Umut bağlanan yer.
Onun gözlerini düşündüğümde aklıma gelen ilk cümle, bu cümle oluyordu.
Artık eskiden ailemle olduğum, dudaklarımda küçük bir tebessümün bükülerek çehreme ışık gibi yayıldığı fotoğraf karelerindeki genç kıza hiç benzetemiyordum kendimi. Üstelik aynaya düşen yansımamda da kalbimin bile yadırgadığı derinden gelen bir değişiklik vardı. Bazen bir zamanlar olduğum insanı rüyalarımda görüyordum ve bu bana yabancı bir kadını izliyormuşum gibi hissettiriyordu. Sanki kendimin dışındaydım ve dönüştüğüm kadının omzuna yaslanmış, bir zamanlar olduğum kadının uzak bir bankta oturan görüntüsünü izleyerek onu özlüyordum. Garipti. İnsanın kendisinin dışında kalması çok garipti.
Kendimin dışında kalmıştım.
Yüreğimdeki ağırlığın sebebinin işlediğim günah olduğunu biliyordum.
İçimdeki son iyilik ve içimi kaplayan o derin karanlık çarpıştığında, ikisinden birinin kalbinin duracağını biliyordum. Hangisini yok ettiğimin farkındaydım, hangisinin bana sahip olmaya başladığı da apaçık ortadaydı.
Efken’in kollarının arasında olduğum o ilk gün, özlediğim sadece evimdi.
Bir noktadan sonra Efken evim olmuştu ve ben onu evimi özler gibi özlüyordum.
Bana ait olan tenin altında bir canavar yetişiyordu, canavarın kanı bana ait olan damarlarda dolaşıyordu, canavarın kalbi göğüs kafesimin arkasında çarpıyordu, canavar dünyayı benim gözlerimden görüyordu ve canavar birine benim ellerimi kullanarak dokunuyordu.
Efken’in elini benim ellerimi kullanarak tutan canavardı, Efken’i benim gözlerimden izleyen canavardı, Efken ile birlikte koşan benim bacaklarımın üzerinde duran canavardı; canavarın arkasında bıraktığı alevlere omzumun üzerinden baktığım o kısacık ânı hatırlıyorum. Koşmaya devam ediyorduk ve alevler kapının dışından duvarlara doğru yayılıyor, tıpkı bir koldaki farklı yönleri seçmiş damarlar gibi köklerine ayrılarak duvarlarda ilerliyordu. Ateşlerin bizi takip ettiğini fark ettiğimde bakışlarımı Efken’in ensesine çevirdim ve elini daha sıkı kavrayarak onunla koşmaya devam ettim. Bu mekânı küle dönene dek yakacaktım, içindeki son anımız da küle döndüğünde Baran Yılmaz ve Azra Yılmaz çifti özgür kalacaktı.
Efken’in eli elimden kaydığında algılarım bir an için her şeye kapandı. Silahın patlamasıyla beraber zihnim yeniden beni dışarı itti ve Efken’in korumalardan birini sol göğsünden vurduğunu gördüm. Uzun boylu koruma dizlerinin üzerine düşerken siyah güneş gözlüklerindeki alevlerin yansımaları ateşin ne kadar yaklaştığını işaret ediyordu.
Ateş, sadık bir kul gibi beni takip etmeye devam etti.
Karanlık koridorda topuklu ayakkabılarımın yere çarparken çıkardığı sesler yankılanıyordu. El ele tutuşmamıza rağmen, onun parmak uçlarına gömülmüş olmasına rağmen ikimiz de zehirden etkilenmemiştik; çünkü ikimiz de ne olduğumuzu biliyorduk.
Yangın alarmının çalmaya başlamasıyla beraber bir grup erkeğin koridorun diğer ucundan bize doğru koşmaya başladığını gördük. Yangının çıkış noktasını saptamak için koştukları kesindi ama Efken’in elinde tuttuğu silah fark edildiğinde, aralarından birkaçı da silahına davrandı. Efken aralarından iki tanesini iki keskin atışla ölümcül noktalarından vursa da diğer üçlü bize doğru koşmaya devam ediyordu. Patlayan silahlardan dökülen mermiler hızla bize doğru geldi ama duvarları sıyırmaktan ileri geçemediler, tenimize herhangi bir yara açamayan mermilerin arasında onların üzerine doğru koşmaya devam ettik. Korku yoktu, sadece yoğun bir suçluluk duygusu ve onu takip eden yıkıcı bir güç vardı.
Adamlar arkamızdan hızla gelen alevleri görünce ateş etmeyi kesip birbirlerine baktılar, havada uçuşan birkaç küfürden sonra adamlardan biri kaçmaya başladı ama Efken onun kaçmasına izin vermeyecekti, adamın bacağına nişan alarak ateş ederken beni arkasına sakladı ve adımlarımız o noktada tamamen durdu; artık kaosun tam ortasında duruyorduk. Efken’in üzerine çullanan adam, Efken’in silahının sapıyla burnuna indirdiği darbeyle geriye doğru yıkıldı, ben de Efken’i hedef alan silahı tutan adamın arkasından yaklaşıp bacağımı hızla arkaya doğru kaldırdım ve bir diğer bıçağı da ayakkabımın tabanından kaydırarak çıkarıp hızla adamın boğazına yasladım.
Bıçağın keskinliği adamı anında durdurdu, dudaklarımı adamın kulağına yaklaştırarak, “Şu yaklaşan ateşi görüyor musun?” diye sordum, ateşin kıyısındaydık ama ateş gelmiyordu, durmuştu, bekliyordu; çünkü sahibi buradaydı. “Cehennemde bile daha sıcağına rastlayamazsın.”
Adam, “Siz kimsiniz?” diye tısladı ama bıçağı boğazına biraz daha bastırdığımda sessizliğin doğru karar olduğunu fark ederek susup kafasını geriye doğru yatırdı. Bıçağın keskin yüzeyini adamın boynuna biraz daha yaslarken, “Silahını yere at,” diye emrettim dişlerimin arasından. Adam silahını yere attı. “Ayağınla it. Kendinden uzaklaştır.” Adam bu dediğimi de yaptı, ateşin yakınlığı ve korku onun kan ter içinde kalmasına neden olmuştu. Efken duvara yasladığı adamı arka arkaya yumrukluyor, adamın yüzü kana bulanıyordu. Sonunda Efken bana doğru döndü ve adam duvardan kayarak yere yıkıldı.
“İşte benim bebeğim,” diye fısıldaması ile adamı bacağından vurması bir oldu. Aldığım her nefes içime dehşeti daha fazla saplıyordu.
Yeniden koşmaya başladığımızda artık el ele değil, yan yanaydık; bizle beraber alevler de hareketlenerek yeniden hızla bizi takip etmeye başlamıştı. Bizi takip eden gölgelerimizi besleyen alevlerin ışığıydı. Mekânın arka kapısından kendimizi geceye bırakıp koşmaya devam ettik. Arkamızdaki alevler kapıdan dışarı çıkmadı ama mekânın tüm camlarını patlatarak hızla her yana yayılmaya başladı.
Yanmaya başlayan mekânın ön kapısından çıkıp giden insanların sesleri her yere yayılıyordu ama arka kapıdan çıkarak karanlığa sığındığımız için ne kimseyi görebiliyorduk ne de kimse bizi görebiliyordu; her yer tıpkı ruhum gibi karanlıktı.
Artık bu ben değilim diyemiyordum çünkü bunu dememin esas nedeni ya içimde olmadığımı iddia ettiğim şeyin ta kendisi olduğumu bilmemdi ya da yavaş yavaş ona dönüşmeye başladığımdı. Efken ile ağır ağır nefesler alarak büyüyen yangını izlediğimiz sırada ikimizin de zihnindeki çıkmaz gittikçe büyüyor, sonu bulunması imkânsız hâle gelmiş, yolların yıkılarak birbirinin üzerine devrildiği bir labirente dönüşüyordu.
“Hep böyle bir hayat mı yaşıyordun?” diye sordum yavaşça, bana bakmadı ama gözlerini yumup geri açtığını hissettim.
“Çok daha tehlikelilerini. Bu çocuk oyuncağıydı.”
“Zorlanmıyor musun?”
“Zaman akıp gittikçe her şey yalın bir hâl alıyor,” dedi kısık sesle. Alevlerin tenimize yansıyan ışıkları gitgide daha da artıyordu.
“İnsan zamanla her şeye alışıyor mu?” Omzumun üzerinden ona bakarak sorduğum bu soruya cevabı önce başını sallamak oldu. Sonra da “Evet,” dedi. “İnsan zamanla kendine bile alışıyor, kana mı alışamayacak sandın?” Bana doğru baktı ve ateş bizi aydınlatırken gözlerimiz buluştu. “Yangına mı alışamayacak sandın?”
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, “Efken,” dedim. “Neden bana Nora’dan zehir aldığını ve masaya oturduğumuzda Efken Karaduman olduğunu öğreneceklerini söylemedin?”
Bana yalan değil, sadece doğruları söylememişti.
“Çünkü Baran olduğumu, başka birinin arkasına saklandığımı düşünürsen kendini iyi hissedecektin. Beni korumak senin için çok önemli, biliyorum, çünkü seni korumak da benim için çok önemli. Son âna kadar Baran olduğuma inanırsan her şey olup bittiğinde en başında korkacağın kadar korkmamış olurdun. Korkmandan nefret ediyorum. Beni düşünmenden, beni korumak için bir şeyler yapmandan…” Sustu, son kurduğu cümlede saydıklarından nefret edip etmediğini anlayamadım.
“Devam et,” dedim.
“Edemem.”
“Çünkü seni düşünüp korumaya çalışmamdan nefret etmiyorsun.”
Burnundan sert bir nefes vererek, “Bazen o küçük ağzın o kadar cesur bir şekilde aralanıyor ki, içine dilimi bile soksam susmayacağını hissediyorum,” diye mırıldandı. “Evet, nefret etmiyorum ama yapmamalısın. Benim için kendini ortaya koyma, beni korumak için kendinden parçalar vermek zorunda kalma, beni koruma. Beni korumanı istemiyorum.”
“İstemiyor musun?” diye sordum yavaşça.
“Bana o gözlerle de bakma,” dedi, ruhunun topraklarının altında nasıl cesetler uyuyordu bilmiyordum ama gözlerinde yıkım vardı. “Gidelim mi?”
Bir yabancının kanıyla kaplı yüzünü bir süre izledikten sonra başımı sallayarak sırtımı döndüm ve cipi gizlediğimiz koruluğun içine uzanan yolda ilerlemeye başladım. Arkamdan geldiği sırada itfaiyeye ait sirenler şehrin diğer ucundan duyulmaya başlamıştı.
Kenarında yaşadığım hayatımın ucundan düşüp ölecekmişim gibi hissediyordum. Bu his göğsümün içinde dolaşıp duran bir hayalet gibiydi. Cip koruluktan çıkarken başımı cama yaslayıp arkamızda bıraktığımız yangın yerinin camlara düşen yansımalarını izledim ve Efken yangının başlayıp büyüyerek yuttuğu tesisin görünmeyeceği kadar uzak bir bölgeye sürmeye başladığında, gözlerimi bir süreliğine yumarak sessizliği dinledim.
Ağlamadım, ağlayamayacak kadar nasır tutmuştum. O kadar sessizdim ki, artık hiçbir şeyin aynı olmayacağı, o gece ruhuma çöken sessizlikten ve parmaklarıma bulaşmış kandan anlaşılıyordu. Bir insana ait olan kandan… Gözlerimi açtığımda sokak lambalarının birbirine karışan ışıkları gözlerimi aldı ve kalbinin ortasına bir yıldırım gibi düştüğüm adamın hayatındaki karanlığın, ruhumu kaplamaya başlayan o karanlığın yanında koca bir okyanus olduğunu anladım; benim karanlığım o koca okyanusun yanında bir bardak su gibi görünüyordu.
İki tarafı karlar altında kalmış otobanın ortasında ilerleyen aracın içine sinen sessizlik, arabanın camını indirmemle yerini rüzgârın uğultularına emanet ederek kayboldu. Rüzgâr saçlarımı yakalayıp uçuşturmaya başladığında kirpiklerim gözlerimin üzerine devrildi ve elimi camdan dışarı çıkarıp rüzgârın tenini parmak uçlarımda hissettim. Şehrin dışına çıkarak dağ evinin olduğu dağ yoluna geldiğimizde şehrin ışıkları da arkamızdan birer birer kapatılıyormuş gibi sönmüştü. Karanlık yolda bir süre daha ilerleyen cip sonunda dağ evinin önünde durunca gözlerimi parmağımdaki alyansa indirdim. Boğazımda ne kadar yutkunsam da gitmeyen bir yumruyla uzun uzun alyansı izledim.
Alyansı izlediğimi gördüğünde, “Parmağında kalsın istiyorum,” dedi, bu beni şaşırttı, içim bir evdi ve duvarları zeminine yıkılıyordu sanki. Bir nevi içim içime yıkılıyordu. “Bu gece parmağında kalsın.”
Ona nedenleri boş vererek, “Senin parmağında kalacak mı peki?” diye sordum kısık bir sesle.
Akıp giden zamanın içinde kaybolmaya başlayan hayatım kadar kısa bir ifade gözlerinden usulca yüzüne sızdı ve kanla kaplı çehresini kapladı. Bakışındaki anlamların altında kalıyormuşum gibi hissettim.
“Evet.”
Bir cevap vermeden arabadan indim ve eve doğru yürümeye başladım. Alyans parmağımda acı çeken bir kalbi taşımak kadar ağır hissettiriyordu ama varlığını sevmiştim, kaybolsun istemiyordum. Efken bir süre arkamdan gelmedi, arabadan indiğindeyse verandanın merdivenlerini tırmanıyordum. Kurdun on metre kadar uzağımızdaki bir ağacın altında uzandığını fark etmiştim, gümüş gözlerini dikerek bizi izlerken tepkisizdi.
Duş almak için girdiğim banyoda klozetin kapağını kanlı parmaklarımla kaldırıp beyaz kapakta kan lekeleri bırakarak dizlerimin üstüne çöktüğümde, Efken’in holdeki zemine düşen adım seslerini duyabiliyordum. İçimde burkulan hisler o kadar ağırdı ki kusma hissini de tetiklemişti. Şakağından giren kurşunla gözlerimin önünde bir ölüye dönüşen adamın bakışlarını, kendi kanının içinde uzanırken, kanından oluşmuş gölün içine düşen gözlerinin yansımasını hatırlayınca o kusma hissi öyle güçlendi ki öğürdüm. Efken’in banyonun kapısının önünde kesilen adım sesleri sessizliği güçlendirdi ve o sessizliğin içinden benim öğürtülerim yükseldi. O kadar çok kustum ki boğazıma takılan hislerin arkasından kalbim de boğazıma yükselip ağzımdan çıkıp gitmeye çalışacak sandım. Her duygu canımı yakacak kadar ağırdı, hepsini en derinlerimde hissediyordum. Dahası bu duygulara öyle çok alışmıştım ki belki de alışmaya başladığımı kabullenmemek için kendimin üzerine bu kadar ağır ithamlarla yürüyordum.
Efken banyonun kapısını açıp hızla içeri dalınca bir elimi kaldırıp onu durdurmaya çalıştım ve hemen ardından hızla o elimi sifonun düğmesine indirerek sifona bastım. Efken’in yere çöktüğünü büyük gövdesi bir gölge hâlinde üzerime yayılınca anladım. Beni belimden yakaladı, kolunu belime sardı ve diğer eliyle saçlarımı arkaya doğru çekerken, “Sorun yok,” diye fısıldadı. “Yanındayım.”
Güçlü görünmek istedim, güçlü hissediyordum ama öyle görünmediğimi biliyordum. Bir çocuk gibi titreyerek kusmak yerine, onun yüzünü avuçlarımın içine almak ve bana söylediği kelimeleri ona söyleyen kişi olmak istedim. Sorun yok değildi, vardı ama o yanımdaydı. Yavaşça klozetten uzaklaştığım esnada beni kendine çekti ve çıplak bacaklarım zemindeki soğuklukla kasılırken onun kollarının arasına girdim. Yere fırlattığım çantamın içinden dışarı fırlayan çakıya ve cep telefonuna bakarken yanağım onun göğsüne yaslı duruyordu.
“Tüm bu olanları görmene gerek yoktu,” dedi düşünceli bir sesle. Güçlü parmakları saçlarımı okşuyor, ellerinde kuruyan kana rağmen dokunuşundaki şefkat bana iyi hissettiriyordu. “O manzaralara maruz kalmak zorunda değildin. Üzgünüm.”
“Avuçlarımın arasında kafalar patladı,” diye mırıldandım saldırıya uğradığımız o günü hatırlatmak ister gibi. “Hiçbirinin canlı bakan gözleri yoktu ama patladı.”
“Bu olanlar ve o gün yaşananlar aynı şeyler değil.” Çenesini saç diplerime bastırdı. “Ağzıma da sıçsan seni yanımda götürmemeliydim.”
“Bana kötülük yaptığını düşünüyorsan sakın düşünme,” dedim zayıflayan sesimdeki pürüzleri gidermek için öksürdükten hemen sonra. “Ben bu yola başıma gelecekleri bilerek çıktım. Ölümden daha korkutucu şeyler gördüm, ölümün bana hissettirdiği korkudan daha büyüğünü hissettim. Bu gece olanlar için kendini suçlama. En güçlü hâlime dönüşene kadar tüm bunları yaşamak zorundayım.”
“En karanlık hâlimize,” diye fısıldadı Medusa zihnimde açtığı kapılardan birinin arkasına geçip sadece tek gözünü görmeme izin verecek şekilde benden saklanırken.
“Biraz daha konuşursan bana teşekkür edeceğini düşünmeye başlayacağım.” Sesindeki üzüntüyü hissettim. Bu gecenin galibi o olsa da kaybedeni gibi hissediyordu. “Yapma böyle. Bu sana saldıran gerçek bir yaratığı yok etmekle aynı şey değil. Ne gördüğünü biliyorum, gördüğün şeyin seni bu hâle getirdiğini biliyorum. Öyle bencil bir orospu çocuğuyum ki, sırf bana kızmaman, sırf bana aydınlık bir ifadeyle güvenerek bakman için seni bunun içine sürükledim. Benden nefret edebilir, bana bağırıp çağırabilir, benimle günlerce konuşmayabilirdin ama böyle bir şeye şahitlik etmezdin. Göze alamadım. Seni o kadar içime aldım ki beni dışına atmanı göze alamadım.”
Açık sözlülüğü içimdeki sancıyı arttırınca yanağımı göğsüne iyice bastırıp, “Gördüklerimi sorun etmiyorum,” diye fısıldadım. En başında, ben buna dönüşmeye başlamadan önce, kalbim böyle bir sarmaşığın içine takılıp o sarmaşığa ait zehirli bir çiçeğe dönüşmeden önce, gözümle şahit olmamama, sadece kanı görmeme rağmen Efken zihnimde bir katildi ve bir katile sığınıp onun için böyle karmaşık duygular hissetmek korkunçtu. Şimdi o katilin kollarındaydım, infaz ettiği kişilerin bedenlerinden kopan ruhla beraber bomboş bakmaya başlayan gözlerini görmüştüm ama hiçbiri önemli değildi. Önemli olan Efken’in kollarında olmamdı.
Onun kollarında olduğumda o bir katil değildi, geçmişi yakılmış küçük bir oğlan çocuğuydu.
“Sorun etsen de söylemezsin. Seni buna alıştırdım. Susmaya.”
Hipnoz olmuş gibi bir süre boşluğa baktıktan sonra, “Hep kendini mi suçlarsın?” diye sordum ve bu beklenmedik soru onu göremesem de kaşlarını çattığını hissetmeme neden olacak yeni bir sessizlik daha doğurdu. Doğan sessizliğin kanlı kordonu göbeğinden aşağıya doğru sarkıyor ve yere kordondan akan kan damlıyordu.
“Bunu nereden çıkardın?”
“Babanın, hatta ailenin ölümünden kendini mi suçluyorsun?” Bir tokat kadar beklenmedik olan sorularım beni tutan kollarının gevşemesine neden olsa da Efken beni bırakmadı. “Sen dünyayla, insanlarla, herhangi bir şeyle değil, kendinle savaşıyorsun Efken. O yatağın altından çıkamadığın için kendini suçlamaktan vazgeç. O küçük oğlan çocuğunu affet artık. Onu bir canavarla aynı odaya kapatarak cezalandıramazsın, bunu yapamazsın. Sadece bir çocuktun.”
Bir şeyler söyler, hatta canavar zincirlerini koparmak istiyor gibi bana doğru atılır, hırlar sandım ama hiçbiri olmadı. Ne oğlan çocuğu yaklaşıp gözlerinin parmaklarına tutunarak bana baktı ne de o canavarın kükremeleri zamana yayıldı. Sessizliğini koruyarak beni tutmaya devam etti.
“Tehlikede misin?” diye sordum konuşmayacağını anladığımda. Bu düşünce içimi bir kurt gibi yiyip bitiriyordu.
“Semih kuruldakilere gitmez,” dedi dalgın bir sesle. “Benden haberi olan bitirim ikili de artık yok. Artık bana bir insan olarak değil, bir canavar olarak saldırmak isteyecek.”
“Bir omega,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Geçmişe ait parçalardan birinde de o olmalı, aksi takdirde onun ne olduğunu bilmezdim.” Efken derin bir nefes aldı. “Her neyse, seni temizleyelim.”
“Kendim hallederim.”
“Emin misin?”
“Evet,” dedim. Yavaşça gülümserken onun da keyfini yerine getirmek istediğim için, “Eminim beni temizlemek için can atıyorsundur ama maalesef istediğin olmayacak Karaduman,” diye mırıldandım. Gülümsemedi, zayıf da olsa aydınlık bir ifade kanlı çehresini aydınlattı.
“İbrahim, Ceyhun’a her şeyi anlatmıştır. Birkaç saate kalmaz iyi olup olmadığımızı anlamak için buraya gelirler. Sen duş alıp odaya geç ve dinlen.”
“Senin de temizlenmeye ihtiyacın var,” dedim dalgın bir sesle.
“Kan tenimdeyken yabancı hissetmiyordur,” dedi zayıf, yok denecek kadar küçük bir tebessümle.
Birkaç saat sonra yatağın üzerindeydim, ıslak saçlarım yüzümün etrafında yüzen karanlık tenli yılanlar gibiydi. Kollarımı iki yana açmış, çarmıha gerilmiş bir beden gibi öylece dururken gözlerimi tavandan ayırmıyordum. Saçlarımdan şampuan kokusu geliyordu ama sanki içim öyle çok kanla dolmuştu ki kan kokusu soluyordum. Pencereden içeri düşerek odayı aydınlatan far ışıkları gözlerimi kısmama neden oldu. Araba evin yakınlarında yavaşladı ve birkaç dakika içinde Ceyhun, Ulaş ve İbrahim’in sesi eve yayıldı.
Ceyhun, “Nasıl bana söylemezsin?” diye soruyordu. “Böylesi sikik bir karmaşanın içindeyken o tarz bir ateş hattının içine tek başına mı girdin?”
“Tek girmedi, Mahinev de onunla beraberdi,” dedi İbrahim sakince.
Ceyhun, “Siktir!” diye bağırdı. “Hayatında silah tutmamış bir kızı sırf şekilsiz birkaç yaratıkla savaştı diye silahlı adamların olduğu bir yere mi götürdün? Sen bu kızı korumaya mı yoksa öldürmeye mi çalışıyorsun?”
“O bir Mar,” dedi İbrahim. “Sakin ol da Efken’i dinle. Yanlış bir şey yaptığını düşünmüyorum. Mahinev’in böyle bir şeyin içinde olması elbette büyük tehlike arz ediyor ama öte yandan kapıda daha kötülerinin olduğunu hesaba katarsak, böyle bir gece geçirmesi gerekiyordu.”
Ulaş, “Yine de bize haber verebilirdin,” dedi sakince. “Kızı böyle bir kaosun içine sürüklemen onun mental sağlığı açısından yıkıcı. Zaten bir sürü sikik şeyle uğraşıyor. Hangi insan bir sabah uyanıp yılanlarla bağlantısı olduğunu öğrendikten bir süre sonra ona saldırmak için hazırlanan bir iblise savaş açar ki?”
Efken tüm bu konuşmalara karşı sessizdi. Zihni hangi limana demir atmış, o limanı ateşe vermek için hazırlanıyordu kim bilirdi.
“Dışarıdaki kurt neden hâlâ evi gözlüyor?” diye sordu Ceyhun. “Bir tehlike mi var? Eğer öyle bir şey varsa evi tahliye edelim ve daha güvenli bir bölgeye geçin.”
“Kurdun derdinin ne olduğunu bilmiyorum,” dedi Efken umursamazca. “Ama bir tehlike olmadığına eminim. Manbel salak değil.”
“Neler oldu, anlat bize,” dedi Ulaş.
“Adamları temizledim, bir süre daha sorun çıkacağını sanmıyorum. Semih’e gelince de onu yatırıp sikmeden rahat huzur yok bana. O orospu çocuğu bel altı vurarak büyük yanlış yaptı. Şu ana dek onu ciddiye almıyordum, Luxury konusunda bile sakin davrandım ama bu saatten sonra kendine büyük bir bela edindi.”
“Piç kurusu,” diye söylendi Ulaş. “Onu en başında toprağın altına gömmeliydin. O yavşağın problem çıkaracağı belliydi. Seni her zaman kıskandı.”
“Onunla ego dövüştürmedim, o kendi kafasında benimle bir yarış hâlindeydi, onu hiçbir zaman umursamadım. Benimle savaştığını sandı ama onunla savaşmadım; seninle savaşmayan birini yenemezsin ama ben onunla savaşmadığım hâlde onu yendim. Bunu yedirememesi pek de anormal değil.” Efken’in derin nefesi sanki benim ciğerlerime doluyormuş gibi içimi yaktı. “Kazandığını ilan eden insana en büyük vurgun kazandığı şeyi elinden almaktır. Belki de bir noktada kazandığını ilan edip böbürlenmesine izin vermeliyim, böylece kazandığını sandığı şeyi elinden aldığımda geriye sadece kendi içine yıkılan bir enkaz kalır.”
“Mantıklı. Manbel denen piçi atlattığımızda bir çaresine baksak iyi olacak.”
“Bir çaresine bakacağım Ulaş, siz karışmayın. Sizi yeterince bokun içine çektim.”
“Bırak da buna biz karar verelim,” diye söylendi Ulaş. “Bu ev neden bu kadar soğuk?”
Tenimdeki soğukluğun bile eve yayıldığını düşünerek yatakta cenin pozisyonu aldım ve gözlerim kapıya sabitlendi. Bir süre konuştular. Kenneth’in sorunlu bir tip olmasından, Nora’nın onları küçümsemesinden, Axel’in bir hayalet gibi durmadan önlerinde belirip bomboş gözlerle onları izlemesinden, Hayal’in korkutucu bir şekilde önündeki boşlukla mırıltılar çıkararak konuşmasından… Sezgi’nin kendini keşfetmek için çıktığı yol, Ceyhun’un kaybolmasına neden olacak kadar büyük bir yoldu ve Ceyhun bunu dile getirirken sesinde sitem olmasa da içinde bir karmaşa olduğunu anlamıştım. Sezgi bir süredir neler yapabildiğini anlamaya çalışıyordu, potansiyelinin farkındaydı ama içinde tozlanmaya başlayan güçler tamamen açığa çıkana dek onu biraz zorlayacağa benziyordu.
Üzerime bir hırka giyip odadan çıktım. Salondan hole yayılan ışığa doğru ilerleyip salona girdiğimde tüm gözler bana çevrilmişti. Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturarak, “Selam,” dedim, sanki sesimden kan damlayıp yere düşmüştü. Zihnimde o kadar çok kan vardı ki artık kanlar kelimelerime tutunarak dışarı akacak gibi geliyordu.
Ceyhun, “İyi misin?” diye sordu, sesi de bakışları gibi tedirgindi. Ona gülümsesem de bu tedirginlik ne bakışlarını terk etti ne de düşüncelerini.
“Her şey yolunda.”
Efken elinde kristal tıpasını tuttuğu şişeyle bana doğru bakıyordu ama bakışları karşılık bulmadı. Başım çok ağrıyordu, bir avuç ağrı kesici aldıktan sonra ölüm uykusundan bile daha ağır olan, uyanması oldukça güç bir uykuya yatmak istiyordum. İbrahim’in yanındaki boşluğa oturarak hırkanın iki ucunu göğsümün üzerinde kavuşturarak kollarımı bedenime sardım. Bir süre sessizce oturduk.
“Arkanızda iz bırakmadınız, değil mi?” Ceyhun bir bana, bir Efken’e baktıktan sonra başını iki yana salladı ve “Eğer bir iz bıraktıysanız gidip halledeceğim, bana bir şeyler söyleyin,” diye homurdandı.
“Arkamızda bir iz bırakmadık.” Cevabı veren bendim. Efken şişeyi kafasına dikerken bana bakmak istemediği için mi yoksa baktığında göreceği yüz ifadesinden korktuğu için mi bilmiyorum ama gözlerini yummuştu. “Çünkü orayı yaktım.”
Normal bir şeyden bahsediyormuşum gibi kurduğum cümle odadaki herkesin betinin benzinin atmasına neden olmuştu. Ben ise sakindim, kollarım bedenime sarılıyken onlara yapılması gerekeni yaptığımı anlatabilmek için, “Öyle olmalıydı,” dedim. “Baran ve Azra orada yanmalıydı.”
Alyansları hâlâ parmağımızdaydı ama onlar o yangında yanıp ölmüştü.
“Baran ve Azra mı?” diye sordu Ulaş, kafasının karıştığını lambaderden sızan ışıkla tamamen viski rengine dönmüş gözlerinden okuyabilmiştim. “Onlar da kim?”
“Boş ver.”
Kollarımı gevşetmemle eş zamanlı olarak İbrahim’in birdenbire elimi avucunun içine alması gözlerimin irileşmesine neden oldu. Alyansıma fal taşı gibi olmuş ela gözlerle bakarken, “Ne?” diye çığlık attı. “Ne?!”
Elimi hızla geriye çekerek avuçlarımı dizlerimin üzerine koydum. Garip bir his içimde gümbürdüyordu. İbrahim gözlerine inanamıyormuş gibi, “Bu bir evlilik yüzüğü mü?” diye sordu, bu soruyla beraber Ulaş ile Ceyhun’un yüzlerinde kalan son damla kan da çekilmiş oldu.
Demek ki İbrahim oraya evli bir çift olarak gideceğimizi bilmiyordu. Sakince başımı salladım ve tam bir cevap vermek için ağzımı açıyordum ki, “Ne olmuş?” diye sordu Efken sakin bir sesle. “Evlenemez miyiz?”
Kalbimi hızlandıran sorusuna Ceyhun’un verdiği cevap, “Bekliyordum ama bu kadar erken olmasını değil,” oldu ve bu cevapla beraber usulca hızlanan kalbimin daha da şiddetli bir şekilde göğsümü yumruklamaya başladığını hissederek panikledim. Sanki damarlarım tıkanıyor, nefesim içimde doğru noktalara ulaşamıyor, kanımdaki zehir beni öldürmek için harekete geçerek tüm yaşam kaynaklarıma saldırıyordu.
Efken’in bembeyaz bir yüzle Ceyhun’a baktığını hayal meyal de olsa görebildim. İbrahim, “Demek bu yüzden kuyumcuya girmişti, ben de sana pahalı bir kolye falan satın alacak sandım, filmlerde her zaman öyle olur çünkü,” diye homurdanıyordu. Elimi tekrar yakalayınca ona cins cins baktım. Yüzüğü incelerken, “Pek sade,” dedi. “Ala ala bunu mu aldın kıza? Koca bir baget beklerdim, taşıyla gözümüzü alacak bir pırlantası bile yok. Tüh, en azından tektaş olsaydı, kaç karat muhabbeti yapardık. Dümdüz evlilik yüzüğü bu. Ben seni bonkör bilirdim. Gerçi kendimi de boynuz ağacı gibi hissediyorum şu an. Tam aldatılma mevsimindeymişiz de boy boy boynuz veriyormuşum gibi…”
Elimi tekrar sertçe çektikten sonra, “Oyunumuzun bir parçasıydı,” diye mırıldandım. “Evli bir çift olarak gittik.”
“Ön prova diyorsun yani?” diye sordu İbrahim bacak bacak üstüne atarak. “Olur hayatım, o da olur.”
Yerimden kalkıp sohbetin kalanına dâhil olmak istemediğimi belli ederek çıkışa ilerledim. Efken’in bakışları bendeydi, diğerleri ise durumu anlamaya çalışır gibi birbirlerine bakıyorlardı. Hole çıkar çıkmaz gözlerimi parmağımda duran alyansa çevirdim ve içimde durduramadığım o his, panik ile birleşerek beni dört bir yandan kuşattı.
Ceyhun, “Hâlâ o alyansı taktığınıza göre bu oyunla sınırlı olan bir durum değil Efken,” dediğinde, holün tam ortasında duruyor, gözlerimi alyanstan ayıramıyordum. Ceyhun’un sesine takılarak zamanla beraber üzerime çullanan cümlenin ağırlığı da tıpkı parmağımdaki alyansın ağırlığı gibi ruhuma basınç yaptı. “Ortak bir geçmişiniz olduğu için mi, yoksa onu ilk gördüğün günden beri ona karşı hissettiklerinden mi böyle?”
“Ne saçmalıyorsun?” diye sordu Efken, sesi sabitti. Ulaş ile İbrahim yorumsuz kaldılar, sadece ikisi arasında uzayacağa benzeyen konuya kulak veriyorlardı. “Kastettiğin şey her neyse, orada dur ve konuyu kapat Ceyhun.”
“Gördüğümü söylüyorum.”
“Gördüklerin sikimde değil, üstelik o kadar körsün ki uzun süre Sezgi’yi bile göremedin. Kız kıvranıyordu.”
“Beni Sezgi’den vurarak susturamazsın. Ayrıca benim gibi bir kör bile görebiliyorsa, senin onlarca kilometre uzağındaki düşmanların bile görebilir.” Ceyhun’un sesi bir kırbaç şakıması gibiydi, geçmişe ve geleceğe çarparak şu ânın dengesini parçalara ayırdı. “Mahinev’in Sezgi için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun, geçirdiği sancılı süreçlerden sonra ilk kez gerçek bir arkadaşı oluyor. Üstelik Mahinev benim için de değerli. Eminim İbrahim ve Yaren için de değerlidir. Üstünde böyle büyük bir baskı varken bir de senin yakın geçmişinle yüzleşmek zorunda kalırsa bu onda kapanması güç yaralar açabilir.”
Gözlerim alyansta asılıydı ama bir yanım içeri girip Ceyhun’u susturmak için can atıyordu. Yine de yerimden kıpırdamadım ve Efken’in sessizliğinin dinmesi için dua ettim. Konuşmasını istiyordum. Bencil bir pislik gibi konuşmalıydı, sadece kendini düşünüyor gibi görünerek aslında ikimizi de önemsediğini gözler önüne sermeliydi. Onu istediğimi, ona sığındığımı, onunlayken iyi olduğumu kabul ederek bencilliğini ilan etmesine ihtiyacım vardı ama Efken hiçbirini yapmadı. Sadece dinliyor gibiydi. Duyduklarının ona neler hissettirdiğini merak ettim. İçimi delip geçen acının aynısını o da hissediyor muydu?
İbrahim, “Bırak da buna onlar karar versin. Mahinev bizim için değerli, onu kız kardeşim gibi seviyorum ama Mahinev ya da Efken adına kararlar vermek bize düşmez Cey,” dedi sakince. “Efken, bakma sen ona. Son yaşananlar ağırdı. Bu gece de oldukça ağırdı. Ceyhun sadece sizi önemsediği için böyle sik ağızlılık yapıyor. Yoksa kafasının içinden geçenlerin bu olmadığını en iyi sen bilirsin.”
“Kimsenin kafasından geçenler benim sikimde değil,” dedi Efken, sesi duygulardan arınmış olsa da hislerin içinde bir yerde gömülü durduğunu, hislerini gömdüğü toprağın başına bir cellat, karanlık bir nöbetçi gibi öfkesini diktiğini biliyordum. “Ben bu geceki en büyük sorunu ortadan kaldırdım. Sıra bu geceden sonraki sorunlarda. Siz de onlarla ilgilenirseniz iyi olur. Oturup var olmayan şeyler hakkındaki sikik düşüncelerinizi dinlemek istemiyorum.”
Var olmayan olarak adlandırdığı şeylerin varlığı kalbimi tüketiyordu.
Kalbim tetanos kapmıştı sanki.
Tetanos kapan bir kalbi iyileştirebilecek bir iğne henüz icat edilmemişti.
“Aptal Pençe,” diye fısıldadım, geçmiş de benimle beraber fısıldadı ve içimdeki yerinin hâlâ geçmediğini o an anladım.
“Mahinev senin zayıf noktan, bunu kabul ettiğinde yeniden güçlü olacaksın ama şu an o kadar zayıfsın ki, ne kadar zayıf olduğunu görsen dehşete düşerdin,” dedi Ceyhun acımasızca. “Kızın senin zaafın olduğunu anlamıyorsun ya da salağa yatarak anlamazdan geliyorsun ama birileri onun senin için kim olduğunu anlayacak olursa, işte o zaman başını duvarlara vurarak çare aramaya başlayacaksın.”
Ulaş derin bir nefes vererek, “Cey, sadece ortamı geriyorsun,” diye söylendi. “Bu ikisinin özeli. Vardır ya da yoktur, sadece ikisini ilgilendirir dostum. Hadi gidelim artık.”
“Gördüğümü söylüyorum. Mahinev’e bir hıyar gibi davrandıktan sonra birdenbire ona karşı o kadar yumuşadı ki, ona nasıl kıyamadığını biri görecek olursa, asıl hedef kız olacak.” Ceyhun kendince haklıydı, hatta beni korumak için çabalayan o tarafı bana kardeşlerimi hatırlatmıştı. Evime duyduğum özlem kalbimdeki sızının etrafına bir yılan gibi dolandı. “Savaş meydanına çıkacaksan, önce kendini ve içindekileri kabullen kardeşim.”
“Ona her ismiyle seslenişinde boğazını birkaç farklı yerden parçaladığımı hayal ettiğimi söyleseydim, ona bir daha ismiyle hitap eder miydin?” diye sordu Efken, sesindeki duygular kaybolmuştu.
“Onun ismi Mahinev. Söylemeye cesaret edemediğin isim bu. Daha ona kendi ismiyle seslenemiyorsun, aranızdakine bir isim vermeni beklemek büyük hıyarlık olurdu.” Ceyhun’un yerinden kalktığını hissedince karanlığa doğru ilerleyip yatak odasına girdim, kapıyı kapatmadım, hafif aralık bırakıp sırtımı duvara yasladım. Camın parçalanırken çıkardığı ses ile beraber bir an irkilerek kapı aralığından hole sızan ışığa baktığımda, Ceyhun, “Kadeh parçalıyorsun çünkü bana vurmak istemiyorsun,” dedi. “Tamam, anladım.”
“Siktir git elimden bir kaza çıkmadan,” dedi Efken hırlar gibi.
“Parmağındaki yüzüğü çok sevdiysen ve kalsın istiyorsan, önce onun senin için kim olduğunu kabullen ve ona bir isim ver. Yoksa ömrünün sonuna kadar Baran olarak kalırsın, Efken olamazsın.” Ceyhun öfkeyle hole çıktı, dış kapıya doğru yürümeye başladı. Efken de arkasından çıkınca karanlığa sinerek onlara baktım. İbrahim, Efken’in kollarını tutarak, “Dur şimdi, saçmalamayın,” diyordu, Ulaş ise Efken’in önüne geçmiş, Ceyhun’a, “Çık artık birader dışarı, hadi,” derken gergin görünüyordu.
“Senin geçmişini sikerim,” dedi Efken kabarmış bir boyunla. “Buraya bana erkeklik taslamaya mı geldin hayvan? Sen kimsin?”
“En yakın arkadaşınım,” dedi Ceyhun kapıdan çıkarken. “İyiliğini isteyen tek dostunum lan.”
“Siktir git. Sen can sıkmaya gelmişsin. Yemin ederim kırılmadık kemiğini bırakmam.” İbrahim’i iterek bir adım daha öne çıktığı anda Ulaş elini Efken’in çıplak göğsüne bastırarak, “Kanka tamam gir içeri,” dedi. “Götürüyorum ben onu.”
“Sen daha kızın nesi olduğunu bilmiyorsun,” dedi Ceyhun kapıdan çıkarken.
“Bugün kocasıyım lan!” diye bağırdı Efken, Ceyhun’un arkasından. “İsterse yarın da kocası olurum, ertesi gün de olurum, nereye kadar yaşayacaksam oraya kadar kocası olurum lan!”
İbrahim, Efken’i omuzlarından tutarak geriye doğru çekerken, “Ulaş, kanka sen götür Ceyhun’u. Ben bu sakinleşene kadar burada kalayım,” dedi, Efken o kadar güçlüydü ki onu tutarken zorlanıyordu. Ulaş hızla başını sallayarak sokak kapısını açarak Ceyhun’un arkasından çıktı ve kapıyı sertçe kapattı. Efken, İbrahim’i sertçe iterek, “Bırak lan sen de beni, seni de sikerim,” dedi sertçe. “Siktir git evimden. İstemiyorum kimseyi görmek.”
“Azgın boğam sakin olur musun?”
“Kes sesini. Hayatsız pezevenkler, kendi hayatınızı bıraktınız benimkine mi sardınız lan siz?”
“Benim hayatım sensin Efken…” İbrahim pis pis sırıttı. “Hadi gel bir şeyler içelim.”
“Git evimden.”
“Hayatta gider miyim acaba ben şu an? Dışarıda kurt var. Bu gece buradayım…” Etrafına bakındı. “Yaren’in odasındaki yatağın bir kenarına kıvrılırım, inan ki art niyet namına hiçbir şey yok bende…”
Efken, İbrahim’i iterek salona dönünce ağır adımlarla yatağa ilerleyip yatağın üstüne çıkarak bağdaş kurdum ve oturdum. Kumarhanenin olduğu tesiste yaşananlar bir canavarın tenindeki pullar gibi odanın zeminine dökülüyordu sanki. Damladıkça artan zaman gibi yavaşça odanın zeminini dolduruyordu. Sonunda o ölümcül pulların altında kalmaya başladığımı fark ettiğimde, pullar çenemin üzerine kadar ulaşmıştı. Efken’in hissettiği suçluluk duygusu bir hayal gibi evin odalarında dolaşıyor ama asla olduğum odaya gelmiyordu. Onun hissettiği suçluluk duygusu benim duygularımın üzerine bindiğinde daha ağır hissetmeye başlamıştım. Elim parmağımdaki alyansa gitti ve alyansın halkasını parmağımda yavaşça döndürürken düşüncelerin ördüğü bakışlarımı zemine sabitlemiştim.
Bir süre bir şeylerden konuştular. Efken ile İbrahim’in bir aradayken pek konuştuğu söylenemezdi, o yüzden bu karanlık gece yaşanan nadir anlardan birine daha şahitlik ediyordu.
İbrahim’in birbirine giren kelimeleri arasından, “Peki Mahinev?” dediğini duydum. Efken bir şey söylemedi. “Nigin olduğunuzu senden saklaması seni öfkelendirmedi mi?”
Hani bazen elin kalbinde bir cevap beklersin, o cevaptan kalbin avucunun içine düşecekmiş gibi korkarak beklersin ama o cevabı duymaya da çok ihtiyacın vardır. Sanki kalbin son kez vurmaya hazırlanıyormuş gibi en kuvvetli atışı için ağrımaya başlar, o cevap gelmedikçe ağrı da artar. Efken’in cevabını beklemek, kalbin son kez atmak için hazırlanıyorken göğsüne yayılan şiddetli bir ağrı gibiydi.
Kalbim son kez atacaktı da bir insanın son nefesini verememesi gibi o son atışı gerçekleştiremiyordu sanki.
“Saklama nedeni başka bir şey olsaydı öfkelenirdim,” dedi dürüstçe, dürüstlüğü kuvvetli bir ilaç gibi damarlarımı yaktı. “Ama saklama nedeni de öfkelenmeme neden olmuyor diyemem.”
“Seni düşünmesini istemiyor musun?”
“Kendinden başka kimseyi düşünmesini istemiyorum.”
“Seni düşünmesinin hoşuna gitmediğini söyleme bana,” dedi İbrahim ciddi bir sesle. “Yüzüne bakan bunun ne kadar hoşuna gittiğini görebilir.”
“Beni öfkelendiren saklama nedeninin hoşuma gitmesi zaten.”
“Bu oldukça açıklayıcıydı.”
Efken’in sesindeki o karmaşayı ezberledim. Aynısı benim içimde de dolaşıyordu. Geçmişte onu seviyordum, o da beni seviyordu, düşmandık ve çaresizlik bir trenin tünelden çıkıp hızla rayların üzerinde uzanan bedenlerimize doğru gelmeye başlaması gibi gelmiş, bizi biçerek parçalara ayırıp yoluna devam etmişti. Şimdi o geçmiş zamandaki yansımalarımızdan tamamen farklıydık, iki farklı insandık ama Nigin yeniden bizim için işlemeye başlamıştı. Bir zamanlar onun sevdiği kadınken, şimdi isim bile koyamadığı bir yabancıydım ve geçmiş üzerimize yıkılmıştı.
Şu an hissettiğinin bencillik olduğunu düşünüyor olabilirdi, belki de gerçekten öyleydi ama onun sınırlarını ören mayınlara ben basmıştım, bunu patlamayı, parçalanmayı, ayrıldığım parçaların bambaşka noktalara savrulmasını göze alarak ben yapmıştım. Bu noktada onun kadar, belki ondan bile daha bencildim.
Huzursuz bir şekilde yatağa girip yorganı üzerime çekerek gözlerimi yumdum ama uyuyamayacağımı biliyordum. Akın’ın cansız gözleri zihnimin içindeki kan gölüne yansımasını düşürüyordu, Bülent alnının ortasında kan sızan bir delikle odanın bir köşesinde sanki beni izliyordu.
Çantanın içinden çıkarıp komodinin üzerine bıraktığım telefon titreyince gözlerimi açıp telefondan sızan ışığın söndüğü o kısacık ânı cansız bakışlarla izledim. Buz tutan gözlerimi yavaşça yumup geri açtığımda hiç ağlamamış olmama rağmen gözlerimin içi yanıyordu. Belki de bu gözlerimi kaplayan buzun yangınıydı. Soğuğun yangını… Tenimde ölümün soğukluğunu taşıyor olmama rağmen avucumun içinden çıkan ateşleri düşündüm. Telefona uzanıp ekran kilidini kaldırdığımda bildirim panelinde Efken’in ismini görünce kaşlarım çatıldı. Zehirli sesin sahibi üstünde geceye ithaf ettiği kan kırmızısı bir elbiseyle, düşüncelerimin olduğu karanlık bir odadan çıkarak onu duyabileceğim kadar yakınıma geldi ama konuşmadı, sadece gözlerimin arkasında durarak onun ismini izledi.
Mesajı açtım.
Efken: Bu gece karım olarak uykuya dalacağın ilk gece.
Kalbimin atışları göğsümün üzerinde bir karıncalanma gibi ilerleyerek hızlanmaya başladı. Mesaja o kadar uzun süre baktım ki, sonunda ekranın ışığı söndü ve mesaj karanlığın arkasına sığınarak silindi. Yatakta yan dönüp gözlerimi telefondan çekmeden nasıl bir cevap yazmam gerektiğini düşündüm. Kafam allak bullaktı, buz gibi soğuk kalabilsem de içimde bu gece yanan bir ateş vardı ve o ateşin sönmesi öyle kolay olmayacaktı.
Mahinev: Aynı zamanda son gece?
Mesajı gönderdikten sonra, mesajı çekebileceği yanlış olan tüm noktalar sanki parmaklarını ruhuma bastırıp izini bırakmış gibi karın ağrısıyla kıvrandım. Söylemek istediğim şeyi anlayıp anlamayacağını merak ederek gözlerimi mesaj kutucuğuna dikip beklemeye başladığımda, içten içe vereceği cevabın üzerimde yaratacağı etkinin çok büyük olmasından korkuyordum.
Efken: Bunu bilemezsin fıstık.
Nabzım derimin altında ilerleyen keskin uçlu bir bıçak gibi derimi çizerek ilerledi ve hızlanmaya başladı.
Mahinev: Bu gece burada mı kalacak?
Efken: Kapuçin mi? Evet. Kapıdaki sapık kurt çok acıkırsa İbrahim’i onun önüne atarız, karnını doyurur.
Yüzüme silik bir tebessüm yayıldı. Bunu bilerek yaptığını anladım, bir şekilde keyfimi yerine getirmek istiyordu. Bu gecenin mimarı olmakla suçladığı benliğinin omuzlarını tutarak sarsmaya başlayabilmeyi diledim; bu olsaydı, onu sarsarak gelmeyi isteyen kişinin ben olduğumu haykırarak söylerdim.
Mahinev: Kendimi iyi hissediyorum, lütfen bu geceyi düşünüp kendini suçlamayı bırak. Onlar masum değildi, biliyorum.
Efken: Bunun mideni bulandırdığını biliyordum, gözlerimle de görmüş oldum.
Mahinev: Midemi bulandıran senin hayatın ya da olduğun insan değil, kandı.
Efken: O kanı ben döktüm.
Mahinev: Kanı sen döktün Efken, evet, o yüzden kanın kendisi senmişsin gibi konuşmayı bırak. Midemi sen değil, kan bulandırdı. Midemi onlara yaptıkların değil, karşında oturup sana söyledikleri şeyler bulandırdı.
Efken: Bunları konuşmayalım.
Mahinev: Neyi konuşalım?
Efken: Parmağındaki alyans hakkında konuşmak istersen, buna varım.
Efken: Ya da karım olman hakkında? İki konuya sonsuz derecede açığım.
Mahinev: Aynı evin içinde mesajlaşıyoruz.
Efken: Evet, bu benim için bir ilk.
Efken: Yani biriyle mesajlaşmak bir ilk. Mesajlaşmayı sevmem. Ve konuyu dağıtıyorsun, utanıyor musun yoksa?
Mahinev: Utandığım falan yok.
Efken: Eminim boynun kıpkırmızı olmuştur, hatta tenin bir anda çillenmeye başlamıştır.
Mahinev: Uyuyacağım.
Efken: Uyuyabilecek misin?
Mahinev: Evet.
Efken: Hiç yeni evli bir çiftmişiz gibi davranmıyorsun, biraz mızıkçı mısın sen?
Mahinev: Senden başka mızıkçı tanımıyorum Karaduman.
Efken: Soyadım güzel mi sence?
Mahinev: Evet, güzel. Neden sordun?
Efken: Sana verebilirim çok beğendiysen.
Mahinev: Seni tanımasam kocam olmaya çok meraklı olduğunu düşünürdüm.
Efken: Siktir… Ne dedin sen?
Efken: Kocam mı dedin?
Mahinev: Hayır, böyle bir şey söylemedim.
Efken: Yalancı.
Mahinev: Bu gece yalnız uyumak istemiyorum.
Efken: Bu bir davet mi? Yoksa bana mı öyle geldi? Ne istediğini söyle.
Mahinev: Kocamla uyumak istiyorum.
Efken: Oyna bakalım ayarlarımla 🙂
Efken: Geliyorum.
Geleceğini biliyordum. İstediğim an, ne zaman olursa olsun, ne yaşanmış olursa olsun, ne yaşanacak olursa olsun, onu çağırdığımda, istediğimde, ona ihtiyaç duyduğumda geleceğini biliyordum. Nasıl oluyordu da ona binlerce kez kırılmış olmama rağmen, onun gözlerinin içine bakarken tüm kırgınlıklarımı unutuyordum? Hatta öyle bir şeydi ki, onun gözlerine bakarken, ona kırgınlığımı unuttuğumu bile unutuyordum.
Hep böyle olmaz mıydı zaten? Biri gelirdi, sizi binlerce kez kırıp döker parçalardı, siz onu bin birinci kez affeder, bin kez kırılmış olmanızı maziye gömerdiniz. Hatta ona o kadar ihtiyaç duyardınız ki, bu ihtiyaç ona duyduğunuz kırgınlıkları bile unutmanıza neden olurdu.
İnsan bazen unutamadığı koca bir kırgınlığa rağmen, o kırgınlığı ona veren kişiye sığınmak isterdi.
Efken odaya mesajı attıktan yaklaşık yarım saat sonra geldi, şafak kendini göğe asarak intihar etmiş, ruhunun ışığı yeryüzüne yansımaya başlamıştı. Kapıyı yavaşça açtığında İbrahim’in gürültülü horultu sesi de odaya onun gölgesiyle beraber düşmüştü. Kapıyı kapattığı an oda yeniden sessizdi. Dizini yatağa bastırdığında yatak ağırlığıyla düştü ve bedenim çökmenin etkisiyle ona doğru kaydı. Yorganı kaldırarak altına girdikten hemen sonra büyük kollarını belime sararak beni kendisine doğru çekti. Göğsüne sokuldum, kanın kokusu teninden silinmişti; teni hafif alkol ve sigara kokuyordu, boynundaki özünden tarçını anımsatan erkeksi kokusu yüzüme çarpıyordu.
Zihnimi mahşer yerine çeviren her görüntüyü, aklıma kazıdığı her kötü anıyı silmek istiyor gibi beni sıkı sıkı tutuyordu. Elimi göğsünün üstüne koyduğumda, o da elini benim elimin üstüne yerleştirdi ve hâlâ parmağında olan alyansın bıraktığı soğuk his tenimi sızlattı.
“Bana sığınmanı neye benzetiyorum, biliyor musun?” diye sordu; sesini duyduğumda artık zihnimde kan yoktu, acılar yoktu, ruhumun yüzeyini kaplayan yaralar yoktu. Gecenin izlerini silmesi işte bu kadar kolaydı. Kokusu, sesi, sıcaklığı ve varlığıyla her şeyi silebilir gibi geliyordu.
“Neye?”
“Bir gölge arıyorsun, altında oturup dinlenebileceğin, sana iyi hissettirirken aynı anda seni güneşin sıcaklığından koruyabilecek bir gölge. Benim o gölge olduğumu düşünüyorsun. Ama bilmem hiç duydun mu? Bir ağacın gölgesi ile bir binanın gölgesi aynı değildir. Birinin kökünde yaşam gezer, diğer ise soğuk bir beton yığınıdır; cansızdır, ölümden farksızdır. Sen bir binanın gölgesine oturmuşsun, o bina benim, gölgemin altındasın ve bana sığınıyorsun. Sana sadece anlık iyi hissettiriyorum, kafanı kaldırıp baktığında o soğuk, cansız şeyi görüyorsun. Sen bende ölümü görüyorsun. Oysa ihtiyacın olan bir ağacın altında, o ağacın gölgesinde oturmak. Seni bir ağacın gölgesinin altında düşünmek bile benim kendi içime yıkılmama neden oluyor. O bina bir anda yıkılmaya başlıyor. Korkum, bir gün sen gölgemde otururken senin üzerine yıkılmak. Çünkü ben seninle ilgili düşünürken bile senin üzerine yıkılma tehlikesi taşıyorum. İşte bana sığınman buna benziyor. Bir binanın gölgesinde oturmaya.” Gözlerini indirip yüzüme uzunca bir süre baktıktan sonra, “Kafanı kaldırıp bana bakınca ne görüyorsun Medusa?” diye sordu yavaşça.
Gözlerim gözlerindeyken, “Seni,” dedim. “Yalnızca seni görüyorum.”
“Her zaman böyle değil,” dediğinde yüzünde yumuşak ama kederli bir gülümseme vardı. “Kendini kandırma fıstığım, böyle olmadığını ikimiz de biliyoruz.”
“Sen biliyorsun, ben değil.” Yanağımı göğsüne bastırarak göz kontağımızı sonlandırdım. “Benimle veda eder gibi konuşma. Bilerek yapıyorsan kes, bilmeyerek yapıyorsan da fark et ve yapmaktan vazgeç.”
“Sana veda ediyormuşum gibi mi hissettiriyorum?”
Boğazımda tuhaf bir ağrıyla, “Bir süredir,” diye fısıldadım.
“Bunu fark etmiyordum,” dedi, dürüstlüğünü hissettim.
“Ne bu gece olanlar hakkında ne de senin bana veda ettiğini düşünmem hakkında konuşmak istemiyorum,” dedim, sesim pürüzlüydü, yanağımı göğsüne biraz daha bastırdım. “Ceyhun’la kavga etmeseydin keşke.”
Bedeninin gerildiğini fark ettim. “Sik ağızlılık yapmasaydı etmezdim.”
“Kötülüğünü düşünmediğini biliyorsun.”
“Elbette biliyorum, aklınca bana bir şeyleri kanıtlamaya çalışıyordu. Damarıma basmak istedi, bunu yapmasının tek nedeni bana bir şeyleri kanıtlamaktı.”
“Neleri?” diye sorduğumda zihnimdeki Medusa dudağının kenarında zehirli bir kıvrımla düşüncelerimde beliren cevaba bakmaya başlamıştı; cevabı bildiğimi biliyordu.
“Uyuyalım,” dedi, sessizce ona sarılırken verebilecek başka bir cevap bulamadım. Gün beyaza döndüğünde donmuş ay geceyi hatırlatmak için gökyüzünde asılı kalmaya devam edecekti ama şimdi sol parmağımda, kalbime doğru giden damarın üzerinde baskısını hissettiğim alyans artık parmağımda olmayacaktı. Bunu biliyor olmak, acının içimde daha da derinleşerek ruhuma kuyular kazmaya başlamasına neden oldu. Hislerimi kabul ettim. Acıyı, çaresizliği, içimi deşen o karanlığı, tamamını kabul ettim. Efken Karaduman’ın kollarındayken ölüm bile kolay olur gibi geliyordu. Efken Karaduman’ın teninde ölümün bile güzel hissettireceğini biliyordum.
O gece, Efken Karaduman’ın kollarında, karanlığın bizi sardığı derin bir uykuya daldım.
O gece, kalbimin derinliklerinde hâlâ benimle olduğunu bildiğim küçük kız çocuğu göğsümde bir delik açarak dışarı çıkmış, gözyaşları yüzünden sicimle kayarken yataktan kalkarak son kez geride bıraktığı bedene bakmıştı. Bana bakmıştı. Ağlıyordu. Çünkü yenilmişti. Ağlıyordu çünkü artık kurtulamayacağını biliyordu. Ağlıyordu çünkü onu içimden uğurlamak için uyanmamıştım; onun beni terk ettiğini bilmeme, o an uyanık olmama, beni izlerken ağladığını hissetmeme rağmen kollarımı ona sararak ona kalmasını söylememiş, hatta ona bir veda bile etmemiştim.
O gece aslında şafak çoktan sökmüştü ama şafak bile karanlıktı.
Saatler sonra uykumdan onun kollarından uyanmama neden olan ses, kurdun tüm ormana yayılarak yankılar hâlinde odamıza dolan sesiydi. Efken’in kollarının arasından âdeta sıçrayarak kalktım ve Efken de büyük bir hızla kapıya yöneldi. İbrahim’in salondan hızla hole doğru çıktığını Efken’in arkasından odadan çıktığım sırada görmüştüm. Kurt öyle çok uludu ki kalp atışlarımın göğsümün içinde gölün dibinde boğulan bir insan gibi boğulduğunu hissettim. Efken kapıya doğru yürürken parmağını kaldırarak İbrahim’i susturdu ve “İçeriden silahımı al ve onun yanında kal,” dedi, benden kastettiğini İbrahim bana doğru temkinli adımlarla yürümeye başladığında anlamıştım. İbrahim’in yanından hızla kayarak geçip Efken’e doğru ilerledim. İbrahim hızla odaya girerek gözden kaybolduğunda silahı almak için gittiğini biliyordum.
Efken kapıyı açtı. Saatin ibresi birden buz tuttu, ibrenin ucunun hedef aldığı sayı da buzlarla kaplanmıştı. Gümüş rengi büyük kurt verandada duruyor, gözlerini içeriye dikmiş Efken’e bakıyordu. Gümüş tüylerinde kan lekeleri vardı ve tıpkı tüyleri gibi gümüş-gri parlayan gözlerini kaldırmıştı. Efken şaşkınlığı atlattığı anda kafasını bana doğru çevirdi, o an gözlerim Efken’in gözlerine tutunmak yerine kurda kaydı, ardından Efken’e baktım ve birkaç saniye sonra yeniden kurda baktığımda, kurt artık orada değildi.
Göz bebeklerim irileşti.
Saatin ibresinin donmuş yüzeyinden bir damla su hızla kayarak boşluğa aktı ve saatin ibresi titreyerek bir adım daha attı.
Efken’in bakışlarımı takip eden bakışları kapıya doğru döndüğünde, o da karşısında beyaz-gümüş saçları, gümüş gibi parlayan gri gözleri ve bir ölü kadar beyaz tenindeki kan lekeleriyle ona bakan genç bir adam bulmayı beklemiyordu.
🎧: Shamrain, Aphelion