İnsan, damarlarında taşıdığı kanla var olsa da ruh soya göre şekillenmezdi.
İyi bir adamın çocuğu kötü kalpli bir canavar olabilirdi, bir canavardan bir melek de doğabilirdi.
Olabilirdi.
Kızıl gözlerimin derinliklerine gömülmüş geçmiş bir zamanlar bana ait olsa da şimdi o geçmişe bir yabancı gibi hissediyordum. Oysa şu an damarlarımda dolaşan kan bir zamanlar bana ait değildi ama ruhum daima aynıydı. İçimdeki iyiliklerle, içimdeki kötülüklerle, karanlık ve aydınlıklarla ben aslında özümde hep aynı insandım. Kanıma karışan zehir ve şifa ruhum ile beraber çıkıp gelmişti, artık damarlarımda yabancı bir kanın ilerliyor olması bile sorun değildi çünkü zehrim de şifam da içimdeydi; yeniden benimleydi.
Tarot kartlarının dağıtıldığını hissettim. Her bir kar sırtı dönük şekilde masada duruyordu ve kader, o tarot kartlarının ön yüzünde şekilleniyordu.
Boynuna saplanmış hâlde duran şırınganın ucundan taşan kanın nefes boşluğuna, ardından bir yılan gibi kıvrılarak omzuna doğru akmaya başladığını gördüm. Nefesler tutulmuş, zaman bir ok gibi ikisinin sırtına saplanarak bizim etrafımızda akmayı bırakmıştı. Şimdi her ikisi de zamanın tutsağıydı.
Efken’in boynu biraz daha kabardı. Tenine saplı duran şırınganın gevşediğini gördüm. Kalbimde büyüyen bir yangınla onu izliyordum. Hem korku hem de zafer her yerdeydi ama en çok göğsümün içindeydi.
“Beyaz yılankökü seni ne öldürdü ne de felç etti,” diye fısıldadı Semih. Yeşil gözlerinde saf bir şaşkınlık vardı. Korku değildi bu. Anlamlarını kaybetmiş gözleri yeni bir anlama tutunmak için fıldır fıldır dönüyordu. “Sadece Gümüş Pençe değilsin.”
“Adımı hatırlıyor musun? Hatırlayacaksın. Herkes hatırlayacak. Tüm dünya hatırlayacak. Tüm anılar hatırlayacak.” Eğildi, şırınga tamamen gevşeyip onun teninden koparak yere düştü; yuvarlanarak mekânın kanlı zemininde ilerlemeye başladı. “Adımı asla unutmayacaksın.” Biraz daha eğildi. Artık birbirlerinin gözlerinin içindeydiler. “Lider,” diye fısıldadı Efken zehirli sesiyle. Sonra geri çekildi, boynundaki delikten kan şarıl şarıl akıyordu. “Aziz.” Dudaklarında kıyamet gibi bir kıvrım oluştu. “Kral.” Âdeta bir şimşek gibi çaktı. “Ben senin içinde olduğun oyunun kartlarının sahibiyim.”
“Sürün var,” dedi Semih dehşete kapılmış bir hâlde.
“Ben hangi kartı çekersem, sen o kartı yaşamak zorundasın.”
“Her zaman kral sen olamazsın Karaduman.”
“Yoksa bu seni ağlatacak mı?”
Samuel çaresizce yaralarını ovuştururken bir şeyler mırıldanıyor gibi duaları, tılsımları okuyordu ama faydasızdı. Gücü kül olmuştu ve bir Anka gibi yeniden doğabilmesi için önce iyileşmesi gerekiyordu. Onu kolayca iyileşemeyecek hâle getirmiştim. Yarattığım karmaşanın esas nedeni buydu. Onları merdivenlerin basamaklarından inerken gördüğüm ilk anda planım kafamın içinde şekle bürünmüştü.
Efken’in aniden sırtı gerildi. Birkaç kemiği kırılıyormuş gibi dalgalanan bedeni korkuyla ona doğru bir adım atmama neden oldu. Semih de Efken de bir an için duraksadılar. Efken, Semih’in üzerinden âdeta fırlayan bir mızrak gibi hızla kalkıp anlayamadığım bir hızla önümde bitti. Bakışları yüzüme dokundu, orada çok kalmadan dudaklarıma indi, eğilip dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu ve ben bu öpücüğün sarsıntısını içimde halledememişken birden Samuel’e doğru döndü. Efken’in boynunun kırılacak gibi omzuna doğru hızla yatıp geri kalktığını gördüm; bunu birkaç kez yaptı ve görüntü korkunç bir boyuta ulaştığında Samuel’in gözleri korkuyla iri iri açıldı.
Efken’in Samuel’in boynunu kırdığını gördüm.
Tek hamlede.
Samuel’in gözleri hâlâ açıkken, sanki beni görebiliyormuş gibi doğrudan bana bakarken, hiç düşünmeden birkaç büyük adımda onun önüne geldim. Karanlığın kalp atışları içimdeydi; nabzı ruhuma vuruyordu. Sol bileğimi kaldırıp, Efken’in sol eliyle kırdığı boynun sahibinin bomboş bakan gözlerine doğru eğildim.
“Sadakatsizsin Samu,” diye fısıldayıp tırnağımla aşağı doğru çekerek yardığım bileğimi Samuel’in aralanan dudaklarına yasladım ve zehrimin onun içine damlamasına izin verdim.
Bileğimi Samuel’in ölümü yudumlayan dudaklarından çektiğimde Semih orada değildi.
Efken ve ben ise romanın yeni bir sayfasına geçmek üzere olduğumuzun farkındaydık.
❄️
Elbisemin yanık etekleri ayak bileklerimin çarpmasıyla öne arkaya hareket ediyordu. Kar Ormanı’nı arkamızda bırakarak karlı arazide yürüdüğümüz sırada ayaklarım çıplaktı. Omuzlarıma örttüğü ceketin bir faydası yoktu çünkü zaten üşümüyordum. Aramızda sürüp giden sessizlik, verandanın basamaklarını tırmanana dek sürdü. Verandada kurdun olmadığını fark ettiğimde bile tepkisizdim. Bir ruh gibi evin içine süzülüp karanlık holü geçerek salona doğru ilerledim. Efken tam arkamdaydı.
Samuel’i öldürmüştüm.
Sezgi’nin sahte de olsa sığındığı son limanı yakmıştım.
“Medusa.”
“Artık ne olduğunu saklamana gerek yok.”
“Hiçbir zaman saklamadım. Başta ne olduğumu benim de bilmediğimi iyi biliyorsun yılan.” Sesine giydirdiği sakinlik benimkinin aynısıydı. “Bir kumar oynadın,” diye fısıldadı, bana doğru bir adım attı, gölgesi üzerime devrildi. Kelimeler dilimin altına birikti ama üstüne çıkamadı; toprağın altına biriken ölümler gibiydi, yaşamın oldukça uzağındaydı. “Çünkü beni tetikleyecek bir şeye sahip olduklarına emindin. Bir şey olmasa bile, onların beni tetikleyeceğini biliyordun. Samuel’i oyaladın, hatta yaralayıp aciz hâle getirdin, böylece tetikleyiciyi kullanmak zorunda kaldı. Kullanırken bunun beni tetiklemesini değil, beni durdurmasını, hatta belki öldürmesini planlıyordu.”
Kelimesi kelimesine doğru çıkarımlardı. Birine bile itiraz edemedim çünkü tam da böyle olmuştu. Ona doğru dönerken olduğum yaştan binlerce yıl daha uzağa gitmiş gibiydim; yaşanan son birkaç saat yüzüme kalıcı yaşlar çizmişti. Yorgunluğumu görüp elini yüzüme uzatarak büyük avucunu yanağıma yerleştirdi. Gözlerimi yumup yanağımı avucuna yaslayarak, “Bir savaşa giriyoruz,” diye fısıldadım, kelimeler sonunda gömüldükleri toprağın altından çıkıyordu. “Buna mecburdum. Sen zaten bir canavar olduğunu düşünüyorken sana böyle bir şeyi dayatmak istemezdim. Ama kaderden kaçamayız.”
“Kaderden değil Medusa, olduğumuz insandan kaçamayız.”
“Samuel’i öldürdüm. Sezgi’nin sahte de olsa tek akrabasını. Şu ana dek sığındığı belki de tek liman Samuel’di.”
“Sen değil, ben öldürdüm.”
“Kendini kandırmayı bı-”
“Ciddiyim Mahi,” deyince çatık kaşlarımın altına gömülmüş karmaşa dolu gözlerimi yüzüne dikip bir cevap bekledim. “Kanını ona içirmeseydin de ölecekti.”
“Ne?”
“Aynı anda hem gücünü devre dışı bıraktım hem de boynunu kırdım.”
Duygular içimde yanlış kablosu kesilmiş bir bomba gibi infilak etmeye başladı.
Kendini keşfediyordu. Neler yapabileceğini keşfetmeye başlamıştı. İri bir gözyaşı damlası yanağımdan yuvarlanarak çeneme aktığında bunun nedenini anlamaya çalışıyor gibi parmağını elmacık kemiğime sürttü.
“Artık birbirimizin karşısında yalanlar olmadan, sakladıklarımız olmadan duruyoruz Mahi,” diyerek gerçeğin bizi yıkmak için yaklaşan bir dalga gibi üzerimizi örtmesini sağladı. “Sen benden Nigin’i saklamıyorsun, ben de senden varlığını fark ettiğim canavarı.”
İnsanlar göründükleri gibi olmadıklarında kötü biri olurlardı, bir şeytan olduklarını her an haykırdıklarında değil. Efken’in ilk andan beri iyi bir adam olduğunu savunmadığını biliyordum; o ilk andan beri kollarının arasına isteğimle girdiğim canavar olduğunu savunuyordu.
“Ne zaman fark ettin?” Soru dudaklarımdan döküldüğünde gözyaşım çenemde asılı duruyordu; yere damlamadı.
“İçimde bir canavarın yaşadığını hep biliyordum. Bunu sana da söylemiştim.” Dürüsttü. Her bir kelimesinde dürüstlüğü vardı ama yalan söylüyor olsa bile ona inanacağımı fark ettiğim için kalbim ağrıyordu. “Canavarı eğitebilirim sandım, canavar ve ben aynı beden içinde farklı kişileriz sandım, ona hükmedebileceğimi düşündüm.”
“Senin bahsettiğin canavar, ruhundaki canavar Efken,” diye fısıldadım. “Ruhunda bir canavar olduğunu düşünüyorsun, düşünüyorsun çünkü ağır şeyler yaşadın. Hiçbirini bilmiyorum, sadece gösterdiğin kısmı bile derimi etimin üzerinden soydu. Bahsettiğin ruhundaki canavar. Ben onu sormuyorum.”
“İçimdeki canavar hep aynıydı.” Ağır ağır nefes alıp verdi, bana empoze etmeye çalıştığı düşünce kaşlarımın çatılmasına neden oldu. “Seninle ilgili araştırmalar yaparken, içimdeki canavar hakkında yazılanları da gördüm. Başta hiç önemsemedim, umurumda bile değildi, kendime biraz olsun benzetmedim ama…”
“Evet?”
“Saldırıda her şey değişti. Bir pençenin beni içimden kazıdığını hissettim. Dışarı çıkmak istiyor gibi durmadan kazıyordu. Derimi parçalayıp dışarı çıkacak, özgür kaldığı gibi kan dökmeye başlayacaktı. Onu hissedebiliyordum. Bu anlattığım şey ruhla ilgili değil. Bu anlattığım şey tamamen fizikseldi.” Tarot kartları gözlerinin içinde yeniden dağıtıldı; sanki zaman uzun süredir kartları bizim için karıyordu. Başta sustum çünkü ne söylemem gerektiğini bilemedim, sonra bu kez ona dokunması gereken kişinin ben olduğumu fark edip avucumu kemikli yüzüne yerleştirdim. Yeşererek yüzünün kemiklerini saran sakallarının pürüzünü avucumun içinde hissederken, “Mustafa da öyle,” diye devam etti. “Canavar onu kazıyıp dışarı çıkabilmiş. Bana hâlâ pençelerini geçiriyor.”
“Sana bunu o mu söyledi?”
“Yaralıydın, uyuyordun, ona sorduğumda hiç kıvırmadı. Biraz düşünmedi bile. Sadece söyledi.”
“Manbel seni ortadan kaldırmak istiyor.”
Karanlık uçurum mavisi gözlerine dağılarak şafağın sökme, sabahın gelme ihtimalini yok etti. İfadesinde bir parça bile aydınlık yoktu. Canavarın orada, gözlerinin arkasında beni izlediğini biliyordum. Beni izlerken Efken’in ruhuna pençelerini geçirerek ona işkence etmeye, özgür kalmak için Efken ile savaşmaya devam ediyordu.
