Efken ve ben, farklı yerlerde aynı yerlerden parçalanmış iki insandık.
Geçmişi köklerinden kavrayıp sökmek mümkün olsa bile artık onu hatırladığım için düşüncesi bile korkunç gelen bir şeydi. Bana en büyük acıyı bile hissettirse ona ait anıları saklamak istiyordum.
Yanaklarımdan yuvarlanan gözyaşları kimisine göre güçsüzlüğün gözlerimdeki emareleriydi, kimine göreyse artık yorulmuştum ve terim gözlerimden akıyordu. Benim bu gözyaşlarını özgür bırakmamın sebebi, içimdeki ipleri de çoktan bırakmış olmamdandı. Hisler beni kangren etmeye başladığında onları koparıp atmak yerine her yerinden delip kanatmaya başlamıştım.
Efken beni sıkıca tuttu; ne kadar öyle kaldım ve ağladım bilmiyordum ama bir şeyler gördüğümü biliyordu. Aynı şeyleri görmüş müydü bilmesem de benim gördüklerim canımı çok yakmıştı. Sonunda ayrıldık ve büyük elleri yüzümü kavradı; buna alışmıştım. Elleri olmadan olur muydu? Olamazdı. Olabilsin istemiyordum, olmasındı. Kafamı kaldırıp gözlerimizi birbirine yerleştirdiğinde, o içime huzuru aşılayan bakışlar her şeyin geçtiğini fısıldıyordu. İnanmayı seçtim. Yalan olduğunu bilsem de Efken’e ve onun gözlerine inanmayı seçtim.
“Her şey yolunda,” dedi, sert bakan gözlerine rağmen sesi öyle değildi; düştüğümde beni ayağa kaldıran eller gibiydi gözleri. Efken’in gözlerine rengini veren mücadeleyi gördüğümde artık daha sakindim. Yalnızdık. Crystal sanki ihtiyacım olanın kim olduğunu biliyormuş gibi oradan sessizce çekip gitmişti.
Gözlerinde bilenen gerçeklere tutundum; gerçek olmalarını diledim. Yalan olmalarından korktum. Güvenmek istedim. Ona güvenmeye başladığım ilk ânı hatırlayamıyordum, ona sığındığım ilk an kafamın içine dağılmış bana kendimi yönsüz hissettiren yoğun bir karanlık gibiydi. Birbirimize birbirimiz için sakladığımız sırlarla öylece bakarken, ona hissettiğim bu kalbimi yakan duygunun ne olduğunu bilmekten öyle çok korkuyordum ki. Bir zamanlar onu seviyordum, şimdiyse onunla ilgili her şeyi hatırlarken onu sevmenin nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyordum; şimdi hissettiklerime benziyor muydu?
İkizi miydi?
Yoksa tamamen yabancı mıydı?
Yanaklarımdaki yaşları büyük parmaklarıyla toplarken düşünceler kafamda döndü durdu.
Ağlamanın bu kadar yakınında durduğumu, onun kolları beni çaresizliğimi yok etmek ister gibi sararken ve anılar eşiğimden geçip bir misafir olmaktan çıkarak kendilerini ev sahibi ilan ederken fark ediyordum.
“Ne gördüysen, bugün hepsini unut,” dedi, gözlerimi kısarak gözyaşlarından boğulan bakışlarımla onu takip ettim. “Bugün ne Nigin var ne saçma sapan düşmanlar. Bugün sadece sen ve ben varız. Efken ve Medusa var.”
İçimdeki sızıyla, “Nasıl yani?” diye sordum, sesim titriyordu.
“Herkesi siktir edeceğim,” dedi. “Defolup gidecekler. Sadece bir gece istiyorum senden. Bu gece burada senin için piyano çalacağım ve sen de derini bir kenara bırakıp bana asıl seni göstereceksin.”
İsmimi bile bilmiyorken, onunla olan tüm acı hatıralar kafamın içindeydi ve o, tüm bu acı hatıraları onun gözlerine baktığım her an daha derin, daha sarsıcı bir şekilde hissettiğimi bilmeden benden bir gece istiyordu.
Sanki neden ağladığımı biliyor gibi sessizdi. Sanki neden ağladığımı o da görüyordu ve bu onu kahrediyordu. Yine de bu kez ağlamamamı istemedi, beni bıraktı ve ben de gözyaşları gözlerimden özgürce kayarak yanaklarıma acıyla dolu yollar çizerken ağladım.
Onun kollarında tuvaletten çıktığımda kimse orada değildi. Çalışanlar bile yoktu. Birkaç saat sonraysa, sanki beni buraya getirmesinin asıl nedeni zaten buymuş gibi, elinde büyük karton torbalarla giren iki korumaya bakakaldım. Sakinleşmek için kahve içiyordum, gözyaşlarım dinmiş, aramızdaki sessizlik saatlere ayrılmıştı. Diğerlerinin neden gittiğini, gitmeleri gerektiğini nereden anladıklarını sormadım. Muhtemelen onları buradan çıkaran Crystal’di.
Bir şeyin sonunda, bir şeyin de başında gibiydik. O da bunun farkında olmalıydı. Bir Gümüş Pençe olduğunu biliyordu, bir zamanlar düşmanı olduğumu da biliyordu; belki de kaderin bizim için çizeceği sonraki yolu kestiremediği için bana bu şekilde veda ediyordu.
Bu düşünce içimi kâğıt kesiği gibi sızlattı.
Kahvemdeki son yudumu alırken tekrar gözyaşlarına boğulmamak için tırnağımı dizime bastırıp kendimi kaskatı olana dek sıkmıştım. Koruma elindeki torbaları Efken’e uzatıp Efken’i başıyla selamladı, beni de aynı şekilde selamladıktan sonra diğer korumayı yanına alarak çıkışa yöneldi. Mekânın karanlık bir noktasına yerleştirilmiş beyaz piyanoyu fark ettiğimde, Efken bir elinde tuttuğu viski kadehi, diğer elinde poşetlerle bana doğru yürümeye başladı. Gözlerim bir süre piyanoda kaldı.
“Bunlar sana,” dedi, mavi gözlerine baktım ve orada, gözlerinin derinliklerinde beliren küçük erkek çocuğunu gördüm. Ruhuma yıkım getiren bu görüntüyü seyrederken elindeki poşetleri aldım ve bakışlarımı ince örgü ipleri parmaklarımı anında kesmeye başlayan poşetlere indirdim. Hüzünlü hissediyordum.
“Bunlar ne?”
“Dediğim gibi, sana.”
Derin bir nefes alarak poşetlerden birini açtım, poşetin içinde siyah bir elbise olduğunu gördüm. Çatık kaşlarla elbiseye uzun süre baktım. Şakaklarım ve gözlerim ağrıyordu, kirpiklerim gözlerimin içine battıkça acı artıyordu ama yüzüm sakindi.
“Bunlar sadece piyano çalacağın için mi?”
“Başka neden olsun Asale?”
Rüyalarındaki kadının ismini duyunca ona bakıp, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım.
“Etme.”
“Geceye hâlâ birkaç saat var,” dedim, saatler süren sessizliğimiz akşamı getirmişti, geceye ise birkaç saat kalmıştı. “Elbiseyi şimdiden giymem mi gerekiyor?”
“Sen nasıl arzu edersen.”
“Bu kadar kibar olman tedirgin hissettiriyor Karaduman.”
“Tam tersi olmamı mı isterdin? Bir canavar gibi mi davranayım?” Son soru dudaklarından dökülene kadar bu gerçeği içime gömdüğümün farkında bile değildim. Ruhumun etrafını alevlerin sarmasına neden olan sorusu uzun süre sessizce onu izlememe neden oldu. “Cevap vermedin.”
“Ne içindeki iyilik ne de içindeki kötülük, hiçbiri şu âna dek bana zarar vermedi.” İçimden tüm dürüstlüğüm de koparak ona saplanmak için savrulan cümleyle beraber durdu. Zaman da onunla durdu. Yaklaşan sert fırtınayı hissedebiliyordum.
“Her şeyi susturup, seni sen olduğun için yanımda tutmak istediğimi görmeni istiyorum.”
Ne yani, bana veda etmiyor muydu?
“Asale ya da geçmişteki o kadın olduğum için değil mi?”
“Değil,” dedi. “Hiçbir zaman öyle olmadı.”
Kalbimin atışlarının hissettiği tüm acıya rağmen hızlandığını hissettim; bu hız canımı daha çok yaktı ama aynı anda yaşadığımı da hissettirdi.
“Seni ilk gördüğümde geçmişteki o kadın yoktu, sen vardın.”
“Ama Asale de vardı.”
“Asale’nin sen olma ihtimalini düşündüm ama aklıma hiçbir zaman yatmadı. O sadece rüyalarımda benimle olan sığındığım biriydi. Sen ise gerçeksin Medusa.”
“Bana gerçek olduğumu söylerken bile senin bana koyduğun isimle sesleniyorsun.”
“Bu seni incitiyor mu?”
“Nasıl hissettirdiğini ben de bilmiyorum.”
“Senin için seçtiğim parçaları giy.” Sesinde, istekleri yerine getirilmediğinde büyük pençe izleriyle ruhundaki karanlığı yırtıp genişleten bir hüküm vardı. Bundan nefret etsem de öyle hüzünlü hissediyordum ki ona karşı koymak istemedim. Poşetleri alıp yerimden kalktım, Efken’in gözleri beni takip ediyordu. Duruşumu dikleştirip, sanki hissettiklerim beni kambur bırakmıyormuş gibi ağır adımlarla tuvalete doğru gitmeye başladım.
Lavabonun boyayla lekeli olan değil, daha temiz görünen aynasının önünde durup elimdeki poşetleri lavabo tezgâhına koydum. Gözlerimi yüzüme soğuk bir namlu gibi doğrulttuğumda, yüzümdeki tepkisiz mezarlıktaki çürümüş cesetlerle karşılaştım; anılar gözlerimde idamı gerçekleştirilmiş mahkûmlar gibi ölü bir şekilde sallanıyordu.
Bir süre önce yanaklarıma devrilen gözyaşları kurumuş ve yok olmuştu. Sanki hiç ağlamamışım, hissettiklerim gözlerimden kayarak boşlukta kaybolmamış gibi bakıyordum. Yine de gözlerimin beyazı kan damarlarıyla doluydu. Biri bana çok dikkatli bakarsa ağladığımı anlardı. Ben kendime çok dikkatli bakamadığım için ağladığımı anlamayı reddettim.
Poşetlerin birinde deri bir makyaj çantası vardı, makyaj çantasının içindeki malzemelerin ağırlığını parmaklarımla tartıp bir diğer poşete baktım. Bilekten bağlamalı, ince topuklu siyah ayakkabıları uzun uzun izledim. Bu gecenin amacı gerçekte neydi kestiremesem de her şeyi bir kenara koymaya karar verip hazırlanmaya başladım.
Önce ince askılı ipek elbiseyi giydim, siyah elbise ayak bileğime kadar uzundu, yan tarafındaki hafif yırtmaç bacağımı dizimden biraz daha yukarısı ortaya serilecek şekilde açığa çıkarıyordu. Fondöteni dağıtarak sürdüğüm cildim biraz olsun ışıltı kazanmıştı. Kırmızı ruj, yüzümdeki tüm solgunluğu yok etmeye yetmişti. Kirpiklerimi rimelin ucundaki fazlalığı alıp fırçasıyla tarar gibi hafifçe boyadım ve son olarak kıyafetlerimi boş poşetlerden birine koyup ayağıma topukluları geçirdim.
