Kafamın içindeki son aydınlık da bir akıntıya kapılıp gitti.
On altı yaşlarındaydım, babam karşıma geçmiş benimle belki de o âna dek yaptığı en acımasız konuşmayı yapıyordu. Kızıl gözleri gözlerime geçmişin kanını akıtmak isteyen bir bıçak gibi saplanmışken, on altı yıllık hayatımın her ânında kendimi oradan oraya savurduğumu söylüyordu. Haklıydı. O zaman onu ağlamamak için okul eteğimin kumaşını avuçlarımın içine alarak dinlerken neden bu kadar acımasız konuştuğunu düşünmüştüm, şimdi o cümleleri önüme koyduğumda, sadece iyiliğimi istediğini anlayabiliyorum.
Başardığım her şeye dudaklarında küçük bir tebessümle baktığını hatırlıyorum. Daha iyisini yapabileceğimi bildiği için hiçbir zaman büyük tebessümlerle bakmazdı başarıma. Çünkü biliyordu, içimde her an patlamaya hazır güçlü bir bomba, yeri göğü dümdüz edebilecek kadar kuvvetli bir kasırga vardı. Babam o kasırgayı eğitiyordu.
O kasırga, şimdi, tam da şu anda, karlar etrafında savrulurken bir doğaüstü götünü tekmeliyordu. Kenneth, kıçına yediği tekmeyle karların içine saplanınca avuç içlerimi birbirine çarparak çenemi diktim. “İnsan kızı gibi dövüşmeyi bırakmalıyım, öyle mi?” diye sordum acımasız gözlerim onu delip geçerken. “Böyle nasıl Ken? Bunu sevdin mi?”
Kenneth karların içinde yuvarlanıp dağılan yeşil saçlarını düzeltirken, “Hile yaptın,” diye homurdandı. “Hâlâ bir insan kızı gibi dövüştüğünü düşünüyorum.”
“Dayağa doymuyorsun.”
“Savaş benimle Kraliçe.”
“Gebert şunu be,” dedi İbrahim avucunun içindeki ayçiçeği çekirdeğinin kabuklarını bize doğru tükürerek. “Ne çenen varmış, çenen tutulsun Kene.”
Tırnaklarımı dışarı doğru itmemle, tırnaklarımın dibinden sonuna doğru hızla alevler aktı ve parmak uçlarımda beliren alevden akıntılar Kenneth’in yüzündeki kanın çekilmesine neden oldu. Gözbebekleri bir yaratığınki gibi inceldi, uzadı ve bana et çürüten zehri taşıyan timsah ağzını göstererek, “Bu kez götümü yakman gerekecek hayatım,” diye tısladı. Sırıttım.
“Seve seve şekerim.”
Ve ona saldırdım.
Zaman bir adım geriye çekildi, hızla ilerleyen o araç otobanın ortasında dondu, nehir tersi yöne akmaya başlayarak dalgaları kalbine gömdü, işlenen günahlardan biri silindi, iyiliklerden biri cennetteki o derin gölde boğuldu. Üç gün önceki o sabaha gittim; günün beyaz ışığı gözümü aldı, Efken yeniden karşımda duruyordu, kapıdaki gümüş gözlerin sahibi bana değil, Efken’e bakıyordu.
İçinde olduğumuz o soğuk saniyeler, kül tablasına dökülen ölü küller gibiydi. O kadar uzun süre genç erkeğe baktım ki, sonunda gözlerim ondan ayrılıp Efken’e çevrildiğinde ne hissettiğimi bilmiyordum. Tek bildiğim, tam da düşündüğüm ve Crystal’in onayladığı gibi, gümüş kurt, ormandaki genç erkekti. Bir buz yavaşça eridi, su oldu, su döküldü ve döküldüğü yerde kana dönüştü; ölümün kokusu etrafa yayıldı.
Efken doğrudan ona bakan gözlere bakıyordu. Efken’in sırtında bir yüz olsaydı, o yüze çizilecek olan ilk ifadenin hangi duyguya ait olacağını merak ettim. Yüzünü göremiyordum, Efken’e ait ifadeler artık sadece o genç erkeğin gümüş gözlerinde büyüyen bir tohumdu.
Efken başını yavaşça sağa doğru eğerek, “Sen?” dedi.
Genç adam donuk bir ifadeyle Efken’e bakıyordu. Çıplaktı ama tam önünde Efken olduğu için vücudunu göremiyordum, sadece çıplak olduğunu biliyordum. Eğer bir kasırga çıksaydı, bizden götüreceği ilk şey kelimeler olurdu, çünkü dilimizin ucundaki tüm kelimeler hem dışarı savrulmak istiyor hem de sadece dilimizin ucunda bekleyip onları bir fırtınanın söküp götürmesini bekliyordu. Birdenbire dizlerinin üzerine çökünce bedeni çıplak olmasına rağmen tamamen örtülmüş oldu, hiçbir noktasını görmemiştim, sadece ölü gibi bir ten rengi olduğunu görebiliyordum. Efken başını eğerek önünde diz çöken genç erkeğe baktı. Saçları gümüş-gri ve beyaz tonlarındaydı, kar ve günün beyaz ışığıyla tamamen çiğ bir renge dönüşmüş gibiydi. Adam başını önüne eğdi, tek dizini kırarak kaldırdı, diğer dizini yere bastırdı; bedenindeki çıplaklık duruşuyla alakalı olsa gerek gözler önüne serilmemişti. Ellerini yere bastırıp o şekilde beklemeye başladı. Kafasını asla kaldırmıyordu.
Beyaz omuzlarındaki çiziklerden akan kanların bazıları kuruyup bir yara şeklini almıştı. Başını önüne eğdiği için beyaz saçlarının içinde de kan lekeleri olduğunu fark ettim. Silah zemine düşünce irkilsem de dönüp bakmadım, İbrahim bir anlığına her şeyin farkındaymış gibi, “Bu o mu?” diye fısıldadı, bu öyle bir fısıltıydı ki, sanki hafızası artık sınırdaydı ve geçmiş patlayıp zihnine yayılmak için an kolluyordu. Sonra birden, “Bana o şeyin tüm gece götümü yemesinden korktuğum kurt olmadığını söyleyin,” dedi ve bir tangırtı sesi duyuldu, omzumun üstünden arkama doğru baktığımda İbrahim’in dizlerinin üzerinde dehşetle kapıya doğru baktığını gördüm. “Bayılmadım bayılmadım,” dedi gözlerini kapıdan çekmeden. “Siz devam edin.”
Efken bir süre önünde diz çöken yabancıya baktıktan sonra, “İsmini söyle,” dedi.
Gözlerini Efken’in gözlerinden çekmeden diz çökmeye devam ederken, “Hatem,” dedi.
Asırlar kadar sürmüş gibi hissettiren bakışmalarının hemen ardından Efken derin bir nefes alarak, “İbrahim, onun için giyecek bir şeyler getir,” dedi. “Medusa, sen de salona geç. Misafirimiz anadan üryan.”
Bir adım geri çekilerek gümüş kurdun bir insan erkeğine dönüşmesini kabullenmeyi bekledim. Bunu biliyor olmama rağmen, şahit olmak allak bullak hissetmeme neden olmuştu. Tam salona doğru yürüyecektim ki, “Ben ihanet için gelmedim Kraliçe,” dedi ve o an benimle konuştuğunu anlayarak duraksayıp omzumun üstünden Efken’in sırtına doğru baktım. Hatem tekrar konuştu: “Sadece ait olduğum yere geldim.”
“Ait olduğun yere mi?” diye sordum elimde olmadan.
Hatem’in başını önüne eğdiğini gördüm, avuçlarını bastırdığı yerde birikmiş kar tabakasını sertçe sıkarak, “Omzuma dokun, lütfen,” dedi Efken’e. Efken bunu yapmadığında Hatem bir kez daha, “Omzuma dokun,” diye fısıldadı. “Lütfen.”
Efken tetikte bakışlarını ondan çekmeden elini Hatem’in yaralı omzuna koydu ve Efken’in dokunuşuyla beraber Hatem’in tenindeki tüm yaralar yavaş yavaş, tıpkı siliniyormuş gibi kapanmaya, kapanan yaraların etrafından akan kan damlaları da kurumaya başladı. Şaşkınlık karnımın içinde ölü bir cenin gibi büyüyordu. Hatem başını yavaşça kaldırınca, gözlerinin grisinin içinden dışarı gümüş renkte ışıklar sızmaya başlamıştı. Olduğum yerde kıpırtısız kalmama neden olan bu hadise, mavi bir ışığın Hatem’in yüzüne vurduğunu fark etmemle büyülü bir tabloya dönüştü. Efken’e baktım. Uçurum mavisi gözlerinden ışıklar saçıldığını biliyordum. O ışıklar süzülerek Hatem’in gözlerinin içinden ona uzanan ışıklara çarpıyor, birbirlerine karışıyorlardı.
Efken’in geniş sırtı gerildi. Sırtındaki derinin parçalanacağını düşündüm. Sanki derisinin altında bir yaratık ilerliyordu. İbrahim elinde bir kumaş parçasıyla tam yanımda dikilmeye başladığında, o da yaşananları dehşet dolu gözlerle izlemeye başlamıştı. Efken başını havaya kaldırdı, mavi ışıkları önce duvara çarptı, ardından içinde olduğumuz hol maviye boyanarak tenimize sinmeye başladı. Şimdi o ışığın içinde saklanan mutlak gücü kendi bedenimde bile hissedebiliyordum. Efken’in hırıltılı bir ses çıkardığını duyunca İbrahim elini omzuma koyarak sakinleşmem için, “Her şey yolunda,” dedi, sanki bunu söylerken kendisinde değildi. Hatem de başını havaya kaldırdı, o an, gümüş ışık da etrafa yayılmaya başladı ve sıcacık bir duygu içimi kapladı.
Bedenim garip bir hisle büküldü. İbrahim sanki bana dokunmak ateşe dokunmakmış gibi hızla elini omzumdan çekti ve bedenimin kırmızı bir halenin içinde olduğunu fark ettim. Işık gitgide büyüyerek mavi ve gümüş ışığı itmeye, holde büyümeye başlamıştı. Işık bedenimin içinden dışına doğru büyüdükçe hiç olmadığım kadar yorgun hissetmeye başladım.
“Mega Alfa’yı korumana gerek yok Kraliçe,” dedi Hatem yavaşça, bu iki kelime zihnime bir sarmaşık gibi dolandı. “Enerjini boşa tüketme, bu sana lazım olacak.”
“Mega Alfa mı?” diye sordum. Kurtların Hükümdarı dese şaşırmazdım ama bu iki kelime lügatimde o kadar belirsiz ve yoktu ki, öylece onlara bakakalmıştım.
“Anlatacağım.” Sesi güçsüzdü. “İhanet için gelmedim. Anlatacağım.”
“İhanet için gelmediğini biliyorum Hatem.” Salona girmeden hemen önce, “İhanet için gelmiş olsaydın, yanımda değil, karşımda olurdun,” dedim.
İbrahim’in üzerinde yattığı koltuktaki dağılmış örtüleri kenara çekerek koltuğa oturup onları beklemeye başladım. Evin içine garip bir sessizlik çökmüştü. Mega Alfa kelimesi kafamın içinde dönüp durmaya devam ediyordu.
Salona yanlarında altında Efken’e ait bir eşofman olan yabancıyla girdiklerinde kollarımı göğsümün üstünde toplayarak genç adama baktım. Dövmesi tıpkı hatırladığım gibi görünüyordu, sol kaburgasının yan tarafında derin pençe izleri gibi görünen dövmesine kısaca baktıktan sonra bakışlarımı gümüş gibi parlayan gri gözlerine çevirdim. Efken sıkı bir çeneyle çocuğun yanından geçerek tekli koltuğa doğru ilerledi. İbrahim hem tedirgin hem de bilinçli gözlerle çocuğu süzüyordu; bir yanı korkularla kuşatılmış gibi duruyorken bir yanı sanki ona meydan okuyordu.
Efken, “Anlat,” dedi, gözleri Hatem’deydi, Hatem’i izliyordu; ona bakışları o ışıkların birbirine karıştığı andan beri sanki daha yumuşaktı. Yine de yüzündeki keskin ifade hiç kaybolmadı.
“Ne olduğumu bildiğinizi biliyordum, yaralı olduğum için dönüşmek zordu, insan olursam yeniden Pençe’ye dönüşmek imkânsız olabilirdi ve bana ihtiyacınız var gibiydi,” dedi, sesi sakindi, kelimeleri bir araya getirirken bazen duraksıyor, doğru kelimeyi arıyor gibi gözlerini bir boşluğa sabitleyerek düşüncelere dalıyordu. Sanki dilimize hakim değildi, kafasını karıştıran kelimelerle boğuşmaya devam ederek, “Yaralarım çabuk iyileşti, iyileştikten sonra da çevrenizdeki kalabalıktan emin olamadım, o yüzden bir insan formu alamadım. Bu sabah ormanı kontrole gittim, ormanın dışında, sınırların arkasında ne olduğunu anlayamadığım, daha önce görmediğim formlar gördüm. Yaklaşıp ne olduklarını anlamaya çalıştığımda bana saldırdılar.”
Efken, “Devam et,” dedi.
“Güçlüydüler, onlarla savaşabilirdim ama sayıca fazlaydılar, adil dövüşmüyorlardı.”
“Neye benziyorlardı?” diye sordum kısık sesle.
“Bedenleri bir insan bedeni gibiydi, kolları ve bacakları vardı, yüzleri yoktu ama kafaları da bir insanınkine benziyordu. Eskimiş kemik rengindeydiler, bedenleri taştandı.” Hatem gözlerini Efken’den çekmeden sorularımı cevaplamaya devam etti. “Rakibinin gözlerini göremezsen aklından geçenleri bilemezsin. Onların gözleri yoktu, yüzleri yontulmamış bir insan heykeli gibiydi; insana benzese de hatları yoktu.”
Efken, “Seni takip ettiler mi?” diye sordu.
“Hayır. Bana saldırdıktan sonra onları keşfetmiş olmamdan hoşlanmamış gibi kaçarak kayboldular. Sınırlara gelmelerinin nedeninin Kraliçe’yi izlemek olduğunu düşünüyorum. Karşısına çıkacakları tanımak istiyor gibiydiler. Ormanda bir sınır var, o sınırı geçerlerse onları hissedeceğimizi biliyorlardı. Bu da demek oluyor ki birileri onları uyarmış. Şu düşmanınızın müttefikleri olduklarını düşünüyorum. Çevreyi teftişe geldiklerine göre savaş kapıda olabilir.”
“Manbel’in türünü bir Pençe’nin bile anlayamadığı müttefikleri var,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Harika.”
“Sana ihtiyacımız var,” dedi Hatem birdenbire, yeniden dizlerinin üzerine çöktü ve Efken’in önünde başını önüne eğdi. “Mar kızından öğrendiğim kadarıyla bir yemin varmış, elek varmış, kafanın içinde seni ve gücünü tutan bir büyü, tılsım varmış. Ama artık ne olduğunu biliyorsun.” Kafasını kaldırıp yalvaran gözlerle Efken’e bakarken ağlayacak gibi bir hâli vardı. Mar kızının kim olduğunu düşündüm ve aklıma gelen tek isim Crystal oldu. “Bir sürü oluşturman, sürünün Mega Alfa’sı olarak yanımızda savaşman, tüm başıboşlara hükümdarın uyandığını kanıtlaman gerek.”
“Benim hiç kimseye bir şey kanıtlamaya niyetim yok,” dedi Efken sert bir sesle. “Mega Alfa derken neyden bahsediyorsun? Hükümdarlık dışında bir sik bildiğim yok benim.”
“Şu anki doğuşunda bir Mega Alfa olarak doğdun,” dedi. “Sen hem hükümdarsın hem de şu an öz olan tek Mega’sın. Aynı zamanda da uzun zamandır aradığım o alfasın.”
“Öz olan mı?” diye sordum, kaşlarım çatılmıştı.
“Evet,” dedi Hatem başını önüne yeniden eğip gözlerini saklayarak. “Bir diğer Mega Alfa da sizin dünyanızda yaşamaya devam ediyor Kraliçe.” Hatem bir ömür kadar uzun gelen o süre zarfında susarak içimi soru işaretleriyle doldurdu. “O sizin babanız.”
Bir an kalbimin durduğunu, tüm yaşamsal fonksiyonlarımın derimin altında bir mezara gömülmüş gibi gömülerek kaybolup silindiğini hissettim. Gözlerim iri iri açılmıştı ama kelimeler ellerindeki bıçaklarla sesimi kesip biçerek sesimin kanını akıtmaya başlamamıştı; suskunluğum o kadar uzun sürdü ki sonunda Efken, “Onun babası bir Mega Alfa ise o nasıl bir Mar olabiliyor?” diye sordu.
“Bir Mar kadını ile bir Gümüş Pençe erkeği evlenirse, doğacak olan çocuk bir Mega Alfa olur. Yani Kraliçe’nin de kanında mega var ama alfa yok, çünkü o bir Kraliçe. Bu onu bir Mega Kraliçe’ye çeviriyor. Yani geçmişte taşıdığından onlarca katı daha büyük bir güç taşıyor. Ama bu güç bir anda açığa çıkarsa, onu öldürebilecek kadar büyük ölümcül etkiler yaratabilir. Gücü eğitilmek zorunda. Şu ana kadar dünyaya tek bir Mega Mar Kraliçesi bile gelmemişti. O bir ilk. Yüz binlerce yıl önce yaşayan Mar Kraliçelerinin torunusunuz Kraliçe, onlardan yüzlerce kat güçlü bir varissiniz.”
Efken bir an, “Benim Mega Alfa olmam için annemin bir Mar, babamın bir Gümüş Pençe olması gerekmiyor mu?” diye sordu ve tek kaşını kaldırıp uzun uzun Hatem’e bakmaya başladı.
Hatem başını önüne eğdi. “Kurul anne ve babanızı krom kurşunlarla öldürdü. Çünkü onların ne olduğu biliniyordu.” Yutkundu, zaman o yutkunuşla birlikte dondu. Bu kez benim değil, sanki Efken’in kalbi o karların içinde buz tutmuştu. “Kroma rağmen iyileşme gösterememeleri için de onları yaktılar.”
Doğru olarak kabul edilen tüm gerçekler bir yalana dönüşüp geçmişin üzerine yıkıldı ve hâlâ orada, geçmişte yanmaya devam eden o ateş, yalanları içine alarak yakmaya başladı. Efken tepki vermiyordu. Mavi gözleri Hatem’e öldürmek için saplanmış bir bıçak gibiydi, Hatem’e saplanan bakışlarının kenarlarından geçmişin kanı akıyordu. Ne hissettiğini göremedim, anlayamadım, hissedemedim. Gözleri ölüm gibiydi. Soğuk ve hissizdi, kanı çekilmişti, toprağın altında çürümeye başlamıştı sanki. Uzun süren buz kesiği bakışlarının ardından gözlerini yavaşça yumdu ve uzun, siyah kirpikleri gözlerinin altındaki çukurlara bir yelpaze gibi yayılarak serildi. Gözlerini açtığında orada intikam vardı.
“Kurul ailemin ne olduğunu biliyordu. Cesetleri yakarak suçu örtbas etmek değil, iyileşmelerini engellemek istediler.” Efken gözlerini Hatem’den çekmedi. Şaşkınlık odanın her duvarındaydı, zemine düşen gölgeler gibiydi, dışarıda yağmaya başlayan kardan hiçbir farkı yoktu. “Tüm bunları nereden biliyorsun?”
“Babam ve babanız arkadaştı,” dedi Hatem. “Babanız öldürüldükten sonra size sahip çıkmak isteyen babam, sizi tüm şehirde aradı ama kokunuz silinmişti. Kokunuzun silinmesinin nedeninin kartlar olduğunu sonradan fark eden kişi ben oldum. Sizi bulduğumda anladım bunu. Kartlarda bir koruma tılsımı var. Size verilmiş o büyük yetenek, aynı zamanda sizi koruyan bir muska. Sizin bir Gümüş Pençe olduğunuzu, dahası kurul ve bir sürü düşmanın arzulayacağı türden güçlere sahip bir mega olduğunuzu saklamak istemiş anneniz. Sizi korumak için o kartları size vermiş.” Hatem acıyla gülümsedi. “Üstelik anneniz, bir reenkarnasyon olduğunuzun da bilincindeydi, kartlara kolayca uyum sağlayacağınıza emindi çünkü geçmişte kim olduğunuzun farkındaydı. Kartlarla aranız elbette iyi olacaktı. Kartları bir çocukken bile kolayca benimseyip sevdiniz, sevdiğiniz bir şeyi asla bırakmazdınız, anneniz biliyordu. Bu yüzden tılsımı seveceğiniz bir şeyin içine sakladı.”
Efken geçmişte de kartların sahibiydi. Annesi tüm geçmişi biliyordu, bir gün geleceğimi biliyordu, bir gün Efken’in yeniden uyanacağını biliyordu. O gün gelene dek oğlunu korumak istemişti. Ve bunu başarmıştı. Bu düşünceler içimden su gibi akıp giderken, gözyaşlarımın yanaklarımdan hızla kaymaya başladığını fark etmemiştim bile.
Efken bu konuyu tamamen kapatmak ister gibi başını salladı. Başka hiçbir şey sormadı. Bir duvar gibi, buz tutmuş bir yüzey gibi, bir cam gibi öylece baktı. Keskin ve soğuk ama kırılgan.
Hatem, “Tüm bunları şu an öğrendiğin için senden özür dilerim,” dedi. “Sana sen mi demeliyim siz mi bilmiyorum, daha önce bir Mega Alfa ile karşı karşıya gelmedim.”
Efken sadece, “Onun annesi de mi bir Mar peki?” diye sordu, benden bahsettiğini hemen anlayan Hatem, “Hayır, annesi bir insan,” dedi. “Sadece babası öz bir Mega Alfa. Kendisi de bildiğiniz, hatırladığınız gibi bir Mar Kraliçesi. Bu Mega rütbesi onu kraliçeliğin bir üst kademesine götürüyor.”
Efken yavaşça oturduğu yerden kalktı, bir süre sert bir yüzle Hatem’e baktı ve sonra, “Babana ne oldu?” diye sordu.
Hatem gözlerini yere indirip, “Kurul babanıza yardım ettiğini anladığında babamı da kromla idam etti,” dedi. “Sonrasında da babamın sürüsünün kimsesiz kaldığını anlayan düşmanlar sürüdeki herkesi parçaladı. Geriye sadece ben kaldım.” Hatem’in beyaz kirpiklerinde asılı kalan gözyaşlarına bakarken gözlerimden yaşlar akmaya devam ediyordu ama donuk görünüyordum. Öğrendiklerim midemin ortasına defalarca atılmış yumruklar gibiydi. “Benden geriye ne kaldıysa, hepsi senin. Bir sürün olacak. Beni sürüne kabul et. Başka gidebileceğim kimsem yok. Babamı da aldılar, kardeşlerimi de, yoldaşlarımı da, sevdiğim kadını da. Bu dünyada yapayalnızım. Senin hayatta olman benim de hayatta kalmam için bir işaret gibiydi. Lütfen beni kabul et.”
Efken sadece, “Yanımda kalabilirsin,” dedi, sonra da salondan çıktı ve gitti.
Hatem yerde dizlerinin üzerinde duruyor, kabul edilmiş olmanın getirdiği mutlulukla gülümsüyordu ama kirpiklerindeki gözyaşı damlası her an intihar edecek gibi eğreti duruyordu. Bir burun çekme sesiyle beraber gözlerim yavaşça İbrahim’e çevrildi, İbrahim tişörtüne sümkürürken bir yandan da ağlayarak Hatem’e bakıyordu.
Gözlerimiz buluşunca, ela gözlerindeki yaşlar kayboldu, bakışlarını Hatem’e çevirdi ve garip bir ciddiyetle, “Senin için birkaç kıyafet daha getireceğim,” dedi. “Mahinev’in önünde anadan doğma gezersen fazlalıklarından fiyonk yaparım.” Derin bir nefes alarak gözlerini yeniden bana çevirdi. “Kabul etse de etmese de şu an sana ihtiyacı var toprağım. Gidip ona bir bak. Bu köpekle ben ilgilenirim.”
Hatem hırıltılı bir ses çıkararak İbrahim’e bakınca, İbrahim kaşlarını kaldırdı ve “Beni mi ısıracaksın?” diye meydan okudu Hatem’e. “Acıklı bir hikâyen olabilir ama ona tüm olup biteni bir anda anlatmana gerek yoktu.” Bir an dudakları yukarı kıvrıldı, artık orada, o ela gözlerin ardında İbrahim yoktu. Öyle sinsi bir bakışı vardı ki sanki birdenbire o ölümcül kahkahalardan atmaya başlayacaktı. “Sen sürüye sonradan katılıyorsun, bense bu sürünün benzersiz olanıyım,” diye fısıldadı kıkırtıya benzer ürpertici bir sesle. Ardından gözlerini hızlıca kırpıştırıp kaşlarını çatarak bir adım geri çekildi. Ne olduğunu anlayamıyor gibiydi.
Hatem, “Ne olduğunu biliyorum,” dedi kısık sesle. “Ama bir daha bana köpek diyecek olursan, seni Mega Alfa bile elimden alamaz.”
“Köpek mi? Ben mi köpek dedim?” diye sordu İbrahim. “Konuşan bir köpekle konuştuğuma inanmak çok garip ama ben sana köpek demedim.” Demişti, sadece hatırlamıyordu.
Bir an eli çenesine gitti.
“Yani şimdi Efken köpek mi?” diye sordu düşüncelere dalmış hâlde.
Hatem tekrar hırlayınca, İbrahim korkarak bir adım geri çekildi. Koltuktan kalkıp bir hayalet gibi yanlarından geçip gittiğimde İbrahim’in de arkamdan salondan çıktığını duymuş ama arkama bakmamıştım.
Büyük beklentilerin hayal kırıklığıyla sonuçlandığını öğrendiğimde çok küçüktüm, hiç beklentin olmadan da hayal kırıklığının geldiğini fark ettiğimdeyse genç bir kadındım. Yaşamak bazen değil, genel olarak hayal kırıklığıyla sonuçlanan bir şeydi. Efken’in hayal kırıklığı mıydı eve döşenen bu sessizliğin nedeni, yoksa hissettiği duyguların arkasında kükremeye başlayan öfke miydi bilmiyordum. Öfkesi sessizdi, sessiz öfkeden daha çok korkardım, sessizce ilerleyen her öfkenin sonunda kaybeden sadece düşmanın olmazdı, sen de kaybetmeye hazır olurdun; senin için kaybetmenin bir anlamı olmazdı. Sessiz öfkesinin arkasında kaybetmekten korkmamanın, hatta yenmek için kaybetmeye de hazır olmanın saklandığını hissettim. Efken Karaduman bir insanı yenmek istiyorsa yenilmiş gibi yapabilirdi, senelerce o insanı kazandığına inandırabilirdi ama o insanın bilmediği bir şey vardı; bazen kaybetmek ve kazanmak o kadar çok birbirine benzerdi ki, kaybedişini zafer sanabilirdin.
Bazı yenilgiler başta çok fazla zafere benzer.
Yatak odasının kapısını yavaşça açtığımda yatağın ucunda oturuyorken buldum onu. Yüzünde sabit bir ifadeyle zemini izliyordu. Yanına oturup bakışlarımı ona doğru çevirdim. Dışarıda bir kar fırtınası başlamıştı, rüzgârın uğultusu camlardan içeri sızan güçlü bir kadın çığlığı gibiydi, bir erkeğin yumruklarından dökülen darbeleri anımsatan sesleri kar tanelerinin camlara vurarak çıkardığını fark etmek ürperticiydi.
“Beni avutmak için geldiysen, bir sıkıntı yok,” dedi, sesi duygusuzdu, herhangi biri onun hiçbir şey hissetmediğine inanabilirdi ama ben inanmadım çünkü hissettikleri bir ateşti ve ben o ateşin sesini duyuyordum. Hissettiklerini o ateşin içinde yok etmek, küle döndürmek istiyor gibi yakıyordu ama bilmediği bir şey vardı, bazen ateşin bile yakamayacağı şeyler olurdu. Taşımakta zorlandığı hâlde hissetmiyormuş gibi yaptığı duyguları gibi…
“Seni avutmak için gelmedim. Yanında olmak istediğim için buradayım.” Gözlerimi hâlâ parmağımda olan alyansa indirdim, artık ağır hissettirmiyordu, asıl bu alyansı çıkarırsam bomboş hissedecektim; bir uzvumu kaybetmişim, artık bana ait bir parçam yokmuş gibi hissedecektim. Bu hissin beni boğduğunu fark ederek gözlerimi onun kemik vadisi yüzüne çevirdim. Güzelliğine düşünceler bulaşmıştı, dalgın bakışları zemindeydi, yüzünde yavaş yavaş da olsa öfkeye dair ağlar örülmeye başlamıştı.
“Babam sanıyordu ki,” diye fısıldadı ve sonra bir an için sustu, kalbime bir ağırlığın çöktüğünü hissettim. “Yani sanıyordu ki… Beni o yatağın altına saklarken, önümde vurulup yere düşerken, ölümünü bana gösterirken, o sanıyordu ki iyileşecek. Bana gösterdiğinin kendi ölümü olduğunun farkında bile değildi. O iyileşeceğini sanıyordu. Beni yalnız bıraktığını bilmiyordu, iyileşmesini engelleyecek her şeyi yaptıklarını bilmiyordu.” Gözlerini yerden kaldırıp aynaya çevirdi, karşımızdaki aynaya düşen yansımasını izlerken burun delikleri genişledi, kelimeler dilinin altına kemik gibi battı ve bir süre sustu.
Ben de konuşmadım, sustum.
“Kartlar yıllardır bende,” dedi. “Sanki başlarına gelecekleri hissetmiş gibi beni korumak için ellerinden geleni yaptılar. Keşke Zeynep’i de koruyabilen ben olsaydım.” Sustu, tekrar sustu ve bu kez suskunluğu yarım saatten daha uzun sürdü. Yeniden konuştuğunda geceye biraz daha yakındık. “Bunu onların yanına bırakmayacağım.”
O an mantıklı olmak umurumda bile olmadı, kendimi onun yerine koydum ve “Bırakmamalısın,” dedim. Şaşırdığını hissettim. “Elbette bunun bir bedeli olmalı. Yaptıklarının bedelini ödemeliler.”
“Ödeteceğim,” dedi Efken. “Onlarla bir insan değil, bir canavar gibi savaşacağım.”
“Sormam gereken bir şey var,” diye fısıldadım. Daha iyi görünüyordu, kafasını toparlamış gibi bir hâli vardı. Başıyla beni onaylayınca, “Yaren?” dedim. “O da mı bir Gümüş Pençe?”
“Öyle bir şey olsaydı hissederdim,” dedi. “Canavarlar birbirini hissediyor.” Gülümsemesi çok yorgundu, dudaklarındaki kıvrıma uzun süre bakamadım çünkü bu beni perişan etti.
“Ama baban…”
“Babam bir canavardı,” dedi başını sallayarak. “Büyük ihtimalle kardeşi de öyle olmalıydı. Yani halam… Yaren özel sebeplerden bizim soyadımızı taşıyor, annesi halam.” Başımı salladım ve onu onayladım. “Ama babası gerçek bir insandı, buna eminim.”
“Benim de annem öyle. Yani bir insan…”
“Senin baban da bir Mega Alfa,” dedi Mega Alfa kelimesinin altını çizerek. “Bu yine de seni bir kurt yapmıyor.”
“O zaman o başka bir şey?” diye sorduğumda sustu, buna verecek cevabı var mıydı yok muydu anlayamadım, sadece boşluğa baktı, ben de üzerine gitmedim.
Hissettiklerinin yangını onu daha az yaksın istiyordum. Usulca koluna sokulup yanağımı tenine yaslayarak, “Senin için ne anlam ifade ediyorum bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Ne anlam ifade ettiğimi de şu an umursamıyorum. Şu an sadece senin hissettiklerini önemsiyorum. Bir şey hissetmiyorum deme, hissediyorsun biliyorum. Belki dünyan başına yıkılmadı ama öğrendiklerin dünyanda bir şeylerin yerlerini değiştirdi.” Uzun uzun konuşmak çok zordu, o yüzden durdum ve bir süre kelimelerimin ona ulaşmasını bekledim. Sessizce beni dinliyordu. “Değişen şeyleri yerlerine geri koyamam, hislerini durduramam, sana daha iyi hissettiremem ama yanındayım. Kollarına ilk kez sığındığım ve acımı seninle paylaşarak ağladığımı hatırlıyor musun? Hiçbir şey geçmeyecekmiş gibi hissediyordum ama buna rağmen yanında olmak güzeldi. Sen güzeldin. Hissettirdiklerin güzeldi. O an kan bile kusuyor olsam, kızılcık şerbeti içtiğimi düşündüren bana sarılmandı. Şimdi seninleyim, yanındayım, bana benim değil benimlesin demiştin, senin değil, seninleyim. Hissettiklerin kaybolduğunda ve bu yıkımdan geriye öfke kaldığında da yanında olacağım. Çünkü sen hep benim yanımdaydın.”
Yanımda olmasaydın da yanında olurdum, demek geldi içimden ama kelimeler kalbime bile ağır gelince sesimi kalbimin üzerine örterek sustum.
“Çok aptalsın güzel yılan,” diye fısıldadı başını başımın üzerine koyup derin bir nefes alarak. “Sana her gün cehennemi de yaşatsam, bir gün cenneti gösterdim diye bana minnettar oluyorsun.” Gözlerini yumdu, ben de yumdum. “Var olduğu için birine teşekkür edeceğim hiç aklıma gelmezdi. Teşekkür ederim.”
Gülümsedim.
Yavaşça dönerek melodiyi doğuran plaktan yükselen bozuk sesle beraber otobanda duran o araba bir anda hızla ilerlemeye, takvim yaprakları gökyüzünden süzülerek yeryüzüne düşmeye başladı. Yaşananlar hızla akan bir nehir gibiydi, o nehrin içinden çıktığımda Hatem’in gelişinin üzerinden geçen üç günün ağırlığı üzerimden damlayan sular gibiydi. Karların içinde Kenneth ile dövüşmeye devam ediyordum.
Sezgi elinde kahve kutusuyla İbrahim’in arabasının ön kaputuna oturdu ve bacaklarını sallayarak Kenneth’i benzettiğim anları keyifle izlemeye başladı. Axel ile Nora birkaç metre ilerimizde dövüşüyorlardı. Düş Çıkmazı Ormanı’na hem uzak hem de oldukça büyük ve boş bir araziye sahip olduğu için gelmiştik. Hatem’in varlığı hâlâ herkes tarafından tedirginlikle karşılanıyordu. Ulaş ile Ceyhun elmas bulabilmek için şehirden ayrılmışlardı çünkü buldukları elmasları oklara ve bıçaklara dönüştürmek için sadece şehir dışında bir taş ocağı bulabilmişlerdi. Hatem bir insan gibi göründüğü için çok sorun çıkmıyordu, tek sorun durmadan tehditkâr cümleler kurarak onu dövüşmeye ikna etmeye çalışan Crystal’di, Hatem’e öyle çok uyuz olmuştu ki, her seferinde ona meydan okuyordu. Aklıma onları ilk kez yan yana gördüğüm o gün gelmişti. Crystal Hatem’in üzerindeydi ve çocuğu lime lime edecek gibiydi; onunla ilgili sırrı fark ettiğim ilk andı. Gözlerinin beni nasıl ürküttüğünü hatırlıyorum. Şimdi ben de o gözlere sahibim.
Tabii bir de İbrahim vardı, bazen ciddileşip ürkütücü olsa da çoğu zaman Hatem’den korktuğu için küçük bir kedi yavrusu gibi kuyruğunu kıstırarak onu izliyor, bazen kutuyla getirdiği hazır yiyecekleri Hatem’in eline vermek yerine köpek yavrusunun önüne koyuyor gibi tedirgince yaklaşarak önüne bırakıyordu. Kenneth’in kıçını tekmelediğim sırada avucunun içinde olan ayçiçeği çekirdekleri Hatem’in ilgisini çekmiş olacak ki İbrahim’e sokulmuş, avucunda tuttuklarına bakmaya başlamıştı. İbrahim de yüzünde garip ve tedirgin bir sırıtışla Hatem’e çekirdekleri uzatmıştı, Hatem çekirdekleri kabuklarıyla birlikte birden ağzına atınca da geri çekilerek ona dehşetle bakmıştı.
Sezgi’nin bu sabah elmasımın olduğu ay taşlarıyla süslü küçük sandığı açtığını hatırlıyorum. O kadar çok incelemişti ki sonunda elmasın ona bir şeyler söyleyeceğini düşünmüştüm ama bu olmamıştı. Yeni şeyler öğrendiğinden bahsetmişti ama neler öğrendiğini soramamıştım, Efken’in ailesi ile ilgili detaylarda boğuluyordum, hiçbirini ona anlatamasam da o bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı.
Mustafa Baba hâlâ dönmemişti, neredeydi bilmiyordum. Efken onunla ilgili konuşmuyordu. Hatta öğrendikleriyle ilgili de konuşmuyordu. O kadar sessizdi ki, salonda bir insan gibi uyumak zor geldiği için verandada karların içinde uyuyan Hatem’le bile pek konuşmamıştı. Hatem aramızda bir yabancı olmaktan ziyade, kelimelere pek hakim olmayan ve oldukça garip davranan bir gençti. Efken’in ona verdiği kıyafetler üzerinde lime lime olmuştu ama hâlâ onları giyiyordu. Üç günün iki gecesini verandada, karların içinde uyuyup bir insan şeklinde nöbet tutarak geçirmişti.
Ona nasıl alışacaktık, hep bizimle mi olacaktı bilmiyordum.
Tek bildiğim, Efken’in ne zaman onun gibi görüneceğini merak ettiğiydi. Her an Efken’i izliyordu. Sanki Efken’in teninin altındaki canavarın Efken’in derisini parçalayarak dışarı çıkacağı o ânı bekliyordu.
Üç günün iki günü Hatem’e hayret etmekle geçse de neredeyse her gün çalışıyorduk. Elmasım bazen sandığın içindeyken bile sanki bana sesleniyordu. Sandığın kapağını açtığımda ise susuyordu; birkaç bilmeceyi anımsatan kelime söylüyor, kafamı karıştırıyordu ama bana asla net cevaplar vermiyordu. Anlamamı beklediği bir şey vardı ama ben bir türlü onu anlayamıyordum. Sanırım kafamın içindeki elek tam olarak parçalanmamıştı, hâlâ reddettiğim bir şeyler vardı.
Kenneth karlara tekme atarak, “Anladık, az zamanda çok gelişmiş bir kraliçesin, köteğinden sıkıldım,” diye söylendi. “Peki ya Gümüş Pençe kocan? O ne zaman dönüşüp pistteki karları uçuşturacak?” Kocan kelimesiyle beraber, ellerimi sıkıca yumruk yaptım ve alyansın yokluğu kalbimi sızlattı. Alyansı çıkarıp kutusunun içine koyarken hissettiklerimi hatırladım, eğer hisleri içimde reddedip dik durmasam kesin ağlayacaktım. Kenneth’e öfke dolu gözlerle baktığımda, “Ne?” diye sordu. “Dönüşmeden de güçlerini kullanabilir, tabii eğer güç güncellemesi yediyse ama dönüşseydi en azından kafa koparırdı. Onların diğer adı ne bilmiyor musun?” Yüzüme doğru eğildi. “Kopartıcı.”
“Kes sesini.” Gözlerimi devirerek Sezgi’ye doğru döndüm. “Ceyhun’dan bir haber var mı?”
“Silahları halletmişler, bu gece dönecekler.” Gözlerini Kenneth’e çevirdi. “Senin sesin çok çıkıyor.”
Hayal, “O her zaman çenebazdır,” dedi gülerek.
“Hmmm, diyelim ki sesim çok çıkıyor güzeller güzeli Kızıl Cadı, beni cezalandırır mıydın?”
Sezgi, “Toy olduğumu düşündüğün için böyle gevşek gevşek konuşuyorsan,” diyerek parmağını havaya kaldırdı, kırmızıya boyalı uzun tırnağının ucundan turuncu, sarı renklerde uçuşmaya başlayan tozları görünce kaşlarımı kaldırdım; İbrahim tansiyonu düşmüş gibi bileğini ovarak Sezgi’yi izliyordu. “Çok yanılıyorsun.” Parmağını öne doğru itmesiyle turuncu ve sarı toz birbirine dolandı, bir gemici düğümü gibi kalınlaşıp hortum gibi ilerleyerek sertçe Kenneth’e çarptı ve Kenneth yaklaşık üç buçuk dört metre boyunca karların içinde sürüklendikten sonra, “Eh yeter be!” diye bağırdı. “Düşman değil müttefikim ben, geberttiniz beni ya.”
“O zaman hanımlara askıntı olmaktan vazgeç.” Axel elini uzatıp Kenneth’i yerden kaldırırken söylemişti bunu.
“Sadece kadınlara askıntı olan kim? Şu ne olduğu belirsiz gevezeye de askıntı olmuştum.” İbrahim’i işaret ediyordu. “Ve… Şu beyaz tenli tatlı kedi de fena değilmiş. Şunun tipine bak, kim ona bir Gümüş Pençe der ki? Evcil, beyaz bir kedi… Gel pisi pisi, gel oğlum…”
Hatem gözlerinde gümüş bir ışıltıyla hırlayınca, Kenneth irkilerek Axel’in arkasına saklandı ve “En az Kraliçe’nin kocası kadar öfkeli, buradaki herkesin öfke problemi var Ax,” diye söylendi. Efken’den kocam olarak bahsedilip durması parmağımda alyansı aramama neden oluyordu. Gözlerim kalabalığın içinde Efken’i aradı. Sadece elmasın yetmeyeceği ve elmasın Manbel dışında kimleri etkileyeceği belirsiz olacağından gümüş, krom ve demir bulmak için gitmiş, sonunda hepsini bularak dönmüştü. Kollarını göğsünün üstünde toplamış, kalçası cipinin ön kaputuna yaslıydı, onu gördüğümde o da bana bakıyordu.
Herkesi arkamda bırakıp onun yanına gittim. Deri ceketinin üzerine birikmiş kar tanelerini temizlediğimde gözlerini indirip yüzüme daha büyük bir dikkatle bakmaya başlamıştı. Ona bakınca üç gün önce öğrendiği, sindirilmesi zor gerçekleri görüyordum, bu gerçekler benim kalbimi yakıyorsa onunkini çoktan küle çevirmiş olmalıydı. Yüzüme düşen saç telini kulağımın arkasına itti ve parmaklarındaki gümüş yüzükler tenimi hafifçe çizdi. Elini geri çekerken gözleri hâlâ gözlerimdeydi.
Ona savaş bu kadar yakınımızdayken bir sürü toplamasını söyleyemedim, ondan bir canavara dönüşmesini isteyemedim; aslına bakılacak olursa istemem gerektiğini biliyordum ama öğrendiklerinden sonra ağzımı açacak hâlim yoktu. Üstelik sanırım Efken de içindeki canavarı dışarı nasıl çıkaracağını bilmez vaziyetteydi.
“Crystal sana söyledi mi bilmiyorum ama Velencoso ailesini buraya davet etmiş,” dedi, sakin sesi beni dinlendiriyordu, öfkesi olmadığında o tam da sığınılacak bir liman gibiydi; öfkesi ise o limanı alabora eden bir hortumdu. Velencoso ailesine dair anılar yavaşça saklandıkları kabukları kırarak dışarı sızmaya başladı. Bu savaşta bizim yanımızda onlar gibi bir müttefiklerin olması, bilinmeyen türleri tanımamız konusunda bize hem yardımcı olurdu hem de bizi bir adım öne geçirirdi.
“Gelecekler mi?”
“Evet, yola çıkacaklarını söyledi.” Ellerini kotunun ceplerine sokup dudaklarında alaycı bir kıvrımla, “Luxury neredeyse hazır,” dedi. “Her şey bittiğinde bir Kraliyet Pitonu bulman gerekecek.”
“Her şey bittiğinde,” diye fısıldadım buruk bir tebessümle.
Aramızda adını koyamadığımız o şey bir kalp gibi atıyordu.
Efken’in gözleri kazağımdan dışarı çıkan ay taşı kolyeme kaydı. Sonra uçurum mavisi gözleri yeniden yüzüme tırmandı.
O an kalbimin atışları göğüs kafesimin içinde geriye doğru düşmeye başladı.
Efken’in gözlerine dikkat kesildim.
Buz mavisi gözlerindeki beyaz yarıklardan birinde siyah bir yılan ilerlemeye başladı. Korktum. Yine de bakmaya devam ettim. Bir diğer yarığın köşesinde bir yılan daha belirdi, kıvrılarak ilerledi. Gözlerindeki buz yarıklarında ilerleyen yılanları izlerken yerimden kıpırdayamıyordum. Gözlerinin o kadar içindeydim ki, o küçük gözler sanki bir dağ boyutundaydı, ben küçücüktüm, o dağın önündeydim ve kafamı kaldırmış dağa bakıyordum. Yılanların derisindeki pulların nasıl parladığını hatırlıyorum, ayna gibiydiler ve içinde bana ait yansımalar vardı. Yılanlar tek bir yarıkta toplanıp birbirlerine dolanmaya başladığında Efken hareketsizdi. Yılanlar birbirine dolanarak öyle güzel bir el yazısı oluşturdular ki, oluşan harfleri okurken kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu.
Benim güzel Medusa’m.
Yazan buydu.
Gözlerinin içinde yazan buydu.
Niginimizi düşündüm, İbrahim’in söylediği her şeyi hatırladım. Ve bunun bizim yeni özelliğimiz olduğunu anladım.
❄️
İSTANBUL
Yılanların bir suçlunun bileğini saran kelepçeler gibi sardığı İstanbul, âdeta soğuğun uzanıp ölüm uykusuna daldığı buzdan bir mezarlığa dönüşmüştü. Yılanlar şehri korumak için karların kapladığı toprağı yararak dışarı çıkıyor, yine yılanlar korumak için geldikleri şehirde korkunun getirdiği dehşetle onları katletmeye çalışan insanoğlundan da saklanmak zorunda kalıyordu.
Mahinur eski bir Mar’dı, yaşlanmayı kabul ettiğinden ve güçlerinin bir kısmını özgür bıraktığından beri daha sade bir hayat yaşıyordu. Yılanları şehre çağıran oydu, yılanlar onların soyundan birinin çağrısını hemen almış, harekete geçmişlerdi. Bazıları insan kanı taşıyan Marlardı, bazıları ise ruhunda akrabalık bağıyla dünyaya gelmiş yılanlardı. Çoğu bir insan bedenine sahip olamasa da koruması gerekeni biliyordu.
Şehirde dolaşan Mar avcısı kurtların farkındaydılar, bu kurtların öz olmayan Mega’sının Alfa olabilmek için öz bir Mega Alfa dişisi aradığını biliyorlardı; aranan dişinin kraliçeleri olduğunu da biliyorlardı. Öz olmayan mega, yani kanına sonradan karışmış mega rütbesi olan kurt, hâlâ özünde bir Mega Alfa’nın kanını da taşıdığı için o kraliçeyi arıyordu. Onun için kadının Mar Kraliçesi olması sorun değildi; sadece onu istiyordu. Çünkü gerçek bir Mega Alfa olabilmesi için ona ihtiyacı vardı.
Kanına sonradan karışan mega rütbesi olmadan önce basit bir omegaydı, bir sürüsü yoktu, sürüsünü sonradan toplamıştı ve gerçek bir alfa olmasa da sürü tarafından alfa olarak kabul edilmişti.
Mahinur sütü eklediği gümüş tası, balkonuna tırmanan, derisinde yaralar, pullarında dökülmeler olan uzun engereğin önüne koydu. Yılan kendi etrafında birkaç tur dönüp, küçük bir daireye dönüştükten sonra sütü içmeye başlamıştı. Yorgundu çünkü Gümüş Pençe erkeklerinden biriyle dövüşmüştü, bir kadın bedenine dönüşebiliyordu ama yaralıyken insan formu almaya mecali yoktu.
“Sence,” diye söze girdi Mahinur oturduğu balkon masasına yasladığı dirseğini masanın yüzeyine biraz daha bastırıp, serçe parmağındaki tırnağı kemirerek. “Elmasın dilinden anlamaya başlamış mıdır? Elmas ona yoldaşlık ediyor mudur? Kızıl Cadı’nın rüya yolu kapalı, ona mesaj gönderemiyorum, üstelik güçlerim de sınırlı. Artık bir Mar kadınına dönüşemiyorum. Torunuma nasıl ulaşırım bilmiyorum. Hata mı ettim Zultanit?”
Sarı engerek yılanının pullarının arasından yere düşen sultan taşlarının parıltısı balkonu aydınlatıyordu. Yılan ağzını sütten çekti, kafasını kaldırdı ve kız kardeşlik düğümüyle bağlı olduğu kadına baktı. Kadın yaşlanmayı seçmişti ama yine de hâlâ oldukça güzeldi. Zihnindeki tüm pürüzleri kenara iterek kadının zihnine bir halat uzattı ve konuşmaya başladı.
“Hata etmedin Mahinur, o görevini yapmaya gitti. Soyumuzun başına geçmeye gitti. Yıllar önce Aykan’ı alıp buraya geldiğinde Mar Kraliçesi’nin sizden geleceğini biliyordun çünkü burada düşmanlar yoktu ve oğlun tek Mega Alfa’ydı, orası onun için bir ölüm bataklığıydı. Belki bu yaptığın ilk hataydı ama kız güçlü, bir Mega Mar Kraliçesi tarihte duyulmuş şey değil. Üstelik yanında kristal derili bir çıngıraklı da var. Ona yoldaşlık ediyormuş, duyumunu aldım. Yakında onu bulmak için gelecek daha bir sürü aile üyesi olacak. Bir Mega Mar’ın zihni en çok sessizken tehlikelidir çünkü o sessizlikte bir sürü ayrıntı gizlidir. Eminim torunun, yani öz kraliçemiz, her şeyi halledecek.”
Mahinur, “O kendini Mega Alfa sanan sonradan olma Omega piçi onun yerini bulmak için harekete geçecek. Hissediyorum, beni kandırmak için buralarda dolaşmaya devam ediyor ama onun için oraya gidecek. Mahinev’in damarlarında bir Mega Alfa’nın kanı dolaşıyor, o Omega köpeğinin gözü taht için döndüyse, eminim karşısına Mar Kraliçesi’ni bile alacaktır,” dedi sıkıntıyla.
Zultanit, “Torunların,” dedi ve uzun uzun sustu. “Onlarda da mega kanı var. Bu onları ruhlarının en yakın olduğu şeye dönüştürmeye yetmez mi?”
“Ruhlarının mı?”
“Mahinur, unuttun mu? Ortada bir insan, bir doğaüstü bebeği varsa, döl doğaüstüden geliyorsa, oradan gelen çocuk ya melez olur ya da ruhunun yakın olduğu bir şeye dönüşür. Eşsiz bir şeye… Bin yılda bir gelecek olan şeylerden birine… Onların ruhları en çok nelere yakın? Aynı şeylere mi yoksa farklı şeylere mi?”
“Üç erkek torunumun üçünün de birbirinden ruh olarak farklı olduğunu biliyorum.”
“O zaman zamanın onları sürükleyeceği kaderi bekle.”
🎧: Eivør & Einar Selvik, Stirdur Saknur