“Beni ortadan kaldırmak istiyor çünkü yalnızken bile oldukça güçlüsün, bir de benimle uğraşmak istemiyor. Çünkü ikimiz beraber olursak bizi yenemeyeceğini düşünüyor. Sezgi haklı, Manbel işgüzar ve korkak. Bir korkak her zaman kalabalığı etrafına toplar. O da bunu yapacak. Çünkü beni saf dışı bırakamadı, seninle ilgili detayları öğrendi ve daha fazla korkmaya başladı.”
“Yenemeyeceğini düşünüyor, dedin. Sen yenebileceğini mi düşünüyorsun?” Elimi yanağından uzaklaştırıp sırtımı Efken’e döndüm ve koltuğa doğru ilerledim. Koltuğun kolçağına oturup, düşmüş omuzlarımla camdan dışarıyı izlemeye başladım. “Yenileceğimizi düşünüyorsun, değil mi Efken?”
“Yenilmek benim kabul edeceğim bir şey değil. Ben yenilmem. Ben bu hayata sadece kazanmak için geldim.” Her kelimesinde ölümü bile dilsiz bırakan bir güven vardı. “Ne olursa olsun, içimdeki canavarın beni parçalayıp çıkmasına izin vermek zorunda bile kalsam, girdiğim bir savaştan o savaşı kazanmadan çıkmam. Ama sen…” Nefesi saçlarıma aktığında onun hemen yanı başımda olduğunu fark edip dalgın bakışlarımı saplı durduğu ormandan ayırarak ona doğru çevirdim.
“Ben ne?”
“Hedef senken yanlış strateji yapmaktan korkuyorum,” dedi dürüstçe, bu dürüstlüğü beni başında durduğum uçurumun önünden çekerek şu âna getirdi. “Hâlâ isimlerimizi bile bilmiyoruz Mahi. Aslında kim olduğumuz bile gölgelerle dolu. Şu an neden buradayız? Neden Efken Karaduman’ım? Neden yeniden bir aradayız bunu bile bilmiyoruz. Bu kadar büyük bir bilinmezliğin içindeyken, kumar masasına yüreğimi koymamı istediğine emin misin?”
Söylemeye çalıştığı şey karnıma saplanmış bir bıçak gibi beni yaraladı ama kanımı akıtmadı. Ona uzun uzun baktım. Karanlık bir geçmişi vardı ama asıl geçmişinde de hâlâ dinmeyen, yeniden üzerimize çökmek için çıkıp gelebilecek karanlıklar olmalıydı.
“O kurt,” dedim yavaşça, amacım konuyu kalbimi bulandıran taraftan çekip asıl olması gerektiği yöne çevirmekti. “Bir Gümüş Pençe’ydi.”
Bana beni onaylıyor gibi baktı ama ondan bir cevap alamadım.
“Saldırı ânında bize yardım etti. Belki de senin için geldi.” Efken kaşlarını çatarak yüzüme baktı. “O kurt, daha önce de ormanda gördüğümü söylediğim genç erkekti. Akla mantığa aykırı gelebiliyor ama şu an hayatımızda ne normal ki? Birkaç saat öncesine kadar havada duruyordum ve etrafımda ateşten bir çember vardı.”
Efken yüzüme asırlar gibi gelen bir süre zarfında sakince bakmaya devam etti.
“Beni korumuştu Efken. O bir Gümüş Pençe olmasına rağmen, beni, bir Mar’ı korumuştu. Yeniden bizimle savaşabilir. Hatta kendisi gibi olanları bizim için getirebilir.”
“Sen bir canavar sürüsünden yardım isteyeceğimizi mi söylüyorsun?”
“O canavar bizi korudu.”
“O canavarlardan biri benim, koruduğum bir şeyi daha sonra öldürebiliyorum.”
İçimi buz kestiren cümlesine rağmen sessiz kaldım. Daha fazla konuşmak, onun kendine yapıştırdığı canavar etiketinin üzerindeki kelimeleri okumak istemiyordum. Ormana dalıp gittim ve Efken de hemen yanımda durup beni izledi. Duruşu tehditkâr, gözleri yüzüme sabitli ama dalgındı.
“Bir pentagrama benziyordun,” diye fısıldadı. “Şeytana ait bir yıldız gibiydin.”
“Pentagram.” Başımı salladım. “Manbel’in kendini güvende hissetmesini sağlayan sembol. Ona göre bir korunma tılsımı. Benden korksa da beni güvenli buluyor çünkü bende olduğunu düşündüğü gücü kendi lehine kullanabileceğine inanıyor. Bu da beni onun için güven dolu bir tılsıma dönüştürüyor.”
“Başta seni öldürmeye çalışmayacak,” dedi Efken, bu cümleyi kurduğu için öfkeyle hırıldayarak şömineye doğru yürüdü. Küllenen şöminenin önüne eğilip demir maşayı alarak küllere sertçe vurdu. “Çünkü senin gücünü, enerjini istiyor. Belki de saldırıda kendini bu kadar göstermen yerinde bir karar değildi. Onun gözünde artık daha kudretlisin. Şimdi seni sadece kazanmayı değil, eğer sana yenilme ihtimali daha da artarsa doğrudan seni öldürmeyi düşünecek.” Efken psikolojiyi bir silah gibi kullanabiliyordu; aynı zamanda insanların psikolojilerinin ellerindeki silahlar olduğunu da biliyordu. Bu konuda başarılı olduğu için Manbel’in zihnine derin bir çizik atabilmesine şaşırmamıştım.
“Kurtlardan yardım isteyelim.”
Demir maşayı kenara atıp elleriyle yüzünü kapattı, sonra büyük avuçlarını yüzünden aşağıya doğru kaydırıp, “Yedi ceddini sikeyim!” diye hırladı. “Medusa, iyi de bahsettiğin şeyleri nereden bulacağız? Verandadaki bile siktir olup gitmiş. İnlerini mi biliyorsun? Hadi diyelim biliyorsun, ne yapacağız? Elimizi kolumuzu sallayarak inlerine girip yardım mı isteyeceğiz? Kurtlar güven duymadıkları yerde durmazlar. İçimde size ait bir canavar var, pençelerini ruhuma sapladı beni kazdıkça kazıyor desem bile bana güvenmezler.”
“Onların hükümdarıysan güvenirler!” diye bağırdım birden öfkeyle.
Efken, “Bana öyle seslenme,” dedi iğreniyor gibi kaşlarını çatarak. “Bir canavarla tam yirmi yedi yıldır yaşıyorum. Şimdi tamamen o canavara dönüşmeyeceğim. Bunu yaparsam sadece o orospu çocuğunun kafasını dişlerimin arasına almak istediğim için yaparım.” Son kurduğu cümle onu daha da iğrendirmiş gibi yerdeki demiri tekrar kavrayıp öfkeyle yere vurdu ve birkaç küfür savurdu. “Crystal neden Mar bulmaya çalışmıyor?” diye sordu, sesi hissettiği öfkeden dolayı çatlaklarla dolmuştu.
Onu onun silahıyla vurarak, “Crystal elini kolunu sallayarak Kan Yemini etmiş, etmemiş, bizi tanıyan tanımayan, ne olduğunu bile bilmediği melezlerin inine mi girsin?” diye sordum sertçe. “Bizim için birkaç kişi buldu.”
“Sen sanıyorsun ki canavarlarla anlaşma yapmak istemediğim için reddediyorum.” Birden yerinden fırlayınca nefesimi tutarak ona baktım. Saniyeler yere düşmeden, henüz havadayken, saatin ibresi donup kalmışken tam karşımda duruyor, öfkeyle soluyordu. “Ben seni korumaya çalışıyorum. Gerisi benim sikimde bile değil. Her kaynakta bu ikilinin birbirine düşman olduğu yazıyor. Ya o canavarlar önce yardım edip sonra seni öldürmeye karar verirse? Hiç düşündün mü?” Ölümüm onun dudaklarında anlam kazandı ve sonra kendi anlamlarında boğularak varlığını yitirdi. Gözlerimiz birbirine doğrultulmuş iki soğuk namlu gibiydi. “Öldürülmesi zor olansın Mahi,” dedi. “İmkânsız değil.”
“Bu kadar amatörken bir şansımız olsun istiyorsan, her şeyi göze almak zorundasın,” dediğimde, kendi ölümüme meydan okuduğumu biliyordum. Yok edilme ihtimalimi bir köşeye fırlatmadan önce, koparılmış bir roman sayfasındaki yok edilmesi gereken kelimelerin yazdığı sayfayı buruşturur gibi avucumun içinde buruşturmuştum.
“Aklını mı kaçırdın lan sen?” diye hırlayarak bana doğru dönerken büyük elleri kollarımı kavradı; beklenmedik bir anda kendimi salonun soğuk duvarına yaslı hâlde buldum. Canımı acıtmadan beni sıkıca kavrarken sırtımı duvara biraz daha bastırıp, ay ışığının yüzüne çarpan kemik rengi ışığının altında acı çeken yaralı bir canavar gibi gözlerimin içine baktı. Ona direnmedim. “Seni ölümün kollarına bırakacağıma, seni geri gönderirim daha iyi.”
“Geri göndermek mi?” diye bağırdım, sesim o kadar kuvvetli çıktı ki, evin pencerelerinin titrediğini hissettim. Umursamadım. Tek odaklanabildiğim kurduğu cümle olmuştu. “Geri göndermek mi?” Çatık kaşlarla ona baktığım sırada onu sertçe ittim ve bana karşı koymadan geriye doğru sendeledi. “Beni geri göndereceksin, öyle mi?” diye sordum sertçe. “Nasıl? Sözün için kendini öldürerek mi? Yoksa kendini öldürterek mi? Nasıl?” Çığlık çığlığa bağırarak sorduğum sorulara verdiği tek karşılık mavi gözlerine çökmüş bir öfkeyle beni izlemek oldu. “Efken, her şey senin istediğin gibi olmayacak. Sen yaşa dediğin için yaşamayacağım, tıpkı sen öl dediğin için ölmeyeceğim gibi.”
“Bu cesaret ve gövde gösterisini benim karşımda yapmayacaksın!” diye bağırdı, sesi ilk kez bu kadar şiddetli ve yıkıcı çıkıyordu. “Senin içinde küçük bir yer edinebilmek için boğazına yapıştığım o canavar beni ele geçirirse, her şey çığırından çıkar, anladın mı beni? Senin için çabalıyorum, kör müsün?” Bağıra bağıra konuşuyor, hatta konuşmuyor, kelimelerin arasına beni yere deviren sorular iliştiriyordu. Gözüm boynundaki iğne deliğine kaydı ama orada çok oyalanmadı. Çıplak omzundan dirseğinin içine, oradan bileğine doğru ona ait kurumuş olan kanın çizdiği yolu izledim. “Senin için, yeniden düşmanın olmamam için, bizim için savaşıyorum, kör müsün?” Biz demesinin şaşkınlığı, düşmanlığın yarattığından bile fazlaydı. “Hayatımda ilk defa bir kadın için çabalıyorum. Hayatımda ilk defa bir insan için çabalıyorum. Nasıl görmezsin sen beni ya? Senin yiğitliklerin, yerli yersiz cesaretin, bunlar benim sikimde değil kızım!” Yutkunup kafamı duvara daha çok bastırdım. “Kalkmışsın! Karşımda durmuşsun! Sen öl dedin diye ölmem, yaşa dedin diye yaşamam diyorsun! Tamam ulan!” Öfkeyle geri çekilip yerdeki kırlente bir tekme savurdu. “Savaşmak mı istiyorsun? Git, savaş ulan. Ama sana bir şey olursa, sana bir şey olacağını sezersem, tehlikede olduğunu görürsem, seni geriye öyle bir döndürürüm ki, bir daha burayı hayalinde bile göremezsin!”
“Sen beni tehdit mi ediyorsun?”
“Tehdit ya da değil, ne algılarsan.”
“Sen bir savaşın ortasında beni kendinle tehdit edemezsin!”
“Sen beni kendinle tehdit ediyorsun ama!” diye bağırdı yüzüme doğru.
“Bağırmayacaksın bana!”
“Daha içten emret, belki sesimi de kesersin!”
Öfkeyle homurdanarak sustum ama içim yangın yeriydi. Bunu bilmese de olurdu. Hissettiğim sinirle hızla salondan çıkarak banyoya girdim ve Efken’in hole düşen adım seslerini dinlerken kapıyı izleyerek üstümdeki etekleri yanmış elbiseyi çıkarıp bir kenara fırlattım. Kendimi suyun altına bıraktığımda akacak daha çok gözyaşım varmış gibi hissediyordum ama uzun süre ılık suyun altında kalınca gözyaşları da içimde donarak taşlaştı. Ağlamadım. Oysa ağlasam gözlerimden geçip giden bir okyanus olduğunu biliyordum. O kadar dolu hissediyordum ki sanki ortadan ikiye ayrılacaktım ve ayrıklarımdan dışarı hissettiğim duygular taşmaya başlayacaktı.
Oysa çok değil, birkaç saat önce onun dokunuşlarının vücudumda bıraktığı izler hâlâ taptaze derimin üstündeydi. Utançla karışık bir duygu içimdeki her bir köşeye sindi ama görüntüler utanca rağmen zihnimden silinmedi. Zihnimden silinmeyen bir görüntü daha vardı. Bir adamın alnının ortasında açılan kurşun deliği, dışarı sızan kanlar ve adamın cansız gözleriyle sırtüstü yere devrilişi… Samuel’in bedeninin alevlere teslim olduğu o an, boynunun kırılışı, gözlerine yerleşen o ölüm ıssızlığı; sessizlik… Ölümler arka arkaya geliyordu ve hiçbiri bana ait değildi. Şimdi bunca ölümün içinde Efken ile bir kumar masasına oturmuştuk. Masada duran yaşamım ve ölümümdü.
Zihnimde bir soru belirdi. İçindeki canavar sonunda tenindeki son toprağı da aşıp yüzeye çıktığında bana zarar vermekten mi korkuyordu? Marlar ve Gümüş Pençeler arasındaki uzayan düşmanlık, anılarımızda birbirimize düşmanca bakan gözlerimiz… Dönüşme ihtimali olan o doğaüstü yaratık… Belki de kapıdaki savaşta beni korumak yerine beni parçalara ayırmaktan korkuyordu. Eğer böyle bir şey olsaydı, o genç Gümüş Pençe bunu yapmaz mıydı zaten? Efken’in kafasında daha sağlam deliller olmalıydı, kendisini kendisine düşman edecek kadar güçlü sebepleri vardı, bu belliydi.
Parçalanan ve Efken’e ait bir düğümle eskisi gibi olmasa da kullanabilir hâle gelen iç çamaşırını elbisenin içine saklayarak banyodan çıkıp, yaşadığımız her şeyin bir tekrarı zihnimde yeniden oynuyorken yatak odasına girdim. Bir ölü gibi bomboş gözler, çalkalanan bir kafayla üzerime boğazlı dar bir kazak, altıma da tayt geçirdim. İç çamaşırlarımın etiketlerini çıkarmadığımı etiket sol kaburgamın üstünü dürtüp hafifçe kestiğinde fark etmiştim. Bulduğum bir makasla yukarı sıyırdığım kazağın altındaki sütyenin kenarından sarkan etiketi kestiğim sırada Efken içeri girdi.
“Birileri mekânı temizleyecek,” dedi sanki ona bu konuyla ilgili bir soru sormuşum gibi. Yüzüme bir tokat gibi yönelttiği tehdidin öfkesi hâlâ dalgalar hâlinde bedenimin üzerinde salınıyordu. Ona öfkeyle baktım ama bakışlarıma verdiği karşılık ruhsuzluk oldu. Gözlerimdeki öfkenin şeytandan aldığım ateşle harlandığını biliyordum, Efken’in herhangi bir cümlesinde o alevler daha da körüklenecekti. “Şafağın ardındaki beyaz gelmeden Crystal’in evine gitmeliyiz.”
Ruhsuz bakışlarım onu takip etmeye devam ederken kazağımı aşağı çekerek indirdim. Etiketi yere fırlattım ve şifonyer çekmecelerinden birini açıp kendime bir çorap çıkardım. Elması sakladığım küçük sandığı da aldığımı fark etti ama yorum yapmadı. Sakince çorabımı giyip üzerime siyah şişme bir mont aldıktan sonra çıkışa yönelerek, “Gidelim öyleyse,” dedim tekdüze bir sesle. Tehdidi bir kalp gibi göğsümün altında çarpıyor, kan gibi damarlarımda yüzüyordu. Odadan onu arkamda bırakıp çıktığımda öfke yerini korkuya bırakmaya başlamıştı. Kafamın içine çökmeye başlayan görüntülerden birinde Efken’in parıltıları tamamen sönmüş, ölü bakan mavi gözleri belirdi. Durup holün karanlığına uzun uzun baktım. Arkamda olduğunu biliyordum.
“İçimde biraz olsun yer edinmeye çalıştığını söylemiştin,” dedim. “Eğer yanlış duyup, yorumlanmaması gerektiği gibi yorumladıysam affet Yıkım Getiren. Ama her şey tam da içime yerleştiğin kadar gerçekse, bu tehdidini hiç unutmayacağım.”
Bir akbaba düşüncelerimin üzerinde kanatlarını iki yana ölümü vadeden bir karanlıkla açmış öylece uçuyordu. Düşüncelerimin içindeki anıların ölmesini bekliyordu, ölmesini ve anıların ölülerini deşmeyi. Ama benim içimde ölen tek şey zamandı ve ben ölen bir zamanda yeniden boğuluyordum. Efken’den gelen cevabı bekledim. Sessizliği bir sarmaşık gibi bedenimi sarmaya başladı, bedenimin içine sindi ve bu defa ruhuma dolandı. Beni ele geçiren üzüntüyü görmesi için onun gözlerinin içine bakmam mı gerekiyordu? Sırtım ona dönükken de beni ne kadar üzdüğünü göremiyor muydu?
“Bana vereceğin bir cevap yok mu?”
“Seni kaybetmektense, içindeki yerimi kaybederim.” Cümlesinin yankısı kalbimi paramparça ederken ona doğru dönecektim ama ellerini kollarıma yerleştirip hareket etmeme engel oldu. “Bana bakma. Şu an bana bakmanı da beni görmeni de istemiyorum. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, böyle bir adam olduğum sürece, sen tüm çabalarıma rağmen zaten beni göremeyeceksin. Bana şimdi bakma. Daha sonra.” Bedenimi hafifçe öne doğru itip bana bir adım attırdı. Cehennemin benim için aralanan kapısından dışarı alevler sızmaya başlamıştı. Ben de sızan alevlerin bileklerime çarpmasını bekliyordum. Yavaşça yükselip tamamımı içine aldığında alevlerin içinde boğularak yanmaya başlayacaktım. Bana attırdığı her bir adımda aslında o alevlere doğru yürüyordum ama bilmiyordu. “Gidiyoruz.”
Eğilip sandığı kenara koydum, postallarımı giydim, bağcıklarını bağladım, sandığı alıp tekrar doğruldum ama ona asla bakmadım. Yeniden bana dokunmasına izin vermeyecek değildim ama o sanki izin vermezmişim gibi bana dokunmadı. Sadece arkamdan geldi. Nefesini hissetmek adımları atmamı kolaylaştırdı. Saçlarıma sinen her bir nefesi atacağım bir adım, bana yön gösteren pusula gibiydi. Üstünde ince, boğazlı bir kazak vardı, hangi ara giymişti bilmiyordum, kazağın rengi siyahtı, sanırım birinin boynundaki iğne deliğini görmesini istemiyordu, o yüzden balıkçı yaka tercih etmişti.
Ön yolcu koltuğuna oturup buzlarla kaplı ayın yüzeyindeki çatlakları izleyerek emniyet kemerimi bağladığımda arabanın motorunu çalıştırmıştı. Sandığı dizlerimin üzerine bıraktım. Motorun sesi kafamın içindeki felaket senaryolarının arkasında ilerleyen boş bir yankı sesi gibi bir var olup bir yok oldu. Efken’in dikiz aynasına düşen gözlerinin bende olduğunu hissettim. Kafasını bana doğru çevirmedi ama o aynadan beni devamlı olarak izledi.
Efken bir anda gaza yüklenince altımızdaki cip rüzgâr gibi havalanarak öne doğru atıldı. Kirpiklerimin batmaya başladığı gözlerimi yumdum ve başımı cama yasladım, camdan akan titreşimler rahatsız edici olsa da bir süreliğine, kısa ama sancılı bir uykunun bana uzanan kolları arasına girmiştim. Kısa süren tavşan uykularımdan birinden daha uyandığımda göstergedeki rakamların yan yana durarak çizdikleri saate baktım. Uyuyalı on beş dakika bile olmamıştı çünkü gözlerim uykuya yenik düşmeden önce son kez göstergedeki saate bakıp öyle dalmıştım. Rahatsızlık içinde boynumu esnettim. Öne doğru hızla atılan arabanın tekerlekleri sanki cehennemdeki alevlerin üzerinde ilerliyordu.
Birkaç defa Efken’e bakmak istesem de yapamadım.
Tehdidi hâlâ canımı acıtıyordu. Nigin’i ondan saklamamın asıl sebebini şimdi bir silah olarak kullanıyor ve beni o sebepten yarattığı silahla farkında olmasa da ağır hasarlar vererek yaralıyordu.
Var ettiği tahribatın farkında bile değildi.
Nabzımın sesi aracın içini dolduran tek gürültü gibiydi. Uzun süre Efken’e bakmadan çarpan nabzımın sesini dinledim. Ona doğru dönüp güzel yüzünü izleyerek bağırıp çağırmak, onunla savaşırcasına kavga etmek istiyordum ama hâlim yoktu. Görüyordum ki onun da buna hâli yoktu. Sadece sessizdik. Atıştırmaya başlayan kar taneleri ön cama vurmaya ve otomatik bir şekilde çalışmaya başlayan silecekler karları etrafa savurmaya başladığında bile hiç konuşmadık. Şehrin bulunduğumuz konuma oranla biraz daha batısına geldiğimizi fark ettim. Uçurumların seyreldiği, yüksek binaların kendini göstermeye başladığı işlek bir caddeye girdiğimizde saat oldukça geç olmasına rağmen şehirdeki canlılığını yitirmeyen gece hayatını izledim. İnsanlar mekânlardan çıkıyor, köşe başlarında bir şeyler yiyor, bir mekânın içeri girmek isteyenlerin oluşturduğu kalabalık sırası sokağın diğer ucuna kadar uzanıyordu.
İbrahim’in çalıştığı plazaları anımsatan siteleri geçtiğimizde kaşlarım çatıldı. Crystal’in burada oturduğunu sanıyordum ama Efken bir tarafı uçurum eteği, bir diğer tarafı dağ olan dar şeritli yola girince Crystal’in bahsi geçenleri farklı bir evde sakladığını anladım. O kadar insanın önüne bir açıklaması olmadan çıkarabilmesi mümkün olmayan tipleri elbette daha göz önünde olmayan bir yere götürmüş olmalıydı. Sebepsiz yere kendimi üzgün hissettim.
“Benimle konuşmayacak mısın?”
Kirpiklerimin arasındaki donuk bakışlar ona tutunabilmek için bir bahane bulmuştu. Gözlerimi ona çevirdim ve direksiyonu kavrayan parmak boğumlarının bir cesedin tenine değen ölüm darbesi gibi beyazladığını fark ettim.
“Sezgi orada olacak mı?” diye sordum konuyu tamamen farklı bir noktaya götürmeye karar vererek. Evet, onunla konuşacaktım ama onun istediği gibi değil.
Benim istediğimi sandığı gibi.
“Eğer merak ettiğin buysa, evet, oraya gelecek, belki bizden önce varmışlardır,” dedi, sesi soğuktu, gözleri ise ızdırap içinde bakıyordu. Bunu onun ölüm bekçiliği yapan gözlerinde görmek oldukça zordu ve ben, uzun zamandır onun gözlerinde ızdırabı da çaresizliği de görüyordum; hatta görmekle kalmıyor, yudumlayıp içiyordum.
“Samuel’in ölümünü hissetmiş midir?”
“Sonunda Samuel’in öleceğini zaten biliyordu Medusa,” dedi ters bir şekilde.
“Hissetmiş midir?” diye üsteledim.
“Bilmiyorum. Siktiğimin cadı hisleri, cadı yasaları nasıl işler bilmiyorum, tamam mı?” diye bağırınca kaşlarımı çatarak sırtımı koltuğa bastırdım, bakışlarım önümde su gibi akıp giden yola çevrildi. “Seninle konuşmaya çalışıyorum ama sen, ikimiz dışındaki her şeyi konuşmaya hazırsın.”
“Sense sadece bana bağırıp çağırmaya hazırsın.”
“Sana bağırıp çağırmadım,” dedi ve sonra durup düzeltti: “Bu geceye kadar uzun süredir sana karşı kimseye karşı olmadığım kadar sakindim.”
“Senin sakinlik anlayışın fısıldayarak konuşurken bile tehditler savurmaksa, keşke bana durmadan bağırsaydın Efken.”
“Kavga edebilecek durumda değiliz,” diye kestirip attı.
“Evet. Çünkü bu tarz aptal bir kavgayı sadece birbirinin hayatında bir isme sahip olan insanlar yapar. Ben senin hayatında bir isme sahip değilim.” Bu onu tamamen kışkırtmak amaçlı kurulmuş bir cümleydi. Amacıma ulaşmam çok uzun sürmedi. Gaza öyle sert bastı ki altımızdaki araç alev alacak ve bir alev topu şeklinde ilerlemeye devam edeceğiz sandım. Başımı koltuğa iyice bastırarak, “Senin hayatın, senin kararların, senin karanlığın, senin canavarın,” diye fısıldadım. “Sadece sen, sen, sen.”
“Sadece ben, çünkü benim için sadece sen!” dedi sertçe. “Anlamak istemeyecek kadar mankafalıysan, inan anlatmak için uğraşmayacağım. Siktir et.”
“Bencil pisliğin tekisin.” Kalbimi hızlandıran o cümleye rağmen ona bunu öfkeyle bir tokat atar gibi söylemiştim. “Bencil.”
“Ben bencilsem peki ya sen nesin?”
“Sus.”
“Beni korumak için Nigin’i sakladın, şimdi ben de seni korumak için Nigin’i kullanacağımı söylüyorum. Kısasa kısas Medusa. Canın nasıl istiyorsa öyle yap.”
“Hâlâ tehdit ediyorsun.”
“Evet, ediyorum.”
“Kapat çeneni,” diye inleyerek başımı iki yana salladım. “Sesini duymak istemiyorum.”
“Sesimi duymak için yalvaracak hâle gelene kadar susarım ve inan, yalvarsan bile bir daha tek kelime duyamazsın,” dedi öfkeyle. “Beni sınama. Beni sınamayı bırak.”
“Tehditlerine bir yenisi mi eklendi şu an?”
“Bilerek şu uçurumdan aşağı sürmemi istemiyorsan sus.”
“Bu kaçıncı tehdit?”
“Bir çocuk gibi davranmayı kes artık!” diye kükrediğinde, ilk kez beni sindirdiğini, beni ilk başta korkuttuğundan bile binlerce kat daha fazla korkuttuğunu hissettim. Üstelik bunu sadece bir gerçeği yüzüme sertçe çarparak yapmıştı.
“Görmediğimi mi sanıyorsun? Sence üzerimde psikolojik baskı kurmaya çalıştığını anlamıyor muyum?” diye sorarken sesi bir önceki tonuna oranla daha sakin çıksa da öfkenin orada, surların arkasında saklandığını biliyordum. “Beni bilerek kışkırtıyorsun. Sinirleneyim ve seni umursamayayım istiyorsun. Sinirleneyim ve her dediğine tamam diyerek seni geri plana atayım. Orada ne oldu? Luxury’de ne olduğunu hatırlıyor musun? Birkaç saat önce beni babamdan vurdukları için bilincimin nasıl bir yırtıcıya dönüştüğünü gördün. Seni o kadar yok saydım ki o an her şey senin planının bir parçası olmasaydı belki de sana saldıracaktı, sana büyük zararlar verecekti ama tek odaklandığım o adamdı.”
“Korktuğun beni geri planda bırakmaksa, bırak gitsin,” dedim, dakikalar sonra ilk kez empati yaparak sakince yaklaşıyordum ona. Sakinliğimi görmezden geldi ama durmadım, devam ettim. “Savaştan kaçamayız. Beni geri yollayamazsın. Bırak, yardımı dokunabilecek herkesten yardım alalım. Liderleri sensin. Ne dediğini duydum. Semih’in yüzüne liderin kim olduğunu haykırdın. Seni dinlerler, bana ya da bir başkasına saldırmazlar.”
“Güvenin olmadığı yerde liderlik hiçbir şey ifade etmez. Hem sana bilincimin dışına çıkıyorum diyorum, beni duyuyor musun?” Kafama bakıp, “Orada kimse var mı?” diye sordu sert bir alayla.
“Ne yapmamızı öneriyorsun?” diye sordum. “Manbel’i silahla vurabileceğini mi düşünüyorsun? Bir sonraki adım ne? Bana silah kullanmayı öğretip silahla yaralayamayacağım bir şeyi kurşuna mı dizdireceksin?”
“Sana aceleci davranma diyorum. Evet, kapıda olan bir şey var ama Manbel korkuyor, bir anda saldıracaksa bile o saldırı şimdi olmayacak. Bana güvenmiyorsan, şu ana kadar parmak uçlarımda oynattığım binlerce psikolojiye güven. Bir insan ve bir yaratığın psikolojisi arasında büyük farklar yok. Kendimden biliyorum.”
Açıkça ona güvenmemi istediğini gördüm.
Ona zaten güveniyordum.
Bu ince nokta beni sakinleştirdi ve dilimin ucunda sessizliğin kaydığını hissettim. Yine de onu cansız hayal edince, ön cama yavaşça vuran kar tanelerinin rengi bile kan rengine boyanıyordu. Beni tehdit ettiği şeyin ne kadar büyük olduğunu bilmiyordu; onun kanının bulaştığı beyaz bir elbiseyle uçurumun başında ölümü bekliyormuşum gibi hissettiğimi bilmiyordu. Bilse ne değişirdi bilmiyordum ama eğer o uçurum başında gözlerimden yaşlar döküldüğünü bilseydi, sanırım bir şeyler değişebilirdi.
“Sana güvenmediğimi düşünme Efken,” dedim sonunda, derin sessizlik içimdeki duyguların sesinin artmasına neden olmuştu. Konuşmasaydım, kalbim sözü benim yerime devralacaktı. “Sana güvenmeseydim, inanmasaydım, senin için savaşmazdım.” Her yer karanlıktı. İlerlediğimiz yol, dudaklarımdan akan kelimeler, onun kalbinin atışları, itirafım… Her yer ve her şey karanlıktı. “Ben içimde vicdanımla değil, ben içimde seninle savaştım. Nigin’i susturan vicdanım değildi.” Gözlerimi yoldan ayırmadan başımı yavaşça cama yasladım. Yol kenarındaki sokak lambalarının hiçbiri yanmıyordu, denizin uçurumun eteklerine savurduğu dalgaların sesi öyle kuvvetliydi ki sanki dalgalar arabanın içine vuruyordu. “Nigin’i sana söyleyecek olan dilimi, içimdeki sen susturdun.”
Bir trenin ölüleri taşıyan vagonunu bir diğer vagona bağlayan demir bağ kopmuş, vagon tren raylarına devrilirken, tren onu gerisinde bırakarak ilerlemeye başlamış gibiydi. Ölüler geçmişte kalıyor, diriler geleceğe onları arkalarında bırakarak aynen böyle ilerliyordu. Efken ölmemişti. Geçmiştekinin aksine, şimdi canlıydı ve buradaydı. Onu arkamda bırakıp gidemezdim.
Onu arkamda bırakıp gitme düşüncesi kalbimi kırdı ve kalbimin kırığından zehir gibi bir acı sızmaya başladı.
Hızı belirleyen ibre ileri doğru titreyerek kaydığında gözlerinin alev alev yandığını fark ettim. Bana bakmasa da cehenneme ait alevler kirpik diplerinden gözlerinin boşluğuna akıyordu.
“Azize kartını sana veren bendim,” diye fısıldadı, kelimelerinin derinlerime indiğini hissettim; ruhuma sindi. “Sana, seni bu karta benzettiğimi söylemiştim. Ay ışığının altındaydık.”
Bir anlığına sustu ama anılar susmadı.
Aynı anda, “Sen de benim sessiz, bilge, güçlü Azize’msin,” diye fısıldayarak geçmişte ona ait olan bu cümleyi geleceğin üzerine bir gelinliğe ait duvak gibi serdik.
“Evet,” diye mırıldandı, direksiyonu koparacak gibi kavrıyordu. “İşte aynen böyle söylemiştim.”
Söylemek isteyip sustuğum kelimelerin içimi alev alev yaktığını hissettim.
Efken, “Semih’in beni gammazladığı adam o örgüttendi,” dedi, ses tonu düşüncelerinin ne kadar karanlık olduğunu ortalık yere bir çeyiz gibi seriyordu ama çeyizdeki her parça kana bulanmıştı. “Adam beni içeridekilere bildirdi mi bilmiyorum, ağız çıkımlarına bakılırsa bildirmedi, beni bir ödül gibi onların önüne götürmeyi planlıyordu. Aferin alabilmek için. Ama yine de beni herhangi biriyle paylaştıysa, bu, bundan sonra onlar konusunda da dikkatli olmam gerektiği anlamına geliyor.”
“Onlar seni neden endişelendiriyor? Hepsi birer insan.”
“Yaren gibi,” diyerek gözlerini bana çevirince içimdeki kelimeler soğudu. Haklıydı. “Hem sana onların nasıl insanlar olduklarını söylemiştim. İsterlerse şeytana bile zarar verirler.”
“Yine hem Yaren hem de benim için endişeleniyorsun.” Gözlerimi kaçırdım. “Benim için endişelenme.”
“Senin için endişeleniyorum. Bu durdurabileceğim bir şey değil. Seni ilk gördüğüm andan beri senin için hep endişelendim.”
Taşikardi nöbetlerimin sebebiydi.
“Sen durdurabileceğim bir şey değilsin,” diye fısıldadı ve bakışları bir akarsu gibi yavaşça bana doğru süzüldü. Kalbimin üstünde yanan bir ateş vardı ama kalbimin üzerini örten buz tabakasını eritmeye yetmiyordu. Ne garipti, buzlar da kalbimi tıpkı o ateş gibi yakıyordu. Efken’in kelimeleri kalbimi hem buz hem de ateş gibi yakıyordu.
Efken yaraları sarılması gereken bir adamdı. Darbeleri çocukluğundan bu yana onunla büyümüştü; hiç iyileşmemiş, daha da artarak ölümcül boyutlara ulaşmıştı. Ama ben bu yaraları nasıl sarıp iyileştirebilirdim ki? Üstündeki etkim kaybolduğunda o yine kan aşeren bir canavar olacaktı. Üstünde bir etkim olduğunu iddia ederken bile bazen bana karşı çok acımasız olabiliyordu. Sadece bir süredir… Bir süredir garipti. Hem canavar hem de melek aynı anda olamazdınız ama o olabiliyordu. Beni korumak için görevlendirilmiş bir ölüm meleğiydi sanki. İçinde ölümü taşıyordu ama ne olursa olsun, onun beni içine alıp saklayan kanatları vardı. Keşke o kanatlara açılmış derin yaraları sarıp iyileştirebilseydim.
Araba ucu sivrilerek yükselen bir uçuruma bakan arazide durdu. Arabadan inerken ne olur ne olmaz diye sandığı arka koltuğa bıraktım. Efken arabayı kilitledi. Soğuktu, kar taneleri rüzgâra tutunduğu için yere konamıyor, hâliyle kar yerde birikemiyor, esip uzaklaşarak başka sokaklara tutunuyordu. Kollarımı bedenimin etrafına sarıp ellerimi kollarımın altına sakladıktan sonra yürümeye başladım. Rüzgârla beraber saçlarıma çarpıp dipleri hâlâ ıslak olan saçlarımın arasına takılan kar tanelerini yüzümde de hissediyordum. İleride çift katlı, alt ve üst katının uçuruma bakan cephesi tamamen cam duvarlardan oluşan lüks bir ev vardı. Evin garajı açıktı, garajın içindeki kan kırmızısı spor arabayı gördüm, hemen yanında da büyük, siyah filmli camlara sahip askeri araçları anımsatan bir cip vardı. Tank kadardı.
Efken büyük avucunu belime koyunca omzumun üstünden ona baktım. Dikkatli gözleri üst katından turuncu bir ışığın sızdığı evdeydi. Kayalıklara çarpan dalgaların seslerini duyuyordum, tuzun kokusu da oldukça yoğundu ve boğazım kaşınmaya başlamıştı. Evin giriş kapısının önüne geldiğimizde sanki geldiğimizi görmüş gibi hızla kapıyı açan kişi Crystal oldu. Saçlarıma takılan kar taneleri, yüzümde feri sönmüş bir ifadeyle kapısında öylece durmuş ona baktığımı görünce ince kaşlarını çatarak, “Neler oluyor?” diye sordu, sesi öyle temkinliydi ki, birilerinin benim yüzümden bu kadar panik hâlinde olması canımı sıkmıştı. “Bu yüzünün hâli de ne?”
“Düğümünüz üzerinden hissedemiyorsun herhâlde,” dedi Efken donuk bir sesle. “İçeri al bizi.”
“Kapıda donarak heykele dönmeni tercih ederdim ya neyse,” diyerek geri çekildi Crystal. Bizi dar bir hol, kapının çaprazında aynalı bir vestiyer karşıladı. Vestiyerin aynasına yan gözle bakınca Crystal’in ne demek istediğini anladım. Geceye ait gözyaşlarının gözlerime mum gibi diktiği kızarıklıklar hâlâ yerli yerinde duruyordu, dudaklarım beyazlamıştı ve gözlerimin altı da yorgunluktan çökmüştü. Dönüp Efken’e baktığımda benim yıkık görüntümün aksine bir tanrıyla karşılaştım. Sanki tüm yaşananlar ikimizin üzerinden bir kasırga gibi esip geçmemişti, öyle güzel görünüyordu ki akıllara zarardı.
İçerisi portakal çiçeği ve şarap kokuyordu, üst kata giden mermer merdivenlere doğru ilerlediğimizde koku çoğaldı. Siyah demir korkuluklara tutunarak üst kata giden basamakları tırmandım. Üst kat doğrudan geniş bir salona açılarak başlıyor, salonun bir diğer ucunda başlayan koridor diğer kapılara ev sahipliği yapıyordu. Büyük salondaki koyu gri L koltukta beni karşılayan Kenneth oldu. Onu görür görmez tanımıştım. Yüzünde sinsi bir gülümseme, diken diken görünen yeşil saçlarıyla bana bakıyor, elinde bir kadeh şarap tutuyordu; bir bacağını ötekinin üzerine atmış, üstüne kaslı göğüslerinin göründüğü bol, kısa kollu bir sporcu atleti giymişti. Yan tarafıma bakınca küt saçlı kızı gördüm, Nora mor gözlerinde buhranlı bir ifadeyle bizi izliyordu; kollarını bedenine sarmış ve küçük ellerini kollarının altına sıkıştırarak saklamıştı.
Koridoru belli bir noktaya kadar aydınlatan salonun ışığına doğru bir adım atan kişi Axel’di, karanlık koridordan bir fırtına gibi geçerek aydınlığa doğru gelmişti. Efken’in eli hâlâ belimdeydi, tetikte duruyordu; onlara güvenmediği çok açıktı. Efken gibi derinden güven problemleri olan, hayatındaki insanlara dahi tam olarak güvenip sırtını dönmeyen bir adam için bu garip değildi. Yine de odanın içindeki yabancılara bakarken kendimi tehlikede hissetmedim. Aksine, sanki onları tanıyormuş gibi rahat bir ifadeyle onları süzüyordum.
Hayal’in mavi gözleri gözlerimle buluştuğunda, oturduğu tekli koltuktan kalkıp, şık eflatun elbisesinin içinde bir leydi gibi süzülerek reverans yaptı. Sakin bir tavırla başımı yavaşça salladım. “Ben seyyah bir Hayalci’yim, gezginim, bir insan ismine sahip olmam gerektiğini söylediklerinde hiç düşünmeden kendime bana ait olan ismi verdim. Sizinle tanışmak bir onur.” Kızın saygılı yaklaşımı afallamama neden olduğunda bile yüzümdeki ketum ifade sarsılmadı.
“Merhaba Hayal. Burada olduğun için teşekkür ederim.”
Hayal’in gülümsemesi rüya gibi güzeldi; sıcak renklerin tamamı gülüşünde gibiydi. Tüm sıcak renklerin olduğu bir gökkuşağına benziyordu. Oysa buz mavisi gözleri aksini savunuyordu. Hayal bu kez Efken’e bakınca, yüzünde korku şekil aldı. Korkusunu yadırgamadım, aksine zihnimde yeni bir bilgi doğdu; Hayalciler Gümüş Pençelerden korkuyordu.
Kenneth, “Mar Kraliçesi için biraz sıradan görünmüyor mu?” diye sorunca, Efken’in pençe izi bırakan gözleri ona çevrildi. Kenneth elindeki kadehi kaldırdı. “Şaka yapıyorum kardeşim. Sen onun yakın koruması mısın yoksa? Sağlam adammışsın.”
Axel, “Sağlam bir sopa yemek istemiyorsan henüz yeni uyanışta olan biriyle konuşurken yavşaklık yapmamaya dikkat et,” dedi, sesi soğuk bir tipi gibiydi, üşümek duygusunu rafa kaldıran ben bile tenimde soğuğun parmak izlerini hissedebildim. Ölçülü bakan gözleri bana saplandı. “Merhaba.”
“Geldiğin an güç orospusu olmanı beklemiyordum Axel,” dedi Kenneth. “Onlara kulları gibi davranırsan kendilerini senin tanrın sanmaya başlarlar.”
“Kafan gövdenin üstünde de bir şeye benzemiyor, yine de gövdenin üstünde kalsın istersin,” dedi Efken sakince.
“Elbette isterim. Sadece şaka yapıyordum. Sen kızın aksine epey iyi görünüyorsun.”
“Neyimi beğenmedin? Sen kendi çimen kafana bak,” diye homurdandım.
“İnsanları görüntüsüyle yargılayan bir kraliçe mi? Ne rezalet ama.”
“Elinde aynası olan ve o insana nasıl göründüğünü yansıtan bir kraliçe diyelim mi ona?” diye sordum sakince.
Kenneth, “Etkileyici bir ağız, akılda kalıcı cümleler,” diye mırladı. “Pekâlâ, sanırım bundan hoşlandım. Yine de yanındaki ızbandut senden çok daha taşaklı görünüyor.”
“Taşakları olduğu için olabilir mi?” Kaba bir ses tonuyla sorduğum soru, bir an odadaki en ruhsuz görüntüye sahip olan kızın bile kalabalık ile beraber gülmeye başlamasına neden oldu.
“Onu resmen biçtin,” diye fısıldadı Efken.
“Babam eskiden bahçenin çimlerini hep bana biçtirirdi.”
“Bu gereksiz infoyu neye borçluyuz?” diye sordu Kenneth homurdanarak. “Her neyse, evet, kimi öldürüyoruz? Atlı şövalyeler? Ruh toplayıcılar? Ölü gelinler? Mumyalar?”
“Bunlar var mı?” diye sordum ikilemde kalarak.
“Hayır, tabii ki de yoklar,” dedi Kenneth, bir an rahatladım, bir an sonraysa, “Daha kötüleri var,” diye ekleyince duraksadım.
Crystal, “Ken, bence artık sesini kes. Efken yeterince sakin kaldı ve bence kotası dolmak üzere. Döşemelerimde kan lekesi görmek istemiyorum,” dedi şarap şişesini sallayarak. “Bir kadeh ister misiniz?”
Efken, “Biraz daha konuşursan, o yeşil kafanı avucumun içinde toz esrara dönüşene kadar ezerim,” dedi.
“Uyuşturucuya özendirme lütfen,” dedi Kenneth oturuşunu düzelterek. “Pekâlâ Crystal, yeterince agresif çift konukların geldiğine göre esas meseleyi konuşalım mı artık? Kimi deşiyoruz ve beni yerin altından çıkardığınıza değecek biri mi?”
“Manbel,” dedi Crystal. “Sana gönderdiğim mektupta yazıyordu.”
“Mektubunu okumadım, güzel memelerinin hatırına buradayım.”
“Güzel memelerimin arasında son nefesini vermek istemiyorsan, beni ciddiye al. Manbel diyorum.”
“Müthiş bir ölüm şekli, hayır diyemem. Manbel’in ismini duydum, hakkında hiçbir bok bildiğim yok. Sadece güneşle bağlantısı olan sikik bir demon olduğunu biliyorum. Bir tür iblis?”
“Bir tür iblis evet ve şu an Mavi Yaka’da dolaşıyor. Hem de özgür bir şekilde. Başıboş…” Crystal, Kenneth’in vereceği tepkiyi beklerken tek kaşını kaldırmıştı.
“Nasıl ya? Bu yakada o sineği içeri almayan bir sineklik yok muydu?”
“Asreman Yırtığı,” dedim sakince.
“Tutulmadan mı bahsediyorsun?”
“Evet.”
“Güneş ile ayın kavuşma ânında yırtığa neden olacak kadar büyük bir enerji de tabii ki senden ya da büyük boy seksi korumandan saçıldı?”
“Her şeyi tek tek soracak mısın sen böyle?”
“Anlamaya çalışıyorum sabırsız Kraliçe,” dedi Kenneth, Efken ona doğru dönünce, ellerini havaya kaldırarak, “Sadece anlamaya çalışıyordum,” diye mırıldandı.
Axel, “Manbel’in nasıl göründüğünü bile bilmiyorum, sadece her zaman güçlü müttefikler bulabilecek kadar uyanık olduğu söylenir,” dediğinde beni biraz olsun rahatlatmadığı için ona gizleyemediğim bir öfkeyle baktım. Biraz yardımcı olsa ne olurdu sanki? Axel bakışlarımı fark etti ama zeytin gibi iri olan siyah gözlerinden herhangi bir duygu çalamadım. Dümdüz bakıyordu. Sanki hisleri kapatılmıştı.
Nora, “Doğru stratejiyle yenemeyeceğin düşman yoktur,” dedi, sesi karamsar bir müziğe ait notalar gibiydi. Tatlıydı ama bıraktığı his intiharın nemli dokunuşlarını anımsatıyordu. Kızı inceledim. Mor gözleri dikkatli bakılırsa menekşe mavisi gibiydi, insanların çok da dikkatini çekmiyor olsa gerekti. En azından Kenneth’in yanında daha fazla insan yavrusu gibi görünüyordu.
Efken dudaklarını birbirine bastırarak bana dokunuşlarını derinleştirdiğinde ne kadar gergin olduğunu anlamak için onu çözmüş olmaya gerek bile yoktu.
“Sizler sadık mısınız?” Efken’in yangın gibi gelen sorusu aynı anda yabancı olan her bedeni içine alarak alevleriyle sardığında, yabancı gözlerdeki şaşkınlığı yudumladım. Axel bile ifadesiz yüzüne ilk kez derin bir şaşkınlık yerleştiriyordu. Efken tek kaşını kaldırdı. “Ben sadakati de bilirim ihaneti de. Çünkü her ikisini de tattım, tattırdım. Sadık da oldum, sadık olduğumu düşünenlere en büyük ihaneti de yaşattım. Siz kimsiniz? Her ikisi mi yoksa sadece bir tanesi mi?” Bu kandırmacanın içine belli olmayacak şekilde, aynı renge boyanmış üç bomba kablosu gibi yerleştirilmesi gibiydi. Üç kablo da aynı renk olduğunda, bir renk seçme hakkın olmazdı. Onların önüne üç benzer soru koymuştu; üçünün de rengi aynıydı. Sadakat güven ve ihanet o sorunun içinde birbirinin üçüz kardeşiydi.
Axel, “Ben sadık olmam gereken kişi için karşımdaki düşmanı sadakatime inandırarak ihanet ederim,” diyerek doğru kabloyu kesti, Efken’in gözleri Kenneth’e kaydı.
Kenneth, “Ben güvenilmez bir orospu çocuğuyum,” diyerek yayvan bir sırıtışla Efken’e baktı. “Kumar oyna benimle.” Kenneth de farklı bir cevap vermeye çalışırken aslında doğru olan kabloyu kesmişti. Hiç kimse edeceği ihanetin ucunu açık bırakmazdı. İhanet, sadakatin içinde saklanırdı ve en büyük ihaneti sadık olanlar ederdi.
Hayal, “Duracağım yeri yanında olduğum kişi belirler,” dedi. “Sadakati beslediğim kalpte kötülük sezersem ihanet peşimden gelir.” Doğru kablo.
Nora başını iki yana salladı. “Hayalci, insan zihnine olaylar ve halüsinasyonlar gönderirsin, onları hayallere daldırırsın ama bir adamın senin zihnine girdiğini fark etmezsin bile. Ne aptalsın. Bu adam size sadık olduğunuzu vereceğiniz cevaba inanacağı için değil, zihninizde şekillendirdiğiniz sadakatin ne olduğunu anlamak için soruyor.” Gözlerini Efken’e çevirdi. “Koca adam, akıllısın. Ama iyi bir gözlemcinin karşısındayken, elini beline koyduğun kadın yanında olursa, kesinlikle kolayca kandırılırsın.”
“Sen de cevabını vermiş oldun, o zaman senin de zihnine ayak basmışım,” dedi Efken, kendinden öyle emindi ki Nora’nın yüzündeki kan anlık olarak çekildi. “Sadakatin hepinizin içinde farklı bir rengi var. Bu size inanmam için yeterli mi? Değil. Ama zaten birilerine inanacak vaktimiz de yok. Sadakate verdiğiniz renkleri görmek beni bir süreliğine idare edecektir.”
Kenneth, “Benim rengim kesinlikle yeşil, inanmıyorsan saçlarıma bak,” dedi geniş bir şekilde sırıtarak. “Esas konuya gelebilir miyiz? Bu insan şarabı beni biraz bile çakırkeyif yapmadı.” Ayağa kalkıp Crystal’in elindeki şarap şişesini alarak şişenin ambalajındaki yazıları okumaya başladı.
“Ne yapıyorsun Kenneth?” diye sordu Crystal, sabır dileniyor gibi bakıyordu.
“Şarabı üreten firmanın adresini alıyorum, dava açacağım.”
Zamanın tükendiğini fısıldayan sabrım da yavaşça içimden taşmaya başlayınca, ciddi bir sesle, “Kenneth,” dedim ve Kenneth timsahı anımsatan sümüğümsü gözleriyle baktı. “Hemen yerine oturmanı istiyorum,” diye devam ettim cümleme, üzerine basarak dile getirdiğim kelimeler onu şaşkına uğratsa da bir süre yüzüme baktıktan sonra hükmüm altına girmeye karar vermiş gibi sakince koltuğuna geri döndü. “Ciddiyetsizlik yapılsın diye sizi çağırmadık. Ciddi bir tehdit var ve sizden yardım istemiyoruz, sizden kendinizi de korumanızı istiyoruz. Çünkü Manbel beni istiyor. Ben demek, içimde keşfedilmemiş bir sürü ada parçası gibi yüzen o güç demek, bu da Manbel’in içindeki şeytanı dışarı tamamen salması demek. Tecrübesiz görünebilirim ama Manbel’in bu gücü kendi çıkarları için kullanırken hepinizin dünyasına zarar vereceğini bilebilecek olgunluktayım. Bunu öngöremeyecek hiç kimse yoktur sanıyorum aranızda?”
“Beni taşakların olduğuna inandırmak üzeresin, denemeye devam et, büyüne kapılmama saniyeler kaldı.” Bu kez Efken’i tutmadım. Kenneth’i atletinden yakaladığı gibi yere fırlattı ve gözlerimi Kenneth’e indirdim.
“Efken’i tuttuğum sürece güvendesin. Güvendesiniz. Manbel bile güvende. Ama Efken’i bırakırsam, tüm dünyayı içinde siz varken başınıza yıkar. Hâliyle Manbel de altında kalır ama arada kaynamış olursunuz.”
“Eğer yaramaz bir vajinam olsaydı şu an sırılsıklamdım,” dedi Kenneth.
“Ken, senin uslu bir vajinan da yok. Senin bir vajinan yok,” dedi Nora gözlerini devirerek.
Kenneth dudak bükerek, “Keşke olsaydı,” diye mırladı.
“Ağzını tekrar açacak olursan, tekrar canlanır mısın canlanmaz mısın hiç umurumda olmadan tüm şarjörü boğazına doldururum,” dedi Efken gözlerini Kenneth’e dikerek.
“Aa bayım sen de bana taktın ama kafayı. Geldiğinden beri ağzıma boğazıma bir şeyler doldurmaya çalışıyorsun. Pes yani.”
Efken, yeniden Kenneth’e yönelince aralarına girerek, “Sırası değil,” dedim. Bakışlarım Crystal’e çevrilirken, sakince, “Sezgi ve Ceyhun ne zaman gelir?” diye sordum.
“Yoldalar.” Kaşlarını çatınca gözlerindeki kuşkunun arttığını gördüm. “Bir şeyler oldu ve hissetmedim, değil mi?”
Cevap vermek yerine koltuğun ucuna oturup yorgun bakışlarımı tek bir noktaya sabitledim. Düşünmek istemiyordum, konuşmak istemiyordum, cevapları kendi içimde kendime bile vermek istemiyordum. Sadece sessizce dursak olmaz mıydı? Kendimi toparlamama, kafamdaki gürültüyü sonlandırmama, biraz kendimle baş başa kalmama izin veremezler miydi?
En başında yaptığım büyük bir sorumsuzluktu. O elması öylece unutamazdım, onun söylediklerine göre hareket ederken o yokmuş gibi devam edemezdim. En başında elması önüme alıp saçma sapan laflarına kulak vermem gerekirdi. Belki bana söyleyecek daha bir ton şeyi vardı.
Efken, diğerlerinin anlamayacağını bilmenin getirdiği rahatlıkla, “Peşime düşmesinden şüphelendiğim herifler var,” dedi, sesini duydum ama ona tepki vermedim. Crystal onu dinliyordu. “Her yandan kuşatılma ihtimalimizi düşünerek temizlemem gereken birkaç isim var.”
“Ve Semih bir Gümüş Pençe,” diye bir eklemede bulundum Efken’in cümlesine.
Crystal, “Ondan hiç öyle bir his almamıştım,” dedi. “Garip.”
“Onu en donanımlı hâline getireceğiz,” dedi Efken, benden bahsettiğini biliyordum. “Ama bunun öncesinde birkaç ismi ortadan kaldıracağım.” Birilerinin infaz kararını önümde vermesi benim için hiçbir şey ifade etmedi. Cesetler, ölümler, kayıplar… Bunlar artık bir şeyler ifade etmiyordu. Normal gelmeye başlaması anormal miydi? İçimde değişime giren bir duygunun ruhumu asılarak benden koparmaya çalıştığını hissediyordum. Sanki bir yanım karanlığa artık çok daha yakındı. Beni bu noktaya getiren seçimlerim değildi, beni bu noktaya getiren geçmişte olduğum kişiydi. Bir süre öncesine kadar bunları yaşamama neden olanın babaannemin seçimleri olduğunu sanıyordum ama hayır, böyle değildi.
Kim olduğuma karar veremezdim çünkü en başından beri kim olduğum zaten belliydi.
Ceyhun’un arabasının araziye girdiğini arabanın motorunun sesine kulak kesildiğimde anladım. Duyularım her zamankinden daha hassas ve gelişmişti; sanki artık çevremde olup biten olayları daha net görüyor, sesleri tüm detaylarıyla duyuyordum. Oturduğum yerden kalkmadan sanki küçülüp yok olabilmek mümkünmüş gibi dizlerimin içini koltuğa iyice yasladım ve gözlerimi zemine indirdim. Evin kapısı çalana kadar gözlerimi zeminden ayırmadan öylece bekledim, kapı çaldığında bakışlarımı kaldırıp Efken’e bakmıştım.
Karşımdaki sandalyeye yayılarak oturmuş, burada tek bir kral varmış, o da kendisiymiş gibi çenesini dikerek bana bakıyordu. Bu gövde gösterisini bana değil, ortamda hâlâ güvenini kazanmayan ama sadakatin renklerini ona sunan yabancılara yaptığını biliyordum. Gözleri gözlerime değince hissettiklerimi görmüş gibi kaşlarını çattı ve bakışları uzun süre yüzümde asılı kaldı. Gözlerinin beni sakinleştirmek için yüzümde sabit durduğunu hissettim ama ben zaten sakindim.
Sakin olmak ve paramparça olmak bazen tam olarak aynı şeylerdi.
Parçalanırken çıkan gürültü o kadar şiddetli olurdu ki ruh sağır olurdu, ruhun sağırlığı kelimeleri de sakat bırakırdı; sadece susardın.
Önce Sezgi’yi, sonra Ceyhun’u sonra da Crystal’i hissedip duydum ama onlara bakmadım. Gözlerim Efken’in gözlerine hançer gibi girmiş, hislerimizin kanı yüzüne akarken acıyı ruhumda hissetmiştim. Sezgi’nin sesi görüntüsünden önce geldi. Bana doğru koştuğunu ise sesini duyduktan sonra fark ettim.
“Neler oldu?” diye sorarken sesi binlerce yerinden parçalanan bir ayna gibiydi; kafamı kaldırıp o aynaya bakmaktan, parçalarında kendime ait binlerce yüz görmekten korktum. Ellerimi avucunun içine alarak çevresindeki yabancıları umursamadan, “Hissettim,” dedi. “Samuel’in senin yanında olduğunu hissettim. Gözlerimi kapattım ve çok fazla cam kırığı gördüm. Ateşleri gördüm. Neler oldu?”
“Sezgi,” diye uyarıda bulundu Efken, Sezgi’nin üzerime gelmesini istemiyordu ama Sezgi ellerimi daha sıkı avuçlayarak önümde dizlerinin üzerine oturdu. Efken’in çenesi kasılmıştı. Ceyhun’un kireç gibi bir yüzle çevresindeki yabancıları -özellikle de görüntüsü aykırı olan Kenneth’i- süzdüğünü hissettim. Gözlerim Efken’in gözlerinden ayrılıp Sezgi’ye doğru indi, bir zümrüt gibi parlayan yeşil gözlerin içinde kendi dağılmış yansımamla karşılaştım. Bu beni daha da derin bir sessizliğe doğru itti.
“Sana zarar vermedi, değil mi?”
Kenneth bize doğru baktı.
“Bana zarar vermedi,” dedim kısık bir sesle.
“Şükürler olsun.” Ellerimi okşarken gülümsüyordu. Kendimi o kadar büyük bir çıkmaza girmiş gibi hissettim ki neredeyse ellerimi tutan zarif ellerini havaya kaldırıp yüzüme bastırarak haykıra haykıra ağlamaya başlayacaktım. Ben bana, çevremdekilere, hatta biraz kendisine bile kötülük yapan bir adamın hayatına Efken ile beraber son vermiştim. O adam ihanet etmiş, yalan söylemiş, bizi kandırmıştı ve her şeyden önemlisi Sezgi’nin güvenini yerinden sökerek oraya umut görünümlü yalan tohumları ekmişti. Ama yalandan da olsa o adam Sezgi’ye ailesi gibi hissettirmişti.
Çaresizlik en çok da asla sonlanmayacağını bildiğinde kötüydü.
Bazen biteceğini bildiğin çaresizlikler bile sonsuz görünürdü.
Derinlerimde şiddetlenen bu çaresizlik, içimde asla sonlanmayacakmış gibi hissederken kelimeleri dilimin üzerine çekemiyordum; dilimin altında çürüyorlardı.
“Mahinev,” diye fısıldadı. “Ne oldu?”
Sanki karşımda öylece dururken, aslında kalbi avuçlarının arasında, içten içe hissettiği ama dilinin ucuna çağıramadığı bir sorunun yasını tutmaya başlamıştı. Sezgi o soruyu soramadı ama ben o cevabı verdim.
“Samuel öldü.”
Bir duvarda asılı duran fotoğrafların duvarın çatlayıp ortadan ikiye yarılmasıyla hızla yere düşmeye başlaması gibiydi. Çerçevelerin camları yere düşmeden patlıyor, cam kırıkları etrafa saçılıyordu; kenarları fotoğrafı içine hapseden çerçeve yere düştüğünde kenarlar da parçalanıyor ve fotoğraflar özgür kalıyordu. İşte Sezgi’nin yüzündeki ifade böyleydi. Hem acıyla doldu, hem parçalandı hem de özgür kaldı. Acısını saklayamadı, sadece doğru olanın bu olduğunun farkındaymış gibi görünüyordu ama farkında olmak, acıyı durdurmaya yetmiyordu.
“Sezgi, sana üzgün olduğumu söylemek isterdim,” dedim dürüstçe. “Ama şu an beni üzen senin bakışların.”
“Hayır hayır,” diye fısıldadı acıdan kıvranıyormuş gibi. Yine de burnu yere düşse eğilip almayacaktı. “Olması gereken oldu.”
“Samuel’i son âna kadar savundun.”
“Ve o bana ihanet etti.”
“Belki beni Samuel’i tanıdığın gibi uzun zamandır tanımıyorsun, yıllardır bir arada değiliz ama seni bir kız kardeşin kalbiyle seviyorum,” dedim dürüstçe. “O adam sana hangi niyetle yaklaştı bilmiyorum ama seni kullandı. Bunu söylemek kulağa acımasızca gelecek ama söylemek zorundayım. Sezgi, Samuel ölmeseydi ölen hepimiz olabilirdik. En başta da Ceyhun. Ceyhun’un DNA testi yaptırdığını öğrenmişti, kulaktan kulağa herkese yayılmış bir bilgiydi bu, seni emelleri için kullanmayı planlıyorsa bu test onun planlarını başına yıkacaktı ve elbette Ceyhun’a kin besleyecekti. Beni anlıyorsun, değil mi?”
“Evet,” diye fısıldadı.
Nabzım usul usul hızlanırken, “Sana böyle hissettirdiğimiz için özür dilerim,” dedim, başka söyleyebileceğim bir şey yoktu. Kurduğum uzun cümleler onun acısını dindirmek, bizi haklı çıkarmak için değildi; kurduğum her cümlede son derece dürüsttüm, tam da böyle düşünüyordum. Ceyhun’un tehlikede olduğuna, bizi geride bıraktıktan sonra Ceyhun için harekete geçeceğine emindim. Samuel, kibar görüntüsünün ve onu ağ gibi örmüş derinin altında kibirle dolu, hırslı ve kötü bir kalp taşıyordu.
Sezgi kendisini toparlamak istiyor gibi doğrulup kalkarken Ceyhun dirseklerinden tutarak ona yardımcı oldu. Gözlerimi ona dokunduramadım, bunu yeniden yapamadım ama Sezgi sandığımdan daha metanetli bir şekilde, “Sayıca azız,” diyerek yabancılara doğru döndü. “Ben henüz yeni uyanışta olan bir Kızıl Cadı’yım. Beyaz Cadılar en yakın akrabalarımızdır. Henüz kafamdaki dünya çok yeni ve taze, o yüzden bir cadıda olması gereken çoğu şey bende yok. Hızlı öğrenirim, kolay kavrarım ve yetenekli olduğumu düşünüyorum. Manbel bir işgüzar ve o işgüzarı bu topraklardan çıkarmamız gerekiyor.”
“Güneş deliğine geri dönsün,” dedi Axel başını sallayarak Sezgi’yi onaylarken. “Başımıza dert olacak.”
“Şu an başımıza zaten dert,” dedi Efken, gözlerini Axel’e dokundurdu, oturduğu yerde hareketsizdi ama sonra biraz daha yayılıp ayak bileğini dizinin üzerine attı. “İleride daha büyük dertler olsun istemiyorsak, hayatta kalmak için değil, onu yok etmek için savaşmalıyız.”
“Sürün nerede?” diye sordu Axel.
Efken kaskatı bir çeneyle, “Benim bir sürüm yok, sürüye ihtiyacım da yok,” dedi.
“Savaşın ortasına çağırılıyoruz, bir sürün olsa her şey bir tık daha kolay olabilir ama bir sürüye ihtiyacın yok, öyle mi?” Nora bu soruyu hiddetle sormuştu. “Saçmalık. Bunların derdi bizi Manbel’e yem etmek.”
“Ağustos böceği gibi cırlamak yerine durup dinlesen hiç sorun kalmayacak,” dediğimde bir an pusarak sırtını duvara yasladı. Ellerini yeniden göğsüne sardığı kollarının altına gizledi. “Siz bizi değil, geleceğinizi savunuyor olacaksınız, biz de kendimizi,” dedim kendimden emin bir sesle. “Kimse sizi yem etmiyor. Eğer sayıca daha fazla sizin gibi özel olana ulaşabilseydik ve tüm olup biteni bilselerdi, onlar da yardım ederdi.”
“Yerin altında bana benzeyen sadece üç dört kişi var. Onlar da gücü reddedip yaşlanma evresine girmiş Krokodiller. Bir faydaları dokunacağını sanmam.” Kenneth onu gördüğüm andan beri ilk kez ciddi görünüyor, aklı başında cümleler kuruyordu. “Daha fazla Krokodil vardır ama en yakını Kızıl Yaka’daki yeraltı sığınaklarında saklanıyordur, sığınakları bulana kadar Manbel bizi dümdüz edebilir.”
“Güç vaatleriyle kandırıp yanına çektiği çok fazla müttefik varsa işte o zaman sıçtık,” dedi Crystal. “Henüz Marlarla tam anlamıyla iletişim kuramıyorum.”
“Sıçtığımız falan yok,” dedi Efken savunmasızlığı reddederek. “Siz saldırı başladığında ölmemek için değil, öldürmek için karşılık verin. Gerisini ben halledeceğim.”
Bu cümleye sığmış binlerce sır varmış gibi hissederek korkuyla ona baktım. Bilerek bana bakmadığını anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Sanki son cümlesi ettiği bir yemindi, birdenbire her dile ağır bir sessizlik çöktü. Tuhaftı. Herkesin sorgulamadan onu dinlediği, ona güvendiği bir andı. Onu tanımayanların bile.
İnsanlara verdiği güven, karanlığından ürperdiğiniz bir evin koridoruna yayılan babanıza ait adım sesleri gibiydi; bir radyoda çalmaya başlayan en sevilen şarkı, çok beklenen bir ânın geldiğini haber veren saate ait ibrenin tam da bahsedildiği rakamın üzerinde durması gibiydi. Bir de karanlığı vardı. Ürpererek karanlığını izlediğiniz koridorda ilerleyen bir katilin elindeki bıçaktan yere damlayan kanın sesi, bir şarkının cızırtılarla bölünüp yerini ürkütücü bir melodiye bırakması, zamanın tam da akması gerektiğini hissettiğiniz o anda durması gibiydi.
İbrahim ile Ulaş gönderdiğimiz konum üzerine evi kolayca buldular. Evdekilerin varlığı Ulaş’ı öyle tedirgin etti ki üst kata çıkmadı, onları görmekten korkuyordu, belki de korktuğu ihanet ettiği aklının başından tamamen uçarak kaybolup gitmesiydi. Haklıydı. Ona asla kızamadım çünkü buraya ilk geldiğimde benim de aklım başımın içinde eğreti duruyordu ve aynı korkuların belki de daha şiddetlisini hissediyordum.
Şimdiyse korkunun olması gerektiği yerde ruhumu tüketen bir boşluk vardı.
İbrahim üst kata tedirgin adımlarla çıkmış, yüzünde korkunun her zerresini, en ufak yapıtaşını bile oyduğunu belli eden bir ifadeyle salona toplanmış yabancılara bakmıştı. Bayılmaması için dua ettim çünkü ortamdakiler ne kadar müttefiklerimiz olsa da aralarında savaşacak birinin vara yoğa bayıldığını düşünmelerini istemiyordum. Üstelik İbrahim’in ne olduğu hâlâ belirsizdi. Efken artık onun ne olduğunu biliyor muydu bilmiyor muydu bir fikrim yoktu, benimle bunu paylaşmamıştı.
Bir süre manbel hakkındaki bilgileri ortaya koyarak beyin fırtınası yaptık. Henüz herkes birbirini yeni tanıdığı için ortaya bir saldırı stratejisi koyamıyorduk çünkü hiçbirimiz birbirimizin nasıl dövüştüğünü bilmiyorduk. Benim neler yapabildiğimi bilmiyorlardı, ben ise onlarla ilgili özellikleri bir fotoğrafın arkasına hafif dağılmış mürekkebin var ettiği kelimeleri okuyarak öğrenmiştim; hiçbir şey tam olarak net değildi.
Samuel’in ölümünün Sezgi’yi günün beyazı gökyüzüne soğuk bir darbe indirdiğinde bile sarsmaya devam ettiğini gördüm. Belli etmese de şarap içerek büyük duvar camdan dışarıyı izlerken hissettiği, herkesin göremeyeceği ama benim görebildiğim bir şey vardı; hüzün… Suçluluk duygusu diplerinde zehir yatan tırnaklardı ve o tırnaklar beni yukarıdan aşağıya doğru yararak parçalamaya devam ediyordu. O kadar çok parçalanmıştım ki artık acıyı bile hissedemiyordum; uyuşmuştum.
Saatler geçen bekleyişin ardından İbrahim nihayet daha renkli bir ruh hâline bürünmüştü. Dudaklarında alaycı bir tebessüm, gözlerinde muzip parıltılar oluşmaya başlamıştı. Önce biraz Sezgi’ye sataştı. Ona, “Ferhunde,” diyordu, “sen Ferhunde’sin, pembe montlu Leyla değil. Toparla bırakma kendini. Bak, saçların bile aynı Ferhunde gibi kızıl.”
Sezgi biraz olsun gülümsemişti ama bu gülümsemede keyiften eser yoktu. Aksine, hüzünlü bakışlarına ulaşmayan, iri yeşil gözlerinin cansız baktığı ama dudaklarının kıvrılmak için kıvrıldığı boş bir tebessümdü. Kenneth’in büyük L koltukta kıvrılıp uyuduğunu fark eden İbrahim, bu kez tilki adımlarıyla Kenneth’e yaklaştı. Axel hiç oturmamıştı, geceden beri sırtı duvara yaslı, kolları göğsünün üzerine bağlanmış hâlde bizi izliyordu ve şimdi davetsiz siyah gözler İbrahim’deydi. İbrahim’i Kenneth’e bir zarar vereceğini düşündüğünden değil de ne yapacağını merak ettiğinden izliyordu sanki.
Kenneth’in diken gibi sivri, yukarı doğru üçgen şeklini alan yeşil saçlarına dokunup, “Ay bu saçından başından zehir atmıyordur, değil mi?” diye sordu sessizce. “Aynı bir timsaha benziyor. Ben bunu şehir hayvan koruma tesisine götürsem kaça okuturum? Emel Sayın’ı halıya dolayan Tarık Akan ve arkadaşları gibi hadi bir el atın da şunu şu yerdeki halıya dolayıp arabaya götürelim.”
“Onun özelliklerini bu enayiye okutmadın herhâlde?” diye sordu Nora, uykulu bakan karamsar gözlerini Crystal’e doğrultmuştu. “Kenneth uyurken rahatsız edilmekten hiç hoşlanmaz.”
“Evet, hoşlanmam. Alın şu ıslak bir tür kedi gibi, köpek gibi kokan şeyi başımdan. Yoksa akşam için çürümüş et hazırlamak zorunda kalacağım,” dedi Kenneth gözlerini açmadan. “Dostum, saçıma dokunma. O saçı yapabilmek için her gün beyaza dönmeden iki saat erken kalkar, dik durabilmeleri için onları üç kutu spreyle sabitlerim.”
“Üç kutu mu?” İbrahim elini ağzına götürdü. “Kız nasıl kel kalmadın aaa?”
“Şekerim, ben saçlarımı kazıtsam bile yarına kadar yine en az üç santim uzar.” Kenneth’in gözleri hâlâ kapalıydı.
Elini tekrar Kenneth’in saçlarına uzattı ama Kenneth bu kez tepki vermedi.
“Herhangi bir bakım kürü uyguluyor musun?”
“Hayır, lağım suyu iyi geliyor herhâlde.”
İbrahim birden elini çekip kotunun üzerine sürtmeye başladı. Kenneth alay eder gibi sinsi bir şekilde sırıtsa da gözlerini açmamıştı. İbrahim kalkıp bu kez ufak tefek olan kızın, yani Nora’nın yanına gittiğinde, aralarında asırlara konu olacak sessiz ama komik bir bakışma yaşandı.
Sonunda, “Tırnağınla insanları mı felç ediyorsun?” diye sordu İbrahim tedirgin bir sesle.
Nora ona düz düz baktı.
İbrahim yumruklarını kaldırıp ileri geri bir kanguru gibi zıplarken bizi onlara rezil ediyordu. “Beni felç edebilir misin ha? Beni? Galiba normal bir insan bile değilmişim. Çok güçlü olabilirim. Beni felç etmek öyle kolay olmayabilir.” Nora’nın önünde kanguru gibi zıplamaya devam ediyordu. “Özel bir şeyim galiba, yani insan olmama durumum var, anlıyor musun? Hem ben kolayca felç olmam biliy-”
Nora işaret parmağını salladığı an çıkan uzun, ucu iğne gibi olan bordo pençesini İbrahim’in diz kapağının biraz üzerine saplayınca, birden İbrahim durdu, bakıştılar.
“Yirmi dört saat belden aşağısını hissetmeyeceksin,” dedi Nora ellerini birbirine vurup boş gözlerle İbrahim’e bakarak. “Sadece bu kadar.”
“Hassiktir,” dedi ve yere devrildi. Bir denizkızının karaya vurmasını anımsatan görüntüsüyle yerde boylu boyunca uzanırken ortamda onun dışında kimseden ses seda çıkmıyordu. “Sadece bu kadar? Yani bu şaka gerçekten hiç hoş değil Noracığım.”
Efken başıyla merdivenleri işaret ederek, “Hadi gidelim,” dediğinde yerimden kalktım ve İbrahim dehşet içinde, “Nereye?” diye çığlık attı. “İnanamıyorum, beni böyle belden aşağısı tutmayan, yerde kuyruğunu çırpmaya çalışan bir fok balığı gibi bırakıp gidecek misiniz? Panzehir yok mu? Ayaklarım! Hissetmiyorum.” Birden ellerini hissiz bacaklarına vurarak, “Vay benim bacaklarım, kötürüm mü kaldım yoksa? Tutmuyor bacaklarım!” diye ağıt yakmaya başladı ama ona aldırış eden kimse olmadı. Alt kata inerken çığlıkları evi inletmeye devam ediyordu.
Alt katın holünde Efken, Ceyhun’a, “Yaren için bir başkasının adına kredi kartı çıkarmıştım, güvenilir yerlerden alışveriş yapmak isterse onu kullansın,” dedi sakin bir sesle. Olanları Ceyhun’a anlatmayacak mıydı? İkisini izlerken Sezgi ile kollarımız birbirine değiyordu.
“Samuel oraya tek gelmedi, değil mi?” diye sordu Sezgi omzunun üzerinden bana bakarak. Crystal tam arkamızdaydı.
“Semih ve bir adam daha vardı,” dedim dürüstçe, çok geçmeden Efken’in de evin kapısından dışarı çıkarak Ceyhun’u arazinin bir diğer ucuna yönlendirdiğini gördüm. Olup biteni Ceyhun’a anlatacaktı. Gözlerim ikisini takip ediyordu. “Adam karanlık bir tipti. Efken’in geçmişiyle alakalı bir şeylermiş.”
“Efken’in etrafında her zaman karanlık tipler var, bunu zamanla anlayacaksın,” diye homurdandı Crystal ama ona aldırış etmedim, hâlim yoktu.
“Ortadan kaldırması gereken birileri varmış,” dedim cansız bir sesle.
“Semih başına iş açtı desene.” Sezgi kollarını kendine daha sıkı sardı. “Samuel, Semih ile iş birliği yapacak kadar kötü biri olamazdı. Gerçekten… Ne aptalmışım.”
“Sadece Semih ile iş birliği yapmadı ki.”
Bana uzun uzun baktı.
“İşin içinde Manbel de vardı. Samuel artık beni öldürmek değil, Manbel’e vermek istiyordu. Karşılığında ne alacaktı bilmiyorum ama öyle işte. Efken’i zehirlemeye çalıştılar.”
“En başta Efken ona sol yumruğuyla vurduğunda aralarına girmek yerine ölümüne seyirci kalsaydım bu kadar canım acımazdı. Adam beni resmen ayakta uyuttu.”
“Sen sadece koşulsuzca seviyordun.”
“Sevmek mi? Bu cidden umurumda değil Mahinev, onu sevdim ve ne oldu? Bana ihanet etti. Ceyhun’u dinlemem gerekirdi. Ceyhun hiçbir zaman kötülüğümü istemedi. Onun yüzünden Ceyhun’un bile karşısına geçmiştim. O ne yaptı? Arkadaşlarımı öldürmeye çalıştı. Bana yalanlar söyledi. Beni ailem olduğuna inandırdı.”
“Ama öldüğü için yas tutuyorsun.”
“Çünkü bir zamanlar o benim kuzenimdi ve onu sevmiştim.”
Sessizce, “Anlıyorum demeyeceğim çünkü bunu anlayamam,” diyerek bu durumu kabullendim.
Merdiven basamaklarını inen birinin gölgesi aramıza düşünce bakışlarımı omzumun üzerinden o yöne doğru çevirdim. Karşımda iki bacağının üstünde dimdik duran İbrahim’i görmeyi beklemiyordum. Hemen arkasında da Nora vardı, yüzündeki tüm duygular ilk kez açıkça suratında sahneye çıkıyordu; dehşet de oradaydı korku da. Hissedilebilecek her karanlık duygu gözlerinden yüzüne taşıyordu. İbrahim bacaklarını esnetirken Nora basamaklardan yukarı doğru bir adım çıktı ve korkuyla İbrahim’e baktı.
“Hani yirmi dört saat sürüyordu?” diye sordu İbrahim tek kaşını kaldırarak. “Hiç hoş bir şaka değildi Noracığım. Tekrarı olmasın.”
“İmkânsız,” diye fısıldadı Nora, sadece dudaklarını oynatarak kurduğu cümleyi onu izlediğim için duyan tek kişi bendim, diğerleri sadece anlık tedirginliğini görmüştü. Bakışlarım tekrar İbrahim’e çevrildi. Yavaşça basamakları inip eğilerek dizlerini ovduktan sonra alt kattaki salonda oturan, tedirgin bir şekilde etrafını izleyen Ulaş’ın yanına doğru gitti.
Nora, onun gözden kaybolmasıyla hızla basamakları inmeye başladı. Arkasından Kenneth ve Axel’in de geldiğini gördüm ama Hayal yoktu, o üst katta kalmıştı. Tam önüme gelerek, “O nedir?” diye sordu bana. İbrahim’den bahsettiğini bildiğim için tek kaşımı kaldırıp, belirsizliği suratımdan silmeye çalışarak kıza baktım. Ufak tefek bedenini tekrar kollarıyla sararak, “Kraliçe, söyle bana,” dedi. “Dışarıdaki Gümüş Pençe Kralı, sen Mar Kraliçesisin. Ya o nedir?”
“Gümüş Pençe Kralı mı? Bunu hatırladınız mı sonunda?” diye sordu Sezgi sessizce ama bu sorusu bir cevap bulamayarak zamana yayılıp kayboldu. Kan Yemini’ne onun da ait olduğunu hatırladım, yemin onun zihninde kendini yok edince geriye elek de kalmamıştı, o bizimle ilgili birçok şeyi bilip susmak zorunda olandı.
“Onun ne olduğunu biz de bilmiyoruz.”
“Benim bilmem gerekirdi,” dedi Nora. “Doğaüstüler birbirlerini çoğunlukla ayırt edebilir. Benimle alay eden bir insan erkeği olduğunu sanmıştım ama yirmi dört saatlik felci ikinci dakikasında eriterek ayağa kalktı.”
“Bu felç işi sadece insanlarda işe yarıyor deme bana Nora,” dedi Crystal dehşetle.
“Elbette doğaüstülerde de yarıyor, daha farklı dozlarda kullanılması gerek sadece. Yine de en azından yarım saat boyunca kötürüm kalması gerekirdi.” Nora, Crystal’e uzun uzun baktı. “Onun ne olduğunu biliyorsun, değil mi?”
“Elbette biliyorum ama söyleyemem, Mahinev öz ismini hatırlamıyor, bu da yemin devam ediyor demektir. Bilmediği bir bilgiyi onunla paylaşmak sonunu görmek üzere olduğumuz her şeyi başa döndürebilir. Bunu istemeyiz.”
“Bana söyle en azından.”
“Söyleyemem. Boşboğazlık yaparsanız bedelleri ağır olur.” Sezgi’ye baktı. “Senin yeminin tamamen bozuldu. İbrahim’i önceden de zihnine koymuş anıların varsa, ne olduğunu biliyorsundur.”
“Önceden İbrahim’i tanımıyordum,” dedi Sezgi. “Hatırladıklarımın tamamı yaşadıklarımdan ibaret. İbrahim, Efken’in tarafındaydı, sadece bunu biliyorum ve bunu Mahinev de biliyor. Tapınakta neler yaşadığınızı biliyorum.”
“Sezgi benim tarafımdaydı, bunu hatırlıyorum,” diye fısıldadım. Anılara ait sesler geçen uzun yılların ardından sanki Crystal’in evinin koridorlarına yayılmaya başlamıştı. Sezgi’nin ailesinin katliamının ardından tapınağa getirildiği gün bir sis perdesi kafamın içinde yavaşça aralanmış gibi belirgin hâle geldi. Geldiği yer, bir süre önce benim de olduğum yerdi. Anılar gitgide derinleşse de bu anı çok taze ve yeniydi. “İbrahim’i tanımaması normal. İbrahim’i belki ben bile tanımıyordum. Bu yüzden hatırlayamıyor olabilirim.”
Sezgi, “Hatırladıklarım bana ait biliyorum ama sanki yaşayan ben değilim, hâlâ tuhafıma gidiyor,” dedi yavaşça.
“İlk başlarda ben de öyleydim,” dedi Crystal. “Mahinev’e kraliçe olduğunu söyleyememek daha büyük bir yüktü. Ona sıradan biriymiş gibi davranmak kanıma dokunuyordu. Anılar kafamın içinde esmeye başlamadan önce onu tanısam ondan kesinlikle nefret ederdim.” Crystal’e dik dik baktım. “Ne? Efken yüzünden değil. Benden daha güzel bir kadın etrafımda olduğu için.”
“Efken ne alaka?” diye sordum bomboş bir sesle.
“Tamam, sakin ol…”
“Sakinim zaten Crystal.” Bakışlarımı şiddetle Nora’ya çevirdim. “İbrahim konusu muamma. Bizim de bilgimiz yok.”
“Kral biliyor mu?”
“Onun ismi Efken,” diye mırıldandım.
“Her neyse işte. O biliyor mu?”
“Sormadım,” dedim, Nora’nın kullandığı ses tonu, küçük boyuyla çenesini kaldırarak konuşurken gözlerini yüzüme dikmesi nedense sinirlerimi bozmuştu. “Nora, biraz daha kibar olmayı dener misin?”
“Kibarlık mı? Taşralı mı demek istiyorsun bana?”
“Şu hâlin,” dedim kaşlarımı kaldırarak, “Taşralı demiyorum, sadece çok dikbaşlısın diyorum. Karşındaki insanla konuşurken onunla arandaki yakınlık derecesini hesapla lütfen. Kimse senin şımarık dikbaşlılığını çekip, sorduğun agresif soruları sakince cevaplamak zorunda değil.” Mor gözlerini yüzüme dikti, sonra birden utanarak başını önüne eğdi ve o an, ona karşı durduramadığım bir şefkat hissettim. Küçük, suçlu bir kız çocuğu gibi, “Üzgünüm,” diye fısıldadı. “Kendimi bu şekilde savunmayı öğrendiğim için herkese böyle davranmam gerektiğini düşünüyorum. Senin makamını unuttum. Affet.”
“Makamla alakalı değil. Kimseye böyle davranmamalısın.” Avucumu kızın başının üzerine koyduğum anda dokunuşum onu afallattı. Bana irileşmiş mor gözlerle baktı. Şefkati beklemiyor gibiydi, daha çok azar yemeyi beklediği kesindi; bakışlarındaki şaşkınlığın nedeni sanırım tam olarak buydu. “Emin ol çok amatörüm ve hâlâ neler olduğunu anlamayan bir tarafım var.”
“Sen iyi bir öncü olacaksın,” dedi Nora. “İnan, bu hissediliyor. Bir amatöre göre oldukça iyisin. Hatta çok iyisin. Seni dövüşürken görmedim ama bence dövüşürken de son derece iyisindir.”
“Teşekkür ederim.” Gözlerimi Crystal’e çevirdim. “Bir eğitim programı hazırlayalım. Birbirimizin ataklarına ne kadar adapte olursak o kadar kârda oluruz.”
“Olmuş bil. Birkaç hafta benim misafirim olacaklar. Onlara iyi bakarım. Çalışmaları benim arazimde yaparsak daha iyi olur. Efken’in arazisinde bir kere saldırıya uğradık, ikinci için yolu açmayalım. Manbel yeniden saldırmayacağını düşündüğümüzü sanıp bizi gafil avlamaya kalkışabilir.”
Çıkış kapısına doğru ilerlerken, “Ben de Efken’in yeni planını öğreneyim,” diye mırıldandım çünkü durmayacağımızı, dinlenmeyeceğimizi, henüz ortada hâlâ bir savaş varken yeni bir savaşa daha gireceğimizi biliyordum. Bunu Sezgi ve Crystal de biliyor gibiydiler, benim evden çıkışımı büyük bir sakinlikle izlediler. Karların tutunmayı başaramadan esip geçtiği, çimlerin hâlâ yeşil kalabildiği eğimli arazide önce yokuş aşağı inip sonra yavaşça yükseğe tırmanan yolu izledim. Arazinin ortası kavisli koca bir kâse gibiydi. Uçuruma doğru çıkıp Efken ile Ceyhun’un yanına vardığımda Ceyhun uçuruma vuran dev dalgaları izliyor, Efken parmaklarını siper ettiği ateşle sigarasının ucunu yakıyordu. Sessizlik ben geldiğim için mi büyüdü bilmiyordum, belki de konuşmaları gerekeni çoktan konuşmuşlardı.
Sakince başımı Efken’in kaslı koluna yasladım ve uçurumun eteklerine çarparak yükselen köpüklü dalgaları, dalgaların içinde yılanlar gibi kıvrılan yosunları izlemeye başladım.
“Ne zaman?” diye sordum gözlerim manzaradayken.
“Ne, ne zaman?”
“O isimler için ne zaman gideceğiz?” O adamları öldürmeye ne zaman gideceksin diye soramadığım için soruyu bu şekilde yöneltmiştim ama sorumun altındaki korkuları görebiliyormuş gibi sadece, “Sen gelmeyeceksin,” dedi.
“Hayır,” diye fısıldarken ona cevap hakkı bırakmadığımı biliyordu. “Geleceğim.”
🎧: Eleine, Dancing in Hell