Akrep bir adım daha atarak yeni bir saat doğurduğunda lavabodan çıkıp mekânın geniş dans pistine doğru ilerledim. Masaların çoğu dağınık bir şekilde öylesine etrafa yerleştirilmişti, restorasyonun sürdüğünü belli eden dağınıklığı çatık kaşlarla izlediğim sırada Efken’in arkamdan sokulduğunu hissettim. Karanlık yavaşça şehre bastırmaya, beyaz ve maviyi silmeye başlamış olmalıydı. Efken’in nefesi tenime sinince rüzgâra tutunup savrulmaya başlamış, her yerinden yakılıp üzerinde sadece anlamsız kelimeler kalmış bir roman sayfası gibi hissettim. Büyük avuçlarını dirseklerime koyup bana dokundu ve kaslı göğsünü sırtımda hissetmemi sağladı.
“Bu gece bana senden bahset,” dedi, “ben de sana benden bahsedeceğim.”
Bu kelimeler beni şaşırttı çünkü Efken kendini kolayca açık edecek biri değildi. Son zamanlardaki açık sözlülüğünü saymıyordum çünkü girdiğim hem fiziksel hem de psikolojik zorluğun farkında olduğu için bana daha anlayışlı davranıp benimle daha çok iletişime geçiyordu. Şimdiki dürüstlüğü ise tamamen yakıcıydı; tenimin etrafında yükselen alevleri görmedim ama ışığı beni aydınlatıp sıcaklığı beni yaktı.
“Benimle ilgili bilmediğin pek bir şey yok,” dedim kuru bir sesle. Beni yavaşça kendine doğru çevirdi. Gözlerimiz birbirine tutundu.
“Hiç söylemediğin bir özelliğin yok mu?”
Mavi gözleri sonunu deli gibi merak edip son sayfayı çevirmeye cesaretimin olmadığı bir roman gibiydi. Sonu görmek istiyor ve o sondan korkuyordum. İşte gözleri tam da böyleydi.
“Saçma sapan özellikler bile olur mu?”
“Olur.”
Gözlerindeki beğeni bir an olsun silinmedi. Üstümdeki elbiseye ve yüzüme çizdiğim makyaja baktı. Yorum yapmadı ama ne kadar beğendiğini gözlerinde görebildim.
“Lise yıllarında kahve falı bakardım,” dedim, kor ateş gibi yakan dokunuşları derinleşti, hâlâ dirseklerimi kavramış hâldeydi, dokunuşunun beni yaktığından bihaber miydi?
“Kahve falı mı?”
“Türk kahvesi nedir biliyor musun?” Ona meraklı gözlerle baktım. Ona göre dillerin isimleri vardı; Türkçe, İngilizce, İspanyolca, Almanca… Ama bu ülkelerin içinde yaşayan insanların ırklarının ismi yoktu sanırım. Bir süre bana bakıp, “Kuru kahveden söz ediyor olmalısın,” dedi.
“Evet, çekilmiş kahve,” diyerek başımı salladım.
“Onunla fal bakılabildiğini bilmiyordum.”
“Normal bir kahve fincanından daha küçük fincanlarda bakılıyor, telvelerdeki şekilleri yorumlayarak okumasını yapıyorsun.”
“Her bir bilgi için bir shot atmak iyi olurdu ama ayık olmanı istiyorum,” dedi. Sonra, “Nasıl bakıldığını merak ettim,” diye devam etti.
“Tarot gibi değil ama birbirine benzemiyorlar diyemem.”
“Sadece lisede mi bakıyordun?”
“Evet,” diye fısıldayıp gözlerimi boynuna indirdim, iri âdemelması boğazındaki deriyi parçalayıp dışarı çıkacak gibi keskin ve dışa doğru sivri duruyordu. Gözlerim uzun süre boynunda oyalandı. Sessizliğimi bölmeye çalışmadı. “Hep kötü şeyleri gördüğümü fark ettim ve bakmayı bıraktım.”
“Kötü şeyler?”
“Bir arkadaşımın babasının öldüğünü görmüştüm, babası öldü,” diye mırıldandım, kor ateş gibi hissettiren dokunuşları bile bir anda bedenimi saran ölüm soğukluğunu silmeye yetmedi.
“Sadece bir tesadüftür.”
“Bununla sınırlı kaldığını mı sanıyorsun?”
“Anlatmaya devam et, tabii ki anlatmak istiyorsan.”
“Kazalar falan işte… Sonra sustum ve bir daha yapmadım. Zaten çok uzun sürmedi, hemen bırakmıştım. İnsanlar bunun için beni suçlamadı ama ben hep kendimi suçladım.” Dalgın bir şekilde gülümsedim. “Onlara göre ben geleceği görebiliyordum, falda oldukça iyiydim ama bana göre ben geleceğe kötülüğü ve karanlığı götürüyordum. Sanki tüm bu olanlar ben öyle gördüğüm için oluyordu. Sebebi, sorumlusu benmişim gibi hissediyordum.”
“Oldukça tanıdık bir hikâye,” dedi, aynı şeyleri yaşamış olma ihtimaliyle sarsılarak ona baktığımda, cennetten kovulan bir meleğin gözlerini gördüm; onun gözlerinden bana bakıyordu.
“Tarot bakıyordun, değil mi?”
“Sadece eğlencesineydi, inancım yoktu.”
“İnandıracak şeyler yaşamana rağmen, değil mi?”
“Belki,” diye açık uçlu bir cevap vermesi beni sinirlendirdi.
“Açık olacağımızı sanıyordum.”
“Bana bir fal bakmanı istiyorum.” Bir meleğin sırtından süzülen kanatlar gibi sırtımdan süzülen çaresizlik katlanarak beni içine aldı; kendi kanatlarımın içinde saklanıyormuş gibi hissederek ona kaçamak bakışlar attım.
“Neden?”
“Neler göreceğini merak ediyorum.” Kor gibi yakan parmakları dirseklerime sürtünerek bileklerime aktı ve büyük elleriyle ellerimi kavrayıp tuttu. Parmaklarımız birbirine geçtiğinde parçalanacağımı düşündüm; parçalarıma ayrılacaktım ve bu Efken’in ellerini tutarken olduğu için parçalandığımı fark etmeyecek, umursamayacaktım.
“Bense göreceklerimden korkuyorum.”
“Kötü şeyler göreceğini düşünerek bakarsan kötü şeyler görürsün. Kafandaki karanlığı sal gitsin, sen ışıksın ve istersen karanlığı yok edersin.”
“Bana benden çok inandığın zamanlar oluyor,” diye fısıldadım gülerek. “Ben bile kendime bu kadar inanmıyorum.”
“Aptal olduğun içindir,” dedi, yavaşça sırtını bana döndü, bir eli elimden kayarak ayrılmıştı ama diğer eli hâlâ elimdeydi. Beni yavaşça yürütüp bar bankosunun önüne getirdi, bankonun arkasına geçtiği sırada sakince onu izliyordum. Birkaç farklı boyutta beyaz seramikten kahve fincanı çıkardı. Espresso fincanına bakıp, “Biraz büyük ama aralarında en işe yarayanı bu,” dedim. “Peki sorması ayıp ama kahveyi nasıl yapacaksın?”
“Sen yapacaksın,” dedi, dudaklarındaki muzip kıvrıma gözlerimi kısarak baktıktan sonra yerimden kalktım ve bankonun öteki ucuna geçtim.
“Menüye kahve eklemenin müthiş bir fikir olacağını çizimin bir kenarına not etmiştim,” dedim böbürlenerek. “İnsanlar sadece sarhoş olmak için değil, bazen ayılmak için o tezgâhın önüne otururlar Karaduman.”
Kahveyi pişirebileceğim küçük ama cezveye oranla oldukça büyük bir kap buldum. Kollarını göğsüne sarmış, kalçasını bankonun diğer yüzüne yaslamış beni izliyordu. Komutları doğrultusunda çekilmiş kahveyi buldum. Kokusu İstanbul’da içtiğim kahvenin kokusu kadar güzel ve taze olmasa da iş görecek gibiydi. Şarapların ve sıcak içilen kokteyllerin ısıtıldığı kısma geçtiğimde bile sırtıma saplı duran ağır bakışları hissedebiliyordum. Ara sıra sırtıma kayıp kalçalarıma akan bakışlar mı ortamın ısısını arttırıyordu yoksa ateş başında olmak mı, tam kestiremiyordum.
Kahve kaptan taşmak üzereyken hızla geri çekip fincanı kahveyle doldurdum. Diğer fincana da kalan kahveyi koyduktan sonra kabı kenara bıraktım. Efken’in birden arkamdan gelip bana yaslanması yutkunmama neden oldu. Kollarını bedenimin iki yanından geçirip önünde durduğum tezgâhın üzerine koydu ve çenesi çıplak omzumdaki yerini alırken, “Çok köpüklü duruyor, yoksa içine mi tükürdün?” diye sordu, ıslıklı sesi tüyler ürperticiydi.
“Böyle köpürür,” diye mırladım.
“Tükürmeni tercih ederdim.”
“İğrençsin.”
“Ne kadar zevkli olurdu tahmin bile edemezsin.” Kendini bana yavaşça bastırdı. “Ama deneyimlersen, nasıl olduğunu bilirsin.”
Bedenimi zonklatan ses tonu ve ona ait olan sıcaklık başımı döndürüyordu. Neredeyse nakavt olacak gibi hissetmeye başlamıştım ki birden kahveyi alarak geri çekilip bana nefes alabileceğim bir boşluk yarattı.
Yoğun gözleri beni hedef alsa da kahveyi sakin bir şekilde içti. Ona gösterdiğim şekilde fincanı kapattı ve bunu aptalca bulmuş gibi kaşlarını çatarak birkaç küfür savurdu; küfürlerini yadırgamadım, her zamanki hayvan Efken’di işte. Bar taburelerine oturup fincanın soğumasını beklemeye başladık. Bu esnada Efken, “Senin benimle paylaştığın özelliğin ya da sırrın mı demeliyim, her neyse, sana göre ne kadar özeldi bilmiyorum,” dedi ve kahvenin damarlarındaki alkolü silmesini istemiyormuş gibi kristal içki şişesini önüne çekti, bir elmas parçası gibi parlayan kapağı kaldırıp boş bir viski kadehini yarısına kadar içkiyle doldurdu. Kapağı tekrar şişenin ağzına tıktıktan sonra, “Benim seninle paylaşacağım şey, kendi ağzımdan, kendi sesimden, bana ait cümlelerle bir başkasına anlattığım, bir başkasıyla paylaştığım bir şey değil.”
Merak ve biraz da kalp çarpıntısıyla ona baktığımda gözlerimde soru işaretlerini gördüğünü biliyordum. İçkiyi fondipleyip kaşlarını çattı. “Küçük bir çocuktum,” dedi, o an, çocukluğu gözlerimin önünde bir tablo gibi asılı kaldı. İri mavi gözleriyle siyah saçlı küçük bir oğlan çocuğu onun çehresindeki hüznün penceresine sokulmuş, dışarıda onu fark edip ona doğru bakmaya başlayan beni izliyordu.
“Ve babam benimleydi.”
Son cümlesi kalbimi parçalamaya yetti.
Kadehini tekrar doldurdu, kadeh tekrar boşaldı ve bu birkaç kez daha tekrarladı. O konuşana dek dudaklarımdan bir soru dökülmeyecek, sesimi bile çıkarmayacaktım.
“Ailemizin bir geleneği var,” diye fısıldadı, sesi küçük bir çocuktu, sesi yangının ortasındaydı, sesi o yangında yanan ilk ağaçtı. “Ve babam bu geleneği bozdu. Benim bu geleneğin devamını getirmemi istemiyordu. Bu işlere bulaşmamı istemedi. Hiç istemedi. Bu işin başındaki büyükler, yani kodamanlar, babamın beni, yani onlar için taze kanı sakladığı ve kendisini bu işlerin içinden geri çektiği için babama kin tuttular.”
Gözlerini bana çevirdi. Acının attığı çığlıkları, ölümün en gerçek vaveylasını işittim. Hepsi gözlerindeydi.
“Bu gelenek neydi?”
