisi olduğunu söylediler başta, sonra bu yalanı kendileri bile unuttu. Büyük bir açık verdiler,” dedi Ayça. “İrdelemedik. Hakan abinin önemli bir isim olduğunu, kimliğini saklaması gerektiğini anladık ve Çolpan ile bunu didiklememeye karar verdik. Ama biliyorduk, Zeliha’nın en başta onu sevmediğini, onunla mecburiyetten bir yolda ilerlediğini görebiliyorduk. O benim kız kardeşim, onun gözlerindeki aşkı da görürüm, korkuyu da. Onu tanıyorum. Onu hep tanıdım.” Ayça burnunu çekip gülümsedi. “Ama daha sonra, onu gerçekten sevmeye başladığını gördüm. Hatta Zeliha onu sevdiğini henüz fark etmediği zamanlarda bile, ben onun Gurur’u sevdiğini biliyordum. Görüyordum. Kız kardeşler birbirlerini daima görürler, kız kardeşlerin birbirlerini anlaması için kelimelere gerek yoktur.”
“Gurur’a kızgın mısın?”
“Gurur’a nasıl kızarım? Gördüm. Zeliha’ya hissettiği şeyin onu az daha öldüreceğini, onu delirtebilecek güce sahip olduğunu gördüm. Şimdi bir cani gibi, bir gaddar gibi, Zeliha’nın buna karşı çıkacağını bile bile ona nasıl kızarım? Benim kızdığım tek bir şey var… Onu kendi haline bırakıp, üstüne gitmemeye çalışırken aslında onu yalnız bıraktığımızı fark etmemiş olmam. Buna kızgınım. Buna çok kızgınım.”
Ecevit buna bir cevap veremedi. Ayça durup, elini duvara yasladıktan sonra derin, içli bir nefes aldı ve gözlerini yumdu. Ecevit başta yapıp yapmamak konusunda ikilemde kaldığı şeyi yapmaya karar verdiğinde, derin bir nefes almak zorunda kalmıştı. Avucunu yavaşça turuncu saçların üzerine yerleştirdi. Ayça’nın turuncu saçlarını şefkatle okşadı.
“Maria sana ne söyledi bilmiyorum,” diye mırıldandı sessizce. “Ama ben Zeliha’yı tanımaya başlamış biri olarak söylüyorum. Geri dönecek.”
Zaman o koridorda etrafa çarpa çarpa, son sürat ilerlemeye başladı.
Gurur birdenbire gözlerini açtı. Annesinin sıçrayarak, “Oğlum!” diye bağırmasına aldırış etmedi. Tayfun’un ona doğru ilerlediği anı görmezden geldi. Bileğine bağlı serum kablosunu tek seferde çekip serumun bileğiyle olan bağlantısını kesti. Yataktan eserek kalkarken, “Gurur!” diyen Tayfun tam önünde dikilmişti ama Gurur, çekilen gücüne rağmen Tayfun’u adeta devirdi geçti. Önünde kimsenin durmasına izin vermedi.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Gözlerinin içine bakıyordum. Tıpkı benim gibi cenin pozisyonunda yere uzanmıştı, yüzlerimiz birbirine dönüktü; içerideki karanlığa rağmen yeşili baskın ela gözlerini görebiliyordum. “Bir yıldız doğarken sessizmiş ama ölürken tüm gökadayı ateşe verip, bir süpernova patlamasına neden olurmuş,” diye mırıldandı. Sesi uykulu ve yorgun geliyordu. Yüzüne sakince bakmaya devam ettim. Bunu bana neden anlatıyordu?
Çok uzaklarda bir monitörde ilerlemeye devam eden hareketsiz çizgiyi anlık olarak gördüm. Daha sonra gördüğüm, yeniden onun ela gözleriydi.
“Gökadalar milyarca yıldızın ve gök cisimlerinin bir arada bulunduğu koca bir yuvaymış,” diye devam etti uykulu bir sesle. “Bir yıldızın ölümü yarattığı süpernova patlamasıyla içinde bulunduğu gökadayı adeta ateşe verirmiş. Öyle büyük bir ışık. Tanrının ışığı gibi. Gökadada uzun süre yaşayan dev bir yıldız, yaşamına son verirken, gökadanın sessizliğini delen bir patlamayla ölümünü ilan eder. Patlama öyle kuvvetli olur ki, gökadadaki herkesin dikkatini çeker. Büyük bir finaldir bu. Yıldızın içindeki nükleer reaksiyonlar çekirdeğini parçalar, ağır elementler yaratır ve bunları uzaya saçar.” Gözlerim yavaşça kapanmaya başladı ama onu can kulağıyla dinledim. “O devasa patlama anında, gökadanın her yanı aydınlanır. Tanrının kudretli ışığının bir ruha ilk kez dokunduğu andaki gibi… Patlama sonrasında oluşan yıldız yığını, yeni yıldızların doğmasına ve gökadanın yeni bir döneme başlamasına neden olur.”
