Sonunda herkesin geçmişini seçtiği bir hikâyenin kaybedeni aslında zaman oluyordu.
Her şeyin başladığı yerde, her şeyin başladığı noktaya bakıyordum. Beni bulduğu dağ evinin kapısına bakarken günlerin yorgunluğu yüzüme gölgeler gibi çökmüştü. Kurt geri gelmişti, birkaç metre ileride, arazinin köhne bir kısmında durmuş bizi izliyordu. Efken ona yaklaşmadı, arabadan indiğimiz sırada durup uzun uzun kurdu izledi ve sonra arkamdan ilerleyerek verandaya çıktı. Telefonu çalmaya başladığında düştüğüm kapının önündeydim, Efken verandanın korkuluklarına yönelerek telefonda konuşmaya başlamıştı.
Crystal’in evinden çıktığımızda gün beyaza çoktan dönmüştü ama direkt buraya gelmemiştik, mekândaki cesetlerin hallolmasının ardından mekânın yeniden temizlenip eski hâline getirilmesi için birkaç yere uğramış, insanlara emirler yağdırmıştı. Bunlar olurken arabada uyukluyordum ama buna uyuklamak denemezdi; gözümü ne zaman kapasam ya bir doğaüstü ya da bir insan cesedi görmüştüm. Uzun geçen bir günün ardından yeniden karanlık çöküyordu. Karanlıkla beraber cesetler de kafamın içini doldurdu; zihnim bir mezarlığa dönüştü.
Bazen dünya sanki benim etrafımda parçalanıyormuş gibi hissediyordum.
Şimdi de o anlardan birinin içindeydim.
Gümüş gözlü kurdun varlığı çok şey hissettirmesi gerektirse bile hiçbir şey hissettirmedi. İçinde olduğum dünya bana daha karanlık hissettirdi ama içine girdiğim duygular yüzünden aldırmadım. Hatta ben de içine girilmeyecek kadar karanlık oldum. Ruhumun karardığını hissedebiliyordum.
Efken soğuyan eliyle belime dokununca ürpererek ona baktım. “İçeri girmeyecek misin?” diye sordu, sesi mesafeli miydi yoksa sadece durgun muydu anlayamadım. Parmakları bel kavisimden kalçama inince bir an şaşkınlıktan kaskatı kesildim. Dokunuşu tüm zerrelerimi harekete geçirdi ve bunu durduramadım. “Yoksa ben mi sokmalıyım?”
Kalçalarımdaki parmakları aklımın dağılmasına neden olsa da kendimi toparlayabilmem çok uzun sürmedi. Yine de onun dokunuşlarına karşı bu kadar savunmasız ve istekli olmam canımı sıkıyordu. Sanki ona karşı olan zayıflıklarım gün geçtikçe içimde kendimle savaşmama neden olan beni öldürmek isteyen düşmanlara dönüşüyordu.
“Telefondaki kimdi?” diye sorduğum an parmakları yeniden bel kıvrımıma tırmandı. Gözlerini bana dokundurmadan, “Haftaya halledilmesi gereken bir işi halledeceğim,” dedi, sesi sakindi ama ben yırtıcıyı görebiliyordum; kanlı dişleri düşüncelerinin içinde parlıyordu, sessizliğinin sebebi dökecek çok kanı olduğundandı. Bir insan en çok kazanacağını bildiği zaman susardı; sessizlik yavaşça ilerleyen büyük bir darbeydi ve karşısındaki herkese yenilgiyi tattırırdı. Sessizdi. Yenilgiyi tattırmaya hazır olduğunu hissettim. Bir sonraki darbesi yine kimsenin beklemediği bir anda olacaktı, yine beklenmedik bir anda sessizce yaklaştığı düşmanına en büyük pençe darbesini indirecek, zaten güçsüz düşmüş düşmanı yere serip dökülen kanının içinde ilerleyecekti.
“O adamları öldürecek misin?” Soruma verdiği karşılık sessizlikti, yeneceği kişi ben miydim? Sessizliği beni tedirgin etmedi. “Doğru, onları öldüreceğini söylemiştin. Peki nasıl? Kim onlar?”
“Manbel yolumuza taş koymadan önce hallederim,” diyerek geçiştirdi beni. Salona girip bar dolabına doğru ilerledi, arkasından içeri girip omzumu duvara yaslayarak onu izlemeye başladım. Kurt ve öldüreceği adamlar hakkında tek bir kelime etmeden kristal kadehi masaya bıraktı, sonra kadehten vazgeçip viski şişesinin kapağını açarak şişeyi kafasına dikti. Dudaklarının kenarından taşarak keskin çene kemiğine dek inen içkiyi izlemeye devam ettim. Tepkisizliğim gitgide büyüyordu. Sakince, bir sonraki adımını durdurmayacağımı belli eden bir rahatlıkla, “Adamların isimlerini biliyor musun?” diye sordum.
“Akın ve Bülent,” dedi Efken, şişeyi küçük tezgâhın üzerine koydu. “Onları ortadan kaldıracağım.”
“Bunu senin için yapacak karanlık birileri vardır diye düşünmüştüm.”
Bana yakıcı bir alayla bakarken, “Biri öldürülecekse bunu yapan ben olurum,” dedi. “Senden önce olduğum adamı hiç reddetmedim. Benim eli kanlı bir katil olduğumu elbette açıkça söylemesem bile biliyordun, içgüdülerin sana kim olduğumu söyleyip durmuştur eminim. İlk kez kan döktüğümü gördüğünde -ki görmemiştin bile, sadece kanı görmüştün- verdiğin tepkiyi hiç unutmadım, unutmayacağım. Gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığı değildi, zaten olduğuna emin olduğun bir şeyi görmüştün sadece. Şimdi karşıma geçip kirli işlerimi birine yaptırıp yaptırmadığımı sorgulamıyorsundur umarım.”
Uzun uzun yüzüne baktıktan sonra, “Planın ne?” diye sordum, buna cevap vermek yerine şişeyi tekrar dudaklarıyla buluşturdu. “Kurt dışarıda, kim olduğunu biliyorsun, bir sonraki adımından da o adamlar hakkındaki planından da bahsetmiyorsun.”
“Bir şeylerden bahsetmek zorunda mıyım?”
Başımı salladım. “Değilsin.”
Bir an için pişman oldu, bu pişmanlığı gördüm ama artık umurumda değildi. Artık gerçekten umurumda değildi. O kadar yorgundum ki, o kadar ağır şeyler yaşamıştım ki artık sadece derin bir uykuya dalmak istiyordum. Elması arabada unuttuğumu hatırlayınca yavaşça salondan çıkarak dış kapıya yöneldim. Efken’in arkamdan hole çıktığını fark ettim. Keskin bakışları bir sonraki adımımı merak ediyor gibi beni izliyordu. Dış kapının koluna uzandığım an, “Nereye?” diye sordu.
“Elması arabada unuttum. Anahtarları verir misin?”
“Tek başına çıkma,” dedi. “Bekle.”
“Çocuk gibi mi görünüyorum?”
“Bununla ilgisi olmadığını biliyorsun.”
Ona düz düz baktım ama benimle gelmesine engel olmadım. Arabanın arka koltuğundan elmasın olduğu küçük sandığı alıp kafamı kaldırarak ormana doğru baktığımda, Kar Ormanı’nın derinliklerinde çağlayan karanlığın uğultusu sanki içime dolmuş gibiydi. Ürpererek arabanın büyük kapısını kapattım ve Efken’e doğru döndüm. Elleri cebinde benim baktığım yöne doğru bakıyordu.
“Uğultuyu duyuyor musun?” diye sordum sakince.
“Sessizlikten dolayı olsa gerek,” dedi ama gözleri hâlâ karanlıktaydı. Arazinin güneyine sinen koca kurt karların arasında yatmış bizim gibi ormanı izliyordu. Elimdeki sandığa baktığım sırada Efken, “Mutfak penceresine çarpan kargaları hatırlıyor musun?” diye sordu, her geçen gün yeni bir kürek darbesi vurarak derinleştirdiğim zihin çukurumdaki anılar yukarı doğru gelerek bana tutundular. Başımı salladım. “Karga Sarmaşıkları,” diye mırıldandı. “Sen Asreman Yırtığı var olmadan önce de bir enerji yayıyordun. Bunu hissetmiş olmalılar.”
“Karga Sarmaşıklarını nereden biliyorsun?”
“Araştırmadığımı düşünüyor olamazsın.”
“O yırtığın nedeni ikimizdik. Tek başıma enerji yaymadım.”
“Evet, birleşen enerjilerimiz buna neden oldu ama sende bir enerji kaçağı var Medusa.” Gözlerini ormandaki karanlığa çevirdi. “Ve sanırım bu enerji kaçağı etrafımıza çok farklı şeyleri de toplayacak.”
“Anılar tamamen geldiğinde durmaz mı?”
“Bilmiyorum,” dedi. “Belki de gücünü kontrol edemediğin için sızdırıyorsundur. Ya da bu sızıntının sebebi, çok güçlü olduğun içindir.”
“Mustafa’yla bu konu hakkında konuşmalı mıyız?”
“Mustafa şehirde değil,” dediğinde ikinci bir şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. “Sana öylece durmadığımı söylemiştim. Bana bu konuyla ilgili sorular sorma, sadece bekle.”
“Sorular sorma mı? Neyi bekleyeyim? İkinci kez saldırdıklarında aramızdan birilerine bir şeyler olursa ne olacak?”
“Olmayacak.” Bu cümleyi bıçak gibi tüm cevaplarımı keserek kurmuş olsa da onun da kalbinde karanlık bir gölgenin olduğunu, bu gölgenin endişeyi beslediğini, endişenin gitgide büyüyerek onun ruhunu sardığını biliyordum.
Ona neye dayanarak kendinden bu kadar emin konuştuğunu sormak istesem de cevaplarımı kesip biçtiği için sesimi çıkarmadan karanlıktan yükselen uğultuyu dinlemeye devam ettim. Efken’in bakışları bir anlığına kurda kaydığında, sandığı göğsüme bastırarak eve doğru yürümeye başladım. Arkamdan gelmedi, orada kaldı, ne yapacağına bakmadım çünkü gerçekten yorgundum. Üstelik planıyla ilgili hiçbir şey öğrenemediğim için biraz gergin hissediyordum.
Semih’e lanet okuyarak yatak odasına girip lambaderin ışığıyla odayı hafifçe aydınlattım. Yatağın ucuna oturup sandığın kapağını usulca kaldırdığımda ay ışığı pencereden odaya sızmış, zemine dökülerek bir kadının kıvrımlı bedeni gibi yerde uzanmaya başlamıştı. Sandığı açmamla elmasın göz alıcı bir şekilde parlaması bir oldu. Elmasın içine gömülmüş onlarca bana ait yansımayı uzun uzun izledim. Manbel’i elmas ile kalıcı hasarlar vererek yaralayabilmek mümkündü, savaş ânında bu elması sadece bilmecelerini çözüp doğruya gitmem için kullanmak yerine Manbel’i yaralamak için de kullanabilir miydim? Düşüncelere dalmış hâlde elmastaki yansımalarımdan birini izlerken, elmas birden avucumun içinde tıpkı ormandaki uğultuyu anımsatan bir uğultuyla kalp gibi zonklamaya başladı.
“Beni bu sandığa mahkûm ettin, sana yardım etmem mi sandın? Seni o kadar çok bekledim ki, gelmeyeceksin, yenildin sandım.” Bir ninni gibi fısıldadıkları beni ilk andaki kadar sarssa da sakince ona bakmaya devam ettim. İçindeki büyük parçalara düşen yansımalarım bir kalp gibi çarpıyordu. “Ama buradasın, buradasın, buradasın… Benim güzel Kraliçem, sonunda buradasın.”
“Benim söylediklerimi anlayabiliyor musun?” diye sordum, uzun bir sessizlik yaşanınca kendimi bir aptal gibi hissederek sandığı yatağın kenarına bıraktım. “Ne sanıyordum ki? Benimle doğrudan konuşacağını mı?”
“Seni duyabiliyorum.”
İrkilerek yatakta ona doğru döndüğüm an gözlerim yuvalarından çıkarak çarşafa düşecek sanmıştım. O an, tenime dokunan bir rüzgâr olmamasına rağmen, saçlarım o rüzgâra tutunarak uçuşuyormuş gibi hissetmiştim.
“Beni duyuyorsun.”
Bir süre sonunda, “Seni hep duyarım, sen benim sahibimsin,” diye fısıldadı, sesi hâlâ melodikti, ninni gibiydi; hem küçük bir kız çocuğunun hem de yetişkin bir kadının tınısını taşıyordu.
“Bana yardım etmen gerekiyor.”
Ninni gibi bir mırıltının ardından, “Sana her zaman yardım ederim,” dedi.
Benimle hep böyle anlayabileceğim bir dilde konuşmasını dileyerek, “Manbel hakkında ne biliyorsun?” diye sordum, sanki o isim kalbime batıyormuş gibi sessizce fısıldamıştım bu soruyu ama elmas beni duydu. Bir süre sessizliğin içinde öylece durdu. Sanki bu isim onu bile rahatsız etmişti.
“Güneş gökyüzünden devrilir yeryüzüne, yakışıklı ama var büyük yarıklar yüzünde.”
“Bana onunla ilgili kaynaklardakinden daha fazlası lazım. Neler yapabiliyor? Nasıl saldırıyor? Bunları bilmem lazım. Sen hiç yardımcı olmuyorsun.”
“İstiyorsan anlamak dilimi, dinle kalbinin sesini.”
“Güçleriyle ilgili hiç mi bir şey söylemeyeceksin? Anlayabileceğim tek bir şey bile olsa olur. Kaynaklarda geçmeyen, bilmem gereken, onu tehlikeli kılan?”
Ümitle elmasa bakıyordum ama dilini anlayabileceğimi de sanmıyordum. Onu anlaması zordu. Yine de kalbimde kalan son bir damla umutla öylece beklemeye devam ettim.
“Şafakta bir gözü kördür, diğer gözü ateşi bile su gibi görür, bir zinciri vardır ki, her bir halkası cehennemdeki ızdırapla dövülür.”
“Şafakta bir gözü görmüyor.” Oturduğum yerden sıçrayarak kalkıp hızla yatak odasından çıktım. Efken’i hafif açık duran banyo kapısının aralığından gördüğümde kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Lavabonun önünde durmuş, bileğinin iç kısmına bakıyordu. Öyle bir dikkatle bakıyordu ki beni bile fark etmemişti. Kapıyı avucumla itip içeri girmemle bakışları avına pençesini geçiren bir yırtıcı gibi hızla bana döndü. Kolunu indirip gözlerini yüzüme dikerek, “Duş alacaktım,” dedi. “Beni çıplak görmeye bu kadar meraklı olduğunun farkındaydım ama röntgenciliğe soyunduğunu bilmiyordum. Kapı kenarlarında beni mi röntgenliyorsun?”
Kaşlarımı çattım. Onu çıplak görme düşüncesinin heyecanını bastırmak için, “Elmas bana Manbel’in şafakta gözünün birinin kör olduğunu söyledi,” dedim hızlıca.
“Bir tür bilmece olmasın. Altında başka anlam aranması gereken?”
“Hayır, yani sanmıyorum.” Duraksadım. “Değildir bence.”
Efken’in üzerinde kazağının olmadığını şimdi fark ediyordum. Bana doğru dönünce kaslı göğsündeki kas öbeklerinin hareketlerine uyum sağlayarak oynaştığını gördüm. Boynundaki iğne deliğinin etrafı kızarıktı, hafif kabuk bağlamıştı. İğne deliğine bakarken içimde durduramadığım bir acı hissettiğim için gözlerimi kaslı, esmer göğsüne indirdim. Bu da kasıklarıma dikenler batıyormuş gibi hissetmeme neden oldu.
Onu izlemem hoşuna gidiyormuş gibi gözlerini kıstı. “Ne o?” diye sorunca afalladım. “Senin memelerini yaladığım gibi sen de benimkileri mi yalamak istiyorsun?” Duşta olanların soğuk su gibi yüzüme çarpması yüzüme hızla yayılan şoku durduramamama neden oldu. Ona aptal gibi bakmış olmalıyım ki yaşanan karanlık geceye rağmen dudaklarında gizleyemediği ışıltılı bir gülümsemeyle göz kırptı. Bakışlarım gülüşüne takılı kaldı. Artık eşsiz vücudu bile sönüktü. Çünkü gülüşü, karanlık bir gecede gökyüzündeki en parlak yıldızdı.
“Bana öyle şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibi bakmaya devam edersen, seni öyle bir öperim ki dilin yuttuğun yerden çıkıp benim ağzımın içine gelir.” Gözlerinde normal bir insanı rahatsız edebilecek kadar karanlık, iliklerimde hissedeceğim türden güçlü bir ifadeyle bana bakarken, kelimeler yine o mezarlığın içinde kanı kurumuş cesetler gibi çürüyordu. “Kelimelerimle seni tahrik ediyorum, değil mi?” Bunu yalanlayacak hâlde olmamama rağmen kaşlarımı çatarak ona meydan okur gibi baktım. Meydan okumam onu sadece daha da parlak gülümsetti. Yıldızlar gökyüzünde söndü çünkü gece onun teninde, parıltılar gülüşündeydi.
Bana ruhumdaki her uru, her yarayı iyileştirebilirmiş gibi bakıyordu ve tuhaftır ki bunu başarabilen tek insan da oydu. Beni iyileştiriyordu. Belki de bunu daha fazla yaralayabilmek için yapıyordu.
“Asıl konuya geçelim Bayan Gözleriyle Beceren,” dedi ve bana doğru bir adım attı. “Eğer küçük elmasın yine bilmecelerinden birini seninle paylaşmadıysa, Manbel’in şafakta gözünün birinin kör olması çok büyük bir bilgi. Hatta hazine.”
“Evet. Yeterince saldırı ânında kullanabileceğimiz elmasımız olursa ve onu şafak zamanı yanımıza çekebilirsek, her şey istediğimiz gibi gider.”
“Bu cümleler sadece kendini kandıran bir aptalın kuracağı türden cümleler.” Ona düz düz baktım. “Ne? Salak mısın? Adamın bir gözü şafakta kör oluyorsa, sence şafakta karşımıza çıkar mı? Beyni varsa, ki bence çok kapasiteli olmasa da bir beyne sahip, bunu asla yapmaz.”
Haklılığı canımı o kadar sıktı ki, “Daha iyi bir fikrin var ama bana söylemiyorsun,” diye homurdandım. “Mustafa Baba’nın nereye gittiğini de söylemedin zaten.”
“Konuyu nasıl da içini kazıyan, seni meraktan delirten şeylere çeviriyorsun,” dedi eğlendiğini belli ederek. “Onu gece kendimize çekip şafağa kadar oyalayabilirsek, işte o zaman kumar masasına zengin oturup züğürt kalkar.”
“Şafağa kadar içimizden geçerlerse?”
“Kaç kişi olduklarını nereden biliyorsun?”
“Semih onlarla ve o bir omega,” dedim beni dehşete düşürmesi gereken bir cümleyi çok kolaymış gibi rahatlıkla kurarak. “Yanında başka Gümüş Pençeler varsa ne yapacağız? Ya yanına bir Mar bile alabilirse? Ya da en kötü ihtimal, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz türlerle gelirse? O zaman sayılarının bile bir anlamı olmaz. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir türle nasıl savaşırız?”
“Semih’in belasını siktirme bana şimdi. Salak orospu çocuklarının isimleri ağzına hiç yakışmıyor, tekrarı olmasın.” Ona bir andavala bakıyor gibi baktığımda omuz silkerek lavabonun aynasına doğru döndü. Yakışıklı suratını izlemeye başladı. Haklıydı. Ben de uzun uzun o suratı izlemek istiyordum. “Semih her ne sikim olursa olsun savaşacak kapasitede değil. Özellikle beni geçmişimden vurmuşken karşıma yeniden çıkacaksa bu Manbel ile birlikteyken olmayacak, yalnızken olacak. Çünkü onunla özel olarak ilgilenmemi isteyecek. Birilerinin eteğinde o kadar çok yaşadı ki, artık kendisini kanıtlamak için yalnız ilerlemek istiyor.”
“Yalnız ilerlemek istiyor ama seni gammazlayıp o salak iblisle iş birliği yaptı. Neden? Sadece seni gammazlayabilirdi.”
“Ben de bunu anlayamadım zaten,” dedi gergin bir sesle.
“İş birliği yaptıysa savaşa da gelir.”
“Gelmeyecek. Böyle hissetmiyorum. Bir gün bir savaş için gelse bile o savaş bu savaş olmayacak. Onun başka bir derdi var. Bu kez tek derdi ben değilmişim gibi geliyor.” O kadar uzun ve dalgın bir şekilde kendini izledi ki yeni bir soru soracak cesareti kendimde bulamadım.
“Elmastan daha fazlasını almaya çalış.”
Başımı salladım. Dalıp gittiğimi fark etmiş olacak ki bana doğru döndü, kaşlarının çatık olduğunu gördüm. Gözlerimin içine baktı ve “Berbattı, biliyorum,” dedi yavaşça. “Yaşadıklarının, yaşayacaklarının, tüm bu yaşananların izlerini ruhundan nasıl silerim bilmiyorum.” Sokakta ırmak gibi akan gecenin içime dolduğunu hissettim. Kalbimde geceyarısıydı. Kalbimdeki karanlığı görüyormuş gibi elini bana doğru uzatınca bir adım geri çekilerek ondan kaçındım. Bu onu afallattı.
“Bana şefkat gösterme,” diye fısıldadım. “Nasır bağlamaya başladığım sırada beni şefkatinle ödüllendirme, yeniden o karanlığa girdiğimde içimde sadece kararlılık olsun istiyorum, senin beni yatıştıran cümlelerin değil.”
“Ben o karanlığın içinde seni yatıştırmak için değil, seninle sırt sırta verip karanlıkta savaşmak için olacağım. Amacım seni yatıştırmak değil. Başta öyleydi, evet, sana iyi davrandım çünkü iyiliği görmeye ihtiyacı olan küçük bir kız çocuğu gibiydin. Karanlık senin için çok hızlı geldi ve seni korumanın tek yolu sana iyilik yapmaktı. Senin karşında melek olduğumu hiç iddia etmedim ama bir süre senden şeytanı sakladım. Başta gördüğün adam sana ecelin gibi hissettirdi, sonrasında o ecel seni öptü ve seni sardı, sana iyilikleri daima veremeyeceğini bilse de iyi hissettirmek istedi. Hissettirdi mi bilmiyorum ama hissettirebildiyse, inan hissettirirken içinde kalan son iyi parçaları da senin sayende keşfetti. Seni yatıştırmaya çalışmıyorum Medusa. Artık yapmıyorum. Artık sadece içimden geldiği gibi davranıyorum.”
“Bana iyi davrandın,” dedim fısıldayarak. “Bu benim yaralandığımı fark edip yaralarımı sarmaya çalıştığın için miydi?”
“Bunu bana tekrarlattırma.”
“En başta senin korkunç bir adam olduğunu düşünüyordum. Beni mahvedeceğine emindim. Senden korkuyordum.” Bu cümleler onu hasta ediyormuş gibi kilitlenmiş bir çeneyle beni izledi. “Sonra birden… aniden… bana diğerlerine davranmadığın gibi davranmaya başladın. Hatta bir süre sonra bu davranışların içinde sana bulaşmış bir hastalık gibi büyüdü. Diğerlerine bile biraz olsun iyi davranmaya başladın.” Seğiren çenesiyle beni dinliyordu. Yorum yapmadı. Ben de bundan güç bularak konuşmama kaldığım yerden devam ettim. “Bunların hepsi sadece benim için miydi? İçinde bulunduğum durum yüzünden kendimi kötü hissettiğim için mi?”
“Sadece senin içindi,” dedi dürüstçe. “En başından beri.”
Duygular kalbimin üzerine öyle fazla yığıldı ki gözlerimi kaçırmasaydım bir sonraki hamlem ne olurdu tahmin dahi edemiyordum. Efken sıcak parmaklarıyla çenemi tutup yüzümü kendine doğru çevirirken nabzımın derimin altında derimi dalgalandırarak hızlandığını hissettim.
“Özür dilerim,” dedi tüm içtenliğiyle. Zaman onun özrüyle beraber akmayı bırakıp ikimiz arasında donmuş bir nehre döndü. “Ellerimdeki kanı görmek zorunda kaldığın için. Bana rağmen benim kollarımda uykuya daldığın için. Bana rağmen bana sığındığın için. Gözünün önünde bir insanı öldürmek zorunda kaldığım için. Sana hırsız dediğim için, sana başta tam bir piç kurusu gibi davrandığım için, gözlerinden akan yaşlara sebep olduğum için, geldiğin ilk gün titremene neden olacak türden bir korkuyu sana yaşattığım için… En çok da bu adam olduğum için özür dilerim. Daha iyi bir adam olmak isterdim.” Yan tarafımızdaki lavabo aynasına düşen yansımalarımız da bizim kadar hüzünlü görünüyor muydu? “Savaşmak zorunda olduğun bir geleceğin varken sana karmaşık hissettiren değil, sana huzurlu hissettiren. Başını göğsüne yaslayıp ona sığındığında yarın sana nasıl davranacağını düşünüp dalıp gitmediğin. Peşinde onunla gelen bir karanlık olduğu için sana bir isim veremeyen değil, sana dilediğin tüm isimleri hiç düşünmeden verebilen bir adam olmak isterdim.”
“Sen bana huzurlu hissettiriyorsun ve hiçbir zaman göğsüne başımı yaslayıp sana sığındığımda ertesi gün bana kötü davranacağını düşünmedim.” Başımı iki yana salladım. “Karşıma geçip sanki anlattığın adam değilmişsin gibi konuşamazsın. Sen bunu bana yapamazsın.”
“Asale…”
“Kâbuslarında sığındığın bana benzeyen o kadın olduğumu sanıyorsun, bu bile senin içinde hâlâ küçük bir oğlan çocuğunun kalbinin attığını kanıtlamaya yeter.” Gözlerim birden yaşlarla dolunca Efken şoka girmiş gibi elini yüzüme uzattı ama bir adım daha geri doğru kaçarak, “Dokunma,” diye fısıldadım. “Sen zaten iyi bir adamsın. İyi adamlar da kötü şeyler yapar.”
“Yapar mı?”
“Yapmaz mı?” diye sordum, gözlerimden sicimle akan yaşlar onu gerçekten dehşete düşürmüşe benziyordu.
“Sana huzurlu hissettiriyorum, ertesi günü düşünmüyorsun. Bu ikisine tamam. Ya diğerleri?” diye sordu acımasızca. “Diğerlerinden bahsedemiyorsun bile çünkü aksini savunamazsın. Gerçeği değiştiremezsin.”
“Tüm bunları beni daha çok ağlatmak için mi söylüyorsun?” diye inledim acıyla. Bana neler oluyordu? Durdurulamayan, gittikçe daha da artan çok şiddetli bir çaresizlik ve acı hissediyordum. Haykırarak bunu ona söylemek istesem de yapamadım, sadece ağladım.
“Yapma,” diye fısıldadı ne yapacağını bilmez hâlde. “Ağlaman içimi sikiyor. Bunu bana yapma.”
“Yaparım,” dedim. “Sen bana bunu yapıyorsun.”
“Sana acı mı veriyorum?”
“Böyle hissettiriyorsun,” dedim ama nasıl hissettirdiğini betimleyemedim. İçimde bir savaş vardı ve o savaşı durduramadım ama o savaşa teslim de olmadım.
“Nasıl hissettiriyorum?”
“Böyle işte.”
“Senin ağlarken bana hissettirdiğin gibi mi?”
Duymaktan korksam da duyduğumda iyi hissettiren bu soru cümlesi, gözyaşlarımın dinmesine neden oldu. Ona tıpkı şu an hissettiğim gibi hissettiriyor olma ihtimalim aslında düşünüldüğünde kötü ve acı verici geliyordu ama o an bunu ondan duyduğumda içimde tarif edilemez bir mutluluk yeşermişti. Birden kollarının arasına hızlıca girip ona sıkı sıkı sarıldım. Beklemediği bu hareketim onu başta bir taş gibi hareketsiz hâle getirse de sonunda bedeni gevşeyince büyük kollarıyla beni sıkıca sardı.
“O adamların yanına tek gitmeni istemiyorum.” Neden bu kadar duygusal hissettiğimi içten içe merak ederken dudaklarımdan dökülen cümle bu olmuştu.
Derin bir nefes vererek, “Bunu yapamam,” dedi, sesi sertti, ona karşı koymamı istemiyordu ama kollarının arasında ağladığım için beni kırmaktan da korkuyor gibiydi. Derin nefes egzersizlerinin ardından kendini sakinleştirerek, “Seni o çakal inine sokamam,” diye devam etti.
“Doğaüstü şeylerle dövüştüm,” diye mırıldandım.
“Hiçbirinin kurşun yağdıran silahları yoktu.”
“Yaram iyileşiyor hemen.”
“Seni vurulurken göreceğime boğazıma gümüşten mermiler doldursunlar.”
“Böyle şeyler söylemeye devam edersen arabanın bagajına gizlenip seninle ölüme bile gelirim, ayağını denk al,” diye homurdandım yüzümü göğsüne bastırarak.
“Bak sen… Sen sümüklerini göğsüme mi siliyorsun bakayım?”
“Komik değil.”
“Islaklık hissediyorum.”
“Seninle geleceğim,” diye bastırdım.
“Medusa.”
“İstersen bana bağır çağır, inan hiç umurumda değil. Ben de seninle geleceğim. Başına dert olacağımdan değil, yanında olmak istediğimden.” Bana daha sıkı sarılarak cümlelerimi bastırmaya çalıştı ama bunun işe yaramayacağını biliyordu. Söylediklerim onu etkilesin istemiyordum ama yine de onu nasıl etkilediğimi görmek istiyordum. Kafamı hafifçe kaldırıp çenemi çıplak göğsüne yasladığımda gözlerini küçük bir açıyla bana doğru indirdi. Bakışlarının ciddileştiğini görünce onu biraz bile etkileyemediğimi düşündüm ama o, “Peki,” dedi. “Sözümden çıkmayacaksın. Tamam mı?”
“Denerim.”
“Medusa.”
“Tamam,” diye mırıldandım.
“Hadi gidip elmasınla oyna.”
“Çocuk muyum ben?” diye söylenerek geri çekildiğimde kollarımı tutup beni kendine doğru geri çekti. Sıcak teni bu kez daha farklı hissettirdi. İçimi yakıp kavuran bir duygunun adım sesleri kasıklarımdan kalbime yükseliyordu. Kasıklarımdaki canavarın kalbime yaklaştığını hissettim. Gözlerimde bir anlam karmaşasıyla ona bakakaldım.
“Yetişkin olduğunu kanıtlamak istersen yardımcı olabilirim,” dedi muzip bir sesle ama alaydan çok teninin altında benim için ilerleyen ateşlere aitti sanki bu kelimeler.
“Çok beklersin,” diye fısıldayarak ondan ayrılıp yavaşça banyodan çıktım. Hole ilk adımımı attığımda omzumun üzerinden ona doğru baktım ve beni tutkulu gözlerle süzdüğünü görmek kanımın damarlarımın içinde uğuldamasına neden oldu. Göğüs kafesimin içinde tutsak olan kalbim kaçış planları kuruyor gibi sessizce çarpıyordu.
O gecenin sabahında kanamam başlamıştı. Kanamamın başladığını Efken’e söylerken hiç çekinmedim ama o ne yapacağını anlamaya çalışırken afallamış görünüyordu. Şiddetli kasık ağrısı yüzünden tüm günümü yatakta geçirmiştim. Ara sıra tabletteki çizim programını açıp bir şeyler karalasam da genel olarak kâbusların uğrayıp beni kan ter içinde bıraktığı kısa uykulara dalmıştım. Kanamam biraz geciktiği için normalden daha şiddetli bir ağrı çekiyordum ama o kadar hâlsizdim ki hissettiğim ağrının üzerinde durmadım bile. Efken’in market alışverişinden döndüğünde holde söylenerek yürüdüğünü hatırlıyorum.
“Bu amına koyduğumun kurdu neden beni dikizleyip duruyor? Röntgenci gibi,” diye homurdanarak mutfağa yürümüştü, onu duymadığımı sansa da yastığa sarılmış hâlde attığı adımlara bile dikkat kesilerek onu dinlemiştim. Mutfakta bir şeyleri devirdiğini duyduğumda da “Sapık pezevenk izleme beni!” diye bağırmıştı. Bunu pencerenin önüne giderek söylediğine emindim.
Gece hissettiğim duygusal yoğunluğun sebebi kendini bu şekilde gösteriyordu. Regl öncesi her kadın kadar ben de duyguların her türlüsünü uç noktalarda yaşıyordum. Bir an öfkeden kafayı yiyorken, bir an öylesine bir sebepten gözyaşlarına boğulduğum çok olurdu.
Elmasım bana hiçbir şey söylemedi. Hatta sessizliğe gömüldü. Biraz kapris yaptım, yine cevap vermedi. Ben de daha fazla diretmedim ve en uç noktalarda yaşadığım duygularımı da alıp kendimi battaniyenin altına gömdüm. Efken odaya girdiğinde akşam oluyordu, lambaderin ışığını açtığını hissettim ama battaniyenin altında kalmaya devam ettim.
“Kendini rulo yapma sebebin ağrının olması mı?” diye sorarken sesinde merak ve endişe vardı.
“Benimle muhatap olma,” dedim sakince.
“Neden ki?”
“Şu an hem gergin hem de duygusal hissediyorum.”
“Yani beni suçsuz yere azarlayıp sonra da seni ben azarlamışım gibi ağlamaya mı başlayacaksın?” diye sordu saf saf.
“Evet de bunu nereden biliyorsun?” Kafamı battaniyeden dışarı çıkarıp tüm bedenim hâlâ battaniyenin altındayken ona dağılmış saçlarımın arasından baktım. Görüntüm onu şaşırttı, kaşlarını indirip kaldırdı ama başka tepki vermedi. “Birlikte olduğun kadınların regl dönemlerini onların başında nöbet tutarak mı geçiriyordun?”
“Ne?” Kaşlarını çattı. “Ne alakası var kızım? Genç bir kız büyüttüm ben. Ondan biliyorum.”
“Hı.”
“Deli mi ne,” diyerek odanın çıkışına doğru ilerledi. “Kirpi gibi diken atıyor, manyağa bak. Geri gir battaniyenin içine.”
“Sensin be deli,” diye çemkirdim. “Hayvanat.”
“Kızım ne yaptım şimdi?”
“Sus dınkof, daha nasıl konuşması gerektiğini bilmeyen bir mağara ayısısın.”
“Ulan şimdi ne yaptım?”
“Bilmem, suçlu hissettiğine göre bir şey yaptın. Ne yaptın?”
Bana tuhaf tuhaf bakıp, “Deli,” dedi sakince.
“Sus.” Homurdanarak battaniyenin içine geri girdim.
“Medusa, bu kurt gitmiyor,” deyince püfledim.
“O zaman gidip onunla konuş Efken. Savaşta bize yardım edeceği için yanımızda kalması daha iyi olmaz mı?”
“Ne konuşacağım? Havlayacak mıyım beni anlasın diye?”
“Şu anda da pek konuşuyor sayılmazsın, havlıyorsun.”
“Ağır oluyor ama.”
“Ne yapayım?” diye sordum ona kötü kötü bakarak.
“Az önce tuvalete girerken tedirgin oldum tuvaletin camından da beni izler mi diye. Ayağa kalkınca uzun oluyordur o pezevenk, ya izlerse beni? Her an gözü bende.”
“Çikolata aldın mı?” diye sordum onun komik korkularını umursamadan.
“Al demedin ki?”
“Demem mi gerekiyordu?”
“Evet.”
“Demem gerekiyordu yani?”
“Evet?”
“Ha yani demeliydim?”
“Medusa, iyi geceler.” Efken kapıyı hızla kapatarak gözden kaybolunca yastığı kapıya fırlattım.
“Sana iyi olmasın geceler inşallah Efken!”
Battaniyenin içine gömülürken homurdanmaya devam ediyordum ama hiç aldırış etmedi. Birkaç saat sonra kapının yeniden açıldığını duyduğumda artık daha sakin hissediyordum. Anlamsız kaprisler puslu ruh hâlimin üzerinden dağılan sis gibi dağılıp kaybolmuştu.
“Puding yaptım,” dedi sakince, ardından komodinin üzerine bir şey bıraktığını hissedip sadece gözlerimi ve burnumu battaniyenin içinden çıkararak ona baktım. Gözlerimi yüzünde dolaştırdım. Bakışlarım komodine kaydı. Komodinin üzerinde bir kâse puding görünce afalladım, puding kâsesinin yanında ambalajı çıkarılmamış bir telefon kutusu vardı. “Markete çıktığımda senin için bir telefon satın aldım.”
“Telefon mu?” Gözlerimi kırpıştırdım. “Puding mi yaptın?”
“Evet.” Soğuk bakışlarını puding kâsesine çevirdi. “Annem hep bundan yapardı.”
İçim hüzünle kasılırken, “Tatlıyla aran yoktur diye düşünmüştüm,” diye mırıldandım.
“Annem yaparken vardı, annemden sonra aramız bozuldu.” Bir cümle bir insanın içine bir bina gibi yıkılabilir miydi? Cümlesi benim içime yıkılmıştı.
“Aranız bozuk ama benim için yaptın, öyle mi?”
“Evet. Markete de malzemeleri almak için gitmiştim. Bir de senin için gerekli olanları aldım.” Onu marketin içinde elinde bir market arabasıyla benim için bir şeyler satın alırken düşününce içimi sızlatan ayrıntılara rağmen gülümsemeden duramadım. Gözleri gülüşüme takıldı.
“Yapma,” diye fısıldayınca kaşlarım çatıldı. “Sigara paketim salonda kaldı.”
“Anlamadım?”
“Boş ver.” Puding kâsesini işaret etti. “Yesene.”
“Parmağımla mı?” diye sordum muzip bir sesle. “Kaşık getirmemişsin.”
“İstersen benim parmaklarımı kullanabilirsin.”
Yanaklarım ısındı. “Adisin.”
“Dilini parmaklarımın etrafında hissetmek güzel olurdu.”
“Parmaklarının mı?” diye sordum kısık sesle.
“Siktir,” diye hırlayınca kalbim yerinden hopladı ve sorum ortada bir deprem etkisi yaratırken hızla odanın çıkışına yönelerek, “Kaşık getireyim,” dedi.
“Telefon için teşekkür ederim.”
“Teşekkür et diye almadım, sana her an ulaşabilmek için aldım. O yüzden teşekkür etme.” Kapıyı açıp yavaşça çıkarken, “Kutunun yanında hat da var, takarsın telefona,” dedi anlayışlı bir sesle.
Efken odadan çıktığında son model cep telefonunu kutusundan çıkarıp hattı telefonun iğnesiyle telefonun içine yerleştirmiş, açılış ekranını izlerken gülümsemeye devam etmiştim. Birkaç günüm burada, yatağın içinde geçti ve bu bana hem ruhsal hem de fiziksel olarak iyi geldi. Regl günlerim aşırı agresif ve biraz duygusal geçtiği için Efken’i yanımda istemedim, hatta bazen kendimi bile yataktan atasım geldi. O da bana yardımcı olabilmek adına durmadan sıcak su torbamdaki suyu yenileyip bir ihtiyacım olup olmadığını öğrenmek için ona hiç uymayacak şekilde kapıyı çalarak odaya gelip durdu. Efken’e tekrar puding için yalvarsam da aldırış etmemişti, açık konuşmak gerekirse şu ana dek yediğim en lezzetli tatlıydı ama bunun sebebi onu Efken’in yapmış olması mıydı yoksa gerçekten lezzetli olması mıydı bilmiyordum.
Efken hâlâ harekete geçmemişti ama geçeceğini biliyordum. Birkaç kez çaresizlik içinde babamın ezbere bildiğim telefon numarasına ait rakamları ekrana girmiş, telesekreterin, “Sisteme kayıtlı böyle bir numara bulunmamaktadır,” diyerek beni bilgilendirdiği o küçük kısmı ezberlediğim için telesekreter ile aynı anda seslendirmiştim. Sonunda dinç bir şekilde yataktan çıktığımda Crystal diğerleri ile birlikte eğitime başladığına dair bir mesaj bırakmıştı telefonuma. Telefon numaramı açık eden bendim. Efken’den Crystal’in telefon numarasını isteyip onu arayarak yanındakilerle son durumun ne olduğunu sormuştum.
Efken’in davetsiz misafiri hâlâ buralardaydı. Genç erkek vücudunun içinde değil, koca canavar vücudunun içinde Efken’i dikizleyip duruyordu.
Saçımda kalın bir örgüyle karın kaslarımı daha işlevli hâle getirmek için mekik çektiğim sırada sehpanın üzerinde titreyen telefonumu fark edip ağır nefesler vererek yavaşça yere uzandım ve bir süre sakince tavanı izledikten sonra elimi sehpaya doğru uzattım. Telefon sessizliğe gömülmüş, çok geçmeden yeniden titremeye başlamıştı. Hattın diğer ucundan Yaren’in, “Mahinev!” diye bağırmasıyla birden doğrulup bağdaş kurarak oturdum, içimde körüklenen panik, çığlığının hemen arkasından, “Seni özledim,” diye mırlamasıyla sakinliğe kavuştu. “Başımda ızbandutlar var. Abim resmen kapıma koruma dikmiş. O kadar sıkılıyorum ki.”
“Yakında eve döneceksin,” dediğimde aniden çöken sessizliğin nedeninin bu cümlenin ona hissettirdiği tedirginlik olduğunu biliyordum. “Halledeceğiz.”
“Hangi birini?” diye sordu, birden haklılığı kafesten çıkmış bir aslanın üzerime sinmiş kan kokusunu alması gibi hırçınlaşarak üzerime saldırdı; o haklılığın keskin dişlerini tenimde hissettim ama ona karşı koyup onu durdurmak için çabalamadım. Beni parçalamasına izin verdim. “Yanınızda değilim, size yardım edemediğim gibi bir de üzerine başınızı belaya sokuyorum. O gün dikkatinizi dağıttım ve bedelini hem sen hem de abim ödedi. Sizi yaraladılar.”
“İkimiz de iyiyiz.”
“Sadece fiziksel olarak iyisiniz, ruhsal durumunuzun ne olduğunu tahmin bile edemem. İşe yaramaz hissediyorum ve bunu durduramıyorum. Eğer burada uslu uslu oturup abimin sözünü dinliyorsam, bu hissettiğim utanç ve suçluluk duygusundan. Yaran nasıl oldu?”
“Sandığından daha hızlı iyileştim.”
“Çok havalı,” dedi gülerek ama bu gülüşün içinde tüm tatsız duyguları sakladığını da biliyordum, o yüzden çok üzerinde durmamaya çalıştım. Muhtemelen o da ne hissettiğini tahmin ettiğimi iyi biliyordu. İkimiz de birbirimizi irdelemedik.
“İbrahim ile konuşuyor musunuz?”
“Evet, hep arıyor beni,” dedi derin bir nefes alarak.
“Efken’in onu öldürmeyeceğini bilseydi yanına da gelirdi.”
“Gelmez,” dedi, gülümsediğini hissedebiliyordum. “Birinin onu takip etme ihtimalini düşünür, yerimin bulunmasını istemediği için gelmez. Yani yine kendini değil, beni düşündüğünden…”
“Aranızdaki bağ çok güzel,” diye fısıldadım, Nigin hakkında hiçbir şey bilmiyordu, öğrendiğinde ne tepki vereceğini tahmin edemiyordum çünkü bir süredir bir arada olsak da onu hâlâ tam olarak çözüp tanıyabilmiş değildim.
“Değil mi? Ben hep okuduğum romanlardaki, izlediğim filmlerdeki çiftleri biz gibi düşünüyorum. Bir gün onu böyle seveceğim hiç aklıma gelmezdi.” Bir an sustu, açıkça bunu söylemiş olması onu utandırmış gibiydi. “Her neyse,” diye mırıldanarak konuyu değiştirmeye çalıştı. “Sesini duymak iyi geldi. Beni son durumlardan haberdar edin lütfen. Burada elim kolum bağlı oturmak inan ki çok zor ama uslu duracağım. İyi olun.”
Telefonu kapatıp sehpanın üzerine bırakırken onu olup bitenler yüzünden evinden uzaklaştırıp âdeta sürgün etmiş olmamızın suçluluğu içimi kasıp kavurdu. Dış kapının açılıp kapandığını duyunca kısa sporcu atletimin arasından karnıma kadar akan teri küçük bir havluyla silerek yattığım yerden kalktım ve havluyu omzuma atıp hole doğru çıktım. Gelenler İbrahim ve Efken’di, Efken’in yüzünde kemik bir sertlik, İbrahim’in yüzündeyse uykusuzluğun kondurduğu renkler vardı. İkisinin de ellerinde markaların amblemlerini taşıyan büyük torbalar tuttuklarını gördüm. Efken, İbrahim’i almak için evden çıkarken kurt hâlâ arazide nöbette olduğu için beni evde tek bırakabilmişti. Belli etmese de kurda güveniyordu. Belki de aralarında çoktan Crystal ve benim aramda oluştuğu gibi bir düğüm oluşmaya başlamıştı.
İbrahim yorgun argın bir hâlde, “Bu gece sen de mi Efken’le gidiyorsun?” diye sorunca, başta bu soruyu algılayamadığım için ona bakakaldım.
“Nereye?”
“Kumara.”
Efken, İbrahim’e, “Yemin ederim, sana karşı ufacık şakam yok, öyle bir çakarım ki yerde fotokopin çıkar,” dedi sertçe. “Ben sana söz hakkı verdim mi dalyarak?”
“Kumar derken?” Efken’e tek kaşımı kaldırarak baktım. “Ne olduğunu söyleyecek misin Karaduman?”
“Bu gece özel bir kumarhaneye gidiyoruz,” dedi Efken, torbaları yere bıraktı. “Bunları senin için özel olarak seçtirdim.”
“Evet, ultra mini elbisesi ve inci beyazı dişleriyle Efken’e gülümseyen kız bu kıyafetleri senin için özel olarak seçti,” dedi İbrahim, Efken’e yan yan bakarak. Efken ona bir kez daha vuracaktı ki, “Açarım ağzımı, yumarım gözümü!” diye çemkirdi İbrahim. “A dostlar diye bağırırım burada, kızın platin sarısı saçlarını savura savura sana nasıl yeşil gözlerinin altından çipil çipil baktığını tek tek, bir bir anlatırım toprağıma.” Bana baktı. “Merak etme, elimi belime koyup ‘Hanım hanım, onun bir Nigin’i var’ dediğimde, kız gülümseyerek bizden uzaklaştı. Bence çok bozuldu. Nigin’i de nişan sanmış zaten, kasadakiler Efken’in nişanlı olduğunu konuşuyordu. Aman neyse, ha Nigin ha nişan, sıra ona da gelir anam.”
“Bence kızı kıskanan sensin,” dediğimde elini göğsüne götürüp yaşlı bir kadın gibi kınayan gözlerle yüzüme baktı.
“İnanamıyorum, ben orada kulemizi koruyayım, yaklaşan düşmanı denize dökeyim, senin ettiğin laflara bak.”
“Kumarhane nereden çıktı?” diyerek gözlerimi Efken’e çevirdim. İbrahim’e son sabrı da parçalara ayrılmış gibi öfkeli gözlerle bakıyordu ama ona baktığımı fark edince bana doğru dönüp derin bir nefes aldı.
“Akın ve Bülent o kumarhanenin demirbaşlarından.”
Kafamın içindeki derin karanlığın uluduğunu hissettim. Son birkaç gündür kötü olan her şeyi kafamdan öyle bir silmiştim ki şimdi karanlık birdenbire daha fazla bastırınca kendimi daha afallamış hissetmiştim.
“Kumarhaneye elini kolunu sallayarak girebileceksin yani?”
“İstersem cehenneme bile elimi kolumu sallayarak girerim,” dedi gözlerini yüzüme dikerek.
“Sen zaten oradasın,” dediğimde kaşlarını kaldırdı.
“Bak sen. Küçük çenen bugün ek mesai yapıyor herhâlde.” Torbaları işaret etti. “İçlerinde birkaç parça var, sen zevkine göre seçersin,” dedi ve İbrahim’e, “Sen artık git,” diye homurdandı.
“Ben de gelseydim?”
“Yok, gidip biraz daha bıçakla çalış.”
“Kendimi şef programlarındaki sırf komik diye tezgâhın önüne koyulan hayatsız, hayatında hiç yemek yapmamış, sadece üçüncü sınıf esprileri yapan bir insan gibi hissediyorum, yeter bütün gün bıçaklarla oynadığım,” diye isyan etti İbrahim. “Gelmemi istemediğine emin misin? Ceyhun’u da istememişsin. Adamlarına söyleseydin en azından.”
“Oraya ne kadar kalabalık gidersek o kadar ilgi çekeriz. Ki biliyorsun, ben adım attığım her yerde ilgiyi kolayca üzerime çekecek ışıltıya sahibim.” Efken gerinerek yanımdan geçerken İbrahim onun kalçalarına uzun uzun baktı ve “Bilmez miyim,” diye iç çekti.
“Son uyarım İbrahim, inan hiç üşenmem ve yedi sekiz sokak nefes bile aldırmadan, dinlenmene kısacık bir anlığına bile olsa izin vermeden kovalarım seni. Yakalamak çok basit, bilerek yakalamam, sırf yorulup pestilin çıksın da önüme kendin seril diye. Dövülmüş etin tadı bir başka olur. Seni o yorgunlukla öyle bir döverim ki bütün sinirlerim iki şişe sakinleştiriciyi damardan vermişler gibi yatışır. Anlaşılmayan bir kısım var mı?”
“İnanır mısın hiç yok, benim de zaten işim başımdan aşkındı. Daha gidip bıçaklarımı biletecektim.”
“Hadi oradan kalaycı,” diye söylendi Efken. “Medusa, sen hazırlanmaya başla. Detayları konuşuruz.”
Çatık kaşlarla ona baktım ama bana bakmadan banyoya girip kapıyı kapattı. Suyun açılıp zemine düşerken çıkardığı şakırtı etrafı sarana kadar süren sessizliğimiz, İbrahim’in, “Ah, tenine dokunan su bile zemzem olup akıyordur şimdi cennet derelerine,” deyince, “Çarpılacaksın dınkof,” diye söylendim.
İbrahim bir anda ciddiyete bürünerek, “Mahinev,” deyince sessizce ona baktım, içimde uğursuz bir his yılan gibi sürünmeye başlamıştı. Sanki göğüs kafesimden sarkıyor, birkaç düğümün ardından usulca karnıma doğru iniyordu. “Efken sana benimle ilgili bir şeyler anlattı mı?”
İbrahim’in gözlerine bakarken duruşum ne kadar güçlü ve kendimden emin olsa da yaşananları hesaba kattığımızda aslında bu duruşun arkasında yıkılmak üzere olan bir insan olduğunu görebilirdi.
“Hayır,” dedim dürüstçe, maskelerim yoktu, ona tüm gerçekliğimle bakıyordum. “Ne olduğunu merak ediyorsun, değil mi?”
“Araştırdım ama bir sonuç elde edemedim.” Gözleri bir garip bakıyordu, sanki asıl maskesini kenara bırakan oydu. Şimdi gerçek İbrahim’i görüyordum. Düşüncelere dalıp gitmiş, güçlü gözlerini tek bir noktaya sabitleyen ve neler olacağıyla ilgili tahminleri olmadığı için yönünü kaybetmiş sakin bir adam… Tuhaftı ama gerçek İbrahim böyle biriydi. Ela gözlerini kaldırıp bana bakınca gözlerinin gerisinde parıldayan endişeleri gördüm. “Kötü bir şey değilimdir, değil mi?”
Ona tapınakta olanları anlatırsam kendini nasıl hissedeceğini bildiğimden, “Değilsin,” diye mırıldanmakla yetindim.
“Bir yanım sanki her şeyin farkında, bir yanımsa kendine o kadar kör ve sağır ki, dudaklarımdan çıkan kelimeleri bile duymuyorum, aynaya baktığımda olduğum kişiyi görmüyorum. Koca bir karanlık. Sadece bu var. Bir süredir kafamı çevirip baktığım yerde sadece karanlık var ve ben yalnızca karanlığın sesini duyuyorum.”
“Belki de artık kafandaki anılara teslim olma zamanın geliyordur İbrahim.”
“Nasıl teslim olacağımı bile bilmiyorum ki.” Derin bir nefes aldı. “Yaren’i görmedikçe deliriyorum, aramızda çok bir mesafe olmadığını bağ üzerinden anlamam mümkün. Bir de…”
“Bir de?”
“Bağ zamanla kendini geliştirdi. Yani ona bağlandıktan bir süre sonra onu sevmeye başladığımda, bağ kendine yeni bir özellik ekledi.”
“Nedir o?” diye sordum merakla, içim tuhaf bir his tarafından çekiştiriliyormuş gibi hissediyordum.
“İlk başta Yaren’e ait sesler geldi,” dedi dalgın bir sesle. “Onu sevdiğimi fark ettiğim zamanlardı. Nigin bir anda boyut atlayarak bir yeni özellikle daha içimdeki yerini genişletti. Bir süre sonunda Yaren’in o an hissettiği şeyleri hissetmeye başladım. Öfkeyse öfke, korkuysa korku, mutluluksa mutluluk. Her an olmuyordu, duygularının en yoğun olduğu anlarda oluyordu. Geçen zamanla beraber özellik kendini daha da geliştirdi ve artık onu görebilmeye başladım. Anlık parçalar hâlinde, küçük kesitler gibi, uzun değil, sadece nerede olduğunu görebiliyorum. O an kırmızıya boyalı bir odadaysa ve o odada televizyon açıksa bunları görebiliyorum mesela.”
“Bu Nigin ile değil, aranızdaki aşkla mı ilgili?”
“Öyle olduğunu düşünüyorum. Nigin aşk ile ilgili değil ama sonradan getirdiği özelliklerin tamamen duygularla ilgisi olduğuna eminim.”
“Yaren’e bir şey olmuyor mu? Yani seni görmüyor mu?”
“Nigin Bağı’nı bilmediği için göremiyor olmalı, yani aramızdaki bağdan bihaber, o yüzden özellikler onun için devreye girmiyor sanırım.”
Bir gün Efken ile böyle bir özelliğimiz olur mu diye düşünürken birden bunun sebebinin aşk olduğu gerçeği önüme çıkarak düşüncelerimi bıçaklarından geçirmeye başladı. Kafamın içinde savaş çıkaran düşüncelerden kaçmak için hızla konuyu başka bir yöne çevirdim.
“Şu kumarhane işi, ne kadar güvenli?”
“Eğer çok güvensiz olsaydı seni oraya götürmezdi. Seni kendine güvenmediği bir yere götürmektense kendi kafasına sıkar.”
“O her zaman kendine güvenir.”
“Yani tabii bu da var. Yine de Efken eline bir zar alıyorsa, her zaman o zarı avuçlarının içinden bırakmadan önce elinin üzerine bir şans öpücüğü kondurur. Merak etme, ne yaptığını biliyordur.”
“Sen nereye gideceksin?”
“Ulaş’ın yanına gideceğim, elmastan ok yapabilmenin yolunu arıyor, sanırım önce soygun yapmamız gerekecek…” Komik bir sırıtışla yüzüme baktı. “Yalnız şey… Dışarıdaki şeyin evcil bir Karabaş olmadığını, bir kurt olduğunu umarım biliyorsunuzdur. Elbette çok yardımları dokunmuş olabilir kendisinin ama on metre ilerisinden bile yalnız başıma geçme cesaretin var mı diye sorsan, cevap olarak direkt bayılırım, hiç uzatmadan, hemen.”
Cansız bir şekilde gülümsedim. İbrahim keyfimin yerinde olmadığını anladı, bu yüzden şakayı daha fazla uzatmadı. “Bu kadar takma kafana. Efken her zaman bir yolunu bulur,” dedi, sesinde şefkat vardı. Ona girdiğim karanlık yolun beni ne kadar tükettiğinden bahsedemedim. Ama onun içimdeki karanlığın gitgide daha da büyüyerek ruhumu sardığını bildiğini biliyordum. Gözlerine baktığınızda size anladığını hissettiren insanlara uzun cümleler kurmak zorunda olmazdınız.
Efken duştan çıktığında ben yatak odasındaydım. İbrahim’in gittiğini duydum ama odadan çıkmadım. İçinde alınan yeni kıyafetlerin olduğu torbaları yatağın üzerine boşaltmıştım. Kendimi dış dünyaya kapatarak akşam için doğru olan kıyafeti bulmaya çalışıyordum. Çok mu çekici olmalıydım? Bunun için kırmızı, süper mini, dar bir elbise vardı. Daha ağır mı görünmeliydim? Bunun için de siyah, hem kadınsı hem de maskülen görünen bir takım vardı. Pudra rengi dar elbiseye bakarken onunla kendimi bağdaştıramadım. Bana asla uymuyordu. Bakışlarım siyah cropa çevrildi. İplerinden anladığım kadarıyla karna bağlanan modellerdendi. Kumaş İspanyol paça pantolon dikkatimi çekti. İkisi bir aradayken güzel görünebilirdi. Sonunda ne giyeceğime karar verdim ve elbise dolabından bir havlu alıp odadan çıktım.
Ben hole çıktığımda Efken yalnızca kalçalarını örten lacivert bir havluyla holdeki aynanın karşısında tıraş olduğu için pürüzsüz görünen yüzüne avuçlarının içine aldığı tıraş kolonyasını sürüyordu. Koku o kadar keskindi ki tüm duyularımı harekete geçirdi. Zaten güzel olan yüzü tıraş edildiği için tüm kemiklerini ortaya sermiş, daha da mucizevi bir görüntüye bürünmüştü.
Beni fark edince elleri yüzünde asılı hâlde bana omzunun üzerinden baktı. Bir an için onu olduğundan daha genç gördüm. Kaşlarını kaldırarak, “Hoşuna giden bir şey varsa söyle, yiyecek gibi bakıyorsun. Yoksa karnın mı acıktı?” diye sordu muzip bir sesle.
“Kumarhane meselesinden bana neden bahsetmedin?”
Bir an duraksadı. “Şimdi söyledim ya işte,” dedi ifadesiz bir sesle.
“Sen söylemedin, İbrahim söyledi.”
“O boşboğazlı benden önce davranmasaydı zaten ben söyleyecektim,” dedi, sesi sertti. “Alınganlık etmenin zamanı değil Medusa. Benimle gelmeyi isteyen sendin. Şimdi bana bunun kaprisini yapma.”
Ona öfkeyle baksam da hiçbir şey söylemedim, havluyu göğsüme yasladım, boş bakışlarımı yere indirdim ve sessizce banyoya girdim. Arkamdan gelip kırdığı kalbi yeniden tamir etmemesi için kapıyı kilitledim. Çünkü kalbim o kadar aptaldı ki, onu kırıp parçalasa bile yine onun için atıyordu. Kendime ettiğim bu itiraf bir an için mideme krampların saplanmasına neden oldu. Su benden bedenimdeki kiri alıp götürürken kafamın içini kirleten onunla ilgili düşünceleri de alıp götürsün istedim. Ama biliyordum ki tanrı bile onu kafamın içinden silemezdi.
Duştan çıkıp odaya döndüğümde bedeninden söküp çıkardığı havluyu tekli koltuğun üzerinde buruşturulup fırlatılmış bir şekilde buldum. Yatağa serilmiş, etiketi üzerinde elbiselerin hemen yanında ona ait birkaç gömlek vardı. Parfümünün kokusu geçmişin içinden kafasını kaldırıp beni izlemeye başlamış bir canavar gibi içimi yakıp kavurdu. Neler olacağını bilmeden, koca bir bilinmezlikle önce gür, yoğun saçlarımı havluyla kuruladım. Sonra üzerimde yalnızca iç çamaşırları varken aynanın önüne geçtim ve saçlarımı uzun uzun fırçaladım. Kafamın içi düşüncelerle yandığı için saçlarım bile kolayca kuruyacaktı, buna emindim.
Crop ve pantolonu giydikten sonra tahmin ettiğim gibi olan cropun iplerini çapraz gelecek şekilde iki kez belime dolayarak bağladım. Pantolon bel kısmından boldu ama kalçalarıma tam oturmuştu. Sanki bana ait tüm ölçüleri avucunun içindeymişim gibi biliyordu. Bilekten bağlamalı, bilek kısmında gümüş rengi zirkon taşlar olan ince topuklu ayakkabıyı siyah ojelerin renklendirdiği ayaklarıma geçirdim. Portföy çanta tıpkı takımım gibi siyahtı. Zincirleri ise ayakkabımdaki taşlar gibi gümüş rengindeydi. Fötr şapkanın kumaşı pantolonun kumaşıyla aynıydı, bu şapkayı torbaların birinin dibinde bulmuştum ve bence gizlenmek için en doğru seçimdi. Gözlerimi boş bıraktım ve dudaklarımı bordaya boyadım. Gözlerimi boş bıraktım çünkü onlar zaten duygularla doluydu. Olabildiğince geri planda kalırlarsa belki duygularımı saklayabilirim sandım. Oysa hislerim, aldığım her nefeste daha da çoğalarak ruhuma eziyet ediyordu; gözlerim ise gördüğüm bu işkencenin en büyük şahidiydi.
Efken odanın kapısını açınca irkildim ve ona doğru dönüp baktım; gözlerim hâlâ boş bakıyordu. Ve o, kendini o boşlukta eminim ki idam edilirken görüyordu. Cansız bakan gözlerimle onu baştan aşağı süzdüm. Siyah boğazlı bir kazak, siyah kumaş pantolon, bordo blazer ceket ve siyah mokasen ayakkabılarıyla gittiği yere ateşi de beraberinde götürdüğünü âdeta ilan ediyordu. Saçlarını arkaya doğru taramıştı. Tıraş losyonunun ve parfümünün kokusu birbirine karışmış, biraz da alkol kokusuyla yeni bir fırtına yaratmıştı. Ceketinin cebinde siyah bir mendil vardı. Gözlerim gözleriyle buluştuğunda, “İyi görünüyorsun,” dedim.
“Daha iyi görünen bir şey görmek istiyorsan aynaya bak.” Gözlerinde tutkuya ait yükselen dev dalgalarla beni tepeden tırnağa süzdüğünde, içinde bana karşı durduramadığı o isteği parmaklarımın ucuna alıp onunla bir çocukla oynar gibi oynamak istedim.
“Gözlerindeki beğeniye baktığımda aynaya bakma gereği duymuyorum. Teşekkür ederim Karaduman, ara sıra tıpkı bir insan gibi iltifat edebildiğin için.”
Kaşlarını havaya kaldırıp, dudağına yamuk bir tebessüm ekleyerek, “Bak sen şu yılana, seni kızdırdım mı?” diye sordu, burnumdan sert bir nefes vererek alayla güldüm ama bu gülümseme yaklaşan kıyametin ilk nefes sesiydi.
“Bu gece oraya gideceğiz ama ben ne yapmam gerektiğini bile bilmiyorum. Kim olarak götüreceksin beni oraya? Neyin olarak? Sana eşlik eden tek gecelik yatak arkadaşın olarak mı? Yoksa benim için daha başka planların var mı? Seni suçlamıyorum. Sadece ne olacağını önceden bilseydim kendimi gireceğim role hazırlardım. Amacım sana köstek olmak değil. Ama dokunduğun her şeyi mahvetmek zorunda değilsin. Bir an için benim için her şeyi yapabilecekken bir an sonra beni çiğneyip geçemezsin. Bilmem gerekirdi Efken. Son anda değil, biraz öncesinde bilmem gerekirdi.”
Efken ne diyeceğini bilemiyor gibi bakıyordu, sanki aynada kendini izliyordu. Hayır, aslında yaratmaya başladığı canavarı izliyordu. Ve bu canavar bir an onun için her şeyi yapabilecekken bir an sonra onu parçalara ayırabilirdi.
“Şimdi oraya neyin olarak gideceğimi söyle,” dedim sertçe.
“Karım olarak.”
Şaşkınlığımı gizleyemedim. Kelimeler dilimin altında boğulurken, bakışlarım hissettiğim şaşkınlığı da kırgınlığı da açık etti ve Efken hepsini gördü. Tam bir şey söylemek için ağzımı açacak hâle gelmişken elini pantolonunun cebine götürdü ve cebinden kırmızı bir kutu çıkardı. Bana hissettirdikleri canını sıkmış gibiydi ama konuşmadı. Kelimelerim canını yakmış gibiydi ama bana yine cevap vermedi. Sadece kırmızı kutuyu açtı ve yan yana biri diğerinden küçük olan iki alyansın yansıması gözümü aldı. Alyanslar beyaz altındandı, sadeydiler. Algılarıma infilak etmek üzere olan bir bomba düşmüştü ve ben o bombanın yaydığı sisin içinde önümü bile göremiyor gibi hissediyordum. Efken bana doğru bir adım attı.
“Böyle hissettirmek istemezdim. Her şeyi halledene kadar canını sıkmak istemedim. Şimdi her şeyi hallettim ve karşındayım.” Gözlerimin içine bakıyordu, tam içine. “Ve seni oraya herhangi biri olarak değil, karım olarak götüreceğim.”
Bazen bazı anlar gelir, duygular sahipsizdir.
Kalp bile kendi var ettiği hisleri görmezden gelir; zamanın içinde durdurulamayan her kalp atışı biraz yetimdir. O an, o konuşuyordu ve benim kalp atışlarım yetimdi.
Durdurulamayan zaman beraberinde duyguları ve kaosu getirir.
Zamanı durduramıyordum ve duygularım arttıkça kaosun üzerine karanlık bastırıyordu.
Alyansa o kadar uzun süre baktım ki sonunda, “Bu fikre sıcak bakmıyorsan söyle,” dedi. “Bunun yerine sevgiliymişiz gibi davranırım.”
“Hayır, sıcak bakmıyor değilim.” Ona doğru bir adım attım. Ne söylemem gerektiğini bilmediğim için bir ona, bir elinde tuttuğu alyans kutusuna baktıktan sonra, “Neden karın olarak?” diye sordum. “Beni öylesine takıldığın bir kadın olarak göstermen senin açından daha kolay olmaz mıydı?”
“Belki,” dedi omuz silkerek. “Ama sen öylesine bir kadın değilsin. Hiç olmadın.”
Gözlerimi alyansa indirirken tek kelime edemedim. O da ısrarcı değildi zaten, konu kapansın istiyor gibi bir hâli vardı.
“İsmin Azra,” dedi, şaşırarak ona baktım. Bana ilk isim verişi değildi ama normal bir ismi üzerime ilk giydirişiydi. “Benim de ismim Baran. Azra ve Baran Yılmaz. Güneydeki bir safaride tanıştık, geçen yıl evlendik. Tanıştıktan birkaç ay sonra nikâh masasındaydık. Yirmi altı yaşındasın, ben de otuz. Diş hekimisin, mükemmel bir gülüşün olduğu için bu saçma olmazdı. Ben de özel bir şirkette çalışıyorum, genel müdürüm, oraya sadece kumar oynamak için gidiyoruz, normalde Kızıl Yaka’da yaşıyoruz ama sık sık Varta’dan ayrılıp başka şehirlere de seyahat ediyoruz.” Onu can kulağıyla dinlediğim esnada küçük alyansı alarak, “Parmağını uzat,” dedi.
“Bir kumar masasında bu kadar çok detay bilmek isteyecekler mi?” diye sordum, sesim tedirgindi, titreyen elimi ona doğru uzattığım sırada elime baktı, neden titrediğini düşünüyor olmalıydı; titremesinin nedeni kesinlikle korku değildi. Sadece alyansa bakarken biraz tuhaf hissetmeye başlamıştım.
“Sana ait her şeyi bilmeden seni paranın su gibi aktığı bir masaya oturtmazlar.”
Yüzüğü parmağıma takınca bir an suspus olup birbirimizin gözlerine daldık.
Elimi sanki ateş tenimi dağlıyormuş gibi hızlıca geri çekerek parmağımdaki alyansa uzun uzun baktım. Beyaz altından halka parmağıma aitmiş gibi doğrudan parmağıma yerleşmiş, tam olmuştu. Efken diğer alyansı da kendi parmağına takınca bakışlarım parmaklarındaki boşluklarda takılıp kaldı. Gümüş yüzüklerinin hepsini çıkarmış, sol yüzük parmağına bir alyans geçirmişti; diğer eşi bende olan bir alyans… Sahte de olsa içime dolan bu hissin sebebi neydi?
“Telefonunu yanından ayırma.” Başımı salladım. Cebinden bu kez sapı gümüşten bir çakı çıkarınca gözlerim irileşti. Çakıya hafif bastırmasıyla parlayan bıçak öne doğru fırtına gibi fırladı. Bir adım geri çekilerek ona bakakaldım. “Bu çakı da çantanda olsun.”
“Çok zorda kalırsam orayı yakarım,” dedim dehşet içinde. Bir an bu söylediğime aval aval baktı, sonra yüzü hafif bir tebessümle aydınlandı. Yakacağımı biliyor gibi bakıyordu ama ben nasıl yakacağımı bilmiyordum. Alevleri çağırınca gelirler miydi? Zor anlarımda beni kuşatan o alevlerin benim direktiflerime uyup uymayacağını merak ediyordum.
Efken iki ince bıçağı kabzalarından çıkarırken daha da gerildiğimi hissettim.
“Elbette istediğinde orayı yakabilirsin ama her ne kadar kumarda tonlarca para kazanıp kaybediyor olsalar da oradakilerin hepsi insan,” dedi. “Benim için orayı yakman hiç sorun değil ama biliyorum ki senin için sorun olurdu.” Haklıydı ama yorum yapmadım. Yavaşça önümde diz çökünce, yanaklarıma hızla toplanan kanın tenime bıraktığı kızıllığı görmemesini dileyerek gözlerimi ona doğru indirdim. Gözlerini kaldırarak bana baktığı sırada onun da aklından geçenlerin ne olduğunu biliyordum. Nabzımın derimin altında bir yaratık gibi ilerlediğini hissettim. O yaratığın ölümcül yüzgeci derimi dalgalandırıyordu. Bıçaklardan birini topuklu ayakkabımın birinin topuk kısmından tabanına doğru itti ve bıçak topuklu ayakkabımın tabanına tam oturdu. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Diğer bıçağı da aynı şekilde diğer topuklu ayakkabıma yerleştirip doğrulunca yüzlerimiz bir araya geldi ve sertçe yutkundum.
“Seni oraya kapıma düşen küçük kız ya da Azra Yılmaz olarak değil, bu hayattaki tek zaafım olarak götürüyorum,” dedi, nefesi tenimin üzerinden rüzgâr gibi kayıp gidiyordu. “O yüzden kendine dikkat etmek zorundasın. Dikkat etmeni rica etmiyorum, dikkat etmeni emrediyorum.”
Evden çıkarken omuzlarımın üzerine attığım ayak bileklerime kadar uzanan siyah palto, içinde kumarhanenin olduğu tesise gelene kadar omuzlarımda kalmaya devam etti. Yolda Efken neler yapacağımızı anlattı. Her bir planın üzerinden zihnime mıhlanmasını istediğini apaçık ortaya seren bir tınıyla geçti. Plan konuşurken basit geliyordu ama hayata geçirirken birçok noktadan defalarca kez tıkanacağımızı biliyordum.
Oraya onun karısı olarak gidiyordum, parmağımda bir eşinin de onun parmağında olduğunu bildiğim bir alyans vardı. Kalbim de ruhum da ateş hattındaydı. Hislerim o kadar yoğun ve ağırdı ki bana yolumu kaybettiriyordu.
Tesis iki katlı ve oldukça uzundu, lüks bir gece mekânıyla birleşiyordu ama gece mekânının başlayıp bittiği noktadan sonra bina derin bir karanlığa gömülüyordu. İşte o karanlıkta asıl suçlar gizleniyordu, en derin günahlar o karanlığın içinde yaşam sürüyordu. Eğlence mekânının kapısında ellerimiz birleşmiş, parmaklarımız birbirimizin parmaklarına endişeli yılanlar gibi dolanmış hâlde içeri alınacağımız ânı bekliyordum. Yüzümde soğuk, gözlerimde kendini beğenmiş bir ifade vardı. Dokunulmaz görünüyordum, ruhum buz tutmuş duvarların arkasında saklanan bir mücevhermiş ve o mücevher Efken’in parmaklarında ışıldamaya başlamış gibiydi. Dışarıdan bakan biri parayı, gücü, güzelliği ve soğuğu görüyordu. Mahinev Demir’i değil, Azra Yılmaz’ı görüyorlardı. İki adamın birleşiminden oluşmuş gibi görünen iri badigartın siyah gözlüklerinin arkasından beni izlediğini fark ettiğimde o soğuk bakışlar daha da kesinleşti, adama tek kaşımı kaldırarak baktım. Efken’in parmaklarının parmaklarıma bıraktığı baskı paniği siliyordu, şu an hiç olmadığım kadar soğukkanlıydım.
Efken, “Baran Yılmaz,” dedi, ardından başını bana doğru çevirdi. “Ve Azra Yılmaz. Rezervasyonumuz önceden yapılmıştı.”
Adam tuttuğu konuk listesini kavrayan nasırlı parmaklarıyla birkaç kâğıt çevirdikten sonra listedeki isimleri inceledi. Baran Yılmaz’ın nereye konuk olduğunu görmüş olacak ki yüzüne onu pişmiş kelleye benzeten bir sırıtış eklendi. “Baran Bey, buyurun lütfen,” dedi.
“Azra Hanım da diyecektin herhâlde. Yalnız değilim gördüğün gibi, eşim de yanımda.” Efken’in dikenli sesi adamı afallattı, arkamızda uzayıp giden sıradan beklemekten sıkıldığını açık eden homurtular yükseliyordu.
“A-affedersiniz,” dedi adam. “Üzgünüm Azra Hanım, kalabalık insanı epey yoruyor. Sizi şöyle alayım lütfen.”
Adama cevap vermeden çenemi diktim. Adam bu hâlimle ilgili içinden nasıl küfürler savurmuştu kim bilirdi ama umursamadım, dışarıya çizdiğim o buzdan heykelin daha da ışıltılı ve soğuk olması için elimden geleni ardıma koymadım. Mekâna süzüldüğümüzde yukarıda dönerek etrafı aydınlatan dev spotun içinden üzerimize çullanan ışık gözlerimi aldı. Kirpik diplerimde ışığın getirisi bir ağrıyla Efken’in elini daha sıkı tutarak, “Aklıma o geri zekâlıların mekânı getirdikleri hâl geliyor,” diye homurdandım.
“Birkaç güne kalmaz mekân yine eskisi gibi olur. Buna takılma,” dedi Efken, sesi gergindi. “Üst katta daha basit kâğıt oyunları oynanıyor, alt katta ciddi paraların döndüğü oyunlar. Bildiğim kadarıyla slot oyunları da üst katta.” Derin bir nefes aldı. “Daha önce hiç poker oynadın mı?”
“Elbette oynamadım,” dedim etrafıma göz gezdirirken.
“Her neyse, bunu ben halledeceğim. İlk kez görüyor gibi davranma yeterli.”
İki takım elbiseli adamın dans pistinin kalabalığını yararak bize doğru ilerlediğini fark ettim. Bir tanesinin parmağı kulağının içindeki beyaz kulaklığa baskı uyguluyor, dudakları müziğin içine gömdüğü kelimeler için aralanıyordu; diğer adamın güneş gözlüklerinin altından kalabalığı teftiş ettiğini fark ettim. Gerginliğimi azaltmak için tam yanımdan geçen garsonun elinde tuttuğu servis tepsisinden bir kokteyl alarak adama, “Teşekkürler,” dediğimde, garson şaşkınlığını gizleyemeden bana baktı. Kokteylden bir yudum almamla uzun bardağın içindeki kokteylin yüzde seksenlik kısmını votkanın oluşturduğunu anlamam bir oldu.
Efken’i birden kendime doğru çevirmemle adamların gözlerinin bize döndüğünü hissettim ve “Öp beni,” dedim gözlerinin içine bakarak. Adamların kalabalıktan çıkıp bizden yaklaşık bir metre ileride durduğunu göz ucuyla da olsa görebiliyordum. Aynı anda Efken’in göz bebeklerinin içinden bir havai fişek gibi fırlayarak tüm harelerini kaplayan tutkunun renklerini de görebiliyordum. Alyansın olduğu elini yüzüme uzatıp çenemi kavrayınca kalp atışlarım o kadar hızlandı ki müziğin sesi bile kalp atışlarımın arkasında kalarak boğuldu; şu an duyabildiğim tek şey nabzımın ve kalbimin sesiydi.
Elimdeki kokteyl bardağını ikimizin arasına gelecek şekilde göğsümün hizasına getirdim ve Efken beni öpmek için yüzüme doğru eğilirken yüzüne çarpan kızıl ışıkların tenine gömülen ölümü açığa çıkarışını izledim. Dudaklarımız birbirinin eksenine girdiğinde bu bir plan olmaktan çıkarak en gerçekçi isteğe dönüştü. Dudaklarını dudaklarıma yerleştirdi, beni ruhumun haritası onun ellerinin arasındaymış, benim tüm yollarımı ezberlemiş gibi derin bir şekilde öpmeye başladı. Mantığım kayıp düşmeye çok yakındı, her an parçalara ayrılabilir gibi eğreti duruyordu. Öpüşmemiz öyle çok derinleşti ki adamların gözlerini bizden geriye çekerek kalabalığa çevirdiklerini hissettim ama geri çekilmedim, o da geri çekilmedi; ışıklar üzerimize sağanak gibi yağarken öpüşmeye devam ettik.
Dudaklarımız ayrılırken gözlerimi gözlerinden ayırmadan, “Efken,” dedim. “Sanırım adamları atlattık.”
Gözlerini kıstı. “Birini atlatmamıza gerek yoktu, sadece beni öpmek istiyordun.”
“Beni öpen sendin.”
“Öpmemi sen söyledin.”
Geri çekilip kokteyl bardağını ona doğru uzattım. “Tadı bok gibi,” diyerek bardağı eline kakaladıktan sonra dans pistinin ışıklarından uzak olan duvar kenarına gidip, duvar kenarından ilerleyerek karanlık bir koridora girdim. Efken arkamdan geliyordu. Elinde bir kokteyl bardağı olmadığını fark ettim. Kimin eline tutuşturduğunu merak ederek ona doğru döndüğümde bakışları karanlığı kontrol ediyordu. Nihayet gözleri bana çarpınca bakışlarındaki keskinlik yerini daha sakin bir ifadeye bıraktı.
“Şimdi nereye gideceğiz?” diye sordum merakla.
Efken çenesiyle ileride, koridorun sonunda bize doğru hafifçe çarpan sarı ışığı işaret ederek, “Oraya,” dedi.
“Peki.”
“Şimdi elimi tut,” diyerek bana büyük elini uzatınca, bakışlarım eline kaydı ve duraksayarak yeniden ona doğru baktım. “Ne? Karım değil misin?”
“Değilim,” diye homurdandım.
“İstersen olamayacağın bir şey değil.”
Bir an ona öyle büyük bir dehşetle baktım ki dudaklarının kenarına gömdüğü o gülümseme bile bakışlarımın gözlerinden kopmasına yetmedi. Bana doğru bir adım attı. Adrenalin tüm noktalarıma binlerce bıçak şeklinde saplanmış durumdaydı. Elini bir kedi gibi uysallaşarak tuttuğum anda dudaklarındaki gülümseme zafere dönüştü.
“Benimle evlenmek istediğini bilseydim, buraya gelmeden önce arabayı bir evlendirme dairesine sürerdim.” Parmaklarımız birbirine geçti. “Ve o evlendirme dairesinden içeri soyadın Demir olarak girer, Karaduman olarak çıkardın.”
“Evlilikten bu kadar rahat bir şekilde bahsetmen çok tuhaf.”
“Değil mi?” diye sordu, bu ona bile yabancı gelen bir durummuş gibi iç çekti. “Ben de senden öncesine kadar evliliğin yasal olarak sevişmeye verilen izin olduğunu düşünürdüm.” Birden elimde olmadan güldüm, gülüşüme baktı, o kadar uzun baktı ki sanki gülümsememde bir şeyler görmüştü.
“Ne?” diye sordum.
“Öyle gülmesene.”
“Ne? Neden?”
“İçim gidiyor. Hem sigara paketimi de yanıma almadım.”
Artık bana karşı daha açık olacağını hissedebiliyordum, artık daha önce parçaladığı ve etrafa savurduğu her parçamı elleriyle toplayıp, o parçalar onun ellerini kanatırken sadece yanımda olacağını biliyordum. Yine de bir yanım, tüm bu yaşananlara, geçmişimize, benimle beraber dönüştüğü insana rağmen durmam için çığlıklar atıyor, kendime verdiğim bu zarardan memnun olmadığını tırnaklarını düşüncelerime geçirip düşüncelerimi yırtarak belirtiyordu. Bir yanım Efken’den korkuyordu çünkü onun özüne bulaşmış kanı biliyordu; öteki yanımsa benim de çoktan kana bulandığımı düşünüyor ve beni daha da karanlığa ilerleyebilecek cesarete sahip olduğuma inandırmaya çalışıyordu. Ben ise bu iki taraf arasında araftaydım. Bir tarafım cenneti vadediyorken diğer taraf cehennemdi ve ben cehennemi izlerken araftan çıkarsam seçeceğim tarafın neresi olduğunu artık çok iyi biliyordum.
Elimi tutarak beni ışığın sızdığı geniş, çift kanatlı kapıya kadar getirdi. Kapının iki kanadını da birbirine görüntü olarak tıpatıp benzeyen, aynı smokinleri giymiş iki adam aynı anda açarak kumarhaneyi bize sundular. İçerisi altın rengi bir ışıkla aydınlanmıştı, bu sıcak görüntünün esas amacının kurbanlarına kendilerini evlerinde gibi hissettirmek olduğunu biliyordum. Kumarbazlar için sarı ışık kullanıyorlardı, bu sarı ışık sıcaklığı ve evi temsil ediyordu; evinde olduğunu hisseden herkes evi için kesenin ağzını açardı.
Smokinli adamlar bize gülümseyerek kapıların kanatlarını yavaşça kapattılar. Efken elimi bana her şeyin yolunda olduğunu hissettirmek istiyormuş gibi sıktı, ben de onun parmaklarına baskı uyguladım. Poker ve rulet masaları birbiri ardınca sıralanmıştı. Bir masa rulet masasıyken diğer masa poker masasıydı; poker masaları daha oval, rulet masaları dikdörtgen şeklindeydi. Masalarda oturan profesyonel oldukları oturuş tarzları ve jilet gibi takım elbiselerinden bile belli olan kumarbazların bakışları oyundan ayrılmadı ama birkaç acemi meraklı gözlerle gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışarak bize doğru döndü. Casinonun içi pahalı tıraş kolonyası, özel üretim parfüm kokuları ve sigara kokuyordu. Bir an için zaman dondu ve gözlerim zamanla beraber donan tüm bedenlerde gezindi. Düşmanlarımızı aradım. Ama hiçbirinin nasıl göründüğünü bilmiyordum.
Kırmızı takımlı adam, “İyi akşamlar,” diyerek bize yaklaştı, beyaz eldivenlerin sakladığı ellerini bir üçgen oluşturacak şekilde hafifçe birleştirdi. “Baran Bey ve eşi Azra Hanım, değil mi? Kapıdakilerin kusuruna bakmayın lütfen.”
Karşısındaki adam zengin olduğu için yağ yaptığı belliydi. Aslında yalan değildi, Efken burayı satın alabilecek kadar varlıklı olmalıydı ama kimliği sahteydi; o olduğunu sandıkları kişi değildi, Baran değildi. Efken Karaduman’dı ve buranın demirbaşlarının sonunu getirmek için gelmişti.
“Sizi şu masaya alayım. Bence bu gece kesinlikle şanslı olacağınız bir gece.” Adam elini açıp dudaklarını gizleyerek Efken’e doğru eğildi. “Bu gece çok büyük paralar dönecek burada. Çoğu da oldukça amatör. Duyduğum kadarıyla bu konuda oldukça profesyonel biriymişsiniz. Kesinlikle eğleneceğiniz bir gece olacak.”
“Size bunu Faruk Bey mi söyledi?”
“Evet, zaten geleceğinizi bildiren de Faruk Bey’di. Şeref verdiniz efendim.” Adam bana baktı, gülümsedi; yaşlı ve zayıf bir adamdı, gözleri zekâyla parlıyordu. Yolunacak tavuğu gördüğü an tanıdığı o kadar aşikârdı ki. Yine de bu gece şanslı gecesi olduğu söylenemezdi çünkü bu tavuk yolunmak için değil, kan dökmek için gelmişti.
Bizi aldıkları masa kalabalıktı. Biri orta yaşlarda bir iş adamıydı, batmak üzere olduğu gevşettiği kravatından ve alnını kaplayan ter damlacıklarından anlaşılıyordu; onun için zorlu geçen bir geceydi, bu geceden ya batarak ya yeniden doğarak çıkacaktı ama görünüşe bakılırsa teknesi çoktan su almaya başlamıştı. Bir diğeri göbekli, saçının ortası olmayan, yeşil gözleriyle insanlara paçavra gibi bakarak emirler yağdıran sığırın tekiydi, durmadan dol ver diyordu ve pota para koyarak insanları sıkıştırdığını sanıyordu. Sandığının aksine temiz bir şekilde yolunuyordu.
Efken’e bakan kısa saçlı, genç adam kartların dağıtılmasını beklerken evliliğimiz hakkında birkaç soru sordu. O an, masada oturan adamlardan birinin oyuncu değil, sadece bilgi toplayarak kumarbazların çetelesini tutan bir departman görevlisi olduğunu anladım. “Kerizler hakkında bilgi toplama departmanı,” diye söylendi zehirli sesin sahibi, bir süredir onunla iletişimde olmadığımız için kafamın içinde ona ait bir ses duymak beni şaşırtsa da yüzümdeki buzlar erimedi.
Adamlardan biri, “Bu gece şeytanı yanımda getirdim beyler,” diyerek sırıtmıştı ama gecenin galibi belliydi.
Efken, “Ne derseniz deyin beyler, siz şeytanı yanınızda getirmiş olabilirsiniz ama ben sevgilimi getirdim ve kazandım,” dedi ve uzanıp dudaklarını yanağıma bastırdı, ardından poker çiplerini güçlü kollarını bir kürek gibi kullanarak önüne çekip adamlara sırıtarak baktı. “Var mı şeytanını sevgilimin karşısına çıkarmak isteyen başka birisi?”
Şişman olan, “Sikeyim böyle işi,” diyerek masadan kalktı ama diğerleri daha sakindi, yüzlerinde kaybettikleri tonlarca paranın getirdiği bir durgunlukla Efken’i, yani eşim Baran’ı tebrik ederek masadan birer birer ayrıldılar. Kalıp savaşmak isteyen oldu ama savaş çok uzun sürmedi. Efken’in eli pratikti, zekâsı masanın üzerindeki çiplerle dalga geçiyordu; çok geçmeden masaya koyduğu paranın beş, belki de altı katını kazanmıştı. Bu da Akın ve Bülent’in elbette ilgisini çekecekti. Masadan bu kadar çok parayla kalkan adamı elbette tanımak, hatta kazandıklarını ondan hileyle geri almak isteyeceklerdi. Efken’in planının tıkır tıkır işlediğini az önceki yeleği kırmızı olan takımın içindeki yaşlı adam sinsi bir sırıtışla bize doğru yaklaşmaya başladığında anladım.
“Baran Bey, beni hiç şaşırtmadınız. Bu gece şeytanınız iyi çalıştı.”
“Şeytana ihtiyacım yok. Şeytan benim, şansım da eşim,” dedi Efken kolunu oturduğum koltuğun sırt kısmına atarak adama gülümserken. Gülümseyişinde karanlık birçok anlam gizliydi ama adam hiçbirini göremedi.
“Size muazzam bir teklifim var.” Efken kaşlarını kaldırıp masadaki viski kadehine doğru eğildi, buzların içinde çarpıştığı kadehi eline alıp viskisinden bir yudum alırken, “Seni dinliyorum,” dedi, ben de soğuk gözlerimle ona eşlik ediyordum.
Adam beyaz eldivenli ellerini bir insanın kanını içmeye hazırlanan sivrisineğin elleri gibi birbirine yaklaştırıp ovalarken, “Özel bir odamız var,” dedi. “Sadece sizin gibi şeytanın bacağını kırıp şeytanın eline vermiş üyeleri alıyoruz. Üstelik şu ana dek tek seferde o odaya hak kazanan kimse olmamıştı.” Adam gözlerini Efken’in yüzünde dolaştırıp Efken’in nabzını ölçmeye çalıştı. “İnanın Baran Bey, kazancınızı ona, yüze, bine katlayabilirsiniz. Tabii ki bu odaya girmek için kazancınızın yüzde ikilik kısmını casino ile paylaşmanız gerekecek ama… Siz öyle şanslısınız ki, eminim yüzde ikilik kısım size çerez parası gibi gelecektir. Bir ilk olmak istemez misiniz? İlk geceden özel odaya girmeye hak kazanan tek müşteri…”
Tıpkı Efken ile konuştuğumuz gibi mızıkçılık yapma zamanım geldiğinde, “Hayır,” dedim soğuk bir sesle. Elimi usulca Efken’in omzuna koyup, “Baran, sadece bir oyun demiştin ama bir sürü oyun oynadın. Gidip bir şeyler içmek, sonra da otele dönüp SPA’da biraz zaman geçirmek istiyorum. Lütfen gidebilir miyiz?”
“Masaj istiyorsan bunu bana söylemen yeterliydi, SPA falan, gereksiz şeyler,” dedi Efken çapkın bir gülümsemeyle. İnsanların içinde flört etmemiz mideme kramplar girmesine neden olsa da soğuk bir şekilde kaşlarımı kaldırıp Azra rolüne büründüm.
“Kelime oyunları yaparak beni kandıracağını mı sanıyorsun Baran Yılmaz?”
“Azra Hanım,” dedi adam bu kez namlusunu bana doğrultarak. Bunağa dik dik baktım. “Emin olun Baran Bey bu şansla bu gecenin kralı olarak ayrılacak buradan.”
“Baran’ın buradan gelecek paraya ihtiyacı var sanıyorsun herhâlde,” dedim adama, kibirli ve soğuk gözlerimi yaşlı suratına sabitlemiştim. Adam yolunacak kazın yanındaki kadının sinir bozucu bir cadı olduğunu anlamış olacak ki bir an bana cins cins baktı ama kaşlarımı kaldırıp başımı sol tarafıma doğru yatırarak ona tehditkâr gözlerle baktığımda hemen gülümsedi.
“Öyle demek istemedim, elbette yoktur,” dedi. “Ama daha fazlasını kim istemez ki?”
“Daha fazlasını koyabileceğimiz kadar büyük bir banka olsaydı, belki isteyebilirdik.” Adama buzdan mızrağımı fırlattıktan sonra Efken’e döndüm. “Sadece bir el daha. Buranın varoş havası beni boğdu.”
Adam eğer normal şartlarda karşılaşmış olsaydık beni boğacakmış gibi gülümsedi; gülümsemesi o kadar samimiyetsizdi ki ona düz düz baktığımda gülümsemesi bir balon gibi söndü. “Sizi şöyle alayım Baran Bey,” dedi Efken’e bakarak. Efken’in bana nasıl katlandığını sorgular gibi bir hâli vardı. Hatta yolmak için sabırsızlandığı o kaza üzülmeye başladığını bile hissetmiştim.
Taşların ve karılan kartların seslerinden uzaklaştırılmaya başladığımızda bu gecenin yeni başladığını biliyordum. İçime atıp içimde tuttuğum ve ruhumu çürüttüğüne inandığım kelimeler kafama yeniden toplanıp düşüncelerimden birini istila ettiğinde altın varaklı, yaklaşık üç metrelik bir kapının önündeydik; bizi bu kapının önüne getiren karanlık, tüneli anımsatan bir koridor olmuştu.
Rahatsızlığımı bilinçli bir şekilde belli etmek için, “Baran, neden bu fare deliğinden geçmek zorundaydık, çok havasız ve rutubetli,” diye söylendim, Efken’in içten içe yarattığım bu buzdan cadıya güldüğüne emindim. Bu geceden sağ çıkarsak -ki bence çıkardık çünkü bir terslik olursa burayı yakacaktım- benimle durmadan alay ederek Azra karakterini kafama kakıp duracaktı.
“Gizli bir geçit Azra Hanım. Sadece özel insanların ağırlandığı özel bir oda, tamamen kişisel hissettiren bir casino,” dedi adam, ona cevap vermemem canını sıkmış gibi bu kez Efken’e doğru döndü. “İçeride hatırı sayılır misafirlerimiz var. Üç kişiye özel açılmış bir masada, dilediğiniz gibi eğlenip, dilediğinizden fazlasını kazanacağınız bir oyun için sizi bekliyorlar. İnanın bu odanın yapılmasında katkıları oldukça büyüktür. Para değil, eğlence için kumar oynadıkları için de son derece eğlenceli ve güvenilir insanlar olduklarının teminatını sizlere gönül rahatlığıyla verebilirim Baran Bey.”
“Benim de amacım para değil, sadece eğlence. Ama güzeller güzeli sevgilim pek eğleniyor gibi görünmüyor.” Beni kolunun altına alıp sıkıca sarınca sıcaklığı içimdeki buzları o kadar hızlı eritti ki, yüzümde Azra maskesi olmasa ona sımsıkı sarılıp yüzümü göğsüne gömerek saklardım. Keyifsiz görünmeye çalışıp elimi göğsüne koydum ve “Beni eğlendirsen iyi edersin Baran Yılmaz,” dedim. “Yoksa odamıza döndüğümüzde seni asla eğlendirmem.”
Yaşlı adam öksürdü, Efken’in gözlerine karanlık dumanlar çöktü ve yavaşça ondan ayrılıp, “Tanışalım bakalım,” diye mırıldanarak altın varaklı kapıya baktım.
Kapı bizim için geceye açıldı ve Azra maskesi yüzümden biraz kaydı, Mahinev’in öfkesi çehreme kan gibi akacak sandım. İçerisi kırmızı süet duvarlardan oluşuyordu, duvarlar yaklaşık üç metreydi ve tavan vantilatörü büyük kristal avizenin arkasında dönerek ışığın süzüldüğü masalara kollarıyla gölgeler çiziyordu. Masalardan birinde üçe vurulmuş saçlarıyla kumral bir adam oturuyordu, adamın gömleğinin düğmeleri göğsündeki haç dövmesi görünecek şekilde çözülmüştü, boynuna bir atkı gibi koyduğu kravatıyla serseri bir görüntü çiziyordu. Diğer adam ise keldi, genç görünüyordu, yüzünde bıçak izine benzer izler taşıyordu. Gömleğinin manşetlerinden görünen derisinin dövmelerle dolu olduğunu anladım. Serçe parmağından bileğine kadar giden simsiyah bir şerit dövmesi vardı ve bu şeridin koluna uzandığına emindim.
Kel olan adamın yanında iri dalgalarla şekillenmiş sarı saçları göğüs dekoltesinin üzerine devrilen zayıf, seksi bir kadın oturuyordu; ateş kırmızı elbisesinden taşan göğüslerinin üzerindeki sarı dalgalı saçlar dikkat çekiciydi. Serseri tiplemeninse iki tarafında da birbirine tip olarak hiç benzemeyen iki kadın oturuyordu. Kadınlardan biri turuncu saçlıydı, çilleri vardı ve küçük göğüslerinin uçları siyah elbisesinin tüllerinden belli oluyordu; diğer kadının ise şarap kızılı saçlarının boya olduğu belliydi, ağır bir gece makyajı yapmıştı ve askılı beyaz elbisesi üzerinde gergin duruyordu. Şarap kızılı saçların sahibinin omzundan bileğinin iç kısmına kadar tribal desenlere sahip karmaşık bir dövme iniyordu, turuncu saçlının ise omuzları sadece çilleriyle süslüydü. Kadınlar uzun takma kirpiklerinin altından bana uzun uzun baktıktan sonra yanlarındaki erkeğe sokuldu. İki kadının arasında ezilen serseri kılıklı kafasını kaldırıp Efken’e bakarken dudaklarına işgüzar bir tebessüm yayılmaya başlamıştı.
“Gecenin kralı teşrif etmiş,” dedi adam, sesi sinir bozucu bir inceliğe sahipti, kadınları âdeta silkeleyerek ittikten sonra ayağa kalktı. Turuncu saçlı kız çatık kaşlarla bana bakıyordu, sarışının yanındaki adamın gözleri de sonunda bize doğru çevrilmişti. “Ben de seni bekliyordum dostum. Tam iki buçuk saattir bu küçük ekrandan seni izliyorum. Biraz olsun hile karıştırdığını görmedim, ustaca oynadın.” Başını iki yana sallayarak ellerini kaldırdı. “Esaslı bir kumarbazsın, önünde eğilmek gerekir dostum.”
Efken elini belime kaydırıp bel kavisime avucunun içini oturturken, “Peki eğilecek misin?” diye sordu alayla.
Adamın yüzündeki kan ilk kez o an çekildi, üç kadın ilk kez o an kahkaha attı ve diğer adamın kaşları tam da o anda çatıldı.
“Şakacı,” dedi serseri tip parmağını kaldırıp sallayarak. “Tam benim kalemim adamsın. Evliymişsin. Tüh ulan, portakallı ördeğimi senin için ayırmıştım.” Birden midem öyle çok bulandı ki yüzümü buruşturduğumu son anda fark edebildim. “Ben etine dolgun seviyorum Tanya, biliyorsun,” dedi turuncu saçlı kıza dönüp gülümseyerek. “Maalesef evliymiş, bu gece bir oyun arkadaşın olmayacağa benziyor benim güzel kızım.”
“Yanında karısı olan bir adam için getirdiğin kızla böyle konuşurken o kadının varlığını tamamen silmen ne ahmakça, ben buradayım,” dedim sertçe, adam duraksayarak bana baktı. “Burada oyun oynandığını sanıyordum, pezevenklik yapıldığını değil.”
Adam ne diyeceğini bilemez gibi bakarken, Efken, “Yaratıcı biliyor ya, böyle konuştuğunda her zerrene daha da fazla tapıyorum,” dedi yanağıma sert bir öpücük kondurarak. “Genç hanımlarla olan konuşmaların biraz daha kibar olsa ne iyi olurdu kardeşim.” Efken bu cümleyi adama bakarak kurmuştu. “Sanıyorum buraya oyun oynamak için geldim, eğer müsait değilseniz gidebilirim. Çünkü burası bir kumar odasından çok, bir otel odasına benziyor.”
Kızlar yeniden kıkırdayınca adam öksürüp, “Ben Akın,” dedi, elini Efken’e doğru uzattı. Efken belime sarılmaktan vazgeçmedi. Diğer elini cebinden çıkarma tenezzülünde bulunmayacağını sanmıştım ama kısa bir bekleyişten sonra elini ağır ağır cebinden çıkarıp adamın eline doğru uzattı ve sıktı. “Bu keltoş da Bülent,” dedi adam ortamı ısıtmaya çalışıyormuş gibi sırıtarak. Ama bizde mimik oynamadı. Adam sonunda bu tuhaf çifti güldüremeyeceğini anlayınca, “Pekâlâ, sen de Baran Yılmaz olmalısın,” diyerek söze girdi. “Açıkçası senden çok etkilendik.”
“Evlendiğimden beri benden etkilenen sayıca fazla kişilerle grup yapmıyorum,” dedi Efken bu kez gülümseyerek.
“Cidden komik bir herifsin, kafanı sevdim,” dedi adam tekrar kahkaha atarak. “Merak etme dostum, karına nasıl âşık olduğunu anladım, sana aramıza girip üçüncü olmanı teklif etmeyeceğim.”
Bizde yine mimik oynamadı.
“Oyun oynayacak mıyız beyler?” diye sordu Efken. “Buraya çene çalmak için gelmedim.”
“Bir an önce başlayıp bitirseniz iyi olur,” dedim soğuk bir sesle, ardından rahat tavırları üzerime bir deri gibi giyerek masaya doğru ilerledim. Masadaki boş sandalyelerden birini çekip oturduktan sonra turuncu saçlı kıza gülümsedim. Kız gülümsememi beklemediği için bana bakakalmıştı. “Gidip biraz dinlensene,” diye fısıldadığımda sesimde ima yoktu, aralarında yaşça en küçük o gibi görünüyordu ve gözleri vahşi baksa da bir yanım burada olmaktan pek de memnun olmadığını söylüyordu.
“Ben Akın gitmemi söylemediği sürece gitmem,” dedi aksanlı bir sesle, anadilinin Rusça olduğu belli oluyordu, kaba bir Türkçe konuşuyordu.
“Ama burada sana ihtiyaç yok.” Sıfır kötü niyetle kurduğum cümle açık renk kaşlarını çatmasına neden oldu.
“Kocan için çağırılmış bir kıza iyi davranmaya mı çalışıyorsun?” diye sordu birdenbire öfkeyle. “Kapıdan içeri girdiğinden beri herkesi gözlerindeki bıçaklarla deştin. Şimdi bir abla olup beni mi kolluyorsun?” Saçlarını savurdu. “Senin yardımına ihtiyacım yok. Kocanın ilgisinin üzerime çevrilmesinden korkuyorsan elbette bu senin sorunun, benim değil.”
Belki öfkeli hissetmem gerekirdi ama hissettiğim tek şey acıma duygusuydu. Bu duyguyu durdurabilmek istedim ama olmadı. Ne şartlarda yaşıyordu, onu ne şartlarda çalıştırıyorlardı hiçbir fikrim yoktu ama bir yanım onu bu kadar saldırganlaştıranın yaşadığı hayat olduğunu söylüyordu.
Yine de Azra maskesinin altındaydım ve “Kocam ucuz ilişkiler isteseydi şu an parmağında yüzük olmazdı,” dedim imalı bir sırıtışla. Kızın gözlerindeki öfke parçalandı, bana meydan okuyan tarafı çok çabuk pes etmişe benziyordu.
Ellerini masaya çarparak oturduğu yerden kalktı. “Benden bu kadar Akın,” dedi. “Otele dönüyorum.”
Akın, “Sana bunu söyleyen bendim zaten,” dedi kızı umursamadan. İçim acısa da kıza sinir bozucu bir gülümsemeyle bakmaya devam ettim ve kız odadan çıkıp gidene kadar o sinir bozucu gülümseme maskemin üzerinde asılı kaldı.
Kartlar Akın tarafından dağıtıldı. Bülent, özel odaya girdiğimizde olduğu gibi oyun başladığında da sessizdi; kafasının içinden neler geçiyordu hiçbir fikrim yoktu ama tedirgin bakışları beni yavaş yavaş germeye başlamıştı. Uzun süren sessiz bekleyişi bitiren, kartlar ile birbirleri arasında gidip gelen yabancı gözlerin sonunda ortaya çevrilmesi oldu ve oyun başladı.
Efken gergin değildi, o kadar rahat görünüyordu ki, bu rahatlığın sonunda Akın’ı da germeye başladığını gördüm. Bir süre sonra artık Akın da tıpkı Bülent gibi tedirgin gözlerle Efken’e bakıyordu. Hile karıştırmak için an kolladıkları oyun derinlik kazandıkça ortama çöken sessizlik, bir süre sonra araya girmeye başlayan kelimelerle bölünerek parçalandı.
Efken, “Hangi alanda iş yapıyorsunuz beyler?” diye sordu gözleri kendi kartlarındayken. Adamlar birbirlerine yandan bakış attılar, kızlar sessizce sadece gözlerini hareket ettirerek yanlarında oturdukları adamların kartlarını takip ediyorlardı.
“Özel bir kuruluşta çalışıyoruz,” dedi Akın, kalbime zehir gibi yayılan cümlenin Efken’e ne hissettirdiğini merak ettim. “Peki ya sen Baran?”
“Hakkımdaki her şeyi bilmeseniz şu an bu masada olmazdım,” dedi Efken akıllılık yaparak. Akın sırıttı, tedirginliği biraz olsun hasıraltı olmuş gibiydi. Yine de kafasının içinde dört dönen tilkiler fena hâlde köşeye sıkışmıştı ve hepsi inliyordu. Bu çaresizlik iniltilerini duymak için de bir anda ortadan kaybolan Mustafa Baba olmama gerek yoktu; kâhin değildim ama ruh okuyabiliyordum.
“Ne desem bilemedim, zeki adamlara bayılıyorum.” Akın onay isteyen gözlerle Bülent’e baktıktan sonra, “Eğlence sektörünü yönlendiren bir kuruluş diyebiliriz,” diyerek söze yeniden girdi. “Seni detaylarda boğmak istemem, sadece senin kadar iyi para kazandığımızdan şüphen olmasın dostum. Bilirsin işte, gençler şeker sever.”
Uyuşturucudan bahsettiğini o an anladım.
“Ne zamandan beri kartlarla aran bu kadar iyi?” diye sordu Akın, yüzünde kireç gibi bir ifadeyle elindeki kartlara bakıyordu, sanırım gördükleri karşısında stratejisini tamamen kaybetmişti. Efken bunu fark etti, dudaklarına yavaşça tehlikeli, ölümcül zehir taşıyan bir gülümseme yayıldı; Akın bu gülümsemeyi gördüğünde şeytanı yanına alarak oturan bir kumarbazla değil, karşısında oturan bir şeytanla oynadığını anladı.
“Kartların ruhunu okumak için doğmuşum,” dedi Efken, bir an bu cevap kafamın içindeki buzdan yarığın genişlemesine neden oldu; artık o yarığın ortasında dev bir çukur vardı ve buzun altında en gerçek cehennem alevlerinin yaşadığına şahitlik ettim. Onları hilelerini bile kullanamaz hâle getirecek kadar ustaydı Efken, bu Akın’ın sinirini bozmaya başlamıştı, o güleç yavşak bir anda sakin, sessiz bir adama dönüşmüştü.
Elimi Efken’in omzuna koyarak, “Masaya ne zaman otursan yanına şeytanı da oturttuğunu düşünürler ama asıl şeytanın sen olduğunu hiç hesaba katmazlar,” dedim imalı bir sesle. “Beyler, bir şeytanla aynı masaya oturdunuz, kazanamazsınız.”
Akın, “Bir el daha,” dediğinde Efken, “Hay hay,” diyerek bana yandan galibiyetin yayıldığı o tebessümle baktı. Galibiyetin hemen arkası cinayetti; bunu bilsem de ona gülümsedim. Bu gece burada çok fazla kan akacağını bilsem de ona en içten gülümsememle baktım ama onun yanında sigara paketi yoktu; o yüzden gülümsememe çok uzun süre bakamadı.
Bülent sonunda konuşmaya başlamıştı. Efken’in kafasını dağıtmak için ona durmadan sorular yöneltiyor, belki bir şekilde onu tufaya düşürebilirmiş gibi konudan konuya atlıyordu. Ama Efken hem cevap verip hem de kartların hakimiyetini öyle güzel bir şekilde bir arada ilerletiyordu ki, Bülent sonunda bunun boş bir çaba olduğunu fark ederek Efken’le olan iletişimini keskin bir şekilde sonlandırdı. Kaybediyorlardı. Oysa onu yolmak için buradaydılar.
Sonunda Efken elindeki kartları masaya serip yumruklarını masanın iki kenarına koyarak, “Tamam mı devam mı?” diye sordu, sesi de gözleri gibi usul usul buz tutmaya başlamıştı ve adamların bunları anladığı aşikârdı.
“Kimsenin bilmediği türden bir hile yaptığını düşünmeye başladım dostum,” dedi Akın, artık gözleri saldırgan bakıyordu çünkü o kadar fazla para kaybetmişti ki belki de ödeyebilecek durumda bile değildi; onda olmadığı kadar çok para kaybetmişti. Bu onu saldırganlaştırmaya başlamıştı. Efken beklediği şey buymuş gibi kaşlarını kaldırdı.
“Ben asla hile yapmam. Kartlar beni sever.”
“Ben bu kadarını ödeyemem,” dedi Akın, “sana bir güzellik yapayım, para yerine oldukça pahalı mallardan vereyim. İnan devamını arayacağın türden mallarım var.”
“Uyuşturucu kullanmıyorum.” Efken’in sesi sertti. “Para dışında bir ödeme kabul edemem. Nakit ya da çek, fark etmez, ödememi almadan bir yere gideceğimi düşünüyorsan büyük yanılıyorsun.”
Bülent, “Akın’ın sana teklif ettiği malın piyasa değeri senin burada kazandığın paranın iki misli,” dediğinde Efken, “O zaman gidip malını satsın gelsin ve ödememi yapsın,” dedi düz bir sesle. Bülent’in yüzündeki kaslar seğirdi, sessizlik dilinin ucunu yeniden mührüyle sardı ama Akın, Bülent kadar sessiz kalacağa benzemiyordu.
“Buraya para için değil eğlence için geldiğini sanıyordum.”
“Eğlenmek isteseydim kumarhaneye değil lunaparka giderdim,” dedi Efken sinir bozucu bir gülümsemeyle. “Beyler, ödemesini yapamayacağınız oyuna girmemeliydiniz. Bu yiyemeyeceğiniz bir şeyin altına yatmaktan farksız.”
Adamlar bir anda gerildi, Efken’in sırıtışı gitgide daha da karanlık bir hâl alıyordu.
“Ayıp etmeye başladın Baran,” dedi sertçe Akın.
“Ayıbın yatakta yapıldığını bilmeseydim bunu kabul edebilirdim ama yatakta değil, kumar masasındayız.” Efken avuç içlerini masaya bastırıp adamların yüzüne sırasıyla baktı. Kadınlar korkmuş gibiydi, şarap kızılı saçların sahibi gözlerini benden ayıramıyordu, sanki çıkacak herhangi bir kavgayı önlememi istiyor gibiydi, bakışları kocamı alıp gitmem için âdeta bana yalvarıyordu. “Ama benim için eğlenceyi buraya taşırsanız, belki o zaman size bir kıyak yapabilirim.”
“Nasıl bir eğlence istiyorsun?” diye sordu Bülent, Akın ise Efken’in asıl amacını çözmek istiyormuş gibi gözlerini kısarak onu izliyordu.
“Bana öyle bir bilgi verin ki, şaşırayım ve çok eğleneyim.”
“Uyuşturucu dünyası ile ilgili mi?”
“İlgimi çekmiyor Akın,” dedi Efken. “Beni şaşırtacak bilgileriniz yok mu? Mesela burada takılan kumarbazlar hakkında? İleride onlarla bir masaya oturacak olursam, zaaflarına oynayabileceğim türden şeyler bilmek isterim.”
“Masada seninle oyun oynayan göbekli iş adamı karısını karısının kız kardeşiyle aldatıyor,” dedi Akın, Efken bir anda kahkahayı basınca, adamın yüzündeki kan çekildi.
“Kadınlar matinesindeymişiz gibi değil, gerçek bir bilgi istiyorum. Tehlikeli ve göz korkutan. Daha karanlık bilgilere sahip olursunuz sanmıştım. Rakibimin gözünü korkutabileceğim türden bilgilere…”
Akın bakışlarını yanlarında oturan kadınlara çevirdi. “Banu, Seda, siz çıkın,” deyince kızlar sanki bu emri bekliyormuş gibi toparlanarak odadan çıkıp gittiler. Bülent, Akın’a neler olduğunu çözmeye çalışır gibi baktı, daha sonra gözleri Efken’i buldu.
“Bak, biz kimsenin büyük sırlarını gammazlamayız tamam mı?” dedi Bülent sertçe ama Akın nasıl bir karanlık istediğimizi biliyormuş gibi, “Uyuşturucu şebekesinde çalıştığımız kuruluşun başında büyük çaçaronlar var. Yani her şeyi kan dökerek halledenler. Onların bizi kabul etmesi için uyuşturucu kollarında işe başladık, sadakatimizi kanıtladığımızda bizi yanlarına alacaklar,” deyince, Bülent buz kesmiş bir yüzle, “Akın ne sik tuttuğunun farkındasındır umarım, bizim başımızı yakacaksın,” diye hırladı.
“Bu adamlar çok büyükler Baran, isterlerse tüm dünyayı satın alabilecek kadar zengin ve büyükler. Buranın demirbaşlarından biri olan Semih Çukuroğlu’nu yanlarına kabul etmişler, Semih de onların yanında kalıcı olabilmek için onlara sunabileceği büyük bir av peşinde.”
İşte o av, Efken Karaduman’dı. Adamların Efken ile ilgili bir şeyler bilip bilmediği muallaktı, yine de Efken işini şansa bırakmadı.
“Nasıl bir av? Birilerini temizletmek gibi mi?”
“Hayır hayır,” dedi Akın. “Bildiğim kadarıyla bu kuruluşun yıllar önce karıştığı bir cinayet varmış. Bir aileye suikast düzenlemişler ve ailedeki herkesi öldürmüşler. Öldürülen ailenin reisi, yani erkeği, onlar için çalışan bir tür tetikçiymiş, evlenip aralarından ayrılınca kin gütmüşler. Sanırım o tetikçinin bir oğlu varmış ve Semih onun yaşadığını iddia ediyor. Henüz kurula bunu sunmamış, aralarından birine söylemiş ve o da Semih’i doğrudan aralarına almayı vadetmiş.” O adam çoktan ölmüştü, gözümü bile kırpmadan Akın’ı izleyerek hareketlerini analiz etmeye devam ettim. “Tetikçinin oğlunu kendilerine tetikçi yapmak istiyorlar diye duydum, nedenini bilmiyorum. Eğer Semih kuruluşa oğlanı bir an önce sunmazsa, bu bilgiyi kuruluşla biz paylaşacağız ve çok daha büyük ödemeler alacağız dostum.”
“Bu arkadaşınıza ihanet etmek olmaz mıydı?” Efken’in sesine sinen ecel sanki kırmızı süet duvarların üzerinden sicimle akan kanlara dönüşmüştü. Duvarlar kırmızı olduğu için akan kanı hiçbiri göremedi ama ben kanın kokusunu alabiliyordum; Efken’in parmaklarında can bulacak ölümden akacak olan kanın kokusuydu bu.
“Semih tıpkı bizim gibi bir müşteri, arkadaşımız ya da dostumuz değil, öyle olduğunu sanıp bize bunları anlatmak onun hatasıydı,” dedi Akın, Bülent Akın’a öyle bir öfkeyle bakıyordu ki sanki Efken’e gerek bile kalmadan şimdi Akın’ın kafasına belinde olduğuna emin olduğum silahı çıkararak tüm şarjörü boşaltacaktı. “Bu bilgiyi biz kullanırsak köşeyi döndüğümüzün resmidir. Bu işte uyuşturucudan çıkan paranın on, belki de on beş katı fazlası var.” Akın, Efken’e uzun uzun baktı ama beklediği tepkiyi alamamıştı. Bülent ise kafasını ellerinin içine almış, “Salak orospu çocuğu,” diye söyleniyordu.
“İsmi falan yok mu bu aranan adamın?” diye sordu Efken gözlerini kartlara indirirken. “Kellesi bu kadar para eden adamla ilgili daha fazla şey öğrenmek istemedim desem yalan olur.”
“Bilmiyoruz ki,” dedi Akın. “Semih piçi ismini anmadı bile, sanki adamı tanıyormuş gibi, adam ona çok büyük bir kötülük yapmış gibi öfkeliydi.” Sırıttı. “Belki de adamı bulamamıştır, götünden uydurduğu bir hikâye falandır. Sonuçta nereden bilecek ki? Yıllar önce öldürülmüş bir tetikçi ve ailesi hakkında kim en fazla ne bilebilir ki? Ama eğer doğruysa, ucunda büyük paralar olduğunu bilseydi kendi ayaklarıyla o kuruluşa giderdi. Kurul ondan muhteşem bir tetikçi yetiştirirdi ve yakanın en zengin adamlarından birine dönüşürdü.”
“Sen aileni öldüren insanlardan gelecek parayı kabul ederdin yani?” Efken kaşlarını kaldırarak adama baktı. Adama çektiği silahın ucundan çıkan bir mermi değildi, bıçaktı ve o bıçak o kadar hızlı bir şekilde düşmanına saplanmıştı ki Akın’ın afalladığını görebildim. Ne diyeceğini bilemez gibi şakaklarını kaşıdı, Bülent ise bu sorudan hoşlanmamış gibi çatık kaşlarının altındaki sorgulayıcı gözleriyle Efken’e bakıyordu.
“Şimdi böyle düşününce…” Akın bir anlığına sustu. “Ama sonuçta babam ihanet eden kişiyse, ölümü zaten hak ediyordur.”
Duygularımın aynı anda hem dibe vurduğunu hem de yükselerek bir volkan gibi patlamaya hazır olduğunu hissettim. Bir an mantığım yerini saptayamadı ama Efken benim aksime sakindi. Zaman, koridordaki tavandan zemine damlayan bir damla suydu, su yere damlayıp parçalandı ve saniyeler hızla koridorun karanlık duvarlarına çarparak ilerlemeye başladı. Bir kar tanesinin donup kana bulanarak yeryüzüne kızıl renkte düşmesi gibi, ölümün rengi olduğumuz yere hızla yayıldı. Efken elini sol tarafında duran viski kadehine götürüp, viski kadehine düşen yansımalar dikkatimi ortadan ikiye bölerken içkiden büyük bir yudum aldı.
Bir duvardan düşmeye başlayan kavlamış boya kabukları gibi dökülmeye başlayan zaman yığılarak bizi içine alıyor, gitgide artan kabukların belimizden yukarı tırmandığını hissediyordum. Zaman o kadar çok yerdeydi ki sanki aynı anda birçok parçası tenime batıyordu. Çocukluğuma ait olan bir parçanın acısını ruhumda hissettim. Çok küçüktüm, benimle aynı yaşta olan çocukların acımasızlığını tadarken neden onlara benzemediğimi düşünüyordum. Gözlerimin rengiyle alay ediyorlar, benden korktuklarını söylemelerine rağmen benimle alay edip bana korkunç şeyler yaparak aslında onlar beni korkutuyorlardı.
Zaman durmadı ve çocukluğumun içinden geçerek anılardan birine takıldı. O anılardan birinde çocuk parkında oturuyordum, vakit geceyarısını çoktan geçmişti, kar yağıyordu ve koyu renk saçlarıma tutunan kar taneleri beni çocuk gibi görünen yaşlı bir kadına dönüştürüyordu. Ağladığımı hatırlıyorum. Köşeyi dönüp sokağa giren arabanın ışığı yüzümü aydınlatırken öyle çok ağlıyordum ki, kar taneleri gözlerime karıştığı an gözyaşlarımın sıcaklığıyla eriyerek yüzümden yağmura ait damlalar gibi kayıp gidiyordu. Gözyaşımın cehennem alevinden bile sıcak olduğunu fark ettiğim ilk andı. Dışlandığım, oyun oynayan çocukları bir parkın sokak lambasına ait soğuk direğe yaslanarak durgun gözlerle izlediğim o günün gecesiydi, bir çocuğun yüzüme bakarak katil olduğumu haykırdığı, öldürdüğü o zavallı küçük sokak hayvanının cinayetini üzerime yıktığı karanlık günün daha da karanlık olan gecesiydi. O hayvanın ölü bakışlarını izlerken etrafıma toplanmış o kalabalık benim o hayvanı öldürdüğümü düşünüyor, çocuklar bana katil dediği için ağladığımı sanıyorlardı; oysa ben orada ölen bir hayvanın yasını tutuyordum.
Zaman içime geçirdiği pençesini biraz daha aşağıya doğru sürükleyince genç bir kız olarak anıya kaldığım yerden devam ettim. Yine o çocuk parkındayım, şafak söküyordu, aynı salıncakta oturmuştum ama bu kez o salıncak çok eski olduğu için gıcırdıyor, saçlarıma yeniden kar taneleri tutunuyordu; uzaktan tıpkı yorgun yaşlı bir kadına benziyordum. Gördüğüm anlamsız olması için dua ettiğim kâbuslardan birinden uyanıp kendimi binanın dışına nasıl attığımı hatırlıyorum, şafak sökerken o çocuk parkı yine bana kollarını açmış kelimelere dokunmadan, sessizlik içinde ona açtığım dertlerimi dinlemek için beni bekliyordu. O kâbusta yine ölü gözlerle beni izleyen sokak hayvanı vardı, üstelik bu defa yavru bile değildi; benim gibi o da büyümüştü.
Efken’in sesi pençesini daha da aşağı indirmek için hamle yapan zamanın bileklerini yakaladı.
Onu durdurdu.
“Semih’e mesaj çektin mi Bülent?” diye sorduğunda, şaşkınlığın bir nabız gibi odayı dalgalandırarak ilerlediğini ama yaşamı değil, ölümü çizdiğini fark ettim. Bülent’in yüzündeki kan ağır ağır çekilerek yerini ölümün tablosunu hatırlatan bir beyazlığa terk etti. Akın’ın gözleri bir şahinin gözleri gibi kısıldı ama sadece, “Bülent neden Semih’e mesaj çeksin ki?” diye sordu.
Efken’in dudakları yukarı kıvrıldı.
“Yanılmıyorsam mesajda tam olarak şunu yazdı.” Efken yavaşça masaya doğru eğilip, bir ölüm meleği gibi ölümü onların yüzlerine üfledi. “Efken Karaduman masamızda oturuyor dostum.” Başını sağa doğru yatırdı. “Tam da bunu yazdı, değil mi?”
Akın birden ayağa kalkarak elini beline götürdü ve hızlı bir manevrayla silahını kaldırarak Efken’in yüzüne doğrulttu. “Semih senin buraya gelme ihtimalinden bahsetmedi mi sanıyorsun?” diye sordu âdeta hırlayarak.
Bülent de ayağa kalkmış, masanın etrafından dolanarak bana doğru yürümeye başlamıştı. Hiçbir şekilde atak yapmadım, gözünde savunmasız bir kadın gibi görünmek istedim, onun gibi hıyarlar kadınları savunmasız görürdü ama henüz kadınlarla tanışma fırsatı bulamamışlardı. Ona istediğini vererek pasif kaldım ama yüzümdeki buz soğuğu onu duraksatmaya yetti. Bir şeyler çevirip çevirmediğimi anlamaya çalışıyor gibi ellerime baktıktan sonra silahını belinden çıkararak, “Ayağa kalk Azra,” dedi, ismimin bu olmadığını biliyordu ama ne olduğunu bilmiyordu; gözlerinde benimle alakalı koca bir belirsizlik gördüm. Efken’i tanısalar da benden bihaberdiler. İstersem burayı ateşe verebileceğimi dahi bilmiyorlardı. Semih onlara geleceğimizi söylemişti ama kim olduğumuzdan bahsetmemişti. Belki de Efken’in beni buraya getireceğini tahmin dahi etmemişti.
Efken kılını kıpırdatmadan ona doğrultulmuş silaha bakarken, “Karımın saçının teline sizden gelen rüzgâr değecek olursa,” dedi sakince, “işte o zaman göğüs kafesinizi etinizi yarmadan elimi içeri sokarak dışarı çıkarırım.”
“Tek kelime edersen senin içini kurşun kovanına çeviren kişi ben olurum,” dedi Akın. “Nasıl anladın senin kim olduğunu bildiğimizi?”
“Siz daha yola çıkmadan önce ben o yolu on kez gidip dönmüştüm, yanınızda oturup sigara içerken gidişinizi izlemeye karar verdim.” Efken sakince ona uzatılan namluya bakarken gülümsedi. “Buraya gelirken kim olduğumu bilmenizi istemeseydim zaten bilmezdiniz.”
“Ne?” Akın alayla güldü ve Bülent’e baktı. “Ne sanıyor bu herif kendini ya?”
“Senin efendin.”
Akın küçük bir an için de olsa duraksadı, sonra tedirginliğin dolaştığı bir kahkaha attı. Bu sırada Bülent silahının namlusunu yüzüme doğru sallayarak, “Önüme geç,” diye emretti. Hiç tepki vermeden önüne geçip Efken’e bakmaya başladım. Efken bilerek bana doğru bakmıyordu, kafamın içine yığılan kaosu beslemek istemiyordu ve haklıydı, bu kez kaos sadece yıkımı büyütürdü; bu kez her şeye hazırlıklı olmalıydım. Bu belki de vermem gereken bir sınavdı ve ben bu sınavdan geçmeliydim. En büyük sınavların kapıda olduğunu bilerek bu sınavı kafamda küçültebildiğim kadar küçültmeye çalıştım.
“Sen benim efendim falan değilsin. Senin manipüle gücü oldukça yüksek biri olduğunu biliyorum. Psikolog muydun?” Akın silahının namlusunu kafasına götürüp şakağını namlunun soğuk ucuyla kaşırken güldü. “Bu psikiyatrist ayakları bana sökmez.”
“Manipüle gücümün yüksek olduğunu biliyorsan neden cep telefonuna gelen mesaja bir kez daha bakmıyorsun?”
Yaşananları daha önceden hesapladığını dudaklarına yayılan o hain sırıtıştan anladım. Yüzündeki ifadesizlik maskesi çehresindeki alevlere yenik düşerek yanmış ve kül olmuştu; şimdi canavarı görüyordum. Canavar kana susamış gibi bakıyordu.
“Bu da bir manipüle taktiği,” dedi Bülent, “kafanı karıştırmaya çalışıyor Akın. Dinleme şunu. Bir güzel paketleyelim, Semih söyledi, kuruldakilere bizden bahsedecekmiş. Bu iyi bir yere gelebilmemiz için son fırsat.”
“Peki, öyle olsun,” dedi Efken dudaklarındaki sırıtış silinmeden birkaç saniye öncesinde, ardından Akın’a baktı. Akın yeniden şakağını kaşımak için silahın namlusunu başına yasladığında Efken, “Ve mutlu son,” dedi, o an, Akın’ın başına yaslı olan silahın gürültüyle patladığı, kanın bir kırbaç gibi şakıyarak duvara çarptığı, Akın’ın boş bakan gözleri bize dokunurken bedeninin ağır çekimde yana doğru düştüğü andı.
Bülent birden silahını çenemin altına yasladı ve beni canımı acıtacak kadar sert bir şekilde kendine çekerek göğsüne yasladı. Silahın baskısıyla havaya kalkan çenem kaskatıydı, dişlerimi birbirine bastırmış, gözlerimi Efken’e dikmiştim. Barut ve kanın kokusu hızla içime akıyor, içimde zaten çağlar hâldeki o karanlığı daha da arttırıyordu.
Efken’in bana doğru çevrilen gözlerinden yayılmaya başlayan yıldırımı anımsatan o ışık Bülent’in hırıltılı bir nefesle beraber küfürler savurmasına neden oldu. Silahı çenemin altına daha sert bastırdı, metalin soğuğunu tüm kemiklerimde hissederken gözlerimi Efken’in bir başkasının kanıyla yıkanmış yüzüne diktim. Yüzündeki kan damlaları dehşetin ayak izleri gibiydi.
“Akın’a ne yaptın?” diye sordu Bülent çıldırmış gibi. “Sakın bana yaklaşma, karın mıdır orospun mudur her ne sikimse, kafasını dağıtırım onun!”
“O dilini avucumun içine alıp kendime doğru çektiğimde tüm organların elime gelecek,” dedi Efken, sesindeki keskin tehdidin tüm bedenimi uyardığını hissettim. “Eğer salak arkadaşın mesaja yeniden baksaydı Bülent, ona Semih’ten gelen mesajın aslında benden geldiğini, masanızda oturan kişinin Efken Karaduman olduğunu benim yazdığımı, psikolojiyle oynamak konusunda iyi olduğumu ve manipülatif olduğumu size söyleyerek aslında zaten bir güzel zihinlerinizle oynadığımı belki anlayabilirdi.” Efken temkinli bir adım attı ama gözleri korkusuz bakıyordu. Bülent bir adım geri giderken ruhsuz gözlerimi yummadan Efken’e bakarak Bülent’in adımına uyum sağladım ve bir adım geri gittim. “Akın ile tokalaştım ama seninle tokalaşmadım.” Bülent yutkundu, Efken susmadı. “Çünkü parmaklarımda biraz agresif olan küçük bir dostumdan aldığım son derece kuvvetli, felç etme özelliği olan bir zehir vardı. O zehir Akın’ın önce şakaklarının kaşınmasına neden oldu çünkü her şeyden önce, bedenden bile önce, zehir beyni etkiliyordu.” Efken bize doğru bir adım daha attı. “Beyni etkilendikçe, gözlerinde, şakaklarında, başında keskin kaşıntılar hissetti.” Bülent’in sırtı süet duvara yaslandı, hâlâ hareketsizdim, hâlâ çenemin altında bir silah duruyordu. “Sonra bilinci yavaşça boğulmaya başladı.” Kanlı yüzüne öyle ölümcül bir sırıtış ekledi ki bu görüntü kalbimi patlatacak sandım. “Ve birden sağ kolunda bir uyuşma. Ama silahı sol elinde tuttuğu için sağ elindeki uyuşmayı fark etmedi. Durmadan silahla kaşıdı şakaklarını, silahı tutan elini kullanabiliyordu sadece, bunu son âna kadar fark etmedi.” Gözü yerdeki cesede kaydı. “Hatta son ânında bile fark etmedi. Silah tam şakağındayken sol kolundaki hisler de kayboldu ve bum, silah patladı.”
“Sapık orospu çocuğu,” diye fısıldadı Bülent. “Bu kadını seviyor musun? Seviyorsun… Gözlerinden bile belli! Ruhsuz piç kurusu! Onun beynini gözlerinin önünde parçalayacağım. Parçalayacağımı biliyorsun, değil mi?”
“Hayır,” dedi Efken, “parçalayamayacaksın elbette.”
“Ne?”
“Hem ondan başka kozun yok hem de sence kollarında karımı tutuyorken, sen karımın çenesine bir silah yaslamışken, sence neden bu kadar sakin görünüyorum?”
“Beni manipüle edemezsin.”
“Akın kartları karıyordu Bülent,” diye fısıldadı Efken. “Zehir kartlardan senin ellerine de bulaştı. Elbette birinci elden olmadığı için geç etki edecekti. Ee, şakakların kaşınmaya başladı mı?” Efken beyaz dişlerini göstererek kan içindeki yüzüyle bana gülümsedi. “İşte şimdi tam sırası karıcığım.”
Kolumu geriye atıp dirseğimle Bülent’in karın boşluğuna sertçe vurmamla, Bülent’in korkuyla, “Lanet olsun!” diye çığlık atması bir oldu. Dışarıdaki gürültülü müziğin sesi her şeyi bastırıyordu; çekilen tetiğin, patlayan silahın sesini bile… “Sen! Sen nasıl zehirlenmezsin!”
“Bu zehir sadece senin gibi fareleri öldürüyor,” dedi Efken, ona doğru bir adım daha attığında, son kalesini kaybetmekten korkan Bülent yeniden bana doğru atak yaptı ama ben çoktan dizimi kırarak ayağımı arkaya doğru kaldırmış, topuklu ayakkabımın tabanına kaydırılarak yerleştirilen bıçaklardan birini hızlıca çıkararak onun omzuna saplamıştım bile. Kan büyük bir hızla aktı ama ben durmadım, adamın suratına bileğimi sızlatacak kadar kuvvetli bir yumruk indirdim. Adam acıyla haykırırken felç yavaşça vücuduna izlerini bıraktığı için bana karşı koyamayacak hâle geldi. Omzuna saplı duran bıçağı çıkararak Efken’e doğru döndüm ve kanlı bıçağın sapını sıkıca kavrarken, “Şimdi ne olacak?” diye sordum, sesim o kadar sakindi ki Efken bir an için durup, gözlerinin içine oturttuğu eceli de durdurup bana öylece baktı.
“Buradan çıkıp gideceğiz,” dedi sabit bir sesle.
“Zehri Nora’dan mı aldın?”
“Evet,” dedi.
Kafamda daha milyonlarca soru varken gözlerimi yere yığılmış, omzu yaralı, bedeni zehrin etkisiyle felçli hâlde bizi izleyen Bülent’e baktım. Gözlerinde ne pişmanlık vardı ne iyi bir insan olma arzusu. Gözlerindeki tek arzu kurtulmaktı, görebildiğim tek duygu da korkuydu. Bu, ona olan öfkemin karanlığa doğru bir adım daha atmasına neden oldu.
Efken beni yavaşça geriye çekerek önüme geçti, bakışlarım onun sırtına saplandığında bir sonraki adımını tahmin edebiliyordum. Efken, Bülent’in gözlerinin içine bakarak, “O mesajı atan gerçekten Semih olsaydı,” diye fısıldadı, sesi kanımda dolaşan zehrin ikiz kardeşi gibiydi, “size ilk söyleyeceği şey, benim bir canavar olduğum olurdu.” Bülent’in göz bebekleri genişledi, o karanlığın içinde Efken’in yansıması vardı. “Şimdi benim kızıma sarf ettiğin o kelimenin bedelini dilinle, sonra da tüm organlarınla ödeyeceksin.”
Bir adım geri çekildim.
Duygular da bir adım geri çekildi.
Efken’in karanlığının içinde yürüdüğümü biliyordum ama bu karanlığın beni yavaşça sararak kendine kattığını son âna dek anlayamamıştım. Şimdi o karanlıkta yürümüyor, o karanlığa ait bir parça olarak bana doğru gelenlerin üzerine çöküyordum. Ruhumu zehirli bir sarmaşık gibi sararak tüm benliğimi kaplayan karanlığa o kadar aittim ki, artık korkmuyordum.
Zaman bir adım daha ilerledi.
Efken, Bülent’in dilini kavrayıp sanki gevşek bir ipi doluyor gibi parmağına bir kat şeklinde doladığında göz bebeklerimin içinde oynayan görüntüler ruhumu ve zihnimi çekiştiriyordu. Medusa düşüncelerimin yığılı olduğu karanlık odaların birinden çıkıp, “Bakma,” dedi. “Senin için henüz her yer tamamen kararmadı.”
Onu dinlemek istedim ama yapamadım. Bülent’in gözleri fal taşı gibi açılırken, Efken, “Ona nasıl o kelimeyi kullanırsın?” diye hırlıyor, Bülent’in dili Efken’in güçlü parmağına sarılı vaziyette yavaşça dışarı doğru uzuyordu. “Adımı öğrenen son insanın dili parmağıma sarılı,” dedi güçlü bir sesle. “Ve dilinle beraber için de önüme döküldüğünde, son insandan kurtulmuş olacağım. Sıra Semih’e gelmeyecek mi sanıyorsun? Gelecek.” Dili biraz daha çekince göğsümü yaran bir ateşin hızla boğazıma tırmanmaya başladığını hissederek gözlerimi yumdum. “Demek ihanetin bedeli ha? Sizin gibiler ihanet kelimesinin sözlükteki anlamıyken, benim babamı o kelimeyle aynı cümlenin içinde nasıl geçirebilirsiniz?” Dili biraz daha asıldığını hissettim ama bakmadım, bu kez bunu kendime de zihnime de ruhuma da yapamadım. Bir hamleyle tüm organlarının ağzından geleceğine emin olduğum o adama acımaktan değil, o adamın geleceği son hâli görmekten korktum.
“Yapma,” diye fısıldadım. “Lütfen.”
Zaman bir kasetin içinde geri sarmaya başladığında ben orada duruyordum. Gözlerim kapalıydı, sessizdim, tek bir fısıltı ve sonrasında koca bir karanlık olarak öylece bekliyordum. Bülent yeniden çenemin altına soğuk namluyu yaslıyor, devrilen Akın geri kalkıyor, kanlar zamanla beraber siliniyor, şakağına yeniden namluyu yaslıyor, parmağı tetikten uzaklaşıyor, kartlar bir anda yeniden dağıtılmaya başlıyor ve Efken gülümseyerek düşmanlarına bakıyordu.
Sessizlik.
Efken durdu, bunu hissettim; emretmedim ama durdu.
Belinden silahı çıkardığını gözlerimi yavaşça araladığımda gördüm. Bülent’in dili parmaklarının arasında değildi artık. Kalp atışlarım yavaşça normale dönmeye başlamıştı. Gözümün önünde biri şakağından giren bir kurşunla kendini infaz etmişti ve cansız gözleri bana dokunurken yere fırlamış, kanı bir kırbaç gibi boşlukta şakıyarak duvarlara çarpmıştı. Bu görüntü zihnimde tam da şu an açığa çıkan dehşet yüklü bir anı gibiydi ama yaşanalı dakikalar oluyordu. Efken tetiği çekti ama ateş etmek yerine namluyu Bülent’in iki kaşının ortasına yasladı. Akın’ın cesedine bakacak cesaretim yoktu ama gözlerimi Bülent’in kaşlarının ortasında duran silahtan ayıramadım. Görmek istedim. Karanlığı nasıl var ettiğini görmek istedim. Bir masumu değil, bir suçluyu sona götürdüğü o ânı görmek istedim.
“Odadan çık,” dedi bana. “Bunu görmeni istemiyorum.”
Bülent artık konuşamıyordu, zehrin tesiri tüm algılarına yayılıp zihnini mühürlemiş gibiydi.
Sadece, “Yap,” dedim.
“Medusa, gitmeni istiyorum.”
“Vur onu Efken!” diye emrettim ama aslında bu bir emir değildi, bu zaten var olacak durumun sürat kazanmasını sağlamaktı.
Silahın sesi parçalanan bir camdan fırlayan keskin parçalar gibiydi; odanın duvarlarına saçıldı ve gözlerimi sıkıca yumarak kanın kızıllığını zihnime gömdüm. Bana binlerce asır gibi gelen o bekleyiş, Efken’in bileğimi kavrayıp beni hızla çıkışa sürüklemeye başlamasıyla bir nabzın derinin altında usul usul hızlanarak deriyi dalgalandırmaya başlamasına dönüştü. Çantamı elime tutuşturdu ve bir eli sıkıca elimi kavrarken, diğer eliyle silahı tutarak kapıyı açtı.
Çift kanatlı kapının açılmasıyla birden Efken’in elini bıraktım ve bu Efken’in, “Ne yapıyorsun?” diye hırlamasına neden oldu.
Arkama baktığımda, gördüğüm kaostan da yıkımdan da fazlasıydı. Cesetlerden biri alnının ortasında bir delikle duvara yaslı bir şekilde yere yığılmıştı; delikten kan sızıyordu, diğer ceset ise kendi kanının içinde yan bir şekilde uzanıyor, bomboş bakan gözlerinin yansıması kanının içine düşüyordu.
Eğilip tüm duyguları şiddetle kusmaya başlamak istedim.
Yapamadım. Kalbim karanlığı çoktan kabul etmişti. Kalbim ölümleri çoktan kabul etmişti.
Kalbim savaşı çoktan kabullenmişti.
Gücün sol bileğimdeki damarlardan altın renginde akmaya başladığını hissettim, avucumun içine giden damarlarda daha da kızıla dönüştü ve bir alev topu olarak tenimin altından hızla yüzeye çıktı. Eğilip avucumu zemine vurduğumda, ateş artık hızla ilerleyen zaman gibi odaya doğru ilerliyordu.
Alevler çok hızlı yayıldı.
Birkaç saniye bile geçmeden tüm cesetleri arasına aldı.
O odayı yaktım.
Çünkü geride Baran Yılmaz’a ait izler bırakmak istemiyordum.
🎧: J2 & Eivør, Unbreakable