“Masumları öldürmek,” dedi Efken. “Sadece daha fazla şeye sahip olmak için, haksız kazanç için, sana ait olmayana sahip olmak için masumları öldürmek. Daha fazlasına sahip olabilmek için ölüm makineleri yetiştirmek, o makineleri kullanarak daha fazlasını almak; daha fazla kazanmak. Beni de bir ölüm makinesine çevirmelerini istemedi. Bir zamanlar adı bile zamanla kaybolmuş dedelerimizden bir tanesi bu kodamanların adamı oluyor, çok para kazandırıyor, çok büyük ve tehlikeli işleri hallediyor, kodamanlar kanın çekeceğine ve bizim aile soyumuzun başarılı olmaya devam edeceğine inanıp hep bir sonraki erkek evladı bekliyor. Babam beni saklamıştı. Kendisi de bu işten kaçmıştı.”
“Nasıl anladılar?”
“Benim için gelmediler,” dedi Efken gözlerini kadehine indirerek. “Babamı ihanetle suçladılar. Babam için geldiler.”
Hiçbir şey söyleyemedim.
“Ben küçükken…” Durdu, kadehinin dibinde kalan içkiyi kafasına dikti. “Babamla açılırdık. Açıklarda güzel balıklar olurdu, annem en çok babamın tuttuğu balıkları severdi. Annemin o balıkları her seferinde farklı bir şekilde pişirdiğini hatırlıyorum. Annemin anlatacağı bir hikâyesi hep vardı. Bazı hikâyeler ona ait olmazdı, iki başrol bulurdu ve onların hikâyesini anlatırdı. Bazen hikâyelerini o yazar, o seslendirirdi, bazense var olan hikâyeleri kendisi güzelleştirip anlatırdı. Başka bir kadındı. Benim gibi birinin bile içini ısıtan hikâyeleri olan bir kadındı. Gülümsemesini hatırlıyorum… Cennet oradaydı. Hiç görmediğim ve göremeyeceğimi bildiğim cennet tam da orada duruyordu. Annemin gülüşünde. Şimdi onun o kadar uzağındayım ki, bir daha ne o cenneti görebileceğim ne de bir gün o cennete gidebileceğim. İşte annem benim için bu kadar imkânsız.”
Bazen otuz katlı bir binanın tepesindesindir, bulutlar arkadaşındır; bazense kendini o binanın tepesinden boşluğa bırakırsın, hiçbir bulut seni tutmaz.
Efken otuz katlı bir binanın tepesindeydi, öfkesi ve gücü onun arkadaşıydı; bir de acısı vardı ve Efken’i boşluğa atlamaya itiyordu, boşluktan düşmeye başladığındaysa ne öfke ne de güç onu tutamıyordu. Sadece acı. Şu an hissettiğinin bu olduğunu biliyordum. Çünkü benim de canım acıyordu.
“Baban?” diye sordum sonunda cesaretimi toplayabildiğimde. Soru sorabilmeme şaşırmadı, aksine bir şeyleri özgür bırakabilmek için bu soruya ihtiyacı vardı sanırım. Tekrar şişeye uzanacaktı ki bileğini tutup onu durdurdum. Gözlerimin içine özünü kaybetmiş bir insan gibi baktı; o an ne iyi bir insandı ne de kötü, sadece araftı.
Bileğindeki damarların güçlü atışları parmak uçlarıma çarpmaya başlamıştı. Zaman devrik bir ağaç, tuğlaları düşmüş bir bina gibiydi; Efken de o zamana ait olan enkazdı.
Elimi yavaşça geri çektiğimde konuşacağını anlamıştım.
“Babam tutkuları olan bir adamdı. Annem şefkatliyse, babam tutkuluydu yani. Onun için başarmak önemliydi. Kazanamayacağı hiçbir şey için savaşmazdı, yenileceğini bildiği savaşa girmezdi. Kolay değildi, zordu ama eline zorla bulaştırılmış kana rağmen iyi bir adamdı. Cenneti hiç göremeyeceğini bilse bile cennet ile ilgili hayalleri vardı. Anneme çok âşıktı. Annemin hikâyelerine, annemin gülüşüne, annemin var oluşuna âşıktı.” Bu kadar uzun cümleler kurmasını beklemediğim için şaşkındım; öte yandan canım da acıyordu. Onları eski bir anı olarak önüme sermesi kalbimi ağrıtmıştı. Ben de onda eski bir anıydım ama şu an beraberdik; onlarla bir daha birleşemeyeceği bir noktadan ayrılmıştı. Birbirlerinden koparılmışlardı.
“Baban sana benziyor muydu?”
“Öfke sorunu yoktu,” dedi dudaklarında yarım yamalak belirmiş acılı bir tebessümle. İçim acısa da gülümsemesine gülümsememle eşlik ettim. “Onun da gözleri maviydi. Kız kardeşim ve ben gözlerimizi ondan aldık.”
Bir an beynim durduğu için, “Kız kardeşin babana benziyordu demek,” diye mırıldandım ve sonra pişman olup dişlerimi dudaklarıma saplayarak gözlerimi bar bankosunun cam zeminine indirdim. Zehirli ikizim uzandığı duvardan doğrulup kalktı ve yorgun gözlerle zihnimde esmeye başlayan acı dolu düşüncelerin etrafa savruluşunu izledi.
“Kime benzediğini anlayabilecek kadar görmedim onu. Bende sadece mavi gözleri kaldı,” dedi, içime ah gibi oturan o cümleyle beraber yutkundum.
Tekrar ona baktığımda Efken’in canı yanıyordu.
“Zeynep,” diye fısıldadı ve başını havaya kaldırıp gözlerini yumdu. “Ah Zeynep.”
Gözlerime çöken gözyaşları akmasın diye bakışlarımı hızla ondan kaçırdım.
“Zeynep’i öldürdüler.”
Kafasını indirip gözlerini ilerideki camlara düşen yansımasına çevirdi. Öfkenin yüzünün hatlarına bir yılan gibi dolanışına şahit oldum ama acı ve keder oradaydı; ruhu hâlâ yas tutuyordu.
“Benim küçüğümü öldürdüler.”
Efken, önünde duran viski kadehini elinin tersiyle öyle bir savurdu ki, kadehin yan taraftaki duvara çarpıp parçalanırken çıkardığı ses, yaşadığım korkunun üzerine yayıldı ve bir an kalbim göğsümün altından fırlayıp çıkacak, kanlı ayak izlerini zemine bırakarak uzaklara kaçacak sandım.
“Orospu çocukları!” diye bağırdı, boğazını yeşil derili bir yılan ordusu gibi saran damarlara bakarken ellerim titriyordu. “Ondan ne istediler? Ondan ne istediler ha? Ondan ne istediler?”
Korkarak ona doğru bir adım attığımda geri çekilmedi. Cam kırıkları kadehin dibinde kalan sıvının üzerinde parlıyordu. Kalp atışlarımın ağırlaştığını hissettim. Korku yerini kör bir bıçakla deşilmişim gibi hissettiren korkunç bir acıya bıraktı.
“Herkesi öldürdüler,” dedi yavaşça, sesindeki sakinlik beni kahretti. “Hayatımda yer edinmiş herkesi, her şeyi aldılar. Şimdi beni biliyorlar, benim tepeme binmek istiyorlar. Yaren’i korumak zorundayım. Seni korumak zorundayım.” Gözlerinde belirmiş acıya rağmen sesi gürleşti. “Sana bir isim veremem, bize bir isim veremem. Aramızdakini görebiliyorum, geçmişimizi biliyorum, geçmişten fazlasıyız biliyorum, bağlandık biliyorum ama sana bir isim veremem! Ben sana kendi isminle seslenmekten bile korkuyorum. Seni de kaybedemem.”
“Bana hiçbir şey yapamazlar, biliyorsun,” diye fısıldadım içimdeki güce güvenerek ama şu an geçmişe şahit olmak bile ölüyor gibi hissettirmişti.
“Onları bilmiyorsun. Nasıl insanlar bilmiyorsun. Bilseydin canavarlara sarılırdın. Onları bilseydin, canavarlara bile sarılırdın.” Gözlerimden yaşlar kayarak akmaya başladı ve bu kez durdurmak için uğraşmadım. Beni kollarımın kenarlarından tutup yavaşça kendine çekerken, “Bir bebeği, küçücük bir çocuğu öldürebilecek kadar gözü karalar,” dedi, gözlerimden akan yaşlara bakıyordu. “Süt kokan Zeynep’imi öldürdüler!”
“Özür dilerim,” diye fısıldadım, gözlerimdeki yaşlar daha şiddetli bir şekilde akmaya başlamıştı. Sanki ondan her şeyini koparıp alan benmişim gibi hissederken yapabildiğim tek şey özür dilemekti.
“Sen neden özür diliyorsun?” diye sordu masum gözleri gözyaşlarımı takip ederken.
“Yaşadıkların adına özür diliyorum.”
“Onları sen öldürmedin.”
“Biliyorum,” diye fısıldadım.
“Ölmek çok kolay Medusa,” diye fısıldadı içime dokunan bir sesle. “Asıl sorun ölen birinin ardından yaşamaya devam etmek.” Gülümsedi, gülümsemesi paramparçaydı. “Ya da yaşadığını zannetmek.”
Onu kollarımın arasına çekerken hiçbir şeyi düşünmedim. Bana karşı koyma ihtimalini, daha da parçalanacak olma ihtimalimi; hiçbir şeyi. Kollarımı boynuna sardım ve ona sıkıca sarıldım. Başta karşılık vermese de saniyeler akarak etrafımıza zamanı örmeye başladığında kollarını güçsüzce kaldırıp belimin iki yanına yerleştirdi.
“Bana babamdan geriye boş bakan bir çift mavi göz ve onlarca kurşun yarasıyla delinmiş, kendi kanında yüzen bir beden kaldı. Bir yatağın altında babamın ölümünü izledim. Çok fazla kan vardı. Kan o kadar fazlaydı ki yatağın altına aktı ve bana ulaştı. Çok kan vardı.”
Diğerleri hakkında sorular soramadım.
Sadece, “Onları da öldürdüler. Aralıksız silah sesleri. Çok fazla silah sesi,” dedi. “Sonra da ateşin sesi.”
Tüm aileyi öldürdükten sonra evi ateşe mi vermişlerdi?
Hem öfke hem de acı aynı anda hissedilirse hisseden kişinin felaketi getirmesi kaçınılmazdır.
Felaketi getirmek istedim. Hepsini bir evin içine doldurup yakmak, tutuşturmak, geride geçmişin külleri bile kalmamış olmasına rağmen onları o geçmişe gömmek istedim.
“Hepsini öldürdüler. Herkesi öldürdüler. Eğer Yaren’in yaşadığını, hayatta olduğunu, onu fark etmediklerini görmeseydim, o evde ben de onlarla beraber yanacaktım. Çıkmak zorundaydım. Yaren için o ateşlerin içinden içimdeki ateşi söndürmeden çıkmak zorundaydım.”
“Efken,” diye fısıldadım, kelimeler dilimin ucuna gelmedi. Sessizliğinin gerçek bir yardım çığlığı olduğunu nasıl anlamamıştım? Nasıl fark etmemiştim?
“Yaşamak için bir nedenim yoktu, her şey gözlerimin önünde olup bitmişti. Her yerde kan vardı. Ateş vardı. Babamın bana bomboş bakan gözleri vardı. Yaşamamın bir anlamı yoktu. Eğer onun yaşadığını görmeseydim, onu hayatta tutmak istemeseydim, yanıp küle döneceğim ânın gelmesini beklerdim.”
Sessizlik.
Gözlerimden yaşlar akarken ona verebildiğim tek cevaptı bu.
“Sen beni anlıyorsun,” dedi. Belime sardığı kollarını sıkılaştırdı. “Anlıyorsun Mahi. Tıpkı bir aptal gibi beni teselli etmeye çalışmıyorsun, yalnızca yanımda oluyorsun.”
