🎧: Lana Del Rey, Say Yes To Heaven
🎧: Şura İskenderli, Derinlere İniyorum
🎧: Oscar and the Wolf, You’re Mine
🎧: Lana Del Rey, Cinnamon Girl
🎧: Oscar and the Wolf, Princes
🎧: d4vd, Romantic Homicide
🎧: Rihanna, Same Ol’ Mistakes
Ve bir gün doğarsın, senden önce doğan yarım birine parçanı bastırıp onu bütüne dönüştürmek için.
Gözlerime bu dünyaya geldiğinden beri yarım olduğunu, sonra beni bulup tamamlandığını anlatmak ister gibi bakıyordu. Bir an için durup önce yüzüğe, sonra yeniden beni izleyen gözlerine baktım.
Bir kalp atışı sonrasında, “Evlenirim,” dedim, demedim, bağırdım; Gurur gözlerini iri iri açarak bana bakarken olduğum yerde ellerimi ağzıma götürerek zıpladım. “Seninle evlenirim! Tabii ki evlenirim!”
Hala dizinin üzerinde duruyorken yüzünü avuçlarımın arasına alarak onu çekip kaldırdım ve dudaklarına yapıştım. Afalladı ama gülümsediğini hissettim, bir eli belimi kavrarken öpüşüme karşılık vermeye başladı. Dudaklarımız ayrılırken alnını alnıma bastırdı ve “Yüzüğü takmama izin bile vermedin deli,” diye fısıldadı.
“Yüzüğü zaten taktın,” dediğimde bunu anlayamadı, alnımı alnına sürterek, elimi ona doğru uzattım. Gülümseyerek geri çekildi ve yüzüğü parmağıma takıp güçlü parmaklarını eklemlerimde, uzun tırnağımda dolaştırıp sertçe yutkundu. Gözlerini kaldırıp yeniden gözlerime baktığında onu bu denli mutlu görmeyi beklemiyordum. Hangimiz daha mutluyduk ayırt bile edemiyordum.
Elimi kaldırıp parmağımdaki yüzüğe baktığımda, elimin titrediğini fark ettim. Gülümserken birden çenem titredi, ağlayacağımı hissederek kaşlarımı çattım. Alkol ve mutluluk birbirinin üzerine binince duygularım karman çorman olmuştu.
Gurur, “Dudağın bükülüyor,” dedi duraksayarak, “ne oldu? Yanlış bir şey mi yaptım?” Paniklediğini hissettim ama yine de soğukkanlı davranmaya gayret ediyordu.
Kollarımı boynuna sıkıca sarıp yüzümü saklarken, “Salak mısın?” diye sordum dolu gözler ama solunmayan bir gülümsemeyle. “Sen salak mısın?” Kollarını belime sararken onun da gülümsediğini hissettim ama sorduğum soruları cevapsız bıraktı. Sadece bana sıkıca, çok sıkı sarıldı. İhtiyacımın bu olduğunu biliyormuş gibi, beni asla bırakmayacağını hissettirerek sarıldı.
“Tüm hayatımı seni bekleyerek geçirmişim ben bilmeden. İhtiyacım yok sandığım o duygu sana dönüşüp üzerime çöktüğünde aslında ne kadar muhtaç olduğumu, doğduğumdan beri tek beklediğimin sen olduğunu, bu dünyaya senden önce gönderilip seni aramakla hükümlü olduğumu anladım.” Dudaklarını saç diplerime bastırdı. Sıcak nefesi saçlarımın arasından zihnime sızdı ve kelimeleri de zihnime mıh gibi kazındı. “Yarımdan da eksik olanı kendini eksiltmek pahasına tamamladığın için teşekkür ederim.”
Gülümserken, “Evleneceğim ben seninle,” dedim ve o kadar şey söyleyip böyle bir karşılık aldığı için yüksek sesle güldü.
Belimden kavramasıyla ayaklarım yerden kesildi. Beni kendi etrafında döndürürken ona daha sıkı sarılıp başının üstünü, yanaklarını ve boynunu öptüm. Nihayet durduğunda kafamı indirip yüzüne baktım. Havai fişekler bir defa daha patlamaya başladı ve ışıklar profilini aydınlatırken onun ne kadar güzel göründüğünü düşündüm.
Parmaklarımı yüzünde dolaştırdığım esnada hala kucağındaydım, beni indirmeden yüzümü izlemeye devam ediyordu. “Bu gece sürpriz yapacak tek kişinin kendim olduğunu sanıyordum,” diye mırıldandım.
“Ben de bu gecenin beni mutluluktan öldürecek olayı bana evet demen olur sanıyordum ama ondan önce beni mutluluktan iki üç kez öldürdün,” diye yanıt verdi burnundan sert bir nefes vererek gülerken.
“Doğum günü hediyeni eve dönünce alacaksın ama,” dediğimde bir an duraksayarak tek kaşını kaldırdı. Kulağına yaklaşıp, “Playstation konsolunu yenilemek istediğini biliyordum,” diye fısıldadım ve irkilerek kafasını geri çekip yüzüme baktı. “İnternetten sipariş etmek zorunda kaldım. Tedariği bir, iki hafta sürebiliyormuş.”
Heyecanını gözlerinde gördüm, mutluluğunu benden saklamadı. Masrafa girdiğim için içten içe bana kızsa da beni üzmek istemediğinden tepki vermek yerine sadece hediyesi için sevindi. Beni bir kez daha kendi etrafında döndürürken, “Deli!” diye bağırdım ama aldırış etmedi.
“Hem karım oluyorsun hem de yeni bir oyun konsolum var farkındaysan, mutluluktan delirmeyeyim de ne yapayım?” diye sorduğunda kahkahamı durduramadım.
Kafamı kaldırıp arkasına baktığımda bizimkilerin kumsala doğru geldiklerini gördüm. Herkes ayakkabılarını çıkarmış, birbirleriyle şakalaşarak yürüyorlardı. Devran ve Yener’in ellerinde birer içki şişesi vardı, Devran kolunun altına Biricik’i almıştı ve Yener de Girdap’ın sırtına binmişti. Herkes gülüşüyordu.
“Geliyorlar, indir indir, yüzüğümü göstereceğim!” diye bağırdım heyecanla.
Gurur kahkaha atarak beni kucağından indirdiği anda kumların içine batıp çıkarak bizimkilere doğru koşmaya başladım. Koşarken zıplıyordum ve elimi kaldırıp yüzüp parmağımı oynatıyor, bağırıyordum ama muhtemelen ne yapmaya çalıştığımı anlamadıkları için gülerek bana bakıyorlardı.
Biricik, Devran’ın kolunun altından çıkarak bana doğru koşmaya başladı. Tam birbirimize çarpacakken elimle onu durdurup, yüzüğümü gözüne kadar soktum ve “Evleniyorum ben galiba!” diye bağırdım, Devran’ın arkada kahkaha attığını duydum ama Biricik donup kalmıştı. Sanırım Biricik bilmiyordu ama Devran’ın bu durumdan uzun süredir haberi vardı.
Simge şokla, “Kız o yüzük ne öyle kafam kadar!” diye bağırarak bana doğru koşup elimi tuttu ve kafada salladı. “Şimdi olduğum yere çöküp zılgıt çekeceğim ama Ege yöresine ait değil diye kendimi tutuyorum.”
Çolpan ve Ayça anında etrafımı sardılar. Merakla yüzüğüme bakarlarken sırıtıyordum. Eylül, “Şimdiden yeğenlerim için cinsiyet partisi çeşitlerini araştırmaya başlasam iyi olacak,” dediğinde bir an Gurur da dahil tüm erkeklerin donup kaldığını fark ettim.
Gurur kekeleyerek, “Zeliha,” dediğinde anlayamadığım için omzumun üzerinden ona baktım.
“Hı?”
Yüzünde şok olmuş bir ifadeyle, “Hamile misin?” diye sordu.
Kızlarla aynı anda, “Ha?” diye sorduğumuzda, Eylül oturduğu yere çökmüş nefesi kesilmiş gibi kahkaha atıyordu.
“Öldürecek bu çocuk beni,” dedi Eylül, koca abisi için.
“Ulan bir an ben bile hamile sandım, o nasıl cümleydi Eylül,” dedi Yener dehşet içinde.
Gurur, “Değil misin?” diye sordu bu defa hayal kırıklığına uğramış gibi.
“Ya erkekler şiirlerden ve şakalardan asla anlamıyor, fark ettiniz mi?” diye sordu Eylül doğrulup kalkarken.
Eymen’in donmuş halde az ileride durmuş bana baktığını gördüm, elimi kaldırıp yüzük parmağımı salladığımda yüzünü buruşturup tiksinir gibi öğürdü. Ona dil çıkarıp saçlarımı savurarak Devran’a baktım. “Sen biliyor muydun?”
“Aslında,” dedi Muşta. “Hepimiz biliyorduk. Yüzük başta Yener’deydi, senin nasıl bir radar olduğunu bildiğimizden yakalatmamaya çalıştık.”
Kızlar aynı anda, “Biz hiçbir şey bilmiyorduk,” dedi ve Biricik dudak bükerek Devran’a baktı. “Alacağın olsun Dev, benden sakladın mı?” diye sordu.
“Sarışın, gidip anında Zeliş’e söyleyip, tepki çalışması yaptıracağını bilmiyor muyum ben senin?” diye sordu Devran gülerek.
Biricik dudaklarını büzerek bana baktı. “Umarım destansı ve dramatik bir tepki eşliğinde ağlayarak evet demişsindir.”
“Bir an beni kavrayıp sırtına atarak kumlara devirecek ve güreşe başlayacağız sandım, öyle bir tepkiydi,” dedi Gurur.
Gözlerimi Yener’e dikip, “Demek ikili oynadın,” dediğimde pişmiş kelle gibi sırıtıyor, Girdap’ın ağzına şişeyi uzatıp Girdap kafasını çevirince söylenerek dirseğini Girdap’ın omzuna koyuyordu. Girdap’ın omzundan inmeye niyeti yok gibiydi.
“Valla şekerim, birinizden doğum günü pastası saklamak, diğerinizden yüzük saklamak kadar zordu. Biriniz Hürrem, diğeriniz Kösem gibisiniz şeytanlık söz konusu olduğunda.”
“Şerefsiz, insan biraz çaktırır. Mal gibi kaldım kızı elinde doğum günü pastasıyla görünce,” diye söylendi Gurur.
“İkinizin de eşit şekilde tarafını tuttum diyelim buna.”
“Yani siz basbayağı evleniyor musunuz?” diye sordu Ayça şok içinde. “Sanırım büyücü değiştirme zamanım geldi.”
Ecevit duraksayarak Ayça’ya bakıp, “Büyücüye mi gidiyorsun?” diye sorunca Ayça ona yandan bir bakış attı.
“Evet, canımı sıkan herkese büyü yaptırırım genelde ben.”
“Canını sıkmamaya çalışırım,” dedi Ecevit sakince.
“Benim canımı sıkmak öyle kolay değil zaten.”
Ecevit uzun uzun Ayça’ya baktı ama bir şey söylemedi.
Devran, Gurur’un omzuna vurarak, “İçin yanıyordur senin şimdi,” dediğinde Gurur ona yan gözle baktı. “O zaman şöyle serin sulara dalalım mı bir?”
Gurur daha ne olduğunu anlamadan Tayfun abi ve Devran onu bacaklarından tutarak havaya kaldırdılar. Gurur gözlerini iri iri açarak iki avucunu da Devran ile Tayfun abinin kafasına bastırdı ve “İndirin lan beni!” diye bağırdı.
“Damat banyosu,” diyen Devran, Tayfun’a işaret verdi ve birden omuzladıkları Gurur ile birlikte suya koşmaya başladılar.
Gurur, “Zeliha!” diye bağırıyordu, “Zeliha, bir şey de şunlara! Lan bıraksanıza beni. Üstümdeki takım kaç para biliyor musunuz lan siz? Lan! Lan!”
Sonra karanlık suyun içine fırlatıldı.
Gurur’un arkasından Devran ile Tayfun abi de suya atladıklarında gülerek kıyıya koşmaya başladık. Karanlık suların davetine hayır diyemedik.
Su bacaklarıma vurduğunda titredim, daha sonra herkesin bir bir suya girdiğini görünce ben de neşeyle suya atladım. Yüzüğümü koruma içgüdüsüyle elimi havada tutarak suyun içinde ilerlediğim sırada Gurur’un homurdanarak bana doğru yüzdüğünü gördüm.
Hiç beklemediğim anda suyun içinden bana dolanan büyük elleri ayaklarımı yerden kesti. Kollarımı onun boynuna dolayarak, “Yüzüğüme dikkat et,” dedim panikle.
“Yenisini alırım,” dedi, “sen yüz bin kez kaybet, ben yüz bin birinci kez gider sana dünyanın en güzel yüzüğünü bulmaya çalışırım.”
“Bir bakır tel bile eğer onu bana sen veriyorsan, dünyanın en güzel yüzüğüdür,” dediğimde gözlerimin içine baktı. Ay ışığının altında gümüş ışığa boyanan ela gözlerinde kaybolduğumu hissettim. Gözleri kaybolduğum yerdi, gözleri kendimi kazandığım yerdi; yerim, yurdum, yuvamdı.
“Sen böyle konuşursan ben senin önüne dünyaları sermek isterim, hatta istemekle de kalmam, sererim,” dediğinde burnumu burnuna sürtüp gözlerimi yumdum. Sanki tenime yıldızlar yağıyordu. Oysa sadece onun gözleri tenime değiyor, onun gözleri tenime yıldızların ışığından daha parlak yansıyordu.
“Sen farkında değilsin ama benim önüme dünyaları serdin zaten,” diyerek gözlerimi araladım ve ona baktım.
Yaşananlar geride kalmış, sanki geçmişte yaşanan o karanlık günler hiç var olmamış, hepsi bir kabustan ibaretmiş, biz ikimiz çok farklı bir yerde, çok farklı bir şekilde tanışmışız gibi hissettim.
Ne şartlar altında olursa olsun, onunla tanışmış olmak benim kurtuluşumdu.
Battığımı sandığım o bataklığın tenimdeki yanık izlerini iyileştirecek bir nehir olduğunu o zamanlar anlamamıştım.
“Yeter ki sen ol ulan,” diyerek alnını alnıma bastırdı ve kalbim zonkladı. “Bana giydireceğin hüküm ölüm de olsa, düğün de olsa, yeter ki sen ol.”
“Ben sana hep güzel şeyler vereceğim,” dedim başımı iki yana sallayarak. Çocuksu tavrım onu gülümsetti. İçimdeki kelebeklerin yükselerek boğazıma doğru kanat çırptıklarını hissettim. “Kötü olan ne varsa silip götürmek için geldim.”
“En başından beri öyleydi,” dediğinde bu söylediğine hazırlıksız yakalandığım için gözlerinin içine uzun uzun baktım. Burnumun ucunu öptü ve “Ne?” diye sordu. “Aksi olduğunu düşünüyor olamazsın.”
Yeniden alnımı alnına yasladım ve “Okulumu bitirmemi beklersin, değil mi?” diye sordum bu kez aynı saf, çocuksu merakla.
Göz bebeklerinde kendi yansımamı gördüm. Karanlığın içinde bir ışık pıhtısı gibiydim. Ben onun dünyasına gerçekten aydınlık veren miydim?
Hayret ettim. Birinin beni bu kadar seveceğini hiç düşünmezdim.
Birinin beni benden çok sevebileceğine ihtimal bile vermezdim.
Şimdi onun göğsündeki altın rengi sevgi, babamın göğsündeki elmastan sevgiyle kapışıyordu; öyle bir bakıyordu ki, sanki bir baba bir kız çocuğunu seviyordu. Gözlerinde baba sevgisi, anne sevgisi, gözlerinde bir aşığın, bir dostun, bir sırdaşın sevgisi vardı; gözlerinde kazabilecek tüm galibiyetlerim vardı.
“Seni son nefesimi verene kadar beklerim lan,” dediğinde yutkundum. “Sen uğruna yaşamaya değersin. Ne zaman istersen o zaman, ne zaman uygun görürsen o zaman, ne zaman işte şimdi dersen o zaman. Sen ol de, oldururum. Bunu bil, bunu sakın unutma, bunu hiç aklından çıkarma. Hiçbir ihtimalde senin ol dediğini oldurmayacak adam değilim ben.”
Bunu bilmenin getirdiği gönül rahatlığıyla gülümsedim ve bildiğimi sesimden de duymasını istediğimden, “Biliyorum,” diye mırıldandım.
Devran hiç beklemediğimiz bir anda üzerimize su sıçratınca şaşırarak ona doğru baktım. Gurur, “Ama bak sen çok oluyorsun ha hanzo,” diye söylendi.
“Aşık modunu iki dakika kapatın da eğlenelim,” dedi Devran, sonra yavaşça fısıldadı: “Bu saatte yüzük bakmaya gideceğim sizin yüzünüzden. İnsanın içi çekiyor birader.”
“Neyi neyi?” diye sordu Biricik birden bize doğru yüzerek. “Ne çekti canın?”
Devran, Biricik’e yandan bir bakış atıp bıyık altından gülerek, “Şimdi ben bunu söylerdim de denizde yüzen sarı saçlı bir domates görmeye hazır olmayabilir bu insanlar,” dedi muzip bir sesle.
“Dev!” Biricik gözlerini iri iri açarak suya vurdu ve kabaran su Devran’ın yüzüne çarptı. “Çok ayıp!”
“Ağzımı açıp tek kelime de etmemiştim oysa…”
“Bu etmemiş haliyse durum vahim,” dediğimde Biricik biraz daha kızardı, bize küserek başka yöne yüzmeye başladı. Devran arkasından sırıtarak bakarken, “Gel buraya, küstün mü?” diye sordu ve arkasından gitti. “Şşşt, sana diyorum, sana. Durmazsan daha çok utandırırım. Yaparım, biliyorsun değil mi? Neler yapabileceğimi iyi bilirsin. Beklesene beni.”
“Git be!”
“Bekle dedim, beklemezsen cezası da ağır olur, bunu da biliyorsun değil mi?”
Biricik bir an duraksayıp omzunun üzerinden Devran’a bakınca ağzım kocaman açık şekilde Gurur’a baktım. “Grinin Elli Tonu mu okumuş Devran?” diye sordum şokla.
Gurur sırıtıp, “O konu Devran olduğunda, oldukça masum bir kitap sayılırdı,” diye takıldı.
“O Devran henüz seni tanımamış canım,” dediğimde Gurur dişlerini beklemediğim bir anda çeneme geçirdi ve “Beni tanıması gereken tek kişi sensin,” diye fısıldadı.
“Yapma ya,” diyerek burnumu burnuna sürttüğümde, “Oynama ayarlarımla,” dedi boğuk gelen, kısık sesiyle.
“Oynarsam, ne olur?”
“Yüzüğü parmağına taktığım gibi, başka bir şeyi de ta—”
“Öküz, odun, dana seni! Hadi be oradan, hadi be!” Onu iterek suyun üzerinde kayıp ondan uzaklaştığımda başını geriye atarak neşe dolu bir kahkaha attı.
Bu kahkaha bir an beni duraksattı, gözlerimi ayırmadan gülümserken yüzüne çizilen çizgilere, dudaklarındaki kavise baktım. Elimde olmadan ben de gülümsemeye başladım.
“Gel buraya yavru ceylan,” diyerek beni bileğimden tutup kendine çekerek suyun içindeki vücutlarımızı birleştirdi. “Uzaklaşma benden, hep böyle dibimde dur istiyorum.”
“Ne o dede?” diye sordum çatık kaşlarla. “Yaş otuz üç olunca gece görüşünü kaybettin de uzaklaştığımda beni seçemiyor musun?”
“Teessüf ederim, sen şimdi son nefesine de bir gün kaldı, gel yarın evlenelim bari dersin bana.”
“Ya hadi oradan, yarın evlenmek için bahaneler sunma bana. Adam evlenebilmek için birazdan sana bir şey söylemem gerek Zeliha benim prostatım var diyecek.”
“Kız Allah korusun, yok öyle bir şeyim falan benim.”
Yüzüne su sıçratıp kahkaha attım. “Olsun, ben seni dedeyken de severim.”
“Dede olmama çok bir şey kalmadı, gel yarın evlenelim işte,” dedi pis pis sırıtarak.
Çok uzun süre yüzdük, arkadaşlarımızla şakalaştık ve sudan çıktığımızda alkolün etkisi artık bedenimden silinip gitmişti; Gurur’un içime yerleştirdiği mutluluğun etkisi ise bir ömür sürecekmiş gibi hissediyordum.
Islaktık, hatta hava serinlediği için titriyorduk ama hepimiz mutluyduk. Gruptaki herkesin mutluluğu dudaklarından sürekli dökülen kahkahalardan okunuyordu.
Bir çorbacıya gidip, küçük restoranın içindeki masaları birleştirerek oturduğumuzda ve Muşta hepimiz adına birer işkembe çorbası sipariş ettiğinde hala ıslak sayılırdık ama en azından artık üşümüyorduk. Ayça elimi elinin içine almış yüzüğümü incelerken gülümsüyordu, Çolpan da telefonunu çıkarmış ellerimin fotoğrafını çekip duruyordu.
Çorbalar masaya geldiğinde Muşta kolunu Yener’in sandalyesinin sırt kısmına atarak, “Gurur Efendi,” dedi yüzünde alaycı bir ifadeyle. “Şimdilik mutlusun, yüzünde güller açıyor da ben senin yüzünde morlar açmasına nasıl engel olacağım? Kahraman Özdağ bunu öğrenince o ucu kalkık burnunun ucunu öne eğmez mi senin?”
Gurur bir an duraksayarak Muşta’ya baktı, ardından gözleri bana dokundu ve yeniden Muşta’ya baktı. “Muşta,” dedi, “hazır buradayken kızı isteyelim mi ne olursun?”
“Aa bu herif ölmek istiyor,” dedi Yener şok içinde.
“Alına da moruna da kırığına çıkığına da çok okeyim, baba, isteyelim mi kızı?” diye sordu Gurur dirseklerini masaya koyarak. “Sen dersin, seviyorlar birbirlerini, oğlumun işi gücü var, parası var, sorumluluk sahibi birisi, askerdir kendisi dersin, översin beni biraz. İsteriz kızı.”
“Sonra seninle beraber beni de kefenler değil mi?” diye sordu Muşta son derece ciddi bir şekilde.
Cenan yan gözle Muşta’ya bakıp, “Kahraman Bey seni bile korkuttuysa,” deyince, Muşta tek kaşını kaldırıp Cenan’a baktı.
“Ben hiçbir şeyden korkmam.”
Cenan’ın yüzünden alay dolu bir ifade geçip gitti. “Hıhım, çok belli oluyor.”
“İsteyelim lan,” dedi Muşta birden. Gözlerini Gurur’a çevirdi.
“Siz delirdiniz iyice,” dediğimde Gurur da Muşta da bana baktı. “Okuyom ben.”
“Yarın evlenelim demiyom ben de zaten Zelya,” dedi birden Gurur. Babam gibi konuşmasına şaşkınlıkla bakakaldım. “Adını koyalım.”
“Hayırdır ya yangından mal mı kaçırıyon?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Bunlar şiveli kavgaya başladığına göre iki seneye kalmaz Muğla’ya yerleşir, Sarıkız’a arkadaş bir de Karakız alırlar. Gurur da dağda değil tarlada nöbete kalkar artık sabahları,” dedi Yener ciddi bir sesle.
Nihan, “Helal olsun Muşta, beni bir kez bile istemedin,” deyince Vural derin bir nefes alarak kaşığını çorbanın içine bıraktı.
“Ulan biz zaten nişanlıyız.”
“Sen sus a1 seviyesinde Türkçenle cevap verme bana,” diye homurdandı Nihan.
“Ya neden bu heriflerin yaptığı her şey bana patlıyor?” Vural ekmek kemiren köpek gibi çorbasına bakınca gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
Muşta, Nihan’a içi acımış gibi baktı, bir an gözlerinde suçluluğu görür gibi oldum.
“Onun huyudur o Nihan,” dedi Cenan iğneli bir sesle. “İstemez, direkt alır. Mağarasında öyle görmüş, öyle öğrenmiş.”
Muşta, Cenan’a yan bir bakış attı. Mavi gözleri çok şey anlatıyordu. Cenan da o gözlerden ona uzanan bakışlarda her ne gördüyse sertçe yutkundu.
Çorbalarımızı içerken Gurur sürekli Muşta’yı sıkıştırmaya devam etti, bu beni her ne kadar güldürse de babamın vereceği tepkiyi de merak etmiyor değildim. Bu işin adının konmasını istediğini biliyordum ama bunun için erken olduğunu düşünebilirdi. Ben de erken olduğunun farkındaydım ama tüm kalbimle de istiyordum. Gurur’un beni bekleyeceğini biliyordum.
Zafer ve Yaman çorbalarına sarımsak sosunu bolca koydukları için diğerlerinin onlara tuhaf tuhaf baktıklarını gördüm. Muşta, “O ağzınızı dikerim sizin, götümün dibinde uyuyorsunuz lan hayvan herifler,” dedi ama sosu önüne çektiğinde onlardan geri kalmadan o da çorbasını bol bol sosladı. Cenan’ın yüzünü buruşturarak Muşta’ya baktığını gördüm. Muşta tek kaşını kaldırıp Cenan’a baktı ve herkes çorbasıyla ilgilenirken sessizce, “Aramızda özel bir konuşma mı geçecek de bu kadar irrite oldun sarımsaktan?” diye sordu imalı bir sesle. Cenan’ın gözleri kısıldı ama bakışlarını hemen farklı bir yöne çevirdiğini gördüm.
Bazen kendimi grubun mobese Beşir’i gibi hissediyordum.
Çorbalar içilene kadar konuşmadık, daha sonra hepimiz elimizde birer soda şişesiyle lokantadan ayrıldık. Zaman bir girdap gibi bizi içine çekmeye başladığında Muğla’nın şafağa en yakın saatleriyle usulca ağarmaya başlayan sokaklarında yürümeye başladık. Ayaklarımda topuklular olduğu için yürümem imkansıza yakın hale geldiğinde Gurur beklemediğim bir anda beni omzuna atmış, elbisemin açıkta bıraktığı bacaklarımı kalçama kendi ceketini örterek korumaya almıştı. Dünyaya tersten bakarken bile her şeyin yolunda gittiğini hissediyordum. Muğla’nın sokaklarını bedenim koca bir adamın kucağında ters duruyorken izliyordum.
Gülüşmeler, şakalaşmalar hepsi birbirine karışıyor, sokağa yayılmaya başlayan renkler de bize eşlik ediyordu. Ben sessizdim ama zihnim gürültülüydü, kalbim ise zihnimi bile geride bırakacak kadar çok ses çıkarıyordu.
Evin önüne geldiğimizde Gurur beni sırtından indirdi ve elinde tuttuğu soda şişesini kafasına dikip bahçenin kapısını yavaşça açtı. Bahçede akşam yemeklerini yediğimiz masanın üzerinde gergin bir şekilde duran ışıklar hala yanıyordu. Önce parmağımdaki yüzüğe, sonra çocukluğumun geçtiği bahçeye baktım ve bahçeden içeri adım attım.
Biricik ve Devran’ın kıkırtılarını duydum, Mehtap’ın sesi zihnime bulaştı, Muşta birilerini azarladı ve Simge koluma girip başını omzuma yasladı. Zamanın etrafımda akıp gittiğini hissettim. Erkekler kendi evlerine doğru yürürlerken arkalarından bakıyordum, kızlar da yavaşça eve doğru yürüdüler ve Simge başını omzumdan kaldırıp dudaklarını omzuma bastırdıktan sonra içeri gitti. Geriye sadece Gurur ve ben kaldığımızda artık şafak o mavi rengin içinden kan gibi akan kızıllığını üzerimize sermeye başlamıştı. Kollarımı bedenime sarıp omzumun üzerinden Gurur’a baktım. Ellerini pantolonunun cebine sokmuş, tüm dikkatini bana yöneltmiş beni izliyordu.
Kalbimi çarptıran o cümleyi kurdu.
“Seni bu evin bahçesinden davulla zurnayla, telinle duvağınla çıkaracağım.”
O an, onun varlığı gözlerimi kör edecek kadar kuvvetli bir ışık sızıntısıydı. O ışığa çekildiğimi, her yerin karardığını ve o ışığın karanlığın içinde dikilen bedenimi güçlü kollar gibi sardığını hissediyordum. Sanki yaşadığımız her şey bu ışığın ardında, ikimizden uzakta duran bir kapının ardında kalmıştı ve nihayet o kapı sıkıca kapanmıştı. Anahtarı hala bizim elimizdeydi ve ikimiz de o kapıyı açmaktan çok uzaktaydık.
Ben, ondan önce durgun bir suydum ve o, durgun suyun içine çarparak giren bir taştı; suyun derinliklerine dalan o taş önce suyun yüzeyinde dalgalar yarattı, daha sonra o dalgalar büyüdü ve her yana yayıldı. İçimdeki zelzelenin sebebi bu adamdı. İçimdeki her şeyin yerini değiştiriyor, dağınıklığı toparlıyor, taşımakta zorlandığım ne geçmişse eline hepsini atıp benden uzağa savuruyordu.
Gözlerinin içine uzun uzun baktığımı hatırlıyorum, daha sonra dudağımın yukarı kıvrıldığını ve o taş, suyun dibine dokunduğu anda, ona, “Seni seviyorum,” dediğimi. Sonrası pusluydu, içimden dışıma taşan dalgaların beni zamanın kollarında sürüklemesine göz yumdum.
Gözümü kapatıp açtığımda şimdi kendi odamdaydım. Elbisenin fermuarını yavaşça indirirken seher yeli usulca perdemi uçuşturuyor, içeri şafağın mavi-kızıl ışığı vuruyordu. Elbisem bedenimden kayarak ayaklarımın önüne düştüğünde seher yelinin tenimi ürperttiğini hissettim ve odamın kapısı tıklatılıp yavaşça aralandı. Annem içeri doğru kafasını uzatırken, “Gelmişsiniz,” diye mırıldandı uykulu bir sesle.
Yatağımın üzerindeki şortu elime alıp bacaklarımdan geçirirken, “Evet,” diye fısıldadım ve gülümsedim. “Yeni mi uyandın?”
“Namaza kalkmıştım,” dedi annem, bir defa daha esneyip içeri girdi. Camı kapatmak için pencereme doğru ilerlediği sırada gözlerim yeniden parmağımdaki yüzüğe dokundu. Kalbimin boğazıma yükseldiğini hissettim. “Nasıldı geceniz? Kutladınız mı doğum gününü Gurur oğlumun?”
Soruyu tamamladıktan sonra bana doğru döndü, ona verecek cevapların hepsi dilimin ucundaydı ama sesim kaybolup kalbimin içinde hapsolmuştu sanki; sadece yüzüğe bakıyordum.
Annem bana doğru ilerleyip elimi yavaşça avucunun içine aldı, parmağımdaki kalp kesim yüzüğü görünce gözlerinin büyüdüğünü gördüm. Başta utanç duygusu hızla beni çarpıp yere serer sandım ama bu olmadı. Sadece gülümseyebildim. Anneme bakmak, birlikte büyüdüğüm bir dostuma bakmak gibiydi.
“Hiii!” diye bağırdı, daha sonra ağzını eliyle örtüp odanın kapalı kapısına doğru baktı. Yeniden bana baktığında gözleri hala iri iri açık duruyordu. “Bunu öylesine takmadı ya!” dedi heyecanla. “Söyle bana çabuk, evlilik mi teklif etti oğlan sana?”
Kelimeler yine dilimin ucundaydı ama sesimi kalbimden çıkaramadım.
Annemin gözlerinin içine bakarken sadece başımı hızlı hızlı aşağı yukarı salladım. Göz bebeklerinin genişlediğini gördüm, bakışları yeniden yüzüğe inerken, “Ava gidiyoruken avlandın he?” diye sordu heyecanla. Dudaklarına yerleşen o sıcak tebessümü gördüğümde yaptığımın bir yanlış değil, hayatımın en büyük doğrusu olduğunu anladım. “Helal olsun ona. Böyle kapı gibi dursun sevdasının arkasında. Laf da getirtmesin sana, söz de getirtmesin, böyle tutsun elini.” Elimi sıkıca tuttu annem. Sonra gözlerimin içine baktı. “Sen büyüdün de benim çalı çırpı toplayarak yaptığım bu yuvadan uçuyor musun şimdi?”
Annemin söyledikleri nefes olup içime aktı, ciğerime battı. Başımı bir defa daha aşağı yukarı salladığımda annemin dudakları bir anda büküldü. Elimi sıkıca tutarken, “Sen bu çocuğu bir seviyorsan, biz bin severiz,” dedi annem, “sen bu çocuğu ailemize katacaksan, biz bu çocuğu sonradan gelmemiş, bizim toprağımızda doğmuş biliriz.”
Gözlerime batanları hissettim ama ağlamadım. Sadece annemin gözlerinin içine baktım.
“Madem sen bu çocuğu tuttun kalbine aldın, biz de tutar ailemize alırız,” dedi annem bana güç verir gibi. “Senin yüzünü böyle güldüren benim bin kat elim olsa, ben onu kendim doğurdum bilirim.”
Annemin boynuna sardığım kollarımdaki dermanın çekildiğini hissettim. Ona sıkıca sarıldım. Böyle bir kadın olduğu için, beni böyle yetiştirdiği için, beni eksik değil tam bir parça olarak büyüttüğü için, Gurur’un eksik yanlarını doldurabilecek birine çevirdiği için ona minnet duydum.
Annem elini saçlarıma götürüp saçlarımı okşarken, “Önce okul he,” diye mırıldandı, “sonra koca.” Kollarını bana doladı, beni bağrına bastı. “Sen şöyle mutlusun da ben daha ne isterim? Seni böyle gülümserken görüyorum ben daha ne isterim? Bir annenin başka isteyeceği bir şey yok ki bu hayatta. Yavrusunun mutluluğundan başka ne ister ki bir ana?” Saçlarımı öptü, saçlarımı kokladı ve ağlamamak için kendini sıktığını fark ettim.
Sırtımı sıvazlarken, “Sen gene de o yüzüğü babandan sakla şimdilik,” dedi gülerek. Söylediği şey beni gülümsetti, ona daha sıkı sarıldığımda, “Kız konuşmayı da mı unutturdu bu oğlan sene?” diye sordu kıkırdayarak. “Deli, sıktın böğrümü, kıracaksın kız. Ana ne güçlü maşallah.”
“Kızmadın değil mi birden böyle oldu diye?”
“Ben ne kızacağım? Öldüm sevinçten. Senin sevincinden öldüm hem de.” Geri çekilip yüzümü avuçlarının arasına aldı. “Bunun böyle olacağı en baştan belliydi. Ben o oğlanı gördüğüm an verdim onun notunu. Koy bir körle onu bir odaya, körün gözü olmasa da görür sevdiğini. Seni nasıl sevdiğini.”
“Okulum bitince,” dediğimde güldü, “Baban ötesine izin vermez zaten, bibiğini sıkar oğlanın,” dedi. “Ama bir söz kesilir, nişan yapılır, adı konur.” Elimi tekrar elinin içine baktı. “Kalp, he? Romantik de oğlan.”
Gözlerimi kaçırdığımda, “Giy hadi üstüne bir tişört, sırtın üşüyecek,” dedi annem utandığımı anlamış gibi. Tişörtüme doğru dönüyordum ki bir anda beni yeniden kolumdan kavrayıp kendine çekerek sarıldı. “Sen büyüdün de benim yuvamdan mı uçuyorsun serçe kuşum?” diye sordu beni bağrına basarak. İşte o an, annemin ağlamaya başladığı andı. Gözyaşlarının sicim gibi saçlarımdan omuzlarıma indiğini hissedince dondum kaldım. “Ben seni gelin mi yapacağım şimdi? Ellerimle örüyordum bu saçları ben okula gönderirken seni. Şimdi bu saçların arasına çiçekler mi koyacaklar?”
“Anne, ne ağlıyorsun kız deli,” dedim şok içinde.
“Sus dur böyle biraz, böğürttürme beni,” diye homurdandı bana sıkı sıkı sarılırken. Ağladığını görmemi istemiyordu ama o sıcacık gözyaşlarını saçlarımda, omuzlarımda, içimde hissediyordum zaten. Saklaması boşaydı.
“Evlenmem başına kalırım, görürsün. Ağlama.”
“He kalırsın yalancı çoban,” dedi annem homurdanarak. “Bohçanı alır kaçarsın oğlana, bilmiyom sanki, görmüyom sanki.”
“Babam vermezse son çare.”
“Köpek!” Annem kıçıma bir tane vurdu. “Köpek bir de kaçacağım imasını yapıyor. Kocaya kaçacak bir de başıma benim! Köpek!”
“Kız bağırma babam öteki evden duyup gelecek evlenmeden dul bırakacaksın beni!”
“Laflara bak, kudurmuş!”
Gülerek yüzünü avuçlarımın arasına aldım. “Şimdilik babama bir şey söylemeyelim,” diye mırıldandım. “Her şey usulünce olur.”
“Aksi halde baban zavallı damadımı kıymetlisinden vurur,” dedi annem dudak bükerek gülerken.
“Şimdiden damadım demeye başladı. Bak ya. Kız sen benden meraklısın damadın olmasına.”
“Hadi oradan, kudurmuş,” dedi annem omuz silkerek. “Yarın kahvaltıya inerken o yüzüğü sakla. Babanın gözleri ışın kılıcı gibi valla. Yüzüğü gördüğü an kıyamet kopar burada.”
“Saklarım,” dedim gülerek. “Küçük bebeler nerede?”
“Eymen’in odasına yatırdım kuzuları, yatak yaptım onlara. Masal da anlattım. Kız o Dide ne dilli düdük. Çok bilmiş he. Bayıldım ona. Keşke öyle bir torunum olsa.”
“Sen bu gece çok fazla şey diler oldun,” dediğimde bana garip garip baktı.
“Kız bana bak…”
“Anne saçmalama yok öyle bir şey!” dedim hızlıca.
“Öreğime iniyordu,” dedi annem elini kalbine koyarak.
“Hadi git biraz daha uyu, saat çok erken,” dediğimde, “Bebeleri kontrol edeyim yatayım, sabah erken kalkmazsınız siz.” Havayı kokladı. “Leş gibi zıkkım kokuyonuz. Öğlen bazlama yapar kaldırırım sizi.”
Annem odadan çıkarken bana uzun uzun bakıp gülümsedi.
⛓️
Boynumdaki zincire yüzüğü takıp tişörtümün içine saklamak kolaydı ama Eymen’in imalı bakışlarından kaçmak ve o bakışları babamdan saklamak sandığım kadar kolay olacağa benzemiyordu.
Öğlen güneşi bulutların arkasından belli belirsiz bahçeye vururken elimdeki ayran şişesini çalkalayarak pürdikkat tam karşımda oturmuş ağzındaki çalı parçasını dudaklarının arasında hareket ettirip bana tip tip bakan erkek kardeşime bakıyordum. Biricik elinde peynir tabağıyla kapıdan çıkıp masaya doğru yürürken aynı benim gibi gözlerini Eymen’e dikti. İkimiz de uyandığımızdan beri bakışlarımızla Eymen’i baskı altına almaya çalışıyorduk ama nafileydi. Eymen’in uzun süre kullanacağı bir kozu eline vermiştim bir kere.
Gurur’un bahçenin öteki ucunda durmuş babamın yellediği mangala baktığını gördüm. Babam gözünü kaldırıp kaldırıp Gurur’a bakıyordu ama Gurur babama değil, mangalın üzerindeki közlere bakıyordu. Sanki bilerek babamla göz göze gelemiyordu. Babam mangalı yellerken, “Biberler,” dedi Gurur’a bakarak. Ecevit elindeki biber tabağını babama uzattı. Babam yine Gurur’a baka baka biberleri mangalın üzerine yerleştirmeye başladı.
Yaman merakla, “Etler?” diye sorduğunda babam bu kez, “Mantarlar,” dedi ve Yaman püfleyerek etrafına bakmaya başladı. Vural mantarların olduğu tabağı babama uzattı. Babam yine Gurur’a bakarak mantarları mangalın üzerine dizmeye başladı.
Gurur hala közlere bakıyordu.
Biricik kulağıma doğru, “Baban bir şeylerden işkilleniyor gibi bakıyor,” diye fısıldadığında olduğum yerde dikleşerek ayranı daha sert çalkalamaya başladım.
Yaman bir daha, “Etler?” diye sordu ama babam bu kez, “Soğanlar,” dedi ve Yaman olduğu yerde resmen tepinerek farklı bir yöne döndü. Yener elindeki soğan tabağını babama uzattı ve babam yine gözlerini Gurur’dan çekmeden soğanları mangala dizmeye başladı.
Bu kez Muşta, Yaman ile aynı anda “Ve etler?” diye sorduğunda babam bir anda elinde mangalı yellemek için tuttuğu kartonla Gurur’un kafasına bir tane vurdu ve “Ne oluyor len?” diye sordu. “Niye gözümün içine bakamıyon sen benim?”
Muşta ile Yaman aynı anda püfleyerek etrafa bakmaya başladılar. Yener bıyık altından gülerek Gurur’a bakıyor, Gurur ise yavru kedi gibi babama bakarken kendi kafasına dokunuyordu.
“İyi mangal nasıl yakılır öğrenmek adına izliyordum.”
“Yalancı domuz,” dedi babam, gülmemek için dudaklarımı kemirdim ve tam o an Yaman oturduğu yerde yavaşça dönerek babama bakıp, “Hem de ne domuz baba,” dedi.
Ayran şişesini daha sert sallamaya başlayıp, “Tek kelime et bak nasıl ağzına sıçıyom senin,” diye fısıldadım sessizce.
Eymen sertçe yutkunup önüne dönerken Eylül elinde büyük salata tabağıyla kapıdan çıkıyordu. Eylül’ü fark eden Eymen bir anlığına duraksadı, gözleri Eylül’ün yüzünde dolaştı, daha sonra elinde tuttuğu tabağa indi.
“Ne döndürüyonuz siz bakem benim arkamdan?” diye sordu babam tek kaşını kaldırarak.
Biricik yine kulağıma sokulup, “Baban evliya mı acaba?” diye sordu sessizce.
“Biricik sen de sol omzumdaki pembe giyinmiş şeytan gibisin ya,” diye patladım bir anda. Yüksek sesle konuştuğum için tüm gözlerin üzerime döndüğünü hissettim.
Yener, “Bence bu sefer etler ya,” diyerek et tabağını babamın burnuna kadar soktu ama bunu konuyu dağıtmak için değil de gerçekten et ihtiyacından kendini kaybetmek üzere olduğundan yaptığını anladım.
Babam önce beyaz etleri mangalın üzerine yerleştirdi, ardından köfteleri yerleştirmeye başladı ama hala göz ucuyla Gurur’a bakmaya devam ediyordu. Kasap kedisi gibi babamın etrafını saran ekibin tek derdi bir an önce etleri mideye indirmekti. En az onlar kadar et yemek isteyen Gurur ise suçlu bir çocuk gibi hissettiğinden olsa gerek, ağzını açıp tek kelime edemiyordu.
Babamın eline maşa verdiği Yener pişenleri büyük kayık bir tabağa alırken ayran şişesini yavaşça masaya bırakıp içeri girdim. Bizimkiler mangal yakmayı severdi, özellikle babam mangalın başında uzun uzun vakit geçirmeyi sevdiğinden mangalı henüz öğle saatlerinde yakardı. Çoğumuz geç uyandığımızdan henüz kahvaltı yapmamıştık. Mangal haberine uyanan ekibin çıkardığı gürültü sağ olsun, yattığımız yerde yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Ucundan yüzüğümün sarktığı kolyemi tişörtümün içine sakladıktan sonra annemin verdiği tepsiyi elime alıp tekrar bahçeye yöneldim.
Biz kızlarla zeytin, peynir ve bazlamayla kahvaltı yapmaya başladık ama et oburlar kahvaltıya dönüp bakmadılar bile, babamın pişirdiği etlere sulanmakla meşguldüler. Herhalde babam onlara kurduğum kumpası fark etmiş, insafa gelmiş ve onlar için et alıp mangal yakmaya karar vermişti. Gurur’un doğum gününü de geç kutladığımızı öğrenmiş olmalıydı, annem babanın kulağına attım demişti, herhalde o da kendince Gurur’un doğum gününü böyle kutlamaya çalışıyordu.
Cenan, başının üzerinde büyük bir topuz, Dide’yi dizine oturtmuş telefonundan bir dizinin tekrarını izlerken onu hiç böyle görmediğimi fark ettim. Evet, hiçbir öğrencisinin görmediği hallerini görmüştüm ama bu kadar doğal bir haliyle daha önce hiç karşılaşmamıştım. Soluğunu tutmuş diziyi izlerken Dide annesinin tişörtünün yakasıyla oynuyordu.
Yener, hala ortada duran sofraya pişen etleri koyduğunda kafamı kaldırıp ona baktım. “Bu ateş akşama kadar yanacakmış, bana ne kadar mesut olduğumu soracak olursanız eğer, yarın nüfusa gidip adımı Mesut yapacak kadar mesudum şu an,” dedi heyecanla. Ağzına bir köfte atacaktı ama köfte çok sıcak olsa gerek, bir anda yandı ve parmaklarının arasında zar zor tuttuğu köfteye üflemeye başladı.
Simge’nin ayran şişesinin kapağını açtığını gördüm, bir bardağa yarım ayran doldurdu ve bardağı Yener’in ağzına dayadı. Yener başta duraksasa da elinde köfte olduğundan bardağı Simge’nin elinden almak yerine, Simge’nin tuttuğu bardağa dudaklarını yasladı. Birbirlerinin gözlerinin içine bakarlarken Simge yavaşça Yener’e ayran içirmeye başladı.
“Yanarsın öyle,” dedi Simge donuk bir sesle, gözleri hala Yener’in gözlerindeyken. “O kadar sıcak şeyi bir anda dudaklarının arasına alırsan, olacağı bu.”
Yener ayrandan bir yudum daha alıp ağzını bardaktan çektiğinde dudaklarının kenarında ayranın bıraktığı beyazlık vardı. Simge, Yener’in dudaklarına baktıktan sonra tekrar gözlerinin içine çevirdi bakışlarını.
“Almıştır yangınını,” dedi yine aynı donuk sesle, Yener’in bakışları Simge’nin gözlerinde daha da derinleşti ama Simge’ye herhangi bir cevap vermedi.
“Gerçekten midemi allak bullak ediyorsunuz,” diye homurdandı Eymen köşeden.
Yener üflediği köfteyi ağzına atarken hala Simge’ye bakıyordu ama aralarında başka bir konuşma geçmeyecekmiş gibi görünüyordu. Sanki konuşulması gereken bir sürü şey vardı ama onlar konuşulması gereken her şeyi bir köşeye itiyorlar, belki de birbirlerine karşı ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Babam, “Kavak ağacı,” dediği an bakışlarımı herkesten koparıp doğrudan Gurur’a çevirdim. Avucunda birkaç çıra parçasıyla yere çökmüş, mangala doğru üflüyordu. Babam da başını sallayarak, “Eferin len,” diyordu. “Ne ciğer varmış. Üfle üfle.”
Babam bir anda mangala yelleyince közler uçuştu ve Gurur geriye doğru devrilecekken avucunu yere bastırıp olası bir düşüşe engel oldu. Babam birden keyifle kahkaha atmaya başladı ama Gurur ne olduğunu algılayamamış gibi öylece babama bakakalmıştı.
Muşta’nın da güldüğünü gördüm, ardından tüm ekip gülmeye başladı ve Gurur ayağa kalkıp bana doğru döndüğünde neden güldüklerini anladım. Yüzü is lekesiyle dolmuş, kömürlüğe düşmüş gibi kararmıştı. Elimde olmadan ben de elimi ağzıma kapatarak gülmeye başladığımda Gurur bana dik dik baktı, daha sonra gözleri ağzıma örttüğüm parmaklarıma takıldı ve kaşlarının çatıldığını gördüm.
Yüzüğün yokluğunu fark etmiş olmalıydı, panikleyerek parmağımı tişörtümün önüne götürüp yüzüğü göstermeye çalıştım ama öyle bir bakıyordu ki ağzımı açıp durumu açıklamadığım sürece anlayacağa benzemiyordu.
“Git yüzünü yıka len, gündüz fenerine döndün,” diye alay etti babam.
Gurur, “Yıkayayım efendim,” diyerek bizim eve doğru yürümeye başladığında babam kendi kendine gülerek mangala yellemeye devam etti. Oturduğum yerden hızla kalkarak Gurur’un arkasından eve girerken dikkat çekmiş olmamayı diledim ama paniğim hissedilirdi. En azından hala kendi kendine gülmeye devam eden babam bunu hissetmemiş olmalıydı.
Gurur lavabonun kapısını açıp içeri girerken beni fark edip duraksadı. Ahşap, üzeri vitray cam olan kapıyı kapatmak yerine aralık bıraktı ve sırtını dönerek lavaboya ilerledi. Arkasından içeri girip kapıyı kapatarak kilidi çevirdim ve eski lavabonun önünde dikilip bir elini tezgaha yaslayıp, diğer eliyle çeşmeyi açan Gurur’a baktım. Tam karşısında, ortasından bir yarık inen eski cama yansıması tüm güzelliğiyle dökülüyordu. Bakışlarını bana çevirdiğinde yansıması da onu taklit etti.
Sırtımı kapıya yaslayarak, “Esmerlik pek yakışıyormuş sana,” dedim ortamı yumuşatmak ister gibi. İs ve ateşin kokusu tenindeki o buz kokusuna karışarak buram buram esiyor, ciğerime doluyordu.
Elini lavabonun mermer tezgahına daha sert bastırıp diğer elini suyun altına götürürken, “Yüzüğün nerede senin?” diye sordu sert bir sesle. Öfkesini hissettim, kızgınlığı bir çember olup yavaşça büyüyerek bana çarptı ve beni içine aldı.
Gözlerinden vuran güneş etrafımda dolandı, beni içine alarak yakmaya başladı. Ona doğru bir adım atmak yerine olduğum yerde bekledim ve “Babam görürse anlar,” diye mırıldandım.
“Sen de parmağından çıkardın mı?”
Başını omzuna yatırıp bana öyle bir baktı ki, uzun zamandır onun bu yanıyla karşılaşmadığımı o an fark ettim. Bakışları ucunda buz sarkıtları taşıyan bir mızrak gibiydi ve sanki tek bir yanlış cevabımda bu mızraklar bana saplanmak için gözlerinden fırlayacaktı.
Zincir’i gördüm. O adam hala oradaydı. Kalbimin atışları değişti.
“Ne yapacaktım başka? Baba bak bu oğlan bana yüzük taktı mı diyecektim?”
Tek kaşımı kaldırdım, aşırı inatlaşasım geldi domuzla.
O bakışlardan hoşlandığım için mi biraz olsun öfkelendirmek istediğim için mi yoksa bir zamanlar gözlerinde gördüğüm o şeyi yeniden görmek hoşuma gittiğinden mi o an için bunun cevabını bilmiyordum.
Eğilip iki avucunun içini suyla doldurdu ve suyu yüzüne çarptı. Su yüzünden kayarak boynuna dek uzandı ve beyaz, yuvarlak yaka tişörtünün önünü ıslattı. Avucunun içini yeniden suyla doldurdu, bu defa parmaklarıyla yüzünü ovarak suyu bir defa daha yüzüne boca etti. Her bir hareketinde kollarındaki kaslar hareket ediyor, damarlar derisinin üzerinde kavisleniyordu. Islak avuçlarını yeniden mermer tezgaha yasladığında şimdi sular sicim gibi kollarından akıyor, parmaklarında yoğunlaşarak mermeri ıslatıyordu.
Birdenbire bu küçücük lavaboda onun bedeninin ne kadar büyük göründüğünü fark ettim. Cüssesi, onunla dar bir alanda baş başa kaldığımız vakit çok daha belli hale geliyordu. Aslında ne kadar büyük olduğunu böyle zamanlarda çok daha iyi anlıyordum.
Bakışlarının aynada olduğunu fark ettim. Yüzündeki kara lekeler silinmişti, uzun kirpiklerinden sular çenesine doğru damlıyordu. Boynunu yavaşça esneterek, “Ben o yüzüğü sen çıkar diye takmadım parmağına,” dedi, sesinde ölçülü bir öfke vardı; bana yöneltmek istemediğinden onu kamçılayarak durdurmaya çalışıyordu ama nafileydi. Gerginliğini hissedebiliyordum. Bu karnımda bir şeylerin hareket etmesine, kasıklarımda bir titreşimin büyümesine neden oldu. Bir elektrik akımı hızla karnımdan kasıklarıma geçiyor gibiydi. Sırtımı kapıya daha sert bastırıp ona dikkatle bakarken bilerek cevap vermedim.
Bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirdiğinde şimdi ela gözleri beyaz floresan ışığının altında yeşil bir orman gibi görünüyordu ama bu ormana karanlık çökmüştü; ağaçların gövdeleri siyah, dalların üzerinde yeşeren yaprakların rengi koyu yeşildi.
“Hoşuma gitmedi,” dedi açıkça.
“Taktığın yüzüğü parmağımda görememek mi?”
“Cevabını bile bile neden dile getirerek ileri gidiyorsun?” Tek kaşını kaldırdı, çenesinin seğirdiğini görünce dudaklarımı birbirine bastırıp ellerimi arkaya götürdüm. Avuç içlerimi kapıya bastırıp, elimin dış kısmına kalçamı yasladım ve ona suçlu küçük bir çocuk gibi baktım.
Damarını attırmak ister gibi, “Babamla eğleniyor gibi görünüyordunuz, mangalda seni pişirmesindense birlikte et pişirmeniz daha doğru geldi,” diye mırıldandım.
“Zevk mi alıyorsun?”
“Neyden?”
“Benimle oynadığını göremiyor muyum sanıyorsun?” Şimdi sesi biraz daha gergindi ama bir o kadar da kısık yükseliyordu. Sesinin kısıklığı, aslında ne kadar kalın bir sese sahip olduğuna daha iyi kulak verebilmemi sağlıyordu.
Masum masum, “Seninle neden oynayayım ki ben?” diye sordum.
Gözlerini kısarak gözlerime uzun uzun baktıktan sonra, “Yüzüğün nerede?” diye sordu yavaşça.
“Bilmem, nerede?”
Gözlerini geriye doğru kaydırıp çenesini sıkınca neredeyse alt dudağımı ısıracaktım. Bakışlarını yeniden bir namlu gibi bana doğrulttuğunda sabrının sınırlarında dolaştığımı biliyordum. Bundan garip bir zevk aldım. Başını yeniden yana çevirip omzuna doğru yatırarak, “Benimle her şekilde oynayabilirsin ama böyle oynama,” dedi, sesi tehditkardı. “Görecekse görsün.”
“Sonra da seni doğrasın,” diye mırıldandım dudaklarımı öne uzatarak.
“Sonuçlarına katlanmaya hazır olmasam o yüzüğü parmağına takmazdım,” dedi ve büyük elini tezgahtan çekip bedenini bana doğru çevirdi.
Ayının kafası neredeyse lavabomuzun tavanına değecekti.
Bana doğru bir adım atarken, “Şimdi gidip herkesin içinde babandan seni isteyeyim mi?” diye sordu, sesi tehditkardı, bakışları doğrudan gözlerimi esir almıştı ve sanki gözümü farklı bir yöne çevirsem, bir ceylana dönüşüp karşımdaki aslanın dişlerini boynumda hissedecektim.
Kendimi tehdit altına hissettiğim için mi yoksa bundan delice hoşlandığım için mi bilinmez, gözlerimi gözlerinden bir an olsun ayırmadım.
Bana doğru bir adım daha attığında kalbim beklentiyle sıkıştı. Tüm bedenim gerildi, hislerim birbirine temas ederek koca bir ateş topuna dönüşüp içimde gezinmeye başladı. Parmağını çeneme koyunca ıslak parmağını hissetmek gözlerimi kısmama neden oldu, gözleri hala gözlerimdeydi ve gözlerim kısılmış olsa da ben de ona bakıyordum. Kafamı küçük bir açıyla havaya kaldırınca nefesim körük gibi göğsümü büyüttü.
Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, “Hoşuma gitmedi,” diye fısıldadı.
“Nedir hoşuna gitmeyen?”
“Yüzüğü yanından ayırman.”
Yüzüğü yanımdan ayırmamıştım ama bunu ona söylemedim, bunun yerine gözlerine uzun uzun baktım. Sessizliğim ona doğrulttuğum bir silahtı, onu yaraladı mı bilmiyorum ama öfkelendirdiği kesindi.
Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırıp işkencelerin en büyüğünü yaparak onları birbirine değdirmedi. Beklenti içimde ateş gibi yanıyor, beni içten içe küle çeviriyordu ama ağzımı açıp tek kelime etmiyordum. Çenemde duran baş parmağını dudaklarıma sürtünce ayak parmaklarımı içeri doğru çektim. Göz bebeklerindeki karanlık büyüyerek ela gözlerinin haresine savruldu ve bakışlarının karardığına şahitlik etmek tüm bedenimi kavurdu.
“Beni zorlamak hoşuna gidiyor bence,” derken sesindeki karanlığın içinde kayboldum. Dudaklarına baktım, bu onu daha da zorladı, gözlerim yüzüne çevrildiğinde ve gözlerimiz bir defa daha birleştiğinde dudaklarına bakmış olmamın onu nasıl etkilediğini gördüm.
Baş parmağını dudağıma sürtüp alt ve üst dudağımı birbirinden ayırdı. Ben daha ne olduğunu anlayamamışken büyük baş parmağıyla alt dudağımı ezip nabzımı hızlandırdı.
“Bu da hoşuna gidiyor mu?” Sesindeki baskınlık karşısında ezildiğimi hissettim. Tırnak diplerim onun tenine girme arzusuyla çekildi, sızladı. Gözlerinin içine meydan okuyarak baksam da dizlerimin iç kısmı karıncalanmaya, hatta titremeye başlamıştı. Etkisi muazzamdı.
Her şeyi yaktıktan sonra bile sönmeyeceğine emin olduğum fütursuz bir yangındı.
“Söyle,” diyerek alt dudağımı baş parmağıyla daha sert ezince gözlerim kısıldı.
Yakalanma korkusu içimde bir kalp gibi çarptı ama korkunun önüne dikilen tutku duvarından üzerime düşen gölgeden çok hoşlanmıştım. Baş parmağını içeri itince aralanan dudaklarıma hakim olamadım ve ağzım aralandı. Baş parmağını alt dişlerime sürtüp gözlerimin içine tehditle bakmaya devam etti. Arkamda duran avuçlarımı kapıya daha sert bastırıp gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Gurur baş parmağını daha da ileri itip dilimin üzerine yerleştirince karnım içeri göçtü. Kaburgalarımın dışarı kavislendiğini hissettim. Mümkün mertebe sakin kalmayı denedim ama artık sakinliğin ilk harfine bile sahip değildim.
Kulağıma yaklaştı ve ahlaksızca, “Ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu. “Yüzüğünü daima yanında taşıman gerektiğini öğretene kadar sertçe sikmeli miyim seni?” Söylediği şey kasıklarımdan yukarı bir havai fişek gibi fırladı ve göğsümün semalarında patlayarak tutkunun renklerini ruhuma yağdırdı. Bu lanet edepsizlikten delice hoşlanıyordum. Söylediği şey yüzünden büyülenmiş halde ona bakmaya devam ediyordum. Bundan hoşlandı ama yüzüğün yokluğu canını sıkmaya devam ettiğinden kaşlarını çattı.
Baş parmağını dilimin üzerinde dolaştırırken ağzımın sulanmaya başladığını hissettim. Ağız sıvılarımla kayan parmağının yanına bir diğerini ekledi ve şimdi ağzımın içinde işaret parmağı da vardı. Baş parmağını çıkarıp dudağıma yasladı, alt dudağımı ıslak baş parmağıyla emerken orta parmağını da ağzımın içine itti ve birbirine bastırarak bütün haline getirdiği iki parmağını dilimin üzerinde ileri geri hareket ettirmeye başladı. Parmaklarıyla ağzımın içini doldurmaya başlaması beni çılgına çevirdi, parmaklarının her ileri geri hareketinde bir düğümün kasıklarıma sıkıca atıldığını hissediyordum. Nefesim hızlandı, sesimi çıkarmadan onun gözlerinin içine bakarken daha fazlasını istediğim ortada güneş gibi parlayan bir gerçekti ama kapının ardında ailem vardı, kapının ardında dostlarımız vardı; kapının ardında yakalanma ihtimalimizin benzin olup büyüttüğü bir yangın vardı.
Kulağıma yaklaşıp, “Yüzüğü takmaktan korkuyorsun ama parmaklarımı ağzına almaktan korkmuyorsun, öyle mi?” diye sordu kısık, içimi çalkalayan bir sesle.
Dizlerimin üzerine düşmüyorsam eğer, bu önümde bir dağ gibi dikiliyor olmasından olsa gerekti. “Ya yakalanırsak?” Parmağını damağıma sürttü, gırtlağıma doğru itti ve göz bebeklerim büyürken gözlerim de göz bebeklerime eşlik ederek irileşti. “Ağzının içinde parmaklarım varken.”
Kulağıma doğru sinsi bir şekilde kıkırdadı. “Neyse ki ağzındaki parmaklarım, değil mi?” dilini yanağımda dolaştırınca gözlerimi yumdum. “İçindeki başka bir şey de olabilirdi, hım? Eminim bunu isterdin. Sen çok yaramaz bir kızsın. Ahlaksızın tekisin.” Dilini boynuma indirince sertçe yutkunup inlememek için kendime telkinlerde bulundum. İşe yarar mıydı hiç bilmiyordum. “Korkuyormuş, hadi oradan,” diye fısıldarken sesi zehirliydi. “Şu an benimle neler yapmak istediğini biliyorum. Külotunun içinde kasılıp duran yer var ya, işte onun kokusunu alıyorum.” Kalbim yerinden çıkacak gibi hızlandı. “Islanıyor musun?”
Parmağını boğazıma itince nefesim kesildi, öğürecek gibi oldum ama yapamadım, gözlerimi zar zor aralayıp kafamı çevirerek ona bakmaya çalıştım ve bunu yapmamla dilini dudaklarımda gezdirmesi bir oldu.
“Yüzüğü ne yapacaksın, söyle?” Güldü. “A-aov,” diye alay etti. “Söyleyemezsin çünkü ağzını tıka basa doldurdum, öyle değil mi?”
Koridorda birinin yürüdüğünü hissettim, başım vitray cama yaslıydı ve kafasını çevirse, ikimizin de gölgelerini göreceği kesindi. İrkilerek Gurur’a yalvaran gözlerle baktığımda bundan aldığı keyif öyle fazlaydı ki, neredeyse yakalanma ihtimalimizi siktir edecektim.
“Sana kimin olduğunu öğretmem için seni böyle mi terbiye etmeliyim?” Parmağıyla damağımı okşadı. Koridordaki sesler artınca, hiç beklemediğim bir anda boştaki elini belime yerleştirerek beni kapıdan ayırdı ve yan taraftaki duvara yasladı.
Sırtım soğuk fayans duvara yaslandığı an gözlerim iri iri açıldı. Tenime temas eden soğuk, onun yaktığı ateşi dindirmeye yetmedi ama beni biraz olsun rahatlattı. Düşünebilmem için bana bir kapı bile açtı. Çırpınmak istedim, onu durdurup yüzüğü boynumda taşıdığımı göstermek istedim ama üzerime öyle bir çökmüştü ki hareket yetimi kaybetmemi sağlamıştı. Öfkesinin karanlık bir arzuya, yırtıcı bir tutkuya dönüştüğünü gördüm. İkimiz de tehdit altındaydık ama en çok baskılanan bendim ve bundan aldığı keyif öyle büyüktü ki saklama ihtiyacı bile duymuyordu. Lavabonun kapısı tıklatılınca gözlerim irileşti, Gurur avucunu ağzıma bastırdı ve omzunun üzerinden vitray cama baktı. Camın ardındaki gölge bir kadına aitti, dikkatli bakınca silüetin Ayça’ya ait olduğunu anladım. Duvar kenarına geçtiğimiz için içerideki silüetlerimizi seçemediği kesindi.
Gurur’un dudaklarına adi bir gülümseme yayılırken kulağıma yaklaştı ve “Ona müsait olmadığını söyle,” diye fısıldadı. Ardından yavaşça avucunu ağzımdan çekip gözlerimin içine baktı.
Kalbim deli gibi çarparken Ayça yavaşça kapıyı zorladı ve tam o anda, “İçerideyim,” dedim titreyen bir sesle.
“Kız altıma işeyeceğim,” dedi Ayça aceleyle. “Uzun mu işin?”
Gurur onay verir gibi başını salladı, bu bir onay değildi de emirdi. Islak parmaklarını çenemde, dudaklarımda gezdirirken üzerime öyle bir abanmıştı ki kaçacak hiçbir yerim kalmamıştı.
“Biraz,” diyebildim.
“Şuraya çömüp bekleyeyim,” dedi Ayça ve gözlerim iri iri açıldı, Gurur’un sırıttığını gördüm.
“Üst kattakini kullan,” dedim dudaklarıma ıslak parmaklar dolaşırken.
Ayça, “Sen iyi misin?” diye sorduğunda sesindeki endişe beni üzdü, onu panikletmekten korkarak Gurur’a yalvaran gözlerle baktım ama buna aldırış etmeyen Gurur dilini boynuma kaydırıp gözlerimi geriye doğru kaydırmama neden oldu. İnlememek için dudaklarımı ısırarak, “İyiyim,” dedim, “hiç bu kadar iyi olduğumu hatırlamıyorum.”
Ayça, “Ha?” diye sordu şaşkın şaşkın.
Zar zor gözlerimi açarken ellerimi Gurur’un saçlarında dolaştırıp, tırnaklarımı saç tellerinin arasında gezdirerek, “Üst katı kullan,” dedim yeniden.
“Ne yedin de tuvalete oturunca hiç olmadığı kadar iyi hissettin ya pislik,” diye homurdandı Ayça, Gurur dili boynumda dolaşırken burnundan sert bir nefes vererek güldü.
Ardından sadece benim duyabileceğim bir mırıltıyla, “Ne yemek istediğini bir bilsen,” diye alay etti.
Kalbimin atışları öyle yüksekti ki Ayça, Gurur’un sesini duyamayabilirdi ama kalbimin sesini duyabilirdi. Öyle şiddetli vuruyordu. Gurur’un girdiği öfkeli rolü gerçek miydi yoksa sadece içime düşen bir ateş damlası mıydı kestiremedim, belki de öfkesi gerçekti ve tutkuya dönüşerek beni yakıyordu.
Ayça’nın kapıdan uzaklaştığını gördüm an tırnaklarımı Gurur’un saçlarının diplerine bastırıp tehditle gözlerine baktım ama bu onun geri çekilmesine değil daha da ileri gitmesine neden oldu. Bir bacağımı tutup kaldırdığında afalladım, tepki veremedim, belki de bedenim bunu istediği için tepkiyi bilerek vermedim. Bilmiyordum. Gözlerimiz birbirine birbirini hedef alan iki namlu gibi dayandığında sertçe yutkundum. Parmak boğumlarının beyazladığına emindim çünkü bacağımı öyle sert kavramıştı ki derimin acıdığını hissetmiştim. Bunun hoşuma gittiği ikinci şok edici gerçekti.
İkimiz de kontrolümüzü yitirmenin eşiğindeydik. “Sözümü dinlemeyi öğrenecek misin yoksa sözümü dinlemeyi öğrenene kadar seni sınamaya devam mı etmeliyim?” Sorusuyla eş zamanlı olarak dudaklarını dudaklarıma yasladı. Vereceğim cevap için bana fırsat tanımadı, cevabımı beklemedi bile. Sadece ısrarla, beni allak bullak eden bir istekle dudaklarımızı birleştirdi ve ona karşı koymadım. Dilini ağzımın içine ittiğinde kollarının arasında kaskatı kesildiğimi hissetmiş olmalıydı.
Durmadı, bundan hoşlandı. Durmasını istemedim, bundan hoşlandım.
Dilini damağıma yaslayıp emerken artık nerede olduğumuz umurumda değildi. İçinde bulunduğumuz tehlike umurumda değildi. Yakalanacak mıydık? Bu da umurumda değildi. Yakalanmamalıydık ama onu delice istiyordum. Öfkesinin haşin bir dalga olup beni vurarak içine alması, boğmaya başlaması delice hoşuma gitmişti. Bu çok sağlıksızdı ama öyle keyifliydi ki… Böyle olmaması gerekirdi ama olması için canımı ortaya koyabilecek kadar gözü karartabilirdim. Çok farklıydı.
Tırnaklarımı ensesine sürterek sapladım, dudaklarımı araladım ve bu teslimiyetimin attığı ilk adımdı. Dudaklarımın arasına ihtirasla inledi, tüm bedenim yoğun bir mermi yağmuru altında kalmış gibi kasıldı. Hisler tenime birer kurşun gibi giriyor, ihtimaller o kurşunların kovanları gibi yere düşüyordu. Sağduyumu kaybetmeme neden olan tek bir öpücüktü. Şimdi sağduyum ayaklarının altında paramparça haldeydi.
Dilim diline dolandı, parmakları bacaklarımı daha sıkı kavrayıp orada muhtemelen göçükler halinde derin izler bıraktı. Çılgına dönmüş iki ateş birbirine karıştığında cehennemi kıskandırırdı. Cehennem köşeye geçip ikimizi izlemeye başlasa muhakkak bizden sızan ateşe karşı koyamaz, sönmeye başlardı.
“Gurur,” diye inledim bilinçsizce, parmaklarını boğazıma yerleştirdiği an, işte tam da o andı. Adı dudaklarımdan bir duayı zikreder gibi döküldüğünde baskınlığı artık tufandı ve o tufan üzerimden geçip beni darmaduman etmeye hazırdı.
Parmak boğumlarının ardında atan damarı, nabzı, yaşamı boynumda hissettim. Parmakları bir mengene gibi boğazımı kavradığında dudaklarım aralandı ve dili içeri girerek damaklarımda, dişlerimde, hislerimde dolandı. Bacaklarımdaki derman tamamen çekildi. Yasak bir duygunun kasıklarımdan aşağı, bacaklarımın arasına ağır ağır akmaya başladığını hissettim. Doğru değildi ama aynı zamanda hiçbir şekilde de önlenemezdi.
Dili ağzımdan çıktığında dudaklarım hafifçe aralandı, kısılan bakışlarım sessizce yüzünde dolaştı ve bana yapacağı her şeye razıymış gibi teslimiyetle önünde dikildim.
“Söyle,” diye fısıldadı alnını alnıma bastırırken. “Korkuyor musun yoksa istiyor musun?”
Korku yoktu, onu göğsümün derinliklerine elimi daldırarak arasam da bulamadım.
“İstiyorum,” dedim acı çekiyor gibi ama acı çektiğim falan yoktu, çektiğim bir şey varsa bu kesinlikle yoksunluktu. İsteğin bu kadar tırmalayıcı bir his olduğunu, pençelerini ruhuma geçirip beni kazıya kazıya ona mecbur edeceğini o ana dek ben de bilmiyordum.
“Ahlaksızsın,” diye alay etti, dilini dudaklarıma değdirip çekti ve bu dokunuşun içimde binlerce domino taşını yıkacak güçte bir duygunun yerinden oynamasına neden oldu. Ona muhtaç gözlerle bakmamdan duyduğu tatmin duygusunu benden gizlemeye tenezzül etmeden çenemi parmaklarının arasına alarak sıktı ve dudaklarım büzüldüğünde dudaklarımı ağzının içine alarak sündüre sündüre emdi. Dudaklarımı bırakmadan önce ağzının içine hapsedip çekiştirdi ve uzattı.
Alnı yeniden alnıma yaslandığında, “O yüzüğü yanından ayırmayacaksın. Neymiş? Tekrarla.”
“O yüzüğü yanımdan ayırmayacağım,” diye fısıldadım, parmakları boğazımı daha sıkı sardı ve dilini ağzımın içine ittiğinde adeta titredim. Tırnaklarım bilinçsizce tişörtünün üzerinden sırtına saplandı. Onu tırmalamak, çizmek istiyordum; bana yaptığı gibi boğazını kavramak ve nefesini kesmek istiyordum. Deliriyordum.
Hisler tenimden akıp giderken, “Unutma, sana sürekli zikrettirdiğim o şeyi içinden tekrarla. Benim kadınım, benim sevgilim, benim karım. Söyle.”
“Senin kadının, senin sevgilin,” diye fısıldadım, yutkunduğumda boğazımdan kayıp giden yutkunuşu avucunun içinde hissetmek onu sertleştirdi. Sertliğinin karnıma uyguladığı baskıyı hissettiğimde tırnaklarımı kumaşın üzerinden sırtına daha sert bastırdım. Gözlerinin içine bakıp dudaklarımı büzerek, “Senin karın,” diye mırladım ve bununla beraber dudaklarını dudaklarıma sertçe bastırıp beni delice, ağız sıvılarımız birbirine karışırken tutkuyla öpmeye başladı.
Bu öpüşme zamanın içinde suyun üzerinde ilerleyen güçlü bir dalga gibi yayılırken parmakları hala boğazımda, içime bıraktığı hisler derinlerimde, ruhumdaydı.
Nihayet beni özgür bırakmak için geri çekildi, gözleri gözlerime saplı haldeyken, “Güzel,” dedi dominant bir sesle. Baskınlığı karşısında aklım karışmış şekilde ona bakakaldım. Parmaklarını boğazımdan çekip çeneme sürterek ilerletti, dudaklarıma bastırdı ve “Yüzüğün nerede Zeliha?” diye sordu içimi kavuran o tok sesiyle.
Elimi zar zor kaldırıp tişörtümün önüne getirdim. Baskıcı gözleri gözlerimden ayrılmasa da parmaklarımın hareketlerini takip ettiğini biliyordum. Tişörtün içindeki yüzüğü yukarı çıkarıp ona göstermek için havaya kaldırdığımda da gözlerini yüzüğe değdirmek yerine gözlerime saplı tutmaya devam etti.
“Güzel,” diye fısıldadı donuk bir ses, donuk bakan baskın gözlerle. “Aferin benim yavruma.”
Başımı aşağı yukarı sallarken nefesim hala çok hızlıydı. “Nefesin düzene girene kadar buradan çıkma,” dedikten sonra dudaklarını sertçe alnıma bastırdı, bir süre alnımda bekleyen dudaklarını geri çektiğinde gözlerinde hala o yıkıcı ve anlam verilemez şekilde beni tahrik eden soğuk ifade vardı. İnanılmaz çekici görünüyordu. Üzerimdeki gölgesini çekerek kapıya yöneldiğinde sırtına bakakaldım.
Kilidi yavaşça çevirdi, ortamdaki sesleri dinledi ve kapıyı aralarken dönüp omzunun üzerinden bana baktı.
“Tekrarla,” dedi ve neyden bahsettiğini biliyormuş gibi alt dudağımı ısırdım. Tek kaşını kaldırıp başını sallayarak sıkı bir emir gönderdiğinde dudaklarıma muzip bir gülümseme yayıldı.
“Kadının, sevgilin,” başımı sağ omzuma yatırıp onu baştan aşağı süzdüm. “Ve karın.”
Dudağının kenarı yukarı büküldü ama bu kısacık bir andı, gözlerinde beğeni dolu bir ifade parıldarken, “Öğreniyorsun,” dedi ve çıkıp kapıyı kapattı.
O gittiğinde kendime gelebilmek için zamana ihtiyacım vardı. Bir süre kapalı klozet kapağının üzerine oturup nefesimin düzene girmesi için bekledim. Nabzımın, kalbimin ve düşüncelerimin sesleri birbirine girerek karanlık duyguların içimde bir bir infilak etmesine neden oluyordu.
Kaçınılmazdı, kaçamazdın, Gurur ve sana hissettirdikleri seni her zaman sobelerdi.
Lavabodan çıkarken yüzümdeki kızıllığın geçmesi için kendime vakit tanımıştım tanımasına ama o kızıllık bir leke gibi yüzümde asılı kalmıştı, çıkmamıştı. Hızlı adımlarla bahçeye çıkarken yüzümü avucumla yelliyordum. Gurur hiçbir şey olmamış gibi yine mangalın başına dikilmiş, biraz önce kızını sıkıştırmamış gibi babamın yanında masum masum duruyordu.
Hisler tenimden akıp giderken ona bakıp kaldığımı fark etmemi sağlayan Çolpan’ın dokunuşu oldu. İrkilerek bakışlarımı Çolpan’a çevirmemle, “Adamı gözlerinle yiyorsun,” demesi bir oldu. Dudaklarında utangaç ama bir o kadar da imalı bir gülümseme yer alıyordu. Gözlerimi kaçırıp, “Ne alaka be?” diye homurdandım. Utandığımı fark eden Çolpan kıkırdadı.
Akşamın serinliği karanlıktan önce çöktü. Omuzlarıma attığım bir şalla masada oturuyor, babamın pişirdiği eti çatalın ucuyla eşeliyordum. Askerler karnını bir güzel doyurmuştu, her birinin keyfi yerine gelmişti ve akşamın loş ışığı bahçeye çöktüğünde babam elinde iki büyüt yetmişlik, bir de buz kovasıyla masanın başında belirmişti. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Babam mangal yaktığı vakitler rakı içmeyi severdi sevmesine ama bugün içmeye karar vermesini garipsemiyorum diyemezdim. Genelde misafirleri varken yapacağı iş değildi ama Muşta ile kafası uymuştu, sanırım o yüzden olsa gerek mangalı rakıyla taçlandırmaya karar vermişti.
Nihan ve Biricik kadehlerin olduğu tepsilerle evin kapısından çıktıklarında doğrulup kalktım. Babam rakı şişesinin kapağını açarken, “Müzeyyen Senar mı seversiniz Zeki Müren mi?” diye sordu ve bu soruyla beraber Eymen elinde plak çalarla evin kapısında belirdi. Küçük bir sehpanın üzerine pikabı yerleştirdiler ve üçlü prizi çekerek pikabı fişe taktılar.
Muşta, Eymen’in getirdiği plakları incelerken babam rakıları dolduruyordu. Gurur, babamın onun için doldurduğu kadehi alıp gözlerini babama çevirerek beklentiyle baktığında, babam kaldırdığı kadehi önce Gurur’un kadehine vurdu. Gurur’a dik dik baktıktan sonra yavaşça göz kırptı ve rakıyı kafasına dikti.
Gurur bakışlarını babamdan çekmeden onu izlemeye devam ediyor, sanki rakıyı içmek için babamdan izin bekliyordu. Babam bunu fark ettiğinde bakışları yumuşadı. “İçsene oğlum,” dedi ve bu cümle, Gurur’un duraksayarak kadehi dudaklarına götürmesine neden oldu. “Bana alkol ve sigarayla saygı gösterme,” dedi babam kadehine yeniden rakı dökerken.
Gurur, “Siz nasıl istiyorsanız,” dediğinde babam yine güldü, bakışları Gurur’un yüzünde dolanırken rakısından iki büyük yudum içerek sandalyesine oturdu.
“Hadi kızlar, siz içmeyecek misiniz?” diye sordu babam ama dün alkol kotamı fazlasıyla doldurduğum için yüzümü tiksintiyle buruşturdum. Kızların da benden farkı yoktu. Önüme ayranımı çekerek, “Biz almayalım,” dedim.
“Dün içtiniz eğlendiniz tabii,” dedi babam gözlerini kısarak. Sanki öğrenmek istediği bir şey vardı da ortaya yem atıyordu. Eymen yarıya kadar dolu kadehini alıp kalçasını masaya yaslayarak bana imalı imalı bakınca ona sakin ama uyarı dolu bir bakış gönderdim. Konuşursa ölürdü, gerçi konuştuktan sonra Gurur’u da yanında götürebilirdi.
“Sormayın Kahraman abiciğim,” dedi Yener yüzünde muzip bir gülümsemeyle. “O kadar eğlendik ki. Ama en çok Gurur eğlendi.” Yener omzuyla Gurur’a bir tane geçirince, Gurur kadehi dişine vurup çatık kaşlarla Yener’e baktı. “Çok eğlenmedin mi lan? Cevap versene.”
Gurur, Yener’e dik dik baktı.
Tam o sırada Yaman parmağını Yener’in burnuna vurarak, “Senin içmen yasak prenses,” dedi ketum bir sesle. “Kendine dikkat etmek zorundasın, unuttun mu?”
Yener, Yaman’a dik dik bakarken, Gurur, “Ya şeyi soracağım Yener,” diyerek Yener’e doğru döndü ve kolunu Yener’in sandalyesinin sırt kısmına yasladı. “Geçen gün denize gittik ya hani, sen bir ara gözden kayboldun. Neredeydin ayıptır sorması?”
Yener bir an bu soruyu algılayamamış gibi tek kaşını kaldırarak Gurur’a baktı, daha sonra ifadesi buz gibi dondu. Gurur yüzünde sinir bozucu bir sırıtışla bakışlarını bu defa masanın öteki ucunda oturan, kendi halinde telefon ekranına bakan Simge’ye çevirdi.
“Yener kaybolmuştu sanırım, Simge de onu yakasından tutup yolu göstermişti, değil mi?”
Babam her şeyden bihaber rakısından bir yudum alırken hiçbir şey anlamadığını, biraz bile şüphe duymadığını belli eden bakışlarını Gurur’un yüzünde dolaştırıyordu.
“Evet Gurur abi,” dedi Simge zehirli oku savurarak. Gurur, ona abi denmesinin şokuyla Simge’ye bakakaldı. “Sen de az önce Zeliha lavabodayken az daha lavaboya dalıyordun da sana söyledim ya üst kattakini kullan diye. Aynı öyle. Yardımsever biriyimdir ben.”
Gurur, kireç gibi olmuş bir suratla Simge’ye bakakaldı ama Simge durmadı, dirseğini masaya bastırıp başını öne doğru uzattı ve “Hatta hangi yardımı mı hatırladım birdenbire,” dedi tehditkar bir sesle. “Gece eğlenceden sonra denize girmiştik ya hani, Zeliha’nın yüzüğü suda kaybolur diye Zeliha’yı uyardım ben sessizce. Su mücevherleri çeker, dikkat et dedim.”
Şimdi kireç gibi olma sırası sadece Gurur da değil, aynı zamanda bendeydi de.
“Şu geçen bijuteride beğenip aldığım yüzüğü diyor,” dedim Gurur’a bakarak ama aslında bu cevap babama verilmiş bir cevaptı. Gurur, “Haaaaaaaa!” dedi abartıyla ağzını ve gözlerini iri iri açarak. “Bildim bildim, kalpli yüzük. İmitasyon olan.”
“Evet evet, o,” dedim aynı abartıyla.
Yaman, “Seyircinin gülme sesini sonradan mı yerleştiriyorlar bu sitcoma?” diye sordu kendi kendine.
Babam, “Bu benim kızımı da mı salak yaptı biraz?” diye sordu elindeki kadehle Gurur’u işaret ederek. “İkisi de avanak avanak tepkiler veriyor.”
Eymen, “Ablamın İMİTASYON olduğunu söylediği KALPLİ yüzüğü,” dedi bazı kelimeleri bağırıyor gibi söyleyerek, “ablam için çok değerliymiş, ondan kaybolmasından korkmuş ablam.”
“Eymen kaskların fiyatları aldı başını gidiyor ablam, kask almak zorunda bıraktırma kendini,” dedim şirin şirin gülümseyerek.
Eymen duraksadı, Gurur başını kaldırıp kalçasını masaya yaslayan Eymen’e sevecen bir ifadeyle baktı. “Kaskla beraber lastikleri de yenilemek çok maliyetli olurdu, değil mi biraderim?” diye sordu tatlı tatlı.
Eymen ürpererek önüne dönüp kollarını bedenine sardı ve kendini sıkı sıkı kapatmış haldeyken elini yavaşça kaldırarak kadehi dudaklarına götürüp uzaklara daldı. Aslında tek bir amacı vardı, o da Gurur ile göz kontağı kurmamaktı. Akıllıca bir seçimdi.
“Çok akıllı çocuk ya, çok efendi,” dedi Gurur gülümseyerek.
Muşta ikinci kadehini doldururken Zeki Müren’in plaklarından birini pikaba yerleştirdi. Pikabın iğnesini indirdi ve cızırtılı bir ses eşliğinde şarkının dokunaklı melodisi bahçeye yayılmaya başladı. Babam kadehini kaldırıp, “Bu meret de ya Zeki Müren’le ya da Müzeyyen ablayla gidiyor vallahi,” dedi ve anneme bakarak gülümsedi. Babam ne zaman içmeye başlasa, gözlerinin dokunduğu ilk insan annem olurdu; annemin gözlerine bakınca sanki biraz daha sarhoş olurdu.
“Herkes gülüne bakarak kaldırır kadehini,” dedi babam rakı kadehini dudaklarına götürürken. Babam bunu söylediği an, Gurur kadehini yavaşça havaya kaldırdı ve gözlerimiz masanın üzerinden birbirine tutundu. Yanaklarıma dolan baskıyı yok sayamadım, boynumdan yukarı fırlayan ateş tüm yüzümü kapladı. Herkes gülüne bakarak kaldırıyordu kadehini.
Muşta’nın Cenan’a baktığını gördüm.
Devran’ın Biricik’e…
Girdap’ın Mehtap’ına…
Vural tabağındaki ete baktığı için Nihan ensesine bir tane patlatıp, “Senin de gülün pirzola herhalde ibiş,” diye homurdandı öfkeyle.
Vural’ın dudaklarında bir tebessüm belirdi, Nihan’ın ona vurmak için havada duran elini yakalayıp parmak uçlarını öpünce, Nihan donup kaldı ve Vural’ın gözlerine bakakaldı.
“Benim gözlerim her gün gülümde, bunun havaya kaldırılan kadehle bir ilgisi mi var sanıyorsun?” diye sordu Vural, doğrudan Nihan’ın gözlerinin içine bakarken.
Nihan’ın boynuna dek kızardığını gördüm, kaşlarını çatıp sahteden kızıyormuş gibi baksa da bu sorunun onun içini nasıl erittiğini görüyordum. Parmaklarını hızlıca çekip panikle önündeki örtüyü düzeltti ve bakışlarını etrafta gezdirmeye başladı ama Vural’ın bakışları hala onda asılı duruyordu.
Zeki Müren’in billur sesine kulak kesilirken gözlerim yeniden Gurur’daydı. Bir süre sohbet ederek içtiler, yeni bir şişe açıldığında artık hepsi çakır keyifti.
Bir ara Gurur’un, Muşta’ya sokularak, “İsteyelim mi isteyelim mi?” diye tutturduğunu gördüm. Muşta, koluna koala gibi yapışan Gurur’u iteklerken, “Dur lan, acelen ne? Böyle mi olur? Bıraksana lan kolumu!” diye homurdanıyordu. Babam ne olduğunu kestiremediğinden ikisine dik dik bakıyor, Gurur yeniden, “Ne olursun bak şu an çok yumuşak görünüyor, kulak memesi kıvamında yumuşadı. Bir daha bu fırsatı elde edemeyebilirim. Gidip çiçek alayım mı?” diye soruyordu.
Babam bir an durup, “Ne istiyor bu enayi?” diye sorunca, Gurur yüzünde aptal bir sırıtışla babama baktı ve tam ağzını açıp, “Kızını—” diyordu ki Muşta, Gurur’u ensesinden kavrayarak, “Belasını,” dedi. “Bu ibne benden belasını istiyor bu gece.”
Zafer, elindeki kadehi kenara bırakarak, “Kahraman abi, iki yüz liranı iki bin liraya dönüştürmemi ister misin?” diye sorunca, Muşta iri gözlerle Zafer’e baktı ama Zafer’in de kafası kıyak olduğundan Muşta’nın bakışlarının farkına bile varmadı.
Babam tek kaşını kaldırıp, “Nasıl olacakmış o?” diye sordu ve Gurur, “Utanmıyor musun lan kayınpederimi dolandırmaya!” diye bağırarak Zafer’in üzerine yürüdü.
Babam birdenbire cinlenerek, “Nereden senin kayınpederin oluyom lan ben?” diye bağırınca, Gurur, “Evlencem kızınla, o zaman olcan işte,” dedi ve bununla beraber babam birden ayaklanarak Gurur’a doğru yürüyüp, “Ne diyon len sen?” diye sordu.
Zafer resetlenmiş gibi yeniden, “Kahraman abi iki yüz liranı iki bin liraya çevirmek ister misin?” diye sordu, Muşta bir avucunu Zafer’in ensesine, diğer avucunu Gurur’un ensesine yerleştirdi ve ikisinin de kafalarının içindeki beyni sarsmak ister gibi sallayarak onları hırpaladıktan sonra, “Şişede durduğu gibi durmuyor, bakma sen bunlara,” dedi babama.
Gurur ısrarla, “Yo,” dedi ensesi Muşta’nın avucunun içindeyken. “Evlencem ben kızıyla. Muşta, nolur, hadi isteyelim.”
Babam hiddetle, “Len senin o dilini avucumun içine alır çeker, boğazına urgan gibi dolarım!” diye celallendi, Muşta iki arada bir derede kalmış gibi bir babama, bir de tavuk götü yemiş gibi bir türlü susmayan Gurur’a baktı.
“Gurur evlilik arifesinde adamsın, kıza evlenme teklifi de ettin. Bunun sözü var nişanı var kınası düğünü balayı var, bana on bin lira at onu beş yüz bin liraya çevirelim,” dedi Zafer, ensesi hala Muşta’nın avucundayken bakışlarını Gurur’a çevirerek.
Gurur bir an bu ona çok mantıklı gelmiş gibi duraksadı, önce kaşlarını çatarak gökyüzüne, sonra da Zafer’e baktı ve ensesi hala Muşta’nın avucundayken Zafer’e, “Birader bana en az bir milyon lazım şu an,” dedi.
Zafer, “Çözeriz biraderim o zaman bana yüz bin at sen, ben onu bir buçuk milyon yaparım, bak böyle de iddialıyım bu konuda ben,” dedi ciddiyetle.
Gurur şaşkına dönmüş halde, “Ne diyorsun ya? Olur mu o kadar?” diye sordu.
Zafer, “Senin için engin kumar bilgilerimin tamamını masaya koyarım, ayıpsın. Kardeşimsin sen benim lan,” dedi.
Gurur, “Çok duygulandırıyorsun beni,” dedi ciddiyetle.
“Ensem Muşta’nın avucunda olmasa sarılırdım şu an sana,” dedi Zafer. “Öyle içlendim.”
Babam ve Muşta yüzlerinde tuhaf bir ifadeyle, ses çıkarmadan ikisini izliyordu.
Babam birdenbire kafasına saksı düşmüş gibi dehşetle, “Evlenme teklifi mi etti?” diye sorunca Gurur yüzünde utangaç bir tebessümle bakıp, “Aniden öyle sorulur mu ya?” diye sordu. Babama. Evet, babama.
Babam elindeki kadehi bir silah gibi Gurur’a doğrultarak, “Sen benim kızıma evlenme teklifi mi ettin lan?” diye bağırınca, Gurur, “Ettim ama sor niye ettim?” diye karşılık verdi.
Elimi yüzüme kapatıp, bu kabustan uyanma isteğiyle gözlerimi sıkıca yumdum. Ayça masanın altına eğilmiş bağırmamak için kısık kısık çığlıklar atarak sessizce gülüyor, Çolpan Ayça’nın omzunu tutarken dehşet içinde Gurur’a bakıyordu.
“Lan sen benden habersiz kızıma evlenme teklifi mi yaptın?”
“Ama anlaşamıyoruz şu an seninle. Niye ettin diye sormuyorsun, evet ettim ama niye?”
Ellerimi yüzümden sıyırarak ayırıp, “Gurur,” diye fısıldadım.
“Lan benim kızımın yaşı kaç başı kaç?”
“Yirmi üç, bir iki ay sonra da yirmi dört.” Gurur bana baktı. “Evrakta sahtecilik yapıp beni kandırmadıysa öyle yani.”
Muşta, “Gençler birbirini görmüş, beğenmiş, sev—”
Babam, “Sen ne anlatıyorsun lan?” diye bağırarak bu kez Muşta’ya döndü.
Muşta ellerini hızlıca Zafer ile Gurur’un enselerinden kaldırarak havada salladı. “O anlamda değil. İsteme anlamında değil. Kızı şu an istemiyoruz öyle değil.”
“Ne anlatıyorsun lan sen?” Babam bu kez Muşta’nın üzerine yürüyünce Muşta derin bir nefes alarak.
“Dinler misiniz beni bir saniye?”
“Sayın Bezmenler,” diyerek kahkaha attı Ayça kendini tutamayarak.
“Lan benden habersiz kızıma evlenme teklifi ettin de bana hiçbir şey çaktırmadan, abidik gubidik hareketler ederek karşımda çengi gibi kırıtıyon mu bir de sen?!”
Annem, babamı yakasından tutarak, “Sen bu çocuklar ciddiyse bir yüzük takalım demiyor muydun ne bağırıyorsun el kadar çocuğa?” diye bağırınca, babamla aynı anda, “El kadar mı?” diye sorduk.
“Ya Kahraman abi, sen rahat ol. Bir kuponla Muğla’nın en iyi düğününü yapacağız kızına diyorum, bak ben diyorum, kefili benim. Üç koç keseceğiz, hatta iki kupon yapar beş deve keseriz gerekirse. İddiayı arttırıyorum, düğüne Kobra Murat’ı getireceğim,” dedi Zafer parmaklarını birleştirip, elini sallayarak tane tane konuşup oldukça mantıklı bir şeyi babama açıklıyormuş gibi.
Muşta birden geri çekilerek, “Döv ya,” dedi usanmış şekilde. “Sen bunları döv ya.”
“Bu işin sonunda hastanede yan yana iki ranzada gözlerini açacaklar,” dedi Ayça ciddiyetle. “Zafer kupon diyecek, Gurur da Kahraman daddy bizi yaktı sen hala kupon diyorsun diyecek. Çok iddialıyım. İzleyelim görelim.”
“Ben kızınızı seviyorum bunu hep de söylüyorum hem siz de dememiş misiniz anneme,” dedi Gurur ciddiyetle. “Yüzük takalım demişsiniz. Ben sizi bekleyemedim, erken taktım yüzüğü.”
“Bene bak çocuk, ibiğini sıkar öldürürüm seni,” diyen babamı söylediği şeyi yapmaktan alıkoyan annemin onu ensesinden yakalayıp sıkıca tutmuş olmasıydı.
“Öldür,” dedi Gurur, bir anda ciddileşen bakışları babamı duraksattı. “Kızın olmazsa zaten ölürüm bu çok açık değil mi?”
Babam duraksadı, Gurur’un gözlerinin içine uzun uzun baktıktan sonra elindeki kadehi masanın üzerine bırakıp, bakışlarını yavaşça bana çevirdi ve “Yüzük mü taktı sana?” diye sordu sakince.
Bu sakinlik, bir fırtınanın başlangıcında esen serin meltem miydi bilmiyordum ama başımı aşağı yukarı salladım. Tişörtümün içindeki yüzüğü dışarı çıkarıp boynumdan aşağı salındırdım. Babam boynumdaki kolyenin ucunda asılı duran yüzüğe, ardından gözlerimin içine baktı.
Bakışlarını yeniden Gurur’a çevirmeden önce ifadesine çöken sakinliği gördüm. “Benden gizli iş çevirdin demek,” dedi Gurur’a, Gurur etkisinde olduğu alkole rağmen bir anlığına başını önüne eğdi. Babam da bunu beklemiyordu, ben de beklemiyordum, sessizce onu izleyen Muşta da beklemiyordu.
Gurur bir çocuk gibi, “Niyetim kötü değildi,” dedi.
“Ben senin niyetin kötü olduğunu düşünsem karşımda canlı durmana, burada nefes almana izin verir miyim?” Babamın ciddi sorusu, Gurur’un yere indirdiği gözlerini tedirginlikle kaldırıp babama çevirmesine neden oldu. Babam kadehi yeniden eline alıp, kadehin dibinde kalan rakıyı kafasına diktikten sonra, “Karşımda eğilip büküleceğin şeyler yaptığını düşünüyorsan yapma. Bir şey yapmışsan da karşımda adam gibi dimdik dur, yaptım de.”
Cesur’un abisine baktığını hissettim ama gözlerimi Gurur’dan ayıramadım. Herkes masanın üzerindeki tabakları izliyor, sadece Cesur, ben, Muşta ve babam Gurur’a bakıyorduk.
Gurur, “Ben niyetimi hiç gizlemedim,” dediğinde sesindeki ciddiyetten kaçamadım, o ciddiyete bir duvara toslar gibi tosladım. “Kızını seviyorum. Bu dünyadaki hayatımda da, öbür alemdeki hayatımda da kızının eşi olmak istiyorum. Bunu senden hiç saklamadım. O yüzüğü parmağına takarken seni çiğnemedim. Sen sözünü çiğnemeyeceğim ikinci adamsın, birincisi de burada, yanımda,” diyerek Muşta’yı işaret etti. “Hatta öyle ki, bu adamın sözünü bile çiğnerim ama senin sözünü çiğnemem. Bir babaya nasıl davranılır bilmiyorum ama sevdiğim kızın babasına nasıl davranmam gerek, işte bunu öğreniyorum.”
Babam parmaklarının arasında tuttuğu kadehi sıkıca kavrayarak Gurur’un gözlerinin içine bakmaya devam etti. Gurur’un söyleyeceklerinin bitmediğini görüyor gibiydi, ona kendini anlatması için zaman tanıdığını fark ettim.
“Zeliha’yı seviyorum,” dedi Gurur bu gerçeğin üstüne basa basa. Eğer babam bunu kanıtlaması için kendi kalbini çıkarıp onun önüne koymasını isteseydi, biliyordum ki Gurur hiç düşünmeden bunu da yapardı. Biraz olsun eli titremezdi. “Tüm ömrüm boyunca beklememi isterse beklerim. Ne okulunu engellerim ne de başka bir şeyini. Tüm kararlarına saygı duyarım onun. Eğer ben hala çok küçüğüm derse, öleceğim güne denk düşse bile büyüdüğünü hissettiği gün gelene dek beklerim. Ben onu bir karara mecbur bırakmıyorum, ben ona onu tüm hayatım boyunca beklediğimi söylüyorum ve bu bekleyiş onu bir mecburiyete asla mahkum etmeyecek.” Gurur avuçlarını masaya bastırıp babamın gözlerinin içine dikkatle baktı. “Ortada bir şeye mahkum biri varsa, o da benim. Senin kızına mahkumum. Onu sevmeye, beklemeye, her kararına saygı duymaya ve bir gün bana geleceğini umut etmeye. Ve ben bu mahkumiyetten çok memnunum.”
Babamın gözlerinin içine daha büyük bir dikkatle baktı.
“Şimdi beni dövecek misin? Döv. Hiç değilse bu kez sevdiğim bir babadan dayak yerim. Korktuğum bir babadan değil.”
Babamın sertçe yutkunduğunu gördüm. Bu, yirmi üç yıllık hayatımda Kahraman Özdağ’ın duydukları karşısında sertçe yutkunduğunu gördüğüm ilk andı.
Gurur başka hiçbir şey söylemedi. Babam da konuşmadı, sustu, sadece kendini ona tüm çıplaklığıyla açan o adamın gözlerinin içine baktı. Birbirlerinin gözlerinin içine bakarken ne görüyorlardı bilmiyordum, bilmek ister miydim bundan da emin değildim. Kalbimin kütlesinin arttığını, göğsümü aşağı çekiştirdiğini hissettiğim bir andı. Mutluluğu bir kenara koyacak olursam eğer, söyledikleri bana huzur verdiği kadar, canımı da yakmıştı.
Babam kadehini masanın üzerinde sürükleyerek Gurur’a doğru uzattı ve “Doldur,” dedi sadece.
Gurur gözlerini babamdan çekmeden başını aşağı yukarı salladı ve şişeyi alıp babamın kadehini doldurdu. Babam rakıyı suyla çözmeden tek dikişte içtikten sonra, “Yürüyelim,” diyerek çenesiyle bahçeyi işaret etti.
Gurur bunu ikiletmedi, tekrar başını aşağı yukarı salladı ve birlikte masadan ayrılarak bahçede yürümeye başladılar. Onlar masadan uzaklaşırken geride koca bir sessizlik kalmıştı. Elimi kalbime yaslayıp kalp atışlarımı durdurmak için avucumla göğsüme bastırmak istiyordum. Belki o zaman kalp atışlarım bir nebze olsun yavaşlardı.
Ayça, “Sanırım ona ilk kez sarılasım geldi,” diye mırıldandı iç çekerek. Omzunun üzerinden bana baktı. “Doğru erkek seçimi diye buna derim balısı.”
Yener, “Az önce bildiğin nikah tarihinizi aldı,” dedi gülümseyerek, ardından göz ucuyla Gurur’a baktı. Epey ilerlemişlerdi. Dudaklarındaki gülümseme büyüdü. “Aslanım benim, içti sütünü, döktü içini.”
Zafer, “Bak bunun nişanı var kınası var Zeliha,” diyerek bu kez hedefini bana çevirdiğinde ona aldırış etmeden babam ve Gurur’u izlemeye devam ettim.
Yaman kadehini yavaşça havaya kaldırırken, “Dino,” dedi sırtını sandalyesine yaslayarak. Ona baktım. “Lirik horlamalarınla hipnotize ettiğin bir yüzbaşı için kaldırıyorum kadehimi.”
“Sen dua et de bir gün birinin lirik horlaması yüzünden bu duruma düşme derdim ama bu aralar dualarım bir bir kabul olduğundan, göklere sesleniyorum, tez zamanda yaşa canım benim,” diyerek ayran bardağımı havaya kaldırdım.
Yaman bana dik dik baktı.
Gözlerimi yeniden Gurur’a çevirdim ama Gurur da babam da en son gördüğüm yerde değillerdi.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Günün doğmasına saatler vardı ve karanlık, uzun yıllar içimde hapsettiğim zifiri bir gölge olmaktan çıkarak etrafımı bu kez bana huzuru aşılayarak sarmıştı. Bahçe kapısını açıp çıkmam için kapıyı aralayarak bana baktığında, karşımdaki adama duyduğum saygıyı göstermeye çalışmanın başka bir yolunu arıyordum. Ona saygısızlık ettiğimi düşünsün istemiyordum. Bu bana zulmederdi.
Kapıdan çıkıp omzumun üzerinden ona baktım. Demir kapıyı çekti ve başıyla sokağı işaret ederek önümde yürümeye başladı. Elimi cebime sokup derin bir nefes aldığımda gecenin serinliği ciğerlerime doldu. Kafamı toparlamaya çalıştım, alkol hızla damarlarımda ilerliyordu. Yanlış bir şey söylemek istemiyordum. Kendimi en yalın haliyle ifade ederken, ona duyduğum saygının büyüklüğünü de ona sürekli olarak sunmak istiyordum.
Gökyüzüne baktım. Yıldızlar beyaz alev kıvılcımları gibi parlıyorlardı. Belki de beyaz köz parçalarıydılar. Gözlerimi indirip Kahraman Özdağ’ın sırtına baktım. Ellerini cebine sokmuş, sessizce yürüyor, tek kelime etmiyordu. Bu sessizliğin içinde birlikte kaybolmakta sorun görmüyordum ama küfredecek de olsa hakaret edecek de olsa beni yere serecek de olsa konuşsun istiyordum.
Ara bir sokağa girdik. Sokak lambasının turuncu ışığı dar sokağın bozuk, girintili çıkıntılı kaldırımının üzerinde bir ceset gibi serilmiş yatıyordu. Kahraman Özdağ’ın gölgesi ışığın üzerine devrildi, o gölgeye bakarken düşünceler kafamın içinde büyümeye devam etti.
Sağımda yıkık, harabe bir ev, solumda da ağaçlar vardı. Gözlerimi yeniden Kahraman Özdağ’ın sırtına çevirdim. Zeliha’yı bu sırta alıp gezdirdiği elbette olmuş olmalıydı. Benim babam, benim sırtımda bir şeyleri kırıyorken, onun babası onu sırtına alıp gezdirmişti. Onun adına sevindiğimi hissettim. Güzel bir çocukluk geçirmişti ve o çocukluğun mimarı önümde bana yol veren bir pusula gibi ilerliyordu. Beni büyüten o olmasa da yetiştiren o olsun, ileride onun gibi bir baba olabileyim istiyordum.
“Babanla aran her zaman kötü müydü?”
Soruyu sorarken kendisiyle bir savaş içinde olduğunu hissettim. İnsanları okumak konusunda iyiydim. Bu soruyu sormadan önce kendisiyle birçok defa istişareye oturmuş olmalıydı. Bu sorunun bende yaratacağı tahribatı düşünüp, belki de bu soruyu çok kez rafa kaldırmıştı ama artık ne o bu soruyu sormaktan kaçabilirdi ne de ben bu soruyu cevapsız bırakabilirdim.
“Beni eleyip beleyip bir düşmanın kollarına verdiler,” dediğimde yüzünü göremedim ama omuzlarının hareketini izleme şansım oldu.
Bir nefes aldı, o nefes içine yayılırken omuzları önce kabardı, sonra düştü. Ben de çocukluğumun içinden adamlığıma böyle düşmüştüm. Bir nefes süresi. Büyümek zorunda kalmıştım ve bu bir nefes alış veriş süresine sığmıştı. Çocuk olmak nedir bilmiyordum çünkü bir evin içinde önce apalamış, sonra yürümeyi öğrenemeden o evin içinden koşarak kaçmak zorunda kalmıştım.
“Sana baktığımda bir yanının eksik olduğunu hep gördüm,” dedi, “eksikliğini ne kadar örtmek istersen, o kadar çok ortaya dökersin. Bunu unutma.”
“Bu durum sizi huzursuz mu ediyor?”
Zeliha’nın babası önümde yürümeye devam ederken bana bakmadan, “Neden beni rahatsız etsin ki?” diye sordu.
“Eksik yanlarım yüzünden onu da güzel olan şeylerden mahrum ederim diye korkmuyor musunuz? Mahrum bırakıldığım ne varsa, onu da mahrum ederim diye endişe duyuyor musunuz?”
Bu soruyu sormak benim için çok zordu.
Alacağım cevaptan da korkuyordum üstelik.
Ama bilmek istiyordum.
“Senin ona verdiklerini görüyorum,” dedi sessizce, önümde yürümeye devam etti. Ben de pusulamı takip ettim.
Konuşmadım, çünkü söyleyecek başka şeyleri de olduğunu biliyordum.
“Sana verilmeyeni başkasına vermeye çalışmak zor olmuyor mu?” diye sordu, bu soruyu sorarken de kendisiyle kanlı bıçaklı olduğunu hissedebildim.
Benimle konuşmak, ona bir yetimle konuşmak gibi mi hissettiriyordu?
Öyle miydim? Bilmiyordum.
“Zor olmuyor, bu beni mutlu ediyor. Ona yetmek istiyorum. Onun için her şeyi yaparım.”
Kahraman Özdağ’ın adımları yavaşladı ama ona yetişmek için uğraşmadım, bilerek arkasında kaldım, önümde yürümesini ve bana ışık tutmasını, bana yön buldurmasını istedim.
“Seni ilk tanıdığımda, kızımda bir tahribat bırakma ihtimalini düşündüm ve korktum,” dediğinde bu itiraf canımı acıtsa da bana gerçeği sunduğundan olsa gerek, ona minnet duydum.
“Ben de bundan hep korktum,” diye cevap verdim ama söylediğim şeyi duymazdan geldi.
“Yine de kızım için canını hiçe sayacak biri olduğunu da bildim. Seni tanıdıkça, bildiğim şeyin bildiğimden de fazlası olduğunu gördüm. Sende göremediğim, görmemek için direndiğim ne varsa önüme koydun. Ben buradayım, beni gör diyor gibi bir halin vardı. Başı hiç okşanmamış bir çocuğun başını avucuma itip durduğunu hissettirdin bana. Bazen boğazına sarmak istediğim ellerimi, yalan söyleyemem, bazen de başının üzerine koyasım geliyor.”
Söyledikleri birer mermiydi, beni değil, geçmişimi delip geçiyordu ve orada hala korkarak titreyen, karanlıktan çıkıp gelecek canavarın yolunu gözleyen o çocuğu koruyordu; o çocuğun korkarak baktığı karanlığı vuruyor, karanlığı delip o deliklerden dışarı ışığı sızdırıyordu.
O çocuk, zihnimin içinde ağır yaralı, son nefesine çok yakın bir durumda ama bir türlü ölemiyorken, “Senin de başını okşamak isteyen bir baba varmış,” diye fısıldadı sanki, o sesi duymazdan gelemedim; yıllardır sesini duymamak için her şeyi yaptığım o çocukla uzun zaman sonra yeniden göz göze geldim.
“Acaba eksikliğini duyduğu şeyler onun bir tarafını tahta kurusu gibi yemiş midir, bitirmiş midir diye düşündüm. Ama sonra gördüm. Sen, senden esirgenen ne varsa, fazlasını kızıma vermek için uğraşan, yaşı büyük ama kalbi hala büyümemiş bir çocuksun.” Kahraman Özdağ durup omzunun üzerinden bana baktığında sokak lambasının ışığı kırıldı. Yüzünü bana döndüğünde, çehresinde karanlık, sırtında ışık vardı. Ona uzun uzun baktım, o da bana uzun uzun baktı ve dedi ki, “Keşke benim oğlum olsaydın.”
Boğazıma bıçak yaslanmış da bu bıçak beni öldürmek için değil, elimde tutup kendi göğsüme yasladığım silahı bırakmam için dayanmış gibi hissettim.
“Baban hangi delikte bilmiyorum. Sağ mı, çürüdü mü bunu bilmiyorum,” dedi gözlerimin içine bakarak. “Ama şunu biliyorum. Benim oğlum olman için hala geç değil.”
Tüm bedenini bana doğru çevirdi.
“Yani,” dedi, “ben nefes aldığım müddetçe ve sen kızımın yüzüne o gülümsemeyi çizdiğin sürece, sen yetim değilsin.”
Eğer onun karşısında zayıf bir piç kurusu gibi görünmeyeceğimi bilseydim, ona doğru atılır, elini tutar, alnımı o ele yaslar, belki o çocuğu bu gece özgür bırakır ve otuz üç yaşında değil, kızının da bana hissettirdiği gibi üç yaşında olur ve ağlardım.
Bana doğru bir adım attı.
“Hala tasvip etmiyorum karşıma geçip kızına teklif edeceğim, yüzüğü parmağına takacağım dememiş olmanı. Hala kızıyorum sana. Eşeği sudan getiresiye kadar da dövesim var seni lan,” dedi parmağını öne doğru sallayarak. Durdu, parmağı da durdu. “Ama başını da okşamak istiyorum.”
“Vur,” dedim, “Eşek sudan gelinceye kadar döv beni.” Ona doğru bir adım attım. “Sonra hala istiyorsan başımı da okşarsın. Olmaz mı?”
“Eşek herif,” dedi Kahraman Baba. Hiç beklemediğim anda enseme koyduğu avucundan derime akan o şefkati hissettim. Bu yabancıydı ama otuz üç yıldır da hissedilmeyi bekleyen, hasret kalınandı. Beni kendine çekip avucunu enseme basarken, “Bir daha bir babanın karşısında nasıl davranılır bilmediğini söyleme bana. Bırak bunu sana öğreteyim,” dedi.
Ağzımdan kayıp gittiğine şaşırdığım o kelime, “Lütfen,” oldu.
Lütfen öğret.
Senin arkandan yürümek istiyorum.
Bana nasıl bir evlat olunur, nasıl bir baba olunur öğret.
Sadece lütfen desem de o tek kelimenin içinde tüm bu seslenişler, yalvarışlar, yakarışlar vardı.
Ensemde duran eli saçlarıma gitti. Başımın üzerinde onun büyük avucunu hissettiğimde, karşısında bir yetişkin değil, bir çocuktum.
Başımı okşadı, iki metreden uzun bir adamın başını karşısında bacağından kısa bir çocuk varmış gibi okşadı.
Sonra bana, bir babanın oğluna sarıldığı gibi sarıldı.
Bir baba oğluna nasıl sarılır elbette bilmiyordum ama Kahraman Özdağ, bana babam gibi sarıldı.
Otuz üç yaşında bir adama, bir baba nasıl sarılır öğretti.
Bir baba gibi sert, bir baba gibi otoritesini göstererek, bir baba gibi net ve şefkatle konuştu:
“Kendini evimin kapısının dışında durmuş içeriyi izleyen bir yabancı gibi hissetme artık. Sen o evin sofrasındaki beşinci tabağın sahibisin.”
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
O gece sofra toplandı, erkekler evlerine döndü, ışıklar kapandı ama gurur ve babam eve dönmedi. Karanlık bahçede elimde bir fincan kahve, sevdiğim yazarın yeni çıkardığı kitabıyla çardağa geçmiş, bağdaş kurarak oturup kitabımı okumuştum. Işıklı gözlüklerim olmasaydı çardaktaki varlığım kimse tarafından fark edilmezdi. Çardak o gece çok serindi, Gurur’un parmağıma taktığı yüzük de artık boynumda değil, parmağımdaydı.
Nedense huzursuz değildim, onların eve dönmemiş olması içime tedirginlik değil, bir sebepten huzur ekmişti. Sanki Gurur’un ihtiyaç duyduğu bir şey, babam tarafından ona veriliyormuş gibi hissetmiştim. Belki biraz fırça, biraz hakaret duyardı ama babamı tanırdım, eninde sonunda Gurur’u kalbine basacak, yaralarını saracaktı. O yaraları kendi bile açsa sarardı. Çünkü benim babam böyle bir adamdı.
Çardakta uykuya daldığımı hatırlıyorum. Biri üzerime pelüş bir battaniye örttüğünde gözlerimi açamadım ama parmaklarının saçlarımda dolandığını hissettim. Kitabımın kapağını kapatıp yanıma bırakıp gözümden gözlüğümü aldı, sonra da kahve bardağımı alarak oradan ayrıldı. Ya Eymen’di ya annemdi.
Şafakta uyandığımda yanımda uzanan bedene şaşkınlıkla baktım. Çolpan hemen yanımda uzanıyor, kollarının arasında Bora’yı tutuyordu ve Bora da güvende hissettiğini belli edercesine çolpan’a sokulmuş, onun tişörtünün kumaşını sıkıca avucunun içine hapsetmişti. Üzerimdeki pelüş battaniyeyi ikisinin üzerine örtüp doğrularak kalktım, tam o sırada ileride, ağacın altında Adnan’ı gördüm. Sessizce sigara içiyor, hala karanlık sayılabilecek kadar loş görünen çardağa doğru bakıyordu.
Kitabımı göğsüme basarak Adnan’a doğru ilerledim. Beni fark ettiği an sigarasını söndürüp köşedeki demir çöp kovasının içine attı ve “Günaydın Zeliş,” dedi.
Derin bir sessizliğin çöktüğü bahçede tek başına ne yaptığını sormak istedim ama sonra soruyu rafa kaldırıp, “Günaydın,” dedim, “Bora için endişelenme. Keyfi yerinde görünüyor.”
“Gördüm sanırım,” dedi Adnan, çekingen bakışları yeniden çardağa doğru kaydı. “Bora’nın sesini duyduğumu düşünüp kalktım, endişeyle doldum.” Bir müddet sustu. “Sonra dışarı çıktığımda Bora’yı onunla görünce endişelerim silindi.”
“Çolpan’ı seviyor.”
“Onu güvenli bölgesi ilan etmiş gibi,” dedi Adnan. “Onu sadece Yener ile uyurken görmüştüm. Bir kadının kollarında uyuduğunu ilk görüşüm.”
“Çolpan’ın iyileştiren ve huzur veren bir tarafı vardır.”
Adnan gözleri hala çardaktayken, “Öyle,” dedi, sonra birden pot kırmış gibi duraksayarak bana bakıp, “Yani sen öyle diyorsan öyledir, eminim,” diye düzeltti cümlesini. Tatlı bir telaş koca cüssesini sarmış gibi duruyordu, ona daha dikkatli baktığımda elini koyacak bir yer dahi bulamadığını fark ettim. Ellerini hızlıca eşofmanının ceplerine sokup gözlerini etrafta dolaştırdı.
“Şebboy meselesini ne yaptın?”
Bir an sorduğum soruyu anlayamamış gibi kaşlarını çattı ve “Şebboy mu?” diye sordu.
“Çolpan’dan hala özür dilemediğini söyleme bana.”
Soğuk bir rüzgar saçlarımın arasından esip gittiğinde Adnan boynunu üzerindeki ceketin yakalarına gizleyerek, “O zamandan beri görüşme şansımız olmamıştı,” dedi. “Üstelik ona rahatsızlık vermek de istemem.”
“Şebboylar ona rahatsızlık vermez, ona kendini mutlu hissettirirdi.”
Adnan tekrar duraksadı. “Öyle mi?”
“Evet. Çünkü Çolpan şebboyları çok sever.”
Adnan başını aşağı yukarı salladı ama bu konu hakkında yorum yapmadı, gözlerini yeniden çardağa çevirip, “Üşümezler, değil mi?” diye sordu sessizce.
“Bora’nın üşümesinden korkuyorsan, Çolpan onu öyle sıkı sarmış ki üşümesinin imkanı yok.”
“Peki ya o?” Adnan bu soruyu sorarken dalgındı, koyu renk gözlerini bana çevirdi. “O üşümez mi?”
“Üzerlerini battaniyeyle örttüm ama,” dedim yumuşak bir sesle. “Gidip bir kontrol etmek istersen, sen bilirsin.”
“Uyuyan bir kadının yanına yaklaşmayı doğru bulmuyorum,” dedi telaşla, bu beni neredeyse yüksek sesle güldürecekti ama tek yaptığım ona anlayışla bakıp, tebessüm etmek oldu. Ruhu inceydi, bedeninin büyüklüğü sizi yanıltabilirdi ama aslında o da tıpkı gurur gibi bir çocuğun yüreğine sahipti.
“Çok centilmensin.”
“Sanıyorum düşündüğün kadar centilmen değilim. Yoksa kendi yarattığım evhamlı düşüncelere yenik düşüp ona çiçek almamazlık etmezdim. Oysa hak ettiği bir demet şebboydan fazlası çünkü benim dünyamı kollarının arasında tutuyor, benim dünyama kendini güvende hissettiriyor ve bunu yaparken hiçbir şey beklemiyor.” Adnan’ın kendini bu kadar açık ifade etmesine şaşırsam da onu tüm dikkatimi vererek, yüzümde nötr bir ifadeyle dinlemeye devam ettim. “Ona büyük bir teşekkür borçluyum ve büyük bir özür. Eşeklik ettim. Dilemem gereken özür sayısı çoğalıyor, etmem gereken teşekkür sayısı çoğalıyor. Gitgide çoğalıyor. Her şey gitgide çoğalıyor.” Son cümlesi ikimize de sessizce birbirimize bakmasına neden oldu.
Gitgide çoğalan şeyin ne olduğunu sormak istesem de bunu yapmadım, onu yeniden kabuğunun içine saklanmak zorunda bırakmak istemiyordum.
Sorularımla onu yıpratmak yerine, “Dünyan onun kollarında güvende,” diye fısıldadım. “Gidip sen de biraz uyumalısın.”
“Teşekkür ederim.”
Gülümseyerek onun yanından ayrılıp eve doğru ilerledim. Tam kapıyı açıp içeri girecekken, bahçenin demir kapısının açılırken çıkardığı gıcırtıyı duydum. Kapıyı açtım, yavaşça içeri girip aralık kapıdan dışarı doğru baktım. Babam bahçe kapısını açıp Gurur’a geçmesi için alan yarattı ve Gurur içeri girdi.
Dudaklarıma yeni bir tebessüm çizildi.
⛓️
Güneş, altın yaldızlar gibi parıldayarak saçlarıma tutunuyor, saçlarımı olduğundan çok daha açık bir renkmiş gibi gösteriyordu. Hasır şapkamı yüzüme doğru indirip güneşin gözlerimi acıtan ışıklarından korunmaya çalıştım. Omzumdaki büyük çantanın içinde Gurur’un yedek tişörtü, benim yedek kıyafetlerim, güneş kremi ve makyaj malzemelerimin olduğu küçük bir makyaj çantası vardı.
Azmak nehrinin üzerinde ilerleyerek nehrin denize karıştığı sularda dolaşan tekneye binmek için geldiğimiz saat, aslında normalden daha erkendi ama Ayça sudan korktuğu için bir şeyler yemiş, sonra sakinleştirici içmişti ve biz de onu beklemiştik. Tekne suya açıldığında Gurur ile diz dize oturuyorduk.
“Babamla ne konuştuğunuzu söylememek konusunda ısrarcı mısın koca dana?”
Elini oturduğum yerin sırt kısmına koyup yüzünü bana çevirdi ama gözleri bana dokunmadı, gölü izlerken, “Sen de amma meraklısın,” dedi beni daha da meraka sürüklemek istiyor gibi.
Üzerimdeki boyundan bağlamalı pembe elbisenin kumaşıyla oynarken çatık kaşlarla ona baktım ama dudaklarında bir tebessüm oluşmasına rağmen bana bakmadı. Gözlerini bana değdirmese de tüm ifadelerimi görebiliyor olmalıydı. Bundan keyif duyuyordu.
“Gebertmedi mi yani seni?”
“Gebertti, çantandan fondötenini çalıp yüzümdeki morlukları kapattım ağlama diye.”
“Maskara falan da sürseydin elin değmişken,” dediğimde gözlerini indirip yüzüme baktı.
“Maskaran olduk hepten,” diye homurdandı. Gözleri elbisenin kumaşında dolaşan elime kaydı. Parmağımdaki yüzüğü görünce dudaklarına sinsi bir tebessüm yerleşti. “Ne o? Parmaklarımı yine ağzının içine sokmamdan korkup mu taktın?”
“Köpek,” diye homurdandım.
“Köpeğinim, doğru.”
“Suya girecek misiniz?” diye soran kişi Devran’dı, üzerindeki tişörtü sıyırarak çıkarırken gözlerini bize doğru çevirmiş, Biricik de elindeki havluyu Devran’ın bedeninin etrafına perde gibi gerip etrafa kötü bakışlar atmaya başlamıştı. Devran duraksayarak Biricik’e bakıp, “Şu an beni örttüğünü sanıyorsan eğer tıfıl, örttüğün şey belimin altı ve altımda zaten şort var. Ben senin için oldukça yüksekteyim.”
Biricik, “Ailedeki tüm kefencilere bir telefon etmem gerekecek galiba,” diye söylendi. “Ne diye şov yapar gibi sıyırıyorsun ki tişörtünü?”
Devran duraksayıp, “Ne şovu ulan?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Yapacaksan bana yap şovunu.”
“Sana her an şov yapıyorum zaten, senin canın şov istiyor bence. Şimdi mi yapayım?” devran birden Biricik’e doğru dönüp büyük ellerini kızın ince belinin kenarlarına yerleştirdi ve Biricik’i kendine doğru çekti. Bedenleri birbirine yaslandığında yüzümü buruşturarak Gurur’a baktım. Bizim dışımızda oynaşan birilerini görmek iğrençti. Yaman ayısını anlamaya başlamıştım.
Biricik ve Devran gülüşüyorlardı ama kafamı çevirip onlara bakmadım bile. Tekne nehrin kenarında durduğunda iskeleye ilerledik. İlk fark ettiğim bugün nehrin oldukça boş olduğuydu. Bizim grubumuzu ve iki yabancı çifti saymazsak, hiç kimse yoktu. Hafta sonları kalabalık olan nehir, hafta içi oldukça ıssız oluyordu ve bunun işimize geldiğini söyleyebilirdim.
Nehrin hemen dibindeki restoranlardan birine geçip oturduk. Çocukları annemle bırakmıştık ama Muşta restorana geçtiğimiz an Dide’yi aramış, onunla konuşmuştu. Cenan bu durum karşısında durgunlaşmıştı, bu fark edilmeyecek bir durum değildi; muhtemelen bunca zaman ayrı kalmalarının Muşta’nın üzerinde yarattığı o telafi etme çabasını görüyordu ve bu ona büyük bir acı veriyordu.
Yüzüğümle oynayarak nehri izlerken Destan kartlarını yenilediği polaroid makinesini boynuna asmış, etrafı fotoğraflıyordu. Birkaç kez patlayan flaşın ışıklarını üzerimde hissettiğimde, benim fotoğrafımı çektiğini fark edip ona gülümsemiştim.
Gurur kulağıma doğru eğildiğinde dudakları kulağıma sürtündü, tenimden bir elektrik akımı geçip gitti ve flaş bir kez daha patladı. Dudakları kulağıma temas ederken çekilen fotoğrafımızı merak ettim ama dikkatimin dağıldığı bir gerçekti; nefesi kulak boşluğuma akarken ayak parmaklarımın içeri büküldüğünü hissettim.
“Suya girelim mi?” diye sordu yavaşça, bir bulut kafilesi güneşin önüne geçerek ışığını söndürdüğünde akşam olmuş gibi görünüyordu.
“Olur,” diye mırıldandım. Elimi tutup beni masadan kaldırdığı sırada kimsenin bakışları bize dokunmadı. Herkes yoğun bir şekilde sohbete dalmış, bazıları da sipariş vermek için garsona odaklanmıştı.
El ele restoranların sıralandığı kıyıdan uzaklaştık. İskeleyi de geride bırakarak sazlıkların arasında yürümeye devam ettik. Güneş hala bulutların arkasında gizleniyordu ama yakıcılığını hissedebiliyordum.
İki ağacın arasında durup tişörtünü yukarı sıyırdığında beli yukarı doğru gerildi ve karnındaki sert kas kütlesi daha da belirginleşti. Tişörtü kenara fırlatıp kumral saçlarının arasında parmaklarını gezdirdi. Teni bronzlaşmıştı, hafif bir ter tabakasıyla elmas gibi parlıyordu. Bakışlarımın derinleştiğini fark ettiğinde gözleri gözlerime tutundu. O donuk, ne hissettiğini göstermeyen bakışlarının nabzımı alev gibi yaktığını hissettim.
“Çıkar elbiseni,” dediğinde kalbimin vuruşları zalimleşti.
Kollarımı yavaşça kaldırıp ellerimi elbisemin boynumda bağlı olan iplerine götürdüm. Bakışları gözlerimdeydi ama öyle bir bakıyordu ki gözlerime bakarken sanki tüm vücudumu tavaf ediyordu. İpleri çözdüğüm an kumaş öne doğru döküldü ve pembe bikinimin üst kısmı gözler önüne serildi. Bana doğru bir adım atınca kalbim kasıldı ama hareketsiz kaldım. Parmaklarını omuzlarımdan aşağı hareket ettirerek elbisemi aşağı sıyırdı. Karşısında önünde gümüş rengi demirden bir kalp olan bikini üstüyle duruyordum. Büyük ellerini daha da aşağı götürdüğünde elbise kalçalarımdan kaydı ve şimdi karşısında bikinilerimle duruyordum.
Gözleri gözlerimden ayrıldı ve bedenime indi. Parmağını göğüslerimin alt kısmındaki demirden kalbe dokundurup, “Kalpleri seviyorsun,” diye mırıldandı. Kalbimin kabararak derimi gerdiğine yemin edebilirdim, bunu gördüğüne de emindim.
Elimi yavaşça kaldırıp parmağımdaki yüzüğü gösterirken gözlerinin içine bakarak, “Sevdiğimi iyi biliyorsun,” diye fısıldadım.
Kalp kesim yüzüğüme, ardından gözlerimin içine baktı ve parmakları kalp figüründen aşağı kayarak karnıma temas etti. Nefesimin hızlanmamasını dilesem de imkansızdı, dokunduğu an göğsüm körük gibi kabardı ve bu onu eğlendirdi.
Parmakları göbek deliğimin üzerinde dolaşırken, “Nefesin neden hızlandı?” diye sordu yavaşça.
Gözlerim dudaklarına dokundu, dudaklarının kavisinde dolaşıp yeniden gözlerine tırmandı. “Hızlanmadı,” diye yalan söyledim.
“Memelerinin nasıl öne doğru kabardığını, sonra geri söndüğünü ve tekrar ağzıma girmek ister gibi öne geldiklerini görebiliyorum, bebeğim,” dediğinde söylediği şey bir şekilde kasıklarımda bir kasırgaya neden oldu. Bana öyle dikkatli gözlerle bakarken ve duygularını gizlemek konusundaki ustalığını gözlerimin önüne sererken böyle konuşması aklımı oynatıyordu.
“Suya girmeyecek miydik?” diye sordum hissettiğim paniği örtbas etme arzusuyla.
“Suya girmeyi ne kadar istediğimi tahmin edemezsin,” diye karşılık verdi gözleri gözlerime kanca gibi geçmiş haldeyken.
Bakışlarım dudaklarına kaymasın diye kendimle savaşırken, “Neden girmiyorsun o zaman?” diye sordum.
“Girmem için yalvardığında, belki,” demesiyle gözlerimi kaçırmak istedim ama bunu yapmadım, açtığı savaşın ortasında pasif kalmaktansa ona saldırmayı tercih ettim.
“Ya da girmek için yalvaran sen olursun, bilemiyorum,” diye fısıldadım.
Başını sol omzuna yatırıp gözlerini gözlerimden aşağıya, dudaklarıma indirdi. Dudaklarıma bakarken, “O ağzını çok iyi kullanıyorsun,” dedi ve iması tüm bedenimin ateş gibi yanmasına neden oldu.
“En iyi sen bilirsin,” diye fısıldadıktan sonra ayaklarıma düşen elbisemin içinden yavaşça çıkıp, iki ağacın arasından geçerek ağaçların ortasındaki oyuğa ilerledim; oyuk suyla birleşiyordu. Suya doğru bir adım attığımda soğukluğu beni titretti. Ürpererek omzumun üzerinden Gurur’a baktım. “Soğuk.”
“Suyu ısıtacağıma şüphen olmasın. O yüzden gir,” dedi çenesiyle suyu işaret ederek.
Aşağı doğru biraz daha kaydığımda su dizlerime kadar vurdu. Titreyerek Gurur’a baktım. Bir elini ağacın gövdesine bastırınca pazusu genişledi, pazusundaki kablo kalınlığındaki damarın kanla çarptığını gördüm. Elimi bilinçsizce havaya kaldırıp karnına koydum, ardından parmaklarımı sert karnında kaydırıp belirgin kasık çizgisine dokundum. Bu beklemediği bir şeydi ama yine de yüzünde mimik oynamadı. Sadece gözleri vardı. Ateş hattı olan gözleri. Zalimlikle ve içimi çalkalayan hislerle bakan gözleri…
Parmağımı kasık çizgisinden uzaklaştırıp yavaşça suyun içine doğru süzüldüm ve titreyen çenemle ona baktım ve o da beni çok bekletmeden suya girdi.
Suyun içinde bana doğru kaydığında etrafında oluşan dalga bedenime çarptı. Dişlerim birbirine vurur halde ona sokulup sıcak göğsüne dokundum. O benim aksime suyun soğukluğundan etkilenmemiş gibi görünüyordu. Parmaklarımı göğsüne bastırarak kafamı kaldırıp ona baktığımda bacaklarım bacaklarına bir yılan gibi dolandı.
“Üşüyor musun?”
Sorduğu soruya karşılık dudaklarına bakarak, “Buz gibi ama sen hala ateş gibi sıcaksın. Nasıl oluyor bu?” diye sordum.
“Ben buna sen etkisi diyorum,” dediğinde gözlerimiz birleşti. Kafası benim kafamdan daha yüksekte olduğundan sadece gözlerini indirerek bana bakıyordu. “Sen etrafımdayken güneşin yörüngesinde olmuyorum, güneşin ta kendisi oluyorum.”
“Öyle mi?”
“Öyle, hissetmiyor musun?” Yüzünü yüzüme yaklaştırınca suyun içine batacağımı hissettim. Dudaklarımız birbirine temas etmedi ama öyle yakın durdular ki, sanki temas ediyorlarmış gibi hissettim.
“Böyle mi duracağız?” diye sorduğumda, dudaklarıma doğru konuşarak, “Farklı bir şey mi yapmak istiyorsun?” diye sordu.
Ellerimi bedeninden çekip yavaşça geriye doğru süzüldüm. Suyun içinde bir çizgi çeken bedenimin yarattığı küçük dalgaya baktı, ardından kollarını suyun içinde kürek gibi kullanarak bana doğru süzüldü. Ben geriye doğru yüzerken, o gözlerini benden çekmeden üzerime doğru yüzdü.
“Suyu ısıtacağını söylemiştin ama su hala buz gibi,” diyerek ayaklarımı suyun içinde oynatıp tabanımla göğsüne dokundum.
Gözlerini kıstığını gördüm, tabanımı göğsüne bastırarak kendimi daha da geriye iterek ondan uzaklaştığımda beklemediğim bir anda ayak bileğimi tutup beni suyun içinde kendine doğru çekti. Bacaklarım iki yana ayrıldı ve onun göğsünü tam bacak aramda hissederek duraksadım. Bir elini dizimin iç kısmında gezdirdi, diğer elini kalçama yerleştirdi ve doğrulmama izin vermedi. Parmaklarını usulca kalçamdan kaydırıp suyun altından belime yerleştirdi. Doğrulmamla göğüslerim boynuna yapıştı, bacaklarımı beline sardım. Sıcak nefesi soğuk suyun ıslattığı göğsüme döküldüğünde tüm bileşenlerimin patlayarak etrafa saçılacağını ve dağılacağımı düşündüm.
“Oyun mu istiyorsun?” diye sordu dudaklarını göğsümün biraz üstüne sürtüp, gerdanıma taşıyarak.
“Sadece yüzmek istiyorum,” diye yalan söyleyerek kollarımı kafasının etrafına sardım. Bu hareketimle beraber, yüzü tamamen göğüslerimin arasına döküldü ve sert soluyuşlarını daha net hissetmeye başladım.
Parmakları bikinimin kalça kısmından sarkan iplere gittiğinde gözlerim kısıldı, çenemi başının üzerine koyarak ilerideki ağaçlara baktım. Dokunuşlarını ne kadar ileriye taşıyacağını merak ediyordum.
🚨(Bu kısımdan itibaren yoğun +18 ve Gurur’un konuşma şeklini biliyorsunuz, eğer rahatsız olacaksanız veya okumak istemiyorsanız lütfen bu kısmı atlayın. Bittiği noktayı işaretleyeceğim, işaretli alana dek hızla kaydırabilirsiniz.)
Bikinimin iplerinden birini çözdü, diğer ip hala bağlıydı ama bikinim bir bez parçası gibi suyun içinde salınarak özel bölgemden ayrıldı. Çenemi saçlarının arasına daha sert bastırıp sertçe yutkundum. Bunu duyduğunda parmakları uyluklarımda dolaşıyordu, ardından yavaşça bacaklarımın arasına ilerledi ve oraya dokundu.
Bu dokunuşla beraber bedenim suyun içinde ihtiyaçla yükseldi. Parmaklarının vajinamın arasında dolaştığını hissettim, tepe noktama dokunmasıyla bedenim titredi. Daha sonra parmaklarını geri çekerek beni bu dokunuştan mahrum bıraktı.
Kafamı eğip ona baktığımda kafasını kaldırdı ve dudaklarını çeneme bastırıp, “Hım?” diye sordu. “Bir şey mi istiyorsun?”
“Ne isteyecekmişim?” diye sordum masum masum. Gözlerini yüzüme dikti ama bir şey söylemek yerine parmaklarımı saçlarında gezdirip, “Bikinim açıldı, lütfen ipini bağlar mısın?” diye sordum fısıltı gibi çıkan sesimle.
“Bağlarım,” diye fısıldadı burnunu çenemde dolaştırarak. “İstediğin her şekilde bağlayabilirim.”
“Ne şekilde bağlarsın mesela?”
Burnunu çeneme sürtüp gözlerini kaldırarak ateş gibi görünen ela gözlerini gözlerime dikti. “Bunu bir ara uygun bir ortamda, elimizde ip varken konuşalım,” dedi, ses tonu öyle sertti ki, sanki bana öfkeliydi ama gözleri öyle bir bakıyordu ki, bunun öfke değil tutku olduğunu görebiliyordum.
“İpimi bağlayacak mısın şimdi?”
“Bağlayacağım,” dedi ve hiç beklemediğim anda parmaklarını belime bastırıp beni sıkıca kavrayarak suda süzüldü. Sırtım iki ağacın arasındaki oyuğa yerleşti ve elini oradaki toprak tabakaya bastırıp üzerime abandı. Dudaklarımızı birleştirdi. Beni açlıkla, tüketmek ister gibi öpmeye başladı. Su bedenime çarpıyor, sırtım yumuşak oyuğa yaslı duruyordu ve onun ısrarcı dudaklarında kayboluyordum. Dilini ağzıma iterken parmaklarını taşa bastırdı, pazusunun iç kısmını yanağımda hissettim, damarı doğrudan yanağımda atıyor, dili ağzımın içine saplanır gibi girip çıkıyordu.
Elimi yüzüne götürecekken diğer eliyle elimi havada yakaladı ve geriye doğru götürüp ıslak taşa yasladı. Dilini damağımda, dişlerimde dolaştırdı. Dudaklarımızın arasına bir santimlik mesafe girdiğinde, “Bağlamamı mı istiyordun?” diye sordu.
Kirpiklerimin arasında saklanan isteği gizleyemeden gözlerine bakarak, “Evet,” diye fısıldadım.
Keskin bakışları hızla etrafı taradı ama oyuğa doğru gizlendiğimiz için bu açıdan bizi kimsenin görmesi olası değildi. Elini aşağı indirip bikinimin ipini çekti, alt tarafın uzun ipini eline aldığında hızlanan nefesimle ona baktım. Ellerimi başımın üzerinde birleştirdi, bikinimin pembe ipini bileklerimin etrafında birkaç defa kaydırdı; daha sonra kurdele şeklini vererek sıkı bir düğüm attı.
Başımın hemen üstünde bağlı duran ellerimle ona bakakaldım. Ne ağzımı açıp tek kelime edebildim ne de buna direndim.
Dudaklarını dudaklarımdan teğet geçirip boynuma indirdi, başımı geriye doğru atıp taşa yasladım. Dili boynumda tüy gibi dolaştı, ıslaklığını bıraktı; tenimin suyun dışında olan kısımları ürperiyordu ama soğuğu yok eden bir şey varsa, bu kesinlikle onun dokunuşları, dilinin tenim üzerindeki hareketleri oluyordu.
Hiç konuşmadı, dili boynumdan göğüslerimin arasına indi. İki göğsümün arasını yalarken çenesine su vuruyor, gözlerini kaldırmış yeşile dönmüş gözleriyle bana bakıyordu.
Dilini bu kez yukarı doğru kaydırdı, boğazımdan yukarı, çeneme, dudaklarıma… Dudaklarımız birbirini tahrip etmek isteyen iki bıçak gibi birbirine saplandı. Öyle ateşli öpüşmeye başladık ki tenimden dışarı ateş süzülmeye başlayacak, ateş suya karışacak, nehrin suları lava dönüşecek sandım.
Dişlerimi dudaklarıma geçirdiğimde, parmaklarını bağlı olan bileklerimin iç kısmına bastırıp, içimi titretecek kadar yoğun bir şekilde bileklerimin iç kısmını, nabzımı okşadı.
“Sadece ellerini değil,” dedi nefesi dudaklarıma düşerken, “ayaklarını da bağlamak istiyorum. Seni hareket edemeyecek hale getirdikten sonra günlerce kendine gelemeyeceğin şekilde sertçe sikmek istiyorum.” Bu kelimeler dudaklarından dökülürken çatık kaşlarla gözlerimin içine bakıyordu. “Ne zaman o güzel götünün üzerine otursan, sikimin içine dalıp çıkarken bıraktığı o hissi hatırlayacak hale getirene kadar sokup çıkaracağım,” dediğinde bacaklarımın iç kısmı kasılıp gevşedi. “Sızıyı sadece amcığında değil,” dilini çenemde sürtüp dudaklarına kulağıma yaklaştırdı. “Parmaklarımı içine alan ama sikimin tadına henüz bakmamış olan sıkı arka deliğinde bile hissedeceksin.”
Nefesim dudaklarımdan har gibi döküldüğünde, “Orayı da sikmek istiyorsun,” diye fısıldadım ve dudaklarına yerleşen o ölümcül tebessüm kalbimi durduracak zannettim.
“Sikmek istemediğim tek bir yerin yok,” dedi gözlerimin içine, ruhuma bakıyor gibi bakarak. “Ağzını,” dudaklarıma yaklaştı, “amını,” gözlerini yavaşça çeneme, oradan göğüslerime indirdi, “memelerini.” Gözlerini gözlerime çevirdi. “O şekilli, en başından beri aklımı başımdan alan güzel götünü.”
“Fazla oluyorsun,” diye fısıldadım nefesim hızlanırken.
“Hoşuna gitmediğini söyle,” dedi donuk, ısrarcı bir sesle; bu hali aklımı başımdan alıp götürdüğü için cevap veremeden gözlerinin içine bakakaldım.
“Hoşuma gitmeseydi o ağzını açıp tek kelime daha edebilir miydin?”
“Yani seni elin kolun bağlıyken sikmemi istiyorsun? Ne ahlaksız kız ama…” Bakışları bileklerime tırmandı, ardından yeniden gözlerime indi. “Ellerin bağlıyken seninle birleşme düşüncesinin beni ne hale getirdiğine bak.” Bacak arama kendini yaslamasıyla, sert penisini hissetmem bir oldu. Tüm sertliği, kalınlığı ve uzunluğuyla tam orada, bacaklarımın arasında kalp gibi çarpıyordu. İhtiyacın onu mahvettiğini o an anladım.
Beni parçalama arzusunun yanında, benimle parçalanma arzusunu da taşıyordu.
“O ağzını kapatmak için ağzına neremi yaslamam gerekiyor?” diye sorduğumda gözlerinde bir şimşek çaktı. “Oldukça ıslak bir yeri yaslasaydım, bu seni susturur muydu?”
“Neredeyse amınla öpüşmemi istediğini düşüneceğim, Zeliha,” diye fısıldadı içimi titreten bir sesle. Tek kaşını kaldırıp alayla yüzüme baktı. “Yoksa bu istediğin şey mi?”
“Eğer bu seni susturacaksa,” dediğimde, “Amın ağzımdayken kelimelerimi susturdun diyelim, peki ya deliğine doğru inleyip durmamı nasıl durduracaksın? Amını yerken inlememek elde değil,” diye karşılık verdi. Bu atağı beklemediğim için gözlerinin içine bakakaldım.
“Böyle konuşmaya devam edeceksen sorumluluk alman gerekecek,” dedim nefes nefese.
“Nasıl bir o sorumlulukmuş o?”
“İpini çözdüğün bikininin hakkını ver, neden beni doldurmuyorsun?”
“Doldurmak?”
“Doldurmak,” dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. “Dibime kadar.”
“Kökleyerek mi?”
“Evet,” dedim neredeyse inleyecek gibi. Kendimi zar zor toparladım.
“Yani,” diyerek yüzüme yaklaştı. “Dibine kadar, kökleye kökleye sokmamı mı istiyorsun?”
“Evet, ellerim bağlıyken. Ellerim, bikinimin ipleriyle bağlıyken. Sen bağlamışken.” Ağzına doğru uzanma ihtiyacıyla kafamı öne uzattığımda geri çekilip muzip gözlerini yüzümde dolaştırdı. Kalbim yerinden çıkacak gibi atarken alt dudağımı yaladım. “Oynama benimle.”
“Seni bağırta bağırta sikmem için uğraşıyorsan diye söylüyorum,” dedi penisini bacaklarımın arasına daha sert yaslayarak. “Seni ağlata ağlata sikeceğim.”
“Yapma ya?” Gülümsedim. “Bir nehrin içindeyiz Zeliha diyerek kaçmayacak mısın?”
Burnundan sert bir soluk vererek, “Lütfen dur, yalvarırım dur Gurur diye ağlatacağım seni,” diye fısıldadı.
“Bunu konuşarak yapamazsın,” desem de aslında gayet yapabilirdi. Biraz daha konuşacak olursa, ağlayarak yalvarabilirdim, hatta o bana dokunmasa bile söyledikleri yüzünden kasılarak boşalabilirdim. Hiç bu kadar uyarıldığımı hatırlamıyordum. Doğruyu söylemek gerekirse, onunla her seferinde bir öncekinden daha fazla uyarılıyordum. Bunun sonu yokmuş gibi hissediyordum.
“Seni kelimelerimle titreterek boşaltabilecek o adamım,” diyerek sert penisini biraz daha bastırdı. İçimdeki boşluk hissinin uğuldadığına yemin edebilirdim. İçim onunla dolmak istiyordu. Beni tamamen doldurmasını istiyordum. Onunla bir bütün olmaya ihtiyacım vardı. Bunu o da biliyordu. Biliyor ve benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu.
“Önceliğim senin deliğinin zevk alması,” diyerek parmaklarını aşağı kaydırdı. Ellerimi başımın üzerinde tutmaya devam ediyordu ama elini çekse bile ellerimi hareket ettirmezdim. Bağlanmaktan memnundum. Bana yapacağı her şeye hazır hissediyordum kendimi.
Bir elini dudaklarına götürdü, gözlerini gözlerimden çekmeden parmaklarını yaladı. Dilinin parmaklarının etrafındaki dönüşünü izlerken kadınlığımın kasılıp gevşemeleri şiddetlendi. O dilini tam da kasılan yerde istiyordum. Beni diliyle perişan edebilirdi, dağıtabilirdi, parçalarıma ayırabilirdi. Düşüncesi bile uyarılmamı arttırdı. Yaladığı parmağını karnımdan aşağı indirdi, suyun içine soktu ve kadınlığıma dokundu. Vajinam sızladı, dokunuşuyla birlikte seğirdi; ihtiyaçla kasıldı. Gözlerimin geriye kaymaması için büyük bir savaş versem de bu savaştan galip çıkamadım. Parmaklarıyla vajinamın dudaklarını ayırıp kanın toplanması sonucu şişen klitorisime dokundu. Dokunuşuyla beraber dudaklarımdan bir inilti döküldü. Gözlerimi zar zor çevirip ona bakmayı denedim. Tüm dikkatini vermiş bana bakıyor, parmağının ucuyla klitorisimi yavaşça okşayarak tüm bedenime hükmediyordu.
“Yalamama gerek yokmuş bu parmağı,” dedi, “suyun içindeki amcığın nasıl oluyor da sudan daha ıslak, daha kaygan oluyor.” Gözlerini kıstı. “Parmak ucumda kalp gibi atıyorsun. Muazzam.” Yüzüme yaklaştı. Sıcak nefesi dudaklarıma dökülürken göz kontağımızı daha da ileri seviyeye taşıdı. “Beni düşünerek böyle mi okşuyordun burayı?” Parmağını klitorisimde kaydırdı, klitorisimi parmağıyla yuvarladı ve ezdi. “Bu şekilde mi?” daha sert okşamaya başladı. Parmağı aşağı yukarı kayıyor, bu olurken bacaklarım ihtiyaçla iki yana açılıyordu. “Söyle, beni düşünerek böyle mi okşuyordun.”
“Daha sert,” dedim güç bela. “Parmaklarım kayıyordu, sularıma bulanıyordu.”
Sertçe yutkundu, parmaklarını klitorisime daha sert bastırıp daireler çizerek okşamaya başladı. Baskı arttıkça ihtiyaç körükleniyordu.
“Böyle mi?”
“Daha sert, içime girip çıktığını düşünürken kendimi kaybedip daha da bastırıyordum. Ah! Daha!”
“Amın öyle arsız ki amına koyayım,” diyerek dişlerini omzumun baş kısmına bastırdı. Gözlerim geriye kaydı ve suyun altındaki bedenimi ileri geri hareket ettirerek kalçalarımı oynatıp dokunuşlarını karşılamaya başladım. Parmağını içime itmesine, beni o iri, uzun parmağıyla doldurmasına ihtiyacım vardı. İçim, dışımdaki deri gibi ihtiyaçla kasılıyordu. “Lütfen,” diye fısıldadım bilinçsizce, “daha sert yap, kıpkırmızı olsun.”
“Siktir,” diye fısıldadı omzuma doğru. “Kıpkırmızı olana kadar ezmemi mi istiyorsun?”
“Evet,” diye inledim, “lütfen, içime ver parmağını.”
“Böyle mi?” Parmağını deliğimin girişine yasladı ama sonra içime itmeden geri çekti, tekrar klitorisime dokunup klitorisimi okşamaya başladı. Tırnaklarımı avucuma bastırırken bileğimi saran iplerden nefret ettim. Ona dokunmak, çıplak sırtına tırnaklarımı geçirip beni sikmesi için ona yalvarmak istiyordum. Bunu duymak için ölüp bittiğini biliyordum. Belki de benimle böyle acımasızca oynaması bundandı. “Ne istiyorsun bebeğim?”
“İçime ver,” diyebildim soluk soluğa.
“Verir misin diye rica edeceksin.”
“Gurur,” diyebildim, parmaklarını daha sert bastırıp klitorisimi iki parmağının arasında kıstırınca gözlerimin önünde şimşekler çaktı. “Lütfen deliğime ver parmaklarını.”
“Bu bir rica değildi.”
“Bu bir emirdi,” diyerek dudaklarına yapıştığımda, dudaklarımız birleştiği an dudaklarının yukarı kıvrılışını hissettim. Dilimi arsızca ağzının içine soktuktan sonra yeniden ağzına doğru inledim. “Parmaklarını içime vereceksin. Neden biliyor musun? Çünkü deliğimin ne kadar sıcak olduğunu bilmeye hakkın var.”
“O küçük deliğini içinden çıktığımda bile içi aralanmış kalacak kadar çok sikeceğim,” diyerek parmağını hiç beklemediğim bir anda doğrudan içime gönderdi. Kasılan deliğim parmağının etrafını sıkıca sardı, bir kılıf gibi etrafına dolandı. Gözlerim geriye kayarken, “Evet, evet,” diye inledim kısık kısık. “Durma, içimde sıkış.”
“Çok sıkı,” diye fısıldadı nefes nefese. “Ne kadar arsız.”
“Parmağını böyle sarıyorsa, sikini nasıl sarardı, bunu düşünmelisin,” diyebildim gözlerimi kapatıp dudaklarımı dişlerken. “Özlemedin mi?”
Parmaklarını arka arkaya içime sokup çıkarmaya başladığında tırnaklarımı avucumun içine daha sert sapladım. Her sokuşunda, bedenim yukarı aşağı hareket ediyor, bedenim suyun içine batıp geri çıkıyordu. İniltilerim arsız bir düzeye ulaştığında, parmağını birden içimden çıkarıp ağzımın içine itti. Kendi sularım damağıma bulaşırken şortunu aşağı sıyırdığını fark ettim. Bir bacağımı avucunu dizimin iç kısmına bastırarak gerip ayırdı ve aletini girişime dayadı.
“Hak ediyorsun bebeğim,” diye fısıldadı içimi yakarak. “Benim tarafımdan ağlatılana kadar sikilmeyi hak ediyorsun.”
Parmaklarını ısırdım, ıslak parmağını ağzımdan çıkarıp çeneme batırdı.
“Lütfen bebeğim,” diyerek başımı öne eğip suyun içindeki bedenlerimize baktım. “Ver onu içime.”
“Bunu mu istiyorsun?” Kaskatı aletini girişime sürttü. Aletini kökünden kavradı, suyun içindeki silüetini görüyordum ama net değildi. Aletini sertçe sallayıp oraya vurdu, ardından deliğimin girişine başını sokup çıkardı. Bunu bir iki kez yaptıktan sonra, “Al koca adamını,” diye fısıldadı ve aletini yarısına kadar içime verdi. Başımı geriye atarken boğazımın gerilerinden titremelerle örülü bir inilti döküldü. “Off,” diye fısıldadı, sonra benim gibi başını geriye atarak uzun uzun inledi. “Cehennem gibisin, yine, yeniden,” diye hırladı ve peş peşe inleyerek aletini yarıya dek içime sokup çıkarmaya başladı. Bunu yaparken uzun parmağı yeniden ağzımın içinde, damaklarımda dolanıyordu ve ben de inleyerek parmağını yalarken onu içime kabul ediyordum.
Beni belimin iki yanından kavradı, kendine çeke çeke içime saplanmaya başladı. Her vuruşunda etrafımızdaki su dalgalanıyor, genzinden yükselen güçlü iniltiler dudaklarından hırsla dökülüyordu. Burnundan verdiği sert nefeslerin yüzüme döküldüğünü hissediyordum. Her içime vuruşunda, “Sımsıkısın,” diyor, ardından uzun uzun inliyor, içimde kasılırken, “Asla doymayacağım,” diyordu. “Beni asla doyuramayacaksın. Sana hep aç kalacağım amına koyayım.”
Bağlı ellerimi öne uzatıp onu kollarımın arasına aldım. Tırnaklarımı ensesine bastırırken ipler hala bileklerimi bir arada tutuyordu. Gurur içime abanarak girmeye devam ediyor, içimi kendisiyle doldurarak beni iki yana ayırıyordu. Bedenimin ortadan ikiye bölüneceğini hissediyordum, bu deliceydi ve böylesine zevk vermesi çok tuhaf geliyordu.
Beklemediğim bir anda bacağımı kaldırıp omzuna attı, ayak parmaklarımı içeri doğru büktüm ve vuruşları bana aklımı kaçırtacak gibi hissettirirken başımızın üzerinde gerilmiş ağaçların dallarına baktım. Gurur sırtımı taşa daha sert bastırıp, suyun gel gitlerini hızlandırarak içimi sonuna dek zorlamaya başladı. Zevk dolu iniltilerim, kendimi kaybettiğimin resmi olan mırıltılara, ahlaksız kelimelere dönüştü.
“Kıskıvrak kavrıyorsun beni,” diyerek dudaklarıma yöneldi, açlıkla öpüşmeye başladığımızda vuruşlarının şiddetiyle kasılmaya başlamıştım. İçime her vuruşunda, sert, kalın sesi baş döndürücü bir iniltiyi dudaklarımın arasına itiyordu. İniltilerinin beni daha da yükselttiğini hissederek kayan gözlerle, “Durma,” diyebildim, daha sonra uzun uzun inledim. İnsanlardan uzaktaydık, doğanın kalbindeydik ve burada baş başaydık. Bedenini bedenime vurarak beni iliklerimi titrete titrete kendisiyle doldururken sona çok yakın olduğumu hissetmeye başladım.
Dudakları ıslak lekeler bırakarak çeneme, oradan boynuma kaydı. Bağlı bileklerimi havaya kaldırıp kafamın üzerinden geriye atıp sırtımı verdiğim taşa yasladım. Önünde gergin bir şekilde durduğumda göğüslerim yukarı kaykıldı ve Gurur bikinimin bir parçasını aşağı sıyırarak şişen göğüs ucumu ağzının içine aldı. Dili, göğsümün ucunun etrafında şiddetle dönmeye başladığında dudaklarım kurak bir hisle aralandı. Çığlık boğazımın gerilerinde büyürken Gurur inleyerek memelerimin ucunu yalamaya devam etti.
Gurur büyük ellerini kalçalarıma yaslayarak beni alttan yukarı itti. Parmaklarını güçlü bir şekilde kalçalarıma geçirip kalçalarımı yoğurdu ve beni adeta ayırmaya başladı. Büyük ellerinin baskısıyla kalçalarım ne zaman ayrılsa, vajinam onun iri penisiyle dibine dek doluyordu. Çığlık atmamak için elimden geleni yapsam da artık bu his, göğsümü patlatmanın eşiğine sürüklemişti. Deliye dönmüş durumdaydım. Çığlık çığlığa bağırmak, durması için yalvarmak istiyordum çünkü çok doluydum; kahrolasıca beni dibime dek doldurarak alanımın tamamını kullanmıştı.
Körük gibi inen göğsümün üzerinde kayan iniltileri aklımı kaçırtacak gibi hissettirirken aletini içimde çevirdi, uzunluğun ve kalınlığın içimdeki hareketiyle gözlerim geriye kaydı; bu kez genzimde titreyen o iniltiyle karışık çığlığı bastıramadım. Gurur, hiç beklemediğim bir anda kalçamdaki ellerinden birini çekerek parmağını boğazıma itip çığlığımı elinden geldiğince engelledi. İçime sert sert vurmaya, beni delice doldurmaya devam ederken gözlerini yüzüme dikip göğüs ucumu ısırdı. Çığlıklarımı bastırmak için canhıraş bir mücadeleyle parmağını ısırıyor, emiyor, gözlerim kayarken parmağının boğazımdaki baskısı yüzünden öğürecek gibi hissederek kendimi kaybetmiş halde inliyordum.
Dişlerimi parmağında gezdirdiğimde, içime bir sert vuruş daha gerçekleştirdi ve deliğim ihtiyaçla kenetlenerek sıkılaşıp aletini adeta içime mıhladı. Gurur başını birden geriye atıp, yaralanmış gibi inledi, uzun bir iniltinin sonunda kafasını zar zor indirip bana kendini kaybetmiş gözlerle baktı. Burnundan soluyor, kızarmış dudakları aralanmış görünüyordu ve her verdiği nefesin ardından kısık kısık iniltiler çıkarırken kaşlarını çatarak gözlerimin içine, ruhuma bakıyordu.
“Parçalayacağım seni,” diye soludu, ardından gözleri geriye kaydı ve gözlerinin beyazını gördüğüm o saniyelerde uzun uzun, içimi eriten bir ahenkle inledi.
İnleyerek parmağını damağıma yasladım, uzun uzun emerken gözlerinin içine onun için eriyormuş gibi baktım ve bu bakış, aletinin içimde titreyerek kasılmasına, daha da genişleyip beni hıncahınç doldurmasına neden oldu.
“Sikeyim, evet,” dedikten sonra burnundan sert nefesler vererek arka arkaya inlemeye başladı.
Kalçamdaki büyük avucu beni kendisine çekmek için avuçlarken, diğer elinin parmaklarını ağzıma tıkamaya devam etti. Delirmiş gibi, kendini kaybettiğini gösteren iniltilerini benden gizlemeden içime çarpmaya başladı. Her çarpışta içimde kıyamet kopuyor, içimdeki kıyamet dışarı taşarak suları sertçe dalgalandırıyordu. Çarpan suyun sesini duyuyordum, Gurur’un iniltileri zihnimde sonsuz bir girdap gibi büyüyordu; boşalmaya çok yakındım ve boşalmaya başladığım an dökülüp küle dönerek suyun içinde kaybolacakmış gibi hissediyordum.
“O yüzüğü parmağından çıkarmayacaksın,” diyerek üzerime abanarak içime sertçe vurdu, inledi ve inledim. “Duydun mu?” dişlerinin arasından tıslayarak konuşurken sesimi çıkarmama izin vermediğini gösterircesine parmaklarını gırtlağıma doğru itti. Gözlerimin kenarlarından baskının ve zevkin var ettiği gözyaşları akıyordu; yapabildiğim tek şey başımı sallayarak onun söylediklerini çaresizce kabullenip onaylamaktı. “Beni anladın mı?” Parmağını ağzımdan çıkarıp salyalarıma bulanan elini enseme yerleştirip alınlarımızı birleştirdi. Alınlarımızdaki damarlar birbirlerine doğru gerilerek çarparlarken içime şiddetle vuruyor, sular etrafımızda dalgalanırken ikimiz de fütursuzca inliyorduk. “Sevdin mi?” diye soruyordu iniltilerinin arasından. “Gözyaşları içinde içine almayı sevmişe benziyorsun.” Kaç kez infilak ettiğimi bilmiyordum, sürekli orgazm oluyor, nabzım yanarak bedenimi kurutacak gibi damarlarıma yayılıyordu. Alnım alnında, gözlerim geriye kaymış halde sadece onu içime alıyor, sürekli olarak o kalın aletin etrafında kasıla kasıla orgazm oluyordum.
“Dur, lütfen,” diyebildim, yoksa vücudum onun elleri üzerimden çekildiği an dağılıp parçalanarak, suya karışacaktı. Ağlıyordum, sebebi zevkti. Gözlerimden yaşlar boşalıyordu ve bunun tek sebebi bana hissettirdiği bu sonsuz seviyeye erişmiş tatmin duygusuydu. Bedenim alarma geçmişti, durmamız gerektiğinin sinyallerini hızla zihnime gönderiyordu; her şey pusluydu, bedenim dağılıyordu.
“O.” İçime vurduk. “Yüzük.” Daha sert. “Asla.” Daha sert. “Parmağından.” İçimdeyken kalçasını çevirdi ve daha derine gömüldü. “Çıkmayacak.”
“Asla,” diyebildim ağlayarak. “Asla. Asla çıkmayacak.”
“Uslu bebeğim,” diye hırlayarak içime dibime dek gömüldü ve gözlerim irileşirken nefesim kesildi. “İç koca adamını,” demesiyle, içime yoğun yoğun akmaya başlayan sıvılarını hissetmem bir oldu. Öyle bir inledi ki, genzinden yükselerek dudaklarından dökülen o inilti beni bir kez daha orgazma sürükledi. Titreyerek akmaya başladım.
Uzun süre içimde seğirmelerini hissettim, nabzım normale dönmedi, onun nabzı da normale dönmemişti. Hiç beklemediğim bir anda alnını alnıma sürtüp dudaklarıma yapıştı. Beni açlıkla öperken elleri yukarı kaydı, fiyonk gibi bağladığı bikini ipini ucundan yakaladı ve çekti. Bileklerimin etrafından kayıp giden ipi hissettim, daha sonra özgür kalan ellerimi hızla onun saçlarının arasına götürdüm. Parmaklarım saçlarının arasında yılan gibi kayarken onun öpüşüne şiddetle karşılık vermeye başladım.
Parmakları yüzümün kıyısından kulağımın arkasına, oradan saçlarımın arasına kaydı. Beni ihtiyaçla, tüketecekmiş gibi öperken bu sert tavrının beni mahvettiğine yemin edebilirdim. Öyle bir tutuyordu ki, parçalanması çok kolay bir şeydim sanki onun için ama beni asla parçalamazdı… Burunlarımız birbirine yaslanıyor, kafasını ne zaman çevirse, ben de tam tersi istikamete çeviriyordum ve öpüşmemiz mümkün gibi daha da vahşileşiyor, daha da şiddetleniyordu. Ağzımın içine inleyerek bu öpüşmeyi daha da ateşli hale getirmeye başladı.
“Doymadım,” demesini beklemiyordum, bunu doğrudan ağzımın içine fısıldaması gözlerimdeki yaşlarla gözlerine bakakalmama neden oldu. “Senin şu ellerini gerçek bir iple bağlayıp, çığlıklarını sadece benim duyabileceğim bir yerde deli gibi içine girmek istiyorum.”
Saçlarını daha sert kavrayıp boğazımda büyüyen hıçkırığı yuttum, gözyaşları gözlerimin kenarından akmaya devam ederken dudaklarına iki küçük buse kondurup gözlerinin içine yeniden baktım.
“Ağlamandan nefret eden bu adam, boşalırken hüngür hüngür ağlamana delirdi,” diye fısıldadı sert, mermer gibi bir sesle. “Seni kalbini kırdığım için değil, sadece sertçe siktiğim için ağlatacağım. Bu da yeminim olsun.” Dudaklarımın içine dilimi itmeden önce söylediği son söz bu olmuştu.
Gözlerimi yumup dudaklarının bana hükmetmesine izin verdim. Vücudum, buz gibi suyun içinde ateş parçası gibi yanıyordu. Nabzım, saatler geçse bile hiç yavaşlamayacak, kalbim göğsümün içinden çıkıp gitmenin bir yolunu sonsuza dek arayacakmış gibi hissediyordum. Gurur hala içimdeydi, hala sertti, öyle bir zonkluyordu ki devamını istememe neden oluyordu ama bedenim hiç bu kadar hırpalanmış hissetmemişti; devam edecek olursak kaçacak delik aramak zorunda kalacaktım. Bunu hissettiği için olsa gerek beni zorlamadı ama içimdeki uyarılmalarıyla beni tahrik etmeye devam etti.
(+18 sahne sona erdi. Bu kısımdan devam edebilirsiniz. 🦥)
“Hiç kimse,” dedi dudaklarını dudaklarıma sürterek, “hiç kimse kimseyi, benim seni istediğim gibi isteyemez. Hiç kimse, hiç kimseyi benim seni hissettiğim kadar hissedemez.”
Alnımı alnına bastırıp, “Hiç kimse,” diye fısıldadım, “hiç kimse kimseyi benim seni sevdiğim kadar sevemez.”
Bunlar gerçekti. Gerçek duygularımızdı. İkimizin de bildiği, asla değişmeyecek olan gerçeğimizdi. Bu gerçek gitgide derinleşebilirdi ama asla değişmezdi.
Kollarımı boynuna dolayıp tamamen ona sığındım. Bu hayattaki en büyük hediyemdi. Babamdan sonra sığınabileceğim, sığınırken düşünmek zorunda olmadığım, gözüm kapalı güvenebildiğim tek adamdı. Ve son adam olacaktı.
“Beni kurtardığını biliyorsun, değil mi?” diye sordu parmakları bikinimin ipini usulca bağlarken. Gözlerimi indirip yüzüne uzun uzun baktığımda, kafasını kaldırıp gözlerimizi birleştirdi. “Bana yeni bir hayat verdin. Bir aile verdin.” Parmaklarını belime kaydırıp beni suyun içine çektiğinde karınlarımız birbirine yaslandı. “Bana bir kalp verdin.”
Kollarımı boynuna sararak gülümsedim.
“Sanırım sana yine o haptan almamız lazım, değil mi?” diye sordu çocuk gibi masum masum.
“Gerek yok,” dediğimde bir an duraksayarak gözlerimin içine baktı. Gülmemek için kendimi zor tutarak, “Doğum kontrol hapı kullanmaya başladım. Beklenmedik bir durum yaşamayız diye düşünüyorum,” diye mırıldandım.
“Doğum kontrol hapının sana bir zararı yok, değil mi?” diye sorunca gülerek, “Ertesi gün hapları daha zararlı aslında,” dedim. “Gerçekten bu konuyla ilgili pek bilgin yok, değil mi?”
Tek kaşını kaldırdı ve “Olmalı mı?” diye sordu.
İçimi yoklayan uyuz bir hisle, “İlişkilerinde korunmuyor muydun?” diye sordum pat diye. Alacağım cevaptan hoşlanmayacağıma yüzde yüz emin olmama rağmen sorduğum bu soru onu afallattı.
Her ne kadar cevabı duymak istemesem de bir yanım da bilmek istiyordu. Hasarlı bir hissin içimde son hızla ilerlediğini fark ettim.
“Neden bunu konuşmak zorundayız?”
Sorusu içimdeki merakı biraz daha eşeleyince, “Neden konuşmaktan kaçıyorsun?” diye sordum. “Herhalde korunma ihtiyacı duymuyordun.”
“Niye duymayayım?”
“Korunuyordun yani, korunuyorsan bunları bilmen gerekir.”
“Ben kimseye değil, kendime güvenirim. O yüzden ben korunuyordum, hapla mapla uğraşmıyordum,” deyince kalbimin kırıldığını hissettim ama ona dik dik bakmaya devam ettim. “Zeliha bunu konuşmamız normal değil. Böyle sorular sormamalısın.”
“Merak ettim sordum.”
“Merak ettiğin şey kalbini kırıyor, farkında mısın bunun?”
“Hiç korunmadığın oldu mu?” diye sordum, kendi canıma kastım mı vardı bilmiyordum ama merak etmeden de duramıyordum. Geçmişini kurcalamam anlamsızdı belki, sorarak aşındırıp eşelediğim o geçmiş canımı muhakkak yakardı ama içimde atıp duran damar da sorulara devam etmem için beni sıkıştırıyordu.
Parmaklarının belimde sıkılaştığını hissettim. “Oldu,” dedi ve kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Alnını alnıma bastırıp, “Seninle,” diye devam etti cümlesine. Tırnaklarımı bilinçsizce omzuna geçirirken kaşlarım çatıldı ama kendimi sakinleştirmeyi başardım.
“Uzun süreli ilişkilerin oluyor muydu?” diye sordum bu defa. “Bana sevgililerin olduğunu söylemiştin en başta. Hatırlıyorum.”
Bu soru tadını kaçırdı. Gözlerini devirdiğinde, “Ciddi bir şey sordum,” dedim üstüne basa basa.
“Ben bunları neden seninle konuşayım? Üstüne konuşulacak bir şey yok. Ne yaşandıysa yaşandı, bitti gitti. Sen varsın.”
“Ben olduğumu biliyorum zaten. Soruyorum.”
“Oluyordu bir süre görüştüğüm insanlar,” diye geçiştirmeye çalıştı ama buna takılıp kalacağımı kendisi de iyi biliyordu. Beni tanıyordu.
“Hiç uzun süre bir şeyler hissettiğin biri oldu mu?”
“Zeliha.”
“Söylesene.”
“Nereden nereye çektin konuyu amına koyayım ya.”
“Söylemediğine göre olmuş.”
“Olmadı güzelim,” dedi dik dik bakarak. “Olmadı yavrum.”
“Niye tek seferde söylemiyorsun o zaman?”
“Çünkü geçmişimi konuşmak istemiyorum, geleceğimi seninle yaşamak istiyorum.”
Bakışlarımı yüzünde dolaştırıp, “Hiç mi bir şey hissettiğin biri olmadı?” diye sordum. “Olmuş olabilir.”
Öfkelenmeye başladığını hissettim ama bana karşı sabırlı davranmaya devam ediyordu. “Benim kalbim seninle atmaya başladı. Senden önce göğsüm boştu, sessizdi, ıssızdı, boş bir bedenin içinde yalnızdım. Ne ruhum vardı ne kalbim. Anlamıyorsan heceleyerek, aklının içine kazıyana kadar üzerine basa basa, bağırarak anlatmamı ister misin? Yalan söylüyor gibi bir halim mi var benim?”
“Yalan söylüyorsun mu dedim ben sana?” Hissettiğim kıskançlık altında ezilerek ondan uzaklaşıp suyun içinde süzüldüm. Arkamdan baktı ama bana doğru gelmedi. Bikinimi düzeltip taşın kenarlarına tutunarak sudan çıktım. Üzerimden akan suyun ağırlığı yüzünden yürümekte güçlük çektiğimden ağacın kalın gövdesine tutundum. Suyun içinde duruyor, beni izlemeye devam ediyordu ama arkamdan gelmeye tenezzül etmiyordu.
Birden kafamın içinde bir şimşek çaktı ve öfkeyle ona dönüp, “Yerinden kıpırdamıyorsun, ne oldu? Birini mi hatırlattım sana? Canın sıkıldı da olduğun yerde durup onu mu düşünmeye başladın?”
Ateş püskürmeme şaşırdığı kesindi. Yüzünde mimik oynamadı ama gözlerine sinen öfkeyi gördüm. Burnundan soluyarak bana dik dik bakmaya devam etti. Konuşmaması iyice fıttırmama neden olunca, “Dur orada, düşün, sudan çıkınca da alır telefonunu ararsın. Sesini özlemişsindir,” dedim öfkeyle. Yaptığım şeyin çok saçma olduğunu biliyordum ama kalbim patlayacak gibi hissediyorken, içimde kıskançlık bir fırtına gibi esiyorken daha farklı davranabilmemin imkanı da yok gibiydi.
“Bana bak sen delisin ha,” dedi Gurur dehşet içinde.
“Ben mi deliyim?” Burnumdan soluyarak güldüm. Bana dik dik bakmaya devam ediyor, istifini bozmadan suyun içinde duruyordu. “Aklına birilerini getirdiğim için kusura bakma reis.” Yerdeki elbiseme uzanıp kumaş parçasını yerden aldım. Islak vücuduma elbiseyi geçirirken beni izlediğini hissediyordum ama artık öfkeden mi yoksa bıçak gibi içimde dolanan kıskançlıktan mı bilinmez gözümü değdirip ona bakmıyordum.
“Zeliha saçma sapan hareketler yapma, dur durduğun yerde. Benim asabımı bozma,” dedi Gurur sonunda. Sesinde sabrın sonuna geldiğini belli eden bir tını vardı. Omzumun üzerinden suyun içine baktım. Yüzerek taşın önüne kadar geldi, büyük elini taşın üzerine koyarak kendini yukarı çekti ve büyük vücudundan hızla akmaya başlayan suların nehire düşüşünü izledim. Ayağını yukarı atarak, “Ne oluyor sana?” diye sordu, üzerime yürümeye başladığında homurdanarak sırtımı döndüm ve ağaçların arasında ilerlemeye başladım. “Bana bak.” Arkamdan geliyordu ama ona bakmaya niyetim yoktu. “Beni peşinde köpek gibi koşturtmayı kes de kafanı çevirip bana bak.”
Birden bileğimi yakalayınca öfkeyle ona döndüm, ıslak saçlarım havada bir kırbaç gibi uçuşup onun göğsüne çarptığında gözlerimiz birleşti.
“Sen şu an saçmaladığının farkındasın değil mi? Soruyu soran sensin, aldığın cevaplara kurulan sensin, olmayan şeyleri olmuş gibi kafaya takan sensin. İyi misin sen?”
“Niye içimi rahatlatmıyorsun o zaman?” diye bağırdım kendimi tutamadan. “Ölür müsün iki güzel söz edip, söylediğim her şeyi reddederek beni buna inandırsan? Belki ben senin ağzından tek ve eşsiz olduğumu duymaktan bıkmıyorum! Belki duymak istiyorum ben!”
“Lan her an söylüyorum zaten!”
“Hala inat ediyorsun bak,” diyerek bileğimi sertçe geri çektim ama eli de benimle birlikte gelerek karnıma çarptı. “Ya bıraksana!”
“Bırakmıyorum. Saçmalamayı keseceksin.”
“Kesmezsem ne yaparsın gidip o kızı mı ararsın?”
“Lan o kız kim?” diye bağırdı öfkeyle.
“Ben mi bileceğim bunu? Sen bileceksin!”
“Zeliha bak kafamı şu ağacın içine geçirene kadar alnımı vuracağım şimdi ağaca,” diye tısladığında ona kayıtsız gözlerle baktım.
“Yap, bana ne?”
“Yapamaz mıyım sanıyorsun?”
“Buyur yap,” diyerek bileğimi dokunuşundan kurtarıp sırtımı ona dönerek restoranların olduğu alana doğru yürümeye başladım.
Gurur, “Hasbinallah lan!” diye bağırdı, tekrar arkamdan yürümeye başladı ama bu kez uzanıp bana dokunmadı. “Ya ne oluyor ne oluyor?”
“Git başımdan.”
“Bir yere gidersem sülalemi siksinler,” dedi sertçe, hala arkamda yürüyordu.
“Peşime takılma sapık gibi. Pislik.”
“Sapıklığın hasını az önce yapmamışız gibi konuşma benimle, pisliği gösteririm sana,” diye tehdit savurdu arkamdan ama dönüp ona bakmadan yürümeye devam ettim.
“Ahlaksız it.”
“Kimmiş lan ahlaksız? Hangimiz daha ahlaksız? Konuşturma beni istersen.”
“Geçmişte olup bitenleri anlatmamak için sağır, dilsiz numarası yap ama konu ben olunca dilin dışarı kilim gibi serilsin tamam mı oğlum?” diye bağırarak ona dönmemle, yüzünde alık bir ifadeyle bana bakması bir oldu.
“Zeliha şu an ben seni hiç anlamıyorum,” dedi dehşet içinde.
“Anlamazdan geliyorsun, işine öyle geliyor çünkü. Defol git, takip etme beni polisi ararım.”
Duraksadı. “Ne?”
“Git,” diyerek önüme dönüp tekrar yürümeye başladım.
“Sen regl mi olacaksın?” diye sordu arkamdan yürümeye devam ederken.
“Şimdi de hormonlarıma mı laf ediyorsun?”
“Şu an beynim yetmiyor benim sana kızım.”
“Nereden kızınım ben senin?” diye ciyaklayarak bir kez daha ona doğru döndüm.
“Lan sen harbi kırıksın ha,” diyerek yükseldi birden kendini tutamadan.
“Kes.”
“Az önce sen bana oğlum dedin lan.”
“Sus.”
“Sustur.”
“Ağzının ortasına şamarı bir koyarım, dilini kaybedersin,” diye homurdandım.
“Ya sen o boyla bana vurabileceğine inanıyor musun gerçekten?”
Tam üzerine yürüyecektim ki Yener birden omzumdan tutarak, “Kız Bismillahirrahmanirrahim, bir saat yalnız bıraktık koca katili olacak raddeye mi getirdi seni bu adam?” diye sordu.
“Bırak be beni,” dedikten sonra omuz silkerek onun da dokunuşundan kurtuldum. “Al birini vur ötekine.”
“Aa, ben ne yaptım be?” diye sordu Yener şok içinde.
Gurur eliyle deliymişim gibi işaret yaparak, “Bırak, doktor kendi haline bırakın dedi,” diye homurdandı.
“En azından doktor beni kendi halime bırakmanızı söylemiş, seni kontrolden geçirseler direkt beyaz gömleği tersten giydirirler hayvan!” diye bağırıp Yener’i iterek ayaklarımı yere vura vura onlardan uzaklaşmaya başladım.
Restorana kafamda ateşle girdiğimde Cenan tek kaşını kaldırarak bana baktı ama aldırış etmedim. Sandalyeye oturup burnumdan soluyarak etrafa bakmaya başladım.
Muşta, “Ne oldu güzelim?” diye sorduğu an, gözlerimi yavaşça kaldırıp Muşta’yı bile duraksatacak bir bakış gönderdim.
Benden önce kaç kız geldi o tesise? Kaç kızı bağrına basıp güzelim dedin diye ona da yükselmek istesem de tek yaptığım Muşta’ya dik dik bakmak oldu.
“Dört bin lirayla girdiği bahisten kazancı dört lira olarak çıkmış gibi bakıyor,” dedi Zafer sessizce.
Bakışlarım bu kez Zafer’e çevrildi.
“Eğer durum böyleyse, ben toparlarım. At benim hesaba dört bin, kazancını kırk bin yapayım. Böyle de eminim kendimden,” dedi ciddi bir sesle.
“Ne anlatıyorsun birader sen?” diye sormamla, Zafer’in duraksaması bir oldu. Yaman ve Oğuzhan aynı anda kafalarını çevirip bana garip garip baktılar.
Gurur yanımdaki sandalyeyi çekip oturduğunda homurdanarak kollarımı göğsümde toplayıp bakışlarımı nehre çevirdim. Gurur’un derin bir nefes aldığını duydum, masadaki tüm gözler ikimize çevrildi ama en çok da Gurur’a baktıklarını, sorunun ne olduğunu sorar gibi kaş göz yaptıklarını hissedebiliyordum.
Destan sessizce, “Zeliha abla, iyi misiniz?” diye sorunca, Gurur ile aynı anda, “Gayet iyiyiz!” dedik. Destan ürpererek sırtını sandalyeye yasladığında, Cesur’un bakışları yavaşça ona dokundu, ardından çatık kaşlarla abisine baktı.
“Sesin çok sert, öyle aniden bastırarak konuşma,” dedi beklemediğim bir anda.
Gurur duraksayarak Cesur’a baktı, Cesur ise tek kelime etmeden abisine bakıyordu. Gurur bakışlarını Destan’a çevirip, “Zeliha ablanın heyheyleri üstünde abicim,” dedi sakince. “Sabah çıkmadan önce deli hapını içmemiş.”
Burnumdan sert bir nefes vererek gülüp, “Gurur abin de maziye dalmış herhalde, söylediklerimi duymadı geçmişi düşünürken. Gerçi kendisi de haklı ablacım,” dedim ve dişlerimi göstererek sırıttım. “Otuz üç sene söz konusu. Geçmişe bir dalınca çıkması zor oluyordur.”
“Bak işte abicim, gördün mü? Zeliha ablan ilaçlarını almayınca böyle zırvalıyor işte,” dedi Gurur. “Ezel’in kör annesi Meliha bile oğlunu koklayarak tanıyor, Zeliha ablan gözünün önündeki adamı tanıyamamış hala.”
“Espri yeteneği bile yaşlı gördüğünüz gibi,” dedim.
Yaman ağzındaki kürdanı diliyle hareket ettirip, “Lütfen devam edin, aşırı keyif almaya başladım,” dedi donuk bir sesle.
“Kes be sen de sesini,” dedik Gurur ile aynı anda.
“Hacı hacıyı mekkede, deli deliyi dakkada,” dedi Yaman tek kaşını kaldırarak.
“Oturup birbirinizi mi zorbalayacaksınız gerçekten?” diye sordu Yener tam karşımdaki sandalyeye otururken. “Ayrıca o nasıl itmekti? Götümün üstüne düşüyordum az kalsın.”
“Deli kuvveti,” dedi Gurur imalı bir sesle.
“Elden ayaktan düşmüş dedeler anlayamaz, doğru,” dediğimde burnundan sert bir nefes vererek bana doğru döndü ama ona aldırış etmedim.
“Beni konuşturma.”
“Sabahtan beri aynı lafı papağan gibi tekrar etmek dışında konuşabildiğin bir şey yok zaten Gururcuğum.”
Sandalyemi alt kısmından kavrayıp beni kendine çekince öfkeyle ona baktım. Burun buruna gelmeyi beklemediğimden bir an dondum kaldım. Herkesin bize bakmasına aldırış etmeden, dudaklarımız neredeyse birbirine dokunma mesafesindeyken, “Beni,” dedi sert bir sesle, “konuşturma.”
Kafamı geri çekerek, “Karnım acıktı benim,” diye homurdandım.
“Çok efor sarf ettin tabi,” demesini beklemiyordum ama sonra hızlıca toparlayarak, “Sana aç karnında yüzme demiştim,” diye devam etti cümlesine. Bakışları öyle yakıcıydı ki kavrulmamak elde değildi ama içimdeki inat da kalbim kadar şiddetli çarpmaya devam ediyordu.
“Gencim ben, bünyem çabuk yakıyor, seninki gibi ağır vasıta değil,” dediğimde Muşta güldü. “Sen iyi anlarsın Gurur’un halinden Muşta,” diye mırıldandım yapay bir gülümsemeyle.
Muşta şaşkınlıkla, “Ben ne yaptım şimdi Zeliş?” diye sorduğunda Cenan kendini tutamayıp kahkahalara boğuldu.
“Bugün Zeliş kimseye acımıyor,” dedi Tayfun abi.
“Sana sataşmam Tayfun abi,” dedim açık sözlülükle. “Senden çok korkuyorum.”
Yener sessizce, “Ondan korkmayan mı var?” diye sordu.
Gurur’u görmezden gelerek elimi yavaşça kaldırdım ve sipariş vermek için hazırlandım. Gurur bana cins cins bakmaya devam etti.
⛓️
“Hadi plaja gitmeden önce nehirde bir fotoğrafımız olsun!” dedi Nihan ellerini birbirine vurarak. “Yaklaşın birbirinize. Destan, sen de otur ablam. Telefonla çektirelim, çıkarttırırım ben.”
Destan gülümseyerek Nihan’ın yanındaki boşluğa oturdu. Arkamıza nehri ve birkaç masayı aldık ve hepimiz birbirimize yaklaşarak Nihan’ın telefonunu eline tutuşturduğu garsona bakıp gülümsedik.
Garson arka arkaya birkaç fotoğraf çektikten sonra Nihan’ın telefonunu ona geri verip masadan uzaklaştı. Çantama gözlüğümü ve telefonumu koyduktan sonra oturduğum yerden yavaşça kalkarak Gurur’a bakmadan iskeleye doğru yürümeye başladım. Söylenerek beni takip etti.
Azmak nehrinin suyu her zaman soğuk olduğundan hepsi yüzememişti ama Devran suyu o kadar sevmişti ki, fotoğraf çekilirken bile ıslak olan tek kişi oydu.
Öğle sonuna yakın saatlerdi. Güneş, bulutların içinden ayrılarak yeniden altın renginde parlamaya başlamıştı ama akşamın yakın olduğunu şehre düşmeye başlayan devrik gölgelerden anlayabiliyordunuz. Gurur arabayı çalıştırırken hasır şapkamı kafama takıp telefonu arabaya bağladım, bana yan gözle bakıp duruyordu ama karşılık vermiyordum. İyiden iyiye uyuz olmaya başlamıştı ve ne yalan söyleyeyim, bundan aşırı keyif alıyordum.
Simge, Yener ve Ayça arkaya binmişlerdi. Simge ile Yener’in tam ortasında oturan Ayça’nın huzursuz göründüğüne yemin edebilirdim.
Sonunda, “Ben neden kaynana gibi bunların ortasına oturdum?” diye sordu Ayça, Simge yan gözle ona baktı ama Yener doğrudan camdan dışarıya bakıyordu. “Aralarındaki statik elektrik yüzünden cızbız olayım diye Gurur’un bana kurduğu kumpas mı bu?”
“Ne elektriği?” diye sordu Simge sert bir sesle, Yener duraksadı ama yine de kafasını çevirip onlara doğru bakmadı.
“Kolundan koluma bızzz diye gelen elektrik bayan,” dedi Ayça. “Diğer kolumdan da cızzzzz diye başka birinin elektriği geliyor. İletken gibi hissediyorum sayenizde. Ampul değilim yanamıyorum da.”
“Ampul deme, tetikleniyorum,” dedi Gurur arabayı yavaşça hızlandırırken.
“Size ne oldu?” diye sordu Ayça meraklı meraklı.
“Zeliha ilaçlarını almamış,” dedi Gurur yeniden, çenem seğirirken ona dik dik baktım.
“Bunadın herhalde, unuttun neler olduğunu ama geçmişini dün gibi hatırlıyorsundur sen kesin.”
“Başlama yine,” dedi Gurur ters bir sesle.
Kolumu koltuğun sırt kısmına atarak ona doğru dönüp, “Başlarsam ne olur?” diye sordum.
“Zeliha, geçmiş falan yok kızım. Geçmiş falan yok. Sen geldin, her şey silindi gitti,” dedi Gurur, tek kaşımı kaldırarak ona dik dik bakmaya devam ettim.
“Geçmiş öyle kolay siliniyor mu Gurur abi?” diye sordu Simge imalı bir sesle, Yener burnundan soluyarak avucunu çenesine bastırıp camdan dışarı çatık kaşlarla bakmaya başladı.
“Simge sen de bana abi deyip durma, damarımın üzerinde ip atlamaya mı karar verdiniz siz? Ayrıca sikeyim geçmişimi gerçekten ya.” Gurur homurdanarak direksiyonu daha sıkı kavradı.
“Ben de sikeyim,” dedi Yener birdenbire.
Gurur öfkelenerek, “Sen neyi sikiyorsun hayırdır?” diye sordu.
“Kendi geçmişimi birader.”
“Senin sikmediğin bir kendi geçmişin kalmış zaten,” dedi Gurur topu Yener’e atarak, bu şekilde sıyrılabileceğini sanıyorduysa eğer büyük yanılıyordu. Ağzım açık Gurur’a bakakaldım. Yener de ağzı açık bir şekilde Gurur’a baktı.
Simge sinirleri bozulmuş gibi gülerek bakışlarını camdan dışarı çevirdi.
Ayça, “İnanamıyorum, resmen Zeliha’nın zulmünden azad edilmek için arkadaşını harcadı az önce bu fasulye sırığı,” dedi dehşetle.
“Yanlış bir şey söylediğini düşünmüyorum,” dedi Simge iğneleyici bir sesle.
Yener seğiren çenesiyle Ayça’ya doğru döndü ama Simge’ye baktığını biliyordum. “Sana düşünceni soran oldu mu?” diye sordu birdenbire celallenerek. Simge tek kaşını kaldırıp Yener’e yandan bir bakış gönderdi.
“Önüne dön komando,” dedi Simge sakince.
“Önüm burası benim.”
“Doğru sen daha önünü arkasını ayırt edemeyen bir adamsın neticede,” dedi Simge dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle.
Gurur ile aynı anda birbirimize kaşlarımızı kaldırarak baktık, o gözlerini yola çevirdi, ben de kafamı çevirip Simge ile Yener’i izlemeye devam ettim.
“Aynen, öyleyim ben,” dedi Yener, hala dik dik Simge’ye bakıyordu.
“Anladık orasını.”
“Neyi anladın, hayırdır?”
“Ay Yener,” dedi Ayça yüzünü buruşturarak. “Böldüğüm için özür dilerim küçük boy lattem ama nefesin leş gibi bira kokuyor yalvarırım yüzüme yüzüme konuşma.”
Simge kaşlarını kaldırıp, “Ha bir de yarana bakmadan içki içiyorsun iki günden beri, değil mi?” diye sordu.
Yener, “İçersem içerim, sana ne?” diye karşılık verdi.
“Yaran var, ahraz mısın sen?”
“Yaram senin çok mu umurunda?”
“Umurumda ya da değil, sana ne?”
“Benim yaram, bilmeye hakkım var,” dedi Yener, Simge’ye dik dik bakarak.
“Kan benim damar benim,” diye alay etti Ayça ama ikisi de onu duymazdan geldi.
Simge, “Ne halt yersen ye, o yaran iyileşmeyince oturup ağlama,” dediğinde Yener kaşlarını kaldırdı.
“Ben ağlamam, ağlatırım.”
“Geçmişinde çok ağlatmış olabilirsin ama geleceğinde sadece ağlayan bir adam görüyorum nedense,” dedi Simge sözleriyle yeni bir bıçak çekerek.
Yener tam ağzını açıyordu ki avuçlarımı birbirine vurup, “Sakinleşir misiniz?” diye sordum. “Bizim kavgamızı neden siz devraldınız birden? Gurur’a trip yapıyorum, yani dikkatimizi size veremeyiz şu an.”
“Bizim kavga ettiğimiz falan yok,” dediler aynı anda.
Ayça sırıtarak, “Ay biz de mi oldunuz yani şimdi siz?” diye sorunca bu defa ikisi de aynı anda Ayça’ya döndü. Ayça ürpererek ağzına görünmez bir fermuar çekti.
Araba plajın girişinde yavaşladığında Yener ve Simge arasındaki sürtüşme sona ermişti. Bu plaj, diğerlerine oranla daha lüks sayılırdı ve ormana uzanan derinliklerinde büyük bir bar yer alıyordu. Dans pisti genişti, aynı zamanda bu pistin üst kısmındaki platformda konserler de veriliyordu. Bugün konser yoktu ama platformun üzerine kurulmuş alanda bir DJ olduğunu görebiliyordum. Kaliteli ve hareketli bir müzik her yana yayılmıştı.
Kıyıda lüks şezlong ve palmiye ağacı gibi durmaları için üzerlerine dal parçaları yerleştirilmiş şemsiyeler vardı. Hemen çaprazda da denize sıfır gölgelikler bulunuyordu. Her biri kendine ait küçük bir ev gibiydi, bazı insanlar beyaz kumaşlarla çardaklarının etrafını kapatmış ve kendilerini izole etmişlerdi.
Gerekli işlemlerin ardından bazılarımız şezlonglara bazılarımız da yan yana olan çardaklara geçtik. Muşta elimizi cebimize atmamıza izin dahi vermemişti. Beyaz minderin üzerine oturmadan önce üzerimdeki elbiseyi sıyırıp çıkardım ve Gurur da beyaz kumaşı indirerek izole olduğumuzdan emin oldu.
Çantamı karıştırıp güneş kremini bulduktan sonra şapkamı çıkararak kenara bırakıp yüzüstü uzandım. Tuttuğumuz çardağın dibi denizdi, küçük bir merdivenden inerek suyun içine girebiliyordun. Güneş kremini Gurur’a uzatıp, “Sırtıma sürebilir misin?” diye sordum sessizce. Güneşten en çok sırtım etkileniyordu, bikiniyle güneşin altına geçecek olursam akşam sırtımı yatağa yaslayabilme imkanım neredeyse sıfır olacaktı.
Gurur yavaşça yere çöktü, güneş kreminin kapağını açtı ve soğuk krem sırtıma temas edince ürperip dudaklarımı birbirine bastırdım. Parmaklarını sırtımda dolaştırmaya, kremi sırtımın tamamına yedirmeye başladı. Parmakları bikinin ipinin altına ne zaman girse, kaygan bir his bırakıyor, tenim karıncalanıyordu.
“Geçti mi bana öfken?” diye sordu parmakları sırtımda turlamaya devam ederken.
“İstediğim cevapları alamadığım için kaldığı yerden devam ediyor ama üstelemeyeceğim. Anlatmak istemiyorsan anlatmazsın.”
Parmakları sırtımda dolaşmayı bir anlığına bıraktı, gözlerimi yumup çenemi altıma aldığım kollarıma bastırıp derin bir nefes aldım. Parmakları yeniden tenimde kaymaya başladığında, “Konuşmaya değer gördüğüm bir şey olsaydı konuşurdum, senden sakladığım absürt bir durum yok,” dedi. “Birine karşı hiçbir zaman bir şey hissetmedim. Karşımdaki her kim olursa olsun, bunu daima bildi.”
Çenemi kolumun iç kısmına sürttüm ama gözlerimi açmadım. “Aklım almıyor işte,” diye mırıldandım. “İllaki birinden çok etkilenmişsindir gibi geliyor. Neticede olgun bir adamsın. Birlikteliklerin de olmuş. Bilmiyorum işte. Kurdum kafamda sanırım.”
“Kurmuşsun, evet,” diye cevapladı.
“Olmadı desene.”
“Kaç kez daha diyeceğim Zeliha?” Burnundan sert bir nefes verdiğini işittim. “Aklım senin, kalbim senin, ellerindeyim. Görmüyor musun?”
“Ama önceden aklın benim değildi, kalbin benim değildi, ellerimde değildin.”
“Özür dilerim tanımadığım bir kıza aklımı kalbimi veremediğim, ellerinde olamadığım için,” diye alay etti. “Eğer seni rahatlatacaksa diye söylüyorum. Herkesten önce seni tanımak isterdim ben. İlk dokunduğum, ilk temas ettiğim, ilk kez bir şeyler yaşadığım kişi sen ol isterdim. Eğer biri bana bir gün böyle hissedeceksin, dur deseydi inanıp durur muydum bilmiyorum ama keşke biri bunu bana söyleseydi. Keşke geleceğini bilseydim. Sana deli olacağımı bilebilseydim.”
“Böyle konuşman beni mutlu etmeli değil mi?” diye sorduğumda parmakları sırtımda dolaşıyor, artık krem sürmek için değil, masaj yapmak için bana dokunuyordu. “Ama mutlu hissetmiyorum. Sadece kafamda kuruyorum. Çok saçma biliyorum ama düşünmeden de duramıyorum. Anlamsız, değiştirilmesi de imkansız biliyorum ama öyle işte. Çok saçmaladım bugün.”
Kaşlarımı çattım, içimdeki o gıcık his büyüdükçe büyüdü. Ona birinin dokunduğunu, temas ettiğini, onunla bir şeyler yaşadığını düşünmek beni çıldırmanın eşiğine getirdi. Pasif agresif hallerimin nedeni buydu, onun da bunu gördüğünü biliyordum. Neden yaptığımla ilgili en ufak fikrim dahi yoktu ama yapıyordum, eşeliyordum, öğrenmek istiyordum; kendi kalbimi paramparça ediyordum.
“Nasıl hissettirdiğini tahmin edebiliyorum,” diye mırıldandığında, “Edemezsin,” diye cevapladım. “Ben senden başka kimseyle böyle şeyler yaşamadım.”
Ona bakmasam da buruk bir şekilde gülümsediğini hissettim.
“Ama birini sevdin illaki, değil mi?”
Sorduğu sorunun kendi kalbini incittiğini hissettim. Belki de nasıl hissettiğimi gerçekten tahmin edebiliyordu. Gurur’un birini sevdiğini, biri için çabaladığını, hatta o insan için acı çektiğini düşünmek bile başımdan aşağı kaynar sular döküyordu. Ben ise bir dönem hem acı çekmiş hem ağlamış hem de birini sevmiştim. Bunu biliyordu. Kalbime batan o tuhaf hisle başımı çevirip yavaşça ona baktım. Durgun gözlerle sırtımı izliyordu ama ona baktığım an gözlerini kaldırıp bana çevirdi.
“Bir kadınken hissettiğin duygularla, çocukken hissettiğin duygular bir olmuyor,” dediğimde durgun bakışları hala yüzümde asılı duruyordu. “Ben sadece sana aşık oldum. Sen hayatıma girmeden önce aşk nedir bilmiyordum. Sevgi diye bir şey vardı, o da hayranlıktan ötesi değildi, beğeniydi, bir şeydi işte ama aşk değildi. Aşkı seninle tanıdım.”
“Seni sorgulamıyorum,” dedi donuk bir sesle, işte yeniden Zincir’di. Gözlerinin içine uzun uzun baktım, buz sıcağı bakışlarını yüzümde dolaştırdı ve “Arkanı dön,” dedi. “Henüz yeterince krem sürmedim.”
Bakışlarımı yavaşça önüme döndürürken, “Birinden hoşlanmak nedir bilmiyorsun, değil mi?” diye sordum.
“Ben doğrudan aşık oldum,” diye cevap verdi, sesinde yine aşılmaz bir duvar vardı. “Senden önce gördüğüm herkes, herkesti. Ne zaman seni gördüm, farklı olan nasıl olurmuş anladım. Birinin sende farklı olmasını anladım.”
Sessizce, “Benden hoşlanmadın mı yani başta?” diye sordum, merak ediyordum, doğrudan aşık olmak garip geliyordu. Beni beğendiği bir dönem olmamış mıydı? Sadece hoşlandığı?
“Hoşlanmak nedir?”
“Beğenmek, görünce heyecanlı hissetmek falan sanırım, ne bileyim.”
“O zaman daha o gece bile senden hoşlanıyordum.”
Duraksadım, dönüp ona bakamadım ama kalbimin hızlandığını hissettim. Parmaklarını boynumdan aşağı kaydırıp sırtıma bastırdı.
“Beni ilk gördüğünde başına büyük bir bela aldığını düşündüğüne eminim,” diye fısıldadım.
“Seni ilk gördüğümde biri bir düğmeye bastı ve karanlık sokak aydınlandı. Birdenbire tüm boşluklar doğru parçalarla doldu.”
Yavaşça ona doğru dönüp sırtüstü uzanarak gözlerinin içine baktım. Bir müddet hiç konuşmadık, sadece birbirimizin gözlerinin içine baktık.
“Yalan söylemeyeceğim,” dedi sonunda yeniden konuşmaya karar verdiğinde. “Bir zamanlar birinden hoşlandığını düşünmenin bile beni nasıl mahvettiğini anlatamam sana.”
Yorum yapmadım, çünkü geçmişim çok aydınlık değildi. Aldatılmıştım, iftiraya uğramıştım ve bir domino taşı dizlerimden çekilmiş de beni yere devirmişti sanki. Gurur sessizliğim karşısında yorum yapmadı.
“Ben biraz içecek alayım, sonra da denize gireriz,” diyerek doğrulup kalktığında kafamı kaldırıp ona baktım. “Ne içersin?”
“Buzu bol olsun da ne olduğunun bir önemi yok,” diye fısıldadım parmaklarımı yerdeki hasır kaplamada dolaştırarak.
“Bol buzlu, tamam.” Tam arkasını dönüyordu ki, “Gurur,” dedim, dönüp yeniden bana baktı.
“Karpuz tabağı da alır mısın?”
“Canın karpuz mu çekti senin?” Güldü. “Mart ayında karpuz kelek olur ama alayım yavruma. Peynir tabağı da alayım mı?”
“Nasıl bildin içten içe bunu istediğimi?”
“Beni beğenen bir kadının damak zevkine güvenim tamdır çünkü,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Senden bahsediyorum, başkasından değil,” dedi hızlıca. “Başlamayacağız yine değil mi? Başa dönmeyelim güzelim.”
“Ne o, şimdiden bunaldın mı sen benden?”
“Peynir ve karpuz tabağı, bol buzlu içecek,” diyerek hızla kumaşın altından süzülerek diğer tarafa geçti. Gülerek dizlerimi karnıma çekip, kollarımı bacaklarımın etrafına doladım ve çenemi diz kapağıma yasladım.
İleride, suyun içinde büyük kulaçlar atan Devran’ı gördüm. Hemen arkasında Biricik suyun içinde sarı saçları olan buz mavisi bir deniz kızı gibi süzülüyordu. Üzerindeki buz mavisi bikininin ona çok yakıştığını düşünmeden edemedim. Devran birden kulaç atmayı bırakarak ona doğru döndü, kızı belinden kavrayıp kendine çekince yine ebeveynlerimi yakalamış gibi hissederek bakışlarımı onlardan kaçırdım ama öpüşmeye başladıklarını biliyordum.
Biri ellerini aniden çardağın kenarlarına bastırınca irkilerek ellerin sahibine baktım, ardından bir kafa suyun içinden yükseldi ve yüzün sadece gözleri çardağın kenarından bana dokundu. Bir süre ben Yaman’a, Yaman bana tuhaf tuhaf baktık.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
“Gurur’un uzaklaştığını gördüm, köşkünüzü kollamaya geldim,” dedi düz bir sesle.
“Timsah gibi görünüyorsun.”
“Bu irilikle benden olsa olsa su aygırı olurdu.”
“Kollanmaya ihtiyacım yok benim, gidip yüzsene sen.”
“Kim demiş?”
“Ben dedim?”
“Sen mi dedin?”
“Evet, ben dedim,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Evet, sen dedin.”
“Ne diyorsun?”
“Gurur gelene kadar aklını karıştırıyorum.”
“Ya gitsene kardeşim.”
“Olmaz, seni tek bırakamam. Buraya demirledim kendimi,” dedi donuk bir sesle.
“Etrafta mağaradan çıkmış gibi tıslamak zorunda olduğun yabancı bir adam yok, merak etme.”
“Orası hiç belli olmaz.”
“Gider misin?”
“O Onur konusunda mı kızgınsın sen bana?” diye sordu, aslında bununla zerre ilgilenmiyor gibi bir hali vardı; sanırım aklımı karıştırıp yanımda kalmak için uyguladığı bir taktikti bu.
“Git.”
“Birazdan ayağa kalkıp ellerime basar acımasızca kafamı suyun içine de bastırırsın sen,” dedi Yaman yine aynı düzlükle.
“Onur’a karşı yaptığın saygısızlıktı. Üstelik o adama işiniz düşebilir.”
“İşimiz düşecek diye godoş mu olalım?” Sorusuna hazırlıksız yakalandığım için ona bakakaldım. “Ben rögar kapağı değilim Dino, olmaya da hiç niyetim yok.”
“İki farklı cinste insan normal sohbet de edebilir,” dediğimde, Yaman, “Benim sohbete bir lafım yok, edebilir, bana kalsa etmemeli, şahsi diyorum, benimlen birlikte bir kızla biri muhabbet kurmaya çalışsa onun dilini keserim. Kuramaz yani. Ha seninlen muhabbet kuran insana bir şey diyemem ama o herifin niyeti sadece seninlen ayaküstü muhabbet etmek falan değildi.”
“Nereden biliyorsun?”
“Anlarım ben.”
“Herhalde muhabbet kurduğun kadınlara direkt o niyetle yaklaşıyorsun, herkes sen gibi sanıyorsun,” dediğimde bana dehşetle baktı.
“Ben kimseylen muhabbet kurmam.”
“O zaman nasıl anladın?”
“Dağda çakal avlayan, çakalın neye benzediğini bilir,” dedi Yaman. “Düpedüz seni süzüyordu. Sen dua et o an orada olan bendim, Gurur olsaydı onun fotokopisini çekerdi. Duvara basmak suretiyle.”
“İkinizin de birbirinizden daha maganda olduğunu söylemene gerek yoktu. Bunu biliyorum zaten.”
“Tüm gün çocuğa kan kusturduktan sonra bize maganda demeye de utanmıyorsun. Tüylerim diken diken oldu bu soğukkanlılığın karşısında.”
“Sana da kan kusturur biri illaki.”
“Bak sürekli böyle şeyler söylüyorsun, aynı mahalledeki çöpçatan teyzeler gibisin,” dedi bana dik dik bakarak.
“Dur daha gelin adayı bulmadım sana. Sen de hemen adımı koydun,” dememle gözleri kısıldı.
“Seninle illa hasım mı olalım?”
“Dost olmak için çabanı göremiyorum.”
“Uyurken süpürge gibi etrafındaki her şeyi yutmayacağına emin olursam, belki oluruz. Kendimi güvende hissettirmiyorsun bana,” dedi alayla ama sesi öyle donuktu ki başka biri onun bana takıldığını anlayamaz, ciddi olduğunu düşünürdü. Onu yavaştan çözmeye başladığım için o poker suratına rağmen espri yaptığını anlayabiliyordum.
Tam ağzımı açacaktım ki, “Bilmem kaç yüz binlik yüzük kitlediğin enayi de geliyor. Görev başarıyla sona erdi,” dedi ve hiç beklemediğim bir anda suyun içine geri girerek gözden kayboldu.
Şaşırarak tam karşıya baktığımda, Devran ve Biricik’in bir nokta boyutunda göründüklerini gördüm, hala birbirlerinin dudaklarını vakumlamaya devam ediyor gibi duruyorlardı. Yine ebeveynlerimi yakalamış gibi hissederek yüzümü buruşturup önüme döndüm ve tam o anda Gurur elindekilerle çardağa girdi.
İçeceğimi tepsinin içinden alırken ona gülümsedim. “Geç kaldın, hayırdır orada güzel kızlarla mı karşılaştın?” diye sordum iğneli bir sesle. Bana düz düz bakıp başını iki yana salladıktan sonra kendi içeceğini alarak tepsiyi kenara bıraktı. Limonlu ferah içecekten bir yudum alıp göz ucuyla ona baktım. “Bugün gıcık mı oluyorsun bana?”
“Yavrum konuşmadığın anlarda yüzünü ağzıma alasım geliyor ama konuştuğun vakit cinlerim tepeme toplanıyor,” dedi açıkça. İçeceğinden büyük bir yudum alarak gözlerini denize çevirdi, ileride birbirini vakumlayan çifti görünce yüzünü iğrentiyle buruşturdu. “Devran’ı çiftleşme dansı yaparken görmek her defasında kanımı donduruyor,” dedi tiksinmiş gibi. “Atın yularını tutmadan dörtnala at sürebilen bir adamı böyle kertenkele gibi hareketler sergilerken görmek…”
“Çüş, atın yularını tutmadan ata binebiliyor mu?”
“Karslı yavrum o, at şehrinden geliyor. Çocuk doğmuş, daha kundaktayken babası atın üstüne koymuş bunu.”
“Kadın seçimlerinden de belli oluyor at sevdiği,” diyerek sırıttığımda Gurur bana garip garip baktı.
“Bazen sapık Facebook dayıları gibi konuşuyorsun.”
“Reis boş ver şimdi dayıyı, karpuzla bizi ya,” diyerek karpuz tabağını işaret ettiğimde gülmekle, kaşlarını çatmak arasında bir ifadeyle uzun uzun yüzüme baktı.
Karpuz tabağını bana uzatarak, “Al dayı, ye karpuzunu. Güneş vurmuş senin kafana bugün,” dedi.
“Güneş kafama, sen başka yerlerime vurdun. Hatırlatmamı ister misin?” diye sordum ona yandan bir bakış atıp, ağzıma büyük bir karpuz dilimi tıkıştırarak.
“Bakıyorum ahlaksızlığa da başladın ama böyle konuşman benim sadece hoşuma gider, haberin olsun. Nerene vurdum söylesene, güneş gibi çarparak mı vurdum?”
Karpuz neredeyse genzime kaçacakken öksürerek bakışlarımı farklı bir yöne çevirip, “Höst ayı, o kadar da şey yapma,” dedim aceleyle.
“Ye karpuzunu da suya girelim, ileride küçük bir butik gördüm. Çok güzel elbiseler var içeride. Sana bir elbise de alalım. Bu çok ıslandı, güzel vücuduna yapışıyor, deli edici fiziğini belli ediyor,” dedi, bir an kalbim hızla çarptı ama yüzümde ketum bir ifadeyle ona düz düz baktım. “Bu işin bahanesi. Sana elbise almak istiyorum. Ama tabii ki bunun da büyük payı yok diyemem.” Gözlerini vücudumda dolaştırdı. “Kurdeleli pembe elbiseler gördüm, sana çok yakışırlar.”
“Burada çok pahalı olur onlar, fahiş fiyata satılıyor,” dedim utancımı bastırma ihtiyacıyla hızla konuşarak.
“İsterse tek elbiseyi yüz elbise fiyatına satsınlar, ben sana elbise almak istiyorum,” dedi.
“Tutumlu olmak zorundasın,” dediğimde tek kaşını kaldırıp cümleye devam etmemi bekledi. Muhtemelen bir sonraki cümleyi benden duymayı beklemiyordu ama doğrudan, “İleride evleneceksek eğer, tutumlu olmalısın,” dedim birdenbire. Göz bebeklerinin genişleyip güneşin renkleriyle ışıldayarak yeşile dönmüş ela gözlerinin rengini tamamen kapladı. Gözleri kara bir kuyu gibi görünüyordu şimdi. “Çocuklarımız olacak, onlara da güzel bir gelecek kurmak istiyorsak çalışıp kenara para koymamız gerek. Hayat kolay değil,” diye devam ettim cümleme ama sesim kısılmış, yüzüm boynuma dek uzanan bir kızıllıkla al al olmuştu. “Ne bakıyorsun öyle?”
“Biraz daha anlat,” diyerek içeceği dudaklarına götürüp tüm dikkatini bana verdi.
“Alay etme benimle,” diyerek bir dilim daha karpuz aldım, ona bakmadan karpuzu ağzıma götürürken gülümsediğini hissettim.
“Sen hayatıma girdiğinden beri birikim yapıyorum, endişelenme,” dedi nazik bir sesle. Kafamı kaldırıp ona soru işaretleriyle baktığımda, “Seninle ciddi düşünmeye başladığımdan beri seninle kuracağım gelecekle ilgili de planlama yapıyordum,” diye cevapladı.
Gözlerimi kapatıp aklımın içine ektiği düşüncelerin oluşturduğu o derinliğe düşmek istedim. Belki de gözlerimi kapatma isteği, içime ektiği heyecandandı, yüzüme çöken utançtandı; bir şekilde her şey onunla bağlantılıydı. Elimdeki karpuz tabağını kenara bırakıp hızla ayaklandım.
Arkamdan ayaklanırken, “Ne oldu?” diye sordu ama sorusuna kulak veremedim çünkü boynuma kadar kıpkırmızıydım. Üzerime elbisemi geçirerek, “Biraz müzik dinleyeceğim, hatta kokteyl de alırım belki,” dedim telaşla. Gurur’un dudaklarında bir tebessüm belirir gibi oldu ama tek kelime etmedi. Ellerimi yüzüme doğru yelpaze gibi sallarken, “Burası çok sıcak, dört yanı kapalı, ondan herhalde. Ben hava alayım. Hatta gideyim ben Çolpan’ı falan bulayım. Simge’yi bulayım ben,” dedim ve terliklerimi giyip koşar adımlarla oradan çıktım.
Gurur arkamdan gelmedi, olduğu yerde oturmuş beni soktuğu hale gülüyor olmalıydı. Keyiflenirdi tabii. Beni yürüyen bir domatese dönüştürmekten zevk aldığına emindim.
Plajın derinliklerindeki bar bölümüne doğru söylenerek yürüdüğüm sırada Eylül birden koluma girdi ve irkilerek ona baktım. Gözleri durgun baksa da dudaklarında bir tebessüm yer alıyordu.
“Azmak’ta su buz gibiydi ama buranın suyu çok güzel,” dedi, söylediği şeye kendi kendine gülünce anlamadığımı belli eden bir bakış attım. “Nehrin adı biraz tuhaf geldi de…”
“Ay… Ay Eylül aynı abinsin,” dedim dehşet içinde.
Başını geriye atarak bu kez içten bir kahkaha attı, bakışlarını bir kez daha bana çevirdiğinde onu gerçekten gevşettiğimi fark ettim. Güzel gözleri güneşin altında yemyeşil görünüyordu. Yaşadığı travmatik her şeye rağmen gülümseyişi güneş kadar sıcaktı, kalbindeki kırıklara rağmen hala güçlü bir şekilde atıyordu adımlarını.
“Aynı abim olduğumu duymak beni mutlu etti,” dedi açık sözlülükle.
“Kadın versiyonusun.”
“Bana kalırsa onun kadın versiyonu sensin ama bilemeyeceğim,” dedi Eylül, ardından elimi yumuşak bir şekilde tutup yüzüğüme baktı. “Kahraman amcayla konuşma şansınız oldu mu?”
“Hayır,” diye mırıldandım sessizce.
“Sana kızgın mıdır?”
“Kızgın olsaydı bu kadar sakin kalmazdı.”
“Abimle ne konuştuklarını bilmiyorsun, değil mi? Abim anlatmadı mı?” Merakla bana bakıyordu, hevesini kursağında bırakasım da hiç yoktu açıkçası.
“Hayır, abin ser veriyor, sır vermiyor.”
Eylül gülerek, “Sonunda bu yola girmenize çok sevindim,” dedi sessizce. “Abimin mutlu olduğunu görmek, bir şeyleri geride bırakabilmemi sağlıyor. Sen sadece abimi değil, Cesur’u ve beni de mutlu etmiş oluyorsun ama bunun farkında bile değilsin.”
Eylül’ün gözlerine baktım. Gözleri sanki burada değilmiş gibi bakıyordu. Bazen kendi kafasının içinde kaybolduğunu görebiliyordum. Onu içinde kaybolduğu boşluğun içinden çekip çıkarmayı çok istesem de bunun kolay olmayacağını, çıkış yolunu bulabilmesi için önce kaybolması gerektiğini biliyordum.
Bar bölümüne doğru ilerlerken, “Eymen ile aranız kötü mü?” diye sordum. Eylül bu soruyu beklemediğinden bir an şaşırarak gözlerimin içine baktı. “Sanki kasıtlı olarak Eymen’den kaçıyormuşsun gibi hissettim. Bana öyle gelmiş de olabilir tabii ki.”
Eylül yüksek bar taburelerinden birine oturup, bikinisinin üzerine giydiği beyaz pareosunun ipleriyle oynayarak, “O geceden sonra ona karşı kendimi suçlu hissediyorum. Bunu da bir yana koyacak olacaksam eğer, o her şeye doğrudan şahit oldu abla,” diye fısıldadı. Bir an sorduğum soruya karşı derin bir pişmanlık duydum. Onu yeniden o karanlık geceye ait olan girdabın içine sürüklemek istememiştim. “Bunu aşamayacağımı düşünme, ben bunu aşıyorum. Yavaş yavaş,” dedi ama dürüst olmadığını hissedebiliyordum. O adamı ne kadar çok sevdiğini görmüştüm, gözlerindeki o sevgi beni bıçak gibi kesmişti. Çok zor olduğunun farkındaydım. Onu hiç anlayamayacak olsam bile zor olduğunu görebilecek kadar empati yeteneğine sahiptim. “Ama her şeye birebir şahitlik etmiş birinin gözlerinin içine bakmak çok zor geliyor. Onun da kendini suçladığını görüyorum. Gözlerindeki pişmanlığı görüyorum. O gece beni oraya götürdüğü için pişman hissediyor.”
“Kim olsa pişmanlık duyardı, bunun için kendini suçlama. İkiniz de suçlu değilsiniz,” diyerek yanındaki boş tabureye oturdum. Barmen yüzünde çıkartma gibi sabitlenmiş bir tebessümle bize yaklaşıp, “Ne alırsınız hanımlar?” diye sorduğunda, “Egelim alabilir miyim? Teşekkürler,” diyerek bakışlarımı Eylül’e çevirdim.
Eylül de, “Alkolsüz mojito, elma olsun,” dedi barmene sakin gözlerle bakarak. Ardından bakışlarını bana çevirdi. “İyi bir asker olabileceğimi düşünüyor musun? Geceleri sık sık bunu düşünürken buluyorum kendimi. Belki de yaşanan şeyi düşünmemek için sadece bunu düşünmeye çalıştığımdandır bilmiyorum. Korkuyorum da galiba.”
“Bunu istemiyor musun?”
“İstiyorum, bu benim çocukluk hayalimdi,” durdu, bakışlarını barın ahşap bankosuna indirdi. “Aslına bakılacak olursa, benim çocukluk hayallerimden birisi de babamın daima bizimle olmasıydı. Bazı hayallerim doğru değilmiş, kurulmaması gereken hayallerdenmiş.”
“Asker olmak öyle değil ama,” diyerek arka çıktım ona. “Çok onurlu, çok haysiyetli, çok doğru. Abin seni çok güzel yetiştirmiş Eylül, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilecek bir kızsın sen. Senin yerinde başka biri olsa dizlerinin üzerine çökmeyi geçtim, yeri öperdi. Sen hala ayaklarının üzerinde dimdik duruyorsun. Senin mayanda asker olmak var. Sen bunun için çok uygun bir insansın.”
“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”
“Düşünmediğim şeyleri dile getirmem ben,” dedim. Barmen önüme kokteylimi bıraktığında soğuk bardağın etrafına parmaklarımı dolayıp içeceğimi önüme doğru çektim. Eylül de kendi içeceğini önüne çekip kara zorla gülümsedi.
“Uykuya daldığımda onun yüzünü görüyorum,” diye fısıldadı, arkada yüksek sesle çalan müziğe rağmen fısıltısını duydum, fısıltısı kalbimin içine ait bir atış gibi yanı başımdaydı. Ne diyeceğimi bilemediğimden sadece yüzünü izledim. Kaşlarını çatarak iki avucunun arasında duran kokteyle uzun uzun baktı. Derin bir nefes aldıktan hemen sonra, “Uykuya daldığımda yaptıklarını hatırlamıyorum, sadece babam olarak görüyorum onu, yaptığı hiçbir şeyi bilmiyorum. Önceden olduğu gibi kör oluyorum yani. Beni yanına çağırıyor, kollarını açıyor bana. Ben de eski saflığımla onun kollarına koşup, bedenine sıkıca sarılıyorum. Sonra ellerimde ıslaklığı hissediyorum, geri çekilmemle boş bakan gözleriyle karşılaşmam bir oluyor abla. Ölüyor gibi bakıyor bana,” sertçe yutkundu, “onu öldüren şeye bakıyor gibi bakıyor.” Bardağı iki avucuyla sıktı. “Sonra ellerime bakıyorum, onun kanını görüyorum. Nasıl biri olduğunu uykumda bilmediğimden, onu delice sevdiğimden sadece büyük bir ızdırap duyuyorum. Öyle bir ızdırap ki bu yakıyor beni, diri diri yanıyorum, ateş ayak ucumdan başlayıp başımın tepesine kadar tırmanıyor ama kül etmiyor, öyle oynuyor benimle. Uyanana kadar acı hissediyorum ama fiziksel değil, kalbimde olup bitiyor tüm bunlar. Uyanınca geçiyor ama. Tekrar kim olduğunu hatırlıyorum. Kim olduğunu bilerek açıyorum gözlerimi. O zaman kalbimdeki acı diniyor, bu kez karnımda bir ağrı baş gösteriyor. Nasıl başa çıkılır inan hiç bilmiyorum.”
Tek kelime etmedim, çünkü biliyordum, bazen insanlar kalbindeki kırıkları yere döküp birilerine gösterme ihtiyacı duyardı ama gösterdiği kişinin eğilip kırıklardan birini eline almasına asla izin vermezdi. Önüme döktüğü kırıklara baktım, hiçbirine dokunmadım, sadece o kırıkları izledim. Birazdan o kırıkları elleriyle toplayıp kalbine geri gömecekti.
“İyi olduğuma kendimi inandırırsam herkesi inandırırım, biliyorum,” diye fısıldadı. “Ama bazen abimin öyle bir bakışına yakalanıyorum ki, sanki ben kendimi inandırsam da her şeye, abimi asla inandıramıyorum. Oysa tek istediğim abilerimin iyi olduğuma inanması, iyi olmasam bile inansınlar istiyorum. Çünkü onların sırtındaki yük oldum zaten, bir de kalplerindeki yük olmak istemiyorum,” diye soludu tek nefeste.
“Sen onların sırtındaki yük değilsin, kalplerin de hiç yük olmazsın. Birini sevdiğinde, o insan kalbine asla yük olmaz. O iki adam seni çok seviyor.”
“Uzun yıllar şımarık bir çocuk gibi davranıp onları suçladım, onları birçok şeye mecbur bıraktım abla,” dedi Eylül düşünceli bir sesle. “Sırtlarındaki kambur oldum, kalplerindeki yorgunluk oldum. Hatta daha korkutucu gelse de söyleyeceğim, kendime itiraf edeceğim bunu; ben abimin kalbindeki kırgınlık oldum. Görmedim, görmemek için direndim, annem bir defasında bana körsün sen dediğinde biraz olsun kör olduğuma inanmak istemedim. Oysa ne zaman abime baksam orada bir adam gibi dimdik duruyordu kırgınlık.”
“Sen sadece küçük bir kız çocuğusun, büyürken hatalar yaptın ama bu hatalar sana ait değildi Eylül. Sen sana ait olmayan hataları yapmakla kendini suçlayamazsın. Her kız çocuğu, babasına inanmayı seçer ve hiçbir kız çocuğu sırf inandığı için suçlu konumuna düşmemeli. İnanmak senin hatan değildi, kandırmak onun kalleşliğiydi.” Elimi elinin üzerine koydum. “Abine anlatamadıklarını bana anlat, abinden sakladıklarını ben dinlerim. Biliyorum, Gurur bir bakışta görür söylemediklerini ama ben senin söylediklerine kulak veririm. Bir gün iyileştiğinde Gurur artık sana baktığında sadece mutlu genç bir kadın görecek, ben de senin bana verdiğin sırları mezara gidene kadar içimde gizleyeceğim. Bir ben, bir Allah, bir de sen.”
Eylül gülümsedi, bu dişleri yanaklarına batıp canını yakıyormuş gibi bir gülümsemeydi ama gözlerine baktığımda bana duyduğu inancı gördüm. Çantamdan cüzdanımı çıkarıp, kartımı cüzdanın içinden aldıktan sonra, “Bugün içeceğin her şey benden,” diye şakıdım. Bu kez gerçekten sırıttı ve “Aman Allah’ım resmen beni sarhoş olmaya teşvik ediyorsun,” dedi.
Biricik bir anda yanımdaki boş tabureye oturunca irkilerek ona doğru döndüm. “Ne kaynatıyorsunuz bakalım?” diye sordu yüzünde masum bir tebessümle. Hemen arkasından Nihan, Ayça ve Çolpan da bar bankosunun etrafına toplandılar.
“Simge nerede?” diye sordum.
“Şu karşıya kurulan butikteki elbiselere bakmaya gitti. Girdap ve Mehtap da liseli aşıklar gibi patikada el ele yürüyorlardı. Cenan’a gelecek olursak, ne meteor parçası Cenan’dan ne de vampir olduğuna yüzde yüz emin olduğum Dr Carlisle Cullen tadındaki Muşta’dan haber alınamıyor. Evlilik arifesi tabii, heyecan dorukta, kan deli kaynıyor, e araya yıllar girmiş, hasret var…” Ayça sırıtarak bunları sıralarken Çolpan ve Biricik ona dehşet içinde bakıyordu. “Belki de bir ağacı aralarına almış nostaljik şarkılar söyleyerek ağacın kenarlarından birbirlerine bakış atıyorlardır. Ya da…” Ayça dudaklarını büzüp öne doğru uzatarak öpücük attı. “Vampir fransız öpücüğü. Anladınız siz onu.”
“İnanılmaz bir ahlaksızlık seviyesi,” dedi Çolpan hayretler içerisinde.
“Ay sen ne anlarsın ahlaksızlıktan,” diye çemkirdi Ayça. “Senin max ahlaksızlığın birinin bahçesine dalıp erik çalmaktır.”
“Bu da kendini porno star sanıyor,” diyen Simge elinde bir poşetle Ayça’nın arkasında belirdi. “Selam canım, senin de max ahlaksızlığın Alacakaranlık izleyip Emmet’in seni Fox kasabasının karanlık yağmur ormanlarındaki bir ağacı kökünden söktüğü gibi kökünden sö–”
“Susar mısın Biricik’in psikolojisini bozuyorsun şu an, el kadar kız,” diyen Ayça hızla Biricik’in başını göğsüne yaslamasını sağladı. “Dinleme birtanem, bu Simge kendi fantezilerini anlatıyor. O iyi bilir ormanda fingirdeşmeyi. İpucu veriyorum, terk edilmiş bir ev mesela.”
“Biricik’i de yabana atmayın şimdi,” dedim pis pis sırıtarak.
Biricik anında kıpkırmızı olup, “Ben ne yapmışım?” diye sordu.
“Kulaklarım iyi duyar, sanki bir ara bir otopark muhabbeti duydum ben ya,” dedim pis bir sırıtışla.
“Gurur’un yaşlılığı sana da bulaşmış Zeliha, gaipten sesler duyuyorsun,” dedi Biricik aceleyle.
Ayça birden Biricik’in kafasını itip onu göğsünden ayırdı. “Kız edepsiz,” dedi. “Senin gidip Barbie bebeklerini öpüştürmen gerekmiyor muydu? Gidip o Kara Ken’le mi iş pişirdin?”
Biricik hayretle, “Kara Ken mi?” diye sordu ve Biricik’in arkasında beliren dev cüsseli Devran büyük ellerini Biricik’in beline yerleştirerek, “Kara Ken mi?” diye tekrarladı Biricik’in sorusunu. Ardından gözlerini Biricik’e indirip, “Bu bez parçasıyla burada böyle oturmasan mı?” diye sordu, sesinin gergin geldiğini fark ettim. Biricik’in üzerinde buz mavisi, içini göstermeyen ve tıpkı bir elbise gibi görünen, boyu da çok kısa olmayan bir pareo vardı. “İlla sütlerinin etrafına bir havlu mu dolamam gerek?”
Ayça ile aynı anda, “Iğğ,” dedik yüzümüzü buruşturarak. “Sütler mi dedi o?”
“Bacak demek istedi, hemen farklı anlıyorsunuz!” diye bağırdı Biricik kulaklarına kadar kızarmış halde.
“Deve çocuk, mağaranın önüne gelip senin dilinde bir şeyler söylemek isterdim ama bak bakayım etrafta mağara görebiliyor musun? Yok, değil mi? Neymiş burası? Plajmış. Ne giyilirmiş burada? Bikini, mayo, mayokini, pareo? Bakalım kızın üzerinde ne varmış? Pareodan çok elbiseye benzeyen bir pareo. Sütleri neredeymiş kızın? Bar bankosunun altında olduğu için görünmüyormuş. Görünse ne olurmuş? Hiçbir şey.” Ayça gülümsedi. “Ekstra açıklamalar da ister misin? Not defterini çıkarmanı bekleyebilirim anlatmak için.”
“Ayça, Gurur’un ne kadar iyi bir gözlemci olduğunun kanıtısın,” dedi Devran, Ayça’ya düz düz bakarak.
“Hakkımda gözlem mi yapmış? Kız o beni görebiliyor mu ki o yükseklikten?” diye sordu Ayça hayretler içerisinde.
“İnsanın kafasını tımır tımır tırmalayan bir sesin ve hiç durmayan bir çenen olduğu için, kafamızı aşağı eğmek zorunda bırakıyorsun bizi genelde. Ne bu vızıldayan diye bakıyoruz,” dedi Devran, bu kez alaycı konuşmuştu ama dışarıdan ona bakan biri ciddi olduğunu düşünürdü.
“Tımır tımır tırmalamak ne kız Karsça mı o?” diye sordu Ayça tek kaşını kaldırarak. “Ayrıca sen bana geveze mi demeye getiriyorsun lafı?”
“Laf getirdiğim yok, lafı aldım direkt oturttum buraya,” dedi Devran.
“Nasıl ya ben atla getirirsin diye düşünmüştüm.”
“Anlamadım?”
“Kars, atlar falan. Espriydi. Niye gülmedin ki?”
Devran, Ayça’ya düz düz baktı. “Devran,” dediğimde, Devran’ın bakışları bana döndü. “Yürümeyi öğrenmeden önce ata binmeyi öğrenmişsin.” Devran’ın bakışları yumuşadı, hoşlandığı bir konudan bahsettiğimizi fark etmiş gibi gevşedi. Atlardan hoşlandığını anlamak çok kolaydı. Zaten Biricik’e dikkatli bakınca da Devran’ın at sevdiğini anlardınız. Gerçi boyutsal olarak Biricik daha çok midilliye benziyordu, pembe boynuzlu küçük bir unicorn bile diyebilirdim. Farkında olmadan kendi düşünceme güldüğümde Devran ve Biricik bana aval aval baktılar. “Komik bir şey düşündüm de.”
“Benimle ilgili bir şey düşündü,” dedi Biricik gözlerini kısıp, bana dik dik bakarak.
“Nasıl anladı hemen ya,” diye alay ettim. “Unicorn seni.”
“Kızların dilinden anlamak güç,” dedi Devran çatık kaşlarla. Ardından barmene dikkatle baktı, barmen elindeki havluyla kadeh kurularken kafasını kaldırıp Devran’ın bakışlarına karşılık verdi. Devran korumacı bir tavırla, “Sek votka,” dedi, “üzerine bir tane misket limon yeterli.”
Barmen başını sallayarak sırtını bize döndüğünde Biricik dans pistinde ellerinde kokteylleriyle dans etmeye başlayan, eğlencenin dibine vuran insanlara baktı. Çoğu yabancı uyruklu, bir seksen boylarında inanılmaz güzellikteki kızlardı. Hatta kızlardan kumral, Victoria Secret defilesinden fırlamış gibi görünmesine neden olan kahverengi bikinisinin içinde adeta bir tanrıçayı anımsatanı pipeti dudaklarına götürürken sık sık Devran’a bakıyordu. Devran, kızların olduğu tarafa bakmadığından kızın bakışlarının farkında bile değildi ama Biricik anında bu bakışları fark etmiş, rahatsızlığını kaşlarını çatıp gözlerini kıza dikerek belli etmeye başlamıştı.
Kız, Devran’ın kollarının Biricik’e dolanmış olduğunu elbette görüyordu, hatta Biricik’in ona potansiyel bir düşmana baktığının da farkındaydı ama mavi gözlerini sık sık Devran’a değdirmekten vazgeçmeye niyeti yok gibi duruyordu.
Biricik çatık kaşlarla kıza bakmaya devam ederken elini birdenbire Devran’ın boynuna götürdü, Devran henüz ne olduğunu anlayamamışken Biricik’in onu kavrayıp kendine çekmesiyle afalladı. Biricik, gözleri hala kızın üzerindeyken dudaklarını Devran’ın dudaklarına mıhladı. Kızlarla şoka girmiş halde ikisine bakakaldım ama yumruğumu havaya kaldırıp, işte benim kızım, diye bağırma isteğiyle dolup taştığım da yok sayılamaz bir gerçekti. Kumral kız bir an donakaldı, Biricik gözlerinin içine bakarak sevgilisini öperken, Devran’ın eli yavaşça Biricik’in sarı saçlarının arasına kaydı. Kumral kız kaşlarını çatarak önüne dönüp içkisinden bir yudum aldı, tadının kaçtığı bariz ortadaydı, müziğin ritmini kaybetmiş, olduğu yerde anlamsızca sallanmaya başlamıştı.
Kızın tren çarpmış gibi hissetmesi normaldi. Sarı bir tren son hızda ona doğru ilerliyordu ve biçilmek istemiyorsa, arkadaşımın sevgilisine bakmayı kesmesi gerekirdi. Yoksa arkadaşım ona bir tren gibi son hızda ilerliyorken, ben de kızın raylara bağlı olduğundan emin olurdum. Birden bu düşünce kanımı dondurdu. Sadece küçük bir benzetmeydi, hepsi buydu.
Devran, Biricik’in dudaklarından ayrılırken, “İnsan içinde,” diye fısıldadı, “olacak iş değil. Hoşuma gittiğin bir gerçek ama kimse, ben dışında kimse bu güzel dudakları nasıl kullandığını bilmemeli, sarışın.”
“Söylemem gerekirse,” diye fısıldadı Ayça kulağıma doğru. “Artık ben Biricik’in dudaklarını nasıl kullandığını biliyorum. Dilini kullanmayı seviyor.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Tabii bunu sesli dile getirirsem Devran beni atın sırtına bağlayıp boş bir araziye salar ve at sonsuza dek koşarken ben de atın sırtında kurumuş pastırmaya dönerim.”
“Bence de bunu sesli dillendirme sen,” diye fısıldadım.
“Zeliha,” dedi biri, hem çok yabancı hem de çok tanıdık bir sesti. Zihnimin derinliklerine inmeye fırsatım olmadı, hafızamı yoklayamadım ve irkilerek sesin geldiği yöne çevirdim bakışlarımı. Bir çift açık kahverengi gözle karşılaştım önce, ardından sakalların sardığı keskin çeneye ve ince inen ucu kalkık burna baktım. Hafızam olduğu yerde sendeledi. Hem çok tanıdık hem de çok yabancı gelen simanın sahibine kaşlarımı kaldırarak baktım. Dokunuşundan da hiç hoşlanmamıştım üstelik. Devran’ın bir avcı gibi koyulaşan bakışlarının ikimize saplandığını hissediyor ama kafamı çevirip dev arkadaşıma bakmak yerine, bir türlü kimliğiyle ilgili çıkarım yapamadığım yabancıya bakıyordum. “Tanımadın mı beni?” Sesi çok yumuşaktı, bilerek böyle konuştuğunu, amacının dostane olduğunu bana göstermeye çalıştığını fark ettim. Hemen arkasında üç erkek daha vardı, biri telefonuna bakıyor, diğeri merakla beni izliyor, bir diğeri ise barmene doğru ilerliyordu. “Benim Timuçin.”
Gürültüden dolayı ismini zar zor duyabildim. İsim bir anlığına kafamda şimşeklerin çakmasına neden oldu. Onu liseden tanıyordum. Kürşat’ın birlikte takıldığı çocuklardan biriydi, okulda epey popülerdi ve sporda da iyi olduğu için yaşıtlarım onun bir diziden, hatta oldukça eğlenceli bir gençlik romanından fırladığını düşünürlerdi. Kürşat’ı hatırlamak damağımda bozuk bir tat bıraktı. Timuçin’le ilgili değişmeyen tek şey açık kahverengi, biri diğerinden daha çekik görünen badem tipi gözleriydi. Burnundaki bariz değişimden anladığım kadarıyla ameliyat geçirmişti, onu son gördüğümde de yüzünde tek bir tüy bile yoktu ama bunun nedeni lise öğrencisi olmamız olabilirdi. Timuçin beni baştan ayağa süzerek, “Şaka yapıyorsun kızım,” dedi. “Çok değişmişsin.”
Evet, çok değiştim ama sen beni nasıl tanıdın, diye soramadığım için çocuğa donuk donuk bakmaya devam ettim.
“En az otuz kilo eksiğin var gibi duruyor,” dedi Timuçin hayretle.
“Bilmem, hiç ölçmedim,” dedim tek kaşımı kaldırarak. “Selam Timuçin. Burnun güzel olmuş.”
“Eskiden de kötü sayılmazdı,” diyerek güldüğünde, “Otuz kilo eksilmeme rağmen beni tanıdın ama ben seni değişen burnun yüzünden tanıyamadım,” dediğimde bir an durdu, anlık şaşkınlığını görür gibi oldum ama daha sonra yüksek sesle güldü.
“Senin espri anlayışını hep sevmişimdir.”
Ben ise senin espri anlayışını hiç sevmedim, lise hayatım boyunca o espri anlayışından nefret ettim.
Devran, “Zeliha,” diyerek elini yanımdaki bar bankosuna bastırıp bakışlarını Timuçin’e çevirdi. “Arkadaşların mı?”
Timuçin, kendisinden neredeyse yirmi santim uzun adama kafasını kaldırarak baktı, ardından bakışlarını bana çevirdi ve “Liseden tanışıyoruz, değil mi?” diye sordu.
“Ben çıkaramadım ama o beni tanıyınca hemen geldi, hatırlaması zordu tabii,” dedim başımı sallayarak.
Gurur’un Timuçin ve diğer üç adamın arkasında onlardan oldukça uzun bir silüet biçiminde dikildiğini görünce bir an bakışlarım Timuçin’den koparak Gurur’a saplanıp kaldı. Bakışları doğrudan benimkilere mıhlı haldeydi, daha sonra beklenmedik bir şekilde kolunu havaya kaldırıp elini Timuçin’in yüzünün hemen dibinden geçirerek bar bankosuna uzatıp, “Viski,” dedi barmene. Timuçin irkilerek kafasını çevirip Devran ile aynı boyda olan diğer adama baktı. İki dağ arasında sıkışmış gibi hissettiğine emindim.
Timuçin, “Seni gördüğüme sevindim Zeliha,” dedikten sonra yavaşça geri çekilip bar bankosunun öteki ucuna doğru ilerledi. Gurur olduğu yerde hareket etmeden Timuçin’in arkasından uzun uzun baktıktan sonra ela gözlerini usulca bana çevirdi. Gözlerimiz birleştiği an, “Sanırım bu kadar iri iki adamla nasıl tanıştığımı merak ediyor,” diyerek güldüm.
“İki mi?” Yaman’ın sesiyle irkildim. “Kırılırım. Üç.”
Kerim, “Ve dört,” diye devam etti gülerek.
“Sen burada mıydın ya?” diye sordum Kerim’e. “Kurtuluş Savaşı’na cepheye gittin sandım.”
“Oradan geliyorum zaten,” dedi Kerim gülerek.
Gurur’a baktım. “Sen Kurtuluş Savaşı zamanlarını göremedin ama Kerim gördü. Kalk, büyüğün geldi,” dedim bakışlarındaki saldırgan tavrı kırmak ister gibi.
“Ben Osmanlı zamanlarını bile gördüm,” dedi Gurur bakışlarını yeniden Timuçin ve yanındaki üç adama çevirerek. Ardından belimi kavrayarak gözlerini Eylül’e çevirdi. “Gün ışığım, umarım içtiğin şeyin içinde bir damla bile alkol bulunmuyordur.”
“Elmalı mojito,” dedi Eylül gülümseyerek. “Tamamen alkolsüz.”
Timuçin’in buradaki varlığı benim de sinirlerimi zıplatmıyordu diyemezdim. Lisede uğradığım zorbalığın, bana yaşatılmasına rağmen yaşatmışım gibi lanse edilerek üzerime devirdikleri iftiranın baş zorbalarından birisiydi o. Çünkü Kürşat arkadaşıydı, çünkü Kürşat’ı korumak için her şeyi yapardı; doğruluğundan emin olmadığı bir haberi okula anki gözünün önünde yaşanmış gibi yayardı mesela. Yapardı.
Düşünmemeye çalıştım. Muhtemelen Timuçin bile olanları unutmuştu ama ben hala derinlerde bir yerde olanların izini taşıyordum. O zamanlar kalbimi kıran sevdiğimi düşündüğüm çocuğun ve arkadaşımın ihaneti olmamıştı, o zamanlar kalbimi kıran tek bir şey vardı o da bana ihanet etmiş olmalarına rağmen ihanet edenin ben olduğuma insanları inandırmış olmalarıydı.
Gurur, bir şeyden rahatsız olduğumun farkında mıydı yoksa sadece bir adamın alanıma girmiş olmasından kaynaklı mı böyle gergin görünüyordu? Anlayamadım. Timuçin’in bana temas ettiğini görmediğine neredeyse emindim, öte yandan Timuçin’e öyle bir bakıyordu ki sanki onun elini yerinden sökmek istiyor gibiydi.
Timuçin bakışlarını kasıtlı olarak bana dokundurmadı ama yanındaki esmer çocuğun bakışlarının bana dokunduğunu hissedebiliyordum. Gurur viskisini içerken artık güneş gökyüzünden silinmeye başlamış, turuncu ve mor bulutlar bir tuvalin üzerinde iki zıt renk gibi birbirine karışarak akşamı örmeye başlamıştı.
Simge ve Ayça dans etmek için piste gittiklerinde ellerinde birer kokteyl vardı, çok geçmeden diğer kızlar da dans etmek için onlara katıldılar. İri cüsseli askerler, kızları güvende tutmak ister gibi pistin etrafını sarmıştı. Sadece ben, Eylül, Cesur ve Gurur bar bankosunun önünde oturmuş, sessizce bir şeyler içiyorduk ve sonunda Gurur gözlerini o gitgide kalabalıklaşan erkek grubundan ayırmıştı. Esmer olan çocuğun bakışlarının belli aralıklarla bana dokunduğunu bilseydi, emindim ki bakışlarını çekmek yerine çocuğun başını boynundan ayırmak için harekete geçerdi.
Yener’in elinde kokteyl ile Ayça ile Simge’nin arasından geçtiğini gördüm, Simge onu baştan aşağı süzdü ve Yener çilekli kokteylinden bir yudum alarak Simge’ye üstten bir bakış atarak göz kırptı. Simge bir süre Yener’in gözlerinin içine baktı, ardından hiç beklenmedik bir anda uzanarak Yener’in elindeki kokteyli alıp içmeye başladı. Yener sakince onu izlerken bu ona hiç tuhaf gelmemiş gibi görünüyordu. Aksine, kokteylinin elinden alınması aşırı hoşuna gitmişe benziyordu.
Gurur, yukarıda yanıp sönerek pistin üzerinde kayıp insanları aydınlatmaya başlayan ışıkların altında yeşile dönen gözlerini bana çevirip, “Az önceki çocuğu nereden tanıyorsun?” diye sordu.
“Liseden bir arkadaşımdı,” dedim durgun bir sesle. Gurur bakışlarını anlık olarak yine o tarafa çevirecek gibi olunca bar bankosunun üzerinde duran büyük elini tutup, “Yapma,” dedim. “Sürekli ona bakıp duruyorsun. Kötü bir niyeti yoktu, sadece selam veriyordu.”
Gurur’un otoriter bakışlarının yüzüme indiğini hissettim. Gözlerinin içine ısrarla baktım ama gözlerine bakmak, soğuk bir duvara toslamak gibi hissettiriyordu. Gözlerini yüzümde gezdirip viski kadehini kafasına dikerek kadehi sertçe bar bankosuna koydu.
“Omzuna dokunduğunu gördüm,” dedi Gurur, gözlerinin içine bakarken sesindeki gücün altında kaldığımı hissettim. Çenemi hafifçe kaldırarak Gurur’un gözlerinin içine daha büyük bir dikkatle baktım. “Kolunu omzundan sökmem için yeterli bir sebep diye düşünüyorum.”
“Okul arkadaşımdı,” dediğimde Gurur başını aşağı yukarı salladı.
“Sen de olmayan bir kadın yüzünden ağzıma sıçmıştın diye hatırlıyorum. Çok değil, birkaç saat evvel.”
Timuçin’in bardan uzaklaştığını görünce rahat bir nefes aldım. Yanındaki erkek topluluğu burada kalsa da en azından artık o gitmişti ve olası bir gerginliğin önü tıkanmıştı. Gurur yeni bir viski için barmene el işaretinde bulunduktan sonra gözlerini tekrar bana çevirdi ve yukarıda yanıp sönen ışık yüzünde kayıp gitti.
Her şey anlıktı.
Gurur’un yavaşça ayağa kalktığı anı gördüm, bu an, gerçekten de ağır çekimde gibiydi. Sonra Gurur boynunu yavaşça kıtlatıp bedenini bana bakan esmer adamın olduğu yöne çevirdi. Durumu algılayamadığım için arkama doğru baktım, arkamdaki aynayı görünce gözlerim irileşti ve korkuyla olduğum yerden kalkarak Gurur’un koluna dokunmaya çalıştım. Ama çok geçti. Benim onu yakalayamayacağım bir hızla esmer adama doğru yürüdüğünü gördüm.
Tek bir hamle. Yeşil ışık havada yandı ve söndü, çıplak sırtının üzerinde kayarak dans pistine hareket etti ve oldukları ortam karanlığa boyandığı an Gurur esmer adamı gırtlağından kavradı.
“Sen kime diktin o gözlerini?”
Esmer adam bir an cevap bile vermeden Gurur’un gözlerinin içine bakakaldı. Tam Gurur’a doğru atılacaktım ki Eylül beni belimden kavrayarak, “Devran abi!” diye seslendi Devran’a. “Abi!”
Esmer adamın etrafındaki erkek grubu anında Gurur’un etrafını sardılar. Yaklaşık yedi, sekiz kişiydiler, biri tam Gurur’u omzundan kavrayacaktı ki dans eden kalabalığı yararak gelen Devran’ın adamı tişörtünden tutarak geri çektiğini gördüm. Tişörtü kafasına dek sıyrılan adam geriye doğru düşüp yere serildiğinde, kalan yedi kişi bakışlarını Devran’a çevirdi.
“Gurur!” diye bağırdım, tim anında Gurur’un etrafını saran yedi kişinin etrafında bir çember oluşturarak çocukları çıkmaza aldılar.
Gurur, adamın gırtlağını sıkıca kavrarken bir defa daha, “Gurur!” diye bağırdım, müziğin sesinden dolayı insanların ağzından çıkan mırıltılar birbirine karışıyordu. Esmer adam ellerini kaldırıp Gurur’un ellerinin üzerine koyduğunda, Gurur’un ağzından firar eden kelimeleri yakalayamadım. Soğukkanlılıkla, sadece dudaklarını oynatarak, gözlerini hedefe dikmiş bir avcı gibi adamın gözlerine dikerek konuşmuştu.
Yaman’ın elindeki sigarayı baş ve orta parmağı arasında kıstırarak onlara yürüdüğünü gördüm, sigaradan bir nefes alıp izmariti kenara fırlatarak çemberdeki yerini aldı. Eylül’ün ellerinden kara zorla kurtuldum.
Gurur, adamı tişörtünün yakalarından kavrayıp arkasındaki tezgaha yatırdıktan sonra, “Sen o gözlerle bana da baksana,” diye hırladı genizden gelen, öfke dolu, yırtıcı bir sesle. “Sen ona baktığın gibi, hadi bana da baksana amına koyduğumun oğlu. Ona baktığın gibi bana da baksana lan sikik!”
Korkuyla ona yaklaştım ama Devran önüme geçerek beni durdurdu, uzaklaşmam için beni omuzlarımdan yakalayıp geriye doğru iteklerken, Gurur adamın yanağını tezgaha bastırmış, avucuyla yüzünü eziyordu.
“Ona değen gözü yerinden çıkarırım, ona uzanan gözü yerinden çıkarırım,” diye tısladı. “Biri ona göz ucuyla bakarsa, ömür boyu kör olmayı göze almış demektir. Beni anladın mı? Beni anladın mı? Şimdi bak bana, bak bana.” Adamın yüzünü tezgaha iyice yapıştırıp baş parmağını boğazına bastırarak yüzünün kıpkırmızı kesilmesine neden oldu. “Baksana amcık, hadi bana da baksana, baksana!”
“Gurur, kes şunu!” dedim korkuyla. Devran beni yavaşça geri çekerken, Ecevit’in Gurur’a yöneldiğini gördüm. Zafer, karşı tarafın erkeklerine gözlerini dikmiş, bir adım bile atmalarına izin vermiyor, onları yeşil gözleriyle adeta oldukları yere mıhlıyordu.
Yaman, tezgahın üzerine çıkıp oturdu, tezgahtaki elmalardan birini Yener’e fırlattı ve omzunun üzerinden yüzünde okunan bariz bir keyifle Gurur’un yüzünü tezgaha yasladığı adama baktı.
Gurur, adamın yüzüne doğru eğildi ve bir zincirin yerde sürünürken çıkardığı o tehlikeli sesi duyar gibi oldum. Ardından adama daha önce hiç duymadığım kadar tehlikeli ve aklını yitirmiş bir tonlamayla, “Şimdi seni çıktığın deliğe geri teperken tüm kemiklerini kırmadım mı lan ben senin?” diye fısıldadı.
Kerim parmaklarını çıtlattı ve boynunu esnetirken, “Tek biriniz,” dedi, “tek bir kişi,” diye ekledi. “Karışacak olursa, yatalak olmayı göze almış demektir.”
Adamların, bu kadar iri bir grup karşısında ne yapacaklarını bilemez gibi göründüklerine yemin edebilirdim. Müzik birdenbire kesildi, tüm kalabalığın gözleri bizim üzerimize çevrildi. “Gurur!” dediysem de Gurur’u durduramadım, Gurur yüzünü bar tezgahına yasladığı adamın suratına gelişigüzel iki yumruk indirerek yumruğuyla zemin arasında ezilen suratın kana bulanmasına neden oldu.
“Sen kimsin?” diye soludu Gurur soğukkanlılıkla. “Kimsin ve kimin olana bakıyorsun?” Bir yumruk daha indirdiğinde parmak boğumlarını saran kanın, yeşil ışıklar altında farklı bir renkte göründüğünü gördüm. Simge korkuyla beni kendine çekerken, “Kesin şunu!” diye bağırdı.
Bununla beraber, yediliden biri elini hızla bankoya götürdü, buz kovasının içindeki şişelerden birini alıp tezgaha vurarak patlattıktan sonra kırık camı Gurur’un ensesine dayayarak, “Bırak lan adamı!” diye bağırdı. “Bir kız için adam mı öldüreceksiniz lan?”
Gözlerim iri iri açıldı, bir çığlık koparacaktım ki Yener elindeki elmayı yere fırlatıp elini tezgaha bastırarak bedenini havalandırdı ve bacakları havada jilet gibi hareket edip adamın elini hedef aldı. Kırık şişe adamın elinden savrularak yere düştüğünde, Yener çoktan bunu yapan adamın üzerine çullanmış, yüzüne arkası kesilmeyen yumrukları indirmeye başlamıştı.
Kalan altı kişi, hareket bile etmeden diğerlerine bakıyor, Gurur çevresinde olup bitenin farkında bile olmadığını gösteren donmuş gözlerle elinin altında yumruklarıyla kan revan içinde bıraktığı yüze bakıyordu.
“Polisi arayın!” diye çığlık atan bir kızın sesi zihnimde deniz gibi dalgalandı. Muşta’yı gördüğümde içim bir anlığına rahatlasa da bir sigara yakıp, sakin gözlerle Gurur’un yarattığı dehşeti izlemeye başladığını gördüğümde başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
Eymen beni bileğimden tutarak yere saçılan cam kırıklarından uzaklaştırırken, “O orospu çocuğu sana laf mı attı?” diye gürledi.
“Dur,” diyebildim Gurur’a bakarak. Gurur kanlı eliyle adamın boğazını kavradığında, çevredekiler onu durdurmak için harekete geçti ama Kerim ve Devran yaklaşanların önünde etten bir duvar gibi durup, karıştıkları takdirde ortalığı daha da karıştıracaklarını alenen gösterdiler.
“Ona,” dedi Gurur, yüzünü darmadağın ettiği yüze yaklaştırıp, yanağını çocuğun yanağının hizasına getirerek, “bakıyor olmanın bedelinin ne olduğunu biliyor musun?”
“Gurur!” diye bağırdım son gücümle, ardından siren sesleri zihnime dolmaya başladı. Polis arabasının tavanında yanıp sönen ışığın rengi etrafı kaplayarak saniyede bir yanıp söndü; ne zaman yansa ortalık aydınlandı ne zaman sönse Gurur’un öfkesinden sızan karanlık her yanı kapladı.
Sanki bana duyduğu takıntının zincirleri birdenbire parçalanmış ve o takıntı bir canavar gibi özgür kalmıştı.
Ekipler etrafımızı sardılar, kalabalık birdenbire dağıldı ve Gurur adamın yüzüne abanmış haldeyken arkadan müdahale eden bir polis memuru onu yana çekerek yüzünü bar bankosuna yaslayıp ellerini sırtında birleştirdi. Gurur’un bileklerine takılan kelepçeyi gördüm, buna aldırış etmeden büyük bir dikkatle yüzünü dağıttığı adama bakmaya devam ediyordu.
“Alın şu herifi,” dedi Gurur’u kelepçeleyen polis memuru. “Bu herifleri de toplayın!”
Yere yatırdığı adamın göğsünde oturmuş kanlı eliyle kafasını kaşıyan Yener, polis memuru tarafından ensesinden tutularak kaldırıldı. Ellerini havaya kaldırarak, “Pitbull’u bağladınız, ben zararsız bir Terrier’im kelepçeye gerek yok,” dedi gevşek bir sırıtışla.
“Şu gevşeği de alın,” dedi polis, Yener’i ensesinden tutup diğer polis memurlarına iterek.
Gurur’u ekip arabasına götürürlerken Gurur sık sık omzunun üzerinden bankoya yığılmış haldeki eserine bakıyordu. Arkasından koşacaktım ama Devran, “Sakinliğini koru,” dedi yanımdan geçerken ve Gurur’un arkasından ekip otosuna doğru yürümeye başladı.
Adamlardan biri, “Ortada hiçbir sebep yokken gelip arkadaşımıza saldırdı!” diye bağırınca, Kerim, “Sus o gırtlağını sıkarım senin,” dedi sessizce.
Gurur’u kelepçeleyerek, Yener’i ise önlerine alarak ekip otosuna bindirdiler. Vural ve Devran’ın da ekip otosuna bindiğini gördüm. Muşta sakin adımlarla ekip otosuna ilerleyip ön cama tıklattı ve polis memuru camı indirdiğinde Muşta eğilip bir şeyler söyledi. Polis memuru kapıyı açarak tekrar araçtan inip Muşta ile konuşmak için araçtan uzaklaştı. Diğer memurlar kalabalığa sorular soruyordu. Koşar adımlarla arabaya giderken Eylül de arkamdan geldi. Gurur, elleri arkadan kelepçelenmiş şekilde açık duran camdan kafasını dışarı uzatarak, “Bir sigara yakıp versene bana,” dedi donuk bir sesle.
“Ne diyorsun sen ya?” diye sordum kanım donmuş halde, ellerim titriyordu, yüzüm kireç gibi olmuştu.
Kaşlarını kaldırıp çenesini öne uzatarak, “Hadi yavrum,” diye ısrar etti.
Titreyen ellerimle, “Bu yaptığın!” dememle, kafasını dışarı uzatıp dudaklarını dudaklarıma bastırması bir oldu. Titreyen elimi onun yanağına bastırıp çatık kaşlarla bekledim, dudaklarını dudaklarıma daha büyük bir ısrarla ittiğinde tırnaklarımı yanağına bastırarak onun öpüşüne yavaşça karşılık verdim.
Dudaklarımız ayrılırken alnımla alnına vurup, “Senin tedaviye başlaman gerek,” diye fısıldadım.
“Birlikte başlarız yavrum,” dedi gözlerini kaldırıp, ruhuma bakıyor gibi uzun uzun gözlerimin içine bakarak. Gözlerini muhtemelen kıpkırmızı olmuş halde bizi izleyen Eylül’e çevirdi. “Bir sigara yak da getir abim, hadi,” dedi.
Yaman bir anda sigarayı Gurur’un dudaklarının arasına sokup, “Eylül, sen git kızların yanına,” dedi dik dik Gurur’a bakarak.
Gurur eyvallah der gibi başını salladığında, Yaman’ın elinde tuttuğu çakmağı titreyen ellerimle alıp, çatık kaşlarla Gurur’a bakarak sigarasının ucunu ateşe verdim. Sigarayı dudaklarıyla emerek dumanını içine doldurdu, parmaklarımı dudaklarına sürterek sigarayı ağzından aldığımda dumanı dışarı üfledi ve “Zeliha’yı eve götür sen Yaman,” dedi. “Bunlar seni de elden ayaktan almasın.”
“Karakola mı götürecekler onları?” diye sordum panikle. Yaman bana alık alık baktıktan sonra, “Yok su parkına götürecekler, kaydıraktan kayıp uzun eşek oynayacaklarmış havuzda,” dedi.
Yener, “Kelepçeyi sadece fantezi olarak kullanmayı tercih ediyorum şekerim ama merak ettim, hissiyatı nasıl?” diye sordu yan koltuktan Gurur’a doğru kayarak.
“Olayın ciddiyetinin farkında mısınız siz?” diye sordum, ellerim hala titrediğinden avuçlarımı üzerimdeki elbisenin kumaşına bastırdım.
“Uzaklaşın arabadan,” diyen polis memurunun yansımasının ön koltuk camına düştüğünü gördüm. Geri çekilip polis memuruna baktım. Yaman beni geriye doğru çekti ve memurlardan biri ön yolcu koltuğuna, diğeri direksiyonun başına geçti.
Muşta, “Karakolda çözeceğim,” dediğinde uzaklaşan ekip otosuna bakıyordum. Bir diğer ekip arabası da hareket ederek önde gideni takip etmeye başladı.
“Yaptığını görüyor musun Muşta?” diye sordum sitem eder gibi, titreyen ellerimi elbiseme daha sert bastırıp Muşta’ya baktım. “Onu durdurmadın bile.”
“Asıl onu durdurmaya çalışsaydım karşısındaki herifi öldürene kadar bırakmazdı,” dedi Muşta, Gurur’un mayasını biliyormuş gibi. Ambulansın ışıkları plajın karanlığını ikiye böldüğünde omzumun üzerinden bar bölümüne doğru hızla götürdükleri sedyeye baktım, ardından bakışlarımı Muşta’ya çevirdim.
“Benim babamı aramam lazım,” diye fısıldadım sessizce.
⛓️
Mesai çoktan sona erdiği için Emniyet Müdürlüğü kalabalık değildi. Beyaz floresanlarla aydınlatılmış salona bakarken otomatik kapıdan geçtim. Polis memurlarının bana dokunan bakışlarını hissediyordum. Muhtemelen kireç renginde olmalıydım. Çolpan koluma girerek beni yavaşça yönlendirdi çünkü yönümü kaybetmiş gibi etrafıma bakıp duruyordum. Gurur’un nerede olduğuyla ilgili hiçbir fikrim yoktu. İfade odasında mıydı? Sağlık kontrolü için hastaneye mi götürülmüştü? Neredeydi?
Cenan, bilgilerini gösterdikten sonra polis memuruna bir şeyler söyledi, benden on beş, yirmi metre uzakta olduğu için ne hakkında konuştuğuyla ilgili en ufak fikrim yoktu.
Babamın sesini duydum. “Zelya,” diye seslendi bana, irkilerek ona doğru döndüğümde çatık kaşlarla bana baktığını gördüm. Güvenliğin yanından geçerek hızlı adımlarla bana doğru gelip, “Nerede oğlanlar?” diye sordu merakla.
“Bilmiyorum,” diyebildim.
Babam rengi atmış yüzüme baktıktan sonra bakışlarını Muşta’ya çevirdi. Bir polisle konuştuğunu görünce derin bir nefes alarak Muşta’nın yanına doğru yürüdü.
Muşta ellerini pantolonunun cebine sokarak, “Nezarethaneye atmışlar,” dedi babama doğru dönerek. Sesini tam duyamamış olsam da dudaklarını okuyabiliyordum. Panikle onlara doğru yürümeye başladım. Babam, “Nevzat Başkomiser nerede?” diye sordu polis memuruna. Polis memuru babama dikkatle baktıktan sonra, “Benimle gelin,” dedi ve koridorda yürümeye başladı.
Babamın arkasından yürürken Muşta da bizi takip ediyordu. İnsanların konuştuklarını duyuyordum ama kelimelere odaklanamıyordum.
Başkomiser babamı görünce, “Kahraman?” dedi kaşlarını kaldırarak. “Hayırdır inşallah?”
Polislerden biri, “Efendim,” diyerek başkomiserin kulağına doğru eğildi. Başkomiser bir anda oturduğu yerden kalkıp önce babama, daha sonra Muşta’ya baktı ve sessizce, “Binbaşı,” dedi. “İçerideki oğlanın henüz ifadesine başvurmadık ama o…”
“Yüzbaşı Gurur Mert Çalıklı,” dedi Muşta kendinden emin bir sesle.
Başkomiserin kaşları havaya kalktı, gözlerini babama çevirip, “Kahraman, yüzbaşı senin neyin oluyor?” diye sordu.
Babam, “Bizim oğlan o,” deyince duraksayarak babamın sırtına baktım. “Yanlışı varsa kusura bakmayın ama durduk yerde taşkınlık edecek delikanlı değildir bizim oğlan, Nevzat.”
Nevzat Başkomiser, yaka paça içeri attıklarının bir Yüzbaşı olmasına hazırlıksız yakalanmış gibi bir Muşta’ya, bir de bana bakıyordu. “Öbür oğlanları da tanıyor musun?” diye sordu babama sakince.
“Bizim damadın silah arkadaşları,” dedi babam, ardından Muşta’ya çevirdi gözlerini. Başkomiserin bakışları da Muşta’ya çevrildi ve bir süre kulakları sağır eden bir sessizlik yaşandı.
“Elemanı pestile çevirmişler, Binbaşı,” dedi Başkomiser. “Herif illaki şikayetçi olacaktır. Dua edelim de durum vahim olmasın.”
Muşta, “Benim askerim şartlar gerektirmediği sürece bir sivile müdahalede bulunmaz,” dedi kemikten bir sesle.
“Müdahalede bulunmamış zaten,” dedi Başkomiser ciddi bir sesle. “Adamı öldürmeye teşebbüs etmiş. Olay yerine ait fotoğraflar var. Henüz çıktısı gelmedi ama dijital olarak elimizde.”
Muşta, doğrudan başkomiserin gözlerinin içine bakarak, “Benim askerim şartlar gerektirmediği sürece bir sivile müdahalede bulunmaz,” diye tekrarladı otoriter cümlesini.
Babam, “Nevzat,” diyerek söze girdi. “Ben kızımı o oğlana emanet ettim,” diyerek elimi kaldırdı. “Sözlüsü,” dedi yüzüğümü işaret ederek. “Benim karşına geçip de birini savunduğumu gördün, işittin mi daha önce?”
“Kahraman,” dedi Nevzat Başkomiser, ardından onu pürdikkat, yırtıcı gözlerle izleyen Muşta’ya baktı. “Oğlanlar nezarethanede,” dedi, “ifadelerini alana kadar orada tutulacaklar.”
Muşta tek kaşını kaldırınca, Nevzat Başkomiserin kaşları çatılır gibi oldu ve aralarında bariz bir gerilim meydana geldi.
“Askerlerimi görmek istiyorum,” dedi Muşta, tek bir cümleydi, içinde minnet barındırmıyordu.
“Kahraman,” dedi Nevzat Başkomiser, “hakkında şikayet—”
“Oğlanları görelim,” dedi babam. “Bir de onlardan dinleyiver. Senden bir şey istediğimi hiç gördün mü sen Nevzat? Olayı sıcağı sıcağına bir de çocuktan dinleyeyim hiç değilse. Bunca yıllık muhabbetimiz var seninle.”
Nevzat Başkomiser derin bir nefes alarak, “Ataberk,” dedi yanındaki polise. “Nezarethaneye kadar indiriver Binbaşı ve Kahraman’ı.”
Önümüzde polis memuruyla merdivenlere doğru yürürken hiç konuşmadım ama babamın ara sıra bana dokunan bakışlarını hissediyordum. O bakışlara karşılık verebildiğim söylenemezdi. Merdivenlerden aşağı indik, her bir basamağın ardından göğsümdeki ağırlık çoğaldı.
Basamakların sonuna geldiğimizde demir parmaklıkları gördüm. Aşağısı neredeyse karanlıktı, ilerideki koridorda zayıf bir şekilde yanan ışık ortamı zar zor aydınlatıyordu.
Gurur’un demir parmaklıkların ardında dikilmiş, sırtını duvara yaslamış bizi izlediğini gördüm. Hemen yanında Yener, Zafer, Devran ve Vural da vardı.
Muşta, “Eşek oğulları,” diye homurdandı ağzının içinden.
Gurur, yerinden kıpırdamadan parmaklıkların gerisinden doğrudan bana bakıyordu. Ellerine bulaşıp kurumuş kan lekelerine baktım. Üzeri çıplaktı, gerginliğini hala atamadığını derisinin altında şişerek belirginleşmiş damarlardan anlayabilmiştim. Ona kızgınlığımı saklayamadan dik dik baktım ama ağzımı açık tek kelime etmedim.
Babam, “Ne işler açtın len başına?” diye sordu kızgınlıkla, Gurur’un bakışları usulca bir ustura gibi kaydı ve benden ayrılarak babama çevrildi. Babama bakarken başını önüne eğecek gibi oldu ama yaptığının yanlış olduğunu düşünmediğini, başını önüne eğmediğinde anladım.
“Sen bana kanını verdin,” dedi Gurur hiç düşünmeden. “Bu yetmedi, canını emanet ettin. Ben emanetine gözüm gibi baktım, damarımda dolaşan sana ait tek bir damla kanı dökmelerine de izin vermedim.”
Babam, doğrudan Gurur’un gözlerinin içine baktı.
“Şiirsel konuşma pezevenk,” diye söylendi Vural birdenbire. Zafer yerde bağdaş kurarak oturmuş parmak hesabı yapıyordu. Vural, Muşta’ya baktı. “Muşta çıkar bizi buradan gözünü seveyim.”
Babam birden arkasını dönüp merdivenlere yöneldi ama bunun sebebini sorgulamayacak kadar yorgun hissediyordum. Parmaklıklara doğru ilerleyip, ellerimi soğuk parmaklıklara yasladım ve “Yaptığını beğendin mi sığır herif?” diye sordum titreyen bir sesle.
Gurur cevap vermeden Zincir’in ruhuyla gözlerimin içine uzun uzun baktı.
Muşta, “Kanun karşısında sizin rütbenizin ne önemi var hayvan?” diye sordu Vural’a ama onlara aldırış etmedim. “Çıkaracağım elbet sizi burada bırakacak değilim.”
Gurur, sırtını yasladığı duvardan ayrılarak bana doğru yürüdü. Ellerini parmaklıklara yaslamasıyla parmaklarımız temas etti, bilekliklerimizin birbirini tamamlayan uçları birleşerek bütün haline geldi.
Tek kelime etmeden gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu.
Devran’ın, “Biricik çok korkmuştur,” dediğini duyar gibi oldum, Vural, “Nihan yukarıda mı?” diye sordu ama hiçbirine dikkatimi vermedim.
Sadece Zincir’in gözlerinin içine baktım.
Birkaç dakikanın sonunda basamaklarda duyulan adım sesleriyle beraber Gurur gözlerini kaldırıp arkama doğru baktı. Nevzat Başkomiser’in, “Bugün şanslı günündesin, Yüzbaşı,” dediğini duyduğum an omzumun üzerinden arkama doğru baktım.
Babam, elini pantolonunun cebine sokmuş dik dik bize bakıyor, Nevzat Başkomiser elinde bir anahtar destesi sallıyordu. Nezarethanenin kapısını açtıktan sonra, “Tekrar olmasın gençler,” dedi.
Gurur dışında herkes nezarethaneden çıktı, Gurur bir süre babamın gözlerinin içine bakarak olduğu yerde durmaya devam etti. Ellerimiz ayrıldığında ve nezarethaneden dışarı adımını attığı anda babam, “Gurur,” dedi.
Gurur’un bakışları omzunun üzerinden babama çevrildi.
“Anneni ara, Muğla’ya davet et. Başında ailenden bir büyüğün de olsun ve adabıyla kızımı isteyin.”
⛓️
SLOVENYA
02:24
Adamın mavi gözleri, kenarlarından yakılmış fotoğraf karesinde uzun süre asılı durdu. Hemen yanındaki sehpanın üzerinde yarım bırakılmış bir puro yanıyor, kötü bir koku içinde olduğu karanlık ortamı zehir gibi kaplıyordu. Viski kadehini dudaklarına götürüp, viskiden bir yudum aldıktan sonra kadehi salladı, kadehin içindeki kehribar rengindeki içki kayalıkları döven dalgalar gibi camın yüzeyini dövdü.
“Efendim,” diyerek içeri giren orta yaşlarda, takım elbise giyen adamın korkusu bir gölge gibi karanlık zemine serildiğinde, adam gözlerini kaldırarak sırtına koridorun ışığını alarak karanlık bir silüete dönen adamına baktı. Tek kelime bile etmedi, çünkü bölünmeyi sevmezdi, köşesine çekildiğinde dünya sussun, sadece düşünceleri konuşsun isterdi.
“Verdiğim rahatsızlık adına özürlerimi sunuyorum efendim,” dedi orta yaşlardaki adam, takımının ceketinde yer alan lacivert düğmeleri düğme deliklerinden geçirdikten sonra korkuyla patronuna baktı. Tek kişilik deri bir koltuğun üzerinde oturan adam, bir bacağını diğer dizinin üzerine koymuştu. Dudaklarına içkisini götürmeden önce kadehle adamı işaret ederek konuşması için ona izin verdiğini gösterdi.
“Gurur Mert Çalıklı ve ölüm ekibi şu an Muğla’da,” dedi adam telaşla.
Tek kaşını havaya kaldırdı ama tek kelime etmedi, söyleyeceklerinin bitmediğini biliyor gibiydi. Kendinden emin, şüphelerden arınmış, buz gibi gözlerle adama bakmaya devam etti ama bu karanlıkta adamın onu görmesi neredeyse imkansızdı.
“Çok sayıda adamımız taraflarınca ele geçirilmiş durumda,” diye devam etti adam sözüne. “Kimliğinizi deşifre etmiş olma ihtimali büyük paniğe yol açtı.”
“Çırakların benimle ilgili bildiği şeyler,” dedi adam burnundan sert bir soluk vererek gülerken. “Bu neye benziyor, biliyor musun Sabri? Bu, bir dine inanıp o dinle ilgili hiçbir şey bilmemeye benziyor. Onlar beni gördü, bana inandı, onlara öğrettiklerimi harfiyen uyguladılar ama benimle ilgili ne biliyorlar? Hiçbir şey.” Karşısındaki adam duydukları karşısında pek çıkarım yapabilmiş değildi. Adam yeniden güldüğünde bu kez gülüşü sadece soğuk değildi, aynı zamanda aşağılayıcıydı. “Sen bile,” diye başladı söze, “benimle aynı malikanenin içinde yaşayan sen bile, söylesene, benimle ilgili ne biliyorsun Sabri?”
Adam telaş ve kararsızlıkla doğru cevabı aradı, çünkü patronunun yanlış cevaplar karşısındaki öfkesini iyi bilirdi. “Hiç,” dedi sonunda, “hiçbir şey bilmiyorum efendim.”
“Yanlış cevap,” dedi adam bacağını yere indirip, diğer ayağını da zemine basarak. “Çarşamba günleri sarışın kadınlarla şarap içmekten hoşlandığımı iyi biliyorsun. En sevdiğim mekanı biliyorsun, eti hangi derecede pişmiş şekilde yediğimi bile biliyorsun. Bu seni hiçbir şey bilmeyen biri mi yapar Sabri?”
Adam bocalar gibi oldu, bir an sonra, “Efendim,” diyecekti ki, patronu, “Fark ettim de sen benimle ilgili pek çok şey biliyormuşsun Sabri,” dedi.
Sabri’nin alnında boncuk boncuk ter damlaları oluştu. Kalbinin atış sesini sadece kendisi değil, patronu da duyuyordu; buna emindi. Bu herifin kulağından hiçbir ses kaçmazdı, gözünden de hiçbir görüntü kaçmazdı. Sabri’nin alnındaki ter damlasını karanlığa rağmen görüyordu mesela. Yarattığı korkuyu izlemeyi seviyordu.
“Cuma gecesi için tüm randevularımı iptal et, Sabri,” dediğinde, Sabri rahat bir nefes aldı. Ona görev verilmesi demek, nefes alması için imkan verilmiş olması demekti. Şükrederek başını hızlıca salladı. Patronu viski kadehini sehpanın üzerine bıraktı, elinde hala etrafı yakılmış bir fotoğrafla otururken, “Türkiye’ye dönmeye karar verdim,” diye konuştu. “Bu işi de sorunsuz hallet.”
“Ama…”
“Türkiye’ye döneceğim Sabri,” dedi tek seferde.
“Tamam, tamam efendim.”
Sehpasının altındaki gizli çekmeceyi açarken, “Bir de şu kız,” diyerek elinde tuttuğu fotoğrafı Sabri’ye doğru çevirdi. “Çalıklı’nın yatıp kalktığı kız buymuş. Bu kızı da temizlet.” Sabri, Gurur Mert Çalıklı’nın yakılarak küle çevrildiği ve kızın tek başına kaldığı fotoğraf karesine baktı. Kız, kadraja bakarken içtenlikle gülümsüyordu. Sabri başını yavaşça salladı.
Patronu çekmeceden silahını çıkarıp Sabri’ye doğrulttuktan sonra, “Benimle ilgili çok şey bildiğini söylemiştim, değil mi?” dedikten sonra hiç düşünmeden tetiği çekti. Barutun kokusu odaya bir gölge gibi yayıldığında, Sabri alnının ortasına açılmış bir delikle beraber geriye doğru devrilip cansız gözlerle tavana baktı. Adam, silahı kenara koyup, gözlerini fotoğraf karesindeki kıza çevirdi. Fotoğraf karesinin üzerinde kan lekeleri vardı. “Bir sonraki emir, öl Sabri.”
Gülümsedi.
“Diğer emirleri yerine getirmesi için yeni birini bulmam gerekecek. En kısa zamanda görüşelim, tatlım.”
⛓️
BİRİCİK GÖZÜNGÜ
🎧: Kaan Boşnak, Benimle Kayboldun
O kişiyle tanışacağınız gün, bir şeyler ters gider; külotlu çorabınızın tini kaçabilir, saçlarınıza maşayla özenle şekil verirsiniz ve dışarı adım attığınız an beklenmedik bir yağmur başlayabilir, en sevdiğiniz pudra rengi gömleğinizin tam ortasına bir damla zift karası kahve dökülebilir, bilet aldığınız filmin seansına gürültücü bir dolu ergen girebilir.
Daha kötüsü de olabilir.
O kişiyle tanıştığınız gün, nişanlınızın parmakları boğazınızı sarmış, nefesinizin son pıhtısı da dışarı güçsüzce süzülmüş olabilir; patlayana dek ağlamış olabilirsiniz mesela, sonra hiçbir şey olmamış gibi, sanki boğazınızda bir yumru ve bir ağrı yokmuş gibi maskaranın şişesini dişlerinizin arasına alıp kirpiklerinizi bir güzel yukarı doğru kaldırabilirsiniz.
O kişiyle tanıştığınız gün, diğer günlerden daha sıradan bir gün olabilir ya da diğerlerinden daha acı verici, çaresizlikle kıvrandığınız gün olabilir. Nasıl bir gün olursa olsun, bir şeylerin ters gideceği kesindir. Çünkü doğru olan geldiğinde, yanlışlar çoğalır ve sizi köşeye sıkıştırır; bu, doğruyu bulana dek vermeniz gereken bir savaş olduğunun kanıtıdır.
Doğru, tam karşımda durmadan önce, yanlışlarla yüklü bir günün tam ortasındaydım. Sarı saçlarımı özenle maşanın kızgın demirine dolarken ağlamaktan şişmiş gözlerimin aynaya düşürdüğü yansıma çok çirkindi. Burnumun ucu kıpkırmızı, gözlerimin altı yumruk yemişim gibi mordu. Teknik olarak yumruk yediğimi söyleyemezdim, sadece boğazlanmıştım, kafam kapıya çarpmıştı ve ağlamamak için alt dudağımı kemirirken parmaklarının çirkin baskısı boğazımda ölüm gibi büyümüştü. O an, aslında ölüme çok yakındım ama ölmeyeceğimi biliyordum; çünkü o avını öldürmek istemiyordu, avını sağ bir şekilde istiyordu. Avıyla bir ömür geçirmeye niyetliydi.
Kızgın maşayı bir kenara koydum, inci tozu ojelerle parlayan parmaklarımı birkaç defa yakmıştım bugün ama acısını hissetmiyordum. Bir avuç fondötenle morluğunu örttüğüm boynum daha çok acıyordu çünkü.
Yine saçlarımı maşayla şekillendirip bir aslanın yelesi gibi kabarttım. Çünkü kalbin sönmüşse, saçların kabarmak zorundadır. Bu yazılı bir kural değil, ağlarken uydurdum.
Bölümde tek bir arkadaşım vardı, çünkü o arkadaşlarıma da karışırdı. Bana kötü örnek olduklarını söylerdi, kötü kızlarla arkadaşlık edersem kötü bir kıza dönüşeceğimi söyleyip dururdu; bazen bunu sadece söylemezdi, ezberlememi istiyor gibi fiziksel zorbalıklar yapar ve kelimelerinin altına imza atıyor gibi tenimi imzalardı. Nişanlım böyle biriydi. Fahişelerle tek gecelik ilişkiler yaşardı, hatta onları severdi ama benim bir fahişe olmam düşüncesi onun erkeklik gururunu incitmekle kalmaz, onu bir çocuğun. Bezini doldurduğu gibi altını dolduracak kadar çok korkuturdu. Ben el değmemiş bir kutu bebeği olmak zorundaydım. Sanki elini bana değdirip, ruhuma kirli parmaklarıyla zulmetmemiş, tenimde ne kadar liflersem lifleyeyim çıkmayan bir leke bırakmamış gibi.
Bana, “Sarı begonyam,” derdi, begonyalardan nefret ederdim; bana vurmadığı zamanlarda begonyasıymışım gibi davranırdı. Begonyalar ve erkekler iğrenç kokuyordu. Teninin kokusunu bildiğim tek erkek oydu ve onun kötü koktuğunu söyleyebilirdim. Begonyalar gibi. Begonyalar kötü kokar.
Tek arkadaşım Nefise’den bir mesaj daha geldi. Bildirim panelini doldurmaya bayılırdı. Ben konuşkan değildim, kaçıngan bir tavrım olduğu kesindi ve geveze insanlar beni ürkütüyordu. Ağzına geleni doğrudan söyleyebilenlere hayret ediyordum. Herhalde ağzıma geleni doğrudan söyleyen biri olsaydım, onun gözlerinin içine bakar, “Begonyalar ve sen kötü kokuyorsunuz,” derdim. Nefise’ye değil. Ona. Adını zihnimden geçirmek bile istemediğimi fark ettim.
Telefonu elime alıp, ses kaydını başlattım. “Nefis, on dakikaya kalmaz orada olurum. Konser alanının bulunduğu binanın asansörleri çalışıyor mu?” Sesi gönderdim ve makyaj masasının önüne ilerledim. Ellerimle bir kez daha kabarttığım saçlarım önüme düştü. Eğilip rujumun kapağını açtım, ruju dudaklarımda dolaştırdıktan sonra son kez aynadaki yansımama baktım. Göz altlarımı da kapatırsam fena görünmezdim. Makyajımı tamamladıktan sonra aynadaki son görüntüye dikkatle baktım. Üzerimde pembe, vücuduma yapışan bir crop body vardı, krem pantolonumun paçaları aşağı doğru yavaşça genişliyordu. Belimde de dün görüp çok beğenerek aldığım ucunda inciler ve gümüş renk kelebek figürlerinin olduğu bir bel zinciri vardı. Pembe küçük çantamı omzuma asıp, krem rengi pelüş ceketimi elime alarak evden çıktım. Pelüş anahtarlığımı çantama koymak için fermuarı açtığım sırada bir mesaj daha geldi. Sesli mesajı oynattım.
“Asansör tıklım tıklım olur, sapığın teki bir yerlerine bir şeylerini yaslarsa tüm gece ağlarsın kuşum,” dedi Nefise. “Merdivenleri kullan.”
“Ayağımda bu botlarla dört kat merdiven çıkacağıma inanıyor olamazsın,” diye konuştum kendi kendime. “Üstelik asıl sapıkla aylarını geçiren benim, diğer insanlar gözüme melek geliyor.” Derin bir nefes alarak taksi durağına doğru yürümeye başladım.
Taksi beni konserin yapılacağı binanın önüne kadar götürdü. Ödemeyi yaptıktan sonra telefonuma düşen mesajlara baktım. Hepsi ondandı.
Bu konser etkinliği de nereden çıktı şimdi?
Saat on ikiden önce evde ol.
Konserdeyken internetini kapatma, telefonun açık olsun ve seni aradığımda o telefonu açacaksın.
Uslu bir kız ol begonyam.
Sana güvenim sonsuz, o kızlar gibi değilsin.
Sürtüklerden uzak dur.
Hiçbirine cevap vermeden telefonun ekran kilidini kapattım. Göğsüme koyu renk bir gölge gibi yayılan o hissin ömrüm boyunca geçmeyeceğini hissediyordum.
Varlığı, ömür boyu sürecek bir uykuya dalmışım gibi hissettiriyordu ve dokunuşları, o uyku esnasında gördüğüm kabus da ölene dek peşimi bırakmayacakmış gibi hissettiriyordu. Ondan sadece ölürsem kurtulurmuşum gibi geliyordu.
Binaya ilerlemeye başladığım an kara bulutlar birdenbire gökyüzünü sardı, hiç beklemediğim bir anda özenle maşa yaptığım saçlarımda yağmurun soğuk damlalarını hissettim. Gözlerimi iri iri açıp, “Eyvah!” dedim korkuyla, ardından binaya doğru koşmaya başladım. Ceketimi saçlarıma siper edip koştuğum sırada bedenim bir bedene şiddetle çarptı, “Özür dilerim!” diye çığlık attım ama bedenin sahibine bakmadan hızla koşmaya devam ettim. Yine de daha ilk yağmur damlasında, aslan yelesi gibi kabarttığım saçımın ıslanarak söndüğüne emindim.
Binadan içeri girip ceketi kafamdan çekerek önüme baktığımda kalabalık beni duraksattı. Düşündüğüm gibi, kimse merdivenleri kullanmıyor, herkes asansörlerin önüne yığılmış bekliyordu. İlk grup asansörün birini doldurdu, ikinci grup da diğer asansörü doldurdu ve kapılar kapandı. Bir süre asansörlerin geri dönmesini bekledim. Asansörlerden biri aşağı indiğinde hızla kayarak açılan kapıdan içeri girip, arkamdan gelen kalabalığı önemsemeden asansörün cam duvarına doğru ilerledim. Kalçamı cama sabitleyip, sırtımı cam duvara yaslayarak herhangi birinin dokunuşundan kendimi maksimum seviyede korumaya çalıştım. Asansöre doluşan insanlara değil, zemine, pantolonumun paçasından sadece uçları görünen botlarıma bakıyordum.
Görüş alanıma siyah postallar girdi ama kafamı kaldırıp postalların sahibine bakmadım. Tek düşündüğüm, ayaklarının çocuk mezarı kadar olduğuydu.
Asansör gitgide daha da dolduğu için, postalların uçları botlarımın ucuna değdi. Önümde dikilen bedenin gölgesinin üzerime devrildiğini hissettim. Genzime okyanusa ait bir dalga gibi çarpan o koku tüm algılarımın kitlenmesine neden oldu. Serin, ferah bir kokuydu; dalga gibi çarpmasına şaşmamak gerekiyordu çünkü gerçekten okyanus gibi kokuyordu. Bedenin sahibi bana doğru bir adım daha gelince bedenlerimiz birbirine yaslandı. Panikle gözlerimi kaldırdığımda, bir an kafamı kaldırma işlemi hiç sona ermeyecek sandım; kafamı kaldırdıkça kaldırdım, bedenin sahibinin yüzünü görene dek saniyeler etrafa savrulmuştu.
Yüzünü görmeden önce sıcaklığını tenimde hissettim, gözlerimiz birbirine değmeden önce kokusu içime ulaştı. Daha sonra, iki yana çekilmiş, içleri bir boncuk kadar iri olan o kara gözleri gördüm. Kafası asansörün neredeyse tavanına değecek kadar uzun boyluydu ama buna rağmen kafasını indirmemiş, bedenlerimiz birbirine yaslı haldeyken gözlerini yavaşça aşağı kaydırmış yüzüme bakıyordu.
Kayıtsız, donuk, okyanus kadar derin, okyanusun dibi kadar siyahtı gözleri.
Üçe vurulmuş kısa saçları, sakalsız esmer yüzü, gür kirpikleri, çatık kaşları ve doğrudan gözlerimin içine bir bıçak gibi saplanarak yerleşmiş siyah gözleri vardı. Boyunun iki metreden fazla olma ihtimali olabilirdi, bu ihtimal beni şok etti ama asıl dumura uğramama neden olan, gözleriydi. Gözleri, kokusuna eşlik ediyordu. Bir okyanus dalgası gibi, bir okyanusun derinliği gibi; yıldızların bile yanmadığı karanlık bir gecede okyanusun yüzeyi de böyle görünürdü kesin. Asansöre birkaç kişi daha binince, arkadan ona baskı uygulayanlar bedeninin bedenime iyice temas etmesine neden oldular. Büyük elini beklemediğim bir anda başımın yanından geçirerek sırtımı verdiğim cam duvara yasladı. Gözlerini gözlerimden çekmedi, kafasını biraz olsun oynatmadan aşağı indirdiği gözleriyle beni izlemeye devam etti.
Birkaç kişi daha bindi, bedenini bana doğru ittiler ve nefesini saçlarımın ıslanan diplerinde hissettim. Nefesi, kokusunun aksine hiç serin değildi; dışarıdaki soğuğu teğet geçip, cehennemden çıkagelmiş gibiydi.
Asansörün kapıları kapanmaya başladığında zamanın durduğunu hissettim. Asansör yukarı doğru tırmanmaya başladı. Gözlerimi gözlerine değdirmemek için etrafıma bakmak istedim ama bana öyle bir bakıyordu ki, elimde olmadan ben de gözlerimi kaldırıp onunkilere karşılık veriyordum.
Asansör konserin olacağı katta durduğunda, kapılar bir süre açılmadı. Sıcak nefesi saçlarıma döküldükçe, ıslak saç diplerimin yandığını, terlemeye başladığını hissediyordum. Kapılar yavaşça açıldı, insanlar asansörden inmeye başladılar.
Tam elini camdan çekiyorken, parmaklarının saçlarımda süzüldüğünü hissettim. Sarı buklelerim parmaklarının kenarlarından aşağı doğru süzülüp göğüslerimin üzerine döküldüler. Kalbimin göğsümün içinde bir yıldız gibi kayarak boğazıma kadar yükselip, soluk boşluğumda parladığını hissettim.
“Devran abi,” diye seslendi bir kız, bu ismi duyduğu an bakışlarını gözlerimden yavaşça uzaklaştırarak sırtını bana döndü ve asansörün kapısının önünde dikilen uzun boylu kıza baktı. Kız gülümseyerek el sallıyordu. “Abimi kandıramadım, beni tek bırakmadığın için teşekkür ederim!” diye şakıdı kız mutlulukla.
Adı Devran mıydı?
O asansörden çıkıp, kızla birlikte toplanma alanına yürümeye başladı. Arkasından bakarken gözlerim bacaklarına kaydı, uzun bacakları vardı; geniş omuzlarıyla yanından geçtiği herkesin küçücük görünmesine neden oluyordu. Yanındaki uzun boylu kız bile omzuna yetişemiyordu.
Onun arkasından bakakaldığım saniyelerde Nefise, “Biricik, sonunda gelmişsin,” diyerek koluma girdi.
Bakışlarımı Nefise’ye çevirdim ama kalbimin çırpınırken çıkardığı aceleci sesleri duyuyor, hatta o sesleri boğazımda, şakaklarımda, başımın üzerinde hissediyordum. Nefise, “Hadi, grubun çıkmasına çok az kaldı. Off! Arkalarda kaldık,” diye söylenerek beni kalabalığa doğru çekiştirdi.
Grup sahneye çıkmadan önce sahneyi beyaz bir sis tabakası kapladı, ardından sisin içinde yanıp sönen kızıl, yeşil, turuncu ışıkları gördüm.
Grup en sevdiğimiz şarkıyı söyleyerek geceyi başlattığında Nefise ile olduğumuz yerde sallanıyor, şarkıya eşlik ediyorduk. Bakışlarım kalabalıkta beklentiyle dolaşırken bunun nedenini o an bilmiyordum ama onu gördüğümde, bunun nedenini anladım. Çok uzun boyluydu, kaç yüz kişi içinde bile onu kolayca görebileceğim kadar uzundu. Sahnede kayan ışıklar, karanlığın içinde duran seyircinin üzerinden kayarak geçtiğinde yeşil ışık profilini aydınlattı. Donuk gözlerle sahneye baktığını o an fark ettim, şarkıya eşlik etmediği gibi, hareket de etmiyordu.
Ritim yavaşça değişti.
Hem gündüzüm hem gecem
Her saniyem her bir hecem
Her cevabım sensin
Hem de her bilmecem
Bakışlarımı ondan uzaklaştırdım ama burnumda hala o okyanusun kokusu vardı. Birden belimin kenarlarında bir el hissettim. Bu dokunuşu tanıyordum, bu dokunuştan tiksiniyordum. Kulağıma doğru o iğrenç nefesini vererek, “Sürpriz begonyam,” diye fısıldadı.
Durup baktın göz ucuyla
Başka biri vardı yanında
Sakin kalamazdım
Benim olacağını bilmesem
Hissettiğim o tedirginlik duygusunu bastırmak ister gibi omzumun üzerinden okyanusun kokusunun geldiğine inandığım yöne baktığımda, bir an bakışlarımız birbirine dokundu. Omzunun üzerinden bana doğru bakıyordu. Kızıl ışık yüzünün üzerinden geçerek kayıp bana doğru geldi; siyah gözleri, mavi gözlerimdeydi.
Bilmem kaç yüz kişi içinden
Gördüm deli gözlerini birden
Belki tanımazdım seni
O konsere gelmesen