🎧: Mecaz, Tekeler Köyü Zeybeği
🎧: Tarkan Erkan, Cumaovası Yörük Ali Zeybeği
🎧: Çağan Şengül, Yokmuş Sevenim Senden Önce
🎧: Soen, The Words
🎧: Gece ve Rüzgar (Çello)
🎧: Emre Fel, Sana El Pençe Durmam
🎧: Two Fest, Go Fuck Yourself
Solunda koca bir yara var, sağındaki küçücük çiziğe ağlıyorsun.
17 saat önce…
Kalabalıkta bir silah patladı.
Davul ve zurna sesleri arasında Yörük kadınlarının zılgıt sesleri yükseldi. Boyundan bağlamalı pembe elbisemin üzerime oturan kumaşını düzeltip, kalktığım sandalyenin üzerine bıraktığım el çantamı alıp gelin ile damadın yan yana durdukları kalabalığa doğru ilerledim. Babamın aldığı altını çantamdan çıkarıp, aynı sokakta oturduğumuz ve çocukken birlikte seksek oynadığımız kıza yaklaştım. Altını kızın boynundan aşağı sarkan kırmızı kurdeleye takıp kıza gülümsedikten sonra kalabalığın içinden sıyrılıp bakışlarımı büyük çınar ağacının önünde dikilen erkek topluluğuna çevirdim. Gurur da oradaydı.
Bakışlarımı yüzünde dolaştırdım. Meraklı gözlerini benden ayırmadı. Üzerinde önündeki birkaç düğmenin açık durduğu beyaz bir gömlek vardı, gömleğin altında bronzlaşan teni parlıyordu. Sakallarını yeni kesmiş olmasına rağmen çenesinde ve yüzünün güzel yüzeyinde kirli sakalı ufaktan boy vermeye başlamıştı. Bakışlarımı ondan ayırıp kadın topluluğuna doğru ilerledim. Simge bacak bacak üstüne atmış, elindeki küçük çantayı yüzüne doğru sallıyordu. Simge’nin kulağına doğru eğilip, “Ben bir lavaboya kadar gidip geliyorum,” dediğimde kafasını kaldırıp bana baktı.
“Geleyim mi seninle?”
Ağacın arkasında kalan, ışıkları yanan yer muhtara aitti. Hemen önünde bir kahvehane yer alıyordu ama kahvehanedeki tüm sandalyeleri düğün yerine taşıdıkları için alan boştu. “Yok,” dedim beni duyması için bağırarak. “Işıkları yanıyor, kendim giderim.”
Simge başını salladı, o sırada Ayça ile Çolpan onu zorla yerinden kaldırıp çalmaya başlayan oyun havasına uyum sağlayarak dans etmeye başladılar.
Kalabalıktan ayrılarak ağacın yanından geçtiğim sırada Zafer elindeki sigarayı yere atıyordu, Eymen bana sorgu dolu gözlerle baktı ama kafam kazan gibi olduğundan tepki vermeden yürüdüm.
Tam muhtarlığa girecekken karanlık bahçenin içine adımımı atmamla biri bileğimden kavrayıp beni kendisine doğru çevirdi. Dokunuşu tanıdığım için tepki vermedim. Saçlarım eğer tepemden dağınık bir şekilde toplanıp topuz şeklini verilmiş olmasaydı, eminim beni döndürmesinin etkisiyle yüzüne çarpardı. Tek kaşımı kaldırarak ona baktığım sırada bedeninden gelen alkol ve parfüm kokusu genzimi yaktı.
“Ne oldu?” diye sordu merakla.
“Lavaboyu kullanacağım,” derken sesim ona karşı ölçülü yükselmişti, bunun onu şaşırttığını fark ettim ama şaşırmasına gerek yoktu. Dün yaşananlardan sonra boynuna atlamamı bekliyor olamazdı. Çatık kaşlarla yüzüme bakarken bileğimi tutmaya devam etti. Elimi sertçe çekerek, “Benimle işeyeceksin herhalde?” diye sorduğumda bakışlarının dudaklarıma kaydığını fark ettim. Pembe rujla olan mazisi yeniden canlanmış gibi uzun uzun pembe glossla parlatılmış dudaklarımda dolaştı.
Gözlerini yeniden gözlerime çıkardıktan sonra, “Bana hala kızgınsın,” dedi sakince.
“Dün babam gelmemiş olsaydı olacakları düşünmüyor olabilirsin ama ben düşündüm,” dedim. Yanağıma düşen küçük bukleyi kulağımın arkasına itip, çatık kaşlarla, “Adamı az daha öldürecektin Gurur,” dedim üstüne basa basa.
Tam gözlerimin içine bakarken, “Öldürmediğime dua etsin Zeliha,” diye karşılık verdi.
Burnumdan sert bir nefes verip alayla güldükten sonra, “Bu kadarına gerek yoktu ve bunu sen de biliyorsun,” dedim donuk bir sesle. “Nasıl korktuğum konusunda bir fikrin var mı? Olduğunu sanmıyorum. Eğer olsaydı bana bunu yaşatmazdın.”
“Ne kadarına gerek var, ne kadarına gerek yok bırak da buna ben karar vereyim.”
“Olur, bir dahakine götünü toplayacak birini bulur musun bilemem ama,” dedikten sonra sırtımı dönüp kapıyı iterek açtım. Beyaz floresanın aydınlattığı eski lobide yürüdüğüm sırada arkamdan geldiğini biliyordum ama sessizdi, kavga etmeye niyeti yok gibiydi; benim de yoktu. Sadece kızgındım.
“Şu an bana kızgınsın biliyorum ama söylemezsem içimde kalacak, çok güzel görünüyorsun,” dedi. “Şarlatan pembesi rujuna rağmen.”
“Sağ ol,” diyerek ilk koridora girdim, lavaboların olduğu alana yürürken arkamdan gelmeye devam ediyordu.
“Üzerindeki de çok yakışmış.”
Gözlerimi devirip derin bir nefes alarak, “Düğün başladığından beri rakıladığın için mi böyle yayık yayık konuşuyorsun?” diye sorarak ona doğru dönmemle, onu burnumun dibinde bulmam bir oldu. Aramızda biraz bile mesafe olmaması beni bozguna uğratırken bir elini hemen arkamda kalan lavabo kapısına dayayıp üzerime doğru eğildi ve beni lavabo kapısıyla arasına alarak adeta hapsetti.
“Kızma bana,” dedi gözleriyle beni ateşinin içinden küle döndürmeden geçirirken. “Sen küs olunca, içimde balta girmemiş bir orman yanıyor. Söndür söndürebilirsen. Bir gülsen, sönecek oysa.” Kısık kısık konuşuyor, gözlerini gözlerimden çekmiyordu. Yüzüme doğru biraz daha eğilince gölgesinin altında aldım. “Gülsene bir bana.”
“Hiç böyle güzel güzel konuşma, yaptığın şeyi değiştirmiyor böyle konuşman,” dedim içim gitse de.
“Yaptıysam seni gözümden sakındığımdan yaptım. Yaptıysam elin gözü gözüne değdi diye yaptım,” diye savundu kendini aynı kısık sesi kullanarak.
“Her gözünü gözüme değdireni öldüremezsin,” dedim çatık kaşlarla. “Derdin neydi senin? Normal miydi sence bu yaptığın?”
“Durdum durabildiğim kadar, o durmadı. Gözünü senden çekmedi. Rahatsızlığını görmedim mi sanıyorsun?” Sesi biraz daha yüksek çıksa da bilerek üzerime gelmiyordu ama sınırında olduğunu görebiliyordum. “Orada seni taciz ediyordu,” dedi dişlerinin arasından.
“Gidip derdin ne diye sormak yerine onu tezgaha yatırıp yüzü dümdüz olana kadar vurman mı gerekiyordu?”
“Vurmam gerekiyordu,” diyerek başını salladı. “Bir daha hiçbir kadına gözlerini dikerek rahatsızlık vermemesi gerektiğini öğrenmiş oldu.”
“Yine de bu bir savunma değil.”
“Sen var olmayan bir kadın için ne hale geldin, ben biri seni rahatsız ettiği için o hale geldim çok mu?” Sorusu beni öfkelendirse de yakınlığı yüzünden ne diyeceğimi bilemeyip sadece gözlerinin içine baktım.
“Çekil,” diyerek ellerimi göğsüne koyduğumda, dudaklarında bir gülümseme belirdi.
“Çok güzel dokunuyorsun.”
“Ne diyon be?”
“Ellerini çok güzel koydun göğsüme,” dedi, tam ellerimi çekecektim ki, avuç içlerini ellerimin üzerine koyarak geri çekmeme engel oldu. “Çekme.”
“Sarhoşsun, değil mi?”
“Sayende.”
Gözlerinin içine uzun uzun baktım. “Akıllanmazsın oğlum sen.”
“Akıllandırana kadar öpsene, öpmeyeceksen de dokunabilirsin. Akıllanırım, söz.” Alnını alnıma bastırıp, avuç içlerini ellerime biraz daha bastırdı. “Dudaklarıma şarlatan pembesi rujunu bulaştırsan bile öp, tüm gece öyle rujlu dudakla dolaşırım. Söz.”
“Biri gelecek şimdi, çekil,” dedim ama çekilmesi için onu itmeye bile çalışmadım. Ona karşı koymak hiç kolay değildi. Koyamıyordum. “Delisin.”
“Delinim,” diye fısıldadı alnı alnımda, gözleri kapalı halde.
“Annenle konuştun mu?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Konuştum, ilk bileti de aldım. Karım olman için ben, annem ve Türk Hava Yolları seferber olduk.”
“Ne? İlk bileti mi aldın?” Gözlerimi iri iri açtım ama o gözlerini açmadı, alnı alnımda beklemeye devam etti.
“Evet, yarın sabah burada.”
“Babam biliyor mu?”
Gözleri kapalıyken gülümsedi. “Kız baban çağırdı ya zaten.”
“Biliyor mu yarın sabah geleceğini babam?”
“Eğer tüm gün bana götünü dönüp iç çekerek kalçalarına bakmama neden olmasaydın senin de haberin olurdu ama ağzını açmadın ki,” diye mırıldandı alnı hala alnımdayken.
“Annen şoka uğramadı mı?”
“Yok valla bugünü bekliyordu galiba, kapat telefonu diye bağırarak hazırlanmaya gitti.”
“Kadının iki ayağını bir pabuca mı soktun? Bravo sana.”
“Otuz üç yıl bekledim, daha da bekleyemem. Kalksın gelsin, doğurmayı bildiyse doğurduğuna sevdiğini istemeyi de bilecek. Allah Allah!”
“Deli deli bağırma yüzüme doğru, manyak, salya oldu suratım,” dediğimde, “Sen benim salyalarıma alışıksındır,” diye cevap verince gözlerim iri iri açıldı ama gözleri kapalı olduğundan tepkimi göremedi.
“Küslüğümüz bitti mi?”
“Bitmedi,” diye homurdandım.
“Yalan yapma, yumuşak konuşmaya başladın benimle.”
“Çocuk gibi davrandığın içindir koca dana.” Ellerimi göğsüne daha sert bastırıp onu kara zorla kendimden uzaklaştırdığımda gözlerini yavaşça aralayıp, yüzünde huzurlu bir tebessümle gözlerimin içine baktı.
“Nasıl da kandırdım ama seni, kendini birdenbire nişanlım olarak buldun,” dediğinde gözlerimi devirdim.
“Gidip elin adamlarını dövmeye devam edersen artık görüşlere gelirim, ziyaretçin olarak.”
Gözlerimi ellerine indirdim, parmak boğumları ve eklemleri yaralıydı. Adama o kadar sert vurmuştu ki, vururken kendi ellerini bile yara yapmıştı.
“Acıyor mu?” diye sordum parmak boğumlarına dokunurken içim cız ettiği için yüzümü buruşturarak.
“Çok acıyor, öp geçsin,” deyince ona dik dik baktım. “Ne? Sordun söyledim yavrum. Acıyor işte. Allah Allah!”
“Allah aşkıyla yanıp tutuşuyorsun bu gece,” dediğimde sırıtarak parmak boğumlarını dudaklarıma sürttü.
“Öp.”
“Salak,” diyerek dudaklarımı parmak boğumlarına, eklem kemiklerinin üzerindeki kabuklanan yaralara bastırdım. “Git hadi, gözüm görmesin seni.”
“Çişini yapana kadar burada beklerim.”
“Ay git be,” diyerek lavabonun kapısına doğru döndüğüm an, elini yeniden lavabonun kapısına bastırdı. Bedeni hemen arkamda bir dağ gibi dikiliyorken kendini yavaşça bana bastırıp beni yeniden kilit altına aldı. “Bak bir gören olacak,” dedim kara zorla konuşarak.
“Bu elbise çok güzelmiş, bir daha giyme bunu. Evde bana giyersin,” dedi sessizce.
“Tabii efendim,” dedikten sonra omzumun üzerinden burnumun dibine indirdiği güzel suratına baktım. “Hadi dön mağarana, ateş yakmayı öğrenene kadar da çıkma oradan.”
“Ateşi sen içimde yaktın, bir saniye olsun sönmüyor.”
“Bu ilk şiirin mi?”
“Şiiri başka bir arkadaş yazıyor,” dediğinde ona anlamayan gözlerle baktım. “Ama istersen ben kitap yazarım sana.”
“Seks hikayesi mi?”
“Yani içerik yetişkin olur tabii ama küçük okurlarımı düşünerek pasajlara +18 ibaresi eklerim ben, merak etme.”
“Sahne bitince de -18 şakası patlatırsın.”
“Güzel, yapılır bu.”
“Git hadi, altıma işeyeceğim.”
“Hiç sorun değil, altına işesen de severim seni.”
“Delinin zoruna bak, ağzı açılmış yine baraj gibi.” Lavabonun kapısını açtım, tam içeri girecekti ki kapıyı yüzüne kapatıp, “Git lan!” diye bağırdım kapıya ellerimi bastırarak.
“Açsana kapıyı, kenarda dururum.”
“Ya git!”
“Kalbimi nasıl kırdığını sözcüklerle anlatamam belki ama kapıyı açıp bakarsan gözlerimdeki kırgınlığı görürsün ve ben de o arada kafan karıştığı için içeri dalarım.”
“Gurur gitmezsen yarın annen geldiğinde şikayet ederim seni,” diye homurdandım.
“Ne diyeceksin? İşeyecektim, oğlun onu içeri almadım diye tuvaletin kapısında ağladı mı diyeceksin?”
Elimde olmadan güldüm, güldüğümü duymuş olacak ki, “Kalbim çok kırıldı, resmen güldüğünü benden sakladın,” diye homurdandı. “Çok güzel gülüyorsun.”
“Gider misin?”
“Çok defa denedim ama senden gidilmiyormuş.”
“Gurur, cidden donuma işeyeceğim.”
“Ağzıma iş—”
“Sus! Sus!”
Uzun süre susunca, “Gurur?” diye fısıldadım.
“He.”
“Sustun.”
“Zeliha sen deli misin?”
“Aniden sustun.”
“Sus dedin.”
“Git hadi.”
“Gittiğimde de gittim diye küsersin sen şimdi.”
Gülerek kapıyı kilitleyip klozete doğru ilerledim. Orada beklediğini biliyordum, yanaklarım kızardı. Sanki utandığımı fark etmiş gibi ıslık çalmaya başladı. Ellerimi yıkadığım sırada kapıda durmuş ıslık çalmaya devam ediyordu.
Ayça’nın, “Gurur?” dediğini duyunca duraksayıp omzumun üzerinden kapıya baktım.
“Öf bu kız da bizi hep tuvalette basıyor,” dedi Gurur. “He söyle, ne var?”
“Ne yapıyorsun burada?” diye sordu Ayça.
“Karım işiyor, onu bekliyorum.”
“Zeliha mı içeride?”
“Yok Ayça, Ecevit içeride. Karım o benim.”
“Ecevit mi içeride?”
“Evet, su döküyor.”
Kapıyı açıp dışarı çıkarken Ayça’nın karmaşa dolu bir ifadeyle Gurur’a baktığını gördüm. Ayça bana bakıp, “Aa Zeliha,” dediğinde Gurur, “Yaa evet Zeliha. Ne oldu, sen Ecevit’i mi bekliyordun?” diye sordu imayla.
Ayça, “Niye Ecevit’i bekleyeyim ben dangalak?” diye sorup bana doğru döndü. “Canım eğer bir çakmak darbesiyle havaya uçurmamı istemiyorsan tüpe dönmüş kocanı alıp gider misin?”
“Bu kız güzel şakalar yapıyor he,” dedi Gurur, onu gömleğinin eteğinden yakalayıp çekiştirirken sırıtıyordu. “Ayça, Zeliha neden tek başına tuvalete giremedi biliyor musun?”
Ayça tam lavaboya girecekken durup soru işaretiyle ona baktı.
“Bu saatlerde tuvaletlerde cinler olur da ondan,” dedi Gurur.
Ayça’nın beti benzi atarken, Gurur beni kolunun altına çekerek, “Görüşürüz Portakal Cini,” diye mırıldandı keyifle.
Tam o sırada koridorda Ecevit belirdi. Ecevit, “Lavabo,” diyecekti ki, Gurur, “Ecevit, tam zamanında geldi. Cinci hoca gibi çocuk,” diye şakıdı. “Şimdi burada dikilip bu kızı bekle bakalım.”
Ecevit şaşkınlıkla bir Ayça’ya, bir Gurur’a baktıktan sonra, “Anlamadım,” dedi düz bir sesle.
Ayça hala beti benzi atmış bir şekilde Gurur’a bakıyordu.
Gurur sırıtarak beni yürütüp Ecevit’in yanından kayıp geçiyordu ki, “Beceriksiz stalker,” diye fısıldadı sessizce. Ecevit’in duruşu dikleşti ama hiçbir şey söylemedi. İkisini arkamızda bırakarak oradan çıktığımızda Gurur’un kollarından yavaşça ayrıldım.
“Küslüğümüz kaldığı yerden devam mı ediyor?” diye sordu bana masum masum. Karanlık bahçede kafamı kaldırıp loş bir şekilde parlayan gözlerine baktım.
“Babam başka bir şey dedi mi sana?”
Sırıttı ama cevap vermedi. “Gurur,” diye homurdandım. “Söylesene.”
“Annen yarın için hazırlan demedi mi sana?”
“Yarın mı?”
“Yarın akşam.”
“Yarın akşam ne?”
Bir şey söylemeden yanağımdan makas alıp sırtını döndü ve düğün alanına doğru yürümeye başladı. Şok içinde arkasından bakakaldım. Kalabalığın içine girdiğinde olduğum yerde dikilmeye devam ediyordum. Kalabalığın ortası yavaşça açılırken düğün alanına doğru ilerlemeye başladım. “Yangından kız kaçırıyorsunuz herhalde,” diye söylendim kendi kendime ama kızdığımdan değildi; paniklemiştim ister istemez, heyecanlandığım da bir gerçekti.
Babam ve çocukluk arkadaşım Rümeysa’nın babasının tokalaştıklarını gördüm, ayaküstü bir şeyler konuştular sonra Rümeysa’nın babası az ileride arkadaşlarıyla dikilen Gurur’a bakıp gülümsedi. Birkaç saniye sonra davulcuya bir işaret yaptı ve kaşlarım çatılırken Simge’nin koluma girmesiyle bakışlarımı ona çevirdim.
“Benim can arkadaşım Kahraman’ımın kızını da everiyormuşuz, o halde bu gece bu meydan bir de Kahraman ve damadını konuşsun,” dedi gelinin babası. “Askermiş damadımız. O zaman çal Yörük Ali Zeybeği’ni.”
Davulun tüm meydan yerinde inleyen sesini duydum.
Göz bebeklerim büyürken, Gurur’un kalabalığın içinden ona işaret yapan babama doğu yürüdüğünü gördüm. Gömleğinin kollarını yukarı katladığını gördüm, tam ortada durduğunda tüm askerlerin ıslık sesleri kalabalığı delip geçiyordu.
Babam rakı bardağını köşedeki ahşap masaya bırakıp eliyle Gurur’a öncelik verdi. “Nasıl yani?” diye fısıldadım sessizce ama kalbim deli gibi çarpıyordu. Tüm nefesler tutuldu ve Gurur kollarını yavaşça kaldırırken ritme uygun bir şekilde dizini yavaşça öne doğru büktü. Babam bundan tatmin olmuş gibi beğeniyle başını aşağı yukarı sallayıp kollarını kaldırdı ve Gurur’un tam karşısında dizini yavaşça diğer yöne büktü.
Birbirlerine doğru efe gibi yürüdüler, zeybeğin dört bir yanda yankılanan melodisiyle beraber kollarını sallayarak birbirlerinin yanından geçerek sırtlarını birbirlerine verdiler. Sırtları birbirine dönük haldeyken avuç içleri yere bakacak şekilde duran ellerini havaya kaldırıp yavaşça sağdan sola doğru döndüler.
Birbirlerine doğru dönmeleriyle, ikisinin de kolları aşağı indi, babam beğeniyle başını aşağı yukarı salladı; Gurur ciddi gözlerle babama bakarken bir anda sözleşmişler gibi aynı anda dizlerinin üzerine çöktüler, ellerini aynı anda farklı yönlere doğru yere sürtüp avuçlarının içine aldıkları toprağı atar gibi yaptılar. Kalbimin vuruşları daha da şiddetlendi. Aynı anda ikisi de birbirinin tersi olan dizlerini yere vurdu, tek seferde kolayca havalandılar ve meydanda duran iki Efe gibi birbirlerine baktılar.
Hiç beklemediğim anda birbirlerine doğru hızla ilerleyip tam karşı karşıya durdukları anda dizlerini kırdılar, babam tam eğilmedi ama Gurur babamın önünde eğilip elini tekrar yere dürtüp dizini yere bastırdı. Bir ıslık sesi duydum ama kafamı çevirip bakamadım, tüm odak noktam ikisindeydi.
Gurur avucunu yere vurunca, babam gürültüden anlayamasam da coşkuyla bağırıp güldü. Gurur doğrulurken birbirlerine gülümsediler ve kolları havada şekilde birbirlerinin etrafında yavaşça daire çizdiler.
“Şanlı askerlerimiz!” diye bağırdı solist. Ben daha ne olduğunu kavrayamadan kalabalığın içinden gölge şeklinde çıkmaya başlayan tim babam ve Gurur’u daire içine aldılar. Bir alkış tufanıyla beraber iki metre adamların her biri dizlerini kırarak yere yasladı ve Gurur hepsinin ortasında ayakta, babamın karşısında durup bir efe gibi süzülmeye devam etti. Askerler ayağa kalktığı an, babam ve Gurur dizlerini yere vurmak için yavaşça çöktüler, melodi yavaşladı; askerler etrafında tüm heybetleriyle oynamaya başladılar.
Gurur ve babam dizleri yerde, avuçları yere yaslı halde dururlarken askerler etraflarında birden durup yavaşça çöktüler. Babam ve Gurur iki dağ gibi dikildiklerinde, bir süre hareketsiz kaldılar; babam Gurur’a çenesiyle bir komut verdi, Gurur birden sırtını babama döndü ve gözlerimiz birbirine değdi.
Gözlerimin içine bakarak kolları havada, tüm heybetiyle oynamaya devam etti. Bu olurken, babam da dizini yere vurdu ve davulcu davula arka arkaya vurdu; askerler senkronize olmuş gibi ritime ayak uydurarak bağırdılar.
Gurur hiç beklemediğim bir anda uzun bacaklarını dizlerinden kırarak yere çöktü, bir dizini yere vurdu, avucunu önce yere vurdu, sonra dudaklarına götürdü, sonra başının üzerine yasladı; bunu yaparken gözlerini gözlerimden çekmedi.
Timdeki tüm efeler yakalanarak Gurur’un etrafında kolları havada zeybeğe devam ederken, o hala dizi yere yaslı, gözlerimin içine bakıyordu.
Melodi yavaşça sona erdi ama davul ve zurna hiç susmadı. Askerler gülüşerek etrafa dağılırken Gurur yavaşça ayağa kalktı. Babam onu ensesinden kavradı, hiç beklemediği anda kollarının arasına çekti. Sırtına vurarak sarılırken Gurur çenesi babamın omzunda gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu.
Babam yavaşça Gurur’dan ayrıldı ama eli hala ensesindeydi. Alnını alnına yaslayarak, “Aslanım benim!” diye bağırdığını duydum. Gülüştüler, birbirlerinden ayrıldılar ve düğün alanında bir alkış tufanı koparken babam masaya doğru ilerledi, rakı bardağını eline alıp kafasına dikti.
Kahraman Özdağ bir damadı değil, bir oğlu olduğunu tüm Akyaka’ya bu şekilde ilan etti.
Elimde olmadan genişçe gülümserken buldum kendimi. Yörük kadınları etrafımı sarıp sorular sorarken bile ağzımı açamıyor, sadece gülümseyerek Gurur’a bakıyordum.
11 saat önce…
Güneş gökyüzüne yavaşça tırmanırken sessizlik içerisinde oturduğum odanın kapısı açıldı. Simge elinde şarj aletiyle içeri girerken, “Gurur ve Muşta yola çıktı,” dedi esneyerek. “Şebnem teyzeyi Dalaman’dan alacaklar. Babaannem de az önce geldi.” Biliyordum, ben değişmek istemiştim ama akşam için hazırlanmam gerekiyordu. “Babamlar da yola çıkıyorlar, öğlene kalmaz gelirler,” dedi ve yatağın ucuna, hemen yanıma oturdu. “Neyin var senin?”
“Tatile diye geldik istemem oluyor,” dedim birden boşluktan çektiğim gözlerime durduramadığım bir dehşet eklenirken. Simge neredeyse kahkaha atacaktı ama dudaklarını birbirine bastırıp, “İstemiyor musun?” diye sordu.
“İstemiyor değilim. Çok da heyecanlı hissediyorum kendimi ama ne bileyim, yüzüme far tutulmuş gibi oldum birdenbire.”
Simge yüzüme düşen ıslak saç telini kulağımın arkasına ittikten sonra, “Evleniyor değilsin, söz gibi düşün bunu,” diye rahatlattı beni. “Eninde sonunda olması gereken bu değil miydi? İlişkinizin gidişatında bu kaçınılmazdı.”
“Beni bekleyeceğini söyledi zaten, bekler biliyorum da… Şebnem teyzeye emrivaki yapılmış gibi hissediyorum.”
“Bence o da mutlu olmuştur. Onu görünce tüm endişelerin silinecek, görürsün.” Gülümsedi, gülümsemesi bana güç verdi.
“Babam bana kızgın mı değil mi onu da anlamadım. Karşısına alıp bir şey demedi henüz,” diye mırıldandım sessizce.
“Bence dün cevabını verdi o. Tüm Akyaka’ya duyurdu resmen. Gurur’la gurur duyuyor gibi görünüyordu.” Simge sırıttı. “Ayrıca o kadar iyi zeybek oynamasını beklemiyordum.”
“Bir o mu? Hepsi oynadı,” dedim gözlerimi kaçırarak.
“Ama Gurur bir başka oynadı, otuz üç yıllık Egeli gibi,” dedi kahkaha atarak.
“Bu söylediğini duymasın yalnız.”
“Söylemezsen duymaz.”
Ayaklarımı yukarı alıp bağdaş kurduktan sonra, “Yener ve sen peki,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Neler oluyor aranızda? Bir türlü anlayamadım ama bir şeyler olduğu kesin. Mobese Beşir olarak gözümden kaçırdığım bazı ayrıntılar var gibi geldi bana.”
Simge bir an duraksadı, bakışlarını benden kaçırıp, “Ne olabilir ki?” diye sordu ama bir şey sakladığı kabak gibi ortadaydı.
“Bence benden bir şey gizleniyor şu an…”
Simge bir süre sustuktan sonra, “Öpüştük,” dedi, buna şaşırmam gerekirdi ama nedense biliyormuş gibi kaşlarımı kaldırıp devam etmesini bekler gibi gözlerinin içine baktım. “Ne istediğini anlamadım. Bir öyle, bir böyle. Bir ateş gibi sıcak, bir buz gibi soğuk. Anlamıyorum. Gerçi muhtemelen o da benim için aynısını düşünüyordur. İnat yaptım biraz galiba. O yaklaşınca ben kaçıyorum, ben yaklaştığımda o yaklaştığım yerde bile olmuyor zaten. Aramızda konuşulması gereken bir şey varmış gibi hissediyorum ama ne olduğunu bilmiyorum, ortada duruyor o konu, ne o görebiliyor ne de ben görebiliyorum ama o da benim gibi konuşulması gereken bir şey olduğunu hissediyor.”
“Neyden korkuyorsun?”
Bir süre sustuktan sonra, “Geçmişinden,” dedi açıkça. “Hayatı boyunca bir sürü insan tanımış, bir sürü insanın hayatına dokunmamış belki ama bedenine dokunmuş. Çok fazla kadınla birliktelik yaşamış birinin beni korkutması normal değil mi?” Ona hak versem de kafasını daha da karıştırmak istemediğimden tek kelime etmeden ona kulak vermeye devam ettim. “Bak, tamam,” diyerek bana doğru dönüp bir bacağını dizinden kırarak yatağın üzerine yasladı, “ben erkekler konusunda çok bilgi sahibi olmayan biri olabilirim ama çok fazla flörtüm oldu, deneyimli sayılmam ama fikirlerim, gözlemlerim var. O şu ana kadar flörtleştiğim insanlar gibi değil. Kendimi eksik, yarım hissetmekten, yetersiz hissetmekten korkuyor olabilirim. Aynı zamanda geçmişin tamamen geçmemiş olmasından, günün sonunda yine eski alışkanlıklarına dönecek olmasından çekiniyor olabilirim. Kafam allak bullak Zelluş.” Bir süre susup düşündü. “Bugün bana gülümserse, yarın benim elimi tutarsa, ona çok bağlanırsam…” Sustu, bu ihtimal onu korkutuyor gibiydi.
“Evet?” diye sordum devam etmesi için, konuşmamdan güç almış gibi derin bir nefes aldı.
“Ya diğer gün, bana gülümsediği gibi başkasına gülümser, başkasının elini tutar, birden ortadan kaybolursa?”
“Bunu onunla konuşmadan rahatlayamazsın.”
“Ne diyeceğim adama? Elimi tutmanı istiyorum ama tuttuktan sonra yapacaklarından korkuyorum mu? Daha elimi tutmaya yeltenmiş bile sayılmaz. Ağzımı açıp tek kelime etsem, bir sonraki kelimeyi söylememi beklemeden lafı ağzıma kakarsa ne olacak? Seni öptüm diye, beni öptün diye, öpüştük diye bir şeyler mi olacakmış aramızda derse ne yapacağım? Düşüncesi bile midemi sızlattı.”
“Yener öyle bir şey söylemez. Herkese söylese, sana söylemez.”
“Varsayalım söylemedi, tam tersini söyledi. Daha kötüsü olmaz mı? Tam tersine beni inandırmışken, düşündüklerimi bir bir yapacak olması?” durup boşluğa uzun uzun baktıktan sonra, “Yapar mı?” diye sordu sessizce.
“Senden önce nasıl biri olduğunu biliyorum, senden sonra nasıl biri olur bilmiyorum çünkü onu seninleyken görmedim,” dedim dürüstçe. “Ama birbirinizden kaçarak da bir sonuca ulaşamazsınız. Sırf hissetmekten korktukların yüzünden, şu an hissettiklerinden kaçıyorsun. Bir gün denemediğin için pişman olmayacak mısın?”
Sorduğum soru onu durgunlaştırdı, bakışlarını yüzümde uzun uzun tuttu ama ağzını açıp bir şeyler söylemeye kalkışmadı.
“Boş ver şimdi beni, o dangalağı da boş ver. Bugün senin günün. Seni bebek gibi hazırlayalım da kadının gözleri güzel gelin görsün,” dedi Simge ifadesini toparlayarak. Neredeyse geriye doğru devrilip yatağın içine düşecektim ki dirseğimden kavrayarak bedenimi dik konuma getirdi. “Kız kime diyorum ben?” diye çemkirdi. “Hadi Zeliha, bak yengem birazdan hepimizi hazır ola dikecek, başlayacak panik atağı. Devirip götünü yatma zamanı değil.”
“Ya saat sabahın…”
“Kaynananı alıp geldiklerinde ağzının kenarında salyayla karşılamak istiyorsan kadını, bilemem o kadarını,” diye söylendi Simge. Birden sıçrayarak yerimden kalkıp boy aynasının önüne doğru koştum. Kendimi Gurur’a beğendirmek için uğraşmazdım ama annesi söz konusu olunca, birden çok güzel olmam gerekiyormuş gibi hissettim. Beni Gurur’dan çok annesi beğensin istedim, çok saçmaydı belki ama heyecandan elim ayağım birbirine dolanıverdi.
“Beni beğenir mi?” diye sorarken buldum kendimi bir anda.
Simge, “Beğenilmeyecek gibi misin sence? Peri kızı seni görse, ben miyim peri yoksa bu kız mı diye kendini sorgular,” dedi. “Çok güzelsin.” Oturduğu yerden kalkıp arkamdan yaklaşarak çenesini omzuma koydu ve yansımama gülümseyerek baktı. “Hatırlıyor musun? Küçükken sen çok beyazsın, ben karayım der, ağlardım. Seni kıskanırdım. Bir keresinde mahalledeki çocuklar Simge’yi kömürlükte unutmuşlar diye dalga geçmişti, gündüz feneri diyorlardı bana hep. Sen Pamuk Prenses gibiydin. O zamanlar içten içe çok üzülürdüm, kızardım da sana böyle pamuk gibisin diye… Çok da güzeldin.” Söyledikleri kaşlarımı çatmama neden oldu.
“Benimle de yüzün lekeli, çillerin yüzüne bir şey sıçramış gibi duruyor, Benekli diye dalga geçiyorlardı. Çocuklar her zaman acımasızdır, unuttun herhalde,” dedim kaşlarımı çatarak. “Ayrıca bronzluğun çoğu insanı kıskandıracak kadar güzel. Parlıyorsun.”
“Biliyorum, şu an bronz olmayı çok seviyorum,” dedi Simge. “Ayrıca senin de şu an çilli olmayı çok sevdiğini biliyorum, çünkü sana çillerini sevdiren, çillerine tapan biriyle tanıştın.”