“Sen de benim yanımda oluyorsun sersem,” diye fısıldadım.
Kısa bir süre sessizliği yaşadık ama bu sessizliğin içinde aslında çok büyük gürültüler vardı. Belki bir piyano sesi, belki küçük bir kız çocuğunun gözyaşlarını tutmak uğruna savaşırken çektiği içlerinin sesi… Ama ben sadece Efken’in kalbinden yükselen acıyı duyabiliyordum.
“Ben diğerleri gibi değilim. Hiç olmadım, olamadım. İnsanlar ağlayabiliyor, insanlar hissedebiliyor, insanların içinde duygular var. Onların, yani diğerlerinin ağladığı, onları mahveden şeyler beni hiçbir zaman etkilemedi. En son ağladığımda kaç yaşındaydım bunu bile hatırlamıyorum.”
“Bu iyi bir şey değil mi?”
“Değil.” Bir süre bir şeyi düşünüyormuş gibi sustuktan sonra, “Onları o hâlde gördüğümde bile ağlamadım,” dedi yavaşça. “Evimin küle dönüşünü izlerken bile ağlamadım. Üstelik içinde onlar vardı.”
“Sen güçlüsün.”
“Güçlü olmak ağlamamak değil Medusa,” dedi. “Bazen sana imreniyorum. Gözyaşlarını saklandıkları yerden çıkarabilecek kadar güçlüsün.”
“Benimle bunları paylaştın,” diye fısıldadım. “Teşekkür ederim.”
Kollarımdan ayrılmadan, “Asıl ben teşekkür ederim,” dedi, şaşkınlığa boğulsam da hareketsiz kaldım. “İyi ki yanımdasın.” Çenesini omzuma bastırdığında gözlerinin ileriye doğrultulmuş bir namlu gibi parladığını biliyordum. “İyi ki varsın.”
Ondan duyulduğunda anlam kazanan kelimeler bir gün sonum olacaktı. Uzunca bir süre onu kollarımda sakladım. Eğer elimde olsaydı, onu tüm dünyadan saklardım. Sanki şeytanın esir ettiği bir melektim ve sonunda şeytana o kadar alışmıştım ki, kanatlarımı açıp onu kanatlarımın içine saklayarak bana sığınmasını sağlamıştım.
“Fal bakacaktın.” Dudaklarını omzuma bastırdı. “Eğer böyle kalmak istiyorsan sorun değil ama kâhincilik oynarken nasıl göründüğünü merak ediyorum.”
“Sevimsiz,” diye mırıldandım gülümserken.
Yelkovan bir kez daha aynı sayının üzerinden geçene kadar öyle kaldık, sonrasında yavaşça ayrıldık ve soğuyan fincana parmağımı koyup onu eğlendirmek için gözlerimi yumdum; gözlerimin kenarlarından akan yaşlar kuruduğu için cildim gerilmişti. “Görüyorum,” diye alay ettim. “Üç vakte kadar insan olmayı öğreniyorsun.”
“Espriye sıfır, göğüs dekoltene on verdim.”
Tek gözümü açıp ona baktım, gözleri dekoltemde değil yüzümdeydi ama zafer kazanmış gibi sırıtıyordu. İyi hissettiğini fark ettiğim için ona takılmak istedim çünkü sayesinde ben de iyi hissetmiştim; o iyiyse iyi olduğumu fark etmek tokat etkisi yaratmış olsa da…
“Senin aklın fikrin sadece sekste mi?”
“O kadar güzel seks dedin ki pantolonumun içinde kasıldı,” dedi dudaklarındaki sinsi sırıtış silinmeden. Cinsel iması normalde beni utandırır ya da bambaşka yabancı bir hisle doldururdu ama bu olmadı. Sadece iyi hissetsin istiyordum. Bana açtığı geçmiş onun içinde geçmeyecekti belki ama şimdilik o geçmişi unutsun istiyordum. “Kafama bir şey fırlatman gerekiyordu, aklımı almak istiyor gibi gülümsemen değil.”
Duraksayarak bakışlarımı fincana indirdim. “Aptal,” diye fısıldadım. Aniden böyle şeyler söylemese olmaz mıydı? Kan basıncıyla kızaran yanaklarımdaki rengi görmemesi için içten içe dua ederek fincanı açtım ve fincanın açılmasıyla derinlerden yükselen o ürperti duygusu tüm bedenimi sarstı.
Bir şırınganın içindeki hava boşaldı, bir araba boş otobanda bir anda hızlanarak avına saldırmak istiyor gibi hırladı; hız göstergesinin ibresi kendi etrafında üç tur döndü, bir trenin tekerlekleri rayları biçmek istiyor gibi hızla hareket ederken kalp atışlarım yavaşladı. Şırınganın içini yavaşça dolduran kanı gördüm, serumdaki bir damla borudan inip bağlı olduğu bileğe uzandı ve bir damarın içinde yüzmeye başladı, bir morgun kapısı kapanırken içeri sızan son ışık silindi; mor karanlığa gömüldü. Tüm bunlar tek seferde olsa da aslında zihnimdeki birçok parçanın yan yana gelmesiyle mozaik bir görüntü oluşturmuştu. Efken’in bana mıhlanmış bakışlarını hissetsem de karşılık veremedim. Telvelerin çizdiği şekillere dalıp gittim.
“Kapında bir düşman var,” dediğimde güldü, kaşlarımı çatarak ona baktım. “Ve bu kişi Manbel değil.”
“Kapımda ne kadar düşman olduğunu bilseydin, sen de bu söylediğine gülerdin.”
Gözlerimi telvelerden ayırmadan, içimde gitgide büyüyen kademsiz bir hisle, “Kapındaki hiçbir düşman bu kadar yakın olmamıştır. Sanki o kadar yakın ki, birkaç gün bile değil, birkaç saat sonra harekete geçecekmiş gibi.”
Efken sakince, “Ve Manbel değil?” dedi sorar gibi.
“Evet.” Gözlerim telvelerde dolaşırken o düşmanla ilgili başka neler görebilirim diye meraktaydım. Sadece, “Yalnız değil,” diyebildim, başka bir ayrıntı yoktu, onunla ilgili ona giden bir harf, bir özellik, hiçbir şey yoktu.
“Semih piçi olamaz, benden saklanıyor,” dedi Efken, sonra alay ediyor gibi, “Peki başka ne görüyorsun? Yakın zamanda benim için heyecan verici şeyler yok mu?” diye sordu. “Mesela yakın zamanda birinin ayaklarını yerden kesiyor muyum?”
“Daha çok o senin kesiyordur,” diye homurdanarak huzursuzluk içinde kahve fincanını kenara koydum. “Sevmedim bu falı. Hep aynı şeyler.” Kendimle ilgili bir şey de görememiştim zaten. “Muhtemelen paslanmışım.”
“Pas çözmek konusunda ustayımdır.”
“Her konuyu kendi lehine çeviriyorsun.”
“Bu senin lehine olurdu, paslanan sensin, paslarını çözecek olan da ben…”
O zehirli kadın içimdeki duyguları çekiştirdi ama sahneyi ona bırakmadım.
Medusa ne kadar güçlü olursa olsun, Mahinev’i alt edebilecek kadar hakimiyet kazanamamıştı henüz.
“Benim için piyano çalacaktın,” diye fısıldadım, amacım konuyu başka bir yöne çekmek olsa da piyano çalmasını da istiyordum. Parmak uçlarında yaşama tutunan melodileri duymayı özlemiştim. Hem belki piyano çalmak ona da iyi geliyordu, belki o da melodilere tutunan ruhunu biraz olsun iyileştirme şansı buluyordu. Bana anlattıklarının binlerce kat fazlasına maruz kalmıştı. Bazen kelimeler bir şeyleri anlatmak için oldukça kolaydı ama asıl olay, o kelimeleri içinde hissetmek, yaşamaktı; Efken kelimelere emanet ettiği her duyguyu yaşamıştı ve bu çok ağırdı.
“Kaçmıyor ya?” dedi sorar gibi.
“Yoksa beni sarhoş mu edeceksin?” diye sordum dirseğimi bar bankosuna yaslayıp içki şişelerine yan gözle bakarak. “Kokteylin pek de işe yaramadı.”
“Seni sarhoş etmemi istiyor gibi konuşuyorsun yılancık.”
“Sarhoş olmamı istemez miydin?”
“İstemezdim. Ne kadar tüm doğruları en açık ve edepsiz hâliyle senden duyup delireceğimi bilsem de şu an bana ayık lazımsın. Bu gecenin her bir saniyesini hatırlamanı istiyorum.”
“Alkol alınca da hatırlarım.”
“Eğer bana açıkça her şeyi söyleyebilecek kadar cesur olacaksan, bu cesaretin nedeni kalbinden öyle geçmesi olsun, alkol değil.”
“Çok mu anlayışlı bir adamsın yoksa sadece bencil misin anlaması oldukça güç.”
“Anlamaya çalışma. Yaşa gitsin.” Oturduğu tabureden kalkıp bana doğru yaklaştı. Bakışlarımla onu takip ediyordum ama bir sonraki hareketi hakkındaki çıkarımlarım asla doğru çıkmadığı için ne yapacağı konusunda düşünmüyordum. Uzun uzun bakıştık, ardından elimi tutup beni kaldırdı ve ağır adımlarla dans pistine doğru ilerlemeye başladık. Geceyle ilgili çıkarımlar yapmayı bir kenara bıraktığım doğruydu ama şimdi olacakları az çok tahmin edebiliyordum.
“Sanırım benimle dans etmek istiyorsun Nigin olduğum adam?” diye sordum kaşlarımı kaldırıp başımı alayla omzuma doğru yatırarak.
“Sadece elbisenin hakkını vermek istiyorum şımarık,” dedi ve elimi yavaşça kaldırıp beni kendi etrafımda döndürdü; elbisemin etekleri uçuşarak onun bacaklarına çarparken gülümsemem genişleyip tüm çehremi kapladı. Güzel bir andı. Hep içinde kalmak isteyeceğim bir andı. Bitmesini istemediğim bir andı ama aynı zamanda biteceğini bildiğim, bu yüzden buruk hissettiğim bir andı.
“Senin tasarımının dışına çıkarak bir şey daha yaptım,” dediğinde eli bel kıvrımımda duruyordu, yüzümü yüzünün hizasına indirdi ve her an dansa başlayacakmışız gibi birbirimize baktık.
“Neymiş bakalım?”
Bir eli bel boşluğumdayken diğer elini havaya kaldırıp güçlü parmaklarını birbirine vurarak şıklattı ve bir melodi tsunaminin kabarttığı denizin yüksek binalarla daralmış bir sokağa aniden girip hızla ilerlemesi gibi aniden dans pistinin içine süzülüp yükselerek her yanı kapladı.
“Parmaklarının sesini tanıyan bir sensör mü?” Kaşlarımı kaldırdım. “Nesin sen? Tüm gününü teknolojik cihazlarla geçiren orta yaşlı bir süper kahraman mı?”
“Gönderme yapma, telif yeriz,” dedi ve bu bana kahkaha attırdı.
Melodinin yükselmesiyle bir bacağını hafifçe bacaklarımın arasına doğru kırdı ve nefesimin kesilmesine neden olan bu hareket, gülüşümü de yüzümden ışık hızıyla sildi. Efken’in diz kapağı yırtmacımdan içeri girerek çıplak bacağıma sürtündü. Ona dokunma isteği tenime karışıp derimde alev alev yükseldi. Gözlerimiz bir an olsun birbirlerinden ayrılmadı ve ritme kapılarak bir elimi nazikçe omzunun üzerine koydum. Bacaklarımı birbirinden uzaklaştırıp bir bacağımı yana doğru uzattım ve topuklu ayakkabımın tabanı zemine hafif bir çizik atmış oldu. Belim avucunun altında kavislenmiş, bedenlerimiz bir tabloya ait gibi hoş bir görüntüye sahip olmuştu. Efken dizini oldukça genişleyen yırtmacımın içinde tutmaya ve tenime sürtmeye devam etti.
Ruhundan ruhuma damlayan ölümü hissediyordum. Cehennemin tohumları tenime saçılmıştı ve o tohumları tenime döken şeytanın gözleri ömrüme dikilmişti.
Birdenbire bir kadeh içkiye ihtiyacım varmış gibi hissettim.
“Dans edecektik, dizini arsızca bacaklarımın içine sürtmek dışında başka bir şey yapmayı düşünüyor musun?” diye sordum, sesim kısık ve titrek bir tonda çıkmıştı.
Âdemelmasının boğazında kaydığını gördüm. Yutkundu. Bakışları ateşimi körükleyecek şekilde karanlıktı.
“Şu an neler yapmayı düşünüyorum bilsen, belki de bu kadar zorluk çıkarmazdın,” dedi karanlık bir sesle. “Dans et benimle.”
Ve bu, dansımızı başlatan cümlesi olmuştu. Dizini bacağımın içine sürterek geri çekti, sonra da birbirimize yaslandığımız, kanımı bile terleten o dans başladı.
Bedenlerimiz onlarca kez birbirinden ayrıldı. Onlarca kez birbirimize şiddetle çarptık. Onlarca kez ona karışacağımı sandım; onlarca kez ona karışacağımı sanmanın bir yanılgı olduğunu, ona zaten karıştığımı anladım.
İnsanlar kaderlerinin peşinde sürüklenirdi. Rüzgâra kapılıp sokaklarca savrulan bir kâğıt gibi… Oysa kader, onun peşinden sürüklenenler için değil, ondan kaçanlar için harekete geçerdi. Tıpkı arkasından koşulan, vazgeçilmez olduğu sanılan bir adam gibi… Sonunda o adamdan vazgeçtiğinizde, bu kez o adam sizin peşinizde savrulmaya başlardı. Kader biraz da böyleydi. Aramayı bırakıp kaçtığınız noktada size sımsıkı sarılır, peşinizden ayrılmazdı. Efken’i kaderi avuçlarımın arasına alamayacağımı anlayıp geride bırakarak kendime doğru kaçmaya başladığımda bulmuştum. Onu bulduğumda kaderim olduğunu bilmiyordum. Ama sadece kaçtığım kader değil, geride bıraktığım geçmişti.
Şarkının nabzı benim nabzım gibi yükselip duvarlara kan kırmızı hisler bırakmaya başladığında, Efken elimi tutup beni kolunun içine doğru döndürdü; onun kollarının arasında durduğum anda sırtım göğsüne yaslandı ve nefes nefese hızla yükselen göğsümle bir süre öylece bekledim, sonra birden beni tekrar öne doğru bıraktı ve eteklerim uçuşurken kollarımız bizi birbirimize bağlayan köprüler gibi gerildi. Gözlerimiz birbirine değdiğinde orada tutku ve esaret vardı; gözlerimizdeydiler.
Aklımın beni yavaşça terk ettiğini hissettim.
Tekrar beni kendine çekip sırtımı göğsüne yapıştırdığında kalçalarım da kasıklarına sabitlendi ve bedenlerimiz birbirine yaslıyken kendi etrafımızda yavaşça süzüldük. Tüm uzuvlarını, nabzını ve sıcaklığını hissettim; bu beni yaktı, söndürdü, buza döndürdü ve küle çevirdi. Her bir zerresini hissetmek istediğimi anladım. O da anlamış gibiydi. Bedenimi ona iyice yasladım ve kalçalarımı ona doğru ittim. Kafamı geriye atıp omzuna yasladığımda aslında yaptığım şey boynumu onun için aralamaktı. Bana itaat etti, güçlü parmakları belimi kavradı ve parmaklarını karnıma bastırdığını hissettim. Kalçalarımın arasında diriliğini hissetmek nabzımın damarlarımın içinde yanmasına neden oldu. Artık damarlarımda kan değil, alevler akıyordu. Parmaklarını yavaşça pelvis kemiğime indirdi, kumaşa rağmen dokunuşlarını net bir şekilde hissetmek beni neredeyse inletecekti.
Bana dokunduğu her bir noktada tenimde ona ait bir çukur açılıyordu.
“Sinsi yılan,” diye inledi kulağıma doğru. Baskısı o kadar arttı ki kalçalarımda tüm nabız atışlarını sayabilecek hâle geldim. Tenindeki pahalı parfümün, alkolün ve tarçının kokusu duyularımı daha da çok harekete geçiriyordu.
“Asıl sinsi sensin Karaduman,” diye mırıldandım. Kanımda hızını arttıran adrenalinin sonunda beni patlatacağını düşündüm. Damarlarımın içinde hareket eden sadece kan olamazdı, gerçekten ateş de vardı; ateş orada ilerliyor, damarlarımı cehenneme ait koridorlara çeviriyordu.
Dudaklarını boynumun derisine sürtünce alt dudağımı ısırıp emdim. Bu hissi durdurabilmenin bir yolu yok muydu? Durdurmak istiyor muydum? Kafam karman çormandı.
“Sen bu gecenin sonunda bana çok sigara yaktıracakmışsın gibi geliyor.” Dilini boynumda gezdirince ürperdim, bacaklarımı birbirine bastırmam için kasıklarımda çınlayan o hisse savaş açamadım çünkü yenileceğimi biliyordum. “Seni karış karış ezberlemeden ölmeyeceğim. Ve ben seni karış karış ezberlemeden senin ölmene izin vermeyeceğim.”
Bana kendini biraz daha bastırdı. Cevabım alçak perdeden yükselen bir inilti olunca hırladı.
“Devam etmeyelim,” dedi boğuk bir sesle. Gözlerim iri iri açıldı ama göremedi. “Devam edecek olursak bu kez kendimi ben bile tutamam.” Sertçe yutkunduğunu işittim. “Çok tuhaf hissediyorum. Her parçamda ateşi hissediyorum. En küçük molekülüme kadar yanıyorum.”
Yavaşça ona doğru döndüm ve gözlerimi gözlerine yaslayıp avucumu göğsüne yerleştirdim. “Nasıl hissediyorsun?” diye sordum, sesim boğuluyormuşum gibiydi, can çekişiyordum sanki.
Sertçe yutkundu. Kafasını oynatmadan, yalnızca gözlerini indirerek gözlerimin içine büyük bir sis tabakasının ardından baktı. Gözlerinin mavisi koyulaşmış, bembeyaz yarıklar rutubet bağlamış gibi yeşillenmişti.
“Deliye dönüyorum.”
“Açık konuş,” dedim cesurca.
Gözleri kısılırken, “Bunu istemezsin,” dedi.
“Nereden bilebilirsin ki?” Bu soru dudaklarımdan dökülürken, kalbimin derinliklerindeki saklı duyguları da kana bulayarak içimden çıkıp gitmişti.
“Son damlam akana dek içinde kasılmak istiyorum,” dedi tok bir sesle. Müziğin sesi birdenbire kayboldu ve geriye Efken’in beni delip geçen mavi gözleri kaldı. “Seni aklına gelebilecek her yerde, her şekilde, her pozisyonda, her an doldurmak istiyorum.”
Kaşlarımı kaldırırken kasıklarım yanıyordu. “Bu fazla açıktı.”
“Çok daha açık cümlelerimi duyduğun zamanlar olacak,” dedi karanlık vaatleri kasıklarıma akıtarak.
Ruhum ruhu, bedenim bedeni için yanmaya başlamıştı.
Bir cevap vermemi beklemeden sırtını dönüp benden uzaklaşmaya başladı. Kısık bir sesle, “Nereye?” diye fısıldadım. Tam piyanonun önünde durdu, bakışları karanlığı yırtan geniş bir pençe izi oldu, ışığı getirerek bana baktı.
“Gel,” dedi.
Piyanoya doğru yürürken boşluğa basıyormuşum gibi hissediyordum. Tam önünde durup gözlerimi piyanoya indirdim. Efken beyaz kapağı kaldırdı ve siyah beyaz tuşlar gözlerimin önüne serildi. Efken piyanonun önünde duran deri kaplamalı sandığın üzerine oturdu. Gözlerinin mavisinde alkol vardı ama sarhoş değildi; kanı daha fazlasını ala ala alkol ile ikiz kardeş olmuştu.
Dudaklarını yalayınca bakışlarım etli dudaklarına kaydı. Dudaklarında kan yarıkları vardı ve bu yarıklar dudaklarının daha kızıl durmasına neden oluyordu. Siyah ve asi saçları, bronz teniyle karanlık bir uyum yakalamıştı.
Parmakları yavaşça tuşlara dokundu. Ruhuma dokundu. Piyanonun kenarına yaslanıp tüm dikkatimi dövmeli parmaklarına vererek yarattığı melodiyi dinlemeye başladım. Her bir tuş, ondan bir parça gibiydi ve doğan her bir melodi, parçalarının birleştirdiğinde var ettiği acılardı.
O kadar derin gözlerle izledim ki onu, sonunda, “Sigara paketimi getirsene,” dedi ve kaşlarımı çattım. Bar bankosunu işaret ederken parmakları tuşların üzerinde duruyordu. Bankonun ucunda bir sigara paketi duruyordu, hafif ezilmiş bir paketti. Şaşırsam da onun için sigara paketini getirdim.
“Sigara çıkar bir tane,” diye emretti, isteğini sakinlikle yerine getirdim. “Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştir.” Bunu da yaptım. “Ve benim için yak.”
Paketin içindeki çakmağı çıkarıp ateşin aramızda büyümesini sağladım. Alev yalpalayarak yanarken sigarasının ucunu tutuşturdu. Yanaklarındaki ölüm çukurları derinleşti ve ateşin yaktığı tütünün ucu turuncu bir alev topuna dönüştü. Gözlerime sigarayı dudaklarından almamı istiyor gibi baktığında parmaklarımı dudaklarına sürterek sigarayı aldım; yoğun duman dudaklarının arasından süzüldü. Parmakları yeniden piyanonun üzerinde hareketlendi. Ona ait olduğuna emin olduğum melodiye kaptırdığım ruhum garip bir yoğunlukla içimde süzülüyordu. Sigarayı Efken’in dudaklarına geri yerleştirdim, bir duman daha çekti ve yeniden sigarayı dudaklarından aldım. İzmarit parmak uçlarımı yakana dek, bu böyle devam etti.
O ateşi tüketti, ben onu izlerken ruhumu tükettim.
“Gel yanıma,” dediğinde, parmak uçlarımı yakan izmaritle önüne geldim. Beni bacaklarının arasına oturttu. Parmaklarımın arasında tükenen izmariti alıp ucunu parmaklarıyla söndürdü; irkilerek parmak ucunda hasar kalıp kalmadığına baktığım sırada izmaritin cesedinden yükselen koku ciğerlerime yerleşti. Parmakları sapasağlamdı.
“Ellerini tuşlara yerleştir fıstık.”
Dediğini yaptım. Yanlış tuşlara dokunduğum için nefesini kulak boşluğuma bırakarak güldü. Bileklerimi tutup parmaklarımı doğru tuşlara yönlendirdikten sonra parmaklarını parmaklarımın üstlerine koydu. “Ben seni yönlendireceğim,” diye destekleyici bir cümleyle bana güç verdiğinde, çekinerek de olsa başımı salladım. Becerebilir miydim bilmiyordum ama o yardım edecekse olurdu.
Onun ellerinde imkânsızlar bile kaybolurdu.
Dokunuşu o kadar gerçekti ki, sanki ondan önceki ben sahteydim.
Melodiler parmaklarımın altında akarken, onun nabzı da benim parmaklarımın üzerinde çok uzun süre aktı. Son tuşa bastığımızda uzun aradan sonra ilk kez tüm düşünceler kafamın içinde ölüydü; sessizliğin sadece melodiyle dolduğu bir boşlukta nefes alabildiğimi hissettim. Dudaklarını enseme bastırırken, “Parmakların ince ve uzun, bir gün sana piyano çalmayı öğreteceğim,” diye fısıldadı.
“Sadece piyano çalmayı mı öğreteceksin?” diye sordum, o an, aramızda yaşanan belki de en gerilim dolu sessizlik aramızda usulca uzamaya başlamıştı. Zaman bir kanvastı, verniği çekilmemişti ve bu yüzden boyası gözyaşları gibi akmaya başlamıştı. Bir süre sonra kanvastaki boyalar o kadar birbirine girdi ki, tablo koca bir bulanıktan ibaret oldu. İşte içim de tam şu an böyle bulanık ve karmakarışıktı.
Büyük elleri çenemi kavradı; bir saatin zamanı çizen uzun kolları kanım gibi ters yönde akmaya başladı. Çenemi kavrayan parmakları başımı geriye yatırırken yüzünü ters bir şekilde görebildiğimi fark ettim. Bakışları karanlığa gömülmüştü ama yüzüne oturan sertlik netti. Her zamanki gibiydi. Hatta şimdi daha karanlıktı. Başımı hafif bir açıyla omzuna yasladı ve dudaklarını açlıkla dudaklarıma bastırdı. Öyle bir açlıkla öpüyordu ki beni, saniyeler içinde sorduğum sorunun pişmanlığı göğsümü kapladı çünkü artık mantığımın ipleri benim ellerimde değildi. Zehrini duvarlarıma bulaştıran o kadının anıların içinden kafasını çıkarıp zihnimdeki uluyan boşluğu izlemeye başladığını hissettim. Efken ona karşılık vermemi bekler gibi beni ısrarla öperken bedenim yavaşça ateşlerin etkisi altına girmeye, tutuşmaya başlamıştı.
Bir an sonra artık ona karşılık veriyordum.
Öyle tutkulu bir öpüşmeydi ki bu, tutkunun gözyaşları yanaklarıma devrilecek sandım; devrilecek ve intiharı benim yüzümün kanvasını renklere bulayacak. Dudaklarımız bir yangını şiddetlendiren benzin gibiydi, yangının ortasından esip geçerek yangını harlayan bir hortum gibiydi; fırtınaydı öpüşmemiz. Dilinin ağzımın içine sızdığını hissettim; bundan asla iğrenmedim. Hatta bir noktada bu hareket tüm hücrelerimin alarma geçmesine neden oldu. Nabzım damarlarımla beraber dışarı doğru yeşil kökler şeklinde fışkıracak gibiydi. Beni öpüşü, bana öğreteceklerinin piyano çalmakla sınırlı olmayacağını âdeta ilan ediyordu. Kendimi çevirebildiğim kadar çevirip parmaklarımı onun yüzüne bastırdım. Nefes nefeseydik, yanıyorduk, öpüşüyorduk, tükeniyorduk, bitiyorduk; var oluyorduk.
Sert öpüşünün altında şefkat vardı, tutku vardı, renkler ve karanlık vardı. Dili ağzımın içinde kaymaya başladı. Bir eli dizime kaydı, elbisemin yırtmacını kenara iterek bacağımı açtı ve bacaklarımda dolaşmaya başladı. Dokunduğu her yerde ateşin izi kalmasa da sıcaklığı kalıyordu; ruhum ise onun izleriyle dolup taşmaya başlamıştı. Kaburgalarıma takılan kalp atışlarım kalbime geri saplanıyor, sanki var olmak için atan kalbim aslında göğsümün içinde intihar ediyordu. Oturuyorduk ama sanki havada süzülüyorduk, ona yaslı duruyordum ama sanki boşlukta asılı duruyordum. Eli bacağımda kayarak yukarılara doğru çıkmaya başladı, biraz yana kaydı ve kalçama yakın bir yere kadar geldi. Parmaklarının altında gürleyen kanın sıcağı, kalçalarımı saran derinin içine akmış, sinmiş ve kanıma karışmıştı sanki. Kavrulurken boğulur gibi inlediğimde dudaklarını dudaklarımdan çekti, gözleri yüzüme pençe izi gibi geçip ifadelerimi aşağı doğru yırtarak çekti, tüm çıplaklığımla ona bakmamı sağladı.
“Bence bu ayakkabılar ayağını epey acıttı,” diye fısıldadı erkeksi bir sesle.
Gözlerimi kısarak onu takip ettim. Beklenmedik bir şekilde beni kollarımın altlarından kavrayıp kaldırdı ve yine beklemediğim bir anda beni piyanonun üstüne oturttu. Baldırlarım piyanonun tuşlarının olduğu kısımdan aşağı sarkarken ona bakakaldım. Bir bacağımı omzuna aldığında bedenim geriye doğru kaydı, gözlerim irileşti ama hareketsizce ne yapacağını beklemeye başladım. Bacaklarımın arasında, piyanonun önünde oturuyordu, bacağım onun omzundaydı; gözlerini kaldırıp gözlerimin içine tutkudan eriyen göz bebeklerinin gözlerini tamamen siyaha boyadığını göstererek baktı. Diğer bacağımı nazik bir şekilde diz kapağımdan kırıp bileğimi okşadığında gözlerim kısıldı. Kalbim öyle sert çarpıyordu ki göğsümün derisinin gerildiğini hissedebiliyordum. Topuklu ayakkabıyı ayağımdan yavaşça çıkarırken gözleri bileğim ve gözlerim arasında kışkırtıcı bir mekik dokuyordu.
Çıkardığı topuklu ayakkabıyı omzunun üstünden arkaya doğru attıktan sonra parmak uçları yüzeysel, tüy gibi bir dokunuşla ayak bileklerimden geçip gitti, parmaklarımın üst kısmına dokundu ve başparmağını yeniden bileğime doğru sürttü. Tüm bunlar olurken gözlerini gözlerimden çekmemişti. Diğer ayağımdaki topuklu ayakkabıyı bacağımı omzundan indirmeden çıkarıp arka tarafa fırlattıktan sonra oturduğu sandığın ucuna doğru kaydı ve bana biraz daha yaklaştı. Dudaklarını dizime değdirmesi beklediğim en son şeydi; omurgamdan yükselen bir ürpertiyle belim tıpkı bir yay gibi gerildi ve bir elim piyanonun yüzeyine tutunurken diğer elim Efken’in siyah saçlarına kaydı. Saçlarını avuçladım.
Bu ona hırıltılı bir nefes aldırdı. Dudaklarını dizimde kaydırıp bacağımın iç kısmına taşıdığında bacaklarımın arasındaki uyuşma arttı. İçimde bilinmedik panikle sarılı bir duygu yükseldi. Hem istedim, hem korktum, hem delice çekildim hem de kaçmak istedim. Ruhum çığlık atıyordu ama dudaklarıma kelepçeler vurulmuş gibiydi. Sessizlik içinde onu takip ederken sadece derin nefesler alıyordum. Bacağımın iç kısmından su gibi akan dudakları tekrar ayak bileğime indiği sırada dudaklarım ben farkında olmadan aralık kazandı.
“Mükemmel bacaklar,” dedi boğuk, tutkudan çatlayan bir sesle. Bileğimin iç kemiğini öpüp uçurum mavisi gözlerinin etrafına çöken kara bulutların arkasından beni izledi. “Mükemmel bir ten. Mükemmel bir tat.” Dilini birden bileğimden dizimin yan tarafına kadar sürükledi ve bu beni isteğim dışında inletti.
“Efken…” diye mırıldandım çaresizce. Dudaklarım kurumuş, aralığından hızlı nefesler yayılmaya başlamıştı.
Efken, “Sana asla zarar vermem, biliyorsun değil mi?” diye sorarken cehennemin davetine olumlu cevap veren tenim kavruluyordu.
“Şu an bana verdiğin şey zarar değil.”
“Peki öyleyse ne?”
“Zevk,” diyebildim.
Efken daha fazlasını duyarsa onu mengene gibi sıkan zincirleri, tüm prangaları parçalayacakmış gibi ellerini kalçalarımın yan taraflarına yerleştirip canımı acıtacak seviyede sıktı. İnledim ve elini geri çekti. Saldırısı bitti sanıyordum ki birden bir avucunu piyanonun tuşlarına bastırıp, diğer eliyle çenemi kavrayarak bedenini yükseltip beni sertçe öpmeye başladı. Parmaklarının baskı uyguladığı tuşlardan içimi çınlatan bir ses yükseliyordu.
“Siktir,” diye hırladı ağzımın içine doğru. “Seni dibini bulana kadar doldurmak istiyorum.”
“Off,” diye fısıldadım dudaklarının arasına. Bir eli elbisemin askısına gitti, askıyı omzuma doğru düşürürken, “Bir daha oflasana,” diye inledi. “İçinde olduğumda da böyle oflayacak mısın? Yoksa çığlıkların duyulmasın diye ağzını kanatarak emmek zorunda kalacağım kadar çok mu bağıracaksın?”
“Böyle konuştukça…”
“Böyle konuştukça?” diye sordu arsızca. “Seni öyle bir inleteceğim ki, öyle derin, öyle çok inleteceğim ki… Senin iniltilerin benim bestem olacak.” Dudaklarını boynuma gömmesiyle beraber başımı geriye doğru attım. Efken o tuşa bastırmaya devam etti. Ses devamlı olarak yankılar oluştururken dili boynumdan gerdanıma, oradan da elbisenin açıkta bıraktığı göğüs dekolteme indi. Göğüslerimin üstünü öperken hislerden ibarettim, sadece inliyordum, sadece onu düşünebiliyordum. Hiçbir kelime, hiçbir renk, hiçbir yüz, hiçbir şey oluşmuyordu; sadece Efken vardı.
İniltim etrafa yeniden yayıldı.
Elbiseyi biraz daha aşağı çekiştirince elbisenin içine iç çamaşırı giymediğim için göğüslerim açıldı ve Efken, “Siktir,” diye hırladı. “Siktir, harika. Emdiğimde bu kadar güzel olduğunu tahmin etmiştim. Ama bu çok fazla.” Göğsümü avucunun içine alırken Efken’in sertliğini bacaklarımın iç kısmında hissettim.
“Siktir,” diye fısıldadım.
“Yeniden emzirmek mi istiyorsun beni?” diye sordu davetkâr bir sesle. “Siktir. Yat.” Avucunu karnıma bastırıp beni piyanonun üzerine yatırırken dünyanın üzerime devrileceğini sandım. “Ayır bacaklarını,” diye hırladı bu kez, emrine itaat eden bedenim daha fazlası için kasılıyordu.
Kalp atışlarımın sesi her sesin üzerini örtüyordu. Karanlığın üzerini örten ışık gibi. Bacaklarımı tutup bir anda iki yana ayırdığında neler olduğunu anlayabilmek için dirseklerimi piyanoya yaslayarak hafifçe doğruldum. Gözlerini kaldırıp bacaklarımın arasından bana uzattığı arsız bakışları göğüslerime, sonra da gözlerime dokundu. “Yoksa burası mı kasılıyor?” diye sordu iki bacağımın arasına indirdiği gözleri tamamen siyahlara gömülürken. Derin bir karanlığın iç çamaşırımın altına kadar sızdığını hissettim. Alıp verdiği sert soluklar bacaklarımın arasından kadınlığıma doluyordu; kasıldım.
“Benim için sulandın mı?”
İçimdeki karayılan hoşnut bir şekilde kıvrıldı, siyah parlak derisinin üzerinde ışıldayan elmaslar karanlığa çatallı dilini değdirdi. Efken dudaklarını beklemediğim bir anda kadınlığım ile bacağım arasındaki hassas kısma bastırdığında, sert nefesi iç çamaşırımın üzerine kan gibi yayıldı. “Efken,” diye inleyerek tırnaklarımı saç diplerine bastırdım ve bu onu hırlattı. Efken’in sert parmağını sızlayan tepemin üzerinde hissedince başımı geriye doğru atıp gözlerimi irice açarak yüksek sesle inledim. Tepem onun dokunuşuyla yanmaya, daha şiddetli sızlamaya başladı ve kadınlığım kasıldı. Sanki bu bir hastalıktı ve birbirini isteyen her beden bu hastalığa yakalanmak zorundaydı.
“Burası,” dedi ve parmağını tepeme sertçe bastırıp, “Sızlıyor değil mi?” diye devam etti. “Off… Sırılsıklam.”
“Eziyet bu,” diyebildim.
“Seni ağzımın içine alıp emerek getirmemi ister misin?” diye sordu bir çırpıda.
“Durduramıyorum,” diye mırıldandım. “Eziyet ediyorsun ve durduramıyorum.”
“Durdurmak istemediğin için durduramıyorsun.” Efken’in parmakları iç çamaşırımın kenarını kıskaç gibi kavrayınca kıskaç görevi gören parmakları çıplaklığıma temas etti. Zamanın içinde savruluyormuşum gibi hissettiren o çığlık dudaklarımdan döküldüğünde, Efken iç çamaşırımı yana doğru çekti.
“Siktir,” dediğini duydum. “Tapmam için mi bu kadar güzel?”
Beni gördüğünü, tıpkı ruhumu görür gibi, içimi görür gibi gördüğünü bilmek kendimi savunmasız hissettirdi ama bana verdiği duygular içine yerleşmem için kazılmış bir mezar gibiydi. İçine yerleştiğim o mezarın benim sonum olması umurumda değildi, en derin uykuları ben bu mezarın içindeyken çekmiştim.
“Ne kadar da küçük,” dedi harlanmış nefesiyle. “Siktir. Sanırım artık pembeyi seviyorum.”
Beni izlemesini istediğimi, bacaklarımı onun için biraz daha araladığımda anladım. Efken bu hareketim karşısında bilinçsiz bir şekilde inleyerek yüzünü oraya biraz daha yaklaştırdı. Utanç şimdi yoktu, sanki bir daha hiç olmayacaktı; kaybolmuştu. Şimdi sadece tutku vardı. Şimdi içimi kavurup beni küllendiren bu arzu vardı. Ona karşı hissettiklerim vardı.
“İlk kez birine muamele çekeceğim,” dedi ve kelimeleri felaketi de beraberinde getirerek ruhumu sarstı. Daha önce bir kadını ağzıyla getirmemişti. Ağzı mahremime yaslandığında, onun bir ilki daha avuçlarımda küle dönecekti. Sesini taşıyan o ılık nefes çıplak kadınlığıma yayıldığında eğer aralayabilseydim, bacaklarımı daha da çok aralardım. “Sen ağzımı sulandıran tek kadınsın. Ağzıma yerleşebilecek tek kadınsın.” Burnunu tepeme sürtünce kelimeleri kafamın içinde birbirine çarparak yere devrildi. “Bu benim,” diye inlediğinde artık dudakları da oradaydı. Kendimi kaybettiğimi o an anladım. Çünkü artık bu ses benim değildi, içinde olduğum beden benim değildi, beni delirten bu his her noktamda çağlıyordu. Farkında olmadan kadınlığımı ağzına yaslamamla, “İşte benim bebeğim,” diyerek dolgun dudaklarını oraya tamamen bastırarak orayı ağzıyla kapladı. “Siktir,” dedi anlaşılması güç bir sesle. “Sen benimsin.” Efken bacaklarımı biraz daha gererek canımı yaktı ama zevk noktam her şeyi bulanıklaştırıyordu. İç çamaşırımdan geldiğine emin olduğum o parçalanma sesiyle ayak parmaklarımı içeri doğru büktüm. Islak ve sıcak dilinin darbeleri hızla geldi; hızla tepemi sağa sola yatırarak dilinin altında ezmeye başladı.
Yabancı bir hissin sel gibi akıp gittiği bedenimde kopan fırtınalar gözlerimin yaşlarla dolmasına neden oldu. Duramıyor, durduramıyor, bitiremiyor, bitsin istemiyordum. Efken büyük parmaklarıyla kadınlığımı açtığında panikle başımı kaldırdım ve dilinin kadınlığımın duvarlarında dolaştığını hissetmemle kafamı geriye doğru bırakıp piyanonun yüzeyine vurdum. Başımı sağa çevirip yılan gibi kıvrılarak onun bana bıraktığı darbeleri kabul ederken kadınlığım öyle çok kasılıyordu ki artık bu hissi durdurmaya çalışmaktan vazgeçmiş, durmadan, dudaklarıma akan kelimeleri dağınık bir hâlde özgür bırakıyordum; birbirine girmiş kelimelerin sonu hep yüksek sesli iniltilerdi.
Tepemde dudaklarının baskısını tekrardan hissedince bu defa ona bakabildim. Canlı bakan gözler bendeydi, tepeme bıraktığı öpücüğün hemen ardından dili ağır ağır orada dolaştı. Biri ruhumun karnına küflü bir çivi çakıyormuş gibi hissetmiştim.
“Durma,” diye inledim, içimdeki o vahşi kadın onu istiyordu. “İstediğin bu, değil mi?” Kadınlığımı şiddetle onun ağzına yasladığımda gözlerini kısıp bana tehlikeli bir bakış attı. “Al o zaman.” Kadınlığımı onun ağzına sürterken bacaklarım titriyordu ama durmuyordum, kadınlığımı onun ağzına şiddetle bastırıyor, tepeme daha fazla baskı uygulamasını sağlıyordum. “Bana yalvar,” dediğimde tepeme doğru hırladı. “Bana benim için yalvarmazsan istediğin hiçbir şeyi alamazsın.”
Dilini tepeme sürtüp, “Sen de istiyorsun, neden yalvarayım?” diye sordu kapkara gözlerle.
Saçlarını kavrayıp ağzını tepemin üzerine geri oturturken, “Seni istiyorum,” diye inledim. “Ama o kadar konuşuyorsun ki istediğimi vermiyorsun. Ağzını daha yararlı şeyler için kullanmayı isteyen sen değil miydin? Kullan.” Dilinin baskısıyla başım geriye doğru düştü. “Siktir Efken! Ahh!”
Dudaklarını oradan çekerken nefes nefeseydi. “Demek beni istiyorsun. Cesaretin seni bu kadar azdırdığım için mi? Yoksa küçük deliğini doldurmam için beni daha ne kadar delirtebileceğini mi merak ediyorsun?” Bacaklarım kasıldı. Efken’in altında kıvranırken ona en edepsiz kelimelerle isteklerimi sıralayabilirdim.
“İçimi doldurmak istediğini söyleyip duran sen değil miydin?” diye inledim kadınlığım sızım sızım sızlarken. “Seni yeterince delirttim.” İçimdeki o kadın tırnaklarını zihnime sürtünce, “Şimdi bana ya ağzını yasla ya da…” dedim ve dili beni öyle bir susturdu ki gözlerimin önünde uçuşan yıldızları gördüm.
“O kelimeler dudaklarından dökülürse, seni bir daha içinden hiç çıkmamak üzere doldururum.” Dilini kadınlığımda boydan boya gezdirdi. “O burada olmamalı, olmayacak. Taptığım kadının bekâretini burada almayacağım.”
Dili yeniden oradaydı. Başımın üstünde gök de vardı yer de; başımın üstü cehennem ve yine başımın üstü cennet ile araftı. Diliyle ıslattığı her noktaya nefesini üfledi, bu beni ecelin koynuna yatırdı ama öldürmedi. Çok büyük bir arzuyla emmeye başladığı kadınlığım ağzında parçalanacakmış gibi hissetmeye başladım. Emerken çıkardığı sesler kafamın içindeki boşluğu öyle çok dolduruyordu ki artık iniltiler bile kaybolmuştu; oysa dudaklarım iniltileri doğurmaya devam ediyordu.
“Getir bana şunu,” diye emretti. Vakumladı, emdi; bitireceğini hissettim, beni bitirip tüketeceğini hissettim. Damarlarımdaki her kan sanki cehennem çukurunu dolduran alevler gibi tek bir noktaya yığılmıştı. “Gel. Tadını bırak bana. Özünü içmek istiyorum.” Tepem başparmağı ile işaret parmağı arasında ezilirken dilinin baskısı da onlara katıldı.
Bedenim yükseldi.
Ruhum bedenimin içinden çıkıp gidecek gibi yükseldi.
Gözlerim geriye doğru kayarken bedenimde de ruhumda da depremler oluyordu.
Dünya bembeyaz olduğunda, gökyüzü yeryüzünün üzerine uzandığında ve kıyamet tenimin altında koptuğunda, sadece titriyordum.
“Seni sinsi,” diye fısıldadığını duydum ama sesi kuyunun dibinde gibiydi; uzaklardaydı. “Efken Karaduman’a önünde diz çöktürdün.” Derin nefesler alırken alnı dizimdeydi. “Sen gerçekten çok tehlikelisin.” Güldüğünü duydum. “Ve inanılmaz derecede de lezzetlisin.”
Titreyen bacaklarımı kapatmaya çalıştım ama başaramadım. Bir süre piyanonun üzerinde ruhumun içime geri uzanmasını bekledim. Her güzel his oradaydı. Tenimde dolaşıyor, içime sızıyor, beni kavrıyordu.
Dizimde dudaklarının şefkatli baskısını hissettim.
Efken bana hem iyi geliyor hem de beni içten içe usul usul tüketiyordu. Ona karışıyordum, bundan memnundum; bana karışıyordu ve bu ondan neler alıp götürüyordu çıkaramıyordum. Belirsizliğe bakmak gibiydi Efken’e bakmak. Bir sonraki adımını tahmin etsen bile o adımdan sonraki adımlarının tamamı kayıptı. Belki kendisi bile kendiyle ilgili tahminler yapmaktan öteye geçemiyordu.
Beni kollarının arasına alarak piyanonun üstünden aldığında ona sığınmak zor gelmedi. Aksine göğsüne sokuldum ve kucağında sakinleşmeye çalıştım. Beni geçmişten çıkardığı bir enkazmışım gibi kollarının arasında yavaşça taşımaya başladı.
İnsanın geçmişine ait yaraları her zaman onunla gelirdi ve insan ne zaman o yaraları iyileştirmek için bir şeyler denese, o yaraların kanı dursa da izleri daha da genişler, insanın ömrüne asılı kalırdı. Efken benim geçmişimden bir yaraydı; hatırlıyordum. Kan Yemini’ni gelecek hakkındaki hislerimin doğru çıkacağından bihaber şeklinde ettirmiştim. Ve öldüğümü sanıp ölüme gittiğinde, onun yokluğu beni öyle mahvetmişti ki, yokluğunun ilk ânında ben de ölümü seçmiştim.
Uğruna ölümü seçtiğim adamın kollarındaydım.
Tutku resitali devam ediyordu. Onun dokunuşları ve benim bedenimde var olan titreşimlerle beraber piyanoya eşlik eden müziğin ismi tutku resitaliydi.
Bedenimin ona verdiği tepkiyi düşündükçe Mahinev’in mantığına gölge düşmeye başlıyordu; Medusa’nın mantığı tüm ihtişamıyla zihnimin içinde çığlıklar atarak eteklerini savuruyordu. Yavaş yavaş kendimden çıkmaya başlamıştım. Belki de asıl yolculuğum, aslında olduğum kişiyeydi. Kendimeydi.
Ben kucağındayken yumuşak bir yere oturduğunu hissettim. Bir süre kollarında öylece durdum. Sakinleşmemi bekliyormuş gibi parmaklarını çıplak kollarımda ve saçlarımda dolaştırıyordu. Dokunuşlarının beni sakinleştirdiği su katılmaz bir gerçekti. Nefesim tamamen düzene girdiğinde ve kafamın içindeki sis dağılmaya başladığında gözlerimi boynundaki damara sabitleyip beklemeye başladım. Neyi beklediğimi bilmiyordum. Bir şeyler söylemesini mi bekliyordum yoksa utancın hızla gelip bir yıldırım gibi üzerime çakarak beni yakmasını mı bekliyordum? Kalp atışlarım da nefeslerim gibi normale döndü ama utancın saklandığı yerden çıkacağı yok gibiydi. Kucağında uzanmaya devam ediyordum; o da elbisemin askılarını yukarı çekmiş ve çıplak olan noktalarımı dikkatle kapatmıştı.
Dalgın bir sesle, “Teninin kokusu duvarlardan silinene kadar burayı havalandırmam gerek. Üzerine uzandığın piyanoya da benden başkasının dokunması yasak,” dedi. Gözlerimi kırpıştırıp kafamı yavaşça geriye yasladım ve tüm cesaretimi tek bir noktaya toparlayarak onun yüzüne baktım. Kirpiklerinin arasından beni izleyen dingin gözlerin içinde hâlâ tutkuya dair alevler yanıyordu ama o alevleri kontrolü altına almıştı.
Bu kadar derinden gelen bir yakınlaşmanın elbet bir gün yaşanacağını biliyordum ama şimdi o yakınlaşmanın ardından bu kadar sakin olabilmem beni şaşırtıyordu. O anları hatırladığımda tenimdeki sıcaklık arttı. Ona hükmetmeye çalışmam, ona cesur gözlerle bakmam, onunla konuşurken kullandığım kelimeler ve ses tonum bir orduya dönüşüp üzerime gelmeye başlamıştı.
“Sessizsin,” diye fısıldadı, gözleri tam da o anda yavaşça bana doğru indi ve göğümün tavanı olan gözleri gözlerime bir kilit gibi geçti. “Ve sikeyim ki çok güzelsin.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı ama bu gülüş solgundu; yorgunluğumu ilan ediyordu. “Küfürsüz iltifat edemiyorsun, değil mi?” diye sordum pürüzlü bir sesle.
“O kadar güzelsin ki bu güzelliğe tepkimi koymam gerekiyor.”
“Tepkini hep küfürle mi koyarsın?”
“Evet, beğenemedin mi? Eğer beğenemediysen seni dilimle getirirken küfürlü konuşurum. Onu beğenmiş gibiydin.”
Bu tepkisi kaşlarımı kaldırmama neden oldu. “Ne yapmam gerekiyor şu an? Gözlerimi kaçırmam mı?”
“Göğsüme yumruk da atabilirsin, tam saf kız tepkileri…”
“Yüzümü yastığa gömüp çığlık da atarım kesin…”
Yamuk bir gülümsemeyle gözlerimin içine uzun uzun baktı. “Seni epey yordum gibi.”
“Sadece bu olsa iyi, iç çamaşırımın ipini kopardın.” Kaşlarımı çattım. “Ve yanımda iç çamaşırı yok.”
“Külotunu parçalamasaydım başka bir yeri parçalamam çok olasıydı fıstık, külotla kurtulduğuna dua edelim…”
Kucağında doğruldum, bacaklarımı iki yana açıp tam kasıklarına oturdum ve Efken, “Siktir,” diye tısladı. Kadınlığım tam kasıklarının üzerine yaslı duruyordu; sıcaklık tenimin altına hızlıca sızdı. İç çamaşırımın sadece bir kısmının örtebildiği bölgemdeki sızlama bir anlık inleme isteğiyle dolmama neden olsa da tepkisiz kalabildim. “İç çamaşırımı tamir edeceksin,” diye emrettim gözlerinin içine bakarak. “Şimdi.”
“Emirlerinin etkisini böyle seksi şeyler için kullanacaksan, külotlarını tek tek dişlerimle kopartmam gerekecek.”
“Tamir et.”
Elbisenin yırtmacından açığa çıkan bacağımı okşadı, bu sırada gözleri gözlerimdeydi. Elini yukarı çıkarırken aynı anda elbiseyi açabildiği kadarıyla açıyor, bacaklarım ortaya seriliyordu. İç çamaşırımın kopan ipini tutup yavaşça çekince bacak aramı zorlayan kumaşla dişlerimi birbirine bastırdım. “Bak sen,” diye fısıldadı şeytani bir sesle. “Şu ipi hafifçe çekiştirdiğimde bile kedi gibi mırlıyorsun, bir de bana emirler mi yağdırıyorsun?”
“Tamir et,” dedim yeniden.
Kısık gözleriyle beni süzerken kopmuş iki ucu birbirine yaklaştırdı; bedenimiz iyice birbirine yaslanırken iç çamaşırımın koparak ayrılmış iplerine sıkı düğümler attı. İç çamaşırımın daralmasına neden olan düğümleri atmayı sonlandırdığında birden altımda yükseldi ve kasıkları tam o bölgeme sert bir darbe vururken yüzünü yüzüme yaklaştırdı.
“Oldu mu?”
“Müthiş oldu,” diye mırıldandım, dudaklarımız arasında santimler bile yoktu.
“Bana böyle cesur tavırlar sergilersen bu kez piyanonun üstünden başka bir yeri denemek zorunda kalırız. Mesela senin tasarımın olan bankonun üstü gibi?” Sesi davetkâr olduğu kadar tehditkârdı da.
Dilim damağım kururken, “Bir sonraki olacak mı?” diye sordum alayla. “İzin vermediğim sürece hiçbir şey yapamayacağını bilmiyor musun?”
“İzin almama gerek bile yok, ağzıma yaslamak için yalvarıp kafamı tutarak kendine bastıran sendin,” dedi arsız bir sertlikle. Büyük avucunu bel kıvrımıma koyup kavisi daha da arttıracak şekilde beni kendine yasladı. “Medusa, ben isterim ve alırım.”
“İstemeseydim alabileceğin hiçbir şey yoktu.”
“Beni deliler gibi istediğini kabul etmen ne hoş,” diye mırıldandı kısık gözlerle arsız bakışlarını dudaklarım ve gözlerim arasında dolaştırarak.
“Kimsenin önünde diz çökmeyen Efken Karaduman’ın önümde dizlerinin üzerine çökmesi kadar hoş mu?” diye sordum muzip bir sesle.
“Şeytan.”
“Sen de günahım mısın?”
“Cehenneminim,” diye hırladı ve çenemi dişlerinin arasına alarak sertçe ısırdı.
Uzun tırnaklarımı kemikli yüzünde dolaştırmam derin bir nefesi göğsüne doldurmasına neden oldu. “Biraz daha böyle kalırsak cehennemdeki tüm ateşler içine akmak zorunda kalacak,” dedi, sesindeki o tını o kadar hoşuma gitmişti ki alnımı alnına bastırıp gülümsedim.
“Çok aptalsın.”
“Repliğimi çalıyorsun,” dedi.
“Bir çarparım bir de duvardan yersin,” diye taklit ettim onu alnım alnındayken.
“Bak sen,” dedi gülerek.
“Bak sen,” diye taklit ettim yeniden.
Gözlerimiz birbirine dokunduğu sıradaki yakınlık, cehennem ile şeytan arasındaki yakınlık gibiydi. Bakışları kalbimin atışlarını sersemletiyordu.
“Bir zamanlar benimdin,” dedi yavaşça. “Düşmanımdın ve benimdin.”
“Bir zamanlar benim olduğun gibi.”
Gözlerinin içinde genişleyip küçülen göz bebeğini o kadar uzun izledim ki, sanki o karanlıkta bize dair anılar hâlâ yaşıyordu. Hâlâ bir yerlerde birlikteydik, hâlâ bir yerlerde şu an olduğumuz kadar yakındık, hâlâ bir yerlerde yeniden birbirimizi bulmayı bekliyorduk.
Efken’in göz bebeklerinin aniden dağılmasıyla, bir tren raydan çıktı ve bir araba boş bir otobanda aralıksız taklalar atmaya başladı; dağılan cam kırıkları kan ile beraber yola dağılıyor, vagonlar birbirlerinin üzerine yığılarak eziliyordu. Göz bebeklerinin karanlık bir duman gibi gözlerinin içindeki dağılışını izlerken tenimden karanlık bir ürperti geçti.
Dışarıda kopan çığlığın sahibi gökyüzüydü. Şimşeğin ışığı mekânın içine nasıl sızdı bilmiyorum ama Efken’in yüzünü aydınlattı. “Siktir,” dedi Efken, aynı anda kanımdaki zehir kaynadı ve hızla onun kucağından zıplayarak kalktım. Çıplak ayaklarla dans pistine doğru koşmaya başladığımda Efken, “Dur!” diye bağırıyordu ama derim sanki alevle sıyrılıyordu. Dans pistinin tam ortasında kayarak durduğumda dalgalı saçlarım yüzümü örttü ve kafamı kaldırıp yüzümü özgür bıraktım; bir bacağım yana doğru kaymış, bir elimi yere bastırmış saldırı pozisyonundaydım. İçgüdülerim çığlık çığlığaydı. Gözlerim merdivenlerin sonundaki kapıya kilitlendi.
Efken, “Bir insan gibi görün,” dedi hırlayarak. “Gelenler insan.” Kısık sesle, “Çoğu,” diye ekledi.
Bedenim hâlâ saldırıya hazır pozisyondaydı. Aldığım şiddetli nefesler omuzlarımın başından yukarı diken şeklinde boynuzlar fırlayacakmış gibi kalkıp inmesine neden oluyordu. Yavaşça topuğumu yerde sürüyerek ayağımı diğer ayağımın hizasına çektim ve dik bir şekilde durup kapıya bakmaya başladım. Efken silahın güvenliğini kaldırdı, tetikte duran parmağındaki kanın sesini bile duyuyordum. Her yer kızıla boyanıyor, ardından yeniden eski rengini alıyordu.
Efken’in tetiğinden olmadığına emin olduğum bir tetiğin çekilirken çıkardığı sesi duymamla içimdeki ateş yuvarlanarak büyüdü. Efken önüme geçip, elindeki silahın namlusunu boşluğa doğrulturken beni koluyla iterek arkasına sakladı.
“Karaduman ve bahsi bolca geçen güzel orospusu da buradaymış.”
Bir gölge ve o gölgeye ait ses önümüze düştüğünde, merdivenlerin basamaklarında zikzaklar hâlinde duran adamın gölgesine baktım. Efken bu sesi tanımıyormuş gibi başını sol omzuna yatırıp namlu gölgeye doğrultulmuşken bir süre bekledi ama cümle içinde benden o şekilde bahsedilmesi boşta duran yumruğunu sertçe sıkmasına neden olmuştu.
“Gölgelerden hiç hoşlanmam,” dedi Efken tehditkâr bir sesle. “Çünkü onların bedenlerinde istediğim kadar kan deliği açamam.”
“Yalnız olduğumu sanıyorsan, ki bunu sanacak kadar aptal bir yeni yetme olmadığına eminim, yalnız değilim. Hatta kapıdaki iki korumanın içi bir yeni yıl hindisi gibi doldu. Kurşunla.”
Efken çenesini dikerek sıkı yumruğunun bağlı olduğu koluyla beni tamamen arkasına doğru itti. “Kimin mekânına dal düz girebildiğini sanıyorsun lan sen sikik?” diye sordu sakin bir sesle. “Daha karşıma geçip suratını göstermeye cesaretin yok senin.”
“Ne kadar ayıp. Baban hiç bu kadar saygısız değildi.” Efken’in omuzları geriye doğru gerilerek kasıldı. Saniyeler bir mumun ucundan damlayıp düştüğü yerde donuyordu. Adamın adımları basamakların üzerinde belirdi. Önce lacivert takımın keskin ütülü pantolonunu gördüm, ardından takımının ceketini ve içine giydiği krem rengi gömleği. Uzun boylu, kalıplı bir