Hayallerimi darağacına asılı bir bedenin yerçekimini arzulayan cansız bacakları gibi sallanması için kalbime asmıştım. Kalbimin atışları var olduğu sürece, bana göre hayallerim de var olmaya devam edecekti, oysa hayallerim uzun zamandır kalbimde asılı kalmaya devam eden cansız bir bedendi. Çoktan ölmüştü. Aslında çok uzun zamandır yalnızdım. Hem de kalabalıkta yalnız kalanlardan değildim, ben gerçekten yapayalnız olan yalnızlardandım.
Verandanın önünde dikildiğim süre zarfında öyle sessizdim ki, ormana çöken sessizliği de sırtınıza aldığınızda çarpan kalbimin atış seslerini duyabilirdiniz. Montun gümüş rengi fermuarını dudaklarımın arasına aldım, boynum montun içine gömülmüştü ama buna rağmen kar soğuğu bedenimi ısırmaya devam ediyordu. Yaren’in olduğunu bildiğim siyah postallar ayaklarıma biraz büyüktü, verandadaki basamakları dolduran kar taneleri atılan her adımda biraz daha göçerek buzlaştığı için bu postallarla denge sağlayabilir ve kaymadan o basamakları inebilir miydim hiç bilmiyordum. Efken uzun bacaklarının hakkını verircesine tek adımda verandanın basamaklarını inmiş, hemen karşımızdaki ormanla aramızda duran kar dolu boş arazide ilerlemeye başlamıştı. Omzunun üzerinden bana baktığında, çatık kaşlarının altına yerleştirilmiş ölüm saçan gözlerindeki tehlikeli ifade kalbimi yerinden hoplattı.
“Hareket et,” dedi buza dokunuyormuşum ve parmak uçlarım yanıyormuş gibi hissettiren gür sesiyle.
“Deniyorum,” diye söylendim, bu mesafeden beni duyması imkânsız sanıyordum ama gözlerindeki ifadeyi gördüğüm an, yalnızca sandığımı ve gerçeğin bu olmadığını anlamıştım. İyi kulakları vardı.
“Yerinde öylece durarak mı deniyorsun? Sana hareket etmeni söyledim. Acele etsen iyi edersin.”
“Ne baş belası ama,” diye söylendim ağzımın içinden.
“Seni duyuyorum aptal.” Bir an söylediklerini umursamadan olağanüstü bir şekilde beyazlığını koruyan gökyüzüne bakma ihtiyacı duydum. Evet, her yer karlar altında olabilirdi ama yine de gökyüzünün bu denli beyaz olmasını garipsemiştim. Basamakları kaymaktan korka korka inip neredeyse dizlerime kadar uzanacağını düşündüğüm karların arasında güçlükle ilerlemeye başladım. Kar seviyesi inanılmaz derecede yükselmişti, çok kısa sürede bu kadar kar yağmış olmasına şaşıyordum ve dışarısı öyle soğuktu ki, bedenim soğuğa karşı dirençli olmasına rağmen bu soğuk iliklerimi şişliyormuş gibi hissettiriyordu.
Gökyüzünün karanlık gardiyanından bahsetmişti, tam olarak ne demek istemişti bilmiyordum ama ruhumdan koparak büyüyüp tüm benliğime yayılan merak duygusu gerçekten kuvvetliydi. Bana anlattığı bir şey daha vardı, ay ve güneşin gökyüzünde aynı anda kalması… Bu kesinlikle deli saçması bir durumdu, uydurmaca olduğunu düşünüyordum. Gökyüzüne baktığımda bir şey görememiştim, her yer olağanüstü beyazdı, hepsi buydu.
“Akşamüzerine doğru gökyüzü şafaktan ayrılır,” dedi Efken. “Gün maviye ulaşır, karanlığa çeyrek vardır.” Kirpiklerim birbirlerine tutundu, birkaç defa gözlerimi kırpıştırıp ormana doğru baktım. Orman her ne kadar beyaz gelinlik giymiş bir kadın gibi görünse de o kadının mavi gözlerini de taşıyor gibi duruyordu. Mavi ve beyaz iç içe geçmiş iki renk gibiydiler ama gerçekten bütün görünüyorlardı. Efken ile aramızdaki mesafe ciddi oranda kapandığında kas kütlesi vücudu beni hedef alan bir namlu gibi bana çevrildi, nefesim boğazımı yakan bir mızrak oldu ve gözlerimi kırpıştırarak karşımda tüm heybetiyle duran uzun boylu adama alttan alttan baktım. “O küçük kafanı kaldır ve gökyüzüne bak.” Efken beni omuzlarımdan tutarak çevirince teması anlık garip hissetmeme yol açtı. Büyük avuçlarıyla omuz başlarımı ezerken hemen arkamda olması durumu daha tuhaf bir hâle sokuyordu.
Beyazlığı yaran gözlerim önce gökyüzüne yükseldi, ardından derin bir nefes aldım ve şakaklarıma saplanan ağrının yıkıcılığı karşısında biraz sarsıldım. Gökyüzünde koca bir elmas gibi parlayan dolunayı gördüğümde birden afallayarak sırtımı Efken’in göğsüne bastırdım. Dolunay görmeye alışkın olduğum görüntüden epey uzaktı. Etrafında güneşin kolları gibi uzayan buz sarkıtları vardı ve bu sarkıtların hepsi dolunayın içinden çıkmıştı; yüzeyindeki lekeler de üzerinde olan buzların altında daha parlak görünüyordu. Baktığım yerde duran, buz tutmuş bir dolunaydı ve öyle karanlık hissettiriyordu ki, karanlığına alışmış her göz etrafı bembeyaz sanıyordu.
Şaşkınlık… Hissettiğim tam olarak bu muydu bilmiyordum ama kafam gerçekten karışmıştı. Gökyüzünde öylece duran dolunayın buz tutmuş olması nasıl mümkün olabilirdi ki? Birden zihnimde karanlık bir oyuk büyümeye başladı, oyuğun içi bir kuyuya benziyordu ve o kuyunun içinde görüntüler dolaşıyordu; yükselen dalgalar kayalıklara çarpıyor, dağları ören kayalar yuvarlanarak dökülmeye başlıyor, bir kar parçası düştüğü yerde büyüyerek çığı peşinde taşıyordu. Efken’in tutuşu sertleşince irkilerek sırtımı göğsüne daha sert bastırıp afallamış bir hâlde kaşlarımı çattım.
“Böyle bir şeyin olması mümkün değil, burada doğru olmayan şeyler var!” Korkuyla ona doğru dönmemle şaşkın ecel mavisi gözlerin gözlerime gölgeler hâlinde düşmesi bir oldu. “Bu dolunay buz tutmuş!”
“Uzun zamandır bu hâlde,” derken sesi benimkinin aksine görmeye alışkın olduğu bir şeyden bahsettiğini belli edercesine sakindi. “Uzun zamandır bir döngü yok, hep dolunay evresinde ve buzları da hiç çözülmedi. Hiç batmadı, hiç doğmadı, sadece orada öylece kaldı.”
İçimde büyüyen korkuyla yeniden dolunaya baktım. Gördüğüm en güzel görüntülerden bir tanesi olduğuna yemin edebilirdim ama hissettirdiği şeyler öyle karanlıktı ki, ondan korkmayan herkesin aklını yitirdiğini düşünürdüm. Efken’in gözünde en başından beri bir akıl hastası olduğum doğruydu ama sanırım buradaki tek akıl hastası ben değildim. Böyle doğaüstü bir görüntüyü nasıl oluyordu da bu kadar rahat ve sakin bir şekilde normal karşılayabiliyorlardı? Belki de bir kâbus görüyordum, evet, okuduğum kitapların etkisinde kalmıştım ve bir kâbusun içinde olduğumun bile farkına varamayacağım kadar derin bir uykuya dalmıştım. Öyle olmasını umuyordum çünkü burada asla açıklanamayacak dolaplar dönüyordu.
“Bu bir kâbus,” diye fısıldadım. “Kâbus olmalı.”
“Bu gerçek,” dedi tok sesiyle. “Hiç bu kadar gerçek bir şey yaşamamışsındır.”
Gözlerimi yeniden dolunaya çevirip bir süre buz tutmuş karanlık gardiyanını izledim. Şimdi daha iyi anlıyordum, Efken’in bahsettiği karanlık gardiyanı oydu. Öyle canlıydı ki, bir ruhu olduğuna yemin edebilirdim ama yine öyle canlıydı ki, herkesi bunun tam tersine inandırabilirdi. Efken’in bakışlarını hissettim ama bir an için ona karşılık veremedim. Şaşkınlık geri çekilmeyen bir düşman gibiydi ve elinde tuttuğu silahın namlusu zihnimi hedef alıyordu.
“Gel benimle,” dediğinde birden afallayarak ona baktım, çoktan benden uzaklaşarak sırtını dönmüş ormana doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Uzun, güçlü bacakları vardı ve kar onu kesinlikle yavaşlatmıyordu, oysa kar beni her zaman yavaşlatırdı. Hemen arkamda kalan buz tutmuş dolunaya bir defa daha bakmak istedim ama ne zaman o dolunaya baksam ruhumdan büyük parçalar kopararak karanlığına hapsedecekmiş gibi hissettiriyordu. Çok garipti, onu ilk defa görüyor olmama rağmen sanki bu ilk değil gibi tanıdık bir his içimi kaplamıştı.
“Bekle!” Arkasından karlara bata çıka yürümeye başladığımda bile kalbim korkudan kasılıyordu. “Bana açıklaman gerekenler var, nereye gidiyoruz?”
“Sadece gel benimle,” dedi bana bakmadan, gür sesi bir kar girdabı oluşturup beni içine yutacak sandım.
Adımlarımı hızlandırdım. Bir yanım beni esir etmiş olmasına rağmen kafamda bir çatı olduğundan güvende hissedeceğim o eve dönerek yorganın altına girmemi söylese de diğer yanım onu takip etmemi isteyecek kadar meraklıydı. Her ne kadar büyük adımlar atsam da onun uzun bacaklarının yanında çok şansım yoktu, benden daha hızlıydı ve karın yoğunluğu onu duraksamıyordu bile. Efken durduğunda tek kelime etmeden yanına gittim, hiçbir şey söylemedi ama dövmelerin ve yüzüklerin sardığı güçlü elini bana uzattı. Parmaklarına işlenmiş dövmeler bembeyaz gökyüzünün altındayken daha net görünüyordu. Bana uzattığı eline ne yapacağımı bilemeyerek baktım.
“Sadece tut işte,” dedi hızlıca. “Kar Ormanı yabancılar için tehlikelidir, bir kapana kapılıp ağaca çevrilmeyi bekleyen bir keçi gibi asılmanı istemem. Ya da isterim.” Elini geri indirince gözlerimi gözlerine çevirip ona aval aval baktım. Bu adamın sorunu tam olarak neydi?
“Senin sorunun ne?” Bakışlarım gözlerinden su gibi akan ifadeye tutundu, gözleri gözlerime çivi gibi girdiğinde birden duraksadı. Mavi gözlerinde anlam veremediğim hisler vardı, bu hislerden sadece birini tanıyordum çünkü bazen babamın kızıl gözlerinde de o hisse rastlardım. Bu hissin ismi öfkeydi ama babamdaki bu adamda gördüğüm kadar kuvvetli olmazdı. Babam öfkesini uyuyamadığım gecelerde gösterirdi, bu adamın öfkesi ise sadece yüzüme baktığı anda alevlere karışıyordu sanki.
“Benimle diğer erkeklerle konuştuğun gibi konuşamazsın,” deyince kaşlarımı kaldırıp yüzüne garip garip baktım. Sırtını dönüp önümüzde yükselen ağaçların aralarında uzanan uzun yola baktı. “Dilini koparır kar yırtıcılarının önüne atarım.”
Kurduğu koca cümledeki tek bir ayrıntı dikkatimi çekmişti. Kar yırtıcıları… Etrafıma temkinli bakışlar atarak ona biraz daha yaklaştım ama soru sormadım. Soğuk çok kuvvetliydi, tenimi yırtarak tüm hücrelerime doluşuyordu. Dişlerim neredeyse birbirine çarpacakmış gibi hissediyordum ama çenemi sıktığım için bu his gerçeğe evrilmeden irademin avuçlarında parçalara ayrılıyordu. Efken omzunun üzerinden yüzüme tehlikeli gözlerle baktıktan sonra bakışları yeniden ormana çevrildi.
“Sormayacak mısın yani?” Sorusu kaşlarımı çatmama neden oldu. Kar Ormanı diye bahsettiği yüksek ağaçların oluşturduğu dönemeçli yollara doğru ilerlemeye başlamıştı. Arkasından ilerlerken kollarımı bedenime sarıp boğazımdaki acıyı yok etmek ister gibi yutkundum.
“Neyi sormayacak mıyım?”
“Kar yırtıcılarının ne olduğunu.”
Biçimli ensesini izlerken merak kanımda yüzen bir jilet gibiydi, damarlarımı keserek içinden çıkıyor ve kanım ruhuma akıyordu. “Sorsam bile cevap vermezsin,” dedim ve küçük bir tahminle cümleme verecek bir cevabı olmasını sağladım. “Kopartıcılardan mı bahsediyorsun?”
“Hayır,” dedi, bu içimi rahatlatmalı mıydı yoksa daha çok korkmama mı neden olmalıydı orasını kestiremiyordum. İçine doğru ilerlediği ormanda yırtıcılar olduğunu söylüyordu, kopartıcılardan başka türler de vardı ve yanımızda silah bile yokken bizi oraya götürüyordu, öyle mi?
“Beni öldürmek istediğini bu kadar belli etmene gerek yoktu,” dedim soğuktan kasılan çenemi dik tutmaya çalışarak. Efken yolu izleyerek büyük adımlar atmaya devam ediyordu, umursamazlığı yumruklarımı sıkmama neden olsa da sakindim, ormanın derinliklerinde bizi bekleyen tehlikeleri düşünmemeye çalışıyordum. İki büyük ağacın ortasından geçerek ormanın sadece ağaçların rehberlik ederek oluşturduğu kıvrımlı yollarından birinde ilerlemeye başladığımızda o hâlâ önden yürüyordu. “Kar yırtıcılarından kastın ne?” Omzumun üzerinde arkamızda gelen karla dolu araziye ve daha ileride küçücük kalmış eve baktım. Tekrar ona baktığımda kaslı kolunu kaldırıp dallardan birini havaya kaldırmıştı. Mavi gözleri gözlerime cehennem kapısı gibi kapanınca alevler içimde büyüyüp zihnimi ısıttı. Bakışlarını yüzüme daha derin bir şekilde indirerek geçmem için dalı havada tutmaya devam ederken kafamı yavaşça eğerek dalın altından geçip yutkundum. Sessizliğini koruyordu. Beni öldürmeye götürüyor olamazdı, öyle değil mi? Kalbim korkuyla kasılsa da yüzümde cesur bir sakinlikle ilerliyordum.
“Beni ormanı göstermek için mi buraya getirdin?” Yavaşça yutkunup etrafıma, ardından da önümde bir duvar gibi dikilen adama baktım. “İstesem kaçabilirim, biliyorsun değil mi?”
“Yani kaçmak istemediğini mi söylemeye çalışıyorsun?” Bana omzunun üzerinden şeytani bir bakış atınca kalbim hoplasa da bozuntuya vermeden ona dik dik baktım. “Küçük kalbin öyle değerli olmalı ki dakikalardır bir kuyruk gibi beni takip ediyorsun. Kaçamazsın, çünkü yaşamak istiyorsun.”
Yüksek ağaçların, yosun tutmuş kayalıkların ve yosunların üzerini kaplayan karların içimde kapladığı his çok farklıydı. Bakışlarım uçurum mavisi gözlerde uzun süre yatıya kaldı. “Yanında kalırsam da yaşayacağım kesin değil ama,” dedim.
“Ama yine de şu an yanımdasın.”
“Mecburiyetten, başka bir şeyden değil,” dedim tükürür gibi. Evet, ondan korkuyordum ama bana hükmetmesine asla izin veremezdim. Ruhumun derinliklerinde bir yer hiçbir zaman hüküm altına giremeyecek kadar çok hüküm sürmek istiyordu. Yüksek ağaçlar ve karlar ormanın içine doğru mavi renkte görünüyordu, bir hayalin içindeymişim gibi hissettiren ormanı incelerken Efken bana doğru dönüp aramızda duran birkaç adımlık mesafeyi tek adımıyla kapattı.
“Mecburiyetten, öyle mi?” Yüzü yüzüme aramızdaki boy farkına rağmen yakın duruyordu, geri adım atmak istedim ama birden tüm bedenim gözlerinin esiri oldu ve ben daha ne olduğunu anlamadan Efken’in güçlü parmaklarının baskısını tenimde hissettim. Parmak boğumları bembeyaz kesilene dek parmaklarını belime bastırdı, bakışlarım bir istasyondan kalkan tren gibi demir raylarda ilerledi ve gözlerine yeniden tutunduğumda o gözlerde cehennemin kapıları aralık duruyordu. “Tam şu an sana istediğim her şeyi yaparım ve biliyor musun, istediğim her şeyi sen de istersin.”
Ani yakınlığı ve söyledikleri damarımdaki tüm kanın kuruyarak uğultulu bir sessizliğin zihnime oturmasına neden olmuştu. Ona baktığımda yenilmesi imkânsız, asla yıkılmayacak ama kolayca yıkabilecek bir adam görüyordum ve bunun nedeni gözlerinde karşılaştığım savaşçı mıydı hiç bilmiyordum. Söyledikleri uğultunun artmasına neden olmuştu, parmak boğumlarından çekilen kanın uğultusu parmaklarından uzaklaşmış olmasına rağmen tenimin altında akıyormuş gibi içimde fokurduyordu.
“Etrafında nasıl kadınlar var, bilmiyorum,” dediğimde mavi gözler kısaca dudaklarıma ardından tekrar çelikten ifadesiyle gözlerime taşındı, “ama ben olduğumu düşündüğün kadınların dudaklarını sildikleri mendillerle yaralarımı temizledim.”
Efken bu söylediğim çok ağır bir yükmüş ve bırakmazsa parmakları kopacakmış gibi birdenbire elini geri çekince çenemi dikerek ona daha dikkatli gözlerle baktım. Çenesi kaskatı görünüyordu, gözleri buzun yüzeyi gibiydi ama dokunsam beni üşütmez, yakardı; sanırım bu yüzden gözleri buzdandı. Nasıl biri olursa olsun, onu tanımıyor da olsam neticede Efken bir insandı, içinde bulunduğu dünya kabul edemeyeceğim kadar garipliklerle dolu olsa da tıpkı benim gibi onun da kalbinin attığını biliyordum. Bana istediği her kötülüğü yapabilir, hatta beni öldürebilirdi ama ait olmadığım bir kılıfın içindeymişim gibi hissettiremezdi. Derimin altında yaşayan ruh, onun bahsettiği gibi bir insan olma terazisi için epey ağırdı.
Aramızdaki yakınlığa aldırmadan kafamı ileri uzatıp ona yaklaştırarak, “Beni bu ormana getirmenin asıl sebebi ne?” diye sordum sakin bir sesle. “Tehlikeli olduğumu düşünüyorsun ve beni öldürmek istiyorsun, değil mi?”
Sorum onu anlık afallatsa da gördüğüm andan beri gücünü iliklerimde hissettiğim adamın buzdan gözlerindeki değişim çok uzun sürmemişti. “Seni öldürecek olsaydım bunu ilk gördüğüm anda yapardım,” dedi, cevabı beni çok kısa süreliğine de olsa şaşırtmıştı. Öyleyse neden buradaydık? “Gördüğün yerlere vereceğin tepkiyi ölçmek istedim.” Duraksayıp tek kaşımı kaldırdım. “Ben kadınları ve çocukları öldürmem Medusa.”
Yani birilerini öldürdüğü doğruydu. Biraz korku biraz da babamın bana verdiği değerin başka birinin gözünde hiç olmasının getirdiği kırgınlıkla ona bakmaya devam ettim. Kendimi yerle bir hissediyordum çünkü bir yanım onunla deli gibi savaşabilecekken, diğer yanım yaşamak için onun ayaklarına kapanırmış gibi geliyordu ve bu her bakımdan benim için mide bulandırıcıydı. Efken’e baktığımda gördüğüm en net şey nefretti. Çevresindeki her şeye, belki de göğsünde atan kalbe bile nefretle yaklaşıyordu.
“Yalan söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyorsun,” dedim.
“Yalan söylemediğini biliyorum,” dedi bir anda. Bana inandığını fark etmek göğsüme koca bir yumruk yemekle eş değerdi. Ona umutla baktığımı fark edince başını iki yana sallayıp öfkeyle soludu: “Ama ya hafızanı kaybettin ya da bir sorunun var.”
“Yalan söylemediğimi kendin söylüyorsun,” dedim birden yükselerek.
“Hafızasını kaybeden insanlar yalan söyleyemez zaten.”
“Hafızamı kaybetsem sana ailemden bahsedebilir miydim?” Ondan mantıklı bir cevap bekliyormuş gibi gözlerine ciddiyetle baktığımda, Efken derin bir nefes almaktan öteye geçmedi. “Kafayı da yemedim. Sana İstanbul’dan geldiğimi, geldiğim yerde senin yaşadığın bu yerle ilgili hiçbir bilgi olmadığını söyledim.” Onu ikna etme dürtüsüyle kafamı hızlıca aşağı yukarı salladım. “Hem Yaren’in söylediği adamın da oradan geldiğini iddia ettiğini söylememiş miydiniz? İki insan birbirini tanımadan nasıl ortak bir yerin varlığından söz edebilir? Üstelik bu yeri buradaki hiç kimse bilmiyorken?”
“Hafızanın tamamını kaybetmiş olmayabilirsin, sadece belli bir kısmı da kaybetmiş olabilirsin.” Bana sakin sakin bakması onun suratına yumruk atma isteğimi alevlendiriyordu ama bunu bilmesine gerek yoktu.
“O adamı nasıl açıklayacaksın?”
Bana alayla karışık bir öfkeyle baktı. “Yediğiniz bir şey dokunmuştur.”
Burnumdan soluyordum, bakışlarındaki o tehlikeli alay canımı öyle çok sıkmıştı ki. Kafamı kaldırıp ağaçların oluşturduğu oyuktan beyaz gökyüzüne baktım, yavaş yavaş maviye evrilmeye başlamıştı. Ormanın içi zaten maviydi, hatta mavi bir sisin bastırdığına bile yemin edebilirdim ama gözüm öyle çok alışmıştı ki sis yokmuş gibi baktığım her yeri net görüyordum. Ben gökyüzünü izlerken onun mavi gözlerinin bende olduğunu bilmek midemi sıkıştırıyordu.
“Burası Kar Ormanı,” dediğinde sesi zihnime dolanan bir halat gibiydi, kelimeleri zihnime demir atmıştı ve sesi bu kelimeleri zihnime bağlayan kalın bir halattan bile daha güçlüydü. “Bu civarda evi olan tek adam benim, buraya yabacılar giremez, girerse de bazı şeyleri göze almış demektir.” Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde beni izleyen mavi gözlerin tuzağına düştüm. Etli dudaklarını yalayarak ıslatınca dikkatim bir jenga taşı gibi yanlış noktadan çekilerek ayaklarımın önüne yığıldı. “Eğer gerçekten beni tanıyor olsaydın, bu ormana önünde ilerleyen kişi ben olmama rağmen girmezdin.”
“Seni tanımadığımı bin kez söyledim, bin birinci olmayacak,” dedim omuz silkerek. Söylediği bir şey dikkatimi çekmişti. Bu civarda evi olan tek insan oydu, yani kaçsam bile gerçekten söylediği olurdu ve buradan kurtulamadan nalları dikerdim. Üşüyen boynumu benim için verdiği montun içine gizleyerek kızaran burnumu çektim, gözleri bir an burnuma kaydı, sonra tekrar ifadesiz gözlerle gözlerimin içine baktı. “Peki bu ormanın sırrı ne? Yani gökyüzünde duran donmuş aydan daha enteresan bir şey gösteremeyeceğini biliyorum ama…”
“Eğer onu enteresan buluyorsan diğerleriyle karşılaşmak için biraz dinlenmen gerekecek Medusa,” dedi zehri içime yayan sesiyle. Şüphe kanıma alkol gibi karışarak ilerlemeye başladı ve beni sarhoş etmeye başladı. Dahası da mı vardı? İşte buna inanmam, birazdan sırtından siyah kanatların çıkıp arkasında pelerin gibi sürüklenmeye başlayacağını söylemesine inanmam kadar saçma olurdu.
“Gökyüzünde donmuş bir dolunay var,” dedim kafamda Fizik dersimize giren Tayfur Hoca siyah tahtaya fizik kurallarıyla ilgili bir şeyler karalarken. “Dünya haritasında olmadığına yemin edebileceğim bir ülkede, o ülkenin benimle aynı dili konuşan insanların yaşadığı şehrindeyim. Bunun bir tık üzerine sadece uçan bir ren geyiği görürsem inanmış olacağım.”
“Uçan bir ren geyiği hiç görmedim,” dedi umursamaz bir tavırla ve yanımdan kayarak geçip yürümeye başladı. Arkasında bıraktığı boşluğa çatık kaşlarla bakakalmıştım, derin bir nefes alıp gözlerimi yumarak sabır dilendim ve ona doğru dönüp yeniden onu takip etmeye başladım.
“Gökyüzündeki o şeyi nasıl bu kadar normal karşılıyorsunuz?” Soruma cevap alamayınca adımlarım hızlandı, birden ayağımın altındaki yer kayınca dallardan birine tutunup düşmemek için tüm ağırlığımı dala verdim ve daldaki uzun, ince dikenlerin avuçlarımı parçalaması üzerine kısık sesli bir inilti çıkardım. Bu Efken’i durdurmadı. “Hay sıçayım!” Avucumu montun kumaşına sürterek söylene söylene onu takip etmeye devam ettim. Avucum çok acıyordu, delinen derimin üzerinde kabaran kan damlacıklarını tekrar monta silerken kaşlarım gitgide daha da çatılıyordu. “Bir soru sormuştum,” dedim acıyla homurdanarak. “Hiç mi garipsemiyorsun?”
“Hristiyanlar İsa’nın annesinin bir bakireyken İsa’ya hamile kaldığına inanırlar,” dedi Efken bana bakmadan. “Müslümanlar gökyüzünden bir kitabın indiğine inanırlar. Üstelik Muhammed okuma yazma bilmiyorken birden önüne indirilen şeyleri senden benden daha iyi okur. Büyülere inanılır, büyülerle hayatını değiştiren insanlar vardır ve çoğu dinde bunun günah olduğunu söylerler.” Bana omzunun üzerinden baktı. “Falcıların geleceği gördüğüne inanan insanlar fal baktırır. Pederler günah çıkarır. Ve herkes bunlara inanırken sen gökyüzünde donmuş bir dolunayın olabileceğine inanamıyorsun, öyle mi?”
“Evet?” dedim sorar gibi ama kafam allak bullak olmuştu.
“Sen daha gördüğüne inanmıyorsun, bu insanlar nasıl oluyor da senden daha beyinsiz olabiliyor acaba?” Önüne dönüp adımlarını hızlandırdığında arkasından bakakalmıştım. İnancı olmadığını fark etmiştim, ben ise onun aksine hep bir şeylere inanma ihtiyacı duyan taraf olmuştum. Şimdi ise gördüğüm bir şeye inanmak istemiyordum ve bu garipti. Bu beni tutarsız bir insan yapmaz mıydı?
Hızlı adımlar atarak ona yaklaşmaya çalıştığım sırada bir hışırtı sesi algılarıma sanki çok büyük bir gürültüymüş gibi saplandı ve olduğum yerde donup kaldım. Tenimden ölümün soğuk iniltisi geçmiş ve bedenimi araf ile yaşam arasına sıkıştırmış gibi hissettiğim an, tüm negatif duyguların başımdan aşağı kül gibi yağmaya başladığı andı. Efken büyük adımlar atarak benden uzaklaşmaya devam etse de ses algılarım da öyle kuvvetliydi ki onu takip etmeyi kesmiştim. Omzumun üzerinden beyazla sevişen ormanın derinliklerine baktığımda başta karşılaştığım tek şey sadece karlar altında kalmış yaşlı, ürkütücü ağaçlardı ama sonra göz bebeklerimin bir kameranın merceği gibi görüntüye kilitlenerek genişleyip küçüldüğünü hissettim. Orada, yüksek yabani otların arasında bir şey vardı, hareket etmese de oynayan yapraklardan anladığım kadarıyla saniyeler önce hareket hâlindeydi. Gözlerimi kısarak oynayan yapraklara daha dikkatli baktım. Kar tabakası olmasaydı bir ihtimal yaprakların arkasını görme şansım olurdu ama kar çok baskındı ve beyazlığı görüntüyü kırıyordu.
“Hadi,” dedi Efken ileriden. “Kıpırda artık.”
Bakışlarımı yapraklardan ayırmadan, “Geliyorum,” diye mırıldandım, yaprakların hareketi arkasında saklanan şey bir süredir hareketsiz durduğundan mıdır bilinmez tamamen kesildi ama o karanlık his öyle yüksekti ki, o yaprakların ardında beni bekleyen bir tehlike olduğuna neredeyse emindim. Sonunda Efken’i daha fazla kışkırtmamam gerektiğini düşünüp ona doğru yürümeye başladım ama her nedense tüm benliğim o yaprakların arkasında gizlenen şeye takılı kalmış durumdaydı. Karla dolu boş araziye çıktığımızda karların içine batıp çıkarak yürümekten yorulmuştum, sanki kilometrelerce yürümüşüm gibi ağır ve yorgun hissettiriyordu.
Verandada sigara içen adamı uzaktan da olsa seçebilmek mümkündü, bu adam Ceyhun’un ta kendisiydi. Montunun tüylü şapkasını kafasına geçirmiş, bir Eskimo’dan farksız görünüyordu. Verandanın korkuluklarına yaslanmış sigarasını içerken gözleri doğrudan bizi hedef hâline getirmişti. Şimdi etraf her ne kadar bembeyaz olsa da gökyüzü öyle uğursuz bir maviydi ki, sanki şafağın söktüğü anlardan birinin içindeydim; kuşluk vaktini de belli belirsiz anımsatıyordu.
Verandanın neredeyse önüne geldiğimizde Ceyhun parmaklarının arasında duran eceli olduğu sigarayı tek bir parmak darbesiyle iterek karların arasına fırlattı ve ucu hâlâ alevle süslü izmaritin soğuk karlara temas ederken çıkardığı cızırtı sesini dinledim. “Neredeydiniz?” diye sordu kumral kaşlarını kaldırıp ela gözlerini Efken’e dikerek.
“Şu kızı küçük bir sınava soktum,” dedi Efken katı sesiyle, benden bir nesneden bahsediyormuş gibi bahsetmesi kaşlarımı sertçe çatmama neden olsa da bir şey demedim, çünkü bir şey söyleyebilecek konumda olmadığımın kendim de farkındaydım. Efken verandanın merdivenlerini iki adımda çıkıp merdivenlerde ayaklarının derin izlerini bırakmıştı.
Ceyhun kaşlarını çatarak bana sırtını döndü ve kalçasını verandanın korkuluğuna yaslayarak, “Geçti mi bari?” diye sordu, sesinde merak bir kenara dursun inceden bir alay sezinlemiştim.
“Evet,” dedi Efken. “Her neyse, siktir et. Neden buradasın?”
“Sezgi’yle atıştık biraz,” dedi Ceyhun omuz silkerek. Ela gözlerini bana çevirdi, bana ılımlı dostça bir bakış attıktan sonra gözleri yeniden Efken’le karşı karşıya kaldı. “Son günlerde canımı sıkıyor.”
Efken sokak kapısını açarak eve girerken arkasına bakmadı. “Benim neredeyse dört yıldır canımı sıkıyor, senin canını yeni sıkmış olması bir bakıma mucize,” dedi Efken alayla karışık homurtulu sesiyle. Ceyhun gözlerini devirerek Efken’in arkasından eve girdiğinde artık verandada yalnızdım. Basamakları ağır ağır çıkıp omzumun üzerinden yeniden ormana baktım, ormandan bir arazi boyu kadar uzak olsam da ağaçlar hâlâ inanılmaz yüksek görünüyordu. Beni arkasında bırakarak eve girmesi garipti, sonuçta birden kararımı değiştirip yolun sonunun ölüm olacağını bile bile buradan kaçmaya yeltenebilirdim ama sanırım gözlerimdeki yaşama isteğini gördüğünü sadece laf olsun diye söylememişti, gerçekten yaşamak istediğimden emin olduğu için kaçmayacağımı biliyordu.
Karanlık bir gölgenin âdeta zıplayarak gözümün önünden ışık hızıyla geçmesi dudaklarımdan kısık bir şaşkınlık iniltisi dökülmesine neden oldu. Kalbim neredeyse boğazıma tırmanmış gibi hissederek korkuyla etrafıma bakındım, o karartıyı gördüğüme öyle çok emindim ki baktığım hiçbir yerde onu yeniden görememek anlık bir korku alevinin boğazımdan zihnime kadar yükselmesine neden olmuştu.
“Baş belası!” Efken’in sesi kaburgalarımı titretecek kadar yüksek gelince korku içimde dağılıp toz zerreciklerine dönüşerek kanımda eriyip gitti. “İçeri gir.”
Ayağımdaki postalları çıkarmadan koridora girip neredeyse gece karanlığındaki koridorun sonundaki pencereye baktım, pencereden içeri mavi ışık sızıyordu ve pencereden karlı bir başka arazi daha görünüyordu. Ceyhun ve Efken salondaydılar, uğultu şeklinde zihnime dolan seslerini duyabiliyordum.
“Kızı ne zaman özgür bırakacaksın?” Ceyhun’un sorusu karanlık koridorun sonundan bana doğru ilerlemeye başlayan bir ateş gibiydi. Omzumun üzerinden salona doğru baktım ama ne Efken ne de Ceyhun kadrajımda olmadıklarından onları göremedim. Kalbim yoğun bir merak duygusuyla çarpmaya başladı, Efken beni özgür bıraksa bile eve dönmenin bir yolunu bulup bulamayacağımı bilmiyordum, bu yüzden özgür kalma ihtimali bile beni sevindirmeye yetmiyordu. Umudum bir leş yiyicinin dişlerinin arasında kalmış ölümü tatmamış yaralı bir insandı ve ben o kadar kan kaybediyordum ki, leş yiyicinin dişlerinin arasındaki umudu kurtarmaya cesaretim yoktu.
“Onu özgür bırakırsam bu saflıkla sadece iki saat hayatta kalır,” dedi Efken, bir bardağa doldurulan sıvının sesini dinledim, ardından kısa bir sessizlik aralarına karanlık gibi çöktü.
“Kaç saat yaşayacağı senin neden umurunda ki?”
Ceyhun’un sorusu Ceyhun’a değil de ayaklarını aşağı sarkıtarak zihnimin duvarlarına oturmuş başka bir kadına aitti sanki. Benim içimdeydi, bana benziyordu ama benim gibi davranmıyordu bu kadın. O kadına ilk rastladığım ânı hatırlamıyordum. Bir anda zihnimdeki harabe duvarda belirivermişti. Yüksek topuklularını giymiş, cüretkâr bir elbisenin içinde uzun tırnaklarını duvara vurarak bana sorular yöneltip duruyordu.
“Umurumda olduğunu kim söyledi?” Bir şişenin sert bir zemine bırakıldığını fark ettim, bu görüntüyü zihnimde canlandırmaya çalıştığımda bunun bir içki şişesi olduğunu anlamak çok da zor olmamıştı. Gözlerimi salonun sınırlarından çıkarıp koridora uzattım ve Efken içimi deşiyormuş gibi bir sessizlikle konuşma sırasını Ceyhun’a bıraktı.
“Kendin,” dedi Ceyhun ve uzun, kırmızıya boyalı tırnaklar duvarı tıkırdattı, bana benzeyen kadının dudağının kenarı yukarı kıvrıldı.
“Öyle bir şey söylemedim. O sümsük benim umurumda bile değil.” Zerre kırgınlık hissetmeden boş gözlerle zemini izlemeye devam ediyordum. Onun benimle ilgili düşünceleri umurumda değildi ama yine de yoğun kıvamdaki nefretini sebepsiz yere üzerimde hissetmek beni afallatıyordu. Şişe, bırakıldığı zeminin üzerinde tabanı yere sürtünecek şekilde çekilince sinir bozucu bir ses kulaklarımın içini doldurdu. “Sadece çözmem gereken bir konu var, o zamana kadar gözümün önünde dursa iyi olacak.”
“İlgini çektiğini söylemiyorsun da,” dedi Ceyhun alayla.
Karnıma tekme yemişim gibi hissettim, onun ilgisini çekmiş olma ihtimalim İstanbul’a döndüğümde başbakan olma ihtimalimden daha düşüktü. Ceyhun’un alaycı sesi arkasında hafif bir gülme sesini getirip önümüze bıraktığında Efken’in buzdan yüzünü saran yeni ifadeyi gerçekten merak etmiştim.
“O benim ilgimi çekebilecek bir kadın değil,” dedi Efken, sesine giydirdiği takım elbise resmiyeti beni şaşırtsa da Ceyhun’un alışkın olduğu bir şeymiş gibi gelmişti bana. “Düşünecek olursak, bir kadın bile değil. Ona baktığımda sadece saf, küçük bir kız çocuğu görüyorum. Yalan söylediğini düşünmüştüm ama yalan söylemeyi bile hakkıyla becerebilecek biri değil. Tam bir aptal.”
Bana hakaret üzerine hakaret sıralaması ciddi anlamda onu ayağımdaki koca postallarla tekmelemek istememe neden oluyordu. Ceyhun’un açık tenine gömülmüş ela gözlerine yerleştirdiği bakışı az çok tahmin edebiliyordum, Efken’i izliyor olmalıydı, belki onun da elinde bir içki kadehi vardı bilmiyordum ama Efken’in elinde yarısı çoktan içilmiş bir kadeh olduğuna yüzde yüz emindim. Yaren’in odasından çıktığını fark edince bakışlarım ona takıldı, koridorun ortasında durup, “Neden burada öylece dikiliyorsun?” diye sordu sessizce.
İşaret parmağımı dudağıma götürüp susması için küçük bir işaret yaparak gözlerimi salona çevirdim, beni anlamış gibi şimdi o da salona doğru bakıyordu.
“Tam bir aptal olduğunu düşünmen aynı zamanda onun baş döndürücü olduğunu düşünmene de engel olmuyor gibi duruyor, Karaduman,” dedi Ceyhun sesine belirsiz bir ciddiyet ve alay karıştırarak. Duyduklarım alnımın ortasında yan yatmış üç derin çizginin oluşmasına neden oldu. Yaren kaşlarını çatıp ne olduğunu anlayamıyormuş gibi bana bakmaya başlamıştı.
“Onun baş döndürücü olduğunu düşünen sensin herhâlde,” dedi Efken, bir iskeletteki kırılması en zor kemiğin sesi olsa, bu ses o ses olurdu. Bakışlarım Yaren’in iri, siyah gözlerinde takılıp kaldı, nabzımın yavaşladığını hissettim. “Bu düşünceni Sezgi bilseydi aylarca soğuk bir yatakta yalnız uyumak zorunda kalırdın. O kız ilgini çekiyorsa söyleyeyim kardeşim, bu evin içinde olduğu sürece o benim, eğer istersem benim yatağımı ısıtır ve eğer yine ben istersem, ölür.”
Benden bu şekilde bahsetmesi dehşet vericiydi. Bütün vücudum tenimde dağlanmış şiş dolaştırılıyormuş gibi yanmaya başlamıştı. Şu an hissettiğim öfke ya da kızgınlık değildi, korku ve kırgınlıktı. Yaren’in iri gözlerine yayılan anlayış bile beni hafifletmeye yetmemişti. Efken’in nasıl bir insan olduğunu tam olarak bilmediğim için böyle sözler sarf etmesinin altında ne gizlendiğini bilmiyordum. Ciddi miydi yoksa anlık öfkeyle söylediği sözler miydi bunlar, gerçekten hiçbir fikrim yoktu ama Yaren’in siyah gözlerindeki acıma duygusunu gördüğüm an, Efken’in dudaklarından dökülen her bir kelimenin aslında hayati önem taşıdığını biraz olsun anlayabilmiştim.
“Sorun şu kart meselesi mi?” diye sordu Ceyhun konuyu dağıtmak istiyormuş gibi. Efken’in öfkeyle ya da ciddi bir şekilde kurduğu cümle onu da rahatsız etmişe benziyordu.
“Kartı babaannesinden aldığını söylüyor, babaannesinin kim olduğunu bilmiyorum ve bu kızın babaannesi altmış yaşlarında bir kadın olmalı ki babamın o kadar olgun bir kadınla görüştüğünü düşünmüyorum.” Efken’in kurduğu cümle tüylerimi diken diken etti.
“Kartlar annene ait değil miydi?”
“Evet,” dedi Efken. “Özellikle annemin o yaşlarda bir kadınla fingirdeştiğini düşünmek hiç istemiyorum Ceyhun.”
“Belki de onları öylesine tanıyan biriydi,” dedi Ceyhun. “Aklın fikrin neden bu tür bir ilişkide?”
“Şu ana kadar birileriyle sadece o tür ilişkilerim oldu,” dedi Efken, onu göremesem de omuz silktiğini hissetmiştim. “Bak, bu kız elini kolunu sallayarak öylece çıkıp giderse başını koca bir derde sokar, birkaç saat içinde de kendini öldürtür. Ölüsü bir işime yaramaz, dirisini istiyorum.”
Benden oyuncağından bahsediyormuş gibi bahsediyordu. Gözlerim dolacak sandım ama sonra bunun koca bir yanılgı olduğunu anladım, yelkenleri kolayca suya indirip gözyaşlarına sığınan biri hiç olmamıştım. Öfkeyle başımı iki yana salladım. İçeri girip ona edebildiğim tüm hakaretleri arka arkaya sıralayarak etmek, sonra da kapıyı çarpıp çıkmak ve buradan gitmek istiyordum. Ölmem sorun değildi, aşağılanıp hor görülmekten ve bir mal gibi kullanılmaktansa ölüm daha onurlu olurdu. Postallarıma aldırış etmeden yeri tekmeleyip, “Canı cehenneme,” diye fısıldadım, Yaren’in irkilerek önce ayağıma sonra da öfkeden parlayan gözlerime baktığını fark ettim. “Yaşamak istiyorum, hakarete uğramak değil. Kimse beni ayaklarının altına alamaz.”
“Sakinleş,” diye fısıldadı Yaren, elinden gelse bana yardım ederdi, bunu biliyordum çünkü gece siyahı gözlerine baktığımda o gözlerde merhameti görmüştüm. Bir insandan görmek isteyeceğim son şeyi. Merhameti. Oysa benim istediğim şeyler her zaman hak ettiğim şeyler olmuştu. Ben merhameti değil, saygıyı hak ediyordum ve bu evde, bu adamda, burada bu yoktu.
“Unut gitsin,” dedim başımı hızlıca sallayarak. Yaren’in gözlerinde endişe büyürken Efken’in beni duyacağını bile bile bağırdım. “Siktirsin gitsin kendine altına alabileceği bir fahişe bulsun!”
O an benim için ölmek sorun değildi. Dışarıda göreceğim hiçbir kötülük, tehlike sorun değildi. Sadece buradan siktir olup gitmek istiyordum. Daha fazla aşağılanmak, tanımadığım bir adamın ayaklarının altında olmak istemiyordum. Ağzıma yığınla cümle dolmuş olsa da hepsini içime atıp yuttum ve sırtımı dönüp aralık duran kapıya yöneldim. Yaren’in bir şeyler söylediğini duymuştum ama o kadar öfkelenmiştim ki söylediği hiçbir şey kafamda net bir kelimeye dönüşmüyordu. Kapıyı çarparak açıp kendimi hızla verandaya bıraktığımda ikinci bir şansım olmayacağını bildiğimden hızlı olmak zorundaydım. Azize kartını alıp müsait bir yerine sokabilirdi çünkü şu an bu zerre umurumda olmadığı gibi, beni böyle bir herifin avucunda oyuncak edecek konuma getiren bu karta en az babaanneme olduğum kadar öfkeliydim. Verandanın merdivenlerini ayaklarımda yarım kiloluk postallar yokmuş gibi âdeta öfkeden kanatlanarak inmiştim. Karlara batıp çıkarak büyük adımlarla evi arkamda bırakmaya başladım ama içimden bir ses Efken’in peşime takılacağını söylüyordu ve bu sese kulak verip daha da hızlı hareket etmem gerektiğine karar vererek kendimi zorlayabildiğim kadar zorladım. Kaslarım çok hamdı, normalde bile uzun süre koşamazdım ve şimdi karların içinde ayaklarımda epey ağır postallarla koşmak zorundaydım.
“Abi, onu paramparça ederler!” diye bağıran Yaren’in sesi bir çığ gibi tüm araziye yayıldı ama korku içimde bir santim daha büyüyemeyeceği kadar dar bir odaya kapatıldığından Yaren’in söyledikleri beni durdurmaya yetmedi. Buradaki herkes aklını kaçırmıştı. Bu kafileye dahil olmak istemiyordum. Gökyüzünde asılı duran koca buz tutmuş dolunayı normal karşılayıp altında durarak onu izleyen kaçıklardan olmayacaktım. “Hepinizin canı cehenneme, deliler!” diye bağırdım kendi kendime. Karların ağırlaştırdığı bedenimi daha rahat taşıyabilmem için ayağımdaki postalları tepinerek çıkarıp arkamda bırakarak çorapların içine bıçak gibi saplanan soğuğa aldırış etmeden hızla koşmaya başladım.
En adi yırtıcıdan bile daha patavatsız daha tehlikeli bir adamın çatısı altında kurtarılmayı beklemektense, kurtların akşam ziyafeti olurdum daha iyiydi. Üstelik ben ne söylersem söyleyeyim Efken yine kendini haklı görecek, Azize kartını ondan çaldığımızı düşünmeye devam edecekti.
Ormana doğru ipleri çözülmüş yeni yetme bir yarış atı gibi koştuğum sırada Ceyhun’un, “Buraya gel, aklını mı kaçırdın?” diye bağırdığını duymuştum ama hiç umursamadan hızımı arttırmıştım. Karlara batıp çıktıkça çoraplarım ıslanıyor, bedenim bir mezara çekilen ölü gibi karların arasına çekiliyordu. Birden durmak, onlara doğru dönmek ve Ceyhun ile Efken’e orta parmağımı göstermek istedim ama sonuçlarına hazır olmadığım hiçbir şeyi yapmamam gerekiyordu.
“Aklını kaçıran sizlersiniz!”
Yüksek ağaçların ördüğü yollardan birine girip, dallara çarpa çarpa koşarak ormanın içinde ilerlemeye başladığımda artık sesleri bir ışık yılı kadar uzağımdaydı. Ayaklarımın altı sızlıyor, parçalanmış gibi acıyordu ama içimdeki özgürlük isteği tüm duygularımı dirseğiyle iterek öyle yükseğe çıkmıştı ki, acı bile beni durdurmaya yetmiyordu. Yavaşlatmaya bile yetmiyordu. Ağaçların arasında ilerleyen karanlık bir gölge gibiydim, o gölge ruhuma dolandı ve daha hızlı gitmeye başladım. Artık tenime çarpan dallar, yüzüme tokat gibi inen yapraklar bile tenimi acıtmayacak kadar uyuşmuştum. Bir uluma sesi masmavi ormanın içinden yuları çekilen atın yükselen uzun ön bacakları gibi yükselerek her yere dağıldığında birden bir dala çarparak durdum ve arkama korku dolu iri kızıl gözlerle baktım.
Güneşte kızıl telleri ateş gibi yanan kurum siyahı saçlarım yüzüme tokat gibi çarptı, yüzümden kayarak aktı ve gözlerim ormanda tek bir yeri hedef alan tüfek gibi ileriye doğruldu. Nefes nefese, tenimde ölümden bir parça kopardığım soğukla öylece ulumanın parçalara ayrılmış yankısını dinlemeye devam ettim. Kalp atışlarım öyle içimdeydi ki, ruhumu dışarı itmiş, ruhum karşımda durmuş korkudan dalgalanan bedenimi izliyordu.
Bir uluma sesi. Ve bir uluma sesi daha… Arka arkaya cam kırılıyormuş ve kırıkları her yana dağılıyormuş gibi her yana dağılan uluma yankıları bakışlarımın hızla her yana çevrilmeye, her çevrilme de saçlarımın yüzüme kırbaç gibi inmeye başlamasına neden oldu. Lanet olsun.
Duygularım öyle karışıktı ki, ressam fırçasının ucundaki boyayı tuvale sert fırça darbeleriyle kendinden geçmiş gibi indiriyor ve tuvalde oluşan görüntü tüm renkleri içine alan kalbime dönüşüyordu. Renklerin her biri hissettiğim bir duygu gibiydi.
Korku tırmandı, kara bir yılanın kaygan teni gibi boynuma dolandı, omzumun üzerinden ormanın diğer ucuna baktığımda saçlarımın büyük bir kısmı yüzümü örtmüştü. Korkuyordum ve ne yapacağımı bilmiyordum. Hissedebildiğim belki de en net duyguydu bu: Korku. Ormanın derinliklerinde uluyan tek bir kurt değildi, yalnız olmadığı sesin bir cam gibi kırılarak ormanda parçalara ayrılıp çoğalmasından belliydi. Efken’in peşimden gelmiş olması gerekmez miydi? Madem onun için bir sır sandığıydım, öyleyse peşime düşmüş olması gerekirdi ama şu an evden çok da uzak olmayan bu ormanda tek başıma, kurtların kurduğu karanlık sofranın ortasındaydım.
“Go. Jūs neesat gatavs.” Git. Hazır değilsin. Zihnimdeki harabe duvardan siyah saçlarını aşağı sarkıtarak yüzü ters bir şekilde beni izleyen kadının söylediği buydu. Ses zihnime dağıldı. Ne söylemeye çalıştığını anlamamıştım. Dehşetin daha da büyüdüğünü hissettim. Kaçma ihtiyacı bedenimi yakan bir yoksunluğa dönüştü ve dalları iterek ormanın labirente benzeyen yollarından birine girip içimi dolduran korkudan güç alarak hiç durmadan koşmaya başladım.
O ses, nefes seslerimin arasından bana yeniden ulaştı. “Tu labāk skrien!” Kaçsan iyi edersin!
Söylediklerinden hiçbir şey anlamadığımdan içimde yükselen öfkeyle, “Kes sesini, seni anlamıyorum!” diye çığlık attım ve çığlığım yaprakların üzerine yığılan karların sarsılarak yere dökülmesine neden oldu. Durmadım, koştum. Yapabileceğim başka hiçbir şey yokmuş gibi, son nefesimi verecekmişim gibi hızla koştum ama çoraplarım artık öyle ıslaktı ki onları taşımak da dikenin üzerine basıyormuşum ve diken tabanıma saplanıyormuş gibi hissettiren karın üzerinde koşmak da inanılmaz zorlaşmaya başlamıştı. Bana benzeyen kadın zihnimde bir panter pozisyonu almış, vücudumdaki tüm seksapaliteyi bana sergileyerek o duvarın üzerinde yırtıcı gözlerle ileriyi izlemeye başlamıştı. Bu görüntüyü zihnimden kovmak ister gibi kollarımı kaldırıp sallayarak koşmaya devam ettim.
“Stubls! Es tev saku skriet!” diye bağırdı öfkeyle aynı pozisyonu koruyarak. Aptal! Sana koşmanı söylüyorum!
“Kes sesini diyorum, dilini bilmiyorum!” Çıldırmış gibi bağırarak koşarken aslında canımın derdindeydim ama bana benzeyen o şıllık susmuyor, yırtıcı bir hayvan pozisyonunda duvarın üzerinde beni izlemeye devam ediyordu. Anlayacağım dilden konuşsa belki onu dinlerdim, hoş onun da bana ait bir yansıma olduğu gerçeğini göz önünde bulunduracak olursam onun ne söylediğini zaten biliyor olmam gerekmez miydi? Nihayet fahişe susmuştu. Ormanlık alanın ortasındaki düzlüğe çıktığım anda dengemi kaybettim ve bir havuz dolusu yükseklikteki karın içine saplanacak şekilde yere çakıldım. Avuçlarım yerdeki kar tabakasına sürttüğü için öyle çok yanıyordu ki aklımı kaybedeceğimi sanmıştım. İnleyerek yan yatıp battığım kar bataklığından çıkmaya çalıştım. Saçlarım dağılmış, tenim soğuktan kıpkırmızı kesilmişti ve acılar içindeydim.
Siyah saçlarıma tutunan karlarla kafamı kaldırıp karşımda duran düzlüğe baktığım an, göğün ikiye yarıldığı, cehennemin de gökyüzüne kurulduğu andı. Gümüş rengi bir kurt tam karşımda duruyordu. Kurdun parlak tüylerine düşen mavi gölgeler onun gümüş rengini kırmaya yetmiyordu. Tıpkı tüyleri gibi gözleri de gümüş rengiydi, gözünün beyazına öyle yakın bir renkti ki bu sanki kurdun gözleri aslında yoktu. Soluk boruma bir hançer saplanmış, hançerin sapını tutan elin sahibi hançeri sertçe çevirmiş gibi nefes kesen bir acıyla sarsıldım ama bu hissettiğim acı değil, korkuydu. Ayağa kalktığı anda bir insandan daha uzun olabileceğine yemin edebilirdim. Ön bacakları birleştiğinde ters üçgen şeklinde daha koyu gri bir leke oluşturuyordu ve sanki bu lekeyi görmemi istiyormuş gibi ön bacaklarını bitişik tutuyordu.
Kopartıcı.
Olabilir miydi?
Panik bir dalga olup bedenime öyle sert çarptı ki kayalıklara vuran dalganın boğduğu cesedimmiş de cesedim parçalara ayrılmış gibi hissetmiştim. Avuç içlerimi kar yığınına bastırıp kafamı yavaşça aşağıya yaklaştırarak gözlerimi kaldırdım ve gümüş rengi koca canavarın tıpkı tüyleri gibi gümüş renginde olan gözlerine bakmaya başladım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, daha önce yakından veya kilometrelerce uzaktan hiç kurt görmemiştim. Bu ilk kez karşı karşıya geldiğim bir ırktı ve onların hedefi olmamak için nasıl davranılması gerektiği konusunda da hiçbir fikrim yoktu. Kurt öylece durmuş cüsse olarak ondan epey küçük olduğunu düşündüğü savunmasız kıza, yani bana bakıyordu ama öyle bir duruşu vardı ki sanki karşımda duran balmumundan bir heykeldi ve ne kadar gerçek gibi görünse de gerçek değildi. Oysa aldığı nefesin sırtındaki tüyleri nasıl dalgalandırdığını görebiliyordum ve kalp atışlarını duyduğuma da yemin edebilirdim.
Çok kısıtlı nefesler alıyordum, sanki biraz bile kuvvetli bir nefes alsam bana doğru atılacak ve soluk borumu koca dişleriyle söküp kar yığınının içine fırlatacaktı. Bakışları her ne kadar nötr olsa da saçtığı karanlığı hissetmemem için bir aptal olmam gerekirdi ki bence o evden kaçtığım ve şu an burada bu pozisyonda bir kurdun önünde beni yemesini beklediğim için gerçek bir aptaldım. Kurdun gözlerinin içine baktığımda aslında hissettiklerim korku ya da pişmanlıkla da sınırlı değildi. Sanki karların ortasında üzerimde beyaz bir elbiseyle yürürken yanımda ilerleyen siyah atın ipini avucumun içinde sıkı sıkı tutuyordum ve ilerlediğim yolun sonunda beni bekleyen yine bu gümüş rengi kurt oluyordu. Parçalanarak farklı yerlere bırakılmış anılar sonunda bir bütün oluşturuyormuş gibi hissediyordum. Kurdun gözlerindeki sakinlik bir başka kurdun uluma sesinin karlarla kaplı alanı gürültüye boyamasıyla birden yerini hırçınlığa bıraktı.
“Bırak beni gideyim,” diye fısıldadım kurdun duyamayacağı kadar alçak bir sesle. Tırnaklarımı karlara saplayıp bir diğer kurdun yaklaşmaya başladığını fark ederek korkuyla gözlerimi sıkı sıkı yumdum. “Bırak, gideyim.”
Bir kükreme sesi duyuldu, ardından bir şey üzerime atılıyormuş gibi hissettim ve korku dolu bir çığlık dudaklarımın esaretinden kurtularak ormana karıştı. Çığlığımın oluşturduğu yankı ağaçtaki karların bile sarsılarak dökülmesine neden olurken bedenimi geriye doğru iterek ellerimi avuçlarıma örttüm ve o an başka bir hırlama sesi duydum. Bir şeyin havada çarpıştığına yemin edebilirdim ama hissettiğim panik öyle büyük bir bulanıklık oluşturmuştu ki gözlerimi açtığımda baktığım yerde gördüğüm yalnızca bir kar bulutuydu. Havaya kalkan karlar hızla yere düşerken yerde geriye doğru sürüklenerek ileriye baktım ve hızla ormanın derinliklerine doğru koşarak uzaklaşan o dev canavarı gördüm, o boz rengindeydi ve gerçekten korkmuş gibi hızlı koşuyordu. Korkudan hızla inip kalkan göğsümle bakışlarımı diğer yöne çevirdiğimde, omzunun üzerinden bana bakan gümüş rengindeki kurdu gördüm ve sonra göz açıp kapayıncaya dek, gümüş rengi kurt da gözden kaybolmuştu.
Bir süre hissettiğim dehşet kaybolmadı ama azalmaya başlayınca oturduğum yerden güçlükle doğrulup tekrar gelme ihtimallerinden korkarak sendeleye sendeleye onların tam tersi istikametinde ilerlemeye başladım. Sanki mümkünmüş gibi daha da soğuyan hava artık hareket yetimi büyük ölçüde engellediğinden attığım her adımda bedenim kasılıyor, dişlerim birbirine çarpıyor, başım her an düşüp bilincimi kaybedecekmişim gibi dönüyordu. Yalpalayarak attığım her adımda önümde uzayan yol çıkmaza sürükleniyormuş gibi hissediyordum. Evet, tüm bunları tek bir günde yaşamıştım. Önce gökyüzünde daha önce hiç benzerine rastlamadığım kocaman donmuş bir dolunay görmüştüm, ardından da cüsse olarak epey iri gümüş renginde efsanevi bir kurt…
Tüm bunları aynı zaman diliminde yaşamış olmak o kadar ağır gelmişti ki yerimde başka biri olsa topukları kıçına vurmaya devam ederken hüngür hüngür ağlıyor olurdu. Yine de bozuların sinirlerimi ağlayarak toparlayamayacağımı bildiğimden yalpalasam da her adımda biraz daha güç toplamak için kendimi dizginlemeye çalıştım. Biraz ileride gövdesi şişman bir adamın belinden daha kalın duran koyu renk bir ağaç dikkatimi çekmişti, ağacın kenarlarındaki karlar büyük oranda erimişti ama etrafında bir karış uzunluğunda kar tabakası olduğu belliydi. Teni yağlanmış cilt gibi parlak görünen büyük başlı mantarlar dikkatimi çekmişti. Sendeleyerek ağacın önüne kadar ilerleyip gövdesindeki boydan boya yarıktan yosun fışkırmış ağacın sert kabuğuna dokundum. Biraz nefes almaya ihtiyacım vardı yoksa aksi takdirde bu ağacın kenarına oturur hüngür hüngür ağlamaya başlardım ve bunun olmasını şiddetle istemiyordum.
“Babaannem yüzünden,” diye fısıldadım kar tanelerinin gitgide çoğalarak tutunduğu saçlarımı kulağımın arkasına iterken. Az daha kurtların ziyafeti olacaktım, çalmadığım bir şey yüzünden geçen her saatimi hırsız damgasıyla geçirdiğim yetmezmiş gibi bir de tahtalı köyü boylayacaktım; tümünün sorumlusu babaannemdi. Zırvaladığı şeyleri hatırlamak birden beni olduğumdan daha öfkeli hissettirdi ve ağacın kabuğuna yaslanarak etrafımı kolaçan etmeye başladım. Yeniden o kurtlardan birini görmekten gerçekten tırsıyordum ama yine de boz rengi kurdun beni az daha parçalara ayıracağından ve tam bu esnada gümüş rengi kurdun onu durdurduğundan neredeyse emin hissediyordum. Kopartıcılardan olma ihtimalleri neydi bilmiyordum ama sanırım öyle olsalardı şu an başım gövdemde duruyor olmazdı. “Dönmek zorundayım, geceyi bu ormanda geçirirsem ya kurtların ya da başka bir yırtıcının yemeği olacağım,” diye fısıldadım kendi kendime.
Gökyüzüne baktığımda artık beyaza dönen günün çözülerek yerini maviye bıraktığını fark etmiştim. Bir süre sonra solgun mavi gökyüzünden çekilerek yerini laciverte bırakmaya başladı ve gökyüzünde büyüyen lekeler kalbime aitmiş gibi hissettirirken yürüyecek hâlim kalmadığından ağacın kenarına oturdum. Ayaklarımdaki acı seviyesi tahammül edebileceğimin katbekat üzerinde olduğundan ıslak çoraplarımın altında can çekişen parmaklarımı avucumun içinde ezerek rahatlatmaya çalıştım. Kendimi uykulu hissediyordum, kafayı vurup yatsam değil saatlerce, günlerce uyurmuşum gibi hissettiren bir yorgunluk vardı üzerimde ama kalkıp beni verandaya kurbanlık koyun gibi asacağını da bilsem onun evine dönmem gerekiyordu.
Uyku çok ağır basıyordu, korkudan bile ağır… Bir yanım artık o kurtlardan biriyle karşılaşmayacağımı söyleyip dursa da diğer yanım yaşama sapladığı tırnakları kırılacakmış gibi panik hâlindeydi. Sırtımı pek de konforlu hissettirmeyen yosun bağlamış kalın ağacın gövdesine yaslayıp kollarımı bedenime savunmasız bir kız çocuğu gibi hissederek sardım ve uykunun düğümlerinin çözülmeye başladığını hissetsem de buna mâni olamadım. Dönmek zorundaydım, burada uyuyakalırsam bir şansım olmazdı, tamamen kaybetmez miydim? Bunu istemiyordum. Ağzımın içinde dilime dolanarak kaybolan küfürleri dışarı aktaramadan zihnimde boğdum ve onları kaybettim. Bilincimin de kayıp listesine ekleneceğini fark ettiğimde bedenim artık alevler içinde yanıyormuş gibi hissediyordum.
Çok geçmeden var olan vücut ısım da hızla düşmeye, gözlerimin önündeki beyaz dünya dalgalanarak bulanmaya başladı.
“Allah’ın cezası,” dediğini duyduğumda tenimin yavaşça havaya kaldırıldığını hissetmiştim. Siyah saçlarım zihnimden sızan düşünceler gibi yere doğru döküldü, bakışlarım önce kararan gökyüzüne tutundu, ardından bir çift uçurum mavisi gözü gördüm. “Bu sınavı da geçtin.”
“Efken,” diye fısıldadığımda artık cayır cayır yanıyordum.
“Bu kadar Medusa, eve dönüyoruz.”
🎧: Gallows Hymn, Primordial