Monitörde ilerleyen ok hareketsizdi.
Gözlerimi zar zor araladığımda gördüğüm adının Göktuğ olduğunu bildiğim genç adamın yüzü değildi. Gözlerim gökyüzüne kilitlenmişti. Gökadadaki devasa yıldızların arasında parlayan ve parıltısıyla öne çıkan o yıldıza bakıyordum. Gökadanın kalbinde parlayan yıldız, şimdi sessizce son nefesini vermeye hazırlanıyordu. Birdenbire uzayın o yoğun sessizliği kırıldı. Gökyüzü, yan yana gelmiş binlerce güneşin bile sağlayamayacağı büyüklükte bir ışıkla parladı. Olağanüstü bir güç ve baskıyla yıldızın çekirdeği patladı. Süpernova, gökadadaki her şeyi sarsacak kadar kuvvetliydi; kudreti bir ruhu köklerinden ayıracak kadar büyüktü. Patlama anında yıldızın dış katmanları uzaya saçıldı ve sıcak bir rüzgarı dalga gibi etrafına bıraktı. Gökyüzü birdenbire ateş topuna dönmüştü. Renkler boşlukta süzülüyor, hüzünlü bir gökkuşağı gibi etrafa yayılıyor, birbirinden farklı renkte saten kuşaklar birbirine değmeden dans ediyordu. Patlamanın etkisiyle oluşan dalgalar gökadadaki diğer yıldızları köklerinden salladı; onları etkisi altına aldı.
Ve sonra sessizlik geri döndü.
Yıldızın yerinde yalnızca bir yıldız yığını kalmıştı.
Gözlerimi yumdum, geri açtığımda Göktuğ yeniden buradaydı.
“Senin ölümün böyle görkemli olurdu,” diye fısıldadı.
Elimi yanağımın altına alırken, “Sanırım bu oluyor,” dedim. Zihnimin içindeki o derin sessizliği bölen, “Ölmemelisin,” dedi, “Gökadayı aydınlatmaya devam etmelisin.”
“Çoktan kalbim durdu.”
Göktuğ, “Süpernova patlaması henüz gerçekleşmedi,” diye fısıldadı. “O senden hala vazgeçmedi.”
Göktuğ’un gözlerinin içine bakarken her şeyin sonunda olduğumu biliyordum.
“Geri dönmelisin. Bulunduğun gökadayı güçlü ışığınla aydınlatmaya devam etmelisin. Sen o gökadanın en parlak yıldızısın.”
“Hiç sonuna geldiğini hissettiğin oldu mu?” diye sordum.
“Hayır,” dedi, “ben hala başlangıç noktasındayım.”
Doğrulup kalktı, ayaklanıp gözlerini yerde uzanan bedenime indirdiğinde hareketsizce onu izlemeye devam ettim. Çok yorgundum. Karanlık her yerdeydi. Elini bana uzattığında, bana uzattığı ele bakarken, gökadada yeni bir yıldız doğuyordu.
“Çok yorgunum,” diye fısıldadım.
“Seni çıkışa kadar götürebilirim. Bana yaslan.”
Eline baktım.
Monitördeki tek çizgi büyük bir hızla, titremeden doğrudan ölüme yürümeye devam ediyordu.
Yavaşça elini tuttum.
Beni çekip kaldırırken onun da benim kadar güçsüz olduğunu fark ettim. Sendeledi ama dimdik durmayı başardı. Bense gücümü toplayamadım. Dizlerimin üzerine düştüm. Güçsüz bedenimi yerden kaldırmaya çalıştığı anlarda zihnimin içinde bir ses çınladı.
“Sana yalvarıyorum, bırakma beni!”
Bu ses, öyle büyük bir yankıyla uzaya karıştı ve gökadayı dolaşmaya başladı ki, patlama için hazırlanan parlak yıldızı aradığını o saniyede anladım.
“Geri dönme zamanı,” diye fısıldadı güçsüz sesiyle.
Beni yavaşça döndürdü, ilerideki kapıyı işaret etti. Karanlığın sonundaki kapı sanki hafif bir ışıkla aydınlanmıştı.
“Artık yolu bensiz de bulabilirsin.”
Sırtımda duran elleri beni yavaşça kapının olduğu yöne doğru iteklediğinde bedenim öne meyletti. Durup, omzumun üzerinden ona baktım ve “Sen burada mı kalacaksın?” diye sordum sessizce.
Dudağının kenarındaki benin de yukarı doğru kıvrılmasını sağlayacak bir tebessümün ardından, “Sanırım sorduğun sorunun cevabı değişti,” dedi. “Artık bitiş noktasında olduğumu biliyorum.”
Yorgundu. Çok yorgundu ve burada kalması gerektiğini düşünüyordu. “Hadi,” dedi. “Gitmelisin artık.”
Sessizce ona sırtımı döndüm.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Geçen üç günün, üçünde de yatağının önündeki duvarda oturmuş, sessizce onu izlemiştim. Yemeden, içmeden, nefes almadan, bilincimi avuçlarımın içinde bir halat gibi sıkıca tutup bırakmadan. Dudaklarım içmediğim her su damlası yüzünden çorak bir toprak kadar kuruydu, üzerimde hala aynı kıyafetler vardı, terliydim, kirliydim; leş gibiydim. Odaya birileri giriyordu, birileri çıkıyordu, birileri sürekli onunla ilgileniyordu, birileri onu sürekli kontrol ediyordu. Odadan çıkmayan tek bir kişi vardı; o da bendim. Hareketsiz, şişip inen göğsüm olmasa belki de nefes aldığım bile belirsiz bir şekilde öylece durmuş, yerimden oynamadan sadece oturuyor, bana döneceği anı bekliyordum.
Sürekli olarak aynı bip sesi zihnime doluyordu; onun hayatta olduğunu bilmemi sağlayan o sese tutunmuş, tüm çınlamaları yok sayarak öylece duruyordum.
Amcası ve kuzenleri, çekirdek ailesinde kim var, kim yok herkes gelmişti ama kimseyi görmemiştim, kimseyle konuşmamıştım; kendimle bile konuşmamıştım.
Kafama da sıkmamıştım, beklemiştim sadece.
Onu tabutumun kapağı yapmış, öylece beklemiştim.
Birileri girmişti. Ona dokunmadan, tek kelime etmeden, uzaktan ve ağlayarak onu sevip gitmişlerdi. Ben hiç oradan ayrılmamıştım. Ben oradan bir adım öteye gidememiştim.
“Aslanım,” diyerek omzuma dokunan kişinin sesi bir anlığına yabancı geldi. Gözlerimi kaldırıp elin sahibine baktım. Kahraman Baba’nın mavi gözlerini karanlığın içinde bile seçebildim. Cevap vermeden gözlerinin içine bakmaya devam ettim. “Hadi çıkalım artık.”
Sadece gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
“İyi,” dediğinde kendini mi beni mi kandırmaya çalışıyordu anlayamadım. “Bak ne güzel atıyor kalbi.” Sessizce durup makineden gelen mekanik sesleri dinledi. Gülümsedi. “Uykuyu çok sever, ondan böyle yapıyor bize.” Bir an Kahraman Baba’nın gözlerinin içinde, benimkine çok benzeyen bir şey gördüm. “Uykuyu sevdiğinden hep.”
Gözlerimi mavi gözlerden ayırıp yavaşça onun bedenine çevirdim. Sessizlik içinde, sanki ruhu burada değilmiş gibi öylece uzanıyordu. Onu hissedemediğim için göğsümün derinliklerinde bir çukur büyümeye devam etti.
“Gurur,” dedi Kahraman Baba, sesi bana normalden daha geç ulaştı. O kadar uzun zamandır konuşmuyordum ki boğazımın gerisinde kaybolan sadece kelimeler değil, aynı zamanda sesimdi. “Bir damla da olsa uyumak zorundasın.”
Sesini duydum ama ona bakmadım.
Kahraman Baba parmağını çeneme koyup kafamı kaldırdı, gözlerimi zar zor Zeliha’nın bedeninden çekip onun gözleriyle buluşturdum. “Hangi birinizi toparlayayım?” Sorusu sert bir tokat gibi yüzüme çarptı ama tepki veremedim, sadece gözlerinin içine baktım. “Hangi birinizi ayağa kaldırayım? Dışarıda tansiyonu sınırda bir kadın var, köpek gibi seviyorum o kadını. Dışarıda uzun boylu diye yetişkin sandığın ama hala çocuk olan bir oğlan var. Dışarıda yaşlı bir kadın var, ismini taşıyan kız çocuğu burada yatıyor diye ne halde biliyor musun?” Kahraman Baba avucunu omzuma bastırdı. “Ayağa kalk, onların bana, benim de sana ihtiyacım var evlat.”
Kahraman Özdağ beni bağrına bastığında ve o gece onu bana emanet ettiğinde, tüm bunların yaşanacağından nasıl da habersizdik. Dövmedi, sövmedi, kızmadı, benden nefret etmedi ve yaşanan her şeye rağmen, tam şu an onun o gece akan kanında hala diri diri boğuluyor olmama rağmen, bana ihtiyacı olduğunu söyledi.
“Kalk,” dedi gözlerimin içine dikkatle bakarak. “Kalk oğlum.”
Avucunu omzuma daha sert bastırdığında, sesi sadece zihnime değil, atışlarını duymakta zorlandığım kalbime de ulaştı. Oturduğum yerden yavaşça doğrulup kalktım, gücüm çekildiği için bir yere tutunma ihtiyacı duydum ama tutunmadım. Dik durmayı denedim.
Başını ağır ağır aşağı yukarı salladı ve elini yavaşça omzumdan çekip çıkışa ilerledi. Bir süre olduğum yerde hareketsiz, öylece dikildim ve yatakta uzanan bedenine baktım. Bir adım attığımda beynim zonkladı, bacaklarımdaki derman çekildi, tutulan belimden ayak bileklerime akan ağrıyı hissettim. Bir sonraki adımda ağrı kayboldu, yerini hissettiğim boşluk aldı. Bedenim paramparça olsa bile o andan itibaren hiçbir şeyi hissetmeyeceğimi anladım. Yatağın ucunda durup başımı yavaşça omzuma doğru indirdim. Titrediğini çok sonradan fark ettiğim elimin tersini solgun yüzünde dolaştırdım.
Geleceğim, demek istedim ona. Hemen geri döneceğim. Sen de bir yere gitme, lütfen beni bekle. Ama ağzımı açıp tek kelime edemedim. Sadece güzel yüzünde parmaklarımı dolaştırdım. Sesim kaybolmuştu, konuşamadım, tek kelime edemedim, ona dokunmaktan öteye geçemedim. Çok fazla ses, çok fazla karanlık, çok fazla anı vardı. Kafamın içinde çok fazla kan vardı.
Kalmak istedim. Onun yanında oturup dördüncü kez güneşin doğuşuna şahitlik etmek istedim ama edemedim. Hoş, güneş bir kere bile doğmamıştı. Işığı azdı, ısısı azdı, bulutların arkasında bir yerde gizleniyor ama yerini kimseye söylemiyordu. Kahraman Baba beni daldığım o uykudan uyandırdı. Bana ihtiyacı olduğunu mavi gözlerinde gördüğümde, artık duramazdım. Zeliha beni affetmezdi.
Odadan çıkmadan önce bir kez daha ona bakma ihtiyacıyla başımı omzumun üzerinden ona doğru çevirdim. Gözleri kapalıydı. Gözlerini kaç gündür görmüyordum? Bir an uğultu çoğaldı, zaman kavramım parmaklarımın arasından kayıp yere düştü ve şiddetle patlayıp parçalandı.
Karanlık koridora çıktığımda zamanın ne kadar derinlere batmış bir parça olduğunu anlamamı sağlayan karşılaştığım karanlık oldu. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama hastanenin ışıklarını söndürecek kadar geç bir saat olduğu kesindi. Koridorda ağır ağır ilerlerken çift görmeye devam ediyordum, ensemde birikmiş ağrıyı yeniden hissettim ve titreyen elimi enseme atıp ağrının avucumun içine toplanmasını bekledim.
Asansörün önünde durduğumda bir an üstünde olduğum yer küre sarsıldı. Bedenim bir nabız gibi çarptı ve etrafımdaki her şeyin dalgalandığını gördüm. Kaskatı bir çeneyle asansöre uzun uzun baktım. Gözlerimi birdenbire yumduğumda ise bunu yapmamın nedeni, asansörün kayarak açılan kapılarının arkasında beliren metal zeminde çok kan olmasıydı. Bir adım geri çekildim, asansörün kapılarının kapandığını duydum ve gözlerimi açtım. Orada belki kan yoktu ama bundan böyle açılan tüm asansör kapıları bana onun kanıyla yıkanmış metal bir zemin gösterecekti. Hiç kimse görmeyecekti, benden başka hiç kimse onu kanı göremeyecekti.
“Gurur,” dediğini duydum birinin. Gözlerimi yavaşça sesin geldiği yöne çevirdiğimde, Muşta oradaydı. Sonunda oradan çıktığımı görmek onu şaşırtmış gibiydi. Bir şeyler söylemek istediğini gördüm ama bunu yapamadı. Aramızda birdenbire büyüyen o sessizlik, bilmem kaçıncı dakikasına doğru sırtüstü düşerken, Muşta, “Annen çok direndi ama onu eve götürdüm,” dedi. “Kızların evine. Çolpan ona iyi bakacağını söyledi.”
Muşta’nın gözlerine sessizce bakmaya devam ettim. Ne söylememi bekliyordu? Ne söylemem gerekiyordu? Sesimi yakalayamadım, kelimeler zaten darmadumandı, ortalığa saçılmış ölü bedenler gibiydi.
“Cesur ve Eylül bahçeye çıktılar, Gülbahar Hanım’ı ziyaret ettim, onu biraz daha iyi gördüm.” Sustu, bana bu kadar çok bilgi sunması normalde beni şaşırtırdı belki ama bu kez hiçbir şey hissedemedim. Göğsümün ortasında kimsenin görmediği bir kara delik duruyordu. “Kahraman Özdağ da Eymen’i aramaya gitti,” diye devam etmesini beklemiyordum. “Senin yanına uğradığını söyledi.” Ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi elini çenesine götürüp yavaşça kaşıdı. Ruhsuz bakışlarımdan duyduğu rahatsızlığı hissettim. Buna da aldırış etmedim. “Biraderlerin de burada,” dedi sonunda. “Herkes burada. Sadece Çolpan anneni de alıp eve döndü. Güvende olmaları için onlarla birilerini yolladım. Tüm gece kapıda nöbet tutacak çocuklar.”
Muşta’ya ruhsuz gözlerle bakmaya devam ettim.
Karşımda ilk kez başını önüne eğdi.
“Bana kızgınsın biliyorum. En çok da kendine kızgınsın.” Ne hissettiğimi bilmiyordum. Hislerim var mıydı bunu da bilmiyordum. Tüm hislerim Zeliha’nın odasında onunla kalmıştı. Bana doğru bir adım attı. “Yumruğu suratımın ortasına geçir, vereyim silahımı kafama daya, tüm sülaleme söv say, bu kez sana bu hakkı doğrudan ben veriyorum.”
Neden bunu yapacaktım? Anlamadım. Sadece ona bakmaya devam ettim. Bakışlarımda her ne gördüyse sertçe yutkundu.
Sadece Zeliha’yı istiyordum. Başka bir istediğim yoktu. Olacağını da sanmıyordum. Bir de ölümü çok istemiştim. Onu hayatta tutarken, ölmeyi dilemiştim. İçimdeki karanlık derinleşti, sivri bir cisme dönüştü, bir bıçak gibi beni oymaya ve büyümeye devam etti.
“Göremedim oğlum,” dediğinde sesindeki çaresizlik bana birkaç gece önce duyduğum bir sesi hatırlattı; bu ses bana aitti. “Paranoya sandım, zaafına yenik düşüyorsun sandım, çok sevgiden kafayı yiyorsun sandım. Korkuya kapılıp yanlış bir hamle yapmanı engellemeye çalıştım. Yanlış yaptım oğlum.” Muşta bana doğru yürüdü, tam karşımda durdu ve aramızda sadece birkaç santimlik boşluk varken elini enseme götürdü. “Sana beni affet demiyorum, şerefsiz evladıyım ki affedilmeyi hak görmüyorum. Hayatımda ilk kez hiç gocunmadan söylüyorum bunu birine. Kafama silah daya, ağzımı yüzümü dağıtana kadar beni yumrukla, tüm sülaleme söv say, bana etmediğin hakareti bırakma ama konuş benimle.”
Tek kelime etmedim. Ona kızgın mıydım? Kendime olduğum kadar kimseye kızgın olamazdım.
Birilerine suçu yükleyip geri çekilecek halde de değildim. Bu kızın hayatına girmeyi seçen bendim, hatta benden kaçtığı anlarda bile ona doğru koşan, onun hayatına zorla dahil olan, onu istemediği bir şeyin içine çekip sonra da kendime bağlayan bendim. Bana verilen isim gibiydim. Bir zincir gibi onun ayaklarına dolanmış, gitmesini imkansız hale getirmiş, onu kendime tutsak etmiştim.
Tüm kararları veren ben olmuştum, var olabilecek tüm sonuçlara sağır ve kör olmayı seçip sadece onu istemiştim. Her şeyin sorumlusu bendim. Hayatımın orta yerine almıştım onu, her şeyim yapmıştım; ondan önce hiçbir şeyim de yoktu zaten. Ve şimdi beklenen olmuştu. İlk atak, yine her şeyimi elimden almak için yapılmıştı. Eğer onu tutup her şeyim yapmasaydım, hayatımın ortasına kolundan asılarak zorla sokmasaydım, şu an belirsiz bir uykuda değil, güneş gökyüzüne salındığında gözlerini aralayacağı bir uykuda olurdu.
“Konuş benimle,” diye sitem etti Muşta.
Yapabilsem yapar mıydım? Bilmiyordum. Sadece gözlerinin içine baktım. Gözlerimde gördüklerinin onu korkuttuğunu hissettim. Muşta avucunu enseme daha sert bastırıp, “Gurur Mert,” dedi. “Bu acı çok büyük biliyorum ama yine bu acı, senin sevdandan büyük değil. Bu acının seni delirtmesine izin verme.”
Kulaklarımdaki çınlamayı bilse, bedenimin dışına itilip kendime ait bir parça değilmiş, bir yabancıymışım gibi kendimi izlediğimi bilse, beni takip eden o beyaz ışığı ona anlatsam ne düşünürdü? Herhalde delirdiğimden emin olurdu.
“Gün yine doğacak, gece yine çökecek, belki birkaç gün böyle devam edecek ama sonunda uyanacak. Biliyorum. Kalbimde hissediyorum,” dediğinde ona bakmaya devam ediyordum. Yorumsuzdum. Sık sık böyle konuşan biri olmadığından içimde bir umut kıvılcımı çakmadı diyemezdim ama hala sesime ulaşamıyordum.
Kalbimde hissetmek istiyorum baba, demek istedim. Kalbimde hissettiğim tek bir şey var o da Zeliha ve o gözünü açmadığı sürece, mantık yok, akıl yok, sesim yok, Gurur yok.
“Affet beni,” dediğini duydum Muşta’nın. Öncesinde de illaki bir şeyler söylemiş olmalıydı ama kafamın içinde yine o sinyal sesi ilerliyordu. Söylediklerine odaklanamadım, sadece dilediği affı yakalayabildim.
Ben belki herkesi ve her şeyi affedebilecek bir adamdım ama bu saatten sonra kendimi affedemezdim.
Muşta bunu gözlerimde gördü. Yine Muşta gözlerimde başka şeyler de gördü. Her birinden korktu. Tanıdığım Muşta hiçbir şeyden korkmazdı ama şimdi karşımda duran bu adam, gözlerimde gördüğü her şeyden korktu.
Elini ne zaman üzerimden çekti hatırlamıyorum. Ne zaman ondan uzaklaştım, bunları hatırlamıyorum; her biri dağınık ve bozuk parçalardı. Sadece merdivenleri indiğimi, asansörlerin kapısının önünden geçerken bile içimin üşüdüğünü, bedenimin çınladığını, ellerimin titrediğini hatırlıyorum. Karanlık bir koridordan geçtiğimi, ardından acil servisin aydınlık koridoruna saptığımı hatırlıyorum. Kayarak açılan kapının önüne geldiğimde ise donup kaldığımı hatırlıyorum. O gece bir yangın gibi büyüyerek zihnimin içinde ilerlediğinde, nabzımın derimi parçalayacak kadar hızlanması benim için beklenmedikti.
Kapının hemen arkasında, karanlık bahçede sigara içen Cesur’u gördüm. Bana doğru döndü, beni gördüğünde sigarayı dudaklarından yavaşça uzaklaştırdı ve kapıya doğru ilerledi. Sanki o kayan kapıdan girecek olursa onu da kan içinde görecekmişim gibi panikle ona doğru yürüdüm. Elimi kaldırdım, avucumun içine bakarken birden adımları kesildi. Sadece gözlerimin içine baktı. Gözlerimi yere indirirken elim hala havada duruyor, yavaşça titriyordu. Zeminde Zeliha’nın kanı yoktu ama zihnimdeki çukurdan dökülen anılar birdenbire tertemiz zemini yeniden onun kızıl kanına boyadı.
Nefesim hızlanırken, birinin, “İyi misiniz?” diye sorduğunu duydum. Omzumun üzerinden sesin sahibine baktım. Endişeli koyu renk gözleri üzerimdeydi. Benden oldukça kısa, esmer bir kızdı; herhalde Eylül ile aynı yaşlardaydı. Hemşire olduğunu fark ettiğim an, “Ben negatif gruptanım,” dedim, kız bir an duraksadı. Bu benim sesimi bulduğum ilk andı. Kafam allak bullaktı ve yeniden, “Onun kan grubu AB negatif, ben verebilirim,” dedim.
Kız, “Anlamadım?” diye sorduğunda, Cesur birdenbire kolumu tutup, “Kusura bakmayın,” dedi.
“Yağmur Hemşire,” dedi ileriden bir kadın. “Kız çocuğunun damar yolu açılmalı. Kusma ve ateş şikayetiyle gelen.”
Kız bir süre bana ve Cesur’a baktıktan sonra, “Hemen hallediyorum,” dedi ve bizden uzaklaştı.
Kafamdaki o kaotik karışıklık birden berraklaştı. O anda olmadığımızı, o andan uzakta olduğumuzu, Zeliha’nın bir odada beni beklediğini hatırladım.
“Abi,” dedi Cesur sessizce. “Hiç uyumadın. O yüzden böyle oluyor. Artık biraz uyumalısın.”
Sessizlik yeniden geldi.
“Gel benimle, biraz hava al. Hastaneden dışarı bir adım atmadın günlerdir.” Beni çekerek çıkışa yönlendirdi. Kayarak açılan kapıdan gecenin soğuğu içeri uzandığında durdum. Rüzgarın sesini duydum, geceyi hissettim; içinde olduğumuz araba on üç saniye boyunca takla atmaya başladı. Sanrılar kafamın içinde beni tüketen bir kaosa dönüştü.
Bir adım sonra dışarıdaydım. Tenimde rüzgarın kesiğini hissettim, gecenin içime dolup göğsümdeki karadeliği büyüttüğünü hissettim. Cesur kolumu bırakmadı. Onu kolunun altına çekip yürüten daima ben olmuştum ama bu defa beni kolunun altına çekerek yürüten o oldu.
“Abi,” diyerek bize doğru yürüyen Eylül’ü gördüm. Az ileride Hüsrev ve Gaye bir bankın üzerine oturmuş, sessizce konuşuyorlardı. Gaye beni gördüğünde Hüsrev’i dürtüp oturduğu yerde dikleşerek merakla bana baktı. Ağır adımlarla yürüdüm ve birdenbire durduğumda, Cesur da benimle birlikte durdu. Gözlerimi köşede park halinde duran polis arabasının karanlık camına çevirdim. Kendi yansımamı günler sonra ilk kez o an gördüm.
Beni güzel yapanın Zeliha olduğunu o an anladım. O yokken ben çok çirkin bir adamdım. Yıkıktım, döküktüm, harabeydim, kirli ve rezildim.
Gaye’nin bana doğru yaklaştığını hissettiğimde Eylül’ün bakışları yüzümün tam ortasında birikmeye devam ediyordu. Gaye sessizce, “Hiç uyumadın mı sen?” diye sordu, sesinde bana duyduğu şefkati hissetmek kendimi aciz hissetmeme neden oldu. Herkesin benden ölesiye nefret etmesi gerekmez miydi? Neden benden nefret eden tek kişi yine bendim?
Sessizce Gaye’nin gözlerinin içine baktım. Zeliha’nın hayatında olmadığım, Zeliha’nın güvende olduğu o geçmiş zamanda neler yaşamışlardı? Birlikte çok eğlenmişler miydi? Zeliha eşsiz kahkahalarını atarken Gaye bu gözlerle mi onu izlemişti? Gaye’nin gözlerinde Zeliha’ya ait anılar aradım. Ve fark ettim ki günlerdir göz göze geldiğim herkesin gözlerinde aslında onunla ilgili bir şeyler bulmaya çalışmıştım.
Gaye sorguyla Cesur’a baktığında aralarında garip bir sessizlik yaşandı. Bu sessizliğe anlam yükleyemedim. Onun gözlerinde Zeliha’yla anılarını göremeyince ona bakmaktan vazgeçip bakışlarımı ilerideki karanlığa çevirdim. Şafak kaybolmuştu.
Şafak günlerdir benden kaçıyordu.
Oysa benim şafağın tek bir dokunuşuna ihtiyacım vardı.
Hüsrev’in Cesur’a, “Uykuya, yemeğe, suya ve duşa ihtiyacı var,” dediğini duydum ama aldırış etmedim. Karanlığı izlemeye devam ettim. “Her şeyden önemlisi, ilaca ihtiyacı var.” Bu kısık ses zihnime çok geç ulaştı, sesin taşıdığı cümleyle ilgili bir şeyler düşünmedim.
Sadece Zeliha’ya ihtiyacım vardı.
Yener’in, “Kardeşim,” dediğini duydum ama gözlerimi karanlıktan çekmediğim için nereden geldiğini anlamadım. Adım seslerini duydum, sadece Yener’e ait olamayacak kadar fazla adım sesi duydum. Kafamı çevirip baktığımda tüm Alaşafak’ın burada olduğunu gördüm.
“Gurur’um,” dedi Vural. “Sıcak bir çay getireyim sana.”
Gözlerimi Vural’a değdirdim. Herkes yine konuşmayacağım sandı ama ben, “Bana bir sigara verin,” dediğimde, timin sessizce birbirlerine baktığını gördüm. “Sonra da hazırlanın. Kendi kafama sıkmadan önce, kafasına her birinizin silahındaki tüm şarjörleri boşaltmam gereken biri var.”
Soğuk bir rüzgar gecenin içinde uğuldayarak esti.
Artık gözlerimde parlayan tek şey delilik ve acı değildi. İntikam o parıltının içinde yeni bir yıldız gibi doğarak yerini almıştı.
O gece şafak yeniden ufukta belirdi.
Ve zaman, içimde biriken intikam duygusunu büyüterek beni iki gün sonrasının akşamına itti.
Şimdi yeniden onun olduğu odadaydım ama artık uğultular yoktu. Sadece o vardı.
Uyuyan yüzünü izlerken içeriye giren doktorun bakışları önce bana temas etti.
Bir şeyler söylemesini beklemedim ama o, “Artık ondan bir tepki almayı bekliyoruz. Ben ona inanıyorum, siz de inanın,” dedi. “Süreç zor ve yıpratıcı olabilir.” Son söylediğinin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama günler sonra ilk kez gözlerimde minnet dolu bir parıltıyla hiç tanımadığım bir yabancıya bakıyordum.
Nihan elinde bir dosyayla içeri girerken doktor bana gülümsedi ve “İyi olması için elimizden geleni yapacağız,” dedi ama tek yaptığım doktorun gözlerine minnetle bakmaya devam etmek oldu.
Gitmeyeceksin benden.
Gitmiyorsun bir yere.
İşte buradasın, varlığını hissediyorum, gitmeyeceksin, buna inanmak istiyorum. İnandırılmak değil, inanmak istiyorum.
Gülbahar Anne’nin, “Yavrum benim,” diyerek Zeliha’mın saçlarına dokunduğunu gördüm. “Annem benim. Nazar boncuğum, güzel kızım.”
Yatağın kenarına gidip, bir köpek yavrusu gibi onun yüzüne baktım. Eymen ve Simge kapının hemen dışında birbirlerine sarılmışlar, muhtemelen ağlıyorlardı. Ben günler sonra ilk kez ağlamıyordum.
Çok uzaklardan gibi gelse de yakınlarımda bir yerde Kahraman Baba’nın, “Yüce Rabbim, sana sığındım. Gör beni. Gözünü açsın, göreyim ceylan bakışlarını,” diye mırıldandığını duydum.
Nihan, “Gurur,” diye fısıldadığında Zeliha’nın yüzünü izlemeye devam ediyordum. “Sanırım geç fark edilen bir durum gelişti.” Bakışlarım omzumun üzerinden Nihan’a çevrildi, dünyamın başına yıkılmaması adına ona yalvarır gibi baktım. Nihan, nefesini tutmuş ona bakan Gülbahar Anne’ye, ardından bana baktı. Kahraman Baba konuşması için adeta emreden bir bakış attı. Nihan sonunda derin bir nefes alarak, “Büyük bir risk var,” diye fısıldadı. Kalbim göğsümün içinde ayaklandı sandığım anda yeniden yere devrildi. “Bu olay meydana geldiğinde Zeliha dört haftalık hamileymiş.” Bir şeyin yere düşerken çıkardığı sesi duydum. Zeliha’nın parmaklarının üzerinde asılı duran parmaklarım buz kesti. “Zeliha’nın değerleri normale dönüyor ama çok büyük bir düşük riski var. Bedeni bunu kaldıramaz. Zeliha’nın toparlanabilmesi için gebeliği sonlandırmamız gerek.”
Tek bir an.
Zeliha’nın parmaklarının hareketini hissettim. Küçük eliyle işaret parmağımı kavradı ve yavaşça sıktı.
⛓️
Ona sırtımı döndüm. Onu arkamda bıraktım.
Kapıyı yavaşça aydınlatan ışığa bakarken birkaç sarsak adım attım. Gökadada parlamaya başlayan yıldızın görüntüsü aniden zihnimin içine yıldırım gibi düştü. Süpernova patlaması için hazırlanan bu yıldız, henüz yeni bir yıldızdı; çok küçüktü.
Birdenbire ona doğru döndüm.
Dizlerinin üzerine çöktüğünü tam da o anda gördüm. Tükeniyordu. Kaybolacaktı. Kaybolmak üzereydi.
Ben Zeliha Özdağ, buna nasıl izin verebilirdim?
“Sensiz hiçbir yere gitmek istemiyorum,” dedim yakarır gibi. “Benimle gelemez misin?”
Sadece gözlerimin içine baktı.
Ve içinde olduğumuz karanlık oda bir anda sarsılmaya başladı.
Bu anı hatırlamayacağımı tam da o anda hissettim.
Kirpiklerimi oynatmayı denedim ama başaramadım, tek yapabildiğim tanıdık hissettiren o parmağı var gücümle kavramak oldu. Hala derin bir uykunun içindeydim ama artık o karanlıkta değildim. O karanlıkta olup biten hiçbir şeyi hatırlamıyor, sadece korkuyla avucumun içine aldığım parmağı sıkıyordum.
Dönebilecek miydim? Bilmiyordum. Dönsem bile o benimle gelecek miydi? Bilmiyordum.