Elimde olmadan gülümsedim. Annem bir anda içeri dalınca, Simge’yle irkilerek anneme doğru baktık. “Kız misafir gelecek, yayılmışsınız buraya, çen çen susmadınız. Çeneniz yüzünden yan odadaki enikler de uyandı. Çolpan olmasa küçük erkek eniği susturamayacaktık, çocuğun ödünü kopardı çeneniz,” diye çemkirdi. “Kalkın hadi, hazırlanalım. Poğaça, kek, börek yapılacak. Zelya kasaba gidilmesi lazım, et kıyma alınacak. Mısır unu lazım bana. Mısır ekmeği yapacağım, mısır unu bitmiş. Haydi kalkın, haydiii!”
“Kız yenge sakin ol, bir kişi geliyor, on kişi mi geliyor?” diye sordu Simge gülerek.
“Ananı babanı kardeşini insandan saymıyon he?” diye homurdandı annem ayağındaki terliği Simge’ye fırlatarak. Simge gülerek terliği eline alırken, “Annemle seni yarışmalarına yollayacağım şunun,” dedi terliği sallayarak, “derece yaparsınız.”
Annem bakışlarını birdenbire bana çevirdi. “Sen hala duruyon mu? Matıfladın* kaldın he? Kız yürü yürü! Beni değil, seni isteyecekler akşama!” *Şaşırdın, elin ayağın dolandı.
“Valla yeni gelin gibi heyecandan eli ayağına dolaşan sen gibi duruyon anne,” dediğimde gözleri iri iri açıldı.
“Kız koca diye tutturdun şimdi de hareket etmiyon,” dedi, Simge kahkaha attı ama ben anneme düz düz bakmakla yetindim. “Hadi, bak Biricik kız bile kalktı, yaşmağı başına bağladım da oturdu fasille* kırıyor.” *fasulye
“O genelde fındık kırmayı severdi ama,” diye takıldı Simge, annemin gözleri iri iri açıldı. Tam ağzını açıp bir şey diyecekti ki Çolpan açık kapıyı tıklatarak, “Gülbahar teyze, Eymen’i mısır unu almaya yolladım ben. Ecevit de onunla gitti, gelirken kasaba uğrayacaklarmış,” dedi.
“Gözünü seveyim, sağ ol canım benim.” Annem gülerek Çolpan’a döndü. “Ah bir yaşıtın oğlum olaydı da seni alaydım.”
“Tam anne olacak kız doğrusu,” dedi Simge imayla, Çolpan ona dik dik baksa da bir şey söylemedi. Annem ve Çolpan odadan çıktıklarında biz de hazırlanmak için ayaklandık.
⛓️
Öğle vaktiydi, havada yoğun bir nem ve üzerimdeki açık mavi elbisenin tenime ikinci bir deri gibi yapışmasına neden olan bir sıcak vardı. Böceklerin vızıldamalarını duyabiliyordum, bahçedeki ağacın yaprakları güneşi ışığının yere düşürdüğü ışığın üzerine gölgeler çizerek hareket ediyordu. Üzerimdeki askılı elbisenin omuz başlarımda fiyonk şeklinde bağlanmış ipleriyle oynarken kalbimin deli gibi çarptığını hissedebiliyordum. Yaprakların yerde çizdiği gölgelerin kıpırtısını izlediğim sırada bir davul sesi duyunca oturduğum yerden doğrularak kalkıp davul seslerini takip eden korna seslerine kulak verdim.
Korna sesleri zihnimde koca bir yarık açtı ve saatin yelkovanı ileri değil, geriye doğru dönmeye başlayarak sayıların üzerinden hızla geçti; bahçeye çıktığım ilk anı hatırladım ve o ilk anda yüzüme dokunan sıcak esintiyi yeniden hissetmişim gibi sertçe yutkundum. Kırk beş dakika öncesindeydim, elbisem henüz kendi terimle bedenime yapışmamıştı, bukleler halinde omuzlarıma düşen saçlarımdan gelen parfüm kokusunu soluyordum. Babam masanın hemen önünde oturmuş, dudaklarına sigarasını götürüyordu ki beni fark edip durdu. Gözlerimiz birleştiğinde ne yapacağımı bilemeyerek etrafıma, sonra da babama baktım.
Çenesiyle gelmemi işaret edince duraksadım, başımı yavaşça sallayıp ona doğru yürürken kalbim yerinden çıkıp gidecek gibi sertçe çarpıyordu. Sigarayı dudaklarına götürdüğü sırada tam önünde durdum, sigaradan bir duman alıp gözlerini kaldırarak bana baktı ve “Otursana kızım,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Ne dikildin önümde bölük komutanı gibi.”
Çekinerek yanındaki sandalyeyi çekip üzerine oturdum. Babam bir müddet sigarasını içerek gözlerimin içine bakmaya devam etti. Tek kelime etmiyordu, etmiyor oluşu beni daha da büyük bir tedirginliğe sürüklüyordu. Sigarasını masanın üzerindeki küllüğün üzerine bırakarak, elini dizime koyup babacan bir tavırla dizimi sıkarak, “Kızdım,” dedi, duraksayarak gözlerinin içine daha büyük bir dikkatle baktım. “Lakin, sevdiğinin parmağına yüzük takmasına değil, bunu benden gizleyecek kadar benden korkmuş olmana kızdım.”
Cevap veremedim, sadece gözlerinin içine baktım.
“Seni benden korkmanı gerektirecek şekilde mi büyüttüm?” diye sorunca hızla başımı iki yana salladım. “O zaman ne diye benden korkuyorsun?”
“Panik oldum,” dediğimde tek kaşını kaldırdı.
“Panik olunca aynı seviyede saçmalıyorsunuz siz ikiniz.”
Evet, haklı olabilirdi. Susup başımı önüme eğdiğimde dizimi daha sert sıkarak, “Sana kızgın değilim çocuk,” dedi, “sadece isterim ki, önceliğin daima okulun olsun, eğitimin olsun.”
“Tabii ki de öyle,” dediğimde başını salladı.
“Hiçbir zaman yanlış seçimlerin olmadığı için seninle gurur da duyuyorum elbet,” dedi, söylediğim yalanlar birden kalbime battı. Söylediğim tüm yalanların altında ezilmeye başladığımı hissettim. “Yine biliyorum ki benim kızımın kalbi kendisi için en doğrusunu seçti. Yine kendine en uygun olanı kalbin buldu, sana getirdi. Ben senden razıyım.” Elini bir defa daha dizime vurup, “Sen de benden razı mısın?” diye sordu. “Babandan razısı mısın ceylanım?”
Boğazıma dolan o hissin gözlerime yükselerek kirpik diplerimi sızlattığını hissettim. Babamdan razı olmadığım tek bir an olmamıştı. Bu hayattaki en büyük şansımdı belki de, en büyük talihim babamın Kahraman Özdağ olmasıydı.
“Razıyım baba,” dedim. “O nasıl söz? Ben en çok senden razıyım. Allah yokluğunu göstermesin.”
“Allah yokluğuma bile alışacağın kadar uzun, güzel bir ömür versin sana kızım,” dedi. “Allah sana yokluğumu aratmayacak bir eş nasip etsin istedim hep, gördüm, izledim, anladım; buldun onu. Ben senden de razıyım, bulup kapıma getirdiğin erden de razıyım.”
Gözlerinin içine uzun uzun baktıktan sonra, “Kızmadın bana,” dedim bunu doğrulamak istiyor gibi.
“İtin kopuğun birini getirseydin kızardım amma, Eymen’e eniştelik değil abilik edecek birini diktin karşıma. Benim senin sevdana boynum kıldan incedir.” Eli hala dizimde duruyor, mavi gözleri onunkine tezat renkteki gözlerime bakıyordu. Dudaklarında bir tebessüm belirdi. “Kendini baskı altında hissetme, sen ne dersen o. Sadece bir ismi olsun. Elini tutup meydana çıktığında ne onun canı sıkılsın ne senin. Kimseye verecek hesabınız yok elbet ama yukarıda yazınızı bir yazan Allah’ın huzurunda da bir isminiz olsun.”
Sessizce gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Söyleyeceğim her kelimeden utanıyordum, karşımda babam olduğu için mi utanıyordum yoksa içimdeki duyguların büyüklüğünü göstermekten mi korkuyordum bunu ben de bilmiyordum.
“Doğmadan evvel,” dedi babam, “sen daha dünyaya gelmediğin vakit, yukarıdaki senin alnına bir isim koyup da yolladı bana. Ben alnından o ismi silemem, senin de kalbinden o isim silinmez. Madem uygun gördün karşıma getirdin, bana onu evlat bilmek düşer.”
Elimi babamın elinin üzerine koyup parmaklarını sıktım. “Bebekken de parmaklarımı böyle kavrardın,” dedi dalgın bir gülümsemeyle. “Şimdi büyüdün de, karşıma aldım seni, bunları konuşuyorum. Hiç büyümezsin sanmıştım.”
“Ben de,” dedim parmağını sıkarak, “ben de hiç büyümem sanmıştım, baba.”
Yelkovan, son cümlemle beraber hızla öne doğru atılarak sayıların üzerinden fırtına gibi eserek geçti. Ayakta dimdik durmuş, ellerim kalbime yakın bir yerde titreyerek birbirine yaklaşırken korna seslerine kulak vermeye devam ettim. Zihnimin köşelerinde Gurur ile yaşanan her şey bir film şeridi gibi akıyor, her bir anı kalbime takılarak derinleşiyordu. Korna sesleri çoğaldı, davul ve zurna sesleri dört bir yana dağıldı.
“Geliyorlar, geliyorlar!” diye bağırdı Biricik heyecanla, zıplayarak evin kapısından çıkarken. Süslü Maria da Biricik’in arkasından seke seke çıktı. “Bizimkiler konvoy yapmış, toplanmışlar!”
Duraksayarak, “Konvoy mu?” diye sordum, ardından bakışlarım aralık duran bahçe kapısına kaydı ve kızların bahçe kapısına hücum ettiklerini gördüm.
“Ne duruyorsun, gelsene!” dedi Çolpan hızla. Annem panikle kapıdan çıkarken, “Umay!” diye seslendi yengeme. İzmir’den geleli daha bir saat olmamıştı ama yengem de bir işin ucundan tutmuş, hazırlıklara yardımcı olmaya başlamıştı.
“Anne, konvoy diyor bunlar,” dedim dehşet içinde.
“Biliyom kız, oğlanlar konvoy için çıktıydı. Gurur ve annesini karşılamaya gittiler,” dedi annem, şaşkınlığım bir doz daha arttı.
Yengem yeşil gözlerinde hınzır bir parıltıyla, “Kız geliin,” dedi kırıta kırıta. “Yüzün kireç kesti.”
“Uğraşmayın benim torunumla, kaptı katana gibi çocuğu. Akıllı torunum benim, başrol torunum, güzelliğini benden almış torunum,” diye kırıttı babaannem heyecanla.
Sima ve Sinan, Simge’nin kendisinden yaşça küçük ikiz kardeşleri hızla kapıdan çıktılar. İkisi de on altı yaşındaydı, liseye gidiyorlardı. Sinan, Simge ve Sina’nın aksine beyaz tenli, çilliydi ama gözleri amcamınkiler gibi deniz mavisiydi. İkizi Simge ise ona hiç benzemiyordu, ablası gibi esmerdi ama gözleri annesi ve ablasının aksine yeşil değil, koyu bir maviydi. Sinan, on altı yaşında bir çocuk olmasına rağmen bir seksen boyunu çoktan aşmıştı, Sima da şimdiden Simge ile aynı boydaydı. Sinan tek kaşını kaldırıp korna seslerini dinlerken Sima olduğu yerde zıpladı. “Resmen konvoy yapıyorlar, Sinan,” dedi heyecanla.
“Evet, gösterişi seviyorlar anlaşılan,” dedi Sinan donuk bir sesle.
“Konuşma babası kılıklı,” diye söylendi yengem Sinan’ın omzuna vurup onu öne doğru itekleyerek. “Zelluş, kız, yürü kapıya. Gelin olarak senin karşılaman gerek kayınvalideni. Hadi yengem!”
Olduğum yerde kal gelmiş gibi bir yengeme, bir anneme baktıktan sonra bahçe kapısına doğru ilerledim. Tüm mahalleli pencerelerine, balkonlarına çıkmış gülümseyerek konvoyu izliyordu. Arka arkaya sıralanan ciplerin arasında bir de arkası açık pikap vardı, pikaptaki davulcu ve zurnacı sürekli olarak çalıyorlardı. Pikabın arkasında bir tane de büyük koyun olduğunu görünce durup, “Ha?” diye sordum şokla.
Babamın evin tam karşısındaki yolda durmuş, gülümseyerek konvoya baktığını gördüm. Arabalar kornolara arka arkaya çalıyor, arabaların camlarından biri dışarı uzanan fişekten kırmızı renkte bir duman sızıyordu. Fişeği tutan kişinin Yener olduğunu gördüm, arabanın dışına doğru sarkarak ıslık çalarken bir yandan fişeği havaya kaldırıyor, kızıl duman tabakası arabanın arkasında kalarak büyüdükçe büyüyordu.
Arabalar arka arkaya evin kapısında durduklarında bir adım geri çekildim ve sırtım Kurtuluş amcamın göğsüne yaslandı. İrkilerek bakışlarımı amcama çevirdim. Dağ gibi bir adamdı. Boyu babamın boyundan uzundu, herhalde bir doksan beşlerinde vardı. Mavi gözleri, babamın mavi gözlerinden daha açık bir renkti, gümüş mavi gibiydi. Tıraşlı suratı, geniş omuzlarıyla yaşını hiç göstermiyordu ve hafif de olsa göbeği vardı. Kurtuluş amcam elini omzuma koyup, bakışlarını benden çekerek arabalara çevirdi ve bir şahin gibi arabalara bakmaya başladı. Gözlerimi yavaşça arabalara döndürürken kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu.
En öndeki arabanın kapısı açıldı. Gurur üzerinde gömleğine dek siyah bir takımla aşağı indi, kravat takmıyordu ve simsiyah takımının ceketinin kenarında gümüş bir iğne parlıyordu. Arabanın önüne dolanarak kapıyı açtı ve bir çift siyah, topuğu kısa bir ayakkabının dışarı uzandığını gördüm. Bordo rengi bir elbise giyen Şebnem teyzenin başında da siyah, güzel bir şal vardı ve yüzünde saklayamadığı derin, toplu yanaklarının kırmızılığını öne çıkaran bir gülümseme yer alıyordu.
Bakışları hızla kalabalığı taradı, beni gördüğü anda gülümsemesi daha da büyürken yeşil gözlerinin şefkatle parladığını gördüm. Kalabalığın gürültüsünden onu duyamadım ama Gurur’a bakarak, “Pek güzel, çok güzel! Su gibi!” dediğini dudaklarının hareketinden anlayabildim.
Ellerimi tedirginlikle karnımın üzerinde birleştirip gözlerimi ayırmadan Şebnem teyzeye baktığım sırada, Kurtuluş amcam sadece benim duyabileceğim bir sesle, “Elini öp,” dediğini duydum.
Hızla öne doğru bir adım attığımda paniğimi gören Şebnem teyze olduğu yerde elini ağzına götürerek utangaç bir şekilde güldü. Neredeyse evin önündeki taşa takılıp yere kapaklanacaktım ama son anda düz durmayı başarabildim. Hızlı adımlarla Şebnem teyzeye doğru yürümeye başladım. Tam önünde durduğumda ondan gelen pudra kokusunu soludum, ardından içinde ela parıltılar olan yeşil gözleri benim kahverengi gözlerimle birleşti.
“Hoş geldiniz Şebnem teyze!” dedim panikle, ardından eline uzanıp elini alarak öpüp alnıma koydum. Eli alnıma yaslandığı an, diğer elini kaldırıp saçlarıma bastırarak, “Hoş buldum peri kızım benim,” dedi heyecanla. “Çok yaşa sen, el öpenlerin çok olsun.” Saçlarımı okşayarak gözlerimin içine baktı. “Fotoğraflarından daha güzelsin. Su gibisin çocuğum benim.” Dudaklarını oynatmaya başladığında dua ettiğini fark ederek duraksayıp ona bakakaldım. Yüzüme yavaşça, utana çekine üfledi. “Maşallah,” dedi.
Gurur’un bakışlarını üzerimde hissetsem de gözlerimi Şebnem teyzeden ayırıp ona bakamadım. Şebnem teyze, beni baştan aşağı süzüp, “Mavi pek yakışmış, boncuk gibi olmuşsun,” dedi, o da tam olarak ne diyeceğini bilemiyor gibi, yüzü hafif pembeleşmiş meraklı meraklı bana bakıyordu. Hafif etine dolgun bir kadındı, yanakları topluydu, yüzünde hiç makyaj olmasa da teni porselen gibiydi. Benden biraz daha uzundu. Heybetli, güzel ama heybetinin aksine utangaç bir kadındı.
Onun karşısında kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissederek, “Teşekkür ederim,” dedim. “Çok güzelsiniz,” çıkıverdi ağzımdan. Yanaklarının daha da allaştığını gördüm, ne diyeceğini bilemiyor gibi gülümseyerek elini yüzüme götürdü.
Yanağımı yavaşça okşadıktan sonra, “Gurur Mert, Gurur Mert,” diye söylendi. “Durdun durdun turnayı gözünden vurdun annem sen.”
Gurur, “Dedim sana,” diye mırıldandı ama sesini davulun sesleri bastırıyordu.
Hızla, “İçeri buyurun,” dediğimde Şebnem teyze merakla arkasına baktı.
“Hayvanı indirin çocuğum,” dedi heyecanla. “Kutuları çıkarın. Yener oğlum, kutular o araçta evladım. Çıkarın onu annecim.”
Gurur, “Annem halledilir onlar, sakinleş,” dedi gülümseyerek.
“Ayy,” dedi Şebnem teyze utangaç utangaç gülerken. “Çok ani oldu. Çok şey de yapamadım. Kusuruma bakmayın annem.” Ellerimi avucunun içine aldı. “Bu açığı bir güzel kapatırız, tamam mı? Sana ben neler neler yaparım daha annem.”
“Her şeyi yapmışsınız,” dedim utanarak, ne diyeceğimi bilemediğim için kendimi salak gibi hissediyordum.
“Annecim, sen en iyilerine layıksın,” dedi Şebnem teyze ellerimin üzerini okşarken. “Güzelim benim, maşallah. Canım benim.”
Yener, “Şebnem annem, indirdik hayvanı biz!” diye bağırdığında Şebnem teyze, “Annecim, kutuları da indirin, size zahmet canımın içi,” dedi telaşla.
Birden elini sıkıca kavrayıp, “İçeri geçelim, yol yorgunusunuz,” dedim, öyle telaşlıydı ki onu birinin sakinleştirmesi gerekiyordu ama beni kim sakinleştirecekti işte onu hiç bilmiyordum.
“Çok düşünceli,” dedi Şebnem teyze, Gurur’a yandan utangaç bir bakış atarak. Gurur sadece gülümsedi ama gözlerinin içi parlıyordu bize bakarken.
Şebnem teyzenin elini tuttuğum sırada, “Dünya gözüyle bugünü de gördüm,” dedi dudaklarını bükerek. “Bir kez sarılayım mı sana?”
Ne yapacağımı bilemeyerek, “Tabii ki!” dedim hızla.
Şebnem teyze bir an gözlerimin içine minnetle baktı, bunu anlayamadım; ardından hiç beklemediğim bir anda boynuma sarılıp beni bağrına bastı. Yüzüm boynuna gizlenirken sertçe yutkunup kollarımı onun bedenine sardım. İlk kez gördüğüm birine karşı, yıllardır görmediğim ama canım kadar yakın olan birini yeniden görmüşüm sevinciyle doldum; buna akıl sır erdiremedim. Bana uzun uzun sarıldı ve kimsenin duyamayacağı bir tonlamayla fısıldadı.
“Teşekkür ederim.”
Söylediği şey, kalbimin dipdiri bir çiçekken, birdenbire kendi içine doğru boyun büküp solmasına neden oldu. Elimde olmaksızın ona daha sıkı sarılırken buldum kendimi. Ona daha sıkı sarıldığım an, sertçe yutkunup beni kendine tamamen bastırdı.
Ona teşekkür etmek istedim. Gurur’u bu dünyaya getirdiği için ona binlerce kez teşekkür etmek istedim ama hissettiklerim boğazıma dolduğunda ağzımı açıp tek kelime edemeyecek haldeydim.
Yavaşça ayrılırken onu içeri götürmek için koluna girdim. Davul ve zurna kapımızın önünde çalmaya devam ediyor, bahçemizin içine yavaş yavaş arkadaşlarımız akın ediyordu. Kolumda Şebnem teyzeyle içeri girdiğimde, Şebnem teyze merakla bahçeye bakıp gülümsedi. Gergin ipten aşağı sarkan lambalar henüz yanmıyordu ama bu gece, daha önce yanmadığı kadar ışıltılı yanacakları kesindi.
Annem ve babam, Şebnem teyzenin önünde durup, “Hoş geldiniz,” diyerek onu içeri buyur ederlerken misafirperver bir şekilde gülümsüyorlardı.
“Rahatsızlık verdim,” dedi Şebnem teyze. Biraz soluklanmak ister gibi köşedeki yemek masasına bakınca, henüz içeri girmek istemediğini, biraz nefes almak istediğini anladık. Babam onun için sandalyesini çekerken, annem, “Ne rahatsızlığı?” diye sordu gülümseyerek. “Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Nasılsınız?”
Şebnem teyze gülümseyerek, “Valla galiba biraz heyecanlıyım,” deyince Yener bahçenin öteki ucundan yüksek sesle güldü. Koyunu zapt etmeye çalıştığını görünce neredeyse ben de gülecektim.
Amcam, “Hoş geldiniz,” dedi ketum bir sesle. Bakışları Yener’e, Yener’in elinin altında zapt etmeye çalıştığı koyuna kaydı ve gözlerini yeniden Şebnem teyzeye çevirdi. “Ben Zeliha’nın amcası.”
Koyun neredeyse Yener’i devirip kaçacaktı. Neredeyse.
Kızların bakışlarının Yener’e çevrildiğini fark ettim. Yener ifadesini toparlayarak koyunu sıkıca kavradı ve gözlerini amcama dikti. Karşısında babamdan on santim daha uzun, babamdan daha sert bakan bir amca modeli görmeyi beklemediği kesindi.
“Çay getireyim mi size? Ya da kahve içer misiniz?” diye sordum heyecanla. Davul sesleri mahalleyi inletmeye devam ediyor, zurna da ara sıra davul sesine eşlik ediyordu. Mahalleli halinden memnun gibiydi; bizim yörenin insanları severdi davul ve zurna sesini.
“Kahveni sonra içerim,” dedi Şebnem teyze iki elini ellerimin üzerine kapatıp, bana alttan alttan bakarak. “Ama şimdi bu güzel ellerden bir bardak su içeyim isterim.”
“Hemen,” dedim ve ellerimi bırakana kadar hareketsiz bir şekilde gülümseyerek ona bakmaya devam ettim.
Bir an dalmış olacak ki, “Ay, pardon pardon,” diyerek ellerimi bıraktı.
Gülümseyerek, “Hemen getiriyorum,” dedim ve koştur koştur eve girip mutfağa gittim. Yaman arkamdan mutfağa girdiğinde buzdolabından su şişesini çıkarıyordum.
“Dinozella, nasıl kandırdın pamuk gibi kadını?” diye sordu ellerini göğsünde bağlayıp, sırtını duvara yaslayarak. “Karşısında peri padişahının kızı var gibi bakıyor, oysa ben senin kim olduğunu biliyorum.”
“Kimmişim len ben?” diye sordum çatık kaşlarla, ellerim titriyordu.
Yaman ellerime baktı, ardından gözlerini yüzüme çıkarıp genizden gelen bir horlama sesi çıkardı.
“Git, belanı başka yerde bul, bugün benlen uğraşma,” dedim onu taklit ederek ama bana takılmasının nedeninin, heyecandan bayılacak gibi görünüyor olmam kaynaklı olduğunu biliyordum. Kendi yöntemleriyle beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Acayip herifti doğrusu.
Ellerim heyecandan titrediği için bardağı bir türlü dolduramadığımı fark eden Yaman başını iki yana sallayarak dayandığı yerden kendini itip öne doğru geldi. Ellerini çözerek, “Ver şunu,” dedikten sonra şişeyi elimden alarak suyu bardağa doldurdu. “Şu ellerin heyecandan mı titriyor senin?”
“Evet.”
“Emin misin? Çok sık titriyor,” dediğinde ona bakakaldım. “İçine atıp hasta olacağına, dışına bırak horla Dino.” Şişenin kapağını kapatırken gözlerimin içine baktı. “Her şeyi içinde yaşamak iyi değildir.”
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım bardağı elime alırken.
“Dikkat et, dökme. Daha kahve götüreceksin kadına. İdman olur.” Başıyla mutfağın çıkışını işaret etti. “Hadi gidip onu dinozor değil, peri kızı olduğunu inandırmaya devam et yalancı çoban.”
“İyi birisin sen he.”
“Ne o birdenbire meyve bıçağını kapıp avuçlarımızı kesmek ve benimlen kan kardeşi olmak mı istedin?” diye sordu yüzünde donuk bir ifadeyle ama benimle alay ettiğini biliyordum; alay ettiğini anlamam için sesinde muzip bir tını yakalamama gerek yoktu. O böyle bir adamdı. “Hadi yürü, bir suyu bile kırk saatte getiriyor uyuşuk diye düşünmesinler.”
“O daha çok senin düşüncen gibi geldi birader bana.”
“Bana birader deme, Yener dün gece boğazıma meyve bıçağı dayayıp senin tek kankan olduğunu söyledi.”
Bir an durup yüzüne düz düz baktım.
“Biraderin olacak kadar horlamana alışacak olursam, işte o zaman ben de onun boğazına tavuklu pilav söylediğimde yanında yolladıkları plastik çatalı dayarım ve senin için mücadele ederim, devrem. Şimdilik sana çok da katlanamıyorum. Abuksun biraz.”
“Abuk muyum?”
“Abuk.”
“O ne?”
“Abuk subuk işte.”
“Aynaya bak len,” diyerek yanından geçtim. “Abuğun alasısın sen.”
Şebnem teyzeye suyunu verdiğimde de, karşısına utana sıkıla oturduğumda da bana dua etmeye devam etti. Timdekiler davulcu ve zurnacıya parasını verdiler, sofrayı kurmak için kızlarla harekete geçtiğimizde bile Şebnem teyzenin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Annem ve yengemle koyu bir sohbete dalıp gitmiş olsalar da gözlerini benden çektiği pek yoktu. Amcam ise Muşta’yı karşısına almış, dikkatli gözlerle Muşta’yı izleyerek onunla konuşuyordu. Beyhan yol yorgunu olmasına ve onu sürekli oturması için zorlamamıza rağmen sofrayı kurarken bize yardım etti.
Aytekin’i ilk kez maskesiz gördüğümde ise bahçeye yabancı biri girdi sanmıştım ama daha sonra o koyu renk gözler bana dokunmuş, ne düşündüğümü anlamış gibi, “Merhaba,” demişti. “Ben maskeli olan ve şu an çıplak hissediyorum. Bana bu kadar dikkatli bakma.” Kısa saçları üç numara olmasına rağmen kıvırcık olduğu belli oluyordu. Gözünün altından başlayarak dudağının kenarına kadar inen dikiş izi soluk renkte ve içeri göçmüş gibi görünüyordu. Bu iz olmasaydı, belki daha yumuşak bir yüze sahip olabilirdi ama şu an baktığım yüz, kesintisiz bir öfkeye sahip gibi duruyordu. Esmer bir teni, ince inen bir burnu, üst dudağından daha ince bir alt dudağı vardı, dikiş izi üst dudağının kıvrımında bir çukur oluşturuyordu. Kendini bir şekilde buraya ait hissetmiş, ilk kez maskesini çıkararak aramıza karışmıştı.
Akşam güneşi kayarak dağların arkasına gizlenmeye başladığında bile gökyüzünde tatlı bir turunculuk bize eşlik ediyordu. Şebnem teyzenin servis tabağını açarken kalbim deli gibi vuruyordu. Tüm mahallenin kulağının bizim bahçede olduğuna neredeyse emindim.
Sinan, tabağını önüne çekerken, “Amca,” dedi babama, “daha uzununu bulamadınız mı?” Çaktırmadan Gurur’u işaret ediyor olsa da herkes anlamıştı. Şebnem teyze yavaşça güldü, Gurur ise yeni ergenliğe giren Sinan’a dik dik bakıyordu. Sinan gülümseyerek Gurur’a baktı ama bu gülümseme, çok sinir bozucu bir gülümsemeydi. “Sinirini zıplatmak istemem ama grubun en yakışıklısı değilsin.”
Gurur çenesi seğirirken kara zorla gülümsedi. “Öyle bir iddiam mı vardı ki?”
“Olsun olmasın, bil de.” Sinan yine o sinir bozucu gülümsemesiyle Gurur’un gözlerinin içine baktı. “Şu daha yakışıklı,” diyerek elini yan tarafa doğru uzattı ve gösterdiği kişiye bakmadan Yener’i işaret etti. “Aranızdaki en iyi o.”
Yener olduğu yerde dikleşip tedirgin bakışlarını Sinan’a çevirdi. Simge elinde su şişesiyle donup kaldı.
Biricik, “Devran varken mi?” diye çıkışınca, Devran gülerek başını eğip önündeki servis tabağına baktı.
Sinan ve Gurur birbirlerine kıvılcımlar çıkan bakışları atarken ikisinin de dudaklarında yapay bir gülümseme yer alıyordu.
Sima gülümseyerek, “Siz ona bakmayın Gurur abi,” dedi saygılı bir şekilde. “Zeliha ablamı oldum olası çok kıskanır. Çocukken de Zeliha ablama aşıktı.”
Gurur birden donup kaldı.
Sinan ise yüzünü buruştururken, “Dört yaşındaydım,” dedi tiksinerek.
“Ne biçim konuşuyonuz siz?” diye çemkirdi yengem. “Bakma sen onlara oğlum, ikisi de boş boğaz.” Yengem Sinan ve Sima’ya dik dik bakıp önüne döndü; Sima kıkırdarken, Sinan gözlerini devirdi.
Yemekler yenirken annem, babam ve Şebnem teyze arasındaki sohbete katılamadım, hatta tüm sesler bir anlığına uzun, derinden gelen bir sinyal sesinin içinde kaybolmuş gibi geldi; o sesi sadece ben duyuyordum ve beni tüm sohbetten alıkoymaya yetiyordu. Sanırım bu, heyecanın sesiydi.
Akrep, bir adım daha attı ve sofradan eksilen tabakları izledim. Akrep bir adım daha attığında Beyhan elimi tutup beni kaldırdı. Yelkovanın dördüncü adımında artık akrep hareketsizdi ve kızlar etrafımı sararak beni odamın ortasına sürüklemişti. Ben daha ne olduğunu anlamadan beni sandalyeye oturttular.
Biricik maşamı alıp saçlarımın gevşeyen buklelerini maşaya sarıyor, Simge elinde fırçayla yüzüme doğru eğilmiş, “Yukarı bak, gözünü kapat, gözlerini aç,” şeklinde komutlar vererek bana göz makyajı yapmaya başlamıştı. Soru soracak vaktim bile yoktu, bahçede muhtemelen çaylar yudumlanıyorken ben burada kızlar tarafından çevrelenmiş, bir oyuncak gibi süsleniyordum.
En sonunda, “Ne oluyor şu an?” diye sorabildim ve Simge, “Askılı mavi elbisenle mi kahvesini vereceksin kadına be?” diye çemkirdi. “Kız yum şu gözünü! Far gözünün altına dökülüyor.”
Nihan elinde üst üste dizilmiş kutularla odama girince bakışlarım ona çevrildi. Simge homurdansa da geri çekilip bakmam için bana izin verdi. Şaşkınlıkla, “Onlar ne?” diye sorduğumda, Nihan sırıtarak, “Şebnem teyze senin için ciciler getirmiş,” dedi. “Bu kadar kısa zamanda, bu kadar şey alması… Ayaklarına kara sular inmiştir kadıncağızın.”
Duraksayarak özenle kurdelelerle sarılmış kutulara bakakaldım. Nihan kutuları yatağımın üzerine bıraktıktan sonra, “Kulağıma sokulup, elbiselerden birini beğenirse üzerinde görmeyi çok isterim dedi bana, öyle tatlı bir kadın ki… Neyi seversin bilemediğinden, bir sürü elbise almış sana,” dedi. “Açalım mı kutuları?”
“Kadının iki ayağını bir pabuca soktuk,” diyebildim utançla, karnım kasılıyor, kalbim delice vuruyordu.
“Valla kadın bu durumdan gayet memnundu Zelihacığım,” dedi Beyhan gülümseyerek. Öyle uzun boyluydu ki, selvi gibi görünüyordu. Onu ilk kez bir elbisenin içinde görüyordum, bacakları bir mankeninki kadar uzun ve inceydi. “Kutuları aç, kadıncağız o kadar heves etmiş. Belki beğendiğin bir parça olur.”
Ellerimi birbirine bastırarak, “Bakayım,” dedim, Biricik ise, “Maşa bitmedi, bak yakarım seni,” diye tehdit etti beni.
“İzninle ben açayım mı abla?” diye sordu Eylül yüzünde kocaman bir gülümsemeyle odaya girerken. Destan da meraklı meraklı paketlere bakıyordu.
“Açın tabii,” dedim, ben de bir an evvel kutuların içindekileri görmek istiyordum. “Destan da yardım etmek ister belki.”
Destan mahcup bir gülümsemeyle, “İsterim,” dedi.
Destan ve Eylül paketleri açarken Simge makyajımı yapmaya devam etti. İlk paketten uzun, değerli taşlarla işlenmiş bir gece elbisesi çıktı; krem rengindeydi ve sanki vücuduma göre hazırlanmış gibi duruyordu. Destan, “Oha,” dedi. “Peri elbisesi gibi.”
“Annem çok zevklidir benim,” dedi Eylül yüzünde genişçe bir tebessümle. Bir diğer elbiseyi askısıyla kutudan çıkardı. Bu bir takımdı, pantolon ve ceketten oluşan takımın kumaşı çok pahalı duruyordu; krem rengi bir takımdı. “Senin avukat olacağını bildiği için sana takım almış,” dedi Eylül dudaklarını bükerek.
Yanaklarım tamamen ısınmış halde yavaşça oturduğum yerden kalkıp meraklı gözlerle kutulara bakmaya başladım. Bir değil, beş altı takım birden almıştı. Bazıları etek ceket, bazıları pantolon ceketten oluşuyordu ve hepsi çok şıktı. İpek gömlekleri takımlardan ayrı olarak almıştı, her birine çok masraf ettiğine emindim çünkü hepsi markalı ürünlerdi. Pembe satenden güzel, mini bir elbise de almıştı; yine satenden uzun bordo rengi bir elbise daha vardı kutuda. Her bir elbisenin altında kurdeleyle sarılmış kutuların içinde o elbiseye yakışacak topuklu ayakkabılar yer alıyordu. Neredeyse iki kutuya binlerce lira yatırılmıştı, diğer kutuları tahmin bile edemiyordum. Viskon kumaşlar, keten kumaşlar, ipek kumaşlar… Masraftan biraz olsun kaçmamış, tüm bunları bir gün içinde yapmıştı. Hayret içerisindeydim.
Kutulardan birinin içinde lüks marka bir makyaj çantası yer alıyordu, sanki her birini özenle eliyle seçmiş de çantaya yerleştirmiş gibiydi. Biri çiçek, biri baharat notaları içeren iki parfüm şişesi de kutunun içindeydi. Yine kutunun içinden iki farklı kadife kutu çıktı, kutuları açınca donup kaldım. İki kutuda da beyaz altından takı seti vardı. Kolye, bileklik, küpe…
Duraksayarak, “Bu kadarına ne gerek vardı?” diye sorabildim. Utançtan yüzüm karıncalanmış durumdaydım.
“Annem gelinine her şeyin en iyisini, en güzelini yapmak isterdi hep,” dedi Eylül. “İnan bunlar ona az gelmiştir. Beğenmeyeceksin diye evhamlanıp durmuştur.”
“Bir sürü şey almış bu kadar kısıtlı zamanda.” Parmaklarım elbiselerin üzerinde dolaştı. Bir an gözüm tok kumaşlı, vişne tonlarındaki elbiseye takıldı. Elbise muhtemelen dizimin altına dek uzanacak ve bileklerimi açık bırakacaktı, omuzları açıkta bırakan bu elbisenin kolları düşüktü ve şık kollarının dirseklerimin biraz üstünde biteceğine emindim. Belden dar, aşağı doğru kloş etek gibi genişliyordu. Onu gördüğüm an, bu gece giymem gereken elbise olduğunu hissettim. Ne çok abartılıydı ne de çok sadeydi; bu gece için en doğru seçimdi.
Çolpan sırıtarak, “Bu elbiseyi mi giymek istiyorsun?” diye sorduğunda tek yaptığım başımı hızlıca sallamak oldu.
“Doğru seçim bence, çok güzel,” dedi Simge. “Bordo ruj da süreriz, çok güzel olur.”
Biricik, “Saçlarının dalgası çok güzel oldu, ensenin altından da güzel bir topuz yaparız sana, dağınık,” dedi heyecanla. “Boynun ve kulakların boş kalır, takılar için yer açılır.”
Elbiseyi giydikten hemen sonra Şebnem teyzenin aldığı inci takımları taktım. Boynumda ve kulaklarımda zarif inciler yerini almıştı, Simge omuzlarımın baş kısımlarını hafifçe parlatmış ve son olarak bordo ruju sürmem için elime tutuşturmuştu. Krem rengi stilettoları giydiğim sırada annem, “Kahveleri yapman gerek Zeliş,” diyerek kafasını kapı aralığından içeri uzattı. Bir an durdu, gözleri bedenimde dolaştıktan sonra dudakları anında bir çocuğun dudakları gibi büküldü. Beni baştan aşağı süzmeye devam ederken, “Bu nasıl güzellik böyle?” diye sordu. “Çok yakışmış bu elbise sana.”
“Anne,” dedim panikle, daha sonra tüm bedenimi anneme doğru çevirdim ve toplu saçlarıma rağmen yüzümün kenarlarından dökülen birer tutam dalgalı saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Çok mu abartılı olmuşum?”
“Hiç de bile!” dedi annem heyecanla. “Çiçek gibi olmuşsun. Tam da olması gerektiği gibi olmuşsun. Herkes salona toplandı, kahveleri yap da gel ki konuyu açabilsinler.” Gözlerini kutulara çevirdi. “Ne çok hediyeyle gelmiş. Bu kadar kısa zamanda…”
Utanarak başımı salladım, Simge gülerek koluma girip, “Biz kahveleri hallederiz yenge,” dedi. “Gurur’un kahvesine sinek ilacı dışında her şeyi koyduracağım.”
Annem, “Çocuğu hastanelik edeyim demeyin de!” diye uyardı bizi. Ardından odaya doluşan kızlara baktı. “Hadi birkaçınız içeri gelin, birden hepiniz yok oldunuz. Ayıp.”
Simge, Çolpan ve Ayça dışındaki herkes odadan çıktı ve biz de bir süre daha hazırlık yaptıktan sonra salona girmeden doğruca mutfağa indik. Sayıca fazla olduğumuz için büyük bir tencereyi kahveyle dolduran Çolpan’a dehşet içinde baktım ve bana, “Kazan olsaydı, emin ol kazanla yapardım. O kadar insana kahveyi nasıl yapacağız başka?” diye sordu. “Tut bakalım ucundan, güzelce karıştır. Gelin kahvesini gelinin yapması gerekir.”
“Gurur’un kahvesine koyman için gerekli zehirli karışımı hazırlamak boynumun borcudur şekerim,” dedi Ayça sırıtarak. Annemin öğlen vakti Eymen’i yollayıp aldırdığı yeni fincan takımlarını paketten çıkarmaya başlayan Simge yan gözle bana baktı.
“Elin değmişken Yener’in kahvesine de isot bassan nasıl olur? Kahveler karışmış dersin, içip tutuşsun ayı.”
Gözlerimi devirerek gülüp kahveyi yavaşa karıştırmaya başladım. Simge fincanları yıkadıktan sonra kuruladı ve pişen kahveleri yavaşça fincanlara koymaya başladık. Beyaz fincanların tamamı misafirler içinken, kırmızı fincan Gurur için ayrılmıştı. Gurur’un fincanına istemeyerek de olsa biraz tuz, kimyon, karabiber, pul biber ve bal koyduktan sonra karıştırmaya başladım. Ellerim ilk kez stresten değil, hissettiğim heyecandan titriyordu ve kahveyi karıştırırken elimde olmaksızın etrafa sıçratıyordum.
Tepsilere fincanları yerleştirdik ve derin bir soluk alarak tepsilerden birini elime aldım. O kadar kalabalıktık ki dördümüzün de eli tepsilerle dolmuştu. Salonun kapısında yavaşladığımızda Ayça, “En son Zeliş girsin,” diyerek bizi sıraya soktu. “Assolist hesabı. Herkes yerini bilirse sevinirim canım, bu hikayenin baş karakteri Zeliha Özdağ.”
İlk önce Çolpan içeri girdi, ardından Ayça, ardından Simge içeri girdi ve olduğum yerde bacaklarımın titremesine engel olamadan sertçe yutkundum. Ayaklarımın stilettoların içinde kaydığını hissettim, ayak parmaklarımı içeri doğru bükerken takılıp düşmemek için bildiğim tüm duaları etmeye başladım ve içeriye ilk adımımı attım. Kızlar timdekilere kahvelerini ikram ediyordu. Tam karşımdaki tekli koltukta oturan Gurur’un bakışlarının ağırlığını hissettiğim an benim gözlerim de ona çevrildi.
Bana öyle bir baktı ki, bu dünyadaki en güzel kadın benmişim gibi hissettim.
Bir adam, bir kadına dünyanın en güzel kadını gibi hissettirebiliyordu.
Gözlerimi zar zor onun ihtişamla parlayan buz sıcağı gözlerinden uzaklaştırıp yavaşça Şebnem teyzeye doğru ilerledim. Eğilip kahvesini ikram ettiğim sırada, “Annem,” diye fısıldadı bana içinden kopup geliyormuş gibi. “Nasıl güzel olmuşsun, nasıl yakışmış sana. Maşallah çocuğum.” Gülümseyerek kahve fincanını aldı. Yavaşça babama doğru döndüm, babama doğru eğildiğim sırada babamın beğeni dolu bakışlarını yüzümde hissettim. Anneme, Muşta’ya, amcama ve yengeme de kahvelerini ikram ettikten sonra kalan son fincanı Gurur’a vermek adına ona doğru döndüm.
Yavaşça eğildiğim esnada gözlerini gözlerime öyle bir mıhladı ki, o bakışlardan kaçamadım. O bakışlar, benim ecelim olsa, ben o bakışlardan yine kaçamazdım; o bakışların beni kefen gibi sarmasına göz yumardım, o bakışların toprağının üzerimi örtmesine izin verirdim. O bakışların altında bir ömür çürümeye hazırdım.
Kahve fincanını alırken, “Muğla’da kaç gece içtim, saymadım,” diye fısıldadı sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla. “Hiçbirinde bu kadar sarhoş olmadım.”
Dudaklarımdaki gülümseme silinmedi, yavaşça doğrulurken onun gözlerine bakmaya devam ettim. Tepsiyi göğsüme, sanki delice çarpan kalbimi saklamak istiyor gibi yasladıktan sonra yavaşça kenara geçip gözlerimi yere indirdim.
Gurur, yüzünü bile buruşturmadan tek dikişte kaynar kahvenin tamamını içtiğinde, kızların afallamış bakışları onun üzerindeydi. Doğrudan konuya girilmesini istediğini bu kadar belli edemezdi.
Şebnem teyze kahveden bir yudum içtikten sonra, “Kahraman Efendi,” diyerek babama baktı. “Benim oğlumun başında karşına getirip oturtabileceği bir baba yok.” Bu cümleyle beraber, Gurur’un bakışları yavaşça annesine çevrildi. “Benim oğlumdur bizim ailemizin babası. Ben senin karşına yalnızca oğlumu değil, ailemizin reisini getirdim. Buraya yalnız başıma geldim ama sanmayasın ki senin kızın bir gün evladı için birinin karşısına yalnız başına gidecek. Benim evladım onu hiçbir zaman tek bırakmaz.” Fincanı kahvenin altlığına bırakıp gözlerini babamdan çekmeden, “Benim bugün oğlumun bir babası var, o da şu çakır gözlü adamdır,” dedi. Ardından bakışlarını Muşta’ya çevirdi. “Benim sözüm burada biter, evladımın babasının sözü başlar.”
Muşta’nın mavi gözlerinde bir minnet gördüm ve yine o gözlerde, derinlerinde Gurur adında yuvarlanan bir çığı göğsünde taşıdığını gördüm.
Muşta, “Ömrüm tamama ermediği müddetçe, ben bu oğlanın abisiyim, babasıyım, sırtını yaslamak istediğinde orada olacak dağım,” dedi. Ardından bakışlarını babama çevirdi. “Ben bugün buraya, senin karşına evini açtığın misafirin olarak değil, bu yiğidin babası olarak geldim. Senin bahçende bir gül büyümüş, benim yiğidim o gülü görmüş, bu yiğit o güle sevdalanmış. Ben buraya bugün bu yiğide, senin bahçendeki gülü istemeye geldim.” Babam gözünü kırpmadan Muşta’ya bakıyordu. “Benim yiğidimin alnından bir damla teri kimse akıtamaz ama bil ki, senin gülün benim yiğidimi ağlatır.” Muşta gülümsedi.
Gözlerim Gurur’un bakışlarına takılıp kaldı. Nefes bile almıyor, sadece Muşta’ya bakıyordu.
“Gel sen benim yiğidimi ağlatma. Bu çocukların kaderi birlikte yazılmış, ayrı düşürmek bize düşmez. Allah’ın emriyle, peygamber efendimizin de kavli ve de kalbiyle, ben senin bahçendeki tek gülü, biricik kızın Zeliha’yı, dağımın bozkurduna, Mert yiğidim Gurur’a istiyorum.”
“Rabbimin bir yazdığı yazıyı, ben farklı sayfalara bölecek değilim,” dedi babam hiç düşünmeden. “Madem ki bu yiğidin gönlü benim bahçemdeki güle düşmüş, benim bahçemdeki gül de başını bu yiğide döndürmüş, bil ki ben de gülümü bu yiğide verdim gitti.”
Amcamla babam aynı anda, “Rabbim tamamına erdirsin,” dediler ve timdekiler gülüşerek birbirlerine baktı.
Muşta, “Amin,” dedikten sonra kahvesinden bir yudum aldı.
Süslü Maria bana karşıdan beğeniyle bakıp, heyecanımı dindirmek istiyormuş gibi göz kırptı. Aslında benden daha heyecanlı görünüyordu…
Şebnem teyze dolan gözlerini omzunu kaldırıp yavaşça omzuna silerken gülümsüyordu.
Gurur ile aynı anda ayaklandık. Ben Şebnem teyzenin elini öperken, o da sırasıyla annem ve babamın elini öptü. Muşta elini öpmemize izin vermedi, bunun yerine bize sıkıca sarıldı.
“Hissettiğiniz en büyük sıla, bir diğerinizin uyuduğu vakit olsun,” dedi Şebnem teyze sırtımı sıvazlarken.
Babam, Biricik’in getirdiği tepsideki yüzükleri eline aldığında Gurur ile yan yana duruyorduk. Kırmızı bir kurdelenin birleştirdiği yüzükleri parmaklarımıza takan babam, “Rabbim tamamına erdirsin,” dedikten sonra gümüş makasın ucuyla kesti.
Beyaz altından söz yüzüğüne bakarken sertçe yutkundum. Şebnem teyze yüzüğün takılı olduğu parmaklarımı elinin içine aldığında bakışlarımız buluştu. Altı tane bileziği bileğime taktıktan sonra yanaklarımı öptü ve babam da beyaz altından saati Gurur’un bileğine takıp ona yeniden elini öptürdü.
Babam tam elini çekecekken, Gurur babamın elini sıkıca tuttu ve geri çekilmesine izin vermeden, “Yüce Allah’ın bana bahşettiği ömrün her bir günü, her bir saniyem, nefes aldığım her bir an, sana yemin olsun ki kızınındır. Benim yaşamım senin kızınla başlamış, senin kızınla son bulacaktır.”
Babam, Gurur’un gözlerinin içine öyle bir baktı ki; o bakışlarda belki yıllar boyu dökülmemiş ama taşacak duruma gelmiş gözyaşları vardı, o gözlerde babam ağzını açmasa bile söylenen, Gurur’un anladığına emin olduğum çok sözcük vardı. Elini Gurur’un omzuna koyan babam o omzu öyle bir sıktı ki, bunun, inanıyorum, demek olduğunu anladım. Babam ona güveniyordu.
Babam bahçesindeki o gülü, bu yiğide emanet ediyordu.
Arka arkaya patlayan flaşları gördüm. Onlarca fotoğraf. Her birinde Gurur ve benim olduğumuz ama yanımızdaki isimlerin değiştiği o fotoğraflar… Bu gecenin sonsuza dek yaşayacağını gösteren fotoğraflar…
Gurur Zeliha’nın hayatına giren zamansız bir yabancı değildi artık. Zamanın onlara ördüğünü sandıkları aşk, doğdukları ilk günden beri kaderin yazdığı silinmez bir yazıydı; bir roman gibiydi. Artık Gurur, yaşanmaması gereken bir gecede, hayatıma giren o yabancı değildi. O zincirler etrafımızı sararken, bizi birbirimize tam anlamıyla yaslarken, Gurur artık Zeliha’nın sevgilisi de değildi sadece.
Mert ile Zerda, Gurur ile Zeliha’ydık. Hatta bir adım ötesiydi tüm bunların; onunla bir aile olacaktık.
“Hatırlıyor musun Gurur?” diye seslendi Zerda, Mert’e. “Bir gece yağan yağmurun altında ansızın sana rastlamıştım. O gece sana bir hayat emanet etmiş, beni kendi hayatımdan edeceğine inanmıştım. O gece şafak sökerken gitmen için her şeyi yapardım, şimdi kalman için canımı vermeye hazırım.”
O gece, parmağımda bizi bağlayan verilmiş bir sözün yüzüğüyle, alnı alnımda derin bir nefes alırken, tüm kalabalıktan sıyırdı bizi tek bir sözüyle: “Bir ömür sıla çektiğim o kalbe, seninle kavuştum. Meğer sıla çektiğim kalbim değilmiş. Meğer benim sılam ezelden senmişsin. O gece yağmur yağarken benim sılam sona ermiş, o gece benim kalbim göğsümün içine geri yerleşmiş. Yağmur dinmiş, sıla bitmiş. İyi ki gelmişsin.”
Meğer benim sılam ezelden senmişsin.
O gece o yağmur iyi ki yağmış, o sıla iyi ki bitmiş.
⛓️
Beni asıl mutlu eden, ertesi gün tüm gün Şebnem teyzenin kolunda Muğla’yı gezmiş olmam dışında bir şeyse eğer, o günün gecesinde Nihan için hazırladığımız sürprizdi. Ailesini kaybeden ve Muşta’ya sığınarak sevdiği adamla birlikte tesiste yaşamaya başlayan Nihan, o gece babamın onu Muşta’dan istemesini elbette beklemiyordu. Üzerinde gece mavisi bir elbise, yüzünde hissettiği şaşkınlığın getirisi olan gözyaşlarıyla kahveleri ikram ederken, Vural onu çok mutlu ettiği için saklayamadığı çocuksu bir heyecanla tüm gece onu izlemişti. O gece Nihan, bir annenin, bir babanın, bir ailenin yokluğunu hissetmesin diye hepimiz seferber olmuştuk. Babam onun bileğine üç kalın bilezik takmış, Muşta da ona altın bir gerdanlık almıştı. Öyle çok ağlamıştı ki, dışarıdan onu gören biri acı çektiğini düşünürdü ama biliyordum, Nihan o gece daha önce hiç hissetmediği kadar mutlu hissetmişti.
O gece Nihan çok mutluydu, eminim Vural da o mutlu diye mutluydu ama bir yandan da üzgündü; sevdiği kadının eksik yanı herkesten çok biliyordum ki onu kırıp dağıtıyordu.
⛓️
Bazen abisinin kendi aklından geçirdiklerini okuduğunu hissederdi. Öyle ki, babasının parmakları abisinin boğazını sertçe kavramışken, nefes almak hakaretlerden zor gelmiyorken yine de, abisi zerre de çırpınmıyorken buna rağmen; Cesur o anlarda bile abisinin canıyla cebelleştiği o kara vakitlerde bile, kendi aklından geçirdiklerini okuduğunu hissederdi. O yüzden korkusu rayları bozulmuş bir çekyatın altına gizlerdi, ağlamazdı; abisi ona, “Aldırış etme, bakma, görme, duyma Cesur,” dediği için, abisinin gururunu çiğnemek istemediğinden o anlarda bakmamaya çalışırdı, görmemeye uğraşırdı, duymamak için didinirdi ama ne çare? Abisi bağırmamak için dudaklarını kanatana dek ısırsa da Cesur yeri gelir üç oda geriden abisinin aldığı güç bir nefesi bile duyacak hale gelirdi.
Abi hatırlıyor musun, bir gece babam seni öldürecekti; sen tabutun kapağını kaldırdın da ölün çıktı senin, ölü canınla bana bir bardak su içirdin, örttün üstümü, yastığımı düzelttin.
Babam seni boğazladı, ölen biz olduk.
Yine öyle bir geceydi. Evde biri ölecek gibi bir geceydi. Ölecek olan hiçbir zaman baba olmuyordu; hep abiydi. Musalla taşına yatırılırdı ama hiç soğumazdı; katili yanından uzaklaştığı vakit gözünü açar, yavaşça o taştan iner, kardeşlerinin üzerini örterdi. Bir ölü için kalbi çok sıcaktı, bir ölünün elleri muhakkak ki katılaşırdı ama abisinin avuçları hep yumuşaktı.
Sofranın örtüsü çekildiğinde ve yemekler daha iki oğlan çocuğun kursağından geçmeden yere serildiğinde, Cesur yine kıyametin ortasında bir mum gibi titrese de sönmemesi gerektiğini biliyordu.
Karşısında oğlu yok gibiydi, karşısında kanlı düşmanı vardı sanki; karşısındaki bir çocuk değildi. Gurur başına geleceğin farkında bir şekilde elini yavaşça Cesur’un dizine koymuş, dizini sıkarak sessizce, “Gidip el yazısı ödevini yap, ödev bittiğinde yanında olacağım,” demişti.
Küfürler havada savruluyordu, ölüm tehditleri küfürleri takip ediyordu, sofranın dağıldığı yetmemiş gibi biblolar yere çalınmaya başlamıştı. Ecel bir babanın sesinde rüzgar olmuş evin içinde esiyordu. Cesur, kalmak istiyordu. Abisiyle direnmek istiyordu.
Belki babası ona da vurursa, abisini daha az dövmüş olurdu.
Belki abisi daha az hasarla bu geceden sağ çıkan taraf olurdu.
Ezilmiş, çürümüş, hırpalanmış, kanamış; tüm bunlar olmaktan çekinmiyordu. Tek istediği vardı; abisi iyi olsundu.
Abisinin önünde abisinden kısa boyuyla dikilebilirdi, babasına karşı koyabilirdi, belki abisine vurulmasına engel olamazdı ama darbelerin ağırlığını kendi bedeni siperken azaltabilirdi. Ama yapmaması gerekti. Abisinin gururunu incitmemesi gerekti. Biliyordu, abisi çok kızardı ona; küserdi hatta. Başının altındaki yastığı düzeltirdi yine de. Üzerini örterdi ama konuşmazdı.
Üstelik kalmak isteyen tarafına rağmen, çok da korkuyordu kalmaktan.
“Git,” dedi Gurur o dizi sıkarken. “Geleceğim abim.”
Git, dedi içinden. Git, yoksa üzerine de kapansam, üzerinde de ölsem, bu gece seni ondan sen bu odadayken koruyamam.
Kaç Cesur, çürüdüğüme değsin abim.
Kaç Cesur, sen hasar almadan büyümeye layıksın abim.
O gece, Cesur kursağından bir lokma geçmediği halde midesi dolu bir şekilde kalktığı o sofradan, kalbini arkada bırakarak çıktığı o odadan elbette hasar almadan çıktı. Hasar almamak böyle bir şeydiyse eğer, kabul etmiyordu küçük kalbi bunu.
Babası bir öfkeyle Gurur’un boğazına yapışıp kafasını dağılmış sofraya dayadığında, Gurur’un gözleri arkasından kapanan kapıdaydı. Başına gelecek her şeye rağmen bu gece ilk kez huzurlu hissettiği an, o kapının kapandığı andı. Emsal’in öfkesi bir çığ gibi büyüyerek üzerine yıkıldı, o çığın altında kalmaya alışkındı. Masaya yayılan sıcak yemeği yüzünde hissetti, yanağını ateş gibi dağlayan yemeğe rağmen gülümsedi. Yaşı çocuktu, acıya gülümsemesi olanaksızdı elbet ama bu çocuk, nasıl oluyordu da yüzü yanıyorken gülümseyebiliyordu?
Emsal, “Gülme, ruh hastası velet!” diye kükrediğinde de Gurur gülümsedi, “Gülme orospu çocuğu!” diye bağırdığında da gülümsedi. Kafasından yakalayıp, güzelim kumral saçlarına asılıp o narin yüzü yeniden sıcak yemeğin içine vurduğunda da Gurur gülümsedi. Gurur gülümsedi. Çünkü Cesur kapıyı kapatıp o odadan çıkabilmişti. Çok şükür ki, kaçabilmişti.
“Öldürsem seni, gülecek gibisin, kırık ibnenin tekisin!” diye bağırdı Emsal. “Ölüm yok sana Gurur Mert, ölüm yok bu evde sana!”
Saçlarından asılıp kafasını yeniden sıcak yemeğin yayıldığı masaya vuracaktı ki, Gurur, “Baba,” dedi, Emsal bir an durdu. “Bir gün bu evde biri ölecek. Bu ya sen olacaksın ya da ben olacağım ama biri yemin ediyorum ki ölecek.”
“Tehdit mi ediyorsun lan sen beni ibne?” Emsal, Gurur’u kendine çevirdi. Zayıf beden ona çevrildiğinde, yüzünde yemeğin lekesini ve kızarıklığı gördü. “Şu bir halta benzeyen suratını dağıtacağım senin,” diye tısladı Emsal, alkol damarlarında dalga dalga dönüyor, öfke doğrudan rüzgar gibi öz oğluna esiyordu. Gurur yeniden gülümsedi. “Çıldırtma beni pezevenk, gülme şöyle, suratıma sırıtma benim!”
“Öldürürsen kinin öfken dinecek diye mi korkuyorsun?” diye sordu, bir çocuktan bu soruyu duymak bile onu durdurmadı. Sanki öfkesinin altına bir odun daha atılmıştı.
Emsal yumruğunu kaldırmıştı ki, Gurur’un kapandığın şükrettiği o kapı açıldı. “Baba!” diye bağırdı Cesur belki de ilk defa, öfkeyle, can havliyle, ufacık boyuyla, yüreğinde bin korkuyla. “Allah sana sormayacak mı sana bir ömür verdim, sen bu ömrü ne yaptın diye? Yapma! Allah’tan da mı korkun yok? Annemin kıldığı namazdan da mı korktun yok?” Ezan sesi odaya dolduğunda Cesur gözyaşlarıyla babasına baktı. “Ezandan da mı korkun yok? Baba senin ölümden de mi korkun yok?”
Gurur, “Git,” diyebildi.
Emsal yumruğu havada, aralık kapının eşiğinde durmuş küçük oğlan çocuğunun gözlerinin içine bakıyordu. Ezan sesi odanın içinde yankılanmayı sürdürürken Emsal yumruğunu sertçe masaya geçirdi. Gurur’un yüzünden teğet geçip masaya saplanan yumruk, bir anlığına Cesur’a her şeyin sona erdiğini hissettirdi.
Belki de babası Allah’tan korkuyordu. Belki de babası ölümden korkuyordu. Olamaz mıydı? Allah çok büyüktü, kudretliydi, illaki babası gibi bir caninin bile ondan korkması gerekmez miydi?
Emsal birden Cesur’a doğru dönünce, Cesur önünde dev karanlık bir gölge büyümüş gibi pusup kaldı. Emsal, “Sesin çıkmaya mı başladı senin samut velet?” diye sordu yamuk bir gülümsemeyle. Gurur bir an için, hiç babasına uzatmadığı o elini babasına uzatan taraf oldu. Babasını bileğinden tutup yakalamaya çalıştı ama yetişemedi. Emsal sırtını Gurur’a dönerek Cesur’a yönelince, Gurur korkuyla, “Cesur, kaç abim!” diye bağırdı son gücüyle.
Cesur yerinden kıpırdayamadı bile, olduğu yere çakılıp kaldı. Babası üzerine mi çökecekti kabus gibi? Umurunda değildi. Abisinin yüzünü yakmıştı, herhalde merhem sürmezse annesi, o iz ömür boyu yüzünde kalırdı. Cesur bir tokat yesin, çok muydu? O yaşında bunu düşünmek zorunda kalması ne garipti. Düşünmesi gereken çizgi filmin tekrarının ne zaman yayınlanacağı olmalıydı. Sınıfta bakıştığı kızı düşünmeliydi, öğretmeninin verdiği ödevleri düşünmeliydi. Onları değil de tam şu an da bunu düşünmesi çok gaddar değil miydi? “Cesur, kaç!” diye bağırdı Gurur bu kez öfkeyle.
Emsal, “Abinin eteğine saklanan bir karı mısın lan sen?” diye sordu gülerek. Cesur’a doğru bir adım daha atacaktı ki, Gurur olacakları ön gördüğünden mi yoksa ön göremediğinden mi büyük bir korkuyla sarsılıp yere çöktü. Babasının bacaklarına sarıldı.
“Yapma,” diye fısıldadı, gülümsemesi artık milyonlarca yıl geride kalmış gibi yüzünden silinmiş, onu terk etmişti. “Beni ayağının altına al, ez, öldür ama ona dokunma. Ne olursun.”
Emsal kafasını indirip Gurur’a baktı. Bu çocuğu ayaklarına kapanmış, yalvarırken, bacaklarına sarılırken görmeyeli ne kadar olmuştu? Gurur kafasını kaldırıp insaf dileyen gözlerle adama baktı. “Yapma,” diye fısıldadı. “Yalvarırım yapma.”
“Eh, bırak be bacağımı!” Gurur’u tekmeleyerek uzaklaştırmaya çalıştı, oğlanın boşluğuna gelen tekme gözlerini sıkıca yumup dişlerini sıkmasına neden oldu ama çıtını çıkarmadı. Babasının bacağına daha sıkı sarılıp, “Yapma,” diye fısıldadı.
“Sana bacağımı bırak dedim!” daha sert bir tekmeyle beraber çocuğu yere serdi. Ardı kesilmeyen tekmeleri karın boşluğuna, henüz gelişmemiş göğüs kafesine, kasıklarına, gelişine savurmaya devam etti; tekmelerin biri yüzüne geldiğinde Cesur, “Anne!” diye bağırdı ama boşaydı, Şebnem evde değildi; evde olsa bin kez ayağını öperdi de vurdurur muydu oğluna? O ayağa sarılıp yalvardığı çok olmuştu.
Gurur yerde tekme yerken kardeşini korkutmak istemediğinden sesini çıkarmamaya çalışıyor, tekme yediği ayağı tutmaya çalışıyor ama bunu tekmelerden korunmak için değil, o ayaklar kardeşine gitmesin diye yapıyordu.
“Cesur,” dedi Gurur sonunda öksürerek. Ağzının içinden bir dolu kan tükürüğüyle karışarak yere sıçradı. “Kaç abim.”
“Bu çocuğun babası mı sanıyorsun lan sen kendini?” Emsal eğilip Gurur’u kumral saçlarından kavrayarak kafasını kaldırdı. “Kahraman mı oldun lan sen? Kahraman mı oldun?” Bir tekme daha, bir tane daha.
Cesur bir adım geri giderken boğazından bir hıçkırık yükseldi, küçük ellerini ağzına kapatarak korkuyla abisine baktı. Yerde, yanağı yerde kanına yaslanmış abisi Cesur’un geri adımladığını görünce gülümsedi. Beyaz dişleri kana bulanmıştı lakin buna rağmen gülümsemesinde şefkat vardı. Bir şey yok, diyordu sanki. Ne olursun git sen, diyordu.
Cesur, “Abi,” diye fısıldadığında, Gurur sadece gözünü kapatıp geri açtı. Bu, git demekti. Bu, kaç demekti.
Cesur sırtını döndü, koşmaya başladı ama kaçtığı için değil.
Cesur sırtını döndü, koşmaya başladı ve göğsünün derinliklerinde bir pişmanlık uludu.
Holde düştü, yerde emekledi, ayağa kalktı ve abisi git dediğinde gitmemenin bedelini bu gece en derinlerinde bin yaş alarak ödedi. Bahçe kapısını çarparak çıktığında deli gibi bağırıyordu.
“Öldürecek abimi, öldürecek, abimi öldürecek!” Koştu, yalın ayak, üzerinde abisinin kanının sıçradığı bir pijamayla; ağlayarak. “Öldürecek abimi! Ramazan amca! Tevfik amca! Durmuş amca! Yetişin, abim ölecek!”
Ayaklarının altı yarıldı, kanı çakıl taşlarına bulaştı. Ankara’nın ayazında durmadı, koştu. Ağlayarak, feryat ederek, ışığı açık evlerin kapılarını yumruklayarak, bağırarak koştu.
“Öldürecek abimi!”
Yere düştü, savruldu, dizleri parçalandı ama kalktı. Koştu. Kendi etrafında dönerken titriyordu. Soğuktan değil, korkudan titriyordu.
“Öldürecek abimi! Öldürecek abimi!” Yalın ayak çakıl taşlarının içinde koşarken feryat ediyordu. Ahşap kapılara vuruyor, bahçe kapılarını zorluyordu. “Allah rızası için Ramazan amca, bari sen bak yüzüme. Allah bakmadı yüzüme. Öldürecek abimi!” Hüngür hüngür ağlıyor, ayaklarının altını kesen çakıl taşlarını umursamıyordu. “Allah’tan da mı korkunuz yok? Öldürecek abimi.” Sesi zayıfladı, gözyaşları şiddetlendi. Demir bahçe kapısına tutunup yere çöktü, pijaması çakıl taşına takılıp söküldü. “Öldürmesin abimi.”
Alnını demire vurur gibi bastırdı. “Allah’ım, senden başka duyanım yok. Ne olursun, yalvarırım, öldürmesin abimi.” Hıçkıra hıçkıra ağladı. “Allah’ım, yalvarırım.” Dizlerini karnına çekip çenesini dizine bastırdı. “Ölmesin abim.”
Saatler geçti, kimseler çıkıp o çocuğun çığlıklarının ardından kesilen sesine bile kulak vermedi; titredi soğukta, donacak gibi hissetti. Tatlı bir uyku bastırdı. Uyusa, abisi üzülür müydü?
Çakıl taşlarının içinde zar zor atılan adımların seslerini duydu ama gözlerini açamadı. Üzerini örten bir battaniyeyi hissetti önce, sonra o battaniye onu sardı; battaniyeyi bedenine saran beden onu zor da olsa kucakladı. Gözlerini açtığında, küçük bir bedenin kucağında olduğunu gördü. Şişmiş yüzü kan revan içindeydi ama Cesur’a gülümsüyordu.
“Geçti abim,” dedi topallayarak yürürken. “Ekmek arabası geçer birazdan. Neydi, hatırla.”
“Sabah oluyor,” diye fısıldadı Cesur.
Gurur kafasını kaldırıp ilerideki karanlığa bakarken kucağında kardeşiyle yürümeye devam etti.
⛓️
“Beğendiğin bir şey olursa lütfen söyle annecim, bu nasıl annecim?” Kolyelerden birini parmaklarının arasına aldı Şebnem teyze. “Annecim, bu sana çok yakışır. Su damlası, çok şık. Senin de adının anlamı su perisiydi, değil mi?”
Kollarını göğsünün üzerinde bağlamış bizi izleyen Çolpan’a baktım, dudakları yukarı kıvrıldı. Bugün aslında Muğla’da geçireceğimiz son gündü, gün ışımaya başladığında yola koyulacaktık ve bu tatil burada son bulacaktı.
“Bu kadar şeye gerek yok, beni çok utandırıyorsunuz,” dediğimde bana kocaman gözlerle baktı.
“Annecim, sizli bizli konuşma benimle kuzucum. Az bile yaptım ben.” Kolyeyi adama uzattı. Kuyumcu gülümseyerek altını Şebnem teyzenin elinden alırken, “Şanslısınız,” dedi, “pek mütevazı bir gelininiz var.”
“Bana da ona en güzellerini yapmak düşer,” dedi Şebnem teyze içten bir gülümsemeyle. “Annecim, kemer—”
“Konuşmuştuk bunu,” dedim telaşla. “Kemer yok, lütfen.”
“Onu büyük nişanda mı yapalım?” diye sordu masum masum.
Birden elini yakalayıp sıkıca tuttum, bana gülümseyerek bakmaya devam ediyordu. İçimde durduramadığım bir şefkatle Şebnem teyzenin elini öptükten sonra, “Sen benim gönlümü hoş ettin,” dedim ve bir an duraksadı. “Çok teşekkür ederim sana. Yorma artık kendini. Daha iyisini kim yapabilirdi senden başka? En iyilerini yaptın, yemin ederim.”
Gözlerinin birdenbire dolmasını beklemiyordum. Beni kollarının arasına çekip sıkıca sarıldıktan sonra, “Sen benim dünyamın güneşi olmuşsun, ben senin ayaklarının altına yıldızları sersem az annecim,” dedi içten bir sesle. Sırtımı sıvazladıktan sonra, “Çok mu üstüne geldim senin ben? Vallahi heyecandan yapıyorum. En iyisi sende olsun, en güzeli sende olsun istiyorum. Ondan hep,” dedi.
Kuyumcu gülerek aldıklarımı tartarken Şebnem teyze yanağımı okşayıp, “Bir yanıma seni, bir yanıma Eylül’ü oturtayım, anne kız tatlı yiyelim,” dedi ardından gülümseyerek Çolpan’a baktı. “Güzelciğim benim, sen de gel. Maşallah saçlarına senin.”
Aldıklarımızı ödediği sırada, “O zaman tatlılar da benden, olur mu?” diye sordum gülerek.
“Olur çiçeğim benim,” diyerek gülümsememe karşılık verdi.
Eylül ve Cesur bizi arabada bekliyordu. Eylül’ün üç gündür durgun gülümsemesi, bir şeyden utanıyormuş gibi annesinin gözlerine bakamayışı ama annesinin göğsüne saklanışı Şebnem teyzenin de gözünden kaçmış değildi ama irdelemeye de korkuyor gibi bir hali vardı.
Cesur bizi denize yakın bir kafeye götürdü ama yol boyu hiç konuşmadı. Eylül’ün bir iki kelimelik kelamlarına bile sessizliğiyle eşlik ediyor, sadece yolu izliyordu. Cesur bazen öyle bir susuyordu ki, sessizliği bir çığ olup onun karşısındaki kişinin üzerine düşüyordu. Bazen o sessizliğin altında saklananları merak ettiğim oluyordu, yaşadıklarını, kalbine gömdüklerini, dilinin altında gizlenenleri ve bu sessizliğin esas sebebini… Çok şeye tanık olmuştu illaki. Bir çocuğun görmemesi gereken çok şeyi görmüş, bir çocuğun içinde bulunmaması gereken birçok durumun içinde bulunmuştu.
Sanki Cesur’un içindeki çocuk hala yaşıyordu ama bir tabutun içinde uyuyordu; öyle ki Cesur’un ağzını bıçak açmıyor sananlar, aslında Cesur’un ağzını toprak açmadığını anlamıyorlardı.
Cesur’un, Gurur’un durgun yanı olduğunu düşünürdüm hep. Gurur boğan, öfkeli bir okyanus ise eğer, Cesur sessizce akan bir ırmaktı ve suyu hareketsizdi.
Biz tatlılarımızı yerken, Cesur sessizce çayını içiyordu. Şebnem teyze başını Eylül’ün omzuna yaslayınca, Eylül sertçe yutkunarak durgun bakışlarını bana çevirdi. O güzel gözlerin ardındaki harabeyi görmek beni yerle yeksan etti.
“Neler yaptınız, anlatsanıza,” dedi Şebnem teyze başı Eylül’ün omzundayken. Elini kızının yüzüne götürüp yanağını okşadı. “Geldim geleli ağzını bıçak açmıyor benim güzel kızım,” diye fısıldadı. Yüreğinde bir yerlerde, Eylül’ün bu sessizliğinin hayra alamet olmadığını Şebnem teyze de biliyordu.
Eylül öyle buruk gülümsedi ki, bu gülümseme bir cevaptı. Sanki, babamı öldürdüm anne, diyordu. Bir gece sürdü başka bir surete dönüşmem, bir gece içinde tüm duygularım ayağa kalktı, bir gece içinde ayağa kalkan tüm duygularım üzerime yıkıldı; altında kaldım kendimin.
Cesur’un bakışlarının kız kardeşine çevrildiğini gördüm. Çay bardağını tabağın içine bırakırken, “Söylesene Eylül,” dedi ve birden Eylül sertçe yutkundu. “Senin kız çocukluk hayalinin peşinden gitmeye karar verdi annem, onun heyecanı ve tedirginliği var üzerinde. Değil mi abim?”
Eylül, “Evet,” dedi tek nefeste.
“Çocukluk hayali mi?” Şebnem teyze başını Eylül’ün omzundan kaldırıp gözlerine baktı. “Askerlik mi?” diye sordu merakla. Eylül sadece başını aşağı yukarı salladı. Şebnem teyze panikleyerek ellerini ağzına götürüp, “Emin misin annem?” diye sordu. “Zordur. Neler neler göreceksin, hazır mısın buna sen?”
Eylül bir an öyle bir gülümsedi ki, Şebnem teyze duraksayıp sadece kızının gözlerinin içine baktı.
Neler görmemişti ki Eylül?
“Eminim ben annem,” dedi, “haini topraktan kazımak ne zaman zor gelmiş bize?” Bu soruyu daha çok kendisine soruyor gibiydi. Gözlerimi masanın yüzeyine indirip sessizce yutkundum. “Göreceğim her şeye hazırım, ne istediğimi de biliyorum artık. Abim gibi olmak istiyorum.”
“Gurur duyarım ben bundan,” dedi Şebnem teyze, kızının dizine elini koyarak. “Ne engel olurum ne tek kelime ederim, ben doğurdum diye kararlarını sorgulamak bana mı düştü? Madem istediğin budur annem, bil ki her kararında ben destekçinim senin yavrum.” Şebnem teyze huzursuzca oturduğu yerde hareketlendi ama ayağa kalkmadı. Bir çocuğunu daha gözü yolda bekleyecek olduğu gerçeğiyle çok ani yüzleşmiş gibiydi ama bunu duyduğuna memnun olduğunu da görebiliyordum. Cesur akıllık etmişti, Eylül’deki durgunluğu bağdaştırabileceği bir konuyu ortaya sererek Eylül’ün tedirginliğini az olsun dindirmiş, Şebnem teyzenin aklındaki soru işaretlerine sahte yemler göndermişti.
Cesur masadan kalkıp uzaklaştığında bile Eylül ile Şebnem teyze askerlik konusunda konuşmaya devam ettiler. Eylül annesinin gözlerine öyle bir bakıyordu ki, annesinin her bir kelimesinden sonra kollarını annesinin boynuna saracak gibi oluyordu.
Onları biraz olsun yalnız bırakmamız gerektiğini hissettiğimden Çolpan’a küçük bir kaş hareketi yaptıktan sonra sessizce masadan kalktım. Sohbete öyle çok dalmışlardı ki kalktığımızı fark etseler de tepki vermediler.
Çolpan koluma girerek, “O kadar tatlı bir kadın ki izlerken kalbim yumuşacık oluyor,” dedi, “bir insan nasıl bu kadar iyi kalpli olabilir anlamıyorum. Kaynana deyince kafanda biraz farklı bir profil oluşmuyor mu normalde?” diye sordu gülerek.
İçime batan hisleri yok saymaya çalışarak Çolpan’a gülümsedim. Belki de Şebnem teyzenin yaşananları bilmemesi gerekiyordu. Nasıl ürkek olduğunu, nasıl hassas olduğunu gözlerimle görmüştüm; belki de gerçeğin her zaman herkes tarafından bilinmesi gerekmiyordu. Bakışlarımı arabanın önünde duran Cesur’a çevirdim. Kalçasını kaputa yaslamış, cebinden sigara paketini çıkarıyordu. Annesinin önünde hiç sigara içmediğini fark etmiştim. Muhtemelen sigara içmek için masadan kalkmıştı ya da annesine bakmak, bir yarayı yeniden kanatmaya başladığından oradan kaçmıştı.
Emsal o gece ölmeliydi ama onu öldüren Eylül mü olmalıydı? Belki evet, belki hayır. Eylül, hayatı boyunca bedelini ruhuyla ödeyeceği bir karar almıştı ama belki de o gece o adamı öldürmeyi en çok Eylül hak etmişti. Eylül’ün o gece aldığı karar, şimdi tüm Çalıklı ailesini etkisi altına almış durumdaydı. Çolpan bendeki durgunluğu fark etmiş olacak ki, “Bir telefon görüşmesi yapmam gerek,” diyerek yavaşça yanımdan uzaklaşıp telefonuyla ilgilenmeye başladı. Çolpan böyleydi, ona hiçbir şey söylemesen de, o senin söylemediğin çoğu şeyi görürdü; senin dile getirmediğin her şeyi uygun bir zemine koyarak kendi açısından yorumlar ve sözcüklere dönüştürürdü.
Cesur’a doğru yürümeye başladım. Karşıdan karşıya geçtim ve ona yaklaştığımı gördüğünde duruşunu dikleştirdi. Dudaklarının arasına aldığı sigarayı yakmaktan vazgeçerek sigarayı parmaklarının arasına aldı. Tam karşısında durduğumda, “İç sigaranı,” dedim gülümseyerek.
Yüzünde mahcup bir gülümseme belirir gibi oldu. Sigarayı yeniden dudaklarının arasına götürüp çakmağın ucundan fırlayan alevi sigaranın ucuna değdirirken Gurur’un gözlerini anımsatan gözleri gözlerime tutundu. Gözlerinin abisine benzemesi armağanken, babasına benzemesi bir kabus olsa gerekti; onun açısından durumun böyle olduğuna her nedense çok emindim.
“Sen neden kaçtın?” diye sorarken sigaradan bir nefes aldı. Kollarımı göğsümün üzerinde topladım ve bakışlarımı Cesur’un yüzünde dolaştırdım. “Ortada annemden gizlemek zorunda olduğumuz bir gerçek var ve o da seni kıvrandırıyor, doğru mu?” diye sordu bir defa daha.
Haksız olduğunu söyleyemezdim. Sessizlik içinde geçen birkaç saniyenin sonunda, “Annen bunu kaldırabilecek yapıda değil. Çok şey yaşamış, çok şey hissetmiş ve tüm bunlar birikerek bugün olduğu kişiyi yaratması için zemin olmuş,” dedim. “Belki de Emsal’in öldüğünü bilmeli ama bunu yapanın kızı olduğunu bilmemeli.”
“Öyle,” dedi Cesur. “Annem bunu kaldıramaz. Zaten bu hayata pamuk ipliğiyle bağlı. O ipliğin üzerinde tepinmek olurdu bu.”
Sigarayı dudaklarının arasına götürdüğünde ve hatta uzaklaştırdığında, dumanı usulca dışarı üflediğinde sessizlik onunlaydı. Sessizliğin onun en büyük parçası olduğunu fark ettim. İçeride bir yerlerde bir yangın vardı, çocukluğundan beri alev alev yanıyordu ve bir türlü sönmüyor, hafiflemiyor, dinmiyordu; bunu ona bakan biri kolaylıkla anlayamazdı belki ama bunu onun hikayesini bilerek ona bakan biri kolaylıkla anlardı. Ne yazık ki ben Çalıklı ailesinin hikayesini bilen taraftaydım ve elbette bu sessizliği yalın haliyle yorumlayabiliyordum.
Bir anda o sessizlik orta yerinden çatladı ve “Zeliş,” dedi, bunu çok içten bulduğum için gülümsedim. “Ben sana hiç teşekkür ettim mi?”
Kaşlarım çatılırken, “Ne için?” diye sordum merakla.
“Abimin yanında olduğun için.”
Kalp atışlarım ağırlaştı. Başımı iki yana sallarken, “Bu teşekkürü gerektirecek bir şey değil ki,” dedim.
Dudaklarında buruk, neredeyse parçalanmış bir tebessüm belirdi. “Sen öyle san,” dedi.
Bir şey diyemedim. Konuşmayacak zannettim ama konuşmaya başladığında, söyledikleri de konuşmaya başlamış olması kadar şaşırtıcıydı.
“Abimin hiç iyileşemeyeceğini düşündüğüm anlar oldu. Öfkesinin bu denli yıkıcı olmasının ana nedeni, çocuklukta yaşadığı travmalar kaynaklı gibi duruyor biliyorum ama derinlerde daha büyük şeyler var.” Bir elini pantolonunun cebine sokup sigarasını dudaklarına götürdü. Gözleri daldığında, bir anının içine hızla döndüğünü, o anıda şu an bile yara bere içinde olduğu anladım. “Bir gece abimin öleceğine neredeyse emindim,” dediğinde elimi kaldırıp onu durdurmak, arkama bakmadan oradan kaçar adımlarla uzaklaşmak istedim ama bir şey beni durdurdu. Durdum ve onu dinledim. Cesur’un kendini ilk defa açtığı o anı hissettiklerimin bıçağıyla ortadan ikiye bölüp, araladığı kapıyı onun yüzüne kapatmak istemedim.
“Hayatımda ilk kez onun için sesimi çıkardığım o gece, benim fazla çıkan sesim yüzünden neredeyse ölecekti. O geceden sonra benim sesimin felaketin fitilini ateşleyen bir lanet olduğunu anladım. Eğer o gece sussaydım, abimin dediğini yapıp o odadan çıksaydım ve bana geleceği anı sessizlik içinde bekleseydim, o gece aldığı hasar ölümcül düzeyde olmayacaktı. Henüz kemikleri tam olarak gelişmemiş bir çocuğun birkaç kemiği kırılmayacaktı mesela, yüzüne merhem daha erken sürülmüş olsaydı o izi aylarca taşımak zorunda da kalmayacaktı ama benim sesimi çıkarmış olmam, uğradığı dehşet verici istismarın düzeyini biraz daha aşağıya çekebilecekti. Belki dakikalarca sürecekti ama saatlerce sürmemiş olacaktı. Abimin sırtındaki yük olduğunu en net hissettiğim gecelerden biri o geceydi. Ekmek arabalarına inancımı da yitirdiğim ama ona söylemeye çekindiğim bir geceydi.”
Gözlerimin içine baktı ve canımı acıtan o cümleyi kurdu.
“Dereceler yazmaz bunu ama o gece Ankara’nın en soğuk gecesiydi.”
Başlangıç bir mide bulantısıydı, ardından bu bulantıyı şiddetli bir baş ağrısı ve kalbimde net bir biçimde hissettiğim ateş takip etti. Her bir kelimeden sonra bedenimdeki etki büyüyor, ruhuma uzanarak beni olduğum yere mıhlıyordu ama yine de gözlerimi anılarla çevrelenmiş ela gözlerden uzaklaştırmadım.
“O gece anladım, ben ne kadar konuşursam konuşayım, bağırırsam bağırayım, benim sesimi ne Allah duyuyordu ne de yardım dilendiğim kulları. Ama babam duymuştu. Ve sanırım duyduklarından hiç hoşlanmamıştı. Sesimin abime bu denli büyük bir zarar vereceğini bilseydim, o gece bu defa ben onu korumak için o kapıyı açmazdım. Kemiklerindeki kırıklara ve yediği ölümcül darbelere rağmen o ayazda topallayarak sokağa çıkmazdı, kendisi de çocuk değilmiş gibi beni battaniyeyle sarıp kucaklamak zorunda kalmazdı. Bir odada sessizce bekleseydim onu, o gece bir de ben ona yük olmak zorunda olmazdım.”
Bu, onu ilk kez bu kadar çok konuşurken gördüğüm andı. Sessizliğinin altında yatan nedeni biraz olsun anlamış olmak karnımdaki düğümü büyüttü.
Gözlerinin içine baktım. Orada gördüklerim beni yıktı, dağıttı. Merak ettim. Benim sadece gözlerinde gördüklerimi yaşayan o, ne durumdaydı?
“Abimin öfkesini savunmuyorum, beni yanlış anlama,” dedi. “Onun da savunduğunu düşünme. Bazı geceler karanlık odada duvarı izleyip gülümserken görürdüm onu. Bu gülümsemenin normal olmadığını da bilirdim. Öfke dolu bir gülümsemeydi, hatta belki biraz da ruhsuz bir gülümsemeydi ama ruhuna açılan yaradan kaynaklı olduğunu biliyordum. Hep bildim. O gün seni korumak için o çocuğa saldırdığında olacakları biliyordum. Kendini durduramayacağını biliyordum. Çünkü o sevdiği bir şeye zarar verileceğini hissettiğinde buna dönüşüyor, bu onun için korumak demek ve bunun doğru olmadığını o da biliyor ama ruh böyledir, büyük bir hasar alır ve sonra kendini o hasara göre şekillendirir. Belli bir yaşa kadar her günü hakaret, şiddet ve aklına gelebilecek her türlü eziyetle geçirmiş birinin böyle anlarda sessiz kalabileceğini düşünmek ne kadar doğru bilmiyorum. Özellikle cinsel istismarın eşiğinden geçmiş, kendini bu durumdan kıl payı sıyırıp koruyabilmiş birinin, taciz olduğuna inandığı bir duruma karşı verdiği bu tepkinin ona göre doğru olduğu ama sana göre elbette dehşet verici olduğunu biliyorum. Ama travma böyledir. Kendine ait bir omurgası vardır ve bu omurgayı öğrendiği şekilde şekillendirir. Abim, eğer kendini korumak için şiddet göstermeseydi o gece yaşayacaklarını biliyordu. Ve sen onun en büyük zaafısın. Birinin seni rahatsız ettiğini hissettiğinde yeniden orada onu gördüm. Geceleri karanlık odada oturup duvarı izlerken gülümseyen o genç çocuğu.”
“Başına büyük bir bela açabilirdi. Her şeyden öte, tepkisi kan dondurucuydu,” diye fısıldadım ama Cesur’un anlattıkları resmin bütününü görmemi sağlıyordu.
“Biliyorum, yıllarca her gün yaşadıkları da kan dondurucuydu,” dedi Cesur. “Bunu savunmuyorum, savunmayacağım ama onu olduğundan daha iyi biri yapabilecek tek bir kişi varsa, o da sensin. Bunun yanlış olduğunu ona öğretirsen, onu korkutmadan, ürkütmeden yavaşça üzerine yürüyüp doğruyu gösterirsen, emin ol bir daha yapmaz. Yavaş yavaş düzeltir kendini. Bunu yapabilecek güçtesin. Onun hayatındaki sen, ondan bile güçlüsün.”
“Biliyorum,” diye fısıldadım.
“Ona kapı duvar olma, belki çok şey istiyorum senden ama ona öğretici ol, yardımcı ol. Lütfen. Bunu yapabiliyorsun. Gördüm. Onu iyileştiriyorsun. Buna mecbur değilsin ama bunu yapmak istediğini de görebiliyorum. O kötü bir insan değil ama elini uzatıp ona dokunursan, onu daha iyi biri yapabilirsin. Hep yaptın.”
“Bazen bana kapı duvar oluyor,” diye fısıldadım.
“Çünkü bunu yapmazsa, senin ona kapı duvar olacağını düşünüyor. O korktuğunu belli etmez ama biliyorum, her zaman korkan bir tarafı vardı. Hiç göstermese de bu böyle.”
“Gurur’u bırakmam, istesem de bırakamam ve biliyorum ki, onu bırakmayı da asla istemem,” dediğimde Cesur bana gülümsedi, tebessümü kalbime dokundu. “O sürekli kendini suçluyor ve görüyorum ki Cesur, sen de bir şekilde sürekli kendini suçluyorsun.”
“Var olmasaydım, sorumluluk hissetmezdi. Belki var olmasaydım, o evden kaçar giderdi ve kurtulurdu,” dedi hiç düşünmeden. Doğrudan itirafta bulunması beni duraklattı. “Bazen onun hayatındaki en büyük şanssızlığın, o herifin babamız olması değil de benim var olmuş olmam olduğunu düşünüyorum. Belki de bu düşünceden ötesidir, gerçeğin ta kendisidir.”
“Eylül için yine kalırdı,” dediğimde, “O herif Eylül’e tapıyordu, hastalıklı ve kötü biri olsa da Eylül onun zaafıydı ve Eylül’e bir şey yapmayacağını abim de biliyordu. Abimi o evde tutan tek şey bendim,” diye karşılık verdi.
“Annen için de kaldı,” dediğimde, “Ben olmasaydım annem de kaçar giderdi belki,” diye karşılık verdi.
“Annen asla Eylül’ü bırakmazdı Cesur.”
“Kızının dayak yiyen bir anneyle büyümesini istemediği için, emin ol, bunu yapardı,” diye cevap verdiğinde kalbim tekledi. Cesur akıllı bir adamdı, apaçık ortada duran bu gerçeği görmek onun için oldukça kolay olmalıydı. Yine de kendini suçluyor olmasını anlamsız buluyordum. Ortada suçlu olan tek bir kişi vardı. O da Emsal’di.
“Gurur bu söylediğin şeyi duysaydı seni eşek sudan gelinceye kadar tepiklerdi,” dediğimde yeniden güldü, bu kez gülümseyişi biraz daha canlıydı ama gözleri hala anılarla dolu bir mezarlık gibi cansız, boş, ölüm gibi bakıyordu. “Yaşananların suçlusu sen değilsin. Bu delice düşünceden sıyrıl,” dedim kendimden emin bir sesle. “Eğer ben Gurur’un yerinde olsaydım, Eymen için canımı ortaya koyardım ve bu benim tutsaklığım da olmazdı, sırtımdaki yük de olmazdı.” Gözlerinin içine baktım. “Sen Gurur’a yaşaması, hayatta kalması için bir sebep verdin. O evden canlı çıktıysa, bu en çok da senin içindi. Çünkü ben de Eymen için sağ çıkmanın bir yolunu bulurdum, Cesur.” Ona yaklaştım, benden uzun olduğu için kafamı kaldırarak yüzüne bakıp avucumu omzuna yasladım. “Tek bir suçlu vardı. O da artık yok.”
“Yok oluşu bile ardında koca bir enkaz bıraktı,” dediğinde işte buna verecek bir cevabım yoktu. Çünkü haklıydı. “Eylül’ü içten içe bitirdi. Tüketti.” Gözlerini yere indirdiğinde karşımda koca bir adam gibi görünen küçük bir oğlan çocuğu vardı. “Aramızda kalbinde bir oyukla yaşamak zorunda olmayan biri var diye seviniyordum ama giderken onun da kalbini oymayı başardı.”
“Eylül belki bir ömür bu yarayla yaşayacak ama artık önceden olduğundan çok daha güçlü biri olacak. Ona yapılan tek kötülük, o adamı sevmeye devam etmesine izin verilmesiydi.” Elimi yavaşça geri çekip kendimden emin bir sesle, “Senin için orada olan kişi Gurur’du ve Eylül çok şanslı ki onun için burada olan kişi sayısı arttı. Sen de artık buradasın. Eylül için buradasın.”
Cesur’a büyük bir sebep vermiş gibiydim, bana bir anlığına savurduğu bakış tam olarak bunu söylüyordu sanki. Bir sebep bulmuş olmanın afallamasıyla gözlerime uzun uzun baktı.
“Gurur nasıl senin için o evde hayatta kaldıysa, sen de bundan sonra Eylül için bu hayatın içinde dimdik durmalısın. Çünkü Çalıklı erkekleri böyledir, değil mi?” Sorumun ardından dudaklarıma yayılan hüzünlü gülümseme, sertçe yutkunmasına neden oldu. Onu yutkunduran gülümsemem miydi yoksa kurduğum soru cümlesi miydi bilmiyordum ama ilk kez onun sessizliğinin çok gürültülü hissettirdiğini fark ettim. Bu kez susuyordu ama sessizliği bir çınlama gibi ortalığı dağıtıyordu.
“İyileşme zamanı Cesur. Çalıklı erkekleri için iyileşme ve iyileştirme zamanı.”
“Teşekkür ederim,” dedi o uzun süren farkındalıklarla yüklü sessizliğin hemen ardından.
“Hadi, sana tatlı ısmarlayacağım.”
Cesur sigarayı söndürürken, “Olur,” dedi.
⛓️
Bahçe kapısından içeri girdiğimde yanan mangaldan yükselen ateş ve et kokusunu soludum. Büyük masanın başına oturmuş közlenmiş patlıcanları soyan Simge sürekli parmaklarına üflüyor, Yener de büyük ağacın gövdesine yaslanmış kimseye çaktırmamaya çalışarak onu izliyordu. Amcamın bahçedeki kudretli varlığı Yener’in bakışlarının çok daha temkinli hareket etmesine neden oluyor olsa gerekti.
Aytekin ve Oğuzhan yerde bağdaş kurmuşlar, yanlarına da Bora’yı almışlar uzaktan kumandalı kırmızı arabayı taşları oyuntulu betonun üzerinde hareket ettirmeye çalışıyorlardı. Bora heyecanlanarak arabaya bakarken evdeki kalabalığın artık onu çok da huzursuz etmediğini fark ettim. Bir şekilde adapte olmuş, kendini güvende hissetmeye başlamıştı.
Tayfun abi kucağında kızıyla mangalın önünde durmuş, babamla sohbet ediyor, Adnan ve dolandırıcı Zafer köşeye geçmiş telefon ekranına bakıyorlardı. Yüksek ihtimalle Zafer, Adnan’ı dolandırmanın yeni bir yolunu keşfetmiş, zavallı Adnan da olacaklardan habersiz dümencinin attığı oltaya takılmıştı.
Gözlerim Gurur’u aradı ama onu göremedim. Şebnem teyze ile içeri geçtiğimiz sırada Çolpan, onu görünce heyecanlanıp ona doğru koşturan Bora’ya yönelmişti.
Annem holde belirdi, yüzünde genişçe bir tebessüm vardı. Şebnem teyze ile selamlaştılar, ayaküstü biraz sohbet ettiler ve birlikte salona yöneldiler.
“Aman be ya,” dediğini duydum birinin, bu ses Vural’a aitti. “Durmazsınız da yerinizde.” Ardından mutfaktan çıkıp bana gülümsedi. “Aa Zeliş, döndünüz mü?”
Mutfağın aralık kapısından içeriye bakmaya çalıştım ama Vural’ın koca cüssesi buna engel oluyordu. Ona gülümsedim. “Evet. Ne oluyor içeride?”
“Gurur ve kayınbiraderi köfte yoğuruyorlar. Hemen görmen lazım,” dedi Vural gülerek. Bir an duraksadım, ardından, “Eymen ve Gurur mu?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Garip bir ikili, değil mi? Soğanları doğradığı sırada gözleri yandı Gurur’un, Eymen de oy sen ağlıyor musun peçete getireyim mi prenses deyince Gurur elinde bıçakla öyle bir gülümsedi ki çocukcağızın rengi benzi attı.” Sırıttı. Ardından bir an duraksayıp gözlerimin içine baktı. “Zeliha be, çok sağ ol.”
Kaşlarım çatıldı. “Neden ki?”
“Dün gece babanın yaptığı büyüklüğü bana hayatımda sadece Muşta bir de öz babam yapmıştır,” dediğinde derin bir nefes aldım.
“İstetme oldu diye evlilik teklifini unutma sakın,” dedim. “Nihan senden gösterişli bir evlilik teklifi beklemeye devam ediyor.”
“Bebeme en güzelini yapmak için TikTok’ta evlilik teklifi videolarının tamamını izledim,” dediğinde elimde olmadan güldüm. “Bak, şöyle bir fikrim var, dinle. Nası? Ben baba bir ağır roman oynayarak çıkıyorum, pantolonunun önüne koymuşum siyah ceketimi, üzerimde beyaz gömleğim. Rombaçike rombaçike böyle ağır ağır çıkıyorum önümü atarak. Siz etrafımda beyaz güller atıyorsunuz kafama. Oynaya oynaya geliyorum Nihan’ın önüne, Nihan ağlıyor o sırada…”
“Roman havası oynamana mı?”
“Ağır roman yalnız.”
“Pardon, doğru… Ee sonra?”
“Birden ceketi çitilemek için düşüyorum dizlerimin üzerine, başlıyorum çitilemeye…”
“Ee?”
“Hemen Yener oradan bir konfeti patlatıyor, Nihan gürültüyle dikkati dağıldığı için etrafına bakarken ben çitilediğim ceketin içinden yüzüğü çıkarıyorum. Bana bir bakıyor, açmışım kapağı, yüzük gene nasıl parlıyor bilir misin? Sanırsın kutuya güneşi koymuşum. Günlük güneşlik olmuş ortalık ben kutuyu açınca. Nihan başlıyor daha da ağlamaya. Ben de ağır roman eşliğinde rombaçike rombaçike kalkıyorum ayağa, alnından öpüyorum onu hemen, yüzüğü takıyorum. Başlıyoruz karşılıklı ağır roman oynamaya.”
“Bir şey demiyor musun o arada?”
“Bir ömür benimle ağır roman oynayan tek kadın sen ol istiyorum, hayatım senin elinde bu ceket gibi çitilensin gülüm diyorum işte. Dedim o sırada ben bunu, sen düşünme o kadarını.”
“Çok mistik bir teklif bu…”
“Demi? Hiç kimse de yapmamış. Sen üzülme ama eminim Gurur’unki de çok dokunaklı olmuştur ama bu kadar değildir. Maalesef ki benim kadar ince düşünceli biri değil.”
“Rombaçike ayrıntısı beni bile ağlatacak şimdi.”
“Ritim çok dokunaklı demi?”
“Evet.”
“Dokuz sekizlik.”
“Vay canına.”
“Nasıl sence?”
“Bence sen bu konu üzerinde biraz daha düşün. Bu kadarı Nihan için çok dokunaklı olabilir ve çok ağlayabilir. Ağlasın istemezsin.”
“Yoo isterim, kanırtsın kendini, ağlasın, yakalarını yırtsın duygusallıktan.”
Elimde olmadan kahkaha attığım vakit, Vural da gülerek, “Şaka bir yana,” dedi. “Yüzüğü beğendim, sipariş de ettim. Dönünce edeceğim.”
“Nasıl bir şey, bakayım mı?” dediğimde, “Seninkinden büyük, ağlarsın falan şimdi. Hiç girmeyeyim o topa,” diye dalga geçti ama zerre kötü niyeti olmadığını biliyordum.
“Delisin sen ha.”
“Gideyim de Yener’e destek olayım. Amcan ortada dolandıkça eli ayağı boşalıyor çocuğun, felçli Ali Rıza Bey gibi hareketsiz kaldı ağacın önünde. Kesin hala orada hareketsiz bekliyordur.”
“Ben de Girdap oraya park etti sandım onu, meğer sen park etmişsin…”
“Hala orada mı?”
“Evet…”
“Amcan bir bakışıyla elden ayaktan aldı çocuğu,” dedi Vural gülerek.
Vural çıkıp gittiğinde kafamı mutfak kapısının aralığından içeri uzattım. Gurur köfteleri yuvarlıyor, Eymen de hemen yanında dikilmiş ara sıra Gurur’un eline yağ döküyordu. Bir an görüntüleri o kadar komiğime gitti ki dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemeye çalıştım. O kadar dikkat kesilmişlerdi ki varlığımın farkında bile değillerdi.
“O köfte büyük olmadı mı?” diye sordu Eymen hayretle.
Gurur avucu kadar açtığı köfteye bakıp, “Annen avuç büyüklüğünde yapın demedi mi?” diye sordu.
“Sen senin avucunu normal bir avuç sanıyorsun galiba ya,” dedi Eymen yeniden hayretle. “Normal insan avucu kadar açacaksın.”
Gurur homurdanarak, “Tersimdesin çocuk,” dedi.
“Hayat çok garip. Dün dağda terörist avlayan adam, bugün mutfağımızda köfte yuvarlayabiliyor,” dedi Eymen. “Canım benim ya, eline de nasıl yakıştı. Bulaşıkları da yıkarsın, değil mi?”
“Senin yine dilin dışarı at siki gibi uzadı,” dedi Gurur.
Eymen, “At siki mi gördün hayatında?” diye sorunca, “Kars’a gittiğimde görmüştüm,” diye cevap verdi Gurur.
Dudaklarım aralandı, kaşlarım havaya kalktı.
“Büyük mü baya?” diye sordu Eymen merakla.
“Kolun kadar vardır.”
“Ya?” dedi Eymen şaşırarak.
“He valla. Yağ döksene elime.”
Eymen yağ şişesini hafifçe devirip Gurur’un avucuna döktü. Gurur yeni bir kıyma parçası alıp avucunda yuvarlamaya başladı. Eymen, “Sana bir şey soracağım,” dediğinde Gurur tüm dikkatini yuvarladığı köfteye vererek, “He, sor,” dedi.
“Bana hala kızgın mısın?”
Gurur tek kaşını kaldırarak, “Çok konuştuğun için mi?” diye sordu.
Eymen sessizce Gurur’un avucuna bakarak, “Biliyorsun işte,” dedi.
Yavaşça geri çekildim, onları baş başa bırakmak o an için daha doğru geldi ama Gurur yüksek sesle, “Hayır,” dediğinde onları duymamam imkansızdı. “Aksine çocuk, benim sana minnet duymam gerekir. O gece Eylül dağılırken onun yanında sen vardın, alıp başını bir yere gidebilirdi, kaybolabilirdi, sen onu yalnız bırakmadın. O gece onu yalnız bırakmadın. Sesim yükseldi sana o gece, affına sığınıyorum çocuk.”
Eymen sustu, Gurur da sustu. Belki de konuştular bilmiyorum ama onları dinlemedim. Sessizce oradan uzaklaştım.
Altıma ince bir tayt, üzerime de Eymen’e ait bol, kalçalarımı içine alarak örten bisiklet yaka mavi bir tişört giyip terliklerimle bahçeye çıktım. O gece sohbet uzundu, yemekten sonra gruplara ayrılarak okey oynadık.
Biz okey oynarken Şebnem teyze sürekli Eylül’ün saçlarını okşadı, onu göğsüne yatırdı, alnını öptü, fısır fısır bir şeyler anlattı.
Amcam komik bir şekilde Yener’in olduğu gruptaydı ve Yener de bu oyunda iyi olmasına rağmen matematik işlemi yapmayı unutmuş, parmak hesapları yaparak amcamın ona dik dik bakmaya başlamasına neden olmuştu.
Bir ara amcam, “Ulan toplama çıkarma yapmayı da mı bilmiyorsun?” diye kükremesiyle, Yener’in parmakları bile birbirine girmişti, Simge yüzünde kireç gibi bir ifadeyle onları izliyor, tim ise bu durum karşısında çok eğlendiklerini saklamadan kendi aralarında gülüşüyordu.
Yener, “Pardon efendim,” demişti telefonunu açıp hesap makinesine girerek. “Siz birden topla deyince, ben…”
“Çok konuşma. Topla.” Amcam taşlardan birini aldığında bu komut, Yener’e verilmiş bir emir gibiydi ve Yener telaşla ona söyleneni yaptı. Bu hali bana çocuksu geldi, bir yerlerde hala çocukça şeyler hissedebildiğini görmek bana tebessüm ettirdi.
Masada yalnızca birkaç kişi kaldığında ve herkes dinlenmek için kabuğuna çekildiğinde, sabaha karşı yola koyulacak olmanın buruk hüznüyle çardağa oturmuş, annemin dizine uzanmıştım. Çardak karanlıkta kalıyor, sadece yemek masası ışığın altında parlıyordu. Azalan kalabalığı izlediğim sırada annem, “Benim gonca gülüm, bir varsın bir yok. Bu gece yine dizimin dibindesin, yarın yaban ellerdesin,” diye fısıldadı ağlamaklı bir sesle. Söylediği şey kalbimi büktü, yanağımı dizine bastırarak gözlerimi kaldırıp annemin karanlığın içinde bile güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen yüzüne baktım.
“Tahmin ettiğimden daha çok kaldım ama bana bu bile yetmedi,” diye itiraf ettim, dudakları biraz daha büküldü.
“Bana da hiç yetmedi.”
“Yine gelirim,” dediğimde gülümsedi.
“Ben de gelirim. Kız sen dünyanın öbür ucuna gitsen, ben binerim otobüsün, uçağın götüne, yine gelirim sana,” dedi. Saçlarımı boylu boyunca okşadıktan sonra, “Okulunu ihmal etme, e mi kuzum?” dedi şefkatle. “Kendini de ihmal etme Zelyam, annesi saçının teline kurban, sen her şeyciklerden değerlisin, kıymetlisin annem.” Eğilip alnımı öptü.
Sessizce gülümseyip gözlerimi yumdum. Annem bir süre daha saçlarımı okşadıktan sonra başımın altına bir minder koyup kalktı, çardaktan inip eve doğru yürüdüğünü gördüm. Muhtemelen mutfaktaki köşesine sığınacak, kimseye çıtını çıkarmasa da gideceğim için ağlayacaktı.
Gözlerimi uzun süre boşluktan çekmedim. Birinin gölgesi çardağa düştüğünde, o kadar dalgındım ki, bana, “Zeliha,” diye fısıldayana kadar tüm seslere sağır olmaya devam ettim. Mehtap’ı görünce yavaşça doğrulup bağdaş kurarak oturdum. Mehtap birkaç gün öncekinden daha gerçekçi bir gülümsemeyle, “Hayırlı olsun,” dedi, “çok sevindim ikiniz adına. Bir türlü kutlayamadım sizi.”
“Teşekkür ederim.” Yanımdaki mindere işaret ettim. “Gelsene.”
“Geleyim de rahatsız etmiyorum, değil mi?”
“O nasıl laf?” Güldüm. “Biraz daha yalnız kalırsam çocuk gibi ağlayacaktım, geldiğin iyi oldu.”
“Neden ki?” diye sordu çocuksu bir telaşla.
“Yarın sabah kafamı çevirdiğimde annemi, babamı göremeyecek olduğum gerçeğiyle yüzleştim yine. Ne zaman Muğla’ya onları ziyarete gelsem, dönüş vakti gelince bu hisse kapılırım ve bu beni böyle hassaslaştırır.”
Mehtap üzgün bir gülümsemeyle yüzüme baktıktan sonra minderin üzerine oturdu. Bir süre hiç konuşmadık, sessizlik içinde öylece karanlık çardağın köşesinde sadece düşündük. Onun ne düşündüğünü az çok biliyor gibiydim. Çıkmazda hissettiği apaçık ortadayken, korkularından arınamadığı da ortadaydı. Ne Girdap’ın varlığı ne de burada geçen birkaç huzurlu gün, içindeki korkuları ve endişeyi silmeye yetmemişti.
Birkaç saniye sonra, “Zeliha,” dedi, duraksayarak omzumun üzerinden ona baktım. Parmaklarıyla oynayarak, “Senden bir ricada bulunabilir miyim?” diye sordu.
“Evet, elbette bulunabilirsin.”
“Telefonunu birkaç dakikalığına ödünç alabilir miyim?”
Sorusu beni bir anlığına tedirgin etti. Birini mi arayacaktı? Kimi arayacaktı? Kalbim acıyarak kendime itiraf etmeliydim ki, kimsesi olmadığını biliyordum. Arayabileceği tek bir kişi vardı, onu da asla arayacak gibi durmuyordu. Gözlerimdeki soru işaretlerini görmüş olacak ki, “Sandığın gibi değil,” diye fısıldadı. “Yani bir yere gidecek değilim. Girdap’ı yeniden arkamda bırakmamdan çekiniyorsun, değil mi? Bana güvenmemen çok normal.”
“Güvenmediğimden ya da gideceğini düşündüğümden değil,” diyerek telefonumu ona uzattım. “Kullanabilirsin tabii ki.”
“Günlerdir ortalarda yokum,” dedi elimden telefonu alırken. Sesi de bakışları da dalgındı, telefonun ekranına bakıyor ama bambaşka bir şey görüyor gibi duruyordu. Tarayıcıya tıkladığını gördüm. Bir müddet açılan beyaz sayfaya baktı, sayfanın beyaz ışığı yüzüne vuruyor, ruhsuzlukla damgalanan gözlerini aydınlatıyordu. Hisleri çekilmiş gibiydi. Arama çubuğuna bir şey yazdı, ardından aradığı sayfa yüklenirken gözlerini çevirip bana baktı. “Öyle sessizce durup ortadan yok oluşuma göz yumacağını sanmıyorum,” dediğinde kimden bahsettiğini bildiğim için sertçe yutkundum ama ona bir cevap veremedim. “Ne durumda olduğunu görmek zorundayım,” dedi. “İllaki sayfasında bir şeyler paylaşmıştır. Tehdit bile olsa…”
Duraksayarak gözlerimi telefon ekranına indirdim. Mehtap bir Facebook profili görüntüledi. Profil fotoğrafındaki adamın yüzü seçilmiyordu, fotoğraf karanlık bir ortamda çekilmişti. Kapak fotoğrafında Mehtap’ın olduğunu görünce kaşlarımı çattım. Mehtap da tiksintiyle kapak fotoğrafında yer aldığı kareye bakıyordu.
Ekranı biraz daha kaydırdı.
Bir an o ruhsuz ifadesi, bir cam misali parçalara ayrıldı.
Telefonu narin parmakları arasında tutan Mehtap’ın elleri titriyor, kocasının açık duran sosyal medya hesabının duvarına bakarken yüzü kireç gibi görünüyordu.
Elinden telefonu kapıp ekrana baktığımda zaman patlamış bir camdan saçılan kırıklar gibi etrafa saçılmış, kesip kanatmak ister gibi zemine dökülerek üstlerine basılacağı anı beklemeye başlamıştı.
Adamın duvarında şöyle bir durum güncellemesi vardı.
Seni de onu da öldüreceğim.
Mehtap’ın gözlerinin içine bakmaya korktum. Kulaklarımda bir uğuldamayla elimdeki telefona baktığım sırada, Mehtap elini yavaşça dudaklarına götürdü. Yüzündeki ifadeyi görmeye korksam da artık gözlerine neyin sindiğini biliyor gibiydim. Oturduğum yerden fırlayarak kalktığımda, Mehtap, “Zeliha,” dedi tek nefeste. Onu dinleyemedim, sadece hızla terliklerimi giydim. “Zeliha, yalvarırım gitme Girdap’a. Çok kan dökülür. Zeliha, dur.”
“Dur,” dedim, “ben istemediğin hiçbir şey yapmam. Burada dur.”
Mehtap sadece korkuyla gözlerimin içine baktı. Bense korktuğumda, çaresizlikle dolduğumda, kendim çözemeyeceğimden emin olduğumda her zaman yaptığımı yaptım.
Gurur’a doğru koşmaya başladım.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Bir gül, bir yiğidin içinde büyür bir sevda olur; yüz şair toplanır, o sevdadan tek kelime yazamaz.
Bin şair toplanır, tek bir şiiri birlikte yazar; o şiir onun bir kirpiği yapamaz.
Yiğidi bin mermi deler; bin mermi, bir gülün kanattığı gibi kanatamaz.
Yiğidi gül ağlatır, başka hiçbir şey ağlatamaz.
Zeliha’nın koynumda uykuya dalmadan önce ağladığını bildiğim bir geceydi. Isparta eksi bilmem kaç dereceydi, ben de bir gülün bir damla gözyaşında cehennemin yedinci değil, kimsenin bilmediği dokuzuncu katında katran gibi kaynıyordum.
Zar zor uyuduğumu hatırlıyorum.
O gece bir rüya gördüm.
Göktuğ Efe adında bir Yüzbaşı karşımda durmuş, doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Adının Göktuğ Efe olduğunu nereden bildiğimi ben de bilmiyordum ama yakasında Çalıklı yazdığını gördüğümden, soyadını biliyordum.
Heybetliydi ve benden muhakkak birkaç santim daha uzundu; ela gözleri Zeliha’nınki gibi çekik, kaşları kalın ve çatıktı. Dudağının sol köşesinde kahverengi, küçük bir ben vardı ve bu tıpkı bir çil gibi duruyordu. Bana doğru bir adım geldiğini ve zemini bile titretecek kudretini hissettiğimi hatırlıyorum.
Tam önümde durup asker selamı verdikten sonra, güçlü bir sesle, “Göktuğ Efe Çalıklı, Isparta komutanım!” dediğini hatırlıyorum. Yüzbaşı olmasını bir kenara koymam gerekirse, bu selamı verirken bana benim soyadımı söylemesi beynimde bir mermiyle sapasağlam duruyormuşum gibi hissettirmişti.
Ardından elini yavaşça indirdiğini hatırlıyorum. Bir şimşeğin çaktığını, tesisin koridorunun karanlığa gömüldüğünü ve yüzümde bir sıcaklık hissettiğimi. Ağlıyor muydum? Tanımadığım bir adamın karşısında mı ağlıyordum?
“Komutanım,” dediğini hatırlıyorum o adamın. “Ağlıyorsunuz. Yiğidi gül ağlatır. Annem için mi ağlıyorsunuz?”
“Annen mi?”
Bana sadece gülümsedi. Öyle bir gülümsedi ki, o gülümsemeyi de onun o gece rüyamda gösterdiği yüzünü de asla unutmayacağımı anladım. Hiçbir kuvvet o gece bana bakan ela gözleri bana unutturamazdı.
Göktuğ Efe Çalıklı, ben uyumadan hemen öncesinde, “Evet, baba” dedi. “Annem.”
Gözlerimi açtığım anı hatırlıyorum, alnımdan dökülen o soğuk terleri, kaskatı kesilmiş kaburgamdaki baskının nasıl çetrefilli bir ateş gibi yüreğime meylettiğini… Her birini hatırlıyorum. En çok da göğsüme sokulmuş, kirpikleri gözlerinin altına serilmiş o kadının aldığı huzurlu nefesleri izlerken hissettiklerimi hatırlıyorum. Tutsak edildiğimi düşünüyordum ona bakınca, lakin biliyordum ki aslında o beni azat edendi; o beni kendi içimdeki mahzenin içinden çıkaran, o bana özgürlüğü tattırandı.
Bakışlarım yüzünde dolanırken o isim zihnimin puslu karanlığında yankılandı. Göktuğ Efe Çalıklı. Ela, çekik gözlerin sahibi, dudağının kenarındaki kahverengi benin sahibi, tanıdık bakışların ve bir şekilde hiç yabancı gibi hissettirmeyen ruhun sahibi… Kaşlarımı çatarak Zeliha’yı kollarımın arasına çektiğimi hatırlıyorum. Uykusundaki o hafif nefes sesiyle beraber, huzurun katlanarak üzerime çöktüğünü… Oysa o ağlarken zaman ağır ağır yanmıştı da ben o zamanın içinde küle dönmüştüm. Şimdi tek bir nefesiyle o külü yeniden köze çeviriyor, ateşe döndürüyor, yangın gibi büyütüyordu.
Annem avucunu başımın üzerine koyduğunda, daldığım düşünceler etrafa saçıldı ve özlemini derinlerimde emanet gibi taşıdığım anneme baktım.
“Bin yük mü bindirdin yine herkese dağ, bana küçücük bir çocuk görünen omuzlarına?” diye sordu annem sessizce.
Dudaklarımda zorlama bir tebessümle, “O nereden çıktı şimdi?” diye sordum anneme.
O an, o evde yaşadığım cehennem onun içinde hala tazecik bir alev gibi yanıyor olacak ki, gözlerimin içine saklayamadığı bir ızdırapla baktı. Pişmanlığı derinlerinde hissediyordu, biliyordum, bazen kendini eksik, hasarlı, yarım hissetmesinin nedeni bundandı; beni koruyamadığını düşünüyordu. Oysa biliyordum, o evde korunamayan bir ben değildim; o bir ömrü korunamadan geçirmişti.
Birbirimize bakarken geçmiş etrafımızı kuşatmaya başladı. Kader bu diyemiyordum, kader bu olmamalıydı. Zaten bu da değildi. Emsal kaderi etkileyen küçük bir parçaydı ve bu küçük parça, kaderin bütününü bozuk bir parçaya çevirerek darmaduman etmişti. Bozuk bir hayatın içinde elbette ki ruhumda büyük eksiklikler ve bozukluklarla çıkacaktım. Öyle de olmuştu. Bir yanımın hasta olduğunu biliyordum. Bir yanım, babamın bozduğu bir saat gibiydi ve o saat hep yanlışı gösteriyordu. Çoğu yanlış hareketim bundandı, çoğu yanlış kararım, çoğu yanlış davranışım bundandı.
“Cesur’a, Eylül’e bir baba oldun sen,” dedi annem, durdum, sadece durup gözlerimi kapattım. Devamında söyleyeceklerini biliyordum, söyleyeceklerinden korkuyordum; kendisini yarım hissetmesinden nefret ediyordum. “Ben sana anne olamadım ama sen benim evimin üstüne çatı oldun. O fırtına bir benim değil, hepimizin üzerinden geçti Gurur. Sen başımızdaki çatıydın, en büyük hasarı sen aldın.”
“Anne artık bunları konuşmana, bunları düşünmene, bunları kendine yük edip bindirmene gerek yok,” dediğimde derin bir nefes aldı. Aynı anda hem acıyı hem de öfkeyi hissetti; ikisini de hissetmesine neden olan aynı kişiydi.
Birden kendimi olduğumdan daha büyük bir paçavra gibi hissettim.
Eylül’ü koruyamamıştım, eline bulaştırdığı lekeyi kendi parmaklarıma devralamamıştım, yaşadığı yıkımın önüne geçememiştim. Derin bir nefes almak istedim ama o nefesin içime batacağından korktum. Hoş, almadığım nefesler bile bıçak olup ruhuma dayanıyordu. Annem bilse ne hissederdi? Ne düşünürdü? Başındaki çatının Eylül’ün üzerine çöktüğünü düşünür müydü? Benim yapmam gerekeni, küçücük bir kız çocuğunun yapmış olması onun bana olan güvenini yerle bir eder miydi? Eylül iyileştiğini düşünecekti, her şeyin geride kaldığına inanacaktı ama bir gece ince bir sızı gibi yaşanan her şey içine yeniden batacaktı. Bunu biliyordum çünkü çok defa hissetmiştim. Yaşanan her şey, unutulduğuna emin olduğunuz bir gece ansızın yastığınızın altında dik duran bir bıçağa dönüşürdü.
Annem, “Eylül çok mu şanslı çok mu şanssız anlamıyorum bazen,” dedi, ardından yutkundu. “Ben korktum aslında. Buraya gelirken çok korktum. Yine babam nerede, onun da burada olması gerekmez miydi diye tutturmasından, çocuk gibi babasını istemesinden korktum.” Annemin kelimeleri kalbime arka arkaya saplanan bir bıçak gibi girip girip çıktı. Beni kan leşe bulandırdığını bilseydi elbet susardı lakin bilmiyordu; bilmemesi daha iyiydi. Ruhunda bir yarık daha açılacak olursa eğer, biliyordum ki bir gün onu çektiği ızdıraba yenik düşmesi sonucu kaybedecektim. Kendimi aciz hissettim ama onun karşısında dururken ve gözlerinde kendi yansımamı görüyorken biliyordum ki ben onun için bu dünyadaki en güçlü kişiydim.
Sessizliğim annemin çatık kaşlarla bana bakmasına neden oldu. “Yoksa sana tutturdu mu yine babam da babam diye?”
Anneme bakarken geçmiş bana sesini duyurmaya çalışıyor gibiydi. Tokat sesleri, tekme sesleri, Cesur’un bana duyurmamak için yorganın altına saklanırken çıkardığı nefes nefese hıçkırık sesleri, Eylül’ün bir bebeğin boğazından yükselen ağlama sesleri, annemin Allah’a yakarışları, kemer sesleri… çarpılan kapılar, kırılan vazolar, indirilen camlar, üzerime düşen gölgeler, boğazıma sarılan eller, derimi yırtmak için tenimi sıyıran bıçaklar, nasırlı ve acımasız darbelere sahip dokunuşlar.
Bir gece annem, “Ölmeni istemiyorum,” diye ağlamıştı bana sıkıca sarılıp, kukla gibi sallanan acılar içindeki bedenimi bağrına basarken. “Kaç git, kurtar kendini, nolursun.”
“Gurur?”
Annemin bu kez zamanın ötesinden değil, içinden gelen sesiyle birlikte dalgın bakışlarım gözleriyle buluştu. “Tutturdu mu yine sana?” diye sorarken çekingen görünüyordu.
Annem böyleydi. İçine doğru yapraklarını kapatmış, çekingen, yaprakları yara bere içinde bir çiçek gibiydi. Yüzünde bir tokat izi gibi utanç iziyle dolaşıyordu. Ürkekti. Kapı biraz gürültülü çarpsa, kapıyı çarpan rüzgar bile olsa babam geldi zannedip titriyordu. Yıllar geçmişti üstünden, hala rüzgarın kapıyı çarpmasından korkuyordu.
Sırf rüzgar cereyan yapınca kapılar çarpmasın diye kapıların iç kısımlarına sünger yerleştirmiştim ama yine de korkuyordum, onun yanında olmadığım anlarda yine aniden yükselen bir çarpma sesi yüzünden kalbi ağzına geliyor muydu?
Zeliha hayatıma girip dünyam olana kadar, babaların her evrende mutlak surette canavar olduklarına inanmıştım içten içe. Sonra da onun babasını tanımıştım. Müthiş bir adamdı.
Annemin ellerini avuçlarımın içine alarak dudaklarıma götürdüm, öptüm. Duasını aldığımı bildiğimden ona borcumu yüz yıllar geçse de ödeyemeyeceğimi hissettiğimi saklamadan baktım. “Tutturmadı annem,” dedim, gülümsedi ama gözleri korku dolu bakıyordu; sanki gözlerime baktığında yaşadıklarımızı görüyordu. Aslında kaçıyordum ondan. Gözlerime her baktığında, yerde sürüklenen, dövülen, kanayan, teninden yara hiç eksik olmayan o oğlan çocuğunu görsün istemiyordum. “Büyüdü artık. Tutturmuyor hiç.”
“Kızmıyorsun ona, değil mi?” Annemin sorusu beni yerle bir etti. “Bilmiyor, nereden bilsin? İyi ki de bilmiyor belki. Benim gibi ürkek, boynu bükük değil. Dik duruyor hep başı. Güçlü o. Kanatlarını kırmadı onun. Cehennemin içinde ona bir cennet bahçesi sundu da kandırdı belki ama hiç değilse onu benim gibi bir kadına dönüştürmedi.”
Eylül senin yıllarca geçtiğin o ateşin içinden bir gecede geçti anne, diyemedim. Başımı salladım.
Annem devam etti konuşmaya. Susturamadım.
“Ama bazen… Hani gözümün içine bakıyor da babam diyor, nerede diyor, neden diyor ya bana… Ona kızmaya hakkım olmamasına rağmen kızıyorum. Sonra da sustum diye kendime kızıyorum. İnsan bir yalanla dimdik duracağına, belki de bir gerçekle eğilmeli bazen. Kandırıyorum kınalı kızımı. Kıyamıyorum hiç. Belki de asıl kıymak, kandırmaktır bir insanı.”
“Düşünme,” dedim sadece, söylenecek milyon şey varken, anlatılacak onlarca hikayem varken sadece bunu dedim.
“Cesur’a ve sana bir hayat borçluyum, belki de böyle susup kalmam bundan. Eylül’e de bir hayat borçlanmaktan korktum belki. Analık bu değil,” dedi annem çatık kaşlarla. Ağlayacağını hissettiğim an onu çekip kollarımın arasına alarak sıkıca sardım. Bazen kollarımın arasındaki annem değil de kızım gibi hissederdim. Yine öyle hissettim.
“Anne, geçti,” dedim onu sıkıca sararken. “Artık bitti. Kendine eziyet edip durma.”
“Senin yüzüne renk getiren bu sevda, ne var Cesur’umun da dilinin kilidini çözse,” diye fısıldadı annem kollarımın arasında. “Rabbim ona da sana nasip ettiği gibi güzel kalpli bir kız nasip etsin. Seni böyle gördüm ya annem ben, böyle yaşıyorken, böyle derin nefesler alıyorken, böyle gözünün içi gülüyorken… Hediye bu bana. Zeliha bana öyle büyük bir hediye verdi ki…”
“Sevdin mi onu?” diye sordum onu kimsenin sevmeme imkanı olmayacağını bile bile.
“Çok,” dedi. “Kendim doğurmuşum gibi sevdim. Senin elinden tuttuğunu ben kalbime basmam mı sanıyorsun?”
“Çok şükür anne,” dedim çenemi annemin başının üzerine koyarken. “Çok şükür Allah benim karşıma onu çıkardı.”
Annem gülümsedi, öyle bir gülümsemeydi ki bu, Zeliha’nın bir benim değil, benim kanımın dolaştığı tüm damarları gülümsettiğini anladım; Zeliha bir ışıktı ve Çalıklı ailesinin üzerinde bir güneş gibi doğmuş, bulutları silmiş, yağmuru dindirmiş, şafağı geride bırakmıştı.
Başımı çevirdiğimde Zeliha’nın hızlı adımlarla bana doğru yürüdüğünü gördüm. Annem onun geldiğini görünce gülümseyerek, “Hadi siz konuşun annem,” dedi şefkatle. “Ben de Cesur’umun yanına gideyim biraz.”
Annem uzaklaşırken Zeliha’nın adımları daha da hızlandı. Kaşlarımı neredeyse çatacaktım, tedirgin bir his göğsümdeki fitilini ateşledi. Tam önümde durduğunda onu dirseğinin altından kavrayıp yavaşça kendime çekerek ağacın arkasına ilerlettim. Herkesin görüş alanından çıktığımızda gözlerindeki korkuyu saklamadan bana baktı. Ruhumu ateşe veren gözlerinde korkuyu gördüğümde neredeyse kontrolümü yitirecektim.
“Ne oldu?” diye sordum içimde çınlayan bir panikle.
“Sana söylemekte geciktiğim bir şey var, evet Mehtap konusunda en başta bildiklerimi söylemiştim ama…” Gözlerini ağacın ardında kalan topluluğa çevirdi. Elimi elinin üzerine koydum, yüzüklerimizin olduğu parmaklarımız birbirine dayanırken, “Ne oldu yavrum?” diye sordum endişeyle. Onu böylesine ürküten şeyi yok etmek benim görevimdi. Benim görevim, onun tüm korkularını ortadan kaldırmaktı.
“Yürüyelim biraz,” dedi telaşla, başımı hızlıca salladım. Buna ihtiyacı olduğunu görebiliyordum. Az ileride, karanlık çardakta oturan Mehtap’ın panikle oturduğu yerden kalktığını gördüm. Meraklı gözlerle bize doğru bakıyor ama yanımıza gelmeye yeltenmiyordu. Zeliha’nın elini sıkıca kavradım, parmaklarımız birbirine geçti. Onu hızlı adımlarla bahçe kapısına yürütmeye başladım. Gece böceklerinin sesi, gitgide artan karanlığın ve çöken gecenin derinliğiyle beraber daha büyük bir çınlama yaratmaya başlamıştı.
Demir kapıyı yavaşça arkamızdan çektim. Sokakta el ele yürürken tedirgin bakışları etrafı kolaçan ediyor, doğru kelimeleri arıyor gibi sürekli öksürerek boğazını temizliyordu. Üzerine gitmemem gerektiğini kavradığımdan ona alan yarattım, konuşana dek tek kelime etmedim, sorularımla onu sıkboğaz etmedim.
Kontrolsüzdü, korktuğunu buradan anlamak mümkündü. Normalde biraz daha soğukkanlı olurdu ama her ne olduysa, bu kez soğukkanlılığının sonuna gelmiş gibiydi.
“Mehtap,” dedi çekinerek, “o adamla zorla evlenmiş, evet. Tahmin ettiğim gibi.” Durdum, sadece Zeliha’nın yüzüne bakarak yanında yürümeye devam ettim. Sokak lambalarının turuncu ışıltısı çillerinin üzerinde kayarak yüzündeki güzelliği gözler önüne seriyordu.
Bir küfür dudaklarımın arkasında büyüdü ama tek kelime etmek yerine ona baktım; sadece ona baktım. Ölene dek ona bakabilirmişim gibi hissediyordum. Tek manzaram o olabilirdi, buna razıydım; buna hazırdım. Bu benim armağanım, bu ödülüm, bu çektiğim her şeyin bana sunduğu mükafat olurdu muhakkak.
“Ben bunu söylemeyi doğru bulmadım çünkü onun sırrıydı ama,” diyerek soluklandı. Ardından adımları bıçak gibi kesildi. Bedenini bana çevirip diğer elimi de avucunun içine aldı. Birbirimize dönük yüzlerimizle bir süre suspus birbirimizi izledik. “Gurur o herif ona tecavüz etmiş.”
İçimdeki öfke daima zincirlendiği karanlığın içinden kışkırtıcı hırıltılar çıkararak beni izlerdi. Öfke zincirlerini bir defa daha asıldı, öne doğru atıldı ama kendimi hızla toparladım. Girdap’ın parçalarını toplayabilir miydim? Girdap bunun altından kalkabilirdi? Boşluk hissi boğazımdan yukarı tırmandı, dudaklarım aralandı ama konuşamadım; boşluk kelimelerimin üzerine kapandı ve onları kapladı.
Zeliha titreyen bir sesle olan biteni anlatmaya başladı. Detaylara girmemeye çalıştı, Mehtap’ın sırrını Mehtap’ı incitmekten korkar gibi saklayarak, üzerine titreyerek zor bela bana açtı. Biliyordum ki bu sır onunla ölüme dek giderdi, eğer bu gece gördüklerini görmemiş olsaydı… Ölüm tehdidini kelimelere yatırıp bana sunduğunda gözlerimden alevler çıkacak sandım ama onu korkutmak istedim. Onu yeterince korkutmuşum gibi hissediyordum. Öfkemle onu biraz daha köşeye sıkıştırmak istemiyordum.
Yine de kendimi bir anlığına tutamayıp, “Geçmişini siktiğimin pezevengi,” diye hırladım, bu öfke bir küfre sığmayacak kadar büyüktü esasında ama kendimi tutabildiğim son noktaya dek tutmaya kararlıydım.
“Bir şey yapabilir mi?” diye sordu Zeliha tek nefeste. “Girdap henüz yaşananları bile bilmiyorken bir de bunun içine itilir mi?”
“Halledeceğim,” dedim hiç düşünmeden. Sadece durdu, durdu ve gözlerimin içine umutla baktı. “Ama Mehtap’ın bu olanları Girdap’la paylaşması şart Zerda’m. Sırların insanları ne hale getirdiğini gördük. Bin kez yaşadık bunu.”
“Bin kez yaşadık, haklısın,” dedi sessizce. Başını önüne eğdiğinde, bir elim elinden kaydı, çenesine uzandı. Çenesini yavaşça kaldırıp gözlerimizi birleştirdim. “Ama onun sırrı bu. En nihayetinde o anlatmalı. Bize düşmez. Yine de anlatması gerek. Saklayamaz bunu. Sonsuza dek kaçamaz bundan. Hem Girdap da bilmek istiyor, karıştırıyor, çok üzerine gitmese de öğrenmek istiyor. İllaki istiyordur.”
“İstiyor elbet,” dedim, Girdap’ın kafası mahşer yeriydi. Tutunduğu tek şey, Mehtap’ın burada, onunla olmasıydı. Öte yandan bir şeylerin raydan çıktığını da biliyordu. Bir şeylerin yolunda gitmediğinin zaten farkındaydı. Mehtap’ı ürkütmemek için susuyordu susmasına ama içinde bir tahtakurusu yavaş yavaş kemiriyor, içten içe tüketiyordu onu.
Duyduklarımı sindirmek için benim bile zamana ihtiyacım varken, Girdap ne hale gelirdi tahmin etmesi güçtü. Kan isteyecekti, gözyaşıyla doymayacaktı, işkenceler onun aldığı yarayı kapatmaya yetmeyecekti, ruhu daha fazlası için onu içeriden asılıp duracaktı ama en nihayetinde bu durumdan kaçamazdı.
Zeliha’nın yüzünü avuçlarımın arasına aldığımda, o da boşa düşen ellerini belimin kenarlarına koyup bana korkularını gösterdi. Gözlerine bakarken, “Halledeceğim,” dedim, “hiçbir sik yapabileceğinden değil. Onun gibiler böyledir işte. Mehtap’ın bakacağını tahmin etmiş ki savurmuş tehditlerini. Başını önüne eğdirdiğin bir kadına eziyet edebilmiş, gelsin de bize göstersin erkekliğini. Madem ki erkek bu kadar, gelsin de onu nasıl erkekliğinden ediyoruz görsün.”
Zeliha’m, Zerda’m, Zerdali’m, gözlerimin içine inançla baktı. Biliyordum ki korku hala orada, o ceylan gözlerin ardındaydı ama bana duyduğu inanç, onu bile aşıp bana çarpacak, benim boyumu aşıp beni altına çekecek kadar kuvvetliydi. Ben bunu hak edecek ne yapmıştım? Mükafatım mıydı bu kız benim?
Elbette öyleydi. Allah’ın beni duymadığını sandığım o geceler, Yüce Yaradan onu benim kaderime yazıyordu. Ben ki görüldüğüne inancı olmayan o adam, otuz üç yaşında tüm kalbimle Allah’ın beni gördüğüne, duyduğuna inanıyordum.
“Sen bunu düşünme. Mehtap’a söyle, o da korkmasın ama Girdap’a her şeyi anlatsın. Girdap’ı durdurabilecek de o, ateşine ateş katıp ortalığı yaktıracak olan da o. Girdap ne seni ne beni ne de başkasını dinler bundan sonra. Onun kulağından gireni kalbine ulaştıracak tek ses Mehtap’ın sesi.”
“Ortalık çok karışacak, değil mi?” diye sordu sessizce.
Ortalık öyle karışıktı ki, tek bir an toparlanmamıştı ama bunu ona söylemedim. Her şeyin geçeceğine olan inancını infaz etmek istemiyordum. Her şeyin sona ermesini istiyordu. Ama henüz kapanmamış defterler, görülmemiş hesaplar, sona ermemiş davalar vardı.
“Ortalık her zaman karıştı Zerda,” dedim. “Ama biz o dağınıklığın içinden el ele bir şekilde çıkmanın yolunu hep bulduk. Yine buluruz. Onlar da bulur.”
Kollarını belime tamamen doladı. “Bulurlar, değil mi?”
“Bulurlar. Bir yol her zaman bulunur,” dedim çenemi saçlarının üzerine yaslayarak. Döndüğümde bir yangının içine çekileceğimi biliyordum, bu yangından sağ çıkabilmek için ateşi daha da büyütmem, kör bir cehenneme çevirmem gerektiğini de biliyordum. Bunu ona söylemedim ama o, ben bunu ona söylemesem de gözlerimde görüyordu. Gözlerimde olup bitenleri ondan saklamak imkansızdı çünkü baktığım, gördüğüm, yüzümü çevirdiğim hepten o olmuştu.
Bir süre el ele yürüdük. Bana en büyük mutluluğu bahşettiği bu şehirden çıkıp gittiğimizde onun içinde yepyeni korkular doğurmak zorunda kalmaktan korkuyordum. Bir kördüğümün içindeydim, kördüğümü çözemediğim noktada Zeliha’yı düşünecek, o kördüğümü kökünden kavrayıp kesecektim çünkü artık hayatımda ondan daha önemli hiçbir şey yoktu. Canım buna dahildi. Canımın sevdiklerim söz konusu olduğunda benim için hiçbir anlamı da olmamıştı zaten. Ama şimdi, bu körpecik kızın gözlerine bakarken, artık canım bana değil de topyekûn ona aitmiş, canım oymuş gibi hissediyordum. Belki de artık canımı düşünmenin tam zamanıydı. Bu kız için yaşamak zorundaydım.
Bu kız için yaşayacaktım.
Eve el ele döndük. Şafak sökerken vedalaşma vaktiydi. Bir gram uyku uyumamıştım, Zeliha’da uyumamış, valizini hazırladıktan sonra bahçeye çıkıp karanlık çardakta benimle oturmuştu. Bir sigara istemişti benden, karşılık olarak yanağına bir öpücük almış, sigaradan vazgeçip sessizce başını omzuma koymuştu.
Şafak usulca etrafı ağartmaya başladığında herkes uyanıktı.
Anneme bizimle gelmesini söylesem de istemedi, Kahraman Baba da annemi bir gün daha misafir etmek istediklerini dile getirdi. Onun isteğine karşı boynum kıldan inceydi. Ertesi gün Eymen’in annemi havalimanına bırakacağını ve anneme gözü gibi bakacağını biliyordum.
Eller öpüldü, uzun süre birbirine sarılan anne kıza bakarken içim ağrıdı. Onu ailesinden koparıp götüren benmişim gibi hissettim, bu benim için çok ağırdı. Kahraman Baba omzumu sıkıp, “Kızım önce Allah’a, sonra kendisine, en son da sana emanet,” dediğinde eğilip yeniden elini öptüm. Gözlerinin içine tüm doğruluğumla, tüm mertliğimle baktım.
Veda sona erdiğinde ve Zeliha ön koltuğa bindiğinde bile gözleri hala camdaydı. Gülbahar Anne’nin ağlamaklı gözlerle bize baktığını gördüm, elinde bir su testisi tutuyordu. Annem bize el salladı, Gülbahar Anne de arkamızdan su döktü. Arabalar arka arkaya çalıştı ve ip gibi dizilerek birbirinin ardından ilerlemeye başladı. Güle oynaya geldiğimiz bu şehirden, yüzümüzde saklayamadığımız bir hüzünle yavaşça ayrıldık.
Arka koltukta Ayça, Çolpan ve Simge vardı. Üçü de uyuyordu ama Zeliha uyanıktı. Şafağın solgun maviliği güzel yüzünü loş bir şekilde aydınlatırken onun güzelliğine meftun olmamak imkansızdı. Durgundu, bakışları yanımızda akıp giden yolu takip ediyor, ağzı tek bir kelime uğruna dahi aralanmıyor, aldığı nefesler bile sessizlik içinde yavaşça dudaklarından dışarı akıyordu.
Belli aralıklarla elim eline dokundu, dizini avuçladım okşadım, bazen öyle çok tutamadım ki kendimi araba ne zaman yavaşlasa uzanıp dudaklarımı yanağına bastırdım. Yine de dikkatimi bir an olsun yoldan ayırmadım. Bu arabanın içinde hayatımı taşıyordum.
Araba Isparta’ya girdiğinde öğle saatlerindeydik fakat mart ayında olmamıza rağmen Isparta yine gri bulutlarla örtülüydü, yağmur yağıyor değildi ama Zeliha’nın bir kirpik vuruşu bile bulutların içinde ne kadar gözyaşı varsa şehre dökecekmiş gibiydi. Zeliha geçen saatlerin bir dakikasında bile gözünü kırpmadı, bir kez olsun uykuya dalmadı. Isparta’nın içinde ilerlediğimiz sırada kızlar uyanmaya, kendi aralarında sessiz bir şekilde sohbet etmeye başlamışlardı.
Evin olduğu sokağa geldiğimizde kızlar kendi binalarının önünde indiler. Valizlerini aldıktan sonra Zeliha’yla kısa bir diyalog kurdular ve uyku sersemi halde binaya doğru ilerlediler. Birkaç saniye sonrasında biz de binanın park alanında ilerliyorduk. Zeliha asansöre bindiğinde kollarımın arasına girdi, başını göğsüme yasladı ve asansör bizi evimizin olduğu kata ulaştırana dek göğsümde yaslı şekilde asansörün aynasına düşen yansımamızı izledi.
Anahtarı çıkarıp kapıyı açtığım sırada hala göğsüme sokulmuş durumdaydı. Kapıyı açmamla, Leon ve Pars iki ayağının üzerinde yükselerek patilerini üzerimize koyup bizi karşıladılar. Oğlanların kulaklarını geriye yatırarak başlarını okşadıktan sonra, “Anne ve baba evde,” dedim, bu söylediğim şey Zeliha’yı yorgun bir şekilde de olsa içtenlikle güldürdü.
“Sevgilim,” dediğimde yorgun bir şekilde bana çevirdiği bakışlarının tüm yorgunluğuna rağmen ışıldadığını gördüm. Bunu ona daha sık söylemem gerektiğinin farkındalığı içime büyük bir hızla çökerken ona göz kırptım. “Ben çantaları getireyim. Sen de çıkıp duşa gir.”
Kaşlarını havaya kaldırıp bana dik dik bakınca, “Kız senin için fesat ha,” dedim, bu tepkim onu kıkırdattı. “Eşeğin aklına karpuz kabuğunu sen düşürdün şu an. Aklımda hiç sapıkça şeyler yoktu. Şu an var mesela.”
“Karpuz kabuğunun aklından bir an olsun çıktığı mı var koca dana?” Boynunu esnetip merdivenlere yöneldi. “Aşkım anahtarı al o zaman. Kapıda yavru köpek gibi kalma.”
Kalbim tekledi. El kadar kız, benim kalbimi tekletti. Her zamanki gibi.
“İnanır mısın örümcek adam olur, binayı tırmanarak çıkar, camı kırar yine içeri girerim bana bir daha aşkım diyecek olursan,” dediğimde inci gibi parlayan dişlerini yeniden görme şansını yakaladım.
Üst kata çıkana dek arkasından baktım. O üst kata çıktıktan sonra kapının üzerindeki anahtarı alıp yavaşça evden çıktım. Tam o sırada Muşta ve Cenan iki yana aralanan asansör kapısının diğer ucunda belirmişti. Muşta’nın kollarında kızı vardı, yüzünü babasının boynuna gömmüş, uyuyordu.
Cenan bana gülümsedikten sonra çantasından anahtarını çıkarıp kapıya yöneldi, Muşta’nın ise adımları tam önüme geldiğinde yavaşlayıp durdu.
Kızının sırtını okşarken, “Paket var,” dedi, anlamadığım için kaşlarımı çatarak ona baktım. “Zafer, sen ve Vural. Halledersiniz.”
“Aynı dava mı?”
“Biri uyuşturucu satıcısıymış.” Dide’nin duymadığından emin olmak için fısıldamıştı. “Şu Slovenya’daki herifin eğittiklerinden biri. Örgütten ayrılmış ama uyuşturucu ticaretine devam ediyor. Ondan bilgi alınabilir. Diğeri de hala örgüt üyesi ve muhtemelen bir işaret fişeği bekliyordur.”
Başımı salladım. “Tesiste görüşelim.”
“Olur,” dedi Muşta.
Isparta gelişimizin yasını tutuyormuş gibi yağmura gebe kaldığında akrep akşama ait bir rakamın üzerinde asılı duruyordu. Zeliha akşamüstü koltukta uyuyakalmıştı, onu kucaklayıp üst kata çıkarırken ben de uykusuzluğun usulca kıyılarıma vurduğunu hissediyordum ama halletmem gereken çok iş vardı. Zeliha’nın üzerini ince bir pikeyle örtüp, uyandığında karşılaşacağı karanlık onu ürpertmesin diye gece lambasını açtım. Kamuflaj pantolonumu giyip, beyaz tişörtümün üzerine montumu aldıktan sonra evden ayrıldım.
Tesise varana dek arabanın camları açık kaldı, içeri yağan yağmurun şiddetle uçuşan damlaları daldı, yüzüme dokundu ve arabada son ses çalan şarkı hiç susmadı.
Tesise geldiğimde, herkes tatil modundan çıkmış, iş peşinde koşturmaya başlamıştı. Adnan büyük monitörün önünde oturmuş, on ikiye bölünmüş ekranın her birini dikkatle inceliyor, her bir ekranda kayda değer farklı bir kayıt oynuyordu. Girdap bilgisayarın başındaydı, Yener de laptopunu kucağına almış, kulağında kulaklıkla yüksek ihtimalle ses kayıtlarının olduğu dosyaları ayıklıyor, her birini özenle dinliyordu.
Devran odaya elinde bir bardak çayla girdi, ince belliyi masanın üzerine bırakırken, “Merdo,” dedi, “sen mi paket edeceksin bu ibinenin evlatlarını?”
Sado gülerek, “Kurbane, ne güzel ibine dedin,” diye alay etti.
“Evet,” dedim, “sonra da Onur denen zibidiye teslim edeceğim ama önce almam gerekeni alayım da bir.” Sandalyeyi çekip ters çevirdim, oturup dirseklerimi sandalyenin sırt kısmından aşağı sarkıttım. “Zafer nerede?”
“Nerede olacak? Arşive ineceğini söyleyip gitti ama şu an köşeye çökmüş bahis sitesinde Zeus ile vuruştuğuna eminim. Sabaha karşı arabada Zeus’a sövüyordu çarpan atmadığı için.”
“Şimdi plan ne?” diye soran Vural oldu. Uzun zaman sonra timle değil, oluşturulan grupla ilk kez göreve katılacaktı. Eskiden bunu daha sık yapardık. İşimiz bittiğinde dağın eteğinde oturur, bir sigara yakar, Isparta’nın merkezine yanan ışıkları izlerken sessizce sigaramızı içerdik. Gözlerimi yavaşça Vural’a çevirdim.
“Heriflerden birinin takıldığı mekanı öğrendik. Oranın müdafimi olmuş yavşak. Bundan sonrası daha kolay, doğaçlama da ilerleyebiliriz, kedinin fareyle oynadığı gibi oynayabiliriz, size kalmış.”
“O zaman,” dediğini duydum Zafer’in, ardından odaya girip alkış tuttu. “Sikişe hazır mıyız beyler?”
“Sanıyorum hazırız,” diyerek bilgisayar ekranının önünden çekilen Girdap sırıttı. Bilgisayar ekranına doğru eğildim. Numan Terzioğlu ismini gördüğümde sırıttım.
“Kayganlaştırıcısız, aralıksız,” diye devam ettirdim Zafer’in söylediğini.
“İşte buna bayıldım,” dedi Vural sırıtarak.
“Herifin adres bilgilerini de çıkar, bana vatandaşlık numarası yetmez,” dedim Girdap’a, ardından bakışlarımı kardeşlerime çevirdim. “Güneşlenmeniz bittiyse beyler, birilerinin hayatındaki en büyük fırtına olma zamanı geldi.”
Yener tek kelime etmeden bilgisayar ekranına bakıyordu. Gözlerim bir anlığına ona dokundu. Öfkeyi gözlerinde gördüm, içine sinen tüm duygular kirpik diplerinden sızarak çehresine yayılıyordu. Bilmek istiyordu. Bu tetikçilerden hangisinin ona bunu yaptığını bilmeye ihtiyacı vardı.
Yener’e doğru yürüyüp avucumu omzuna bastırdığımda gözlerini ekrandan çekerek bana çevirdi. “Onu bulduğumuzda,” dedim gözlerinin içine bakarak, “tüm şarjörü onun kafasına boşaltan tek kişi sen olacaksın.”
“Onu bulmak için götümü kaldırmam gerek,” dedi Yener gözlerini yüzüme sabitleyerek.
Ona henüz iyileşmediğini, bir çatışma olasılığının olduğu hiçbir yere gelmemesi gerektiğini söyleyemedim ama söylemesem de bakışlarımdan bu cevabı alıyordu. Burnundan sert bir nefes vererek gözlerini yeniden ekrana çevirdi. “Numan tetikçilerden biri mi?” diye sordu.
“Evet,” dedi Girdap. “Slovenya’ya kaçan liderlerinin eğittiği tetikçilerden biri. Aynı zamanda uyuşturucu ticaretiyle uğraşıyor. Bir zamanlar örgütün altın öğrencilerindenmiş.” Girdap tek kaşını kaldırdı. “Biz bir gece ansızın gidip, şafağı dinamit olarak götlerine sokana dek, öyleydi.”
“Çil yavrusu gibi dağılmış pezevengin evlatları,” dedi Devran çatık kaşlarla. “Yeniden birleşmeden önce iyice parçalayalım şunları. Bakarsın aradığımızı da buluruz.”
Yener, “Buna ben de geleyim,” dediğinde dişlerimi birbirine bastırıp ona baktım. Hayır demek mümkün gelmiyordu ama evet demek de akıl işi değildi. Tetikçilerden biri paket olduktan sonra diğerlerinin illaki haberi olmuş olmalıydı. Birinin ortadan aniden, haber vermeden kaybolması demek, ya sarı torbaya girdiği anlamına gelirdi ya da sarı torbadan daha beter bir yere sokulup eceli gelene kadar rahat yüzü görmeyeceği anlamına gelirdi.
“Bu herifler artık hazırlıksız yakalanmaktan korkuyordur,” dediğimde Yener, “Ben hazırlıklı da hazırlıksız da onların hayatını sikebilecek bir adamım Gurur,” diye yanıt verdi tek nefeste.
“Allahsızın oğlu,” dedi Sado birdenbire, alışkın olduğumuz şivesiyle. “Yav kurbane sen niye oturmuyorsun lan şu götünün üzerine? Bırak önüne getirelim de ağzının içini kovan doldur ittiğin.”
“İttiğin,” diye dalga geçti Devran.
Sado, Devran’a dik dik baktı ama sonunda o da gülerek başını iki yana salladı. “Kurbane, haksızsam haksızsın de.”
Devran, “Haksız olduğunu hiç görmedin Sadom,” dedi gülerek.
“Ben de geliyorum, bu kadar,” dedi Yener ikisini de yok sayarak. “Çok durdum. Götümün üzerinde çok oturdum. Size beni göreve götürün demiyorum. Bu bizim için çıtır çerez, bu bizim için on dakikalık porno lan. Konusu bile yok.”
Yorum yapmak istemiyordum ama Muşta kapının eşiğinden, “Burnun kanarsa, on yıl yazıcının önünde oturur çıktı alırsın alagavat,” diye homurdandı Yener’e.
Yener başını sallayıp, “Burnum kanarsa gel bana boyun kilidi at, bilincimi kaybedene kadar sık gırtlağımı,” dedi.
“Ya da sadece Kurtuluş abiyi ara, bu bilincini kaybeder zaten,” dedi Devran.
Bizimkiler gülüştü, benim kafam yine kazan gibi olduğundan bir şey demeden odadan çıkıp koridora yöneldim. Bir çay alırdım, bir de sigara yakar önüme çektiğim ne kadar dosya varsa inceler, bir sonuca varmaya çabalardım. Bu gece için planım bu yöndeydi.
Kendime çay doldurduğum sırada Girdap’ın botlarının zemine bıraktığı sesleri dinledim. Bir tilki sessizliğinde bana yaklaştı, önümde duran tezgaha kalçasını dayayıp kollarını göğsünün üzerinde birleştirdikten sonra, “Gurur,” dedi sessizce. Derdini biliyordum, bilmiyor değildim; Muğla’da geceleri herkes uykuya çekilince, o gözüne girmeyen bir damla uykunun hesabını pencerenin önüne oturur geceden sorardı. Aklında neyin dolandığını biliyordum, daha kötüsü artık aklında dolanan şeyin cevabını biliyor olmamdı ama o henüz onu yakıp yıkacak gerçeği bilmiyordu.
Bastıramadığım bir suçluluk duygusuyla dostuma baktım. “Söyle.”
Künyesini parmaklarının arasına aldığını gördüm, parmağının etrafında çevirdi, ardından bırakıp kollarını yine göğsünün üzerinde toparladı. “Zeliş bir şey dedi mi hiç sana?”
“Her gün beni ne çok sevdiğini söyler genelde, başka bir şey demesine de gerek kalmaz,” diye alay ettim ama Girdap gülmedi, hala dalgındı, hala içi içini yiyordu ve artık bunu saklayamaz olmuştu.
“Mehtap ona güvendi, gördüm ben,” dediğinde soracağı sorudan kaçamayacağımı anladım. Gözlerim parmağımdaki söz yüzüğüne ilişti, kendi yüzüğüme bakarken kaderin bazen güzelliklerden önce kabusları önümüze sunduğu gerçeğini hatırladım. Elbette Girdap yeni bir kabusa daha uyanmak üzereydi ama güzellikler o kabusun ardında durmuş onu saracağı anı bekliyordu. Bir kez daha yıkılacaktı belki ama sonunda öyle bir toparlanacaktı ki, buna kendisi de akıl sır erdiremez olacaktı. “Mehtap birine güvendiği vakit, kalbini açar.” Girdap bakışlarını bana çevirince kurşun geçirmez sandığım ifademin anlık sarsılmasına engel olamadım. “Söylemiş mi bir şey ona? De bana. Zeliha senden saklamaz kardeşim.”
Senin gülüne kıymışlar, yapraklarını koparıp kurusun diye bir masanın üzerinde, güneşin altında bırakmışlar, diyemedim. Sadece Girdap’ın gözlerine baktım.
“Kız kıza dertleşmişseler de Zeliha kalkıp bana bunu anlatmaz, biraderim,” dedim, ondan bildiklerimi saklamak karanlık bir ormanda kaybolmuş gibi hissettirdi. Sanki o yoğun sisin içinde, yönümü kaybetmiştim ve her adımım bildiğim gerçeğin karanlığına gömülüyor, o gerçek bir bataklık olup attığım adımı yutuyordu. Göğsüme bir ağırlık gibi oturdu, beni çökertti ve ister istemez kendimi Girdap’ın yerine koydum. Değil Girdap olmak, Girdap olmayı bir saniyeliğine düşünmek bile, bir yara gibi derinde kanadı ama yüzeyde sessizce yavaş yavaş hissedildi. Kendimi onun yerine koymaktan vazgeçtiğimde bile o acıyı hissetmeye devam ettim.
“Bir şey gizliyor benden,” dedi Girdap sessizce. Elini göğsüne koyunca duruldum. “Şuramda hissediyorum. Yokluğu kadar yakmıyor bu şey ama varlığına bakmak bile canımı acıtıyor. Ona bakmak canımı acıtıyor. Bana anlatamadığı bir derdi var.”
Doldurduğum çay bardağını tezgahın üzerine bırakıp, “Hiç mi bir şey anlatmadı?” diye sordum. “Sormadın mı bir şeyleri?”
“Duyacaklarımdan mı korktum yoksa ona sormaktan mı korktum bilmiyorum. Kendini bana açmasını bekliyorum bahanesinin arkasına sığındım da kaçıyorum sanki anlatacaklarından.” Gözlerini mermer zemine indirip bir süre o mermer zemine baktı. “Eskiden bu tesisin koridorlarında onun hayaliyle dolanır, her köşeyi dönüşümde onu görmenin umuduyla yürürdüm. Şimdi bu koridorun içinde gittiğim yerde onu bilebileceğimi bilerek volta atıyorum ama bir şey var, çok ağır bir şey var içerimde.” Kaşlarını çattı. “Evham mı yapıyorum, sadece gidecek diye mi korkuyorum, yine kaybolur diye mi böyle oluyorum bilmiyorum. Aptal bir histen ötesi değildir belki de.”
Yeniden, “Hiç mi bir şey anlatmadı?” diye sordum.
“Düşük yaptığını öğrendim,” dediğinde sessizce çay bardağının içindeki kaynar çaya baktım. “Kara zorla, bir suç işlemiş gibi anlattı bunu. O da içimi yaktı. Yarasını deşmişim gibi de hissettim. Ötesini berisini soramadım, sarıldım sadece. Sarılınca birinin hissettiği tüm acıları alabilseydik, hiç düşünmez hissettiği ne varsa alırdım ondan. Böyle sikik sikik konuştuğum için de kusuruma bakma ama yemin ederim ne dilimi ne kalbimi tutamıyorum ben bu kıza. Elimi uzatsam kaybolacak gibi de hissediyorum, elimde değil hiç.”
Girdap’ın Mehtap’a hissettikleri, denizdeki dalgalar gibiydi, aniden ve şiddetli bir şekilde vuruyor, onu derin sulara çekiyor ve Mehtap gözlerinin önünde sonsuzluğa doğru genişliyordu. Her dalganın altında, kaybolan umutları ve yitip giden hayalleri yatıyordu; şimdi o kabaran dalganın altında umutlarının da hayallerinin de hala canlı olduklarını, sağ olduklarını görmek onu afallatıyordu. Kendini bir türlü bu duruma inandıramıyordu.
“O herifle ilgili bir şey söyledi mi?”
Girdap, o adamdan bahsetmemden rahatsızlık duyduğunu saklamadan gözlerimin içine baktı. Daha sonra sessizce, “Yok,” dedi, “ağzından ne o konuyla ilgili bir şey çıktı ne de başka bir şey.”
“Sor Girdap, belki senin sormanı bekliyordur sana dökülmek için. Sen onun kendisini açmasını beklerken, belki o tutup senin onu açmanı bekliyordur. Kadınlar bizim gibi düz mantık değil birader, onlar her şeyi detaylı, inciğinden boncuğuna düşünüyor, hissediyor. Biz sevdalandık mı beynimiz durmuş şekilde tekdüze hareket ediyoruz, onlar sevdalandı mı sürekli kafalarında yeni bir şey kuruyorlar. Bizim gibi tek yönde değil, bin farklı yönde ilerliyorlar. Belki de senin bu kızı karşına alıp inciğinden boncuğuna düşünmen, konuşman, sorman, hissettirmen gerek. Yanında olduğunu, ne olursa olsun yanında olacağını, hiçbir şeyin ona olan sevgini değiştirmeyeceğini hissettirme sadece, söyle de aynı zamanda. Kadınlar duymak ister.”
“Ona ne isterse söylerim, Gurur. O susmamı istediği anlarda bile ona koşan kelimelerim var benim. Ben hayatımda kimseye yalvarmadım, herkese siktir çektim, herkese sırtımı dönebildim ama ona var ya… Ona nasıl yalvardım Allah şahit. Ona nasıl yakardım. Öl dese ölürdüm, gitmemi istemiyorsan öl dese hiç düşünmezdim. O benim ona susamayacağımı ilk andan itibaren biliyor zaten.”
“Susamayacağını her gün göstereceksin o zaman kardeşim,” dedim. “Her gün duymazsa fikrini değiştirdiğini bile düşünebilir. Her gün nasıl hissettiğini göster, söyle ki kafasında seninle ilgili hiç soru işareti oluşmasın. Sen onunla ne kadar ilgilenir, ne kadar yanında olduğunu gösterirsen, o sana o kadar güvenecek, o kadar yaslanacak.”
Çay bardağını parmaklarımın arasına aldım ama dudaklarıma götürmedim.
“Belli ki sana anlatamadığı çok şeyi var. Bunu duymaktan hoşlanmadığını biliyorum, bu gerçekten nefret ettiğini de biliyorum ama bir evlilik geçirdi. Bu evliliği ne şartlar altında devam ettirdiğini ve hangi noktada vazgeçip geri döndüğünü öğrenmen gerek. Belki de sana anlatacağı şeyler, senin kafanda kurduklarından da sandıklarından da daha farklıdır. Ona aradığı güveni ver, sonra da ona sor. Belki de kendisini sana açabilmek için kollarını ona açmanı bekliyordur. Belki ona açtığın kolların arasına girdiğinde, kendisini açmak ona daha kolay gelecektir.”
Girdap bir süre sustu. Daha sonra, “Teşekkürler Aşkım Kapışmak,” diye alay etti.
Yüzümü tiksintiyle buruşturarak, “Nişanlı bir adam olmak bünyeye yeni bir skill ekledi. İlişki koçluğuna başlıyorum. Düğünü Çırağan’da yapmak için bir süre enayi silkelemek fena gelmedi kulağa,” dediğimde Girdap bana dik dik baktı.
“Silkelediğin ilk keriz ben olacakmışım gibi duruyor.”
“Canım benim, sana seans başına indirim yapacağımdan şüphen olmasın.”
Girdap bir müddet sustu, tek kelime etmeden sadece duvarları izledi. Her şeyi ona anlatacak bir kişi varsa, o da Mehtap olmak zorundaydı. İkisi içindeyken yıkılacak o binanın duvarlarına ilk dokunan ben olmak istemiyordum. Haddime de değildi zaten.
Yine de bir yanım gayet farkındaydı. Girdap’ın bir yanardağ gibi infilak edeceği o an geldiğinde, eteklerinden süzülen ateşlerin herkesi nasıl önce küle, sonra taşa çevireceğini biliyor gibiydim. Mehtap da bildiği için susuyor olmalıydı ama günün sonunda, olan olmuştu. O herifin sessiz kalmayacağı, kıza yaşattıklarından belli oluyordu ve kudurmuş bir köpek gibi ağzından köpükler saçarak tehditler savurmaya başlamıştı. Bu tehditlerden karlı çıkacağını düşünüyor olması gülünçtü, çünkü o gün geldiğinde Girdap Demiralp’i tanımamış olmayı dileyecekti. Hatta öyle ki, Mehtap’ı bile hiç tanımamış olmayı dilecekti. Bunu biliyordum.
Biliyordum, çünkü Girdap Demiralp’i tanıyordum.
Tesiste ve evde sürekli olarak bilgisayarın başında, belgelerin önünde sabahlıyor olmam timdekiler tarafından normal karşılanıyor olsa da, geçen üç günün ardından Zeliha bu durumdan duyduğu rahatsızlığı göstermeye başlamıştı. Aslında buna tam olarak rahatsızlık da denemezdi, daha çok endişeyle dolu gibiydi. Neler olduğunu anlamaya çalışıyor, bu süreçte de kendisini oyalamak için ders çalışıyordu ama ders çalışmanın bile onu oyalayamadığını fark ettiği zamanlarda soluğu yanımda, salonun köşesindeki berjerin üzerinde alıyor, ben örgütle bağlantısı olan insanları araştırırken o da büyük bir merakla beni izliyordu.
Yine öyle bir geceydi.
Güzel gözlerini üzerimde hissedebiliyordum ama dosyaya o kadar odaklanmıştım ki gözlerimi kaldırıp o aklımı başımdan ayıran, mantığımı bin parçaya bölen gözlere bakamıyordum. Çünkü Zeliha’ya bakmak, mantıktan sıyrılmakla birlikte, yoğunlaşan karman çorman duygulara bir kördüğüm daha atmak demekti. Odağımı bu konuya vermem gerekiyordu ama evin içindeki varlığı bile aklımı bulandırmaya yetiyordu. Kimi zaman salaş bir şekilde, üzerinde ona bol gelen pijama takımlarıyla ve başının üzerinde dağınık duran topuzuyla aklımı paramparça etmeyi başarıyordu, kimi zaman altında küçük bir kumaş parçasından ötesi olmayan şort ve bana ait, ona en az beş beden büyük tişörtle önümde bitiyordu; böyle anlarda bilgisayarının kapağını kırar gibi kapatıp onun üzerine çullanasım geliyordu.
Eminim ki bunun da farkındaydı.
Başında halesi olan bir şeytandı; geberiyordum bu duruma, çok hoşuma gidiyordu.
Bazen de beni izlerken koltuğun üzerinde uyuyakalıyor, nihayet araştırmam sona erdiğinde ve uyuyan yüzüyle karşılaştığımda onu battaniyeye sarıp yumuşak bir şekilde kucaklayarak yatak odamıza götürüyordum. Onu yatağa bıraktığım vakit, yatağın ortasına kadar sürünerek gidiyor, battaniyeye biraz daha sıkı sarılarak koca yatağın ortasında küçücük bir cenin şeklinde tatlı uykusuna kaldığı yerden devam ediyordu. İşte o anları izlemek, zihnimdeki uğultuları durdurduğu gibi tüm gece bilgisayar başında olmamdan kaynaklı boynuma oturan ağrıyı da silip götürüyordu.
Artık merakına yenik düştüğü bir gece, “Neyle uğraşıyorsun bu kadar?” diye sordu, tedirginliğini saklayamadan doğrudan yüzüme bakıyordu. “Bir gelişme mi var?”
“Yetiştirdikleri dandik keskin nişancıları ve tetikçileri toparlıyoruz,” dediğimde kaşlarının ortasında kuşku dolu bir yarık belirdi.
Düşünüyordu, kendi kafasında bunu yorumlamaya çalışıyordu. Her ne kadar her şeyin içinde benimle beraber son sürat ilerliyor olsa da bazen benim hayatımın ona oldukça karmaşık, çözülmesi zor bir matematik problemi gibi geldiğini biliyordum. Ve bu eşit ağırlıkçı kız için, bu matematik problemi oldukça çetrefilli olsa gerekti. Bakışları yüzümdeki tebessümün yavaşça genişlemesine neden olduğunda dizlerini karnına çekip, kırlenti bacaklarının arasına aldı ve çenesini kırlentin uç bölümüne yasladı.
“Hepsini sorgulayacak mısınız?”
“Gerektiği kadarını. İstediğimiz cevabı en açık hangisinden alabilirsek artık,” dediğimde kaşları daha da çatıldı.
“Peki sonra ne yapacaksınız?”
“Sonrasıyla biz değil, Onur Kırgız ilgileniyor.” Herifin ismini zikretmek bile tilt olmama neden oldu.
Eğer mümkün olabilseydi, sanırım, sapıkça biliyorum ve oldukça hastalıklı ama Zeliha’nın kulağına kendimden başka bir erkeğin ismi dolmasın isterdim. Onur’un ismini zikretmek, onu Zeliha’ya hatırlatıyordu ve biliyordum ki Zeliha için onu hatırlamak hiç önemli değil, hatta anlamsızdı ama ben onun zihninde o herifin görüntüsü anlık bile oluşsun istemiyordum.
Oturduğu yerden kalkıp parmak uçlarında bana doğru ilerledi. Her bir hareketini belleğime mühim bir hadiseymiş gibi kaydetmekten kendimi alıkoyamıyor ve uzun süre önce kaybettiğim o savaşın ardından alıkoymaya da çalışmıyordum. Dizini oturduğum koltuğa bastırmadan öncesinde sehpanın üzerinde duran bilgisayarın kapağını indirdi. Ardından dizini koltuğa bastırıp bacağını yavaşça açtı ve kollarını boynuma dolayarak kucağıma oturdu. Kalbim güçlü bir vuruşla boğazıma doğru geldi, tüm duyguların ahenkle içimde süzüldüğünü hissettim. Yüksekte duran bakışlarını yüzüme indirip, parmak uçlarını saçlarımın ensemle birleştiği kısımlarda dolaştırırken büyüleyici görünüyordu.
Her şeyi bir köşeye itmeme neden olabilecek kadar büyüleyiciydi.
“Yorulmuş gibi görünüyorsun, Yüzbaşı,” dediğinde, rütbemin dudaklarından firar edişi ve sesine kattığı oyunbaz tavır damarlarımdaki adrenalin yükselmesine neden oldu.
“Evet, yorucu birkaç gündü,” diyerek ellerimi belinin kavisine yerleştirdim. Parmaklarımın uçlarından fırlayarak derimi yırtıp onun tenine karışacakmış gibi hızla çarpan nabzımı hissediyor muydu? Hissettiği zamanlar benden ürküyor muydu? Ona dokunduğumda o canavar zincirlerine asılıyor, öne doğru atılıyordu ve tüm iştahıyla onun adını sayıklıyordu.
“Garip geliyor,” diye fısıldadığında bir an durdum, garip gelen neydi? Bir yanlışım mı olmuştu? Gözlerinin içine soru işaretleriyle baktığımda, “Böyle olmak,” diye fısıldadı bir kez daha, narin sesi zihnime doluştu. Parmaklarını ensemde dolaştırırken, “Sözlü olmak,” diye devam etti kırılgan cümlesine. Bunu onun ağzından duymak, yalan değil, benim de nabzımı yüz seksene çıkarmıştı. “Sana da garip geliyor mu?” diye sordu çocuk gibi meraklı bir tavırla.
Bakışları ruhumun derinliklerine iniyordu. Hiç şüphesiz Zeliha, heba olan bir çocukluğu saklandığı yerden çıkarıp, elini tutarak bugüne kadar ağır adımlarla yürütüyordu. Kahverengi gözlerinin içindeki altın sarmalı izledim, ardından ellerimi belinin boşluğuna bastırarak, ona temas etmenin ne denli zor olduğunun farkındalığıyla sertçe yutkundum. Dokunsam kırılacak, ortadan ikiye bölünecek gibi görünüyor olmasına rağmen, zalim dokunuşlarıma delice bir açlık besliyor gibi doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.
Bazen avcı ben miydim o muydu anlamıyordum; oysa onun nehir kenarında suyunu içen ürkek bir ceylan olduğunu düşündüğüm zamanların sayısı hesap edilemeyecek kadar fazlaydı. Yine de bazen çalıların arasından beni izleyen parlak gözlerinin bir pumaya ait olduğunu da düşünüyordum. Kedi doğasıyla parmaklarının üzerinde zarafet, bir o kadar da sessizlikle ilerliyor, beni yere devirip altına alacağı anı bekliyordu.
Avcıyken de onun avıyken de ne şekilde olursa olsun, eğer ucunda o varsa, ölüm karşıma geçse, ölümün gözlerine ona kafa tutuyormuş gibi dik dik bakardım.
“Bazen gözlerimin içine bakarken öyle çok susuyorsun ki söylediğim şeyi unutuyorum,” dedi sessizce.
“Sözlü olmamızdan söz ediyordun,” diyerek bıyık altından güldüğümde yanaklarının renginin koyulaştığını gördüm. “Bu yeni mi dank ediyor? Birkaç gündür sözlüyüz.”
Ve birkaç gündür ben, bu gerçeğin altında, deli dana gibi oradan oraya koşmamak için Zeliha, yemin ederim kendimi yırtıyorum kızım.
Bunu ona söylemedim, sadece gözlerinin içine baktım. Çoğunlukla böyleydi. Onun hayatında isimsiz biriyken, yalnızca Zincir’ken, boğazına dolandığımı düşündüğü anlarda da bu böyleydi; ona söylemediğim her şeyi içimden kendimle binlerce kez konuşurdum. İçimde binlerce parçaya bölünür, binlerce parçayla kanlı bıçaklı olurdum.
Onunla içimden konuşmak en büyük alışkanlığımdı, bazen bu alışkanlıktan kurtulabilmek için öfkemin sesini dinlerdim; öfkem etrafa çarpa çarpa bana doğru gelmeye başladığında da çoğunlukla hedefimde aklımı ve kalbimi sürekli bulandıran bu küçük kız çocuğu olurdu. Pişmanlık açık bir yara gibi içimde sızladı.
Kollarımı beklemediği anda onun bedenine sarıp, yüzümü göğüslerinin arasına gömdüğümde, bu hareketten nasıl bir çıkarım yaptıysa çocuksu bir ses çıkararak kıkırdadı. Oysa içimde, derinlerimde bir yerde beni paçavraya çeviren bir suçluluk duygusuyla kıvrım kıvrım kıvranıyordum. Ona yönelttiğim öfkeyi ne zaman hatırlasam, kendimden tiksiniyordum.
“Bu aralar,” diye fısıldadı, “daha farklısın.”
“Nasılım?” Yüzüm hala göğüslerinin arasında olduğu için sesim boğuk yükselmişti; kokusunun içimi bir bıçak gibi karışladığını hissettim ve bu bıçak darbeleri bana keyif veriyordu.
“Hem ilk tanıdığım andaki gibisin hem de alışkın olduğum gibisin,” dediğinde bir an söylediği şeyi algılayamadım. Panik dalgası içimde büyüyüp patladı ama dışarıya karşı soğukkanlılığımı yitirmedim. Çenemi iki göğsünün arasına sürterek kafamı kaldırıp ona alttan bir bakış gönderdiğimde, gözlerini indirip yüzümü süzerek parmaklarını şakaklarımda dolaştırdı. “Bunu sevmediğimi söyleyemem.”
Kaşlarım çatıldı.
Parmaklarını kaşlarımda dolaştırıp, “Kaşlarını çat diye söylemedim,” dedi sessizce. “Bu halinin hoşuma gitmediğini söyleyemem ama nedenini de merak etmiyor değilim.” Durdu, yüzümü inceledi. Orada her ne gördüyse, “Her şey üst üste geldi, değil mi?” diye sordu yumuşak, kadife gibi bir sesle. “Her şey üst üste gelince Zincir’e dönüşmek zorunda kaldın.” Kollarımın arasına sığındı, sanki yüzüm göğüslerine yaslı değilmiş gibi bana sıkıca sarılarak kucağımda küçücük kaldı.
Söylediği şeye bir karşılık veremedim. Öyle miydi? Ona karşı yönelttiğim yanlış bir söz, onu incitecek yanlış bir davranışım olmuş muydu? Öfkemin şiddete dönüştüğü anı hatırladığım an kaşlarım çatıldı ama Zeliha bana sığınmaya devam etti. Bende gördüğü, muhtemelen de korktuğu o şeye rağmen bana sarıldı.
Evet, bir yanım buzlarla çevrili bir mahzendi; o yanım Zeliha yokken çok uzun süre hüküm sürmüştü ve sonra Zeliha gelmiş, ben ateş çemberinin içinde bir yanım daha olduğunu, o yanımın ateşlerin arkasından hayatıma yıldırım gibi düşen o kıza baktığını, onu ateşlerin değil, o kızı yaktığını çok sonralar fark etmiştim.
“Yener,” diye fısıldadı. “Eylül.” Derin bir nefes aldı. “Diğer tüm olanlar.” Parmaklarını saçlarımda dolaştırdı. “Ani patlamalarının nedeni budur belki,” dediğinde durdum, cevap vermedim ama içimde bir şeyler sarsıldı. “Aramızda hala konuşulmamış çok şey var Gurur,” dedi. “Benim sana kızdıklarım var, senin bana sustukların var. Bir şeyler var işte.” Yüzünü saçlarımın arasına gömdü. “Ama öfken bir deli yangın olduğunda, bırak da seni körükleyen değil, durduran ben olayım.”
“Sen bu öfkenin hiçbir zaman muhatabı olmayacaksın. Asla,” dedim. “Sana gösterdiğim çirkin yüzlerim oldu elbet, biliyorum ama bu saatten sonra sen benim sadece güllük gülistanlık yanımsın. Emin olabilirsin. Her şey üzerine yemin de edebilirim buna.”
Dudaklarını öne uzatarak, “Hımm,” diye mırıldandığında alt dudağımı yaladım. Ardından bakışlarım dudaklarına takılıp kaldı. Onun dudaklarına bakmak, tanrıyı izlemek gibi hissettiriyordu. Bir şekilde ilahi bir yanı vardı. Bunu, onu ilk gördüğüm an bile düşünmüştüm. Bu dünyaya ait değil gibiydi. Yolunu kaybetmiş, yıldızların arasından düşerek bu dünyaya gelmişti.
O zamanlar onu bu dünyaya ait olmayan, ilahi bir varlık gibi gördüğümü biliyor olsaydı, mutlaka benimle alay ederdi çünkü bazı geceler ben de kendimle alay ediyordum.
Elimde olmadan, açlığın artışı, isteğin durdurulamayarak ihtiyaca dönüşmesiyle küçük çenesini parmaklarımın arasında sıkıca kavradım. O ateş, doğduğum ilk anda bedenimde yanan yaşam ateşinden daha yakıcıydı. İlk soluğunda gözyaşlarına boğulan bir bebeğin ciğerlerini yakan o ateşin daha büyüğü o benim hayatımda ilk soluğunu aldığında ciğerlerimde yanmıştı. Kararan bakışlarımı ondan gizlemeyi denedim, içimde estirdiği fırtınadan korkmasın istedim ama bir yere kadar dizginleyebildiğim bu duygular, bir yerden sonra kendi saltanatını ilan ederek beni ele geçiriyordu. Tek ihtiyacım ona dokunmak oluyordu. Tek ihtiyacım kendimi tüketirken, onu da benimle beraber tüketmek oluyordu. Bakışlarımda her ne gördüyse, yaşadığımız her şeye rağmen, buna bir türlü alışamıyormuş gibi yanaklarına çöken utancın rengini izledim.
“Uslu bir kız gibi köşede oturmaktan vazgeçtin sanırım,” dediğimde ılık nefesi yüzüme çarptı. “Kaç gecedir masum suretinin altındaki şeytanı görmediğimi sanıyorsan eğer, Zeliha,” diye fısıldadım ve bu söylediğim şey onu ürpertti, ürpertisini arttırmak için devam ettim: “O güzel kalçalarını sallaya sallaya önümden her geçişinde, aklıma ekmeye çalıştığın şeyi gecelerdir kasıklarımda bıçak gibi taşıyorum ben.”
Narin göğsü aldığı nefesle öne doğru büküldü. Bakışlarımı yüzünden, gözlerinden ayırmıyor olsam da yaptığı her şeyi görebiliyordum. Dikkatim tamamen ona dönüktü.
Hayatım boyunca dikkatim hiçbir zaman birine dönük olmamıştı ama şimdi o vardı, tüm hayatım bir köşeye geçmiş benimle alay ediyordu. Gözlerimde gördüklerinin onu heyecanlandırdığını biliyordum ama bir de göremedikleri vardı. İçimde karanlık gibi çağlayan arzuyu, vahşi dürtüyü göremiyordu; tamamını ona gösterseydim, bu onun için ne denli yıkıcı olurdu merak konusuydu.
(🚨🚨🚨UYARI! Bu kısımdan itibaren ağır bir dil ile yazılmış, oldukça yoğun cinsel içerik bulunmaktadır. 18 yaşından küçüklerin ve bu tür sahneleri okumaktan hoşlanmayanların, işaretlediğim bitiş alanına kadar durmadan kaydırmalarını rica ediyorum. 🚨🚨🚨)
Kafamın içinde onu kaç farklı şekilde siktiğimi bilmiyordu. Bilseydi güzel olurdu ama öte yandan, bu onun hazırlıksız yakalandığı bir lodos da olabilirdi. Her seferinde yakınlığımızı biraz daha arttırmak istiyordum. Onu büsbütün kendime katmak istiyordum. Dokunmadığım bir noktası kalmamıştı ama hala varmış gibi hissediyordum, artık dokunmak bile yetmiyordu.
“Şu an ne yapmak istiyorum, biliyor musun?” diye sordum sessizliği beni biraz daha heyecanlandırdığında.
Göğsü aldığı nefesle biraz daha şişerken, “Ne yapmak istiyorsun?” diye sordu.
Onu hiç beklemediği bir anda altıma alarak, ayrılan bacaklarının arasına girip üzerine gölge gibi kapandığımda, bir elim koltuğun sırt bölmesini parçalayacak gibi kavramış, diğer elim başının hemen yanından geçerek koltuğun minderinde bir oyuk açmıştı.
“Bu koltuğun üzerinde altımda yılan gibi kıvrılmanı sağlamak istiyorum,” dedim, gözlerimiz birbirine kenetli durumdaydı. Avucumun içinde biriken gücü zaptetmek için koltuğun sırt bölmesini daha sert kavradım. Yüzüne eğildiğimde aldığı nefes göğsünü har gibi indirip kaldırıyor, bu beni daha da keyiflendiriyor, hatta vahşileştiriyordu. Kulağına yaklaşıp, nefesimi gerdanına dek süzülmesi adına dışarı bıraktıktan sonra, “Seni nişanlımken hiç sikmedim, değil mi?” diye sordum, boğazımdaki karanlığa batıp gölgeler şeklinde dışarı çıkan kelimelerin onun altımda titremesine neden oldu.
Bacaklarını yavaşça belime sarıp, topuklarını bel kavisime bastırdığında cevabının ne olduğunu biliyordum. Daha ileri gitmemden hiçbir zaman korkmamıştı. Daha ileri gitmemi daima istemişti.
Ona, seni kafamda kaç farklı şekilde siktim, hiçbirinde tam olarak doyuma ulaşmadım, demek istedim ama ürkütmemek için sustum. Ona, sadece yüzüne bakıyor olmanın bile beni nasıl sertleştirdiğini söylemek istedim ama bunu da yapmadım. Sadece nefesimi gerdanına bırakarak ona üstten, kimin patron olduğunu gösteren bir bakış attım. Oysa istese boynuma bir zincir takıp, köpeğiymişim gibi kafamı bacaklarının arasına çekebilir, ona hizmet etmemi isteyebilirdi ve lanet olsun ki hiçbir anımda baskınlık kurulmasına izin vermeyen yanım, bunu bir savaş kaybetmiş gibi kolaylıkla kabullenebilirdi.
Elinde boynuma bağlı bir zincirle beni yönlendirdiğini ve ağzımı üstü oldukça dolgun amına yasladığımı düşündüğümde bacaklarımın arasındaki canavarın biraz daha büyüdüğünü hissettim. Eşofmanın kumaşını yırtıp çıkmak, ihtiyacı olan yere girmek istiyordu. Sapıkça düşünceler sürekli olarak vahşi küfürleri sırtına alarak kafamın içinde dolaşmaya devam etti.
Kafamın içi hiç durmuyordu.
Ellerini yüzüme yasladığında istek çağların ötesine geçti. Aynadaki yansımamla yaşamaya devam ederken ve bu yansımanın ötesinde bir canavar olduğunun çoktan farkına varıp bunu kabul etmişken, birdenbire onu karşımda bulmuştum. Ve şimdi içimdeki canavar yansımamda artık onu değil, bu kızı gördüğüm için bana öfkeliydi. Koltuğun kenarına bastırdığım elimi kaldırıp, beklemediği bir anda yüzüme uzattığı ellerinden birine dokundum, parmaklarımı bileğine indirip elini yüzümden uzaklaştırdım ve göz kontağımızı bir an olsun sona erdirmeden narin bileğinin iç kısmına dudaklarımı bastırdım. Gözlerimiz arasındaki derinlik cennet ve cehennem arasındaki uçurum kadar oyuldu; büyüdü. Nabzı dudaklarıma hızla çarpıyor, bileğinin ortasından geçen damar bana bu hayatta kalmam için bir neden verircesine yaşamıyla dudaklarıma dokunuyordu. Kaşlarım birdenbire çatıldığında, bu sert ifadenin altında ne aradı bilmiyordum ama bu ifadenin altında ona duyulan derin muhtaçlık yatıyordu. Köpek gibi aşık olduğu kadına bakan her adamın kaşları illaki o gözlerde kaybolduğu bir anda çatılıyordu.
Ve Zeliha Özdağ, benim köpek gibi aşık olduğum kadındı.
Bir dokunuşuyla, tüm sesleri susturan kadındı.
Bir dokunuşuyla, tüm dengeleri bozduran kadındı.
“Böyle deli, böyle hudutsuz, kızım, söylesene sen beni nasıl böyle köpek yaptın kendine?” diye sorduğumda göz bebeklerine düşen yansımamın büyüdüğünü gördüm. Beni gözünde büyütüşünü hiçbir zaman benden gizlemiyordu.
“Sen bana ne taptıysan, ben de aynısını sana yapmışım, çok mu?” diye sordu küçük, güzel elini yanağıma bastırarak. Dudaklarımı bir defa daha bileğine bastırırken susmasın istedim, her şey sussun, tüm dünya sussun, gün gelsin kalbim bile, nabzım bile, yaşamım bile sussun ama Zeliha hiç susmasın.
“Yine ateşe verdin. Söndür söndürebilirsen yavrum,” diyerek bileğine dilimi değdirdiğimde ürperdi ama geri çekilmeye çalışmadı. İstiyordu. Her dokunuşuma, her sözüme, benim ona duyduğum gibi ihtiyaç duyuyordu. Gözlerimi gözlerinden uzaklaştırmadan ve biraz olsun hafifletemeden daima çattırdığı kaşlarımı; bileğini yavaşça yaladım. “Söndür ulan söndürebiliyorsan,” diyerek dişlerimi bileğinin iç kısmına sürttüğümde alt dudağını dişlerinin arasına alarak o dolgun dudağını ısırdı. “Söndürebilecek misin?” diye sordum, gözlerim daha da karardı; içimdeki karanlık savrularak tüm ruhumu kapladı ve gözlerimden onun bedenine akarak onu içine aldı. “Sönmez içimin çengelli iğnesi, yemin ediyorum sönmez.”
Dudaklarımı bileğinden kaydırıp kolunun iç kısmına su gibi akıttığımda gözlerini sıkıca yumdu ve hissetti. Beni hissetmeyi sevdiğini bilmek içimi daha da kavurdu. Tutuşturdu beni.
Kendimi durduramadım, ona karşı durdurulmazdım. Bacaklarının arasına tamamen gömülerek dudaklarımı dudaklarına yasladım. Yüzyıllarca susuz kalmış birinin suyla dilinin ilk teması gibi, dudaklarım dudaklarına temas ettiği anda delirdim; durdurulamazdım. Onu içmek istiyor gibi öptüm. Onu kurutmak istiyor gibi öptüm. Onu kurutmaktan korkarak, sonsuza dek benim için çağlaması adına içten içe yalvarıp yakararak öptüm. İçimdeki ateş asla sönmeyecekti ve su sandığım o dudaklar, içimde bir benzin olacak, o ateşi büyütecekti de büyütecekti. Bildim ama dönmedim. Bildim ama o dudaklardan bir adım geriye gidemedim.
Çünkü ondan gidememeyi ben, en çok da ondan kaçarken öğrenmiştim.
Beni öpüşü yumuşaktı. Benim hoyrat saldırılarıma narin karşılıklar veriyordu ve ikimiz arasındaki tezatlık tansiyonumu daha da yükseltiyordu. Ellerim teninde dolaştı, ardından koltuğa yayılan saçlarının etrafında sürüklendi. Daha fazlasını alma arzusuyla dişlerimi dudaklarına geçirdiğimde iniltisini benden gizlemedi. Öyle bir inledi ki, kasıklarımda düğümler oluştu.
“Gurur,” diyerek ismimi inlediğinde parmaklarım tişörtünün içine girerek çıplak karnında ilerledi, sütyeninin üzerinden onu avuçladığımda gözlerini açıp bana arzudan kararmış gözleriyle baktı.
“Yavrum,” dedim, gözlerimde gördüğü ifade karşısında soluğu kesilmiş gibiydi. Parmaklarını kaldırıp çatık kaşlarımda dolaştırdıktan hemen sonra avucunu enseme bastırıp beni kendisine çekti. Dudaklarımız yeniden birbirine mıhlandı ve bu defa öpüşmeyi başlatan oydu. Dilini ağzımın içine ittiği an, ben de parmaklarımın altındaki göğüslerini daha sıkı kavradım. Bedenim ona hükmetme isteğiyle çınlamaya başladı.
Ona dokunmayı hep hayal etmiştim. Ona dokunmanın nasıl hissettireceğini düşünürken bazı zamanlar pervasızlaşmış, kendimi kaybetmiştim.
Sütyeni aşağı çekiştirdiğimde dudaklarıma doğru inledi. Canını yakıp yakmadığımı merak etsem de duramadım. Uçları sivrilmiş göğüslerinin ucuna dokunduğumda dudaklarımı ısırarak karşılık verdi; bunun anlamını biliyordum. Devam etmemi istiyordu. Bundan hoşlanmıştı. Bundan benim kadar hoşlanamazdı. Ağzımı dayayıp emmek istediğim memelerinin uçlarının benim için boy vermesinin beni nasıl azdırdığını bilemezdi. Ona dayadığım sert sikimi doğrudan bacaklarının arasındaki sıcaklıkta hissediyor dahi olsa, bilemezdi. Kendime dokunmazsam ya da doğrudan o bana dokunmazsa, acıdan kıvrılacağımı bilerek kendimi ona biraz daha bastırdım.
Kalçalarını yukarı iterek ona verdiğim ağırlığın altında ezilmek pahasına kendini bana yapıştırdı. Bacaklarının arasındaki sıcaklık gözümü daha da döndürdü. Dilimi damağında gezdirip boğazına dek iteklerken ellerim ellerini kavradı ve kollarını yukarı kaldırmasını sağlayarak koltuğa yasladım. Bileklerinin altında atan nabız avuç içlerime doğru vurarak çırpınmaya başladı. Memelerinin uçlarını ağzıma alma isteğiyle bileklerini sıkıca kavrarken dudaklarımı dudaklarından ayırıp çenesine, oradan da güzel kokulu boynuna indirdim.
Özü tatlı bir çiçek gibi kokan boynunun kokusunu içime çektim, ardından dilimi boynunda gezdirdim. Altımda can çekişiyor gibi büküldü, bundan hoşlandım; bunu bir an önce sonlandırmak ve onun içine köküne kadar yaslanmak istedim. Büyük kalçalarına onun için şişen toplarımı yapıştırıp sikimi en derinine kadar gömmek istiyordum ama bir yandan da süreci uzatmak, onun her bir zerresine dokunmak, her bir zerresini hissetmek, her bir zerresini tatmak istiyordum.
“Seni rahatlatmamı mı istiyorsun?” diye sorduğumda dilim tişörtünün v yakasından aşağı süzülüyor, memelerinin arasındaki belirgin çizgide sürükleniyordu. Yakarışı anımsatan bir onay sesi çıkardığında kanım katran gibi kaynadı. “Söyle,” diye emrettim, içimdeki canavar uzun tırnaklarını yere sürttü, yaralanmış ve kanının etrafında boğulmaya başlamış gibi çırpındı. Beni ne hale getirdiğini bilseydi, altımdayken tek ihtiyacı onu tıkamammış gibi inlemezdi.
“İstiyorum,” diye yakardı, ardından başını geriye atıp küçük, güzel çenesini havaya kaldırarak inledi. “Gurur, lütfen.”
“Evet, böyle yalvar,” dedim, oysa yalvarmanın kıyısında biri varsa eğer, bu şüphesiz ki bendim. Onun kulu, kölesi, köpeği olmaya hazırdım ve bunu yapabilmesi için tek bir komut vermesi yeterliydi. Üzerimde tam olarak böyle bir hükme sahipti.
Bana vursa, başımı yine elinin altına koyup ona bakarmışım, bana tekrar vuracağını bilsem de kafamı elinin altından ayıramazmışım gibi hissediyordum.
“Lütfen,” diye inledi belli belirsiz bir sesle. “Bana istediğimi ver. Bana seni ver.”
İşte bu cümleler ağzından ne zaman dökülse, canımı içimden söküp çıkarmak, onun önüne bırakmak ve uslu bir köpek gibi gözlerinin içine bakarken ondan başka bir komutun geleceği anı beklemek istiyordum.
Karşısında bir dağ var sanıyordu ama karşısında ayaklarının altındaki zemin vardı; üzerime basıp geçse, ayaklarının değdiğine şükrederdim.
Tişörtünü yakasından tutup küçük bedenini havalandırarak ortadan ikiye yırttığımda, gözlerinde saklayamadığı bir dehşet ve bir o kadar da kabul edilmiş bir teslimiyetle bana baktı. Parçalanıp iki yana kanatlar gibi düşen tişörtün ortasında beliren boşlukta çiller ve benlerle kaplı beyaz karnını gördüm. Çilleri tenini biraz daha koyu gösteriyordu lakin parmaklarımı bastırsam, biliyordum ki teninde kıpkırmızı lekelerin oluşması birkaç saniye bile sürmezdi. Yüzümü sütyeninin sıkıştırıp yukarı topladığı memelerinin arasına gömdüğümde bir kez daha duygularla inledi. “Gurur,” dedi, ismimi sevdim. “Lütfen,” dedi, bana duyduğu muhtaçlığı sevdim. Bana küfretse, aşağılasa, ayaklarının altına alsa ve dönüp arkasını gitse, küfürlerini severdim, ayaklarının altında olmayı severdim, bana döndüğü sırtını severdim ama izin vermezdim; herhalde ayaklarına kapanır, gitmesin diye bir çocuk gibi ağlamayı bile kendime hak bilirdim. Benden gittiğini düşünmek bile beynimde kovanından çıkmamış bir mermiydi. Giderse, o mermi kovanından çıkar, beynimi değil belki ama illaki kalbimi deler, paramparça ederdi.
Onu severken mantık yoktu. Mantığın da canı cehennemeydi. Sikimde bile değildi. Ondan başka hiçbir şey. Sikimde bile. Değildi.
Adımın anlamı içimdeki en büyük dağ bile olsa, o dağ onun ayaklarının önünde yıkılmaya daima hazırdı; onun olduğu hiçbir yerde gurur yoktu. O yoksa, Gurur yoktu.
“Tapıyorum sana,” dedim, yalan değildi; eksikti hatta, yarımdı, tamamlanmamış bir cümleydi. Bilmeliydi ki bu, tapmaktan çok ötesiydi.
Sütyenini aşağı sıyırdığımda uçları büyümüş göğüsleri iki yana açıldı ve sonra yeniden birleşerek kapandı. Ağzımı uçlardan birine dayamadan öncesinde gözlerimi kaldırıp bakışlarımı bakışlarıyla buluşturdum. Sis çökmüş gözlerindeki ifadeyi sevdim. Bir kirpiği, diğer kirpiğinin üzerinde yan duruyordu; bunu sevdim. Burnunun ucunda ben gibi bir çil duruyordu, bunu sevdim. Göz bebeklerinin etrafında altın gibi bir halka parlıyordu, sanırsın güneşe bakıyor, güneşi gözleriyle bana yansıtıyordu; şaka değil, ben bunu da sevdim.
Dişlerimi göğsünün halkasına sarıp bastırdığımda beli havalandı ama ağırlığım yüzünden kendini düşündüğü kadar kıvıramadı. Dilimi göğsünün ucundaki halkada dolaştırdım, ısırdığım yeri yavaşça yalarken gözlerimi ondan ayıramadım. Bedeni mabedimdi, tapınmaya ihtiyacım vardı.
İçimdeki sapıklığın tamamı onaydı. Tüm duyguların koşulsuz şartsız ona olduğunu biliyordum. Onun dışındaki her şey artık benim nezdimde olanaksızdı.
Ondan gayrısı bana haramdı.
“Gel bana koca adamım,” diyerek yüzümü avuçlarının içine aldığında kalbim yerinden oynadı. Beni yüzümden tutarak kolayca kendisine çekti. Kaçamadım, geri çekilemedim, emri başım üstüneydi; ne isterse yapardım.
Parmakları yüzümün sınırlarında, tırnakları tenime bıçak gibi baskı uygularken beni bu defa o öpmeye başladı. Kahvesi baskın ceylan gözlerinde gök vardı, yıldızlar orada tüm renkleriyle parlıyordu. Onu öpmeye doyamıyordum lakin o gözlerden ayrı kalmaya da katlanamıyordum. Bu yüzdendir ki ne zaman öpüşsek, alnımı alnına dayıyor, soluklanır gibi yaparken aslında o gözlerden payıma düşeni alıyordum.
Alnım alnında soluklanır gibi yaparken ve gözlerinde kaybolurken, yemin ederim aslında ne yaptığımı biliyormuş gibi bakıyordu.
“Bir kez de ben seni bağlayacağım, unutturma,” diye fısıldadı nefes nefese.
“İstersen kapına bağla lan beni,” dediğimde güldü, alay etmiyordum.
Dudaklarımı dudaklarına çarpan ben oldum. Öpüşürken elim eşofmanımın ipine gitti, ipi çektim aldım. Uzun ipin ucunu dudaklarım onun dudaklarındayken boynuma bağladım. Bunu öpüşürken fark edemediyse de dudaklarımız ayrıldığında, soluklarımız hara dönüştüğünde fark edip afalladı. İpin ucunu eline verdiğimde şaşkınlığı hala o gözlerde en güçlü direnişti. İpim onun avucunun içinde hiç beklemediği anda altındaki şortu söker gibi çekip bacaklarından çıkardım.
“Yönet ulan beni,” dediğimde göz bebekleri büyüdü, öpüşmekten kızaran dudakları aralandı. Nefesi dudaklarından beni yakmak isteyen bir rüzgar gibi süzüldü. İşte bunu beklemiyordu.
“Bunu istediğine emin misin?” diye sorarken ipin ucunu yavaşça avucunun içine doladı. Onun istediği kesindi. Sinsi bir gülümsemenin dudaklarıma yayılışına engel olamadım.
“Sahibin olduğum gibi, sahibimsin sen benim,” dedim hiç düşünmeden.
Sesime bulaşan arzu onu gafil avlamış gibiydi. Hiç beklemediğim bir anda avucuna doladığı ipi kendine doğru çekti ve büyük bedenim hükmü altına girerek ona doğru savruldu. Üzerine kapandım ama dudaklarımızı birleştirmedi. Benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı ama bu daha çok ceylanın kurtla oynaması gibi hissettirdi.
“Bırak sana hizmet edeyim,” dedim, sesim hala emreder tondaydı, öfke bir düğüm gibi genzimde çözülüp sesime karışmıştı. Bundan haz duyduğunu fark ettim. Lanetim sandığım şeyden zevk alması beni afallattı. Sütyeni ortasından yakalayıp kopardığımda karnı içeri çöktü.
İpim elindeyken dilimi yavaşça iki göğsünün arasından karnına indirdim. Göbek deliğinin etrafında dilime üç tam tur attırdım ve tam şu an ceylanımın dizlerinin titrediğine yemin edebilirdim. “Küçük amcığını yememi istiyor musun?” diye sorarken nefesim dilimle ıslattığım göbek deliğinin etrafına döküldü; bedeni ürperdi.
Göz bebeklerinde saklayamadığı bir heyecanla, “Ye,” dedi, bunu duymak nabzımın ibresini zorladı. Kendimi tutamayıp küçük külot parçasına çenemi dayadım. Çoktan ıslanmıştı. Siktir. Çoktan benim için sırılsıklam olmuştu. Deliğinin dibine kadar inmek istediğime yemin edebilirdim, sadece dilimle bile onun en derinine inebilmek istiyordum. Açlığım büyüdü.
Açlığım siktiğimin kasıklarımı parçalayacak, sikimi boxerımın içine boşaltacak kadar büyüdü.
Amına koyayım, amına koyayım, evet, istiyorum.
Senin o küçük amcığın, benim yegane ihtiyacım.
Senin o küçük deliğini içmek istiyorum.
Ağzımı genişçe açarak ağzımın sularını zaten ıslak olan küçük kumaş parçasına akıttığımda elimin altında bir kuş gibi titredi. Ağzımı kumaşın üzerinden amcığına yasladığımda ve gözlerimi bir avcı gibi sınırlarından ona doğru uzattığımda, aralıklı dudaklarıyla büyülenmiş halde bana baktı ama büyülenen biri vardıysa eğer, o da ağzını onun sıcak amına dayayan bendim. Burnumdan verdiğim o sert nefes, ıslattığı kumaş parçasına yayılınca gözleri geriye kaydı. Bundan keyif aldım.
Bebeğim daha bu hiçbir şey.
Bebeğim, gözlerin kayıyor fakat bu henüz hiçbir şey.
“Yedir bana bunu,” dediğimde dizlerinin içi titredi ve bana kendini sunarak ayırdı. Külotu yavaşça kenara çektiğimde, sulanarak aralanan küçük amcığı beni karşıladı. Beynimde bin mermi, beynimde bin iğne, çivi ve göğsümde bir çengelli iğneyle; ihtirasıma tutunup inledim. “İçine koca sikimi alan amın nasıl oluyor da bu kadar küçük görünebiliyor, sen bir sihirbazsın,” diye fısıldadığımda utandığını biliyordum ve lanet olsun ki utandığında deliğinin suyu daha tatlı akıyordu. Dilimi iki dudağının arasındaki belirgin klitorisine vurduğum an karnı içeri göçtü. Aldığım tat, tüm kanımın sikime akın etmesine neden oldu.
Başını geriye doğru atıp titreyerek, “Bebeğim,” diye inledi. Öyle seksiydi ki, dilimin hareketlerini durduramadım. Dilim önce o iki dolgun dudağı ayırdı, ardından klitorisinin üzerinde belirgin bir şekilde dönmeye başladı. Her bir turun sonunda klitorisi mümkünmüş gibi daha da şişiyordu. Eğer sikimi altımdaki koltuğa bastırmasaydım, kendimi kaybedip onu bir anda altıma alır, hiç acımadan tamamını içine gönderirdim. Köküme dek.
Ağzımı küçük amının tamamını kaplaması için oraya yasladım; dudaklarımı dolgun kıvrımlarına yaslayarak onu zehrini emiyormuş gibi emmeye başladım. Tadı ağzımın içine bulaştıkça sikimdeki kan uğuldamaya başladı. Gözlerime inen kara perdeyi durduramadım. Dönüşü yoktu.
Bebeğim, bu gece dönüşü yok.
Ayır bana kendini.
İç sesimi duymuş gibi bacaklarını daha sert ayırdı ve şimdi içi gözler önündeydi. Dilimi benim için aralanan minik deliğe ittim, tatlı ve ateş gibiydi; dilimi eritebilirdi fakat o ateş gibi deliği eritecek olan bu defa benim dilimdi. İpimi asılı, boğazımdaki baskıyla amcığına doğru inledim. Gözlerimiz aynı anda geriye kaydı. Onun gözleri zevkten, benim gözlerim onun lezzetinden kaydı.
İşte böyle, kullan koca adamının dilini.
Kendimi kaybetmiş halde dilimi içeri iterken parmaklarımı amının kenarlarına yaslayıp onun içini kendim için ayırdım. Suları dilime ılık ılık sızarken aralanan amıyla birlikte deliği küçüldü; sivri bir şekilde içine itmeye çalıştığım dilimin etrafını sararak sıktı. Bu kafayı yedirtecek türden bir şeydi. Ağzımın sularıyla kirletmek istediğim deliği, çoktan benim için istekle kirlenmeye başlamıştı. Dar arka deliğine gözyaşı gibi inen suları gördüm, ağzımı tekrar dayadım ve bu kez sularını vakumlayarak emdim. İpimi biraz daha sıktığında, alnımda beliren damarlarla ona bakıp şirin, küçük amına avucumun içiyle yavaşça vurdum; kızaran amına tekrar ağzımı yaslamadan önce tükürdüm ve kendi tükürüğümü uzun dilimle bu mucizevi güzelliğin her yerine yaydım.
“Bebeğim,” diyordu, “Gurur,” diye nefesleniyordu. Nefesi kesiliyordu ve titreyerek, “Sevgilim,” diye mırlıyordu. Dilim, her bir kelimesinin ardından arsızca içini zorluyor, şişen klitorisinin etrafında sürekli olarak tur atıyordu. Tamamlanan her turdan sonra dişlerimle klitorisini hafifçe kıstırıyor, canını yakmadan hazzını ikiye katlıyordum.
“İçir bebeğim,” dediğimde ağzıma tamamen yasladı ve yemin ederim bana hükmedilmesi ilk kez beni boşaltacak duruma getirdi. Lanet sikimi sıvazlamama, deliğinin içine daldırmama gerek bile yoktu; bu tatlı sesleri çıkararak kendini ağzıma dayadığı sürece kendime dokunmadan sarsılarak boşalabilirmişim gibi geliyordu. Sikimin ucunun deliğine saplanma isteğiyle morarmaya başladığına emindim; kan tüm toplarımı sararak beni olduğumdan iki kat daha büyük hale getirmişti.
İpimi çeke çeke bana kendini yalattı. İçine dilimi aldı, dilimi içindeyken sıktı ve dilimin etrafında kasılıp gevşemeye başlayan duvarlarını hissettiğimde o küçük amcığının benim için patlayacağını anladım. Durmadım, dilimi içine sokarken burnumu klitorisine yaslayıp onu deliliğin kıyısına getirdim. Kıyısına geldiği şeyden aşağı düşemeden geri çekildim, tekrar saldırdım; tekrar ve tekrar. Sonsuz döngüde. Ta ki ipimi asılıp havalanan ayaklarının parmakları bükülürken ve adımı bir dua gibi çığlık çığlığa zikrederek boşalmaya başlayana kadar…
“Gurur, siktir!” diye bağırdı ve kalçaları kasılıp, amcığı dilimin etrafında kenetlenirken oluk oluk akmaya başladı. Çeneme taşan sularını bir an evvel yalayıp yutmak istiyordum. Kana kana içme arzusuyla amına tüm gücümle yapıştım ve gırtlağımın bağlı olduğu ipe asılmasına aldırış etmeden, alnımda beliren, dışarı fışkıracak gibi hissettiren damarlarla onu deli gibi emmeye başladım.
Boğazımdaki ipe rağmen, titreyen bedenini beklemediği anda ters çevirip önümde domalmasını sağladığımda ipi birdenbire bıraktı. Ellerini öne uzatıp koltuğun kenarlarına tutundu. Bedeni öyle bir titriyordu ki bu bana kafayı yedirecekti.
“Şimdi yedir bu taptığım götü bana,” diyerek avucumu beline bastırıp kalçalarını tamamen dikmesini sağladım. Kıpkırmızı olmuş tatlı amı, küçük deliği ve daha fazlası önüme döküldü. Görsel şölen başımı döndürdü. Zevk sularımın sızarak boxerımın önünü sırılsıklam ettiğini hissediyordum. Dilimi amından başlatarak yukarı doğru sıyırdığımda dizlerinin üzerinde durmakta güçlük çektiğini anladım. Başını geriye atmasıyla saçları bir kırbaç gibi sırtına vurup yayıldı.
Bir elim belindeyken, diğer elim saçlarına gitti; saçlarını toparlayıp bileğime doladım ve onun eşsiz suyunu içerek onu yalamaya başladım. Aşağı, yukarı, yukarı aşağı, soldan sağa ve sağdan sola; adımı binlerce kez zikretti, her biri kısık, puslu, yardım dilenen tondaydı.
“Ne istiyorsun?” diye sorarken nefesim iki deliğine de sızıyor, parlayan sularının üzerinde süzülüyordu. “Söyle.” Emrim onu titretti. “Söyle!” Parmaklarımı beline bastırdığımda kalçalarını zorla da olsa biraz daha yukarı kaldırdı. “Nefis,” dedim farkında olmadan. “Şu amcığının duruşunu göremediğin için çok şanssızsın, bense senin aksine çok şanslıyım amına koyayım.” Kalçasına bir şaplak vurduğumda güzel, dolgun götü önümde tüm güzelliğiyle aralandı. “Sikerler amına koyayım, duramam,” diyerek ağzımı kalçalarının arasına yasladım.
Dilimi deliğine ittiğim an aldığım keyiften dolayı gözlerim geriye kaydı. Amını yaladığım süre boyunca aşağı akıttığı suları deliğine girmişti, özünün tadını deliğini dillerken net bir şekilde alıyordum. Gözlerimin kayması normaldi. Siktiğimin gözleri kör olsa bile, şu an çok haklılardı.
Tapıyorum sana, geberiyorum.
Beni bu kalçalarla boğabilirsin.
Evet, o güzel götünü böyle daya yüzüme.
Seni dilimle sikeceğim.
İç sesim bir an olsun durmadı ve daha da yoldan çıktı. Dilimi delikleri arasında hızlıca gezdirerek onu saçlarından kavrayıp geriye çekerken bedeni yay şeklini aldı. Sikeyim, çok seksiydi. Öldürecekti beni.
Ağzım senin kullanman için var.
Dilim senin zevkin için var.
Lütfen beni besle amına koyayım.
Sürekli ve sürekli, kafamın içinde onunla konuştum. Kalçasına bir tane daha geçirerek yüzümü o mucizelerin içinden geri çektiğimde bedeni hala yay şeklinde gergin duruyordu. Arkasında dağ gibi yükselerek saçlarını daha sert kavradım. Kafası geriye doğru gelip göğsüme yaslandığında tek elimle boxerımı hızla aşağı indirdim ve patlayacak gibi zonklayan sikimi bacaklarının arasına yerleştirip amının sınırlarına sürtmeye başladım.
“Söyle,” diyerek bir elimi öne uzatıp çenesini kavradım. Diğer elimle saçlarını ip gibi kavrayıp onu yönlendirirken, “İçinde mi istiyorsun bunu?” Sikimi amının kıvrımlarına sürterken delirmiş haldeydim. Onu yalvartma düşüncesi beni daha da delirtse de içine kökleme isteği de bacaklarımın içini karıncalandırıyordu.
İçindeki vahşiyi dürtüp uyandırmış olmalıyım ki beni boşaltacak kuvvetteki o cümleyi kurdu: “Sik beni.”
“Küçük amına koymamı mı istiyorsun?”
“Evet, evet, evet lütfen, koy onu içime.” İnlemiyor, resmen yalvarıyordu. Toplarımın kasılıp gevşediklerini hissettim.
“Neyinim, söyle.”
“Nişanlımsın,” dediğinde istediğimi duymuş olmanın ihtirasıyla sikimi amının dudakları arasına yerleştirdim. Klitorisine sikimin ucuyla baskı yaptığım sırada ayakta duramıyordu, bu yüzden onu belinden kavrayıp yay gibi durmasını sağlamaya devam ettim. Tüm yükünü bana bırakarak bana adeta teslim oldu. “Böyle mi istiyorsun, sevgilim?” diye sorarak beklemediği anda sikimi kaygan amcığının içine ittim. Lanet. Sıkı. Lanet.
“Ahhh!”
Dizlerimin içi uyuştu, koca bir adam olmanın eşiğini geçip neredeyse velet gibi titreyecektim. Allak bullak halde, sikimin etrafını saran nabzın beni içine emerek sıkışını, etrafımda gümleyişini hissettim. Kendimi ona çarpmaya başladığımda, kasıklarım ne zaman kalçalarına çarpsa tüm bedeni sallanıyordu. Belinde duran elimi yukarı çıkarıp memelerinden birini avucumun içine aldım, sıktım ve saçlarını geriye doğru asılarak onun içine arka arkaya köklemeye başladım. Ne kadar sokarsam sokayım tamamını alamaması beni deliye döndürdü, sikimin her köşesi zevkinin sularıyla kirlensin, beni sıcacık sıvılarına bulasın istedim.
Sonunda sıkılığıyla kendimi kaybettiğimde, aynı anda, “Ahhh!” diye inleyerek öne doğru devrildik. Kalçaları hafif bir açıyla havadayken onu koltukla aramda eze eze sikmeye başladım.
Eze eze içine her sokuşumda kalçası biraz daha aşağı iniyor, adeta koltuğa mıhlanıyordu. Ellerini koltuğa bastırdığında, ben de avuçlarımı onun ellerinin üzerine kapattım. İçine her vuruşumda o ıslak, sıkı delik beni emdi, sardı, sıktı, yedi; delirdim. İçine arka arkaya vururken iniltilerimiz bağırışlara dönüştü, gözlerim geriye kaymış halde onun içinde kalçamı çevirdim; sikim içini karış karış gezdiğinde, “Gurur!” diye çığlık attı ama bunun ardından dışarı bıraktığı inilti baş döndürücüydü. “Ahh, siktir!”
“Evet, siktir,” diye fısıldadım kulağına, kulak memesini dişlerimin arasında ezerken gözlerim geriye kaydı. “Siktir kendini bana amına koyduğum, işte böyle.” Bir vuruş daha. Ten tene çarptığında çıkan ıslak ses başımı döndürdü. Dünya etrafımızda kapanıp açılıyor, daralıp gevşiyordu; onun deliğinin sikimin etrafında açılıp kapandığı, daralıp gevşediği gibi.
Üzerinde yavaşça doğrulup ellerimi kalçalarına yasladım. Kalçalarını ayırarak içini daha sıkı duruma getirip dişlerimi sıkarak, “Al hepsini,” diye emrettim, yapabilse yapabilirdi buna emindim; olanaksız olsa gerekti. Hırsla içine vermeye devam ederken kalçalarını sıkıyor, parmaklarımın boğumları beyazlayana dek sıktığım kalçalarına dayanamayıp şaplak atıyordum. Altımda kendini kaybetmiş, sadece vuruşlarımı kabul ediyor, beyni benim beynim gibi erimeye başlamış olacak ki yalnızca inliyordu.
Ellerimi kalçalarından çekip üzerimdeki tişörtü sıyırıp kenara fırlattım, ardından üzerine abanıp onu yeniden altımda ezmeye başladım. Terleyen göğsüm çilli sırtına yapıştığında artık hareket eden yalnızca kalçamdı; delirttiği sikimi içine sokup çıkarmak için kalçamı ileri geri hareket ettirmek dışında tamamen hareketsizdim; üzerindeydim ve kaçabileceği hiçbir yer yoktu.
“Boşalacağım,” diye inledi, umursamadım ve içine daldırdım; sikimin etrafında gelmeye başladığı için deliği tam anlamıyla kapana dönüştü; kısıldım. Delirdim, gevşemesi için neredeyse ona yalvaracaktım ama bunun yerine genizden gelen bir inlemeyle birlikte, “Gevşet deliğini,” diye emrettim. Söylediğimi yapmak istedi ama hissettikleri bunun önüne geçti. Emrime itaat edemedi. “Gevşet!” Söylediğim şeyle birlikte titreyerek gevşedi, vıcık vıcık haldeki deliğine sokmak kafayı yemem için yeterliydi. Boşalacağımı anladığımda toplarım alttan amının üst kısmına adeta yapıştı.
Kasıla kasıla içine boşalmaya başladım ama yavaşlamadım, sikim onun içine akarken ben durmadan, daha büyük bir hızla içine vurmaya devam ettim. Döllerim ve sularına bulanan deliği sikimi içinden itmek yerine, daha derine çekti; ıslak sesler ve küfürlerim birbirine karışarak boğucu bir gürültü doğurdu.
“Siktir, geliyorum,” dedim, çok geçmeden içine ikinci kez patladım ama sikim dahası için yalvarıyordu; içinden çıkmamak için daha derine iniyor, beni bile şaşırtarak ona saplanıyordu. “Ahhh!” diye inlediğimde boğazımdaki tüm damarların bıçak olup derimi yırtacağını sandım. “Gel buraya,” diyerek ayaklanıp onun içinden çıkmadan kucakladım. Sırtı göğsüme yapışmış haldeyken ellerimi dizlerinin altından geçirip ayaklarını yerden kestim. Küçük ayakları sallanıyor, sırtı göğsüme yapışmış halde kucağımda beni içine alıyordu. İçindeki sıvılarımız her çarpışmada tazyikli bir şekilde akarak koltuğa, zemine, damlayabileceği her yere damlıyordu.
Dizimi koltuğa bastırarak kucağımda onunla ayağa kalktığımda, fazla derinine inmiş olacağım ki içimi gıdıklayan bir çığlık attı. Kucağımda onunla, içine neredeyse köküne dek saplanmış halde yürümeye başladım. Holdeki aynanın önüne geldiğimizde kucağımda nasıl küçücük kaldığını gördü; hiç zorlanmadan onu kucağımda zıplatırken kıpkırmızı olmuş bir surat, kaymış gözlerle yansımamızı izliyordu.
Ellerini öne uzatıp aynaya dokunduğunda hazzım ikiye katlandı. Döllerim bacaklarımın içinden diz kapaklarımın iç kısmına doğru akıyor ama durmuyordum; kan ter içindeydim ama duramıyordum. Sadece istiyordum.
“İzle,” diye emrettim. “Benimle nasıl sikiştiğini izle.” Kafasını kaldırıp dağılmış saçlarıyla aynaya bakarken elleri aynanın üzerinde nefesinin çizdiği buharı çiziyordu. Holün ışığı yüzünün yarısına vuruyor, yüzünün bir yarısı karanlıklarla çevriliyken canımı almak için gelmiş bir ölüm meleğine benziyordu.
“Daha derine,” dedi yüzünde arsız bir sırıtışla, gözlerinin kaymasına neden olan vuruşu yaptığımda, “Ahhh!” diye inledi ve nefesi aynanın üzerinde derin, buğulu bir buhar kütlesi oluşturdu.
“Böyle mi yavrum?” İçine bir kez daha vurdum. “Böyle mi?” Bir kez daha vurup onu kucağımda çaresizce hoplattım. “Böyle mi?”
Öyle bir kasıldı ki bacakları kaskatı kesildiği için kucağımdan süzülerek inmek zorunda kaldı. Dizlerinin üzerine düşecekken onu belinden kavrayıp, “Kaçma, nereye?” diye sordum alayla ama genzim yanıyordu.
“Gurur,” diye inledi uzun uzun.
“Sik beni demeyi biliyordun,” diyerek onu aynayla aramda sıkıştırıp ellerini havaya kaldırarak bileklerini birleştirdim. İçinden süzülerek çıkan sikimi deliğine yerleştirdiğimde zevkle inledi. “Seninle işim bitmedi yavrum.”
“Lütfen,” diye yalvarsa da kalçalarını geriye iterek içine daha fazla almaya çalıştı.
Arsız bebeğim.
Benim arsız sevgilim.
Sikimi içine verdiğim an kalçasını ayırıp bir bacağını yukarı kaldırdım. İçine sert sert sokup çıkarmaya başladığımda, aynaya düşen yansıma hem çok erotik hem de uhrevi şekilde büyüleyiciydi.
Bağırarak inleyince, bileklerini kavrayan elim aşağı indi, ağzını avucumun içine alarak kapatırken, “Bağırma amına koyayım,” diye inledim. “Çok mu sevdin?” Yanağımı yanağına yaslayıp bacağını daha sert kaldırarak içine sertçe vurdum. Gözleri kayarken aralanan dudaklarından sızan sıvılar çenesine aktı. “Sikeyim, çok güzel. Çok güzel.” Kafamı çevirip çenesine akan ağız sıvılarını yalarken içine sokup çıkarmaya devam ettim. Dilini bilinçsizce dışarı uzattığında dilimi etrafına doladım ve ikimiz de aynı anda alınlarımızı aynaya bastırıp, dillerimize doğru içli içli inledik.
Elimi boğazına sarıp kafasını kaldırmasını sağladığımda aynada yansımamızla karşılaştı. “İzle,” dedim. “Beni içine alırken nasıl bir ifade takındığını görmen lazım. İşte bu ifade sikimi bu hale getirdi benim.” Sikimi içinde çevirerek kurduğum cümle, aynaya düşen yansımasının da gözlerinin onunkiyle aynı anda kaymasına neden oldu.
Boğazını kavrarken, “Tükür,” diye emrettim. Algılayamadığında ise boğazındaki elim küçük çenesine kaydı, çenesini sıkarak ağzını açtırarak, “Tükür,” dedim yansımasına bakıp. Güçsüzce tükürdü, tükürüğü aynada yağmur damlası gibi kayıp giderken onu aynayla aramda tamamen sıkıştırıp tükürüğünü aynanın üzerinden yaladım.
Güç bela inledi, ardından zorlanarak, “İğrençsin,” diye fısıldadı.
“Köpek gibi aşıksın bu iğrenç herife,” diye hırladım, içine biraz daha dayandım; gözlerinin beyazını görmeyi sevdim. Yanağını tükürdüğü cama yaslayıp, avucumla o küçük güzel suratı sıkarken içine deli gibi girip çıkmaya başladım. Artık benim de bacaklarım titriyordu, üçüncü kez boşalırsam dizlerimin üzerine onunla birlikte çökecekmişim gibi hissetmeye başlamıştım.
“Geleceğim,” diyerek titrediğinde, “Birlikte,” diye emrettim, bu emir değildi ama öyle algıladı; içimde bir şeyler birbirine çarptı.
Dizlerimin bağını çözdüren, içine oluk oluk akmaya başlamam oldu. Birlikte infilak ettiğimizde bacakları tir tir titriyor, benimle birlikte ağır ağır yere çöküyordu. Son damlama kadar onun içine akıttım ve etrafımdaki patlayışını tüm sıcaklığıyla hissettim. Birlikte yere yığıldığımızda onu sıkıca sardım, sikim biraz olsun yumuşamadı ama onu dağıttığımı bildiğim için yavaşça içinden çıktım. Dizlerinin üzerinde titreyerek bana doğru döndüğünde, ikimiz de dizlerimizin üzerindeydik; yerle bir olmuştuk.
Boğazımdan aşağı sarkan ipi ucundan tutup kendine çekti ve beni sertçe öpmeye başladı.
(🚨🚨🚨UYARI:Sahne burada sona erdi, atlayan kişiler bu kısımdan devam edebilirsiniz. 🚨🚨🚨)
“Ben,” diye fısıldadı öpüşmemiz sona ererken ama dudaklarımız hala birbirine karışır durumdayken; “senin dizlerinin bağını çözüp, seni yere düşürebilecek tek kadınım.”
Bu söylediğini yalanlamadım ama konuşamadım da. Tek yaptığım yüzünü avuçlayıp yeniden dudaklarına yapışmak oldu.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
O gece, bedenimde Gurur’un bıraktığı izlerle daldığım uyku, sabahında bana hafif bir ağrı ve biraz da utanç hissi getirmişti. Dün gece yaşanana dek, Gurur kendini davaya adamış haldeydi; sürekli çalışıyor, bir şeyler araştırıyor, notlar alıyor ve dosyaları karıştırıyordu. Peşine düştükleri şeyin büyük bir şey olduğunun farkındaydım, Onur Kırgız ile birlikte ilerlediklerini de biliyordum ama ağzımı açıp tek kelime edemiyor, sorular soramıyordum. Çünkü hem alacağım cevaplardan korkuyordum hem de Gurur’un Onur’dan hoşlanmadığını biliyordum.
Gurur’un araştırmalara gömüldüğü o birkaç gün, ben de kendimi tamamen derslerime vermiştim. Notlarımın üzerinden geçiyor, eksiklerimi kapatmak için bölümden arkadaşım olan Nilüfer’in bana verdiği çıktıları inceliyordum. Derslerime iyiden iyiye tutunmaya başlamıştım. Artık salmak istemiyordum, dört elle tutup istediğim şeyi oradan çekip çıkarmak, ona sahip olmak istiyordum. Başta en büyük hayalim avukatlık olmasa da Cenan bana asistanı olmamı teklif ettiğinden beri avukatlığı önceliğim gibi görmeye, arzulamaya başlamıştım.
Artık derslere daha sık katılıyordum, geride kalmamak için de elimden geleni yapıyordum.
Geçen birkaç günün Mehtap’a ne getirdiği de benim için merak konusuydu. Girdap onu Cenan’ın yanından alarak yeni, güvenli bir alana yerleştirmişti ve birkaç gündür onu görmüyordum ama korkularının günden güne arttığını biliyordum. Girdap’a konuyu açmış mıydı? Bu koca bir soru işaretiydi. Sessizlik hayra alamet gelmiyordu. Girdap bilseydi ortalığı yakar yıkardı ama Girdap’tan ses çıkmadığına göre, henüz içine düşeceği ateşin kıyılarında dolaşıyor, onu bekleyen alevlerden bihaber yaşıyordu. Mehtap’ı suçlayamıyordum, korkularını anlayabiliyordum ve travma sonrası stres bozukluğunun onu durdurup içine kapattığını biliyordum. Yine de ortaya atılan tehditten sonra, artık Mehtap sessiz kalamazdı; ya kıyamet kopacaktı ya da birlikte mahşerin içine girecekler ama kıyameti durduracaklardı.
Boynumdaki morlukları fondötenle kapatıp, pudrayla sabitledikten sonra Isparta hala serin olduğu için uzun kollu bir crop giydim. Krem rengi crobun altına lacivert bir mom jean giydikten sonra siyah topuklu çizmelerimi ayaklarıma geçirdim ve belime ucundan kalp şekli sarkan zincir aksesuarını taktım. Deri ceketimi de kolumun içine astıktan sonra evden çıktım.
Koridorda gördüğüm valizler beni bir anlığına duraksattı. Omzumun üzerinden açık duran kapıya baktım. Onur ve yaşlı bir kadın dışarı çıktılar, yaşlı kadın Onur’a, “Siz yerleştikten sonra bir daha gelir, temizlik işini hallederim,” dedi, kadının buranın yerlisi olduğunu konuşma şeklinden anlamak mümkündü.
Onur kadına teşekkür ettikten sonra valizlerini almak için bana doğru yürümeye başladı. Tam sırtımı dönecekken, “Bir merhaba yok mu?” diye sordu yumuşak bir sesle.
Omzumun üzerinden ona bakıp, “Meşgul görünüyordunuz,” dedim sabit bir sesle. Ona karşı ölçülü olmak en doğrusu gibi geliyordu, hem Gurur hem de Yaman onun bakışlarından rahatsız olduğuna göre, benim göremediğim bir şeyi gördükleri kesindi.
“Sonunda eve yerleşiyorum bugün, bir türlü temizliğini tamamlatamamıştım,” diye açıkladı kendini.
Saçımı kulağının arkasına itmek için elimi kaldırdığımda, bakışları yüzük parmağımdaki alyansa ve alyansın hemen arkasında duran kalp biçimindeki tektaşa takıldı. Ardından gözlerini yüzüme çevirip, “Dilersen gideceğin yere kadar bırakayım seni,” dedi, bu teklif beni rahatsız etse de soğuk bir gülümsemeyle karşılık verdim.
“Teşekkür ederim. Yener beni almaya gelecekti. Aşağıdadır.”
Onur başını sallayıp, kibar bir tebessümle, “Anladım,” dedi. “Ev konusunda erkek arkadaşına borçlu hissediyorum. O yüzden teklif etmiştim. Seni rahatsız ediyorsam, kusura bakma.”
Bu kadar net bir şekilde hislerimi görmesi beni şaşırttı çünkü onları soğukkanlılıkla saklayabildiğime inancım sonsuzdu. Mesleğini göz önüne aldığımda, insanları analiz etmek konusunda bu kadar iyi olmasını garipsemem saçma olduğundan başımı iki yana salladım.
“Yanlış anlamayın lütfen,” dedim mesafeli bir sesle.
Onur başını aşağı yukarı salladı, yüzünde hala kibar gülümsemesi vardı. “Yanlış anlamıyorum, aksine seni anlıyorum. Sanırım Yüzbaşı’nı da anlıyorum.”
“Nasıl yani?”
Onur derin bir nefes alarak, “Ben de bir kadınla beraber olsam, yabancı biriyle diyalog içinde olması çok da hoşuma gitmezdi,” diye açıkladı kendini. “Ama endişe duyma, sana askıntılık etmiyorum.”
Bir an ona yaklaşımım konusunda küçük bir pişmanlık hisseder gibi oldum ama yine de soğukkanlı bir şekilde, “Bana askıntı olduğunuzu düşünmüyorum,” dedim, bu konuda yalan söylemiyordum. “Yine de anlayışınız adına teşekkür ederim. Yener konusunda da teşekkür ederim.”
“Onun gibi iyi bir askerin harcanmasına göz yumamazdım,” dedi sadece, ardından hiçbir şey söylemeden valizlerini alıp eve girdi.
Sessizce arkasından baktım, asansöre doğru dönerken kendimi çok suçlu hissettim ama bir yandan da ferahlamıştım. Onur konusunda sürekli olarak Gurur ile ters düşmek istemiyordum. Kendimi Gurur’un yerine koyduğumda, yabancı bir kadınla diyaloğu beni de içten içe sinirlendirir gibi geliyordu. Bu düşünce kaşlarımı çatmama neden oldu. Asansörün düğmesine basmamla, asansörün çift kanatlı kapısının açılması bir oldu.
Muşta, siyah paltosunun içinde tam karşımda duruyordu. Boynumdaki izlerin tamamen kapanmış olması konusunda içten içe dua ederek, “Hakan abi,” dedim, yüzümde belirgin bir gülümsemeyle.
“Zeliş’im,” dedi Muşta, çivit mavisi gözlerinde daima bekçilik eden otoriter ifadeye rağmen şefkatle. “Nereye abim?”
“Yeneringo beni okula bırakacaktı,” dedim.
“He,” dedi Muşta kaşlarını kaldırarak. “Ben de buraya yeşil gözlü kızı röntgenlemek için geldiğini sanıp ulan sapık ibne diyerek bir posta dövmüştüm onu. Senin için mi gelmişti?”
Elimde olmadan gülerek, “Evet, bu kez suçsuz yere dayak yemiş,” dedim.
“Olsun, illaki bir haltlar karıştırıp dayağımı hak etmiştir o, hissedip dövmüşümdür ben,” dedi alayla. Asansörün kapısı kapandı, tekrar düğmeye bastım ve Hakan abiye baktım.
“Cenan ablayı görmeye mi geldin?”
Birden kaşlarını çattı ama paniklediğini hisseder gibi oldum. O kadar uzun süredir onların arasındaydım ki artık soğukkanlı duruşlarının ardındaki asıl hisleri görebiliyordum.
“Ne alaka?” diye çıkıştı. “Kızımı görmeye geldim.”
Dudaklarım elimde olmaksızın yukarı kıvrıldı. “Hakan abi, müstakbel karını görmeye gelmiş olmak da ne gibi bir sakınca olacak ki?” diye sorduğumda, bana kınayıcı bir bakış attı.
“Dilin de maşallah pabuç gibi, Junior Dağ Domuzu.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. “İçten içe bir şeylerin düzeldiğini hissetmiyor musun?”
Muşta sessizce, “Zor Zeliş,” dedi ama gönlünden geçenin bu olduğunu, bu evliliğin sadece mantık çerçevesinde olmadığını, bu evliliğin onun yıllar süren hayalinin gerçeğe dökülüşü olduğunu biliyordum.
Asansörün kapıları yeniden açılırken, “Bu dokuz yılın ardından, yiğidin gülüne kavuştuğu ilk an,” dedim Muğla’daki isteme gecesine göndermede bulunarak. Asansöre bindim ve kapılar yavaşça kapanırken buruk bir sesle, “Bu yiğit, gülü olmadan dokuz yıl ağlamış, yetmedi mi?” diye sordum.
Ardından asansörün kapıları kayarak kapandı ve son gördüğüm, Muşta’nın gözlerindeki çaresizlikti.
Sırtımı asansörün duvarına yaslayıp gözlerimi yumdum.
İçimde, gülün dikenini yiğidine batıracağına ve yiğidine ağlatacağına dair huzursuz bir his belirdi.
Lakin bu dikeni batıracak olan hangi güldü, ağlayacak olan hangi yiğitti, o an, bunu ben de bilmiyordum.
Sadece emindim.
Bir şey geliyordu ve bu şey, çok yakındı.
⛓️
#EKSTRA SAHNE
Kıvırcık saçları, rüzgarın dokunuşlarıyla yana doğru uçuştuğunda, narin ellerini kaldırıp saçlarını yüzünden çekti ve elindeki açmadan bir ısırık koparıp çiğnemeye başladı. Beyaz teni bir çiğ damlası gibi berrakken, koyu renk saçları yüzünün etrafından akıp giden karışık bir gece gibiydi. Çocuk parkındaki bankta oturmuş, çöken akşamın yeryüzüne indirdiği gölgelerin ardından salıncakta sallanan küçük çocukları izliyordu. Rüzgar bir defa daha esip kıvırcık saçlarını dağıttığında gözlerini yumup iç çekerek saçlarını geriye doğru çekti.
Ve gözlerini açtığında, parkın girişinde dikilen adamı gördü. Bu cüsseli adamla ilgili ne hissettiğini bilmiyordu; dostluk değildi, çünkü dost olamayacak kadar uzaklardı lakin başka bir isim de olacak gibi değildi.
Kollarının neden arkasında birleşik durduğunu merak etse de tek yaptığı adamın gözlerine bakmak oldu. Siyah gözleri doğrudan kızın gözlerine mıhlıydı; çöken karanlığa rağmen bakışlarını hissedebiliyordu. Oldukça uzun boylu, oldukça cüsseli bir adamdı; kız ayağa kalktığı zaman, en fazla adamın göğsüne gelirdi. Çocukların neşeli çığlıkları parkın içinde çınladığı sırada Adnan, Çolpan’a doğru adımlamaya başladı.
Oturduğu yerden kalkacaktı ki, Adnan sakince, “Oturun lütfen,” dedi, bu kibar emir bir anlığına Çolpan’ı afallattı. Adnan’ın gözlerinin içine bakarak yerine geri oturup, “Burada ne arıyorsun?” diye sordu. Herhalde Zelihalara gelmiştir, diye düşündüyse de dilinden dökülen soruya engel olamamıştı işte.
“Sizi görmeye geldim,” dedi Adnan, Çolpan içten içe neden yine sizli bizli olduklarını düşündü ama biliyordu, adamın tabiatı buydu. Kendisine bin kez falan hanımefendi demişti, Bora ile ilgili konuştukları zaman bile yaklaşımı hep böyle olmuştu. Çolpan artık onu garipsemiyordu.
Çolpan bir an afalladı. Sizli bizli konuşmasını bir kenara itti. Ne demişti bu adam? İri gözleri neredeyse biraz daha irileşecek, yuvalarından çıkacaktı ama kendini kolayca toparladı.
“Ne için?” diye sorarken avuç içlerini banka bastırmış, henüz bir lokma alınmış açmayı da bir köşeye bırakmıştı.
Adnan, bir süre kızın önünde dikildi. İçten içe bunun çok terbiyesizce bir hareket olduğunu, centilmenlikten uzak olduğunu düşünerek kendi kendine kaşlarını çattı.
“Affedersiniz,” dedi panikle, ardından bakışlarını omzunun üzerinden çocuklara doğru çevirdi. “Böyle karşınızda yalı kazığı dikilmek ayıp oldu, değil mi? Sizi rahatsız mı ettim?”
Çolpan ne diyeceğini bilemeyecek halde de olsa, “Hayır,” dedi, “beni rahatsız etmiyorsun.”
Adnan’ın bakışları keskin bir manevrayla Çolpan’ın iri gözlerine tutundu. Bir müddet, ikisinin arasında esen sıcak meltem tenlerine dokunurken, öylece birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.
Bir kalp atışı sonrasında, “Size bir özür borcum olduğunu fark ettim,” dedi Adnan, içten içe kendisine çok kızıyor, bunu ertelediği için kendisinden utanıyordu. Neden ertelemişti? İstemediğinden mi? Hayır, istemişti. Bir şekilde de bu durumdan korkmuştu. Korkmuştu işte. Neden korktuğu konusunda kendisinin de hiç fikri yoktu üstelik. Sahi, neyden korkmuştu?
Çolpan, Adnan’ın uzunca bir müddet daha susacağını kestirdiğinde, “Seni dinliyorum,” dedi sessizce.
“Eşeklik ettim,” dedi Adnan. “Niyetim yalnızca sizi…” Durdu, derin bir nefes aldı. “Seni rahatsız etmemekti. Sandım ki sürekli diyalog kurmak istersem sizi…” Durdu. “Seni… Rahatsız ederim sandım.”
Çolpan karnının altında büyüyen tuhaf bir hissin midesini ağrıttığını hissetti ama gözünü bile kırpmadan karşısındaki koca adamın nasıl ezilip büzüldüğünü izlemeye devam etti.
“Sizi…” Yine durdu, bir türlü beceremiyordu konuşmayı. “Seni rahatsız etmediğimi bilseydim, elbette teşekkürlerimi sunardım. Öyle öküz gibi davranmazdım ben. Bazen centilmenlikten uzak hareketler sergiliyor olabilirim fakat inanın… Yani inan. Sadece seni rahatsız etmek istememiştim. Hepsi buydu.” Birden çat diye, “Yoksa ben de çok istiyordum seninle konuşmayı,” dedi.
Çolpan donup kaldı, bununla beraber Adnan da donup kaldı; büyük pot kırmış gibi hissetti.
Çolpan kendini toparlayabildiğinde, “Sorun değil, anlamışsın hiç değilse,” diye fısıldadı. “Bir de artık sizli bizli konuşmasan benimle.”
“Bu alışkın olmadığım bir durum fakat inanın… Yani inan… Deniyorum,” dedi Adnan, bazen kelimeler birbirine giriyordu ve muhakkak yutkunmak da konuşmak da çok zor geliyordu. En az, büyük cüssesinin arkasına sakladığı şebboyları bu narin genç kadına vermek kadar zordu üstelik; çok zordu. Koca cüssesinin içindeki kalp nasıl oluyordu da böyle bir çocuğunkini aratmayan zıpırlıkla göğsünü darmaduman ederek atardı? Olacak iş değildi doğrusu.
Nihayetinde, “Ben,” dedi, “fazla konuşmayı beceremem ama bir eşeklik edince, geç de kalsam, çok da zorlansam buna kayıtsız kalamam,” diyerek arkasındaki çiçekleri göğsüne doğru çekti.
Çolpan için bu başta akıl sır erdirmesi imkansız, şaşırtıcı bir şeydi. Beyaz ve açık pembe şebboylar, büyük bir buketin içinde birbirlerine karışarak mükemmel bir ahengi ortaya sermişti ve elbette kız, bu koca cüssenin ardından ona uzanan çiçekleri görmeyi hiç hesap etmemişti.
“Duydum ki çiçeklerden şebboyları, insanlardan da en çok küçük çocukları seviyormuşsun,” dedi Adnan. Neredeyse seviyormuşsunuz diyecekti, neredeyse aralarına yeniden saygıyı ekleyecekti ama son anda, Çolpan’ın gözlerinde yer alan şaşkınlığa da tutunarak, o duvarı yıkmış, duvarın ardına geçmişti işte. “Bizi sizinle bir arada tutan bir erkek çocuğuydu ve istedim ki şimdi, bir de şebboylar olsun.”
Hayatı boyunca Adnan’ın, Bora dışında bir evi olmamıştı, çatısı başından uçup gittiğinde sarıldığı tek kişi oğluydu. Oğlunun annesine derin, sadakat ile kaplanmış bir sevgiyi beslemişti fakat her zaman biliyordu ki aralarındaki aşk değildi. Birbirlerine sadık, birbirlerini seven ve birbirlerine saygı duyan iki insandılar onlar. Yine de o kadın bir yıldız gibi kayıp gittiğinde, Adnan bir çocuk gibi ağlamıştı; bir çocuk gibi ağladığı yetmemiş, kendini tüm dünyaya kapatarak yalnızca oğluna adamıştı.
Birbirine nefes alırken ve aşıkken sadık olamayanların yirmi birinci dünyasında Adnan, ölü bir kadına duyduğu şefkat ve lakin biraz olsun duymadığı aşkla sadık kalmıştı. Adnan böyle bir insandı.
Çolpan şebboylara uzanırken düşünmekten kaçtı. Adnan yanan bir alevdi, Çolpan da yanan Adnan olmasına rağmen, ateşe dokunmaya korkan kişiydi. Yine de çiçekleri kollarına arasına aldığında ve Bora’nın aralarında bir ip gibi uzanıp onları birbirine bağladığına o da canı gönülden inandığında, şimdi bir de şebboyları başlarına dert ettiklerini biliyordu.
Çolpan sessizce, “Çok teşekkür ederim,” dedi, kalbi daha fazlasını söylemesi için çarptı, elleri daha fazlasını söylemesi için kan ter içinde kaldı ama gözlerini çiçeklere indirdiğinde, teşekkür etmek dışında başka hiçbir şey yapamadı.
Adnan, kızın yanındaki boşluğa sessizce oturdu.
O akşamüzeri, gece gökyüzünün üzerine çarşaf gibi serilene, çocuklar parktan çekilene, salıncakları sallayan yalnızca rüzgar olana dek o bankta sessizce, hiç konuşmadan oturdular.
Daha sonra ayaklandıklarında da aralarında sessiz bir alfabe var gibiydi.
Adnan, Çolpan ile birlikte evin önüne dek yürüdü. Yürürken de sessizdiler ve bir şebboy boyu mesafede kısmen yan yanaydılar; omuzları arasında bir çiçek boşluğu vardı.
Çolpan binaya doğru ilerlemeye başlamadan önce, kucağında bir demet şebboyla Adnan’a doğru baktı.
“İyi geceler,” diye mırıldandı sessizce.
Adnan, uzun süre Çolpan’ın gözlerinin içine baktıktan sonra, hikayelerini altına alan o cümleyi kurdu. “İyi geceler, Hanımefendi.”