Güneş ile ay kavuştu.
İki farklı soyun Kralı ve Kraliçesi birbirine tutuldu.
Sonra da çok daha büyük bir karanlık doğdu.
Her şeyi göze alarak koştuğun yolun sonu her zaman uçuruma çıkardı.
Bazen kalp en çok da verdiği kararlar yüzünden kamburdu.
“Bunu ne zamandan beri yapabiliyorsun?” diye sordum, o uçurumun kenarındaydım, ne olursa olsun diyerek, her şeyi göze alarak koştuğum o uçurum şu an karşımda durmuş bana bakıyordu. Ben onun içine atlamak istiyordum, uçurum ise atlamamam için beni tutuyordu.
Bu özelliğin yeni farkına varıyormuş gibi, “Bir anıyla beraber geldi. Sanırım bunu sana söylemem de pek sakınca yoktur,” dedi sessizce. “Anıların birinde rastlayınca, yapıp yapamayacağımı merak ettim, yapabiliyormuşum.”
“Konuşmadan da istediğinde gözlerinden bana ulaşabiliyor musun yani?”
“Evet, öyleymiş.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı, gözleri dudaklarımdaki kıvrıma kaydı. “Ben de yapabiliyor muyum peki?” diye sordum merakla.
Gözleri heyecanımdan aldığı duyguların karmaşasıyla dudaklarımdaki kıvrım ve gözlerimdeki parıltı arasında gidip geldi. “Bilmiyorum, sanırım bu bana özel,” dedi.
“Ne göstereceğini sen mi seçiyorsun? Kelimeler tamamen senin isteğin doğrultusunda mı oluşuyor?” diye sordum merakla, yoksa onun içinde saklanan şeyler de elinde olmadan benim önüme çıkar mıydı?
“Bak sen,” dedi kılıç gibi bakan gözleriyle beni baştan aşağı süzerek. “Her şeyi bilmek istiyorsun demek. Bu seni biraz üzecek ama maalesef, ben gösterdiğim sürece göreceksin saftirik.”
“Tüh…” Arkama doğru baktım, garip bir şekilde çok heyecanlı hissediyordum. Çalışmalara devam eden arkadaşlarımı izlerken bile gözlerimin önünde gözlerinin buzdan yarıklarında dolaşan yılanlar vardı. Bir özellik geleceğini, sonunda beni duyguları yüzüme vurarak sobeleyeceğini biliyordum ama bu özellik beklediğim son şeydi.
Hissettiklerimi Efken’e doğrudan söyleyebilecek biri değildim. En azından ben öyle değildim. Zihnimin içinde terör estiren kaos kraliçesinin istediği her şeyi sansürsüz söyleyebileceğini biliyordum. Bu özelliğin beni mutlu ettiğini hissettim ama öte yandan eksik de hissettirdi; sadece onun söylemek istediklerini, görmeme izin verdiklerini değil, ben zihninde bana dair saklanan her şeyi bilmek istiyordum. Bencillik miydi bu? Sanırım Efken Karaduman’ın ruhu ruhuma tutunmuş ve köklerim onun tohumlarından var olmuş gibi derinlerime salınarak bana ona ait birçok şeyi bırakmıştı.
Efken, “Seninle ilgili, sana dair başka neler öğreneceğim merak ediyorum,” dedi. “Daha geçmişimin ne kadar içindesin, daha ne kadar derinlerimde varsın, kaç noktamdan sana görünmez halatlarla kördüğüm olacak şekilde bağlandım merak ediyorum.” Gözlerim gözlerine kayınca, yakıcı kelimelerinin meltemi ruhumu sardı ve gözleriyle birleşen kelimelerinin ağırlığını en çok da ruhumda hissettim. Elini uzatıp eklemlerinin dış tarafıyla yanağımı okşayınca kalbimin yerinden çıkacağını sandım. Böylesi bir etki normal miydi? Onu bu kadar derinlerimde yaşatıyor olmam çok hastalıklı değil miydi? “Utanıyor musun yoksa?”
“Utanmıyorum,” diye yalan söyledim.
Derin bir nefes aldı ve “Sana kahve ısmarlayayım,” dedi. Gözlerimin içine itiraz istemiyor gibi bakınca kaşlarımı çattım ve omuz silkerek, “Olur,” dedim.
Gözlerimi yeniden kalabalığa çevirirken panik hâlindeydim, bu paniğin esas nedenini biliyordum; gözlerindeki yarıklarda dolaşan yılanların var ettiği harfleri, kelimeleri, cümleleri unutamıyordum. Çok ani ve sarsıcı bir şekilde gelen bu özelliğe uyum sağlayamamaktan değil, bu özelliğin beni mahvetmesinden korkuyordum. Sesinde duyamadıklarımı gözlerinde görme ihtimali beni çıldırtıyordu. Sanki ondan bir parça sır çalıyormuşum gibiydi ama değildi de. O istemediği sürece bana bir şey vermezdi, yine de içten içe istemesini diledim.
“Siz çalışmalara devam edin,” dedi Efken kalabalığa doğru bakarak. “Biz gidiyoruz.”
Nora, “Buraya bir avuç amatörle güreşmeye gelmedim,” diye söylendi ama Efken onu duymazdan gelerek kaputtan çekilip aracın kapısını açtı. Hatem bize doğru yürümeye başladığında, “Beni takip etmeyi kes,” dedi Efken ona doğru dönüp ölüm mavisi gözlerini Hatem’e dikerek. “Burada onlarla kalacaksın.”
“Ama ya size…”
“Komplo teorilerini dinlemek istemiyorum.” Efken araca binecekken gözleri beni buldu, kaputun önünde durmuş ona bakıyordum. “Binmeyecek misin Medusa?”
Gözlerim Hatem’e doğru kaydı, tedirginliğin ve kaygının bir yuva gibi yerleştiği gözlerini bizden bir an olsun ayırmıyordu. Efken için endişeleniyordu, Efken’i son çaresi olarak görüyordu, Efken’i küçük bir oğlan çocuğunun tutup avuçlarının içine aldığı son umudu gibi görüyordu. Birdenbire kendimi çok kötü hissettiğim için, “Ona böyle davranma,” dedim. “O da bizimle gelsin.”
“Yatıp yerlerde yuvarlanarak neden ben değil de o diye bağırmamı istiyorsanız gelsin tabii!” diye bağırdı İbrahim karlara tekme atarak. “İkinci çocuğun doğumuyla beraber ilk çocuğun dama atılan pabucundan bile daha değersiz hissettiğimi bilmenizi istiyorum, çok gücendim ya, kalbim paramparça ama umurunuzda mı? Değil. Alıyorsunuz evcil Sibirya Kurdunuzu, gezmeye gidiyorsunuz, peki ya evdeki bu kedi ne olacak?”
Efken yüzüme dik dik bakarken İbrahim umurunda değildi, hatta kimse umurunda değildi, sadece bana bakıyordu; sanki umurunda olan tek şeymişim gibi bakıyordu.
“Efken, Hatem de gelsin. Huzursuz hissediyor işte.”
“Huzursuz hissetmesine neden olacak hiçbir şey yok Medusa,” dedi tokattan sert bir sesle. “Çocuk mu pışpışlayacağız? Bunu mu istiyorsun cidden?”
“Bu kadar sert olma,” diye fısıldadım, gözlerinde gördüklerimin etkisi hâlâ kalbimdeyken ona meydan okuyabilecek kadar güçlü hissetmiyordum.
Efken derin bir nefes aldıktan sonra, “Ne yaparsanız yapın,” dedi ve arabaya bindi. Hatem ne yapması gerektiğini anlayamamış gibi bize doğru bakıyordu, ona gelmesini işaret ettiğimde Crystal gözlerini Hatem’e çevirip düşmanca bakışlarını sakınmadan, “Hareketlerine dikkat etmezsen kuyruğunu koparırım senin,” diye hırladı. Hatem ona aldırış etmedi, sanki ona dünyaları vermişim gibi hızla arabaya doğru gelmeye başladı. İbrahim ise yere yatmış karları yumrukluyor, bizi yenilere rezil edecek hareketler yapmaya devam ediyordu; her zamanki gibi…
Gümüş Pençe erkeği tam önümde durunca Crystal’in vücudunun şiştiğini gördüm, saldırmaya hazır gibiydi. Sanki bir yaya yerleştirilmiş sivri, ölümcül zehri ucunda taşıyan bir oktu. Fırlayıp Hatem’e saplanmak ve ölümü ona yadigâr bırakmak istiyordu. Elimi kaldırıp, “Crystal,” dedim yavaşça. “Sakin ol ve lütfen Sezgi’ye yardımcı ol.” Bakışlarım Hatem’in gümüş gibi parlak, lekeli ay beyazı gözlerine indi, gözleri karla kaplı bu ormanda gerçekten de beyaz gibi görünüyordu. “Bizimle geleceksin ama lütfen onu kızdırma. Bugünlerde ona ben bile ağzımı açıp tek kelime edemiyorum.”
“Onu ne kızdırmaz bilmiyorum ki,” dedi Hatem. “O her şeye kızıyor.”
“Belki de bu kadar haklı olduğun için sana sinir oluyordur.” Gülümsedim, Hatem bu gülüşe ve kurduğum cümleye anlam yükleyememiş gibi bana uzun uzun baktı ve sonunda, “Hadi bin,” dedim. “Gidelim.”
Ormana koşarak geldiği ve hayatında muhtemelen ilk kez arabaya bineceği için tedirgin bir şekilde arabanın etrafında dört tur attı, bu olurken dehşet içinde onu izliyordum, Efken ise direksiyonun başında kollarını göğsünün üzerine katlamış bomboş gözlerle ön camdan dışarıyı izliyordu; mimiksizdi.
İbrahim, “Beşinci turu atarsa ön lastiğin kenarına işeyecek,” dedi ileriden.
“Hatem,” diye fısıldadığımda beşinci turu için hazırlanıyordu, kafasını kaldırıp bana baktı. “Ne yapıyorsun?”
“Nereden binileceğini unuttum, oysa çok fazla izlemiştim.”
“Gel benimle,” dedim şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak. Beni takip etti, tıpkı uysal küçük bir oğlan çocuğu gibi… Arka yolcu koltuğuna giden kapıyı açtığımda kafasını boşluktan içeri uzatarak içeriyi kokladı. Efken başını sallayarak burnundan sert bir nefes verirken, “Ya sabır,” diye homurdanmıştı. “Şimdi sikeceğim herkesin belasını.”
“Hatem, binecek misin artık?”
“Ah, tabii.” Yavaşça arka koltuğa yerleşip arabanın içinden meraklı gözlerle dışarıya doğru baktı. Gülümseyip kapıyı kapattım ve karların arasında durup sessizce bizi izleyen topluluğa bakmadan ön yolcu koltuğuna yerleştim. Emniyet kemerimi bağladığım esnada Efken cipi çalıştırıp geriye doğru sürdü, cip keskin bir şekilde döndü ve karlar lastiklerin etrafında fırtınaya kapılmış gibi uçuştu, araba öne doğru atılarak hızla ilerlemeye başladı.
İşlek bir caddeye inene dek sessizlik sürdü. Efken arabadan inerken onu izliyordum, kapıyı kapatmadan önce kafasını içeriye sokarak, “Ne alayım?” diye sordu. “Sade mi sert mi yoksa yumuşak mı?”
“Sert,” dediğim anda dudaklarına yerleşen o adi gülümseme kasıklarımın çekilmesine neden olmuştu. Gözlerimi ellerime indirip gülümsememi saklamaya çalıştım ama Efken’in gördüğünü biliyordum.
Hatem, “Sert olan ne? Yani özel bir durumsa çıkıp bir köşede bekleyebilirim, gerçekten,” deyince, Efken ona cins cins baktı ve ben de elimi alnıma götürerek, “Hiç alakası yok Hatem, lütfen her duyduğunu yanlış yorumlama,” dedim karnıma saplanan utanç krampıyla.
“Ulan arabaya nasıl bineceğini bilmiyorsun ama serti yumuşağı iyi biliyorsun puşt,” dedi Efken. “Keserim kuyruğunu, kal arabada.”
“Tabii kalırım,” dedi Hatem yeniden bir çocuk gibi.
Efken kahve almak için karşı şeride geçip dükkânların olduğu kaldırıma çıktığında Hatem o kadar sessizdi ki, sonunda, “O gün ormanda bana saldıracak olan kurttan beni kurtardığını hatırlıyorum,” diye fısıldadım, kırmızı spor bir araba yanımızdan geçip saniyeler içinde küçük, kırmızı bir noktaya dönüşerek gözden kaybolmuştu. Hatem şaşkınlıkla spor arabanın arkasından bakarken, “Sizi uyarmıştım ama biraz dikkafalısınız, ormana gelip duruyordunuz,” dedi.
“Peki o kimdi? Yani bana saldıracak olan?”
Hatem, “Yalnızca ben yokum, çok fazlası var. Mega Alfa’yı bulamıyorlar çünkü kartlar onu saklıyor ama etrafta kendileri için bir sürü aradıkları kesin. Bazıları saldırgan olabiliyor. Sizin bir Mar olduğunuzu anladığı için saldıracaktı. Başıboş bir omegaydı. Tıpkı benim gibi. Ormanın derinliklerinde sandığınızdan daha fazlası olabilir. Öylece gelmemeliydiniz, henüz kullanabildiğiniz bir gücünüz yoktu Kraliçe.”
“Bana Mahinev diyebilirsin.”
“Mega Alfa’nın bundan hoşlanacağını zannetmiyorum. Biri size isminizle hitap ettiğinde otuz iki dişinden gelen gıcırtıyı Kar Ormanı’nın diğer ucundan duyabiliyordum.”
“Onun ismi de Efken.”
“Bizler efendimize ismiyle hitap edemeyiz. O yakında benim Kralım olacak.”
“O senin gibi dönüşmüyor ama.”
“Ya yeterince tetiklenmiyor ya da müthiş yaratığının yularını sıkıca tutarak çıkmasına engel oluyor,” diye onayladı beni. “Her halükârda bu dönüşüm kaçınılmaz olacaktır Kraliçe. Sonunda bir kral olacak.”
“Bana ve ırkıma düşman mısın?”
“Neden bu soruyu soruyorsunuz? Size asla saldırmam. Bana güvenebilirsiniz. Onun yanında olduğunuz sürece Kraliçe, benim de saygı duyduğum bir hanımefendi olacaksınız.”
“Peki ya onun karşısında olsaydım?” diye sordum yavaşça.
“O zaman maalesef ki nazik ve ince boynunuz ile güzel yüzünüzü taşıyan başınızı birbirinden ayırmak durumunda kalırdım.”
Bu cümle bana hiçbir şey hissettirmedi. Ne korku ne de biraz kaygı. Eskiden olduğum kişi olsaydım, şu an canlı bir cenaze gibi bembeyaz kesilmiş yüzümle korkudan ölecek gibi hissederek Hatem’e bakıyor olurdum. Bir sonraki hamlesinin boynum ile başımı birbirinden ayırmak olmasından ölesiye korkardım. Her hareketini izler, bana verebileceği her zararı hesaba katarak dikkatli adımlar atardım. Şimdiyse sadece bomboş bir yüzle gülümseyip önüme dönerek, “Ya da ben senin gümüş kürkünü simsiyah kömür parçasına dönüştürene kadar yakardım,” dedim. Bu da onu korkutmadı ama bir anlığına tedirgin gözlerle bana baktığını dikiz aynasından görmüştüm; kısa bir bakıştı ama çok şey ifade ediyordu. “Endişelenme Hatem, sonuçta karşımda değil, yanımdasın. Değil mi?”
“Gerektiği sürece Kraliçe,” dedi sessizce kabullenerek.
“Başka arkadaşların var mı?”
“Hayır, ben bu dünyada sadece benim.”
“Ne?”
“Yapayalnızım demek istedim, dilinize çok hakim değilim Kraliçe, ben uzun süre bir yaratığın vücudunda yaşadım. Çok nadir insan vücudunda dolaştım. Yırtıcıların olduğu yerlerde yaşadığım için bir insan olarak dolaşmak akıl işi değildi. Hâliyle dilinizden de uzaklaştım.”
“Peki Manbel konusunda bize yardım edecek birileri yok mudur? Senin gibi?”
“Önce Mega Alfa’nın dönüşmesi, alfalığını ilan etmesi, ardından da sürüsünü oluşturmak için bağlı olduğu insanları bulması gerek.” Kaşlarımı kaldırdığımda Hatem konuşmaya devam ediyordu. “Tüm bunlar çok uzun sürer, bu büyük bir dağılmaya yol açar. Mega Alfa’nın yanınızdan ayrılması demek, Manbel’in onun yokluğunu fark etmesi ve saldırması demek. Manbel bir demon, elbette karşısında bir Mega Alfa olduğunu biliyordur.”
“Bu yüzden Efken’i benden uzaklaştırmaya çalıştı, Semih ve Samuel’i üzerimize yönlendirdi ve beni tek başımayken ele geçirmek istedi,” diye fısıldadım.
“Sanıyorum öyle oldu Kraliçe.”
“Yaren hakkında ne biliyorsun? Bir Gümüş Pençe değil, değil mi?”
“Değil,” dedi sadece, bir şey biliyormuş da susuyormuş gibi dudaklarını sıkıca kapatınca, içimdeki huzursuzluk bir karış daha büyüdü.
“Yaren hakkında bir şey biliyorsun.”
“Senin bildiğinden daha fazlasını değil.”
“Ben ne biliyormuşum?”
“Bu benimle konuşman gereken bir konu değil.”
“Yaren bir Gümüş Pençe değilse, ne?” diye sordum sertçe. “Tıpkı elmas gibi bilmeceler mırıldanacağına biraz elle tutulur cevaplar versene.”
“Cevapları nasıl elle tutacaksın ki?” Ona düz düz baktım. “Elmas mı dediniz? Elmasınızla iletişime geçtiniz mi?”
“Deniyorum.”
Hatem tam dudaklarını aralayacakken arabanın kapısı sertçe açıldı ve Efken soğuğu da beraberinde arabanın içine taşıdı. Kahve kutusunu bana uzatırken, “Benden daha sert değil ama bu da yeterince sert,” dedi, gözlerim gözlerine solgun bir şekilde dokunduğunda duraksadı, bir şey demeden kahve kutusunu alıp başımı sallayarak teşekkür etmiş kadar oldum.
“Sorun ne?” diye sorunca, bakışlarım yeniden maviliklerine kaydı. “Bu it mi bir şey yaptı?” Sorusuyla eş zamanlı olarak Hatem’e doğru dönmüş, Hatem irkilerek koltuğa yaslanıp iri gözlerle Efken’e bakmıştı. Sanki koca bir hayvana dönüşmüyor, o koca dişleriyle boyun parçalamıyor gibi savunmasız görünüyordu. Elimi Efken’in omzuna koyarak, “O hiçbir şey yapmadı,” dedim sertçe. “Sen bugün ekstra saldırgansın. Asıl sen söyle, neler oluyor?”
“Bir şeyim yok,” dedi.
“Emin misin Efken? Hiç öyle görünmüyor da.”
Efken kendi kahvesinden bir yudum alıp arabanın kapısını sertçe kapattıktan sonra, “Hep aynı konular,” dedi.
“Kurulla ilgili araştırma mı yapıyorsun?” Sorum onu hazırlıksız yakaladı, bana donuk gözlerle baktığında, “Varlığını bilmiyorlarsa bile şimdi öğrenebilirler, sence sırası mı?” diye sordum, bu soruyu sorarken içim parçalanmıştı ama başka çarem yoktu. Dört yandan ölüm bıçaklarıyla kuşatılmışken onu başka bir ölüm yoluna sokamazdım. Beşinci bıçağı da ona doğrultmaları demek, ölüm ihtimalinin bir adım daha atarak ona yaklaşması demekti. Bu düşünceyi kafamdan silmeye çalışarak gözlerinin içine baktım. Yılanlar orada değildi, buzdan yarıklar boş ve soğuktu, tıpkı yüzündeki sert ifade gibi.
“Araştırma yapıyorum, kendimi açık etmiyorum. Hem sadece kurulla ilgilenmediğimi çok iyi biliyorsun.” Bakışlarını yola çevirip kahve kutusunu iki bacak arasına koyarak direksiyonu sertçe kavradı. “Manbel konusunda hiçbir şey yapmadığımı düşünecek kadar salak olamazsın. Herkes bir işin ucundan tutmuşken orada durup onun gelişini bekleyecek değilim. Ne sanıyorsun? Hiçbir sik yapmadan onu beklediğimi mi?”
“Gerginsin,” dedim sadece.
“Evet ve sen daha çok gerileyim diye uğraşıyorsun sanki.”
“Bunu yapmıyorum.”
“Sadece gerginim.”
“Gergin olan sadece sen değilsin Efken Karaduman.” Kahvemden bir yudum daha aldım ve son yaşananları hatırladığımda kalbim sakince çarpmaya başladı. Kendimi suçlu hissettim. “Kuruldan bir intikam istiyorsun, biliyorum ve bu intikam alınacak.”
“Alınacak değil,” dedi sertçe. “Alacağım.”
“Alınacak,” diye bastırdım.
“Buna karışmayacaksın.”
“Senin meselen benim de meselem, elbette karışacağım!” Ona doğru dönmemle arabayı hızla çalıştırıp sıktığı direksiyonu sağa doğru çevirmesi bir oldu. Trafiğin içine bodoslama dalan cip sarsılırken kahveyi üzerime dökmemek için sıkıca kavradım. Onun bacaklarının arasındaki kahvenin kapağından dışarı kahve taşmıştı, çok değildi, karton yüzeyin üzerinde bir çocuğa ait güçsüz gözyaşları gibi duruyordu.
“Senin benim meselem diye bir şey yok Medusa, neden anlamak istemiyorsun?” Gözleri beni bulduğunda korna seslerinin yankılar oluşturduğu o caddede hızla ilerliyorduk. Yabancı gözlerin bakışları içinde olduğumuz arabaya beraberinde hayret ve korkuyu da taşıyarak dokunuyordu. Efken gaza basarken gözleri hâlâ bendeydi. “Benim annemi ve babamı öldürdüler. Benim kız kardeşimi öldürdüler. Benim.”
Dişlerimi birbirine bastırıp gıcırdatarak gözlerimi ön cama çevirdim. Verecek cevabım yoktu. Haklıydı. Ne dese, ne şekilde sövse, ne şekilde saldırsa haklıydı. Bu kanlı bir meseleydi ve ona aitti; kanlar dökülmeden, ateşler yanmadan, etraf kül kokmadan bitmeyecekti. Hatta kül kokusu kaybolduğunda bile bir yerlerde devam edecekti.
“Bana bağır çağır ama yanında olmama sakın engel olayım deme,” diye fısıldadım karton kahve bardağını iki avucumun içinde ezer gibi sıkıca tutarken. Ona değil, önümüzde akıp giden yola bakıyordum. Efken konuşmuyordu, sessizliği anlıktı ama buna rağmen sağır ediciydi.
“Yanımda olmak istiyorsan ol,” dedi sonunda. “Çünkü sen yanımdayken, ben kabuğunun içindeki canavardan çok daha fazlası gibi hissediyorum kendimi Medusa.” Bakışları bende değil, yoldaydı; tıpkı benim gibi. Ama benim bakışlarım yolda sabit kalamadı, ona çevrildim, secdeye dokunan bir alın gibi ona dokunan gözlerimin içindeki tüm duygular bulutsuz bir gecede gökyüzünü var eden yıldızlar kadar parlaktı.
“İstemesen de yanında olacaktım zaten.”
“Biliyorum,” dedi gözlerini kırpmadan yolu izlerken. Sonra konuyu tamamen kuruldan uzaklaştırmaya çalışıyormuş gibi, “Mustafa Baba yakında dönecek,” dedi, şaşkınlığa uğramadım ama bir anlığına sustum. Sonunda o yaşlı adamın nereye gittiğini söyleyecek miydi? Ona dikkatle bakmaya başladığımı hissedince, “Zehir Vadisi’ne gitti,” diye cevapladı soru işareti dolu bakışlarımı. “Orada eğer başarabilirse eski bir kabileye ulaşmaya çalışacak.”
“Kabile mi?”
“Evet. Eski bir kurt kabilesiymiş, pek ayrıntı vermedi ama işe yarayacak adamlar olabileceğini söyledi. Eli boş dönmez.”
Hatem, “Düşündüğüm kabileyse onlar yaşlanmayı kabul ettiği için artık dönüşmezler,” dedi. “Dönüşseler bile genç bir Gümüş Pençe kadar işe yaramayacaklardır.”
“İşe yaramalarından çok, kalabalık olmamız önemli. Sahaya ne kadar kalabalık çıkarsan, o kadar çok akıl karıştırırsın.” Efken derin bir nefes aldı. “Gerisini bana bırak Medusa. Bundan sonrası bende.”
Ne demek istediğini anlayamadım ama ona karşı da çıkamadım. Sessizlik birdenbire değil, yavaşça geldi, yolu izlemeye başladığımda bizi bekleyen geleceğin rengini benim belirleyeceğimi biliyordum.
Saatin ibresi bir adım daha attığında, gece çökmüştü, arabanın içindeydik, Kar Ormanı arkamızdaydı ve dağ evi de hemen önümüzde karanlıklara gömülmüş hâldeydi. Karanlığın bir sis gibi çöktüğü araziyi aydınlatan cipin ön farlarıydı, sarı far ışığının içinde iğne gibi düşmeye devam eden kar tanelerini izlerken Efken’in telefonla olan konuşmasını dinliyordum.
Efken telefonu kapatırken, “Yaren’i mi getirteceksin?” diye sordum yavaşça, başını sallayınca kaşlarım havaya kalktı. “Neden?”
“Burada daha güvende olacak. Gözümün önündeyken.”
Semih’in bir başka atağı mıydı onu endişelendiren? Emniyet kemerimi çözmek için tokayı tırnaklarımın arasına alarak kavradığımda Hatem, “İsterseniz kuzeniniz getirilirken içinde olduğu arabayı koşarak takip edebilirim,” dedi, ciddi görünüyordu. Dikiz aynasından ona baktıktan sonra emniyet kemerini çözdüm ve arabanın kapısını açtım, soğuk hızlı ve anlık olarak içeri doldu ama üşümedim.
“Bu sadece daha fazla dikkat çeker,” dedi Efken, sesi sertti. “Semih denen yavşağın onun etrafında olma ihtimalini düşünmek bile istemiyorum. O puştun tüm iç organlarını çıkarmak zorunda kalırım.”
“Eminim bu zorundalık olmaz, sizin için zevk olurdu,” diye fısıldadı Hatem karanlık bir sesle.
Adımımı dışarı atıp, “Yaren’in yanımızda olması en doğru karar ama onu korumak için daha dikkatli olmalıyız. Savaş alanına gelmemeli,” diye mırıldandım. Kar taneleri gecenin üzerini örterek siyaha boyadığı saç tellerimin arasına tutunuyordu.
Hatem, “Peki siz?” diye sorduğunda sorusunun Efken’e yöneltildiğini biliyordum. “Siz ne zaman bedeninizle birleşeceksiniz?”
İçimdeki sessizliği kül etmeye başlayan soru zamanın içinde büyüdükçe büyüdü.
O an, saçlarıma tutunup saçlarımda asılı kalan kar taneleri, yanan gökyüzünden düşen küller gibiydi. Saçlarımın arasında soğuyan külleri hissederken saatin ibresinin kökünden sızan kan, sayıların üzerini kirleterek zaman kavramımı yitirmeme neden oluyordu. Kar bir anda daha da telaşlı bir şekilde yağmaya başladı. Buradaydım ama değildim; karanlık odadaydım, o odadayken aynı anda karanlık bir sokakta yavaşça esen rüzgâra kapılan bir roman sayfasıydım, düşen kar tanelerinden en soğuk olanıydım, diğer yakada doğan güneşin tenine sinmiş siyahlıktım. Kendimi birdenbire anılarımdan birinde, yatak odasında buldum. Yatağın kenarına oturmuş, ay taşlarının süslediği sandığı izlerken düşüncelere dalmış hâldeydim. Elmas bana bir şeyler söylüyor ama ben onu anlamıyordum, bu yüzden kendimi eksik ve aptal gibi hissediyordum.
Sandığın kapağını açtığımda onu anlamayacağımı biliyordum.
En soğuk kar tanesi olarak bir yerde gökyüzünden yeryüzüne hızla düşmeye devam ediyordum. Hâlâ o roman sayfasıydım ve başka bir karanlık sokakta savrulmaya devam ediyordum, güneşi lekeleyen karanlıktım ve gölgelere hükmediyordum; o an her yerdeydim ama en çok da burada, bu yatağın üstünde, belirsizliğin tam ortasında, araftaydım.
Elmas bana, “Güzelsin ama parıltıların eksik,” dedi, “güzelsin ama elmasların eksik.”
Bu, sanki o an yaşadığım anıdan sızarak şu ana doğru gelen, bana doğru kıvrılarak ilerleyen bir sesti. Ses, zamanın üzerinde bir derinin üzerinde kayan neşter gibi kaymıştı.
“Güneş çok parlak ama sen güneşten de parlaksın, güneş sıcak ama sen güneşten de sıcaksın,” diye fısıldadı bir ninni gibi. “Cehennem ateşi, güneşin ateşinden bile sıcaktır.”
Kar tanelerinin saçlarıma tutunduğunu hâlâ hissedebiliyordum ama ben o an, o odada, o yatağın üstünde, elimde elmasın ağzı açık sandığıyla oturuyordum. Küçük bir kız çocuğu kafamın içindeki tüm odaların kapılarını çarparak koşmaya başladı. Birini arıyor gibi değil, birinden kaçıyor gibi koşturuyordu. Düşünceler, kırılmış kemiklerin sonunda kaynaması gibi birleşerek yavaş yavaş bütünün bir parçası hâline gelmeye başlamıştı. Birleşerek netleşen düşüncelerin etrafındaki sis bulutu usulca havada süzülerek silinirken elması izliyordum.
Elmas bana bedenimle birleşmem gerektiğini fısıldıyordu.
Elmas bana, elmas yılanın bir bütünü olmam gerektiğini fısıldıyordu.
Elmas bana, cehennem ateşinin sahibinin ben olduğumu fısıldıyor; elmas bana o ateşle güneşi bile yakıp küle çevirebileceğimden bahsediyordu.
Küçük kız kapıları çarpmayı bıraktı, kaçmaktan vazgeçti ve teslim oluyormuş gibi kafamın içindeki karanlığı izlemeye başladı. Birkaç saniye sonra o küçük kız çocuğunun arkasında Medusa duruyordu; beyaz bir elbisenin içindeydi, saçlarının uçlarından aşağıya doğru sarkan yılanların boyunları kabarmıştı, çataldan dilleri dışarıdaydı. Küçük kız çocuğunun omzuna elini koydu, uzun tırnaklarını o an gördüm, kan kırmızısına boyalıydı. Yüzü ifadesizdi, kız çocuğu ile birlikte karanlığı izlemeye başladılar.
Sonra, izledikleri karanlığın ben olduğumu anladım.
Gözlerimde yanan alevlerle, “Bedenimle birleşmeliyim!” diye çığlık attığımda, Hatem birden arabadan fırlayıp kollarımı kenarlarından tutarak düşmeme engel oldu. O bunu yapana dek, ben düşmek üzere olduğumun farkında bile değildim. Efken birkaç saniye sonrasında tam önümde duruyordu, beni belimden kavrayarak kendine çektiğinde, tenimin üzerinde kayan bıçak keskinliğindeki elleri beni sakinleştirmedi. Onu itip hızla verandanın merdivenlerini tırmanmaya başladım. Efken arkamdan geliyordu.
Verandaya çıktığım an beni belimden yakalayıp, “Neler oluyor Medusa?” diye sordu, öfkenin de bir sarmaşık gibi dolandığı dehşet verici korkusunu içimde hissettim. Bacaklarım havaya kalktı, çırpındım ve onun tutuşundan kurtulmaya çalıştım ama o beni bırakmadı.
“Bırak!” Emrettiğim an, kollarının güçsüzlüğünü hissettim ve yere zıplayarak ondan kurtuldum. “Onu nasıl yeneceğimi biliyorum!”
“Ne?” Bana onu yakmışım gibi bakarken kolunu tutuyordu, bir an gözlerim koluna kaydı ve hissettiğim boşlukla, “Üzgünüm,” diye fısıldadım. “Ben mi yaptım bunu?”
“Sadece anlık yandı.” Dik durdu. “Ne demek istiyorsun?”
“Elmasın bana ne demeye çalıştığını anladım!”
“Ee?” Efken kaşlarını çatmıştı. “Nasıl?”
“Bedenimle birleşmem gerek,” dediğim anda Efken’in kaşları havaya kalktı ve başını sol omzuna yatırarak bana baktı. İşte o an, Efken’in de zihnindeki eleğin paramparça olduğu, mantığın kafamızın içine geri oturduğu andı.
“Elmas yılan,” diye fısıldadı. “Senindi.”
“Sana söyleyecektim ama elek vardı,” dedim parmağımı şakağıma bastırarak. “Tehlikeye atamazdım. Üstelik bir şeyler bizi hep durdurdu. Bizi durduran elekti. Artık elek yok Efken. Birleşmem gerek.” Tam sırtımı dönecektim ki beni kollarımdan tutup sertçe kendine doğru çevirdi. “Bıraksana,” diye inledim. “Durmamalıyız, gece yarısına çok az kaldı, gidip pentagram yaparak onu çağıracağım.”
“Ne?”
“Pentagram ona kendini güvende hissettiriyor, üstelik elmas bedenle birleşmemden korkuyordu, en başından beri korkusu bu olmalıydı.” Bana çıldırmış birine bakıyormuş gibi bakan Efken’e yalvarıyor gibi bakarak karşılık verdim. “Pentagram yaptığımda beni bedenin etrafında yalnız sanacak. Hatırla, pentagrama bir aptal gibi güveniyor, onun için tılsım, bir şans işareti sanıyor. Yalnız olduğumu düşünecek, ben elmas bedenle birleşmeden hemen önce gelecek. Beni hissedecek, bedene yakın olduğumu hissedecek, pentagram da güvenini sağlayacak. Belki yalnız bile gelebilir.”
“Bu bir intihar girişimi,” dedi Efken ifadesiz bir sesle. “Buna izin vereceğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Böyle bir şey asla olmayacak.”
“Senden izin istemedim ki.” Bir adım geri çekilip çatık kaşlarla ona baktım. “Senden izin mi istedim ben? Ne intiharından söz ediyorsun?”
“Bu gece bunu yapacak olman koca bir aptallık,” dedi sertçe. “Aklını mı kaçırdın? Herkes toplansın, öyle.”
“Farkında değil misin? Hâlâ saldırmıyor. Sence neden? Daha büyük bir ordu kurmak için. Eninde sonunda bedenle birleşmek için harekete geçeceğimi biliyor, o bir korkak ama işgüzar bir korkak, ordusunu genişletmek için bizi oyalıyor!”
“Bebeğim, beni dinle.” Beni durduran kelimelerine rağmen ona buzdan gözlerle baktım. “Biliyorum, her şeyin farkına varmak ateşini harladı ama durmak zorundasın Mahi.” Bana beni yatıştırmak istiyor gibi bakıyordu. Ağırlaşan kalp atışlarımı hissettim, göğsümün içinde boğulur gibi siliniyorlardı, daha sonra ateş yeniden gelerek kalp atışlarımı güçlendirdi.
“Beni durdurman hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Sadece daha fazla yara almamıza neden olacak. Onu tek başıma yenebilirim, neden anlamıyorsun?”
“Şüphem bile yok Medusa, yenebileceğini demiyorum, yeneceğini diyorum, yeneceğini zaten biliyorum ama fevri davranıyorsun. Bu sadece galibiyeti geciktirir.” Bana doğru bir adım attı. “Yanına kimleri aldı bilmiyoruz, ordusu ne büyüklükte bilmiyoruz, yalnız geleceği ihtimalini düşünerek kendini böyle bir ateşin içine atamazsın. Bana ben ateşim deme, ben çok ateş gördüm, kendini küle çeviren. Kendini kendi ateşinle yakmana göz yumamam küçük kızım.”
“Ama…”
“Yarın gece,” dedi. “Şafağa çok kalmadan.”
Gözlerinin içine ona inanmak istiyor gibi baktığımda başını salladı.
“Her sözüm neydi?”
“Yemindi,” diye fısıldadım.
“Karşısına gözü dönmüş küçük bir kız çocuğu olarak değil, gücünün farkında yetişkin bir kadın olarak çıkacaksın.”
Hissettiğim güvenin katlanarak çoğalıp beni yıkarak tüm benliğimi doldurduğunu hissediyordum. Başımı sallarken gözlerim parlıyordu, bunu gördü ve bu onu belli belirsiz gülümsetti. Yine de gözleri tedirgin bakıyordu, bunu görebiliyordum.
Hatem, “Kokularından bulup hepsine haber verebilirim,” dediğinde Efken, “Hepsini arayacağız, sen kendini yorma pire torbası,” dedi ve Hatem başıyla onu onayladı.
Gece yeryüzüne akarken zihnimdeki tüm bilgi eve gecenin yeryüzüne aktığı gibi akarak gelen arkadaşlarıma benim tarafımdan sunuldu. Hiçbir şeyi gizlemedim, olduğu gibi anlattım. Bir pentagram yaparak ona kendini güvende hissettireceğimden bahsettim, bedenimle birleşeceğimi anlayacağı için hemen geleceğini söyledim, tek biri farklı bir şey savunmadı. Cehennemin ateşine sahip olduğumu söylediğimde şaşkınlık o kadar derindi ki, Crystal bile aralık dudakları ve ne diyeceğini bilemediğini ortaya koyan bakışlarıyla şaşkına uğramış hâldeydi. Ceyhun ve Ulaş hâlâ dönmemişlerdi ama tüm olanlardan haberleri oldu; yarın gece için sözleşildi.
Kenneth’e göre bu üzerinde biraz daha düşünülmesi gereken bir plandı ama yine de pentagram konusunu akıllıca bulmuştu. Axel ne olursa olsun saldırmaya hazırdı, Nora intihar planına uyacağını söylemişti ama ona aldırış etmemiştim, bu ona göre intihar olabilirdi ama ben ne yaptığımı biliyordum. Diğerleri ise sessizdi. Dışarıda bir kurt formunda nöbet tutan Hatem’in bile konuyla ilgili herhangi bir yorumu olmamıştı.
Yaren’in sabah eve döneceğini öğrendiğimde kendimi hiç olmadığım kadar gergin hissettim çünkü onu tekrar bir kaosun ortasında savunmasız hâlde görmekten korkuyordum. Hepimiz kendimizi bir şekilde savunabilirdik ama Yaren tamamen amatördü, üstelik gördükleri onda nasıl travmalara sebep olurdu bunu da sadece Allah bilirdi.
Güneş doğduğunda benim için daha iyi bir gün başlamıyordu, çünkü olduğum yerde güneş hiç doğmuyordu; doğsa bile gökyüzünü kanın rengine boyardı. Efken şöminenin ateşini yaktığında elimde bir şarap kadehiyle koltuğun ucunda oturuyordum, şöminede yanan ateşin ışığı odadaki karanlığı yok edemiyordu. Sezgi ve diğerleri yerde oturuyorlardı, ortalarına aldıkları büyük beyaz bir kanvasın üzerini keçeli kalemle çiziyorlar, duracakları noktaları işaretleyerek nasıl saldırmaları gerektikleri hakkında konuşuyorlardı. Bu ortamda kendimi hem çok yabancı hissettim hem de bu ortamın yaratıcısı gibi hissettim.
Efken’in konuyla ilgili yorumları yoktu, esasen ortamdaki kimsenin onun kafasından geçenleri bilmediğini biliyordum. Bazıları Efken’in bu savaşı küçümsediğini düşünüyor olabilirdi, bazılarıysa son âna sakladığı bir hamlesi olduğunu düşünüyor olmalıydı. Kimse ona neden bir canavara dönüşmediğini soramadı, kimse savaş alanına nasıl geleceğini, ne yapacağını soramadı. Herkesin bildiği bir şey varsa, o da Efken’in yenilgiyi asla kabul etmeyeceği ve her zaman sadece ikinci değil, üçüncü, dördü, beşinci hatta altıncı planı olacağıydı. Onu tanımayan yabancı müttefiklerin bile bunu bildiğinden emindim.
Yüzümde sakin bir ifade vardı. Ama kalbim karanlık bir kasırganın ortasında yapayalnız ve savunmasızdı.
Savaş planı yapılmaya devam ederken kendimi dağ evinin verandasına attım, dışarıda ince ama sık yağan karı izlerken elimdeki kadehle verandanın merdivenlerine oturdum. İçimde hem yangını hem de soğuğu aynı anda hissettiğim anlardan biriydi. Gözlerimi şarap kadehine indirip yarın ne yapmam gerektiğini düşünürken, zihnimde büyüyen o çığ gibi düşünceler hızla yıkılarak üzerime gelmeye başladı, ben çığların altında kalacağımı hissettiğim anda bile eski bir anıya tutundum. Bu anıda annem saçlarıma dokunuyordu, gür saçlarımın arasında dolaşan parmaklarının hissettirdiklerini hatırlıyorum; annem tıpkı içinde olduğumuz karanlık oda kadar sessizdi.
Öyle sessizdi ki, sanki hiçbir şeyi bilmiyorken bile birçok şeyi bilen kişiydi.
Her zaman gözlerinde durgun bir ifade görürdüm, bakışları kaybolmuş bir insanın gözlerinden emanet alınmış gibiydi. Sessizdi ama tedirginliğini bana her baktığında ruhumun derinliklerinde hissederdim. O tedirginliği şimdi daha net hatırlıyorum, sanki dün gibi gelen tüm yaşananların içinde parlayan eski bir yıldız gibi hatıralarımın arasından kayıp gidiyordu. Sanki annem benim için korkuyordu ama bu korkuyu neden hissettiğini bile bilmiyordu. Bir içgüdüden ibaretti, içini dürtüp duran bir iğne gibiydi, hissediyordu ama nedenini bir türlü anlayamıyordu.
Sanki bir gün başıma gelecek her şeyi hissediyordu ama başıma gelecekler hakkında hiçbir şey bilmiyordu.
Parmakları saçlarımın arasında dolaşırken, “Mahinev,” demişti bana o anıda, sanki sesi karlarla kaplı kara ormandan geliyormuş gibi oturduğum merdivenlerde biraz daha küçülüp omzumun üstünden ormana doğru baktım. Orada, karanlık ağaçların içinde bir oda vardı, annem ve ben o odadaydık. O anının içinde hâlâ bir aradaydık. “Seni babana benzetiyorum.”
Gülümsedim. İnsan gülümserken kan kaybediyormuş gibi hisseder miydi? Hissediyordum. Dalgın gözlerle saçlarıma dokunurken, ruhundaki sessizlik zincirlerini kırıp konuştuğu o kısıtlı anlarda böyleydi işte. Ya tamamen iki yabancı gibi konuşurduk ve aramıza giren o köprüde yükselen alevlere çaresizlikle bakar, birbirimize gidemiyor oluşumuzun acısını yaşardık ya da koca bir sessizliğin içinden bana uzanan elleri bana her dokunduğunda bende babama ait bir iz bulurdu.
Sezgi’nin geldiğini hissettim ama gözlerimi ormandaki odada annemle olmaya devam ettiğim anıdan ayıramadım. Onu özlediğimi hissettim. Bu gece, ona duyduğum özlemin içimde anılarımızdan oluşan çıralar olup tutuşarak beni yakmaya başladığı geceydi. Sezgi yanımdaki boşluğa bakarken, “Dalgınsın,” diye fısıldadı.
“Hepinizi sürüklediğim yangın yerine gitmeye bu kadar hevesli olmam normal mi?” Sorum onu hazırlıksız yakalamış gibi yüzüme bakakaldı. Yeşil gözlerine çok kısa baktıktan sonra gözlerimi şarap kadehinin içindeki içine kar tanesi düşmüş şaraba indirdim. Bu kar tanesinin nereden geldiği hakkında bir fikrim yoktu.
“Bizi sürüklediğini düşünüyorsun ama Manbel’in yaptıklarının etkisini buradaki herkes hissedecek. Gökteki depremi hatırlıyor musun?” Beni rahatlatmak istediğini bildiğim için ifadesiz kalmayı seçtim. “Yapma Mahinev, Asreman Yırtığı senin suçun değildi. Bilerek yapılmış bir şey değildi.”
“Efken’i öpmeseydim oluşmayacaktı.” Gözlerimi şarabın içinde kanın içinde yüzüyormuş gibi görünen ve hayret verici bir şekilde hâlâ erimeyen kar tanesinden çekmiyordum. Sezgi’nin yüzüne bakacak gücüm yoktu. Onun soyundan, tamamen soyundan olmasa da onun türünden iki insanın ölüm nedeniydim; üstelik aralarından birini kısa süre önceye dek ailesi olarak görüyordu.
“Duygularını mı suçluyorsun canım?” Sezgi elini omzuma koydu, uzun tırnaklarını kazağımın içinde hissettim, yumuşak bir şekilde omzumu sıkarak, “Duygularını suçlama,” diye fısıldadı. “İnan bana, seni öpmek demek dünyanın sonunu getirmek demek olsaydı bile Efken seni öperdi. Ve bundan tek bir anlığına bile pişmanlık duymazdı.”
“Çünkü bencil bir hıyar,” dedim gülümsemeye çalışarak.
“O kadar üstüne bastın ki ayağının kalıbı çıkmış olmalı…” Kıkırdadı. “Efken işte. Gözü kara. Hissettiği her şey için her şeyi yapabilecek bir adam. Cadı avcısıyım diyerek boynumu nasıl kırdığını hatırlıyor musun? Eğer o boynumu kıracak cesareti göstermeseydi, Ceyhun ben ayı ortadan ikiye de bölsem benim bir cadı olduğuma inanmayacaktı. Efken’i suçlama Mahinev. Ne kendini ne Efken’i ne de kabul edilmesi güç olan duygularınızı. Efken cesurdur ve cesurlar bazen büyük aptallıklar yapar. Yine de bu yaşananda ikinizin de suçu yoktu.”
“Onu suçlamıyorum. Kendimi de suçlamıyorum. Bilseydi bile yapardı dedin, ben bilseydim cesaret edebilir miydim bilmiyorum.” Derin bir nefes aldım ve “Beni korkutan, biliyor olmama rağmen yapacak olma ihtimalimi düşünmek,” diye fısıldadım. Onun kızıl bir lav olan dudaklarına dokunan dudaklarımı düşününce gözlerimi yumup iç çektim. “Biliyor musun? Yapardım. Bu da beni cesur bir aptal yapıyor.”
“Yarın Manbel defterini kapatacağız kızım,” diye gaz vermeye çalıştı bana. “Sonra da onu istediğin kadar öpeceksin. Asreman Yırtıklarına koca birer orta parmak göstereceğiz.”
“İşe yarayacak, değil mi?”
“Elması anladığını söyledin, bedenini alacaksın. Nasıl olacak bilmiyorum ama bedeninle bütünleşeceksin. Sonra da onu yeneceksin. Yeneceğiz.”
“Ya gelmezse? Pentagram yaptığımda gelmezse?”
“Elbet gelecek. Yarın gelmese bile bir gün gelecek, belki de geldiğinde çoktan bedeninle bütünleşmiş olman onu çok daha kolay haklamamızı sağlar.”
“Yarın olsun istiyorum. Efken’in karşısında haksız görünmek istemediğimden değil, onu hayatımızdan silmek istediğimden.” Şarap kadehini parçalamak ister gibi kavradım. “Efken’i ortadan kaldırmak istedi. Benden uzaklaştırmak, onu onun ailesinin ne olduğunu bilen kurulun eline atmak istedi. Bir doğaüstüyü kolayca öldürebilen adamların onu öğrenmesini istedi. Onu gebertmek istiyorum.”
“Neler diyorsun Mahinev?” diye fısıldadı Sezgi ürpererek. “Ne demek ailesinin ne olduğunu bilmeleri?”
“Efken senin gibi bir reenkarne değil Sezgi, o normal bir ailede dünyaya gelmedi,” diye fısıldadım. “Annesi ve babası birer doğaüstüymüş.”
“Ve insanlar tarafından öldürüldüler?”
Dudaklarımda kan kızılı bir sessizlik oluşmadan hemen öncesinde, “Bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Kuruldakiler insan mı yoksa başka bir şeyler mi, bilmiyorum.”
“Efken’den haberleri var mı?”
“Sanırım yok. Şimdilik.”
“Orospu çocuğu,” diye tısladı, Manbel’den bahsettiğini anlamam için orospu çocuklarının olduğu bir listeden elemeler yapmama gerek yoktu, şu an konumuz tek bir orospu çocuğuydu ve bunun ne annesi ne de babası ile ilgisi yoktu.
“Onu mahvedeceğim,” diye fısıldadım.
“Siz bunları nereden öğrendiniz?” Sezgi dağ evinin diğer cephesinde nöbette olan kurda doğru bakarken, “O mu anlattı her şeyi?” diye sordu.
“Evet.”
“Peki Efken?”
Durgun gözlerle Sezgi’ye baktım.
“Yıkıldı ama belli etmedi, değil mi?”
“Sanırım,” diye fısıldadım. “Babasının vurulduktan sonra iyileşeceğini düşünerek onu yatağın altına saklayıp sonra da iyileşememek üzere derin bir uykuya daldığını öğrenmesi nasıl hissettirdi bilmiyorum. Ben bile kendi içime yıkıldım. Eğer babasını krom kurşunla ölümcül yaralayıp evi yakmasalardı, babası şu an hayatta olacaktı. Annesi de öyle.”
“Pentagrama çekilecektir,” diye fısıldadı Sezgi, sanırım konuyu değiştirmeyi benden bile çok istiyordu. Aile onun için kanayan bir yaraydı. Hem insan olan ailesini hem de yıllar önceki ailesini ona geride ölüm denen bir yara gibi bırakmışlardı. Aile, Sezgi için çok önemliydi. Bir gün aile olmak istediğini biliyordum. Bir yanı bu düşünceden delice korksa da bir yanı bu düşünceye çekiliyordu. “Pentagram onun için bir şans, bir totem. Bedenine yaklaştığını bilecek, totem de onu çağırıyor olacak, en hazırlıksız olacağı anlardan biri bu. Kullanırsak savaşmamıza gerek bile kalmaz.”
“Sezgi, ben kendime güveniyorum. Ben onun karşısına çıkabilirim. Ama yalnız gelmeme ihtimali beni korkutuyor. Ben onun karşısındayken size ne olacak?”
“Yeni yetme bir cadı olabilirim ama kendi götüme sahip çıkabiliyorum,” dedi alayla, yine de gözlerinin arkasında bir insanı seviyor olmanın ağırlığı küçük bir kız çocuğunun bedeninin içine gizlenmiş beni izliyordu. Kendisi için değil, Ceyhun için korkuyordu.
“Ceyhun için endişeleniyorsun.”
“Sen Efken için endişelenmiyor musun?” diye sordu, soruma soruyla verdiği karşılık kalbimi sancıyla doldursa da sadece gözlerimi kırpıştırıp boşluğa indirdim.
“Ceyhun ve senin arandaki ilişki gerçek bir ilişki. Bizim aramızda sadece belirsizlik ve parçaları zihnimize batan bir geçmiş var.” Kelimelerin bu denli yaktığını Efken’le öğreniyordum. Ona dair, onunla ilgili, içinde onu saklayan kelimeler nasıl olurdu da bir bıçak gibi içime saplanıp, sanki o bıçağın sapı tanrının avuçlarındaymış, tanrı işlediğim her günaha karşılık olarak sapı yavaşça çeviriyormuş gibi hissettiriyordu? İçimde onun açtığı bir yara ve koca bir boşlukla, “Bana bir isim vermesini değil, bana ismimle seslenmesini isterdim,” diye fısıldadım.
“Sana isminle seslenmek, belki de onun hayatında sana verdiği yere artık bir isim koymak demektir Mahinev.” Sezgi elini omzumdan çekti. Boşluğun içimde dolaştığını hissediyordum. Sanki kendine ait bir bedeni vardı. “Efken ile aranda olanlara belirsizlik diyemezsin. Çünkü dışarıdan size baktığımda, belirsizlik dışında her şeyi görüyorum. Öfkeyi, kırgınlığı, şefkati, nefreti…”
Bir diğer kelime için dudaklarını aralayacağını hissettiğim anda, “Lütfen,” diye fısıldadım. “Devam etme Sezgi.”
“Kaçacak mısın?”
“Kaçabildiğim yere kadar.”
“İstersen sonsuza kadar kaçabilirsin, yine istersen bir adım sonra ondansındır.” Gözlerine ulaşmayan bir tebessüm dudaklarına sindi. “Belki kafanı karıştıran eskiden olduğunuz insanlardan çok farklı olmanızdır, belki de geçmişte yaşadıklarınız yüzünden ona bu kadar yakın olduğunu düşünüyorsundur. Ama onu kirpiklerinin arasından gizlice izlemek yerine, gözlerini tamamen açarak izlersen, o zaman hiçbir şeyin geçmişle ilgisi olmadığını anlayacaksın. İnsanlar araya yıllar girdiğinde de birbirini özleyebilir bu doğru ama araya başka bedenler girdiğinde, özlem bazı duyguları saklamak için yeterli olmaz. O bedenlere çok benzeyen ama içinde daha farklı bir şekilde büyümüş ruhlarla yeniden buradasınız. Ve içinde yetiştirip gizlediğin hiçbir şey geçmişten gelmiyor.”
Geçmişte Efken’i sevdiğim için şimdi de sevecek değildim. Haklıydı. Eğer bir gün onu seversem… Onu seviyorsam… Kaşlarımı çatarak bu düşünceyi hızla kafamın içindeki bir karanlığa doğru itip gözümün önünden çektim. Karanlığa sakladığım bu düşünce bir gün gerçek olursa, onu seven tarafım geçmişteki değil, şimdideki tarafım olacaktı. Geçmiştekine çok benzeyen bir bedende yeni bir ruh yetiştirmiştim. O da öyle yapmıştı. Bu ruhlar yeniden birbirine tutunursa, işte o zaman geçmiş sadece yaşanıp bitmiş bir masala dönüşebilir, esas olan şimdinin içinde yeşerirdi. Niginimize sarmaşık gibi dolanan yeni özelliği hatırlayınca, İbrahim’in zihnimde asılı kalan cümleleri onun sesine tutunarak kafamın içine yayıldı.
Sezgi yanımdan geçip gittiğinde, kadehin dibinde kalan son yudum şarabı da içtiğimde ve evden birer birer silinen insanların arabalarına binerek uzaklaştıkları anları dalgın gözlerle izlediğimde bile Hatem orada durup nöbet tutmaya devam etti.
İçeri girip boş kadehi mutfağa bıraktım. Karanlık mutfakta bir süre bekledim. Evin içine sinmiş o sessizliği dinlerken onun nefes seslerini aradım ama duyamadım. Mutfaktaki saate kayan gözlerim akrebin üçün üzerinde durduğunu görmemle yavaşça kısıldılar, yelkovan bir adım daha ilerleyip ikinin üstündeki uzun çizginin hizasında yerini aldı. Saat sabahın üçüydü, her yer hâlâ karanlıktı. Ne sabahtı ne de geceydi, şafak bile kaybolmuştu, sanki gökyüzü terk edilmiş bir mezarlıktı.
Bir melodi…
Onun parmaklarında canlanarak bir kadına dönüşen o ezgi, çıplak parmaklarının uçlarında yükselerek evin zemininde yürümeye başladığında, her bir notada saçları daha da uzayarak beline, kalçalarına, bacaklarının iç kısımlarına, bileklerine kadar salınıyordu. Notaların içime bıraktığı hisler inanılmazdı. Hem çıkmazda hissettiriyor hem de yolumu aydınlatan bir fenere dönüşüyordu. Sanki ben koca bir okyanusta tek başımaydım, su boğazımı aşıp ağzımın içine doluyordu ve o sonsuz karanlığı az ilerideki bir deniz feneri bölerek ikiye yarıyordu.
Onun varlığı, var ettikleri, bana karıştırıp benden bir parçaya dönüştürdükleri o karanlık okyanusu ışığıyla yaran deniz fenerini anımsatıyordu.
Tüm kuvvetimi toplayıp, belki de bu gece hissettiğimden daha ağırlarını hissedeceğimi hesaba katarak tıpkı o notaların var ettiği melodi tenli kadın gibi parmaklarımın ucunda yükselerek karanlık hole çıktım. Piyanonun olduğu odaya giderken o kadar sakin görünüyordum ki, dışarıdan beni izleyen biri intiharın eşiğinde olduğumu düşünebilirdi. Bazen sakinlik, intiharın ruha attığı ilk fırça darbesiydi.
Piyanonun olduğu boş odada duvara monte edilmiş aynadaki yansımam bana baktı ama ben ona bakmadım.
Onu parmakları piyanonun üzerinde bir ölüm dansı sergilerken buldum. O ölüm resitaline ait hissettim. Ona yaklaştığımı fark etti ama konuşmadı, onun yerine ruhu konuştu; parmakları da ruhunu bana döktü. Onun parmaklarında doğan melodilerin tamamının ruhunun kanıyla ıslandığını biliyordum. Gözlerim piyanonun üstünde birbirinin içine geçmiş gibi duran iki alyansa dokununca göğsümün yarıldığını sandım. Eğer bana bakmıyorken bile beni görüyor olduğunu bilmeseydim, o an, tam da o sırada elimi kalbime bastırarak bu hissin dışarı taşmasına mani olmaya çalışırdım.
Sanki bu resital bizim için değildi. Azra ve Baran içindi. Bu resital, o gece bir yangının ortasında yaralı derisini arkasında bırakan iki yılan gibi içinden çıkarak geride bıraktığımız o çifte aitti. Alyanslara bakarken ağlamanın bu kadar eşiğinde olduğumu nereden bilebilirdim ki? Sanki bu alyanslara bakmak, intiharın ta kendisiydi.
Piyanonun önünde durup alyansları elime aldım, o piyanoyu çalmaya devam ederken ben alyansları izledim. Biri diğerinden daha küçük olan, beyaz altından alyanslar ay kadar parlaktı. Alyansları izlediğimi fark ettiğinde gözlerini kaldırıp bana baktı, parmakları tuşların üzerinde akıp giden bir su gibiydi. Melodi içimi acıtmaya başlamıştı, sanki ben alyansı izlerken o da acı çekmeye başlamıştı ve bu acı, parmak uçlarındaki nabızdan kayıp melodilerin içine düşmüştü.
“Bir geceliğine Azra olmak güzeldi,” diye fısıldadım, çünkü konuşmasam artık içimde tuttuğum her duygu, bastırdığım her his boğazıma yapışıp beni boğarak öldürmeye çalışacaktı.
Cevap vermedi, piyanonun tuşlarına hislerini gömmeye devam etti.
“Senin hayatında bir gün Mahinev olabilecek miyim?” diye sordum, bu soru dudaklarımdan düştüğü an yere çarpmış ve camdan bir vazo gibi parçalara ayrılmıştı. Efken’in gözlerinin parmaklarımda duran alyanslardan ayrılıp yüzüme sertçe yerleştiğini hissettim. Gözlerine bakamadım çünkü benim felaketim oradaydı, onun gözlerindeydi, onun gözlerine sis gibi çökmüş duygulardaydı. Gözlerinin içine bakma cesareti geldiğindeyse, o uçurum mavisi gözlerinin kenarında duruyordum, o uçurumun boşluğuna atlayacak gibiydim.
“Olamayacak mıyım?”
Sorumdaki çaresizliği görmüş gibi gözlerini kıstı. Tuşlardan birine o kadar uzun süre bastı ki, o iç acıtan melodi bir anlığına korkularımın oynadığı bir sahneye dönüştü. Parmağını tuştan çekip hareketlerini sona erdirdiğinde ise çöken sessizlik içimi ateşe vermişti.
“Sen benim hayatımda aklına gelebilecek ve gelemeyecek her şeysin.”
Sesindeki o soğuk çaresizlik birdenbire daha büyük bir acıyla dolmama neden oldu.
“Bana güveniyor musun?” diye sordum çaresizce, bunun cevabını ondan duymaya ihtiyacım vardı. Bir yanım onun güvendiği tek kadın olduğumu haykırsa da benim bunu ondan duymaya gerçekten çok ihtiyacım vardı. Bu ihtiyacı gözlerimde gördü. Gördü ve ihtiyacım olanı sırf ihtiyaç duyduğumdan değil, gerçekten hissettiğinden bana vermeyi seçti.
“Daima öylesin.”
“Daima öyleyim,” dedim.
“Bu cevap, başı ve sonu yok, sonsuz demek. En başında da öyleydin, en sonunda da öyle olacaksın. Gittiği yere kadar değil, gittiğim veya gittiğin yere kadar da değil. Öldüğüm yere kadar.” Ellerini dizlerinin üzerine koydu ve gözlerini kaldırıp yüzüme bakmayı sürdürdü. “Sen benim inandığım tek kadınsın.”
“Manbel’i yeneceğim.”
“Şüphem olduğunu düşünüyorsan kendini en yakın duvara çarp,” dedi dudağında neşeden uzak bir kıvrımla.
“Yarın harekete geçeceğim için bana kızgın mısın peki?” diye sorup gözlerimi parmaklarımın arasında tonlarca ağırlığa sahipmiş gibi hissettiren alyanslara indirdim. “Bu yaptığımın başına buyrukluk olduğunu düşünüyor musun? Dürüst ol.”
“Ben her zaman dürüstümdür,” dedi keskin bir sesle. “Sana kızgınım, evet. Diğer soruya cevabım da evet, kendi başına buyruksun.”
“Ve?”
“Ve buna rağmen senden yana biraz bile şüphem yok. Sadece, eğer zarar görecek olursan, işte o zaman sadece yeryüzündeki şeytanlar değil, cehennemdeki şeytan bile benden korksun.”
“Küçük yavru bir kaplan gibi hissettiriyorsun bana,” diye fısıldadığımda kaşlarını çattı. “Gücümü ispatlamak için tehlikeye yürüyorum ama arkamdasın, sinsice beni takip ediyorsun, önüme çıkan her şeyi korkutarak kaçırıyorsun ve ben onların benden korktuğunu sanarak yürümeye devam ediyorum.” İkimizi öyle hayal etmek beni gülümsetti ama bir yanım öyle buruktu ki, gülümserken ağlamaya en yakın hâlimde olduğumu anladım.
Bu hayal onun da zihnine çizilmiş gibi gülümsedi. “Gerektiğinde arkanda, gerektiğinde yanında yürürüm,” dedi. “Ama sen istemediğin sürece önüne geçmem.”
İnsanların ruhları birbirini tanıyabilirdi, bazen öyle şeyler yaşanırdı ki, iki ruh birbirine çekilen mıknatıslara dönüşebilirdi, elbette olabilirdi. Ama onun ruhu ve benim ruhum ortak bir acıdan değil, ortak bir geçmişten birlikte çıkıp gelmiş olmasalardı da birbirlerini tanırlardı. Bunu hissediyordum. Bunu biliyordum. O, bir dalı kırılsa ormanı yakabilecek bir ağaçtı, ben onun bir dalı için kendimi feda edebilecek bir ormandım; şartlara göre bazen ben o ağaç oluyordum, o da benim için kendini feda eden orman. Sanki onunla birbirine çok benzeyen ama öte yandan birbirine bir o kadar da benzemeyen iki kişiydik.
Oturduğu yerden kalktı. Bana doğru bir adım attığında tek kelime etmeden gözlerinin içine bakıyordum. Elimde tuttuğum alyanslara baktığını gördüm, sonra gözleri yeniden gözlerime dokundu ve zaman onun gözlerinde durdu.
“O yüzük parmağında kalsın ister miydin?” diye sordu, bu sorunun onun içini yaktığını hissettim. Bu soru benim de içimi yaktı. Bakışlarım alyanslara inerken sessizdim. Düşüncelerim tek bir noktada kalmıyordu, birbirinden ayrılarak zihnimdeki karanlık okyanusta yüzmeye başlayan ada parçaları gibiydiler. “Neden bir cevap vermiyorsun?”
“Sen nasıl bana ismimle seslenemiyorsan, ben de sana bunun cevabını veremiyorum.”
“Demek ki çok istiyorsun.” Kalbim hızla çarptı, bu demek oluyordu ki, o da bana Mahinev demeyi çok istiyordu. İstiyor muydu? Kafamı kaldırıp ona umutla baktığımda, “Bana bunu yapma,” diye fısıldadı. “Bana bunu yaptığında aklımı yerinde tutamıyorum.”
“Ne yapıyorum ki?”
“Senden başka hiçbir şey yokmuş gibi hissettiriyorsun.” Gözlerini alyanslara indirdi. “Dünya seninle beraber duruyormuş, dünya senden ibaret oluyormuş gibi hissettiriyorsun.” Gözleri gözlerime dokundu, çarpık bir gülümsemeyle uzun uzun bana baktı. “Savaşırken içime kendini doldurma.”
“Neden?”
“Öyle işte, siktir et sen bunu.”
Yorgun bir şekilde başımı salladım.
“Çok yorulduğunu biliyorum,” dedi yakıcı bir soğuklukla. “Ama dikkatimi kaybetmeye başladım. Daha planlı hareket etmemin gerektiği zamanlar gelecek. Mesela yarın gibi… Senin de planlı hareket etmen gerek. Planlı hareket etmek demek, yorulmak demektir Medusa.”
Alyansları avucumun içine saklarken, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım.
“Ne için?”
“Varlığın için.” Şaşkınlığını görünce bakışlarımı ondan uzağa kaçırdım. “Herkesin iyi olması için elimden geleni yapacağım.”
“İşte benim fıstığım.”
“Bu gece benimle uyur musun?”
“Daima.”
Yavaşça sırtımı dönüp odanın çıkışına ilerlemeye başladım. Beni izlediğini biliyordum, gözlerinin sıcaklığını tüm bedenimde hissediyordum. Bir an için durup, her şeyi, mücadelemizi, yangın yerine dönüşecek olan savaş alanını bir kenara iterek, “Bir gece daha Azra olabilmek isterdim,” dedim. “Bir gece daha parmağımda birlikte taktığımız bir alyans olsun isterdim. Bir gece daha senin karın olabilmek isterdim.”
Beni kavrayan ellerin sahibinin ne zaman o kadar yakınıma geldiğini bilmediğim için afalladım. Efken beni belimin kenarlarından kavrayıp yürüyerek duvara sabitlenmiş boydan aynanın önüne kadar getirdi ve karanlıkta büyüyen gölgesinin arkamda olduğunu, beni korumak ister gibi üzerime çöktüğünü gördüm. Bedenimi aynaya bastırırken, dudaklarını enseme yerleştirdi ve “Sadece bir gece mi?” diye sordu, sesinde yükselen ateşin beni yakmayacağını, beni taşa döndüreceğini düşündüm. “Bu isteğe sadece ömründen bir gece daha mı verirdin? Ben ömrümün tüm gecelerini verirdim.”
Avuç içlerimde günahlara dönüşen alyansların ısındığını hissedebiliyordum. Kalbimin atışları, biraz önce yarattığı melodilerden bile daha kuvvetli bir form almış, odanın içinde kasırga gibi esmeye başlamıştı. Kalbimin atışlarını yavaşlatmak istemedim, kalbimi durdurmak istedim. Durmasını istemediğim, durduramadığım, durduğunda yolunu kaybedeceğim tek kişi Efken’di.
Dünya durmuş ikimizi beklerken onu hissetmek çok güzeldi. Dünyanın beni bağrına bastığını, o beni göğsüne yasladığında hissettim. Bu daha önce hissettiklerime hiç benzemeyen yabancı bir histi.
O ihtiyaç duygusu karanlığın içinde savrulan bir ışık gibi ruhumdan onun vücuduna savrulduğunda, beni hissetti. Hissettiğim ihtiyaç bir hastalık gibi onun tenine de yayılarak ona bulaştı. Efken’in varlığı o kadar belirgindi ki, yokluğunu düşünmek bir parçamı değil, kendimi kaybetmekle eş değerdi. Beni kendine doğru çevirince ona direnmedim, avuç içlerimde kor gibi yanan alyansları saklamaya devam ederek ona doğru döndüm. Gözlerimiz buluştuğunda, hep gördüğüm ateşlerin harelerinin içinde daha güçlü bir şekilde yandığına şahitlik ettim. Okyanus alev almış gibiydi. İlerleyen dalgalar sudan değil, ateştendi. Büyüyerek bizi altlarına almak istiyor gibi içinde durduğumuz alevden okyanusun üzerinde bize doğru hızla geliyorlardı. Ruhumda onun ruhuna ait yara izleri hissediyordum, pürüzlü yara izleriydi, sanki onun ruhunun dikenleri ruhuma batıyordu.
“Efken,” diye inledim ve ihtiyacı ona sundum. Bir avuç iğne yutmak gibiydi, boğazımdan kayıp giden iğnelerin saplanacağı yerin kalbim olduğunu biliyordum. Dudaklarımızı birleştirdiğinde avucumun içindeki alyansları düşürmekten korkarak yumruğumu sıktım ve onun çıplak göğsüne yasladım. Beni öyle sert öpmeye başladı ki, sanki ruhumuzdaki acının dinmesi için buna ihtiyacımız vardı. O kadar doldum ki onu öperken ağlamaya başlayacak gibi oldum. Ağlayacak gibi oldukça onu daha şiddetli öptüm. Ruhum ruhuna yaslanıyordu, ruhum ruhuna sığınarak dinleniyordu. Bedenim ise çoktan onun ormanındaki alevlere teslim olmuştu. Yanıyordum. Zihnimdeki kelimeler ise bir nehrin içine gömülüyor, ıslandıkça mürekkep dağılıyor, mürekkep dağıldıkça kelimeler okunmaz hâle geliyordu.
“Ne istediğini biliyorum, bunu bildiğim için daha da deliye dönüyorum. Beni öldürüyorsun ama ölüyorken bu denli hayatta hissetmemin nedeni ne anlamıyorum. Nasıl bir büyüsün, nasıl bir tılsımsın, nesin, bende ne kadar derindesin, çıkarılabilir misin, çıkarılabilme ihtimalin olsa bile buna izin verir miyim bilmiyorum.” Dudaklarından dudaklarıma akan kelimeler dudaklarımı yaktı. Beni tekrar, daha sert bir şekilde öpmeye başladı. “Tak,” dedi dudaklarıma doğru inleyerek. “O yüzüğü bu gece de parmağında görmek istiyorum.”
Dudaklarına doğru inlediğimde eli yumruğuma kaydı ve avucumun içindeki alyansları aldığını fark ettim. Hâlâ öpüşüyorduk, dudakları dudaklarımdaydı, beni sertçe öperken parmağıma geçirdiği halkayı hissettim. Bunu yaptığı an, ellerimi kaldırıp saçlarının arasına götürdüm ve yüzük parmağımdayken onun gece siyahı saçlarını avuçladım. Bu, büyük avuçlarının kalçalarıma soğuk bir su misali akmasına neden oldu. Kalçalarımı avuçlarının içine alıp sıktığı an, yüzük parmağındaki yüzüğün baskısını tenimin derinliklerinde, ruhumda hissettim.
“Kafana çökmüş tüm dumanları silebilirim,” dedi. “Suyun üzerinde suya batmadan yürümeni sağlayabilirim.” Alt dudağımı dişlerinin arasına alıp sertçe çekti ve geri bıraktı. Tutkunun katlanarak çoğaldığını, başımızın üzerinden hislerimizin yağmur gibi yağarak tenimizi altına aldığını hissediyordum. “Seni tüm benliğimle istiyorum ve senin de beni tüm benliğinle istemeni sağlayabilirim.”
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya kadar hızla kaydırın. Bu sahneyi okumamış olmanız akışı bozmayacaktır.)
“Seni zaten tüm benliğimle istiyorum,” diye fısıldadım, itirafım yüreğime bir yumruk gibi yerleşip onu durdurmanın eşiğine getirdi. Efken’in, “Siktir,” diye fısıldadığını işitmemle, beni birden çevirip aynaya yaslaması bir oldu. Gözlerimin irileştiğini hissettim ama bakışlarımın önü pusluydu. Sanki bir adım sonrasını göremiyordum, odada bir adım sonrası tamamen karanlıktı; içeriye tutkunun sisi çökmüştü. “İzin ver,” diye inledi, kalbimin atışları öyle bir çıkmaza girdi ki göğsümün altında nasıl çırpındığını onun bile duyabileceğini düşündüm. “İzin ver, bedenindeki tüm tedirginliği sileyim.”
Kalbimin daha da çıldırmasına neden olan cümlesinin bizi nereye sürüklediğini biliyordum. Gözlerimi yumup yanağımı soğuk aynaya yasladım ve göz ucuyla onun yansımasına baktım. Çenesini saç diplerime sürterken yansımamı tutkuyla yükselen mavi alevlerin arkasından izliyordu. Bakışları beni öyle bir istekle doldurdu ki, bu isteği sadece onun harlayıp onun eğiterek sakinliğe sürükleyebileceğini biliyordum. Kafeste bir kaplan gibiydi tutku, şimdi o kafesin parmaklıklarına yaklaşmıştı ve kaplan kanın kokusunu solumuştu. Ya o kaplanı kafesten çıkaracaktı ya da kaplan o kafesi yıkıp dışarı çıkacaktı. Durdurulamaz hissediyordum.
“Söyle,” diye hırlayınca kasıklarımdan süzülen isteğin bir rüzgâr gibi bacaklarımın arasında estiğini hissettim. “Bana beni istediğini söyle ve seni parmak uçlarımdaki cennetteki ilk günah ilan edeyim.”
“İstediğimi biliyorsun,” diye fısıldadım, sesim titriyordu, sesimin titremesi onu daha da çıldırtmış gibi kendini bana bastırınca bel kıvrımımda onun sertliğini hissedip kasıldım. Bacaklarımı birbirine bastırma isteği kör bir sancı gibiydi, bedenimde yuvarlanarak büyüyor, her noktamı felç ediyordu sanki.
“Her kelimende, ağzını açtığın her kahrolası anda seni öyle çok doldurmak istiyorum ki,” diye inledi kulak boşluğuma doğru. “Her noktanda zonklamak, her noktanda dolup senin için, senin içine boşalmak.” Kelimelerinin gücünün vücudum üzerindeki etkileri çok ağır ve sarsıcıydı. Durduramadığım bu hissin beni tüketeceğini, büsbütün yok edeceğini sandım. “Seni sadece altıma almak değil, seni kucağıma alıp altında yok olmak, ezilmek istiyorum. Beni güçlü bakışlarınla yakarken, senin hükmünün altında seni sonuna kadar doldurmak istiyorum.” Eli belimden karnıma doğru gelmeye başlayınca başımı geriye doğru attım ve dudakları saçlarımın arasında turladı. Gümüş yüzüklerinin soğukluğu, alyansın sıcaklığıyla birleşerek tenimi damgalıyordu sanki. Eli taytımın lastiğinde durunca zaman da eliyle beraber durdu. Parmakları lastiği aşarak iç çamaşırımın başladığı noktaya geldiğinde hızlanan sıcak nefesi ensemden bel boşluğuma kadar akıyordu sanki. Sertliğini bana biraz daha bastırıp tenime sinen nefesinden kopan birkaç kelimeyle ateşimi daha da harladı.
“Aramızdaki sınırı belirleyen bu kumaş parçası.”
Sonra, o kumaş parçasının hiçbir anlamı yokmuş gibi iç çamaşırımı yana doğru çekti ve parmakları çıplak kadınlığıma dokundu. Nefesim boğazımın içinde parçalara ayrılmış gibi, “Efken,” diye inledim. Parmaklarını oraya öyle bir bastırdı ki bacaklarımın titremesine engel olamadım. Parmaklarının altında bir nabzı kontrol ediyor gibiydi, parmak uçlarından tenime dağılan hisler, dudaklarımın sonuna dek aralanmasına neden olmuştu. Bir eliyle çenemi kavrayıp başımı yana doğru çevirdi ve zorlanarak da olsa sonuna dek aralanmış dudaklarımın üzerinde dudaklarının süzüldüğünü hissettim. Öyle sert öpüşmeye başladık ki, aralık dudaklarımdan içeri sızan iniltiler ona mı aitti yoksa içindeki canavara mı, ayırt dahi edemiyordum. Nabzım ucunda ölümü taşıyan bir bıçaktı ve damarlarımdan dışarı dökülüp tenimi gererek beni delip geçmeye çalışıyordu. Zevkin bacaklarımın arasından yukarı, kasıklarıma, karnıma, göğüslerime, boynuma ve tüm zihnime yayıldığını hissettim. Alyansın ve gümüş yüzüklerinin çıplak tenimi çizdiğini hissediyordum. Oysa eli taytımın ve iç çamaşırımın içindeydi. Çıplak olan ben değildim, benim çıplaklığıma sızıp beni kavrayan oydu.
“O kadar ıslak ki,” diye inledi, erkeksi sesi kafamın içinde zihnimi beyaza boyarken düşüncelerimi korkudan titreten bir şimşeğe dönüştü. Ağzıma doğru konuştuğu için dağılmış hâldeydim. “Nabzının tatlı vuruşlarını parmak uçlarımda hissediyorum. Bunun beni ne hâle getirdiğini biliyor musun?” Sertliğini kalçalarıma yaslayınca kadınlığımın onun parmaklarının etrafında kasıldığını hissettim ve bunu hissettiği an inleyerek parmağını tepeme daha sert bastırıp beni hızla ovmaya başladı. Çıldırmış gibi inlememe neden bu hareketiyle beraber, “Biliyorsun,” diye hırlayarak sertliğini bana daha sert bastırdı. “Senin için ne kadar sertleştiğimi biliyorsun. Beni ne hâle getirdiğini biliyorsun bebeğim.”
“Efken, lütfen,” diye mırladım, bu mırıltı o kadar çok hoşuna gitti ki birdenbire durup dudaklarımı ısırarak çekti. Kadınlığımı iki parmağıyla hafifçe araladığını hissettim, o boşluktan içeri sızan hislerle inlerken sertliğini bana bastırmaya devam ediyordu. Nabzı kalçalarımın arasındaydı. Parmağını yeniden sızlayan, âdeta yanan o tomurcuğun üzerine kapattı ve bu kez öyle hızlı çevirmeye başladı ki, dudaklarına doğru bilinçsizce inlemeye, ismini bir dua gibi zikretmeye başladım. O tomurcuğu saat yönünde daireler çizen parmağıyla öyle sert eziyordu ki, artık belim ters bir u harfine dönüşebileceğim kadar esneyerek büküldü ve kalçalarımda ona dair sertliğin tamamını hissettim.
“Parmaklarımın etrafına ak,” diye fısıldadı ağzımın içine doğru. “Siktir, kalp gibi atıyorsun.”
Gözlerimin önüne düşen yıldırımları o göremedi. Efken tüm kasılmalarım onu çıldırtıyormuş gibi beni daha da sert okşamaya başladı. Dudaklarımız birbirinden ayrıldığı an avuç içlerimi aynanın yüzeyine bastırıp alnımı aynaya yasladım ve dudaklarımdan dökülen iniltileri taşıyan nefesim, aynanın yüzeyini buğulandırmaya başladı. Efken’in parmakları şiddetli bir kasırga gibiydi, parçalarıma ayrılıyormuşum gibi hissederken bu kez yanağımı aynanın nefesimin buğusuyla dolan yüzeyine bastırdım ve parmaklarım o buğunun üzerinde pençe gibi izler bırakarak aşağıya doğru kaydı.
Aralık dudaklarımla bulanıklaşan görüş alanımın netleşmesini beklerken artık yaşadığım şeye titremek bile denemezdi, ben âdeta yıkılıyordum. Efken bir elini buğulu aynaya koydu, avucunun içi ile beraber parmaklarının geride bıraktığı pençe izleri eli aşağıya doğru kaydıkça daha da belirginleşti. Nefeslerimiz düzene girmiyordu bir türlü. Paramparça olan bendim ama o da nefes nefeseydi. Oysa arkamda hâlâ sertti ve belki de asıl parçalara bölünen oydu.
(+18 Sahne sonu.)
Beni kolunu dizlerimin altından geçirerek kucakladığında göğsüne sokulup yüzümü göğsündeki çıplak boşluğa sakladım. Saçlarım kollarının kenarından yere doğru uzanan kara yılanlar gibiydi. Hâlâ artçı sarsıntıların etkisi altında olan bedenimi sanki kucağında hiçbir şey yokmuş gibi kolayca hole çıkardı, holde ilerlediğimiz sırada ay ışığı onun sırtına vuruyor, içinde bir canavarın uyuduğu o güzel bedeni daha da güzel bir görüntüye büründürüyordu.
Yatak odasının kapısını açtı, beni yatağa bıraktı ve bedenim küçücük kalana kadar tortop olup ona baktım. Yüzüme düşen terli saçlarımı geriye doğru taradıktan sonra, “Güzel kızım benim,” diye fısıldadı. “Tanrının verebileceği en güzel ceza.”
Yorgun bir gülümsemenin arkasına gizlenerek onu izlediğim sırada, parmaklarımızda Azra ve Baran’a ait olan ama şu an Efken ile Mahinev’in taktığı alyanslar vardı. Efken yavaşça yanıma devrildi. Kollarımı onun bedenine sardım ve bu kez o benim göğsüme başını koydu. Titreyen ellerimi yüzüne kaydırdım, hafifçe uç vermiş sakalların sardığı kemikli yüzünü okşamaya başladım.
Konuşacağımız, endişelerimizi paylaşacağımız belki de tonlarca şey varken, onun kollarındaydım ve uyumak her şeyden daha cazip geliyordu. Onun olmadığını düşündüm, bu karanlık odadaki koca yatakta yalnız olduğumu, yarın gece yarısından sonra karşısına çıkmak için sanat atölyesine gideceğim savaşı, korkunun beni bir sarmaşık gibi sararak zehirli dikenlerini tenime ve ruhuma batırdığını… O zaman değil uyumak, nefes bile alamazdım. Oysa şimdi onun kollarındaydım, belki de ölüme hiç olmadığım kadar yakındım ama huzurluydum ve uyku üzerimi bir yorgan gibi örtüyordu.
Uyku beni büyük kollarıyla kavramadan hemen öncesinde, “Seni tanımadan önce sadece nefes alıyordum,” diye fısıldadı saçlarımın arasına doğru. “Sonra seni tanıdım Medusa. Yaşamanın nefes almaktan çok daha başka bir şey olduğunu seninle anladım. Bana bunu sen öğrettin.” Çenesini saçlarımın arasına gömdü. “Tüm ezberlerimi bozdun. Beni yeniden inşa ettin.”
❄️
Kenneth ile İbrahim saplarından tutarak birlikte içeri taşıdıkları, üzerinde kristal taşların olduğu işlemeli ahşap sandığı yatak odasının zeminine bıraktılar. Onları izlerken kollarımı göğsümün üzerine sarmıştım. Yaren’in meraklı koyu renk gözleri Kenneth’in üzerindeydi, genç adamı sinir bozucu bir dikkatle inceliyordu, özellikle alnındaki taşa o kadar uzun süre bakmıştı ki Kenneth bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi ona yan yan baktı.
“Bir söz verdin,” dedim Kenneth ile İbrahim odadan çıkarken. Yaren irkilerek bana doğru döndü. Gözlerinin içine ciddiyetimi görmesini ister gibi baktığımda, ne demeye çalıştığımı anlayıp başını sallayarak beni onayladı. “Bir delilik yapmayıp arabada bekleyeceksin.”
“Bekleyeceğim, yemin ederim,” dedi.
Sezgi yanımızdan ayrıldıktan sonra tüm gece bir korunma büyüsü için çalışmıştı, henüz bir yeni yetme olduğu için tılsımın sürekliliği ne şekilde olacaktı bilmiyordum ama Yaren’i bizim dışımızdaki insan/yaratık fark etmez tüm canlıların göz perdesinden silecekti. Yaren, Efken’in cipinin içinde kalmak zorundaydı, tılsım cipin etrafında aktif hâle gelecekti, süresi belirsiz olsa da savaş sona erinceye dek onu saklamaya yeterdi. Efken her ne kadar buna güvenmiyor olsa da başka çaresi olmadığını biliyordu. Yaren’i geri döndüren oydu. Çünkü etrafta dolaşan tek düşman Manbel değildi ve Manbel bizi oyalarken harekete geçecek başka biri Yaren’e zarar verebilirdi. Onu yanımızda götürüp aktif hâle gelip gelmeyeceği belirsiz olan bir korunma büyüsüyle arabanın içine mühürleyecektik.
Bu Yaren’in ettiği beşinci yemindi, ilk dört yemini de Efken’in karşısında uslu bir kız çocuğu gibi başını sallayarak etmişti. Her yeminden sonra Efken yeniden ona aynı soruyu sormuş, o yeniden yemin ederek cevap vermişti. Bir oyunun içinde olmadığımızı biliyordu, bir oyun olmadığını o gün o basit saldırıdan bile anlamış olmalıydı. Sözümüzden çıkmayacağına emindim çünkü o gün o saldırı gerçekleşirken onun birden ortaya atılmasıyla galibiyeti sırtladığımız o saldırıdan Efken ile birlikte anlık bir kafa karışıklığı yüzünden yaralı çıkmıştık.
İbrahim’in kapının eşiğinde durduğunu gördüm. Yaren’e dikkatle bakıyordu, gözlerindeki korkular büyümüştü, onu belki de ilk kez ‘gerçekten’ korkarken görüyordum. Korkmaktan da öteydi bu, endişeden çıldırıyor gibiydi.
“Şu büyüyü deneyelim,” dedi İbrahim, bu cümledeki ayrıntılar onu korkutmamıştı, sadece görmek istiyordu. Bu tılsımın, sevdiği kadını koruyup korumayacağını merak ediyordu. “Sezgi dışarıda seni bekliyor.”
“O büyük kurt da dışarıda, değil mi?” diye sordu Yaren, sesi hem tedirgin hem de heyecanlıydı. Tüm bu olanların onu sadece korkutması gerekiyordu ama o sanki tüm bu olanlara çekiliyordu. İbrahim başını olumlu manada salladı. Dışarıdaki kurdun kendisi gibi genç bir insan görünümüne büründüğünü gözleriyle görseydi korkar mıydı acaba? Sakince ikisini izlerken İbrahim’in bakışları bana doğru kaydı ve o an Yaren, İbrahim’in kollarının arasına girdi. Kısıtlı zamanda, Efken ikisini görmeden birbirlerine sıkıca sarıldılar. İbrahim, Yaren’e sıkıca sarılırken bile bana bakıyordu. Gözlerindeki tedirginlik kendimi öyle çok suçlu hissetmeme neden oldu ki, birden her şeyden vazgeçip yatağa girmek, yorganı kafama kadar çekmek ve her şey bitene dek sürecek uzun bir uykuya dalmak istedim.
“Başaracaksınız,” dedi, başlamak üzere olan ölüm dansını kafasında nasıl bir şeye dönüştürmüştü merak etsem de sessiz kaldım.
“Her şey yolunda kara meleğim,” dedi İbrahim yatıştırıcı bir sesle.
Crystal, İbrahim’in yanından geçerek odaya girince İbrahim ile Yaren birbirlerinden ayrıldılar. Yaren ile İbrahim, Sezgi’nin tılsımının tutup tutmayacağını denemek için evden çıktı. Dış kapının kapanma sesini duyana kadar Crystal ile birbirimizi izledik. Sonunda gözlerimi sandığa indirdiğimde sırtını duvara yaslamış, kollarını göğsünün üzerinde bağlayarak ellerini kollarının altına saklamıştı. Yeniden ona baktım. Ateş sarısı saçları göğüslerinin üzerine akıyordu, üstünde siyah, deri bir tulum vardı, dar ama esnek olduğu belli olan tulumunun içinde seksi hatlarıyla baş döndürücü görünüyordu. Tulumunun göğüs dekoltesini belirleyen fermuarı iki göğsünün ortasına kadar indirmişti, dolgun göğüslerinin üzerini kaplayan tere bakınca dışarıdaki soğuğa rağmen çok fazla antrenman yaptığını anlayabildim. Ayağındaki çorap formlu sivri burun botların ince topukları üzerinde nasıl çalışıyordu anlaması güçtü.
Yaslandığı yerden çekilerek bana doğru gelmeye başladı. İnce topuklularından yayılan adım sesleri odada çınlarken, “Seni hazırlayayım,” dedi.
“Buna gerek var mı?” Gözlerimi sandığa indirip iç çektim. “Rahat bir şeyler giyemez miyim?”
“Beden ile birleşmek için kutsal bir görüntüye ihtiyacın var. Duş aldın, değil mi?”
“Evet,” diye mırıldandım.
Derin bir nefes alıp, “Daha önce hiç pentagram yaptın mı?” diye sordu. “Çünkü ben daha önce böyle bir şey duymadım.”
“Bir pentagramdı,” dedim kendimden emin bir sesle. “Samuel hayatını kaybetmeden hemen öncesinde ben bir pentagram yaptım. Kendi vücudumla.”
“Gerçekten öyleyse, senin enerjin ile pentagramı aynı anda hissedince kesin harekete geçer. Öte yandan elmas bedenle birleşmene de engel olmaya çalışacaktır, çünkü bunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor. Ne kadar güçlü olursa olsun ve sen de ne kadar amatör olursan ol, binlerce yıllık bir beden nasıl kullanacağını bilmesen bile seni bir ölüm meleğine dönüştürecektir.” Gözleri bir an için parmağımda duran alyansa inince kaşlarını kaldırdı, ne hissetti bilmiyordum ama ona bunu sorabilecek son insan bile değildim. Alyansı ondan saklama gereği duymadım. Yorgun bir şekilde sandığın önüne ilerleyip sandığın kapağını açtığım sırada, “Yaren alyansla ilgili sorular sormadı mı?” diye sordu. “Hayret.”
“Sen de sormadın.”
“Azra ve Baran meselesini biliyorum,” dedi. “Ama Yaren bilmiyor.”
Kafamı kaldırıp Crystal’e baktım. “Sence Azra ve Baran geçmişte kalmadı mı?”
Dudaklarındaki gülümsemeye bir anlam yükleyemedim. “Mahinev, ben senin manevi kız kardeşinim, düğümlerinden biriyim,” dedi. “Sana asla ihanet etmem, seni asla sırtından vurmam. Bizim, senin ve benim mayalarımızda ihanet yok.”
“Tüm bunları neden söylüyorsun?”
“Efken konusunda bana karşı gergin olmanı istemiyorum çünkü.”
“Bunu irdelediğin için geriliyorum sadece.” Kısa bir sessizlik yaşandı, derin bir nefes alarak ona yeniden baktım ve “Efken ile aramda ne var, ben de bilmiyorum. Geçmişte olduğumuz kişiler değiliz, bu doğru ama şimdi de bir şeylerin olmadığını söyleyemem, bu düpedüz yalan olur. Sadece bıraktım. Kalbimi de mantığımı da her şeyi bir köşeye bıraktım. Su akar yolunu bulur,” dedim sakince. “Ve sizin de aranızda hiçbir şey olmadı. O yüzden ne ben kalkıp bunun hesabını sana sorabilirim ne de sen kendini kötü hisset. Unut gitsin.”
Söylediklerimde çok ciddiydim, bu ciddiyeti gözlerimde de görmesini istediğim için ona dikkatle bakıyordum. Başını salladı ama kalbinde kara bir leke gibi onu deşip duran hissin ne olduğunu biliyordum; beni kaybetmekten korkuyordu. Gerçekten sorun ettiğim falan yoktu, başta ondan ne kadar nefret etmişsem, şu an durdurulamaz bir şefkatle ona doğru çekiliyordum ve Efken’i ondan kıskanmıyordum. Eğer buraya hiç gelmemiş olsaydım bir gün Efken ile şansları olur muydu bilmiyordum, bunu düşünmek bile kalbimi durduracak kadar acıyla doldurdu ama yine de Crystal’e karşı kötü bir şey hissetmedim. Aksine, onu kısa zamanda çok fazla sevmiştim. Nedeni düğüm bile olsa, o kız kardeşimdi.
“Benim için önemli olan sensin,” dedi Crystal. “Gördüğüm ilk andan, göreceğim son ana kadar bu böyle olacak.”
“Hazırlanalım mı?” diye sorduğumda gülümsedi ve sandığın önüne gelip kapağı kenarlarından tutarak kaldırdı. Siyah, ipek bir cübbenin örttüğü sandığın altındakileri görmek için cübbeyi elime aldım ve beyaz, şifon bir elbise dikkatimi çekti. Elbise ikiye katlanmıştı, askılıydı, eteklerine doğru kabarıklaştığını tüy yığınından anlayabiliyordum. Elbisenin üstünde duran beyaz altından toplarla süslü halhalı görünce halhala uzanıp onu elime aldım.
“Aynısı değil ama senin için özel yaptırdım,” dedi. “Altın ve elması birlikte eriterek yaptılar toplarını.” Bana gülümsedi, gülümseyişi sıcak bir kış güneşi gibiydi. Güzel yüzündeki gülümsemeye bakarken onu gerçekten sevdiğimi biliyordum. Artık bunu damarlarımda bile hissediyordum. Üç erkek kardeşim vardı. Hayalim hep bir kız kardeşimin olmasıydı. Bugün buradaydım ve artık kız kardeşlerim vardı.
Beyaz elbiseyi bana o giydirdi. Elbisenin içinde kalıp tenime yayılan saçlarımı o çıkarıp fırçaladı, alnımdan hilâl şeklindeki taşı sarkan o zinciri saçlarımın arasına o taktı. Parmağımdaki alyansı çıkarırken bir daha takıp takamayacağım konusunda hissettiğim karamsar şüpheler kalbimin üzerine yığıldı. Crystal, saçlarımın uçlarındaki bukleleri parmaklarıyla düzeltirken odanın kapısı açılmış, Efken içeriye geceye ait bir gölge gibi yavaşça süzülmüştü.
Onun varlığını hissedince karanlık dağıldı.
Crystal sessizce odadan çıktığında artık baş başaydık. Siyah kot pantolonu ve siyah gömleğiyle bir ölüm meleği kadar güzeldi, eksik olan siyah, büyük kanatlarıydı. Durgun bakışları beni baştan aşağıya süzmesinin hemen ardından beğeniyle parıldadı. Tedirgindi ama ağzını açıp tek kelime etmedi, cesaretimi kıracak hiçbir şey söylemedi. Sadece bana güvendi.
Elimde tuttuğum halhalın geçmişten bugüne uzanan bir anı olduğunu o da düşünmüş olacak ki halhala baktığı an gözlerinde dalgın bir ifade belirdi. Eliyle yatağı işaret edince ne demek istediğini anlayıp, yatağın kenarına oturup kafamı kaldırdım ve ona baktım. Yavaşça önümde diz çöktü, elimdeki halhalı aldı, tülden etekleri geri çekti, ayak bileğimi zarifçe tutup ayağımı bacağının üzerine yerleştirdi. Halhalı bileğime taktığı esnada siyah saçlarını izleyerek içimdeki hisleri bastırmak için nefesimi tutuyordum, sanki nefesimi tutarsam hislerim de içimde sıkışıp kaybolur gibi geliyordu ama kaybolmuyordu.
“Pentagramı yap,” dedi sakince. “Gerisini bana bırak ve koşup bedeni bul.”
“Ortalık yangın yerine mi dönüşecek demek bu?”
“Bunu zaten biliyorduk.” Gözlerini kaldırıp bana bakınca içimdeki o duygu yeniden beni ele geçirdi. “Tuzak olduğunu anlayınca saldıracak. Yalnız gelmeme ihtimali var. Pentagram onu oraya çektiği an, onun geldiğini gördüğün an, arkana bakmadan sanat atölyesine koş ve bedenini bul.”
“Beden nerede?”
“Medusa büstünün altında.” Bir an afalladım. “Oraya bir Medusa büstü koydum. Heykelin olduğu platformun altında gizli bir bölme var. Bedenin olduğu tabutu oraya koydum.”
“Eğer kalabalık gelirse sizi nasıl bırakırım?”
“Biz de kalabalığız,” dedi. “Bana bırak. Herkesi koruyacağım.”
İçimde durduramadığım o merakla, “Her zaman bahsettiğin o canavarı artık dışarı bırakma zamanı mı geldi?” diye fısıldadım.
“Senin için yapamayacağım bir şey olduğunu sanıyorsan, hangi bileğinden zehir geliyorsa o bileğini ağzıma daya. Çünkü herkes için zehir olsan bile, bana şifasın.” Parmaklarını bileklerimde dolaştırıp, “Bu gece sana zarar gelmemesi için bir canavarın zincirlerini çözmem gerekiyorsa, çözeceğim,” dedi.
“Böyle konuştuğunda…”
“Evet?”
“İçime garip bir şey doluyor.”
“Ben mi doluyorum?” diye sordu yavaşça. “Senin benim içime dolduğun gibi mi?”
Gözlerimi ellerime indirerek bir müddet sustum ama o bu sessizliğin altına gizlediğim duyguları artık görebiliyor olabilirdi. Belki de en başından beri görüyordu. İçimi bir trene ait raylar gibi kesen belirsizliğin yarattığı karın ağrısı kaybolsun istedim. Efken yavaşça yükselip alnını alnıma yasladı ve “Bu gece bir kraliçesin, yarın yine aptal yılanım olacaksın,” diye fısıldadı, içime dolan o huzurun bir gün benim için en koyu gece olacağı gerçeğini yok sayamadım. Bir gün o olmazsa, şu an hissettiğim huzur, karanlık olup kafamın üzerinde parçalanacaktı.
“Yine canımı sıkacaksın,” dedim.
“Tıpkı bir dağ ayısı gibi davranacağım.”
“Zaten öylesin,” dedim gülümseyerek.
Alnını alnıma bastırdı ve burunlarımızın uçları birbirine sürtündü.
“Hakkımı yiyorsun, tam bir centilmen gibi davranıyorum…”
“Yaren için yapılacak olan tılsım işe yarıyor mu?”
“Evet. Ulaş’ın üzerinde denedik, Ulaş Yaren’i de bebeğimi de göremedi.”
Kaşlarımı çatarak, “Bebeğini mi?” diye sordum.
“Evet, cipim yani.”
Gülümsedim, o da gülümsedi ama gülümsemesi daha çok beni rahatlatmak içindi. Bunu hissedebiliyordum. Gözlerinin içine belki de bu gece ilk kez bu kadar uzun bakıyordum, o da durup bakışlarıma karşılık vermeye başlamıştı. Dakikaları, saatleri, günleri, haftaları, hatta beraber aşmaya başladığımız ayları o bakışmanın içine sığdırmıştık ve bu gece belki de son kez mutlu olduğum ânı bu odanın içine bir iz gibi bırakmıştım. Odadan çıktığımda ayaklarım çıplaktı, halhalımdaki altın toplar birbirine çarpıyordu. Yüzümde annemden aldığım soğukluk, gözlerimde babamın gözlerindeki kızıllık vardı. Elbisenin üzerine giydiğim cübbenin iplerini bağlarken holde ilerliyordum. Ceyhun ve Ulaş’ın hâlâ olaya tam adapte olamadığı için korkuyla parlayan gözleri bendeydi. Verandaya çıkana kadar beni izlediler. Verandaya çıktığımda Yaren arabadan inerek bize doğru gelmeye başladı. İleride, dört ya da beş metre ötemizdeki büyük gümüş kurt bizi izliyordu. Arabaya bindiğimiz an arkamızdan koşmaya başlayacağını biliyordum.
Kenneth elmastan yapılmış bıçağını kabzasına sokarak pantolonunun arka cebine yerleştirdi, bir diğer elmas bıçağı da botunun içine. Bu elmastan silahları getirenler Ceyhun ve Ulaş’tı. Ulaş’ın sırtındaki arbaletin yanında asılı duran okların her birinin ucu elmastandı. Elmas ve gümüşün ağırlıklı olduğu silahların parıltılarını izleyerek çıplak ayağımla verandanın karlı basamaklarından indim. Soğuğu hissetmedim. Geceyi hissettim. Rüzgâr esti ama rüzgârı hissetmedim, yaşanacakları hissettim. Sanki o geceki yel bile bana yaşanacaklardan oluşan parçaları çarparak zihnimi kaosla dolduruyordu. Cübbemin kara kuyruğu beni takip ederken karların içinde yürümeye başladım. İleride duran lüks minibüsün içinden inip bizi selamlayan Velencosolara saygıyla başımı eğip çenemi yeniden yukarı diktiğimde, kar ince ama oldukça sık yağıyordu.
Manbel şafakta gelmezdi, şafağa en yakın saatte, hâlâ geceyken onu kendime çekecektim, şafakta bir gözü kör olacaktı ve şansımız ikiye katlanacaktı.
Efken cipin kapısını benim için açtı, ön koltuğa yerleştim. Arkamdaki koltuktaki yerlerini alan İbrahim, Yaren ve Sezgi’nin varlığı içimdeki huzursuzluğu dindiremedi. Efken sürücü koltuğuna geçip arabayı çalıştırdığında ve farların ışıkları önümüzde duran müttefiklerimizi aydınlattığında da hâlâ yoğun şekilde karamsar, silinemez şekilde karanlık düşüncelerle doluydum.
Araba büyük bir hızla Kar Ormanı’nı arkasında bırakarak yola koyuldu. Arkamızdan gelen arabaların her birinin yaktığı ışıkları aracın yan tarafındaki dikiz aynasından görebiliyordum. Dikiz aynasında kendi yüzüme tutunan bakışlarım üzerime çökmüş gücü fark etmeme neden oldu. Korkularla dolu devrik bir kraliçe, ben buydum ama aynı zamanda güç, damarlarımı yakıp yıkarak içimi turluyordu.
Mustafa Baba hakkında sorular soramadım, cesaretim yoktu. Tek temennim gelmesiydi, tek temennim yaşlı kurtların da bize katılmasıydı, tek temennim biraz daha kalabalık olmamızdı. Manbel’in tek gelmemesi demek, koca bir kaosun ortasında savunmasız kalmamız demekti ve içimden bir ses Manbel hapı yutsa da yanında suyunu da getireceğini söylüyordu.
Sezgi o sessizliğin içinde, “Atölyenin olduğu araziye girme,” dedi Efken’e. “Arabayı yüksekte bırak. Siz çıktığınızda ben tılsımı yapmaya başlayacağım. Bir kez işe yaradı, ikincide daha güçlü olacak.” Arka cama doğru döndü, merakla bizi takip eden arabalara doğru baktı. Gözünün Ceyhun’u aradığını biliyordum. Tekrar önüne dönerken, “Tılsımın işe yarayıp yaramadığını anlayana kadar arabanın çevresinde olup Yaren’e göz kulak olacağım,” dedi.
“Ben yalnız başıma araziye ineceğim,” dediğimde Efken dişlerini gıcırdattı ama yorum yapmadı. “Binaya yakın bir yerde pentagram yapacağım. Şansımız yaver giderse pentagram bittikten ve ben beden için içeri girdikten sonra gelir. Eğer yoksa da ne yapalım, elimiz armut toplamıyor.”
“Her an seni takip edeceğim,” dedi Efken. “Arkanda bir gölge gibi ilerliyor olacağım. Hiçbir şey olmayacak.” Beni değil de kendini rahatlatmaya çalışıyor gibi bir hâli vardı, arabadaki herkesin bunu hissettiğini biliyordum. Kafamdaki yangın yerinde, elbisesinin eteklerinde alevler dolaşıyorken sakince ilerleyen o kadın gözlerini ruhuma çevirmişti. Sessizdi. Ne alay ediyordu ne de yardım. O da ne yapması gerektiğini bilmiyor gibiydi. Zehri bile susmuştu. Benden gelecek atakları bekliyordu.
Fırtına öncesi sessizliği yaşıyordum ve bir fırtınaya dönüştüğümde altıma aldığım bana karşı olan herkesi darmadağın edecektim.
Bir şeyler konuşuldu, çok şeye susuldu. Sanat atölyesinin olduğu bina tüm karanlığa rağmen gözler önüne serildiğinde, araç atölyeden epey uzakta bir tepede duruyordu. Derin bir kâsenin içi gibi görünen araziyi izlerken arabanın tüm ışıkları kapalıydı. Dalgaların sesini duyuyordum, uçurumun eteklerine vuran dalgaların sesi o kadar yakınımdaydı ki sanki göğsümün içinde kalp değil, okyanus vardı ve hissettiklerim de kalp atışlarım değil, o okyanusun yüzeyinde ilerleyen büyük dalgalardı.
Arabanın kapısını açıp dışarı çıkan ilk kişi ben oldum. Çıplak ayaklarımda yabani otların ıslaklığını hissettim. Yağan kar, lodostan dolayı uçuşarak geçip gidiyor, asla zemine dokunamıyordu. O yüzden zemin otlarla doluydu. Bir kâsenin içi gibi görünen büyük arazinin yükselen kısımlarında hafif birikmiş kar tabakası vardı ama bu daha çok buzlanmış bir yüzeyi anımsatıyordu.
Yaren arabada kaldı, onun dışındaki herkes dışarıdaydı. Pelerinim yükseklikte olduğumuz için arkaya doğru uçuşuyor, kayıp giden karlar da pelerinim gibi arkama doğru savrularak yollarına dik bir şekilde devam ediyordu.
Velencosolardan Ramon, “Bol şans Kraliçe,” dediğinde omuzlarımı yükseltmeye çalıştım. Aciz, devrik bir kraliçe gibi görünmek istemiyordum.
Bu gece kimse zarar görsün istemiyordum.
Herkes saklanmak ve en lazım oldukları anda saldırıya geçmek için doğru yerleri bularak saklanmaya başladı. Kalabalığın dağılışını sessizlik içinde bekledim.
İbrahim yanımdan geçip kalabalığa katılacağı sırada, “İbrahim,” diye fısıldadım ve durup bakışlarını yüzüme sabitledi. Gözlerinde itaatkâr bir ifade vardı, şu an ne istersem yapacak gibi bakıyordu çünkü umudunu bana bağlamıştı. “Bu gece ne olduğunu hatırlaman gerek.” Gözleri bilinçle parladı, omuzları düştü. Çaresiz bakıyordu ama bilinci oradaydı, bir yerlerde onu çağırdığımı bildiğini hissettim. “Çünkü bu gece, olduğun şeye ihtiyacımız olabilir.”
“Elimden geldiği sürece canımı bile ortaya koyarım.” Bu kelimelerin arkasında bir yemin, onur, gurur, haysiyet vardı; bu kelimelerin arkasında gözü kara bir adam vardı ve o adam sanıldığı gibi korkak değildi, cesurdu. Öyle çok cesurdu ki, ölecekse bir şey uğruna ölmek istiyordu. Onurlu bir şey uğruna.
Başımı salladım ama kelimeleri toparlayamadım. O da beni zorlamadı ve diğerlerine katılarak gözden kayboldu. Arabaları ortada bıraktık çünkü eğer kalabalık gelirlerse, arabalara doğru bakacaklardı, kimseyi hissedemeyecekler ve arabaların içindeki herkes etrafa dağılmış sanacaklardı. Tılsımlı bir arabada gizlenen insanı kimse hissetmeyecekti. Hiçbiri Yaren’in burada olduğuna ihtimal dahi veremeyecekti. Öyle olması için dua ettim.
Efken’in nefesi ruhuma sindi.
“Seni buldum Asale,” diye fısıldadı karanlığıma. “Ve asla kaybetmeyeceğim.”
“Seni buldum Yıkım Getiren. Ve asla kaybetmeyeceğim,” dedikten hemen sonra tepeden aşağıya doğru ilerlemeye başlayarak onu arkamda bıraktım.
Es nāku pēc tevis. Senin peşinden geliyorum.
Es esmu tavs īpašnieks. Ben senin sahibinim.
Es nāku tevi aizvest. Seni almaya geliyorum.
Tepeden indiğimde o adamın gözleri sırtımdaydı, o adam sırtıma değil de ömrüme bakıyordu sanki. Akıp giden zamanın içinde ben de tıpkı alevlerden oluşan bir nehir gibi araziye doğru akıyordum. Araziye indiğimde karanlık da benimle beraber indi ve etrafın daha da koyulaştığını fark ettim. Yıldızlar gökyüzünden silindi, buzdan ayın ortasındaki çatlak sanki gümüş bir ışık sızdırarak daha da genişledi.
Ruhumdaki çatırtıları duyuyordum, bir süre durduktan sonra benzer çatırtıların ortasında durduğum otlardan da yükselmeye başladığını fark ettim. Kar taneleri zemine dokunmadan eserek gidiyorlar, dolunay tepemde buz gibi parlıyordu. Cübbenin kapüşonunu indirdim, alnıma sarkan hilâl şeklindeki taşın ısındığını hissedebiliyordum. Avuç içlerim uyuşuyor, kendi nefesim genzimi yakıyordu. Ilık bir meltem saçlarımın arasından geçip giderken saçlarımı da peşinde sürükleyerek uçuşturdu. Tenimde ayın ışığı parlıyordu ve bir yıldız gibi karanlık arazinin ortasında yanıyordum.
“Paņem savu meitu,” diye fısıldadım kafamı kaldırıp ayın yüzeyine bakarak. Kızını yanına al. Kızı bendim, beni kabul etmesini istedim. İçimdeki her şeyi dışıma vurmak istedim. “Jūsu meita ir nākusi pēc jums.” Kızın senin peşinden geldi.
Ayın sarsıldığını benden başkası görmedi. Bir enerji çıkmıştı, bunu görmüştüm. Titreşen bir ışık pıhtısı ondan bana akıyordu. Sanki alnımdaki hilâlden taş, o ışık pıhtısıyla birleşiyordu. Bedenimdeki uyuşma hızlı ve kaçınılmazdı. Avuç içlerimden kollarıma, kollarımdan tüm bedenime hızla akmıştı.
“Esmu gatavs!” diye bağırdım kollarımı yukarı kaldırıp genişçe açarak. O büyük donmuş ayın bir küre gibi kollarımın arasında durduğunu düşledim. Hazırım!
Güç bir şimşek gibi çaktı. Hücrelerim öyle bir ayaklandı ki, içimden dışıma fırlamak için derimi geren şeytanın tüm fısıltıları kanımda dolaştı. Dişlerimi sıktığımı çenemdeki şiddetli ağrıyı hissettiğimde anladım, ağrı anlıktı ve hızla kayboldu. Hızla kaybolan duygularım ve bilincim gibi. Ayaklarım yerden kesildi, bedenim bir anda havaya asıldı. Eteklerim uçuşurken çıplak ayaklarımı büktüm ve kollarımı bu kez bir haç sembolüne dönüşebileceğim şekilde iki yana açtım. Avuç içlerimden dışarı doğru hızla yayılmaya başlayan kızıl dumanlar iki farklı yöne son sürat ilerliyordu. Haç sembolünü bozma zamanım geldiğinde dudaklarımdan bir şeytanın vesveselerini anımsatan garip dualar dökülmeye başladı ve kollarımı hafifçe içe doğru kaldırarak bu kez kendimi âdeta bir çarmıha gerdim.
Alevden bir çemberin kalp atışı başımın üzerinde duyuldu, ilk alev tam başımın üzerinde yandı ve çember bir anda bir yılan gibi dolanarak etrafımı sarıp beni içine aldı. Artık pentagramın içinde asılı duran şeytani bir yıldızdım. “Yedi şeytan doğuracağım,” diye fısıldadım. “Kalbim, ellerim, zihnim, gözlerim, dudaklarım, damarlarım ve derim. Yedisini de ay ışığının altında terk edeceğim.” Gözlerimi açtığım an, göz bebeklerimin ters bir elips gibi olduğunu hissedebildim, elips hızla inceldi ve bir çizgiye dönüştü. “Ve yedisini de ay ışığının altındayken geri alacağım.”
Gökyüzünden şeytana ait bir kanat sesi duyuldu. Kanat sesi, beraberinde çirkin, sıcak bir rüzgârı tenime üfledi. Ortasında durduğum ateşleri bile harlandıran bu rüzgârın kime ait olduğunu biliyordum.
Ben bir pentagram olarak gökyüzünde asılı duruyorken, o metrelerce uzağıma kanatlarının ortasında normal bir insan erkeğine benzer hâlde iniş yaptı ve birkaç saniye içinde kanatlarını içe doğru katlayarak yeryüzünden sildi. Parmaklarımı şıklatmamla beraber alevler söndü, pentagramın ortasından yavaşça dibine doğru süzüldüm, çıplak ayaklarım yere bastığı an tam karşısında durup onun metrelerce uzakta bile görünen, ateş parıltıları taşıyan gözlerine baktım.
Yalnızdı.
“Ah güzel elmas yılanım,” dedi ellerini heyecanla birbirine bastırıp bana hayranlıkla bakarak. “Hâlâ pentagramlara güvendiğimi mi sanıyorsun yoksa? O çok eskidendi güzel kızım. O yıllar önceydi.”
Ya da değildi.
Bir adım geri çekilip gözlerimi binaya doğru çevirmeye çalıştım ama bir sonraki hareketini kestiremediğim için sırtımı ona dönemedim. Gözlerindeki ifade düşmanca olmasa da düşmanımın karşısındaydım.
“O beden senin derinin altına sızsa bile sen beni yenemezsin,” diye fısıldadı ve o güzel erkek yüzünün yarısı yarıklarla dolu bir şeytanın alevden maskesine dönüştü. Yüzündeki yarıkları gördüğüm an başımı yavaşça indirip kaldırdım ve bu işaret fişeğiyle birlikte, Ulaş’ın arbaletinden fırlayan elmas ok, rüzgârı ve hatta zamanı bile delerek ona doğru ilerlemeye başladı. Manbel’in kanadına çarpan elmas ok, ortadan ikiye yarılıp kâğıt gibi yere süzüldüğünde Manbel geriye doğru sendeledi. Yarısı insan erkeği, yarısı şeytan olan yüzüne son defa bakmadan sırtımı ona döndüm ve binaya doğru koşmaya başladım.
“Saldırın!” diye bağırdı Manbel acıyla. “Bu küçük yılancık yalnız değil!”
Daha hızlı koştum, çıplak ayaklarım otlara alevler bıraktı, arkamda kalan yol yandı. Ben koştum. Saçlarım zamana tutundu, saçlarım anılara takıldı, saçlarım zihnime bir sürü yeni geçmişe ait parça taşıdı, ben ise durmadım, koştum, sadece koştum. Oklar yağmaya başlamıştı. Ulaş durmadan arbaletine yeni bir elmas ok yerleştiriyor, Manbel’i hedef alıyordu ama ciddi yara alan Manbel kanatlarıyla var ettiği rüzgâr sayesinde okların yönünü değiştiriyordu. Kenneth’i tepeden bel kemiğinden yere doğru indiğine inandığım o uzun timsah kuyruğuyla koşarken gördüm ama durmadım, tekrar binaya baktım ve koştum. Axel, Manbel’in suretiyle yanımdan geçip Manbel’e doğru koşmaya başladı, kılık değiştiren ona bir yansıması gibi koşarken Manbel rüzgârı kesip afallayarak ona baktı. Tam o anda, önümde binlerce asker vardı. Yolumu kestiler. Durduğumda, alevler arkamda su gibi akarak araziye doğru gitmeye devam ediyordu.
Axel’in yansımasıyla kafası karışan Manbel, “Sakın onun binaya gitmesine izin vermeyin sakın!” diye bağırırken bir yandan da müttefikimiz ile dalaşmaya devam ediyordu.
Uzun boylu, ince, kemik rengi tenleri olan taştan ve yüzsüz insanlardı. Onları gördüğüm an Hatem’in de gördüğü şeyler olduklarını anladım. Gümüş kurt, hemen arkamda bana doğru koşuyordu. Efken’i aradım ama bulamadım. Gözlerimi yüzü olmayan, o derin boşluklardan beni izlediğini hissettiğim garip yaratıklardan ayıramadım. Yaklaşık on taneydiler ama öyle uzundular ki onları aşıp geçmek zordu. Üstelik sadece önümde on tane vardı, arkamda bunlardan bir ordu olduğu kesindi. Alevlerin avucumda büyüdüğünü hissettim, avuç içlerimi onlara doğru açıp ileri ittiğimde akan alevler onları korkutmadı. Hatta alevler tenlerine değdi ve anında söndü. Çünkü onlar gerçekten taştandı.
“Kelle Yiyenler!” diye bağırdı Kenneth uzaklarda bir yerden. “Kraliçe, kelleni korusan iyi edersin!”
“Ve Ak Cambaz da sahnede,” dedi bir kadının ince, sinir bozucu tizlikteki sesi. “Merhaba Kraliçe, ben Angie. Senin zehrinden ne güzel gerginleştirici bir ilaç yapılırdı. Güzel yüzümün buna ihtiyacı var mı?” Sesin sahibine doğru döndüğümde, simsiyah saçları afro örgülü, teni bir ölü kadar beyaz görünen albino kadını görmeyi beklemiyordum. Elindeki beyaz kırbacı yere vurdu ve “Ruh Öğüten dostlarım, kraliçeyi korumak için gelen köpekçikler ve insancıklar sizde. Kraliçe ise bende. Pek de güçsüz görünüyorsun, kolay lokma,” dedi düşmanca.
Büyük, taştan bedenler, yani Kelle Yiyenler hareketsizdi. Aralarından bir tanesi harekete geçti ve adının Angie olduğunu öğrendiğim şıllığın seslendiği topluluğa doğru gitti. Ruh Öğütenleri göremedim, kalabalıklar mıydı bilmiyordum, arkamdaki kaostan bihaberdim. Efken neredeydi, onu da bilmiyordum.
“O orospunun binaya girmesine izin verirsen ölürsün Angie!” diye bağırdı Manbel ve bir kılıcın sesi zamanı yararak saniyelerin kanını araziye damlattı. Manbel, Axel’in yansımasından kurtulmuştu, sırada onu hedef alan elmas bıçak ve kılıçlar vardı, oklar arbaletteki yerini alarak durmadan ona doğru yağıyordu ama şanslı piç yakayı her seferinde sıyırıyordu. İbrahim’in korkusuzca ona doğru koştuğunu gördüm, müttefikimiz Ramon Velencoso hemen arkasındaydı, İbrahim’e âdeta bir kalkan olmuştu. Kanbaz kardeşler Kelle Yiyenleri parçalamakta pek de zorlanmadılar.
“Angie,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Adil bir dövüş istiyorsan, şu taş kelleleri kenara çek ve benimle teke tek dövüş.”
Crystal, “Tabii yüreği varsa!” diye bağırıp topuklu botunun sivri topuğuyla Angie’nin arkasından sert bir tekme geçirerek kızı öne doğru düşürdü. Kelle Yiyenler durmadı, Crystal’e doğru gelmeye başladılar ve Crystal, “Binaya koş!” diye bağırıp elinde çevirdiği büyük asayı öne doğru uzattı, beni arkasına aldı. “Fahişe ve taş kelleler bende.” Sonra kimsenin duyamayacağı şekilde zihnime sesini üfledi: “Seninleyim, güvendesin.”
Benim güvende olmaya ihtiyacım yoktu. Onları koruması gereken bendim, Crystal kendini ve ondan daha güçsüz olan arkadaşlarımı korusa yeterdi. Onu da ben korurdum. Angie’nin beni hafife almasını gururuma yediremedim. Bir yanım onu parçalamak istedi, bir yanımsa odaklanmam gerektiğini fısıldadı.
Angie’nin kırbacı bir zincir gibi ayak bileğime dolanınca gözlerimi kıza indirdim. Onu gerçekten parçalamamı istiyordu. Yerde yatmış, sinsi gözlerle beni izlediğini görünce ona yamuk bir gülümsemeyle daha dikkatli baktım. “Seni küçük fare,” dedi. “Sen misin kraliçe? Beni o zehirli gözlerle öldüremezsin.”
“Biliyor musun? Seni öyle bir öldürürüm ki, arkandan yasını tutabilmeleri için seni tıkacakları bir mezar bile bulamazlar. Çünkü küle dönmüş hiçbir şeyin mezarı yoktur.”
“Bak sen, bu süslü laflar Mar olmanın getirisi mi?” Kırbacıyla ayağımı çekince düşeceğimi sandım ama bu olmadı, kırbaç daha da gerildi ve Angie yattığı yerden hızla kalkarak kırbacına asıldı. “Çelimsiz fahişe, seni öldüreceğim,” diye tısladı.
“Dene,” dediğimde keskin bir çığlık atmasına neden olan şey, ayak bileğime sardığı kırbacın etrafında çatırdamaya başlayan alevlerdi.
“Kanı soğuk bir fare için oldukça sıcakmışsın!” diye bağırdı, sesinde alay vardı ama korkuyu da gördüm. Beni yabana atmaması gerektiğini fark etmeye başlamış gibi kırbacını hızla çekti ve kırbacı yerde sürüklenirken ona doğru koşmaya başladım, çünkü Angie’nin bir sonraki hamlesinin tıpkı benim ona koştuğum gibi bana koşmak olacağını biliyordum. Şaşkınlığını hissettim. Yüzünün ortasına dirseğimle sert bir tane geçirdiğimde acıyla feryat etti, üzerime doğru gelen taş kafalardan birinden korunmak için kızı saçlarını avuçlarımın içinde iki kulak yaparak tutup önüme siper ettim ve aptal taş kafa kızın beline sert bir darbeyle vurdu. Kızın çığlığı savaş alanına öyle hızlı yayıldı ki herkesin bir an bize baktığını hissettim. Yere yığılırken saçlarından birkaç tutam ellerimde kalmıştı, tekrar binaya yönelirken dudaklarıma şeytani bir tebessüm yayıldı.
Angie’nin durmayacağını biliyordum. Önce önüme bir doksandan uzun, sarışın bir adam çıktı, bana çirkin bir sırıtışla bakıp, “Nereye böyle hayatım?” diye sordu, türünü anlayamasam da işgüzarca parlayan gözlerinin içinde yansımamı gördüğümde, onun benimle oynamak değil, beni doğrudan öldürmek istediğini anladım. Ruhuma dolan ağrının sebebinin o olduğunu biliyordum ama onun kim olduğunu bilmiyordum. Ruhumu bedenimin içinde büküyormuş gibi hissettiğimde nefesim kesildi ama yine de önünde dimdik durdum.
“Cehenneme gidiyorum şekerim, gelecek misin?” diye sordum ve bununla beraber, çapkın Frederick Velencoso yüzünde hain bir sırıtışla, “Ben de gelebilirim yakışıklı,” dedi ve bir doksanlık hayvanın arkasından sinsi bir leopar gibi yaklaşarak hayvanın boğazını dirseğinin arasına aldı, sertçe sıktı. Adamın alnına yayılan ölüm yeşili damarları gördüm. Burun delikleri genişlemiş, göğsü öne doğru şişmişti. Velencoso gerçekten güçlüydü.
“Ruh Öğüten bebeğim,” diye mırıldandı çocuk gibi. “Mmm, kanın ne güzel kokuyor. Doğal bir parfüm kokusu. Biliyor musun, bayılırım bir doksanlık doğal kan kokan Ruh Öğütücü piçlere. Güzel bir menü. Aa! Bir alana bir bedava kampanyası mı yapıyorsunuz?” Arkama baktığını gördüm. “Kraliçem, ben bununla doyarım. Promosyon senin olsun.”
Angie’nin saçlarımdan tutup beni geri doğru yatırdığını gören Frederick, bir doksanlık ayıyı tıpkı Angie’nin beni geriye doğru yatırdığı gibi yatırırken, “Pilice bak, o saçlarda nasıl bir zehir dolaşıyor bilmiyor galiba,” dedi alayla.
Angie’yi afallatan bu cümle olmuştu. Geriye doğru attığım bir tekmeyle benden iki metre kadar uzağa gitmek zorunda kaldı. Ama bu kez öfkeliydi, bana yenilmek istemiyordu. Bana doğru koşarken hayvani bir çığlık attı ve Frederick, “Tanrım,” diye inledi. “Dünyanın en seksi olmayan sesiydi sanırım, bende bile şap etkisi gösterdi.”
“Küçük yılan, kuyruğundan yahni yapacağım paçavra!”
Angie’nin tekmesini karnımda hissettiğimde bunu neden durduramadım bilmiyordum, o an gözlerim kalabalığa gitti ve Efken’i aradım, orada olduğunu gördüm, bana bakarken bir adamın arkasına geçmişti, adamın boynunu kolunun arasında koparacak gibi sıkarken çatık kaşlarla beni izliyordu. Yediğim tekmeden hiç memnun değil gibiydi, her an adamı savurup bana doğru koşmaya başlayacak gibi baktığını görünce, bedenime yayılan acıyı yok sayarak ayağa kalktım ve bedenim yükselirken içimdeki tüm gücü açığa çıkarmak ister gibi haykırıp, havada dönen vücudum yere inmeden tekmeyi sertçe Angie’nin boynuna vurdum.
Efken’in gözlerine tutunan gözlerim bedenimi bir portalın içine çekiyor gibi onun zihnine çekti ve o uçurum mavisi gözlerdeki yılanların büyük bir hızla çizdiği cümleyi onun memnuniyetle parlayan gözlerinden okudum.
“İşte benim bebeğim.” Gözlerinde yazan buydu.
Angie’nin çığlığı bana geç ulaştı. Ölümün çığlığı gibiydi. Birden parladı ve söndü.
Angie boynunu tutarken sırtüstü uzanmış bana bakmaya çalışıyordu. Ona doğru ilerlediğimi gördüğünde, “Küçük fare,” dedi kısık, duyulması güç, acı yüklü bir sesle.
“Teo!” diye çığlık attı yabancı bir kadın, sesi algılayamadım. Crystal, Kelle Yiyenlerden birinin gözündeki boşluğa asasını sapladı ve “Mahinev!” diye bağırdı. “Yak şu fahişeyi, ben elime alırsam kafasını koparıp futbol topu gibi dizimde sektireceğim yoksa!”
Angie’nin tam önünde durdum. Yıkılmaz bir kale gibiydim, o ise çoktan çökmüştü.
Avucumdaki ateşin bir kırbaç gibi büyüyüp uzadığını, dışa doğru hızla atıldığını hisseder hissetmez, o ateşi onun yüzüne doğru fırlattım ve kırbacımdan dökülen lavlar beyaz suratını yaktığında yenilgi ve acıyla kulakları sağır edecek kadar güçlü bir çığlık attı. Elini yüzüne kapattı, durmadım, çıplak ayağımı şırfıntının karnına bastırarak, “Fareye bak!” diye bağırdım hiddetle. “Yüzünü kalıcı şekilde cehennem ateşiyle dağladı.”
“Blanka, Teo kendisi halleder!” diye çığlık attı bir başka yabancı kadın. “O köpek Kelle Yiyenlerden birini paramparça etti, onun peşinden git!”
“Bu şırfıntılar Frederick’in de dediği gibi Ruh Öğütenler,” dedi Crystal taş kellelerden birini daha yere yığarken. “Elmasla durdurulamazlar. Ceyhun bir tanesini sırtından bıçakladı ve iyileşme süresi uzun olacağından sayıca azaldılar. Yine de üstünlük hâlâ bizde değil. O yüzden şu salağın yüzünü erittiysen, artık şu binaya doğru koş çünkü bu taş çocuklar ölmemek konusunda çok ısrarcı!”
Kelle Yiyenlerden biri Crystal’in üzerine atılınca kalbim ağzıma geldi. Frederick çoktan bir doksanlığın cesedini yere döşemişti, onu göremedim. Koşmak için hazırlandım ama taştan büyük eller Crystal’in ince belini kavrayıp onu metrelerce uzağa fırlattı. Gözlerim irice açılsa da kendime ikinci bir dur emri kalbim tarafından verilmediği sürece durmamayı tembihleyerek koşmaya başladım. Dudaklarım yeniden şeytani bir kıvrımla yukarı büküldü. Manbel ne kadar istekli koştuğumu görüyor olmalıydı.
“Medusa!” diye bağırdı uzaklardan bana dokunan ellerin sahibi.
Omzumun üstünden ona doğru bakıp kan leş içindeki kalabalıkta onu ararken koşmaya devam ediyordum. Arkamda bana yaklaşmak üzere bir Kelle Yiyen olduğunu fark edince bir an durdum, o dev cüsseli bedenin sahibinin üzerine zıpladığım anda zaman ikiye yarılıyor gibiydi. Onun taş kafasını dirseğimin arasına alıp sıktım, ayaklarımı yukarı doğru ittim ve tüm gücümle onun kafasını kolumun arasında ezerek kopardım. Düşen taş parçalarıyla beraber yıkılmaya başlayan bedeni beni de yere savurdu.
“Geber taş kafa!” diye bağırarak yeniden binaya dönecektim ki, Manbel oradaydı, Efken ile savaşıyordu, bunu gördüğüm an zaman mühürlenmişti. İki kadın gördüm, ikizlerdi, Efken’e sırtından saldırdılar. Ruh Öğütenler, diye düşündüm. İkizlerden kısa boylu olan Sezgi’nin onu saçlarından tutup asılarak çekmesiyle Efken’in arkasından çekildi ve yere yıkıldı. Diğer ikiz elindeki krom bıçağı kaldırdığında, kalbimin göğsümün içinde genişlediğini hissettim.
Efken’i öldürecekti.
Efken’i öldürecekti!
Bunu görmemle, İbrahim’in elindeki büyük elmas kılıcı kaldırıp Efken’i öldürecek olan bıçağı elinde tutan kadının boynuna vurması ve kopan kafanın savaş alanında yuvarlanmaya başlaması bir oldu.
İkizlerden diğeri, “Monika!” diye bağırırken, bir diğer Ruh Öğüten onlara doğru koşuyordu. O bir erkekti. Uzun boylu, kumral erkek Efken’in önünde durduğu an, Efken onun kalbine bir tekme geçirdi ve üzerine atlayıp adamın yüzüne parmaklarına geçirilmiş elmastan muştayla arka arkaya yumruklar geçirmeye başladı.
“Seni küçük yılancık!” diye bağırdı Manbel bana doğru. “Elmas beden olmadan karşıma çıkamayacak kadar korkaksın. Ateşini benim ateşimle çarpıştıramıyorsun bile.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı ve zaman bir geçit olup içinde ilerlediğim tünele dönüştü; o tünelde geri adımlar atarak geçmişe doğru ilerlemeye başladım.
Efken odadan çıkmadan hemen öncesinde, “Sessiz ol,” diye fısıldadı. “Hepsinin zihniyle oynanabilir ama seninkiyle oynanmamalı. Son âna kadar o binaya ulaşmaya çalışıyor gibi yapacaksın. Seni gaza getirmek isteyecek, gururunu incitmek isteyecek. Karşısına o beden olmadan çıkamayacağını söyleme ihtimali çok yüksek. O an ona istediğini ver, beden olmadan da savaşabilirim dercesine ona saldır. Rahatlamasını sağla. Ve böylece savaş alanında bize ait olan her müttefikin senin intihar girişiminden dolayı korkup daha sert savaşmaya başlamasını sağla.”
Anı zihnimde bir mum gibi söndü ve geriye o anıya ait dumanlar kaldı.
“Seni tek başıma da yenebilirim!” diye bağırdığımda, bizimle olan herkes bana çıldırmışım gibi bakıyordu.
Manbel duraksadı, sonra dudaklarında alaycı bir kıvrımla, “İşte böyle onurlu düşmanlara bayılıyorum,” dedi. Arkasında Kelle Yiyen taş suratlılardan oluşan sayıca çok fazla bir ordu vardı. “Gel bana Kraliçe.”
Ona doğru koşmaya başlarken hiç düşünmemiştim. Olabilecekleri, olma ihtimali olan kötü hiçbir şeyi düşünmemiştim. Efken bir atak yapmadı, altına aldığı Ruh Öğüteni yumruklamaya devam etti. Sanki benim geldiğimin bile farkında değil gibiydi ama biliyordu, tüm bunlar zaten onun zihninde var olmuştu.
Velencosolar Kelle Yiyenler ile savaşıyorlardı, İbrahim ve Ceyhun bıçaklar ile kılıçlar ellerinde, sırtlarını birbirlerine vermişler, kendi etraflarında dönerek onlara doğru atılan insan formundaki Ruh Öğütenlere meydan okuyorlardı. Sezgi’nin Blanka ile dövüştüğünü görmüştüm, Blanka tüm gücünü çekmek ister gibi ona saldırdıkça, Sezgi bir yeni yetmeden fazlası olduğunu göstermek için onu püskürtüyordu. Hayal, elini tuttuğu bir adama muhtemelen kâbus gibi şeyler göstererek onu âdeta felç etmişti, Nora zehriyle savaş alanında ona saldıran herkesi uzun süreli felce sürüklüyordu.
Yine de sayıca çok fazlaydılar, buna rağmen güçlüydük ama yorulmak kaçınılmazdı.
Alnımdaki hilâl taş parçalandı ve parçaları yüzümün kenarlarından yere döküldü. Manbel parmaklarında büyüyen alevlerle, “Bir merhaba sarılması istiyorum,” dedikten sonra bana doğru hamle yapınca, ona alevlerin asıl sahibinin kim olduğunu göstermek ister gibi avucumun içindeki yangının rüzgârıyla karşılık verdim. Avucumun içinden esen o sıcak fırtına onun alevlerini söndürdüğünde Manbel kaşlarını kaldırdı, istediğim beni kolay lokma olarak görmesiydi ve öyle de olmuştu. En büyük silahım buymuş gibi görünüyordum, o da bundan bayağı zevk alıyor gibiydi.
“Mahinev, sen aklını mı kaçırdın?” diye bağırıyordu Sezgi, onu duymazdan geldim ve Manbel’in karşısında dikilmeye devam ettim. Aramızda yaklaşık iki metrelik bir mesafe vardı. İsterse beni parçalayıp geçebilir gibi bakıyordu ama avıyla oynamayı sevdiği için sakindi. Atak yapmıyordu. Onun karşısında olduğum için bana bulaşan başka bir yaratık da yoktu. Arazi yaratık ve insandan geçilmiyordu ama hepsi beni yok sayıp, sayıca az olan müttefiklerimize saldırıyorlardı.
“Seni küçük çocuk,” diye fısıldadı Manbel beni süzerken. Sanki etrafımızda kanlı bir savaş yokmuş gibi göz gözeydik. Her şey bulanıktı. O ve ben nettik. Gümüş kurdun ateşlerin yollar çizdiği ama tamamen yakmadığı arazide taklalar atarken yeri sarstığını hissettim ve kalbim sancıyla doldu. Yine de gözlerimi Manbel’den ayırmadım. “Karşımda durup benimle savaşacağına yanımda ol ve bırak sana nasıl bir kraliçe olunacağını öğreteyim.”
“Nasıl bir şarlatan olunur merak etseydim senin yanında olurdum.”
“Ah küçük kızım, zaman aktı ve her şey değişti. Ne sen eski Mar Kraliçesi’sin ne de ben senin gibi bir çocuğun yenebileceği bir adamım.”
“Sen kendini adam mı sanıyorsun?”
“Yaralayıcı konuşuyorsun.”
“Beni hafife alıyorsun.”
“Çünkü oldukça hafifsin.”
“Bir de şunu izle o zaman,” dediğim anda parmaklarımdaki uyuşmanın hızla toparlanarak sancıya, sonra da güce dönüşmesini bekledim. Bir yılan damarlarımdan çıkıyormuş gibi bileğimdeki kar tanesi dövmesinin içinden yavaşça dışarı doğru süzülmeye başladı. Manbel bir an duraksadı, kanatlarının yeniden çıktığını gördüm ama uçmasına izin vermeden yılanın bileğimi sarmasıyla beraber yılanı bir zinciri Manbel’e doğru fırlatıyormuş gibi savurarak onun boğazına sardım. Boğazından yakaladığım Manbel, kanatlarının arasında dengede duramadı, öfkeli gözlerle bana bakarken karşısında bir çömez olmadığını biliyordu.
“Ben seni bedenim olmadan bile bitiririm, peki ya ben bedenimi aldığımda, sen bundan sonra kendini nasıl var edeceksin?”
Sözlerim onun kalbinde, ruhunda, karanlığında büyük çınlamalar yarattı.
Yılanı kendime doğru çektiğimde Manbel boğulur gibi bir ses çıkarıp, “Şu küçük sürtüğü durdurun!” diye tısladı.
“Sen durduracaksın!” diye emretmemle beraber gökyüzü bir şimşeğin, ışıktan bir damar gibi derisinin altından dışarı doğru fışkırmasına izin verdi. Şimşeğin ışığı yüzümü aydınlattıktan hemen sonra gürültüsü geldi. “Kraliçe olduğumu kabul edecek, eteğime yatıp ayaklarıma kapanarak benden ve ailemden af dileyeceksin!”
“Tüm aileni öldürürüm,” dedi Manbel. “Bu dünyada olan, olmayan…”
“Seni bir ateşe üfleyip söndürür gibi söndürerek yok ettiğimde, bana ait olan hiçbir şeye dokunamayacaksın.” Yılanı biraz daha asıldığımda boynundaki ateş damarları yükselerek çenesine tırmandı. Yüzü tamamen bir yaratığın yüzüne dönüşünce ona öfkeyle bakmaya devam ettim. “Çirkin yüzünü tamamen ortaya serdin. Nasılmış?”
“Kocacığının gümüş kurduna da bak,” dedi Manbel arkamda bir noktaya bakarak. Boynundaki alev damarları artık çenesini de aşmış, elmacıklarının altına doğru tırmanmaya başlamıştı. “Ne yazık, sanırım sırf sadık olduğu için ölecek bu köpekçik.”
Yılanı biraz daha sıkı kavrayıp omzumun üstünden Manbel’in gözlerinin dokunduğu yere baktım. Korkuyu ve kalp ağrısını aynı anda hissettim. Kar bu kez uçmuyor, doğrudan saçlarımıza, zemine tutunuyordu. Hatem yerden kalkıp hırlayarak titreyen bacaklarının üzerinde durdu. O an, gümüş renk gözler bir noktaya kilitlendi. O noktada Efken vardı, taş kafalardan birini parçalıyor, bu olurken bir ışık huzmesi ona doğru hızla savrulup büyüyerek geliyordu. “Efken!” diye çığlık attım ve çığlığım karların daha şiddetli bir şekilde dökülerek yerlerde bembeyaz birikmeye başlamasına neden oldu. Hatem’in Efken’e doğru koştuğu, önüne atlayıp tam havada asılı dururken ışıkla çarpıştığı ânı gözlerimin önünden yıllarca silemeyecek gibi hissettim. O ışık Hatem’in kurt bedenine çarptığı an, Hatem’den iniltiyle karışık bir ses duyuldu, ardından Hatem yeniden taklalar atarak yığılmaya başlayan karların içinde yuvarlanmaya başladı. Kara her temasında, arkasında kızıl kan lekeleri bırakıyordu.
Efken donmuştu, zaman donmuştu, elimdeki yılan bile donmuştu. Herkes, düşmanlar bile durdu ve o an sadece Hatem’in savrulan koca bedeninin arkasında bıraktığı kan lekelerine bakakaldılar. Efken, karların arasında savrulan kurda doğru yürümeye başladığında, herkes nefeslerini tutmuş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Duran zamanın içinde Efken karların arasında kanlar içinde uzanan kurda doğru eğildi. Kurdun başına dokundu, kurt gözlerini zar zor aralayarak Efken’e bakıp acıların gömülü olduğu bir inilti sesi çıkardı. Gözleri göğe kaydı, karları izlemeye başladı.
Sanki kar taneleri, kanlı kürkünün içine konan ona ait kayıplarla dolu anılarıydı.
Gümüş gözler tekrar Efken’e çevrildi.
Ölmediğini biliyordum ama öyle ciddi bir yara almıştı ki, kolay kolay toparlaması imkânsız gibi bir şeydi. Ölür müydü? Ölmesini istemedim. Buna ihtimal vermek kalbimdeki gücün benden elini ayağını çekmesine neden oluyordu. Efken’in gözlerinden yaşlar gibi dökülmeye başlayan mavi ışık, önce kurdun kan ile lekelenmiş tüylerini aydınlattı, sonra da tüm araziyi… Efken’in gömleğinin sırt kısmından kopan feryadı anımsatan parçalanma sesiyle herkes ürperdi. Onlarca insandan ve yaratıktan oluşan düşman ordusunun ayakları bir adım geriye gitti. Efken’in parçalanan gömleğin altından görünen çıplak sırtında birkaç kemiğin yer değiştirip, dışarı doğru büyüyen bir diken gibi tenini yırtmak istercesine dimdik durduğunu gördüm. Efken başını önüne eğdi, tek dizini yere bastırıp bakışlarını omzunun üzerinden bize doğru çevirdi.
O an, yılanımın buzlanan bedeni parçalara ayrılarak yere döküldü, Manbel ateş gibi yanan eliyle beni tutup sırtım göğsüne gelecek şekilde çevirdi ve krom bıçağın ucunu çenemin altında hissettim.
Efken’in boğazından bu kez gerçek bir hırıltı sesi yükseldi.
Elini yavaşça karların içine batırdığını gördüm. Hiçbir şey hissedemiyordum. Kan ile lekelenmiş karların arasından bir kart çıkarınca ellerim buz kesti. Manbel irkilerek krom bıçağın keskin yüzeyini boğazıma doğru sürterek indirdi. Efken’in karların içinden çıkardığı şey bir tarot kartıydı.
Bu kart, tarottaki ay kartıydı.
Efken kartı baş ve orta parmağıyla tutarken yavaşça çevirdi, kart avucunun içinde kayboldu, gözlerinden dışarı sızan mavi ışıklar daha da yoğunlaşırken, karların içinden aniden dışarı fırlayan karanlık dallar gibi dışarı fırlamaya başlayan tarot kartları Efken’in bedenini belli belirsiz örtmeye başladı. “Azize’me dokunacak olursan, yıkımı başlatan ben olurum.” Bu kelimeler, tarot kartlarının rüzgârıyla boğuk bir ninni gibi savaş alanına yayılıyordu. Dışarı fırlayan her bir tarot kartı, belli bir seviyeye kadar yukarı ulaşıyor, devamında ise havada asılı kalarak Efken’i yavaşça bir duvarın arkasına saklar gibi saklamaya başlıyordu.
Son gördüğüm alaycı gülüşü oldu.
Ve “Oyun başladı,” dedi.
Bir uluma sesi duyuldu. Uluma sesleri birken iki, ikiyken üç, üçken bir anda on, on beş, otuz oldu. Kartlar Efken’in bedenine onun kanına susamış ucu sivri bıçaklar gibi girmeye başladı. Efken’in tüm kemikleri yer değiştiriyormuş gibi dalgalanarak teninin tarot kartlarıyla bütünleşmesini sağlarken onu krom bıçağın varlığını unutmuş, parlayan gözlerle izliyordum.
Efken birden ayağa kalktı, kurt ulumalarının arasından bana doğru koşmaya başladı. Tarot kartları büyük bir hızla bedenini sarıyor, bir sis tabakası gibi onu takip ederken onun esmer tenine batıyordu. Kıyafetlerinin parçalandığını, çıplak teninin kartlar tarafından örtüldüğünü gördüm. Büyük bir sis tabakası onunla ilerliyor gibiydi. Bir uluma sesini takip eden kemiklerin kırılma sesi içimi sızlattı. Efken kartların içinden formu değişmiş bir şekilde atlayarak çıktığında, büyük, siyah bir kurt dünyayı titreterek koşuyordu.
Mavi gözlü kara kurt başımızın üzerinde havalanarak zıpladı ve krom bıçak rüzgârıyla savrulup kayıp düşerken, Manbel korkuyla kanatlarının üzerinde yükseldi ve beni azat etti.
Tepelerden hızla inmeye başlayan kurt sürüsünü gördüğümde, düşmanlarım ve dostlarım birbirine girdi, alevler yeniden büyüyerek kanı gövdeden boşaltmaya başladı.
Efken’in dönüştüğü güzel canavara bakmak istesem de artık sıra benimdi. O savaş alanında insanların ve yaratıkların boynu ile kafasını birbirinden ayırırken sıranın Manbel’e geleceğini biliyordu. Kanatlarıyla havada süzülen Manbel beni gördü, bana doğru uçmaya başladı, o an Kızıl Cadı’nın varlığını sırtımda hissettim. Bana dokundu ve “Kaç,” diye fısıldadı, Sezgi’nin sesiyle beraber ayna dolu bir odadaymışım, tüm yansımalarım gerçekmiş, ben sahteymişim, bir yansımaymışım gibi hissettim. Çünkü Sezgi, kızıl saçları tutkuyla uçuşurken benden o kadar çok var etmişti ki, ben bile hangisiydim bilmiyordum. Ben koşuyordum ve yansımalarım da benimle koşuyordu.
Avucumdan dağını yarmış lavlar gibi akan ateşleri durdurmadım, zihnim her yerdeydi, Medusa her yerdeydi.
Mustafa Baba’nın zihnime dolan sesiyle gözlerim tepelerden inen sürüye kaydı. Sürüdeki beyaz olan büyük, yaşlı kurt bana bakıyordu ve zihnime Mustafa’nın sesiyle, “Koş,” diyordu. “Koş kızım, sakın durma.”
Hızlandım, avuçlarımdan akan alevler yansımalarımın avuçlarından da akıyordu. Manbel tepemde uçarken hangimize saldıracağını şaşırmış hâldeydi. Yansımalarımın yarattığı kasırgaya korkutucu bir kahkaha eklendiğinde, Medusa’nın gücü içimde bir oraya bir buraya çarparak genişliyordu. Kahkaha İbrahim’e aitti, tüm araziyi ayağa kaldıracak kadar kuvvetliydi.
Medusa yeniden her yerdeydi.
Yeniden zaman gibi kocamandı, yeniden zaman gibi küçücüktü. Yeniden zaman gibi her yere sığıyordu, yeniden zaman gibi her şeyi altına alarak üzerini örtüyordu.
Binanın kapısını avucumdan fırlayan yılan formundaki alevler büyük bir gümbürtüyle yıktı. Manbel, artık yansımaların hangisinin ben olduğumu biliyordu. Sanat atölyesine girmek üzereyken kanatlarından akan bir rüzgârla beni öyle bir itti ki, bedenimdeki tüm kemikler kırılacak sandım. İki takla atıp yere devrildiğimde sanat atölyesinin içindeydim, ardına dek açılmış kapıların diğer ucunda Manbel kanatlarının ortasında durmuş öfkeyle bana bakıyor, yüzündeki yarıkların içinde alevler solucanlar gibi hareket ediyordu.
Karo mermer taşların üzerinde geriye doğru sürünerek ona bakarken çatık kaşlarımın altındaki gözlerim bir yılanın bakış açısına kavuşmuştu. Her yer kızıldı.
“Sonun elimden olacak,” dedi. “Kıyametin öz evladıysan diye söylüyorum, ben şeytanım.”
“Ben de eğer olmazsam ortada kalacağın o cehennemim,” diye fısıldadım geriye doğru sürünmeye devam ederken.
“Ben sana bakınca devrik bir kraliçeden fazlasını görmüyorum. Kimsesiz, çaresiz… Babası tarafından terk edilmiş, zavallı bir kraliçe.” Atölyenin içine doğru uçmak için hamle yaptığında, sanki onu durduran görünmez bir duvara toslamış gibi duraksadı. Bakışları hızla o görünmez duvarı taradı.
Kılıç, kan ve çığlık seslerine yeniden o sinir bozucu kıkırtı sesi eklendi.
Yere düşen bir adım sesi… Galerinin içinden geliyordu, binada yankılar uyandıran adım seslerinin kime ait olduğunu, elleri pantolonun cebinde tam Manbel’in karşısında, ayaklarının üzerinde dimdik duran İbrahim’i görünce anladım. Başını sol omzuna yatırmış, ölüm parçalarının yere dökülmesine neden olan o akıl kaybettirici kahkahasına hazırlanır gibi kıkırdıyordu.
“Seni küçük leş yiyici,” dedi Manbel. “Bu duvarı nasıl ördün?”
İbrahim cevap vermedi, sadece kıkırdadı ve bu kez kıkırtısı biraz daha yüksek sesliydi. Her an kahkahaya dönüşecek gibi…
Yerde sürünerek geri adımlar atmaya devam ettim. Tabloların asılı durduğu duvarlar sessizdi, tabloların içindeki yüzler sanki beni izliyordu. İbrahim’in başının iki yana sallandığını gördüm, müthiş bir hızla sallanan başının hareketleri seçilemeyecek kadar bulanıklaştığında birden öyle yüksek sesli bir kahkaha attı ki, kulaklarımı avuçlarımın içiyle örterek gözlerimi sıkıca yumdum.
Bu kahkahanın beni çıldırtmasından korktum.
Gözlerim aralandığında, zihnim daha berraktı ama o berraklığın içinde İbrahim yoktu.
O berraklığın içinde, tam ortasında, gözlerimin önünde bir hayvan vardı.
Hayvan, omzunun üzerinden bana doğru döndü.
Kahkaha atarak bana bakan hayvan bir sırtlandı.
İbrahim, bir sırtlandı.
İç dünyasında yaşamaya alışmış kötü bir insanın kendisinden dışarı çıkarıldığı an, iyi bir insanın hayatına karanlığın çöktüğü andır.
İbrahim’in derinlerinde saklanan o kahkaha denen kötülük, kozasını yırtıp dışarı çıktığında, şimdi karanlık daha fazlaydı ve korkması gereken bizim karşımızda olanlardı.
Yerimden kalkıp ayaklarım birbirine girmiş hâlde Medusa büstüne doğru koşmaya başladığım esnada binanın içinde şimşeklerin ışıkları patlayıp sönüyor, karanlık bir var oluyor, bir yok oluyordu.
Medusa heykelinin başından sızarak beyaz yüzeyine hızla akmaya başlayan mürekkepten gözyaşları, birkaç saniye içinde heykeli tamamen siyaha boyadı ve heykelin altındaki platform ortadan ikiye yarılarak açıldı. Bedenim oradaydı. Geçmiş oradaydı, gelecek oradaydı; ben oradaydım.
Elimi camdan tabutun içine daldırıp elmasla kaplı tenine dokunduğumda, sanki geçmiş ve gelecek onun derisi ile benim parmaklarım arasında idam edilmeye başladı. Önce alnımın ortasında ilerleyen kaderi hissettim, sonra o kader bir mühür gibi tenimi dağlayarak alnımın ortasına nakış misali işlendi. Alnımın ortasında gümüş bir hilâl sembolü oluştuğunda, damarlarımda akan kan bile gürlüyordu.
“Saul,” diye fısıldadım, dudaklarımdan dökülen ilk isim onun ismiydi.
Gözlerimi kapattım, uzun saçlarının sakladığı kemikli yüzünü, mavi gözlerini ve soğuk bakışlarına rağmen bana şefkatle gülümseyişini hatırladım.
Saul.
Onun adı buydu.
Bir kalp atışı sesiyle beraber, serumdan damlayan son damla ilaç zamana yayıldı. Parmaklarım elmas bedenin üzerindeyken savaş alanında gözlerim vardı; binanın kapısından dışarıya bakıyor gibiydim ama orada değil, buradaydım. Savaş alanındaki o mavi gözlü kara kurt omzunun üstünden binaya doğru baktığında, beni görmüyordu ama hissediyordu.
Kılıçlar birbirine vururken, o büyük kara kurdun hemen arkasında dikilen adam Efken’di ama onu kimse görmüyordu çünkü o, kara kurdun içinden dışarı uzanan ruhtu. Sadece ben görüyordum.
Kara kurt ve Efken benim gözlerimin içine bakıyordu.
O an Efken de, Saul da, kara kurt da, “Mēness,” diye fısıldadılar.
Adım buydu.
Saul’un biricik Mēness’i.
Tenimi yakan anılarla beraber kalbimin de buzlarının çözüldüğünü hissettim. Geçmişte beni izleyen mavi gözler oradaydı, şu anıma ait olan mavi gözler ruhumun derinliklerindeydi, kara kurdun keskin mavi gözleri ise bir pençe gibi tenimdeydi.
Çığlıklarımı duydum ama sanki ağzımı açmıyordum. Tenim yanıyordu. Derimin altında ilerleyen o çıldırtıcı acıyı hissediyordum. Biri damarlarımı koparıyormuş, kanım ters yöne akıyormuş gibi hissediyordum. Tükeniyor, bitiyor, yeniden var oluyor, doğuyor, tüm eksik parçaları yerine oturtarak Kan Yemini’ni parçalıyordum.
O yılan bedeni yavaşça içime yerleşip ruhuma tutunarak bana uyum sağladı.
Elimi kaldırıp, siyaha boyanmış Medusa heykelinin önüne getirerek parmaklarıma baktım. Uzun tırnaklarımın altından devam eden parmaklarımı saran damarlar kabarık ve masmaviydi. Bileğimden itibaren başlayan o müthiş parıltı ve kaygan deriyi gördüğümde gözlerim irileşti. Bakışlarım kolum boyunca kaydı ve elmas yılan derisinin koluma bir dövme gibi işlendiğini gördüm. Derimin üzerindeki elmaslar, karanlığı ikiye bölen gümüş rengi güneş ışıkları gibiydi.
Omzumun üzerinden binanın çıkışına doğru baktım. Yıkılmış kapının ardında ne Manbel vardı ne de İbrahim. Göz bebeklerimin daha da inceldiğini hissettim. Kalbim çarpmıyor, tıslıyordu.
Gücüm diriliyordu, ben diriliyordum.
Pelerinin iplerini çözdüm, pelerin arkamda bıraktığım bir deri gibi yere süzüldü ve binanın çıkışına doğru ilerlemeye başladım.
Binanın çıkışına vardığımda, kılıç sesleri kesildi, dökülen kan bile akmayı bıraktı. Sırtlanın bana doğru yürüdüğünü hissettim, dostum tam yanımda durdu, gözlerini kalabalığa çevirdi ve bizi izleyen dağılmış kalabalığa doğru baktı. Tıpkı benim gibi.
Tıpkı Mēness gibi.
Kolumda parlayan deriyi gördüklerinde, düşmanların yüzüne sıçrayan o dehşet duygusu, ömrümün sonuna dek hatıralarımda beni gülümsetmeye devam eden komik bir anı olarak kalacaktı.
Artık karşılarında o küçük kız yoktu.
Crystal’in kollarından uzanan yılanların kavradığı yabancı bir kadın bedeni yere düştüğünde, Crystal’in kadını bırakarak bana döndüğünü hissettim. Kurtların boyunlarını kopardığı cesetler bile sanki uzandıkları yerden bedensiz başlarıyla beni izliyorlardı.
“Diz çökün.” Sesim hem bir kadının hem de zehirli bir yılanın sesiydi. “Ya beni kabul edip bana kul olun ya da ölün.”
Artık karşılarında Mega Mar Kraliçesi, Mēness Mahinev Demir vardı.
Bir kılıcın kabzasından çıkarken etrafa yaydığı sesle beraber, avucumun içinden fırlayarak bir kılıç formu alıp keskin bir şekilde parlamaya başlayan yılanı görmeleri bir oldu. Zirkon taşların süslediği kılıcı yılan derisinin sardığı kolumla kaldırıp, “Ben Mega Mar Kraliçesi, Mēness Mahinev Demir!” diye bağırdım. “Kan Yemini’ni bozuyorum!”
Kılıcımın keskin ucundaki siyah kan yere damladı.
Bu cümlemle beraber, aydaki buzlar çözülmeye, düşmanlar bir kul gibi metrelerce ötemde benim için diz çökmeye, dalgaların yükseldiği uçurumdan tırmanan binlerce yılan araziye doğru sürünmeye başladı.
Elmas bakışlarımı Manbel’e çevirdiğimde, orada yenilgiyi gördüm.
Ölümü de görecektim.
“Şafak hâlâ sökmedi, gözlerinden biri kör olmadı ve ben seni iki gözün de yüzünün ortasında beni izlemeye devam ederken yendim Güneşin Karanlık Yüzü,” dedim zehirli bir sesle. “Ben aklına gelebilecek herkesi yenerim.”
Bazen bir duyguyu anlatmaya çalışmak bir cama kalan son nefesini üfleyip, oluşan buhara kelimeleri çizmek gibiydi. İçinde kalmış belki de son yaşamla var ettiğin kelimeler kaybolurdu; sen kaybolurdun, yaşam kaybolurdu.
Avucumu sırtlanın başına koyup dostumun başını okşarken, gözlerim o kalabalıkta beni izleyen mavi gözlerin sahibi kara kurda dokundu. Hemen arkasında gümüş kurt onu korumak istiyor gibi tetikte duruyor, iyi görünüyordu.
O kurdun gözleri metrelerce ötemde değildi, o kurdun mavi gözlerinin içindeydim. Kara yılanların buzdan yarıklara emanet edeceği kelimeleri okumaya başladım. Gelecek de geçmiş de o gözlerde şekillendi. Zaman o gözlerde var oldu, yok oldu.
Gözlerinde bu yazıyordu:
“Ben çok güçlü bir adamım Mēness ve beni bir tek sen yenebilirsin.”
🎧: J2, Coleen McMahon, Sevent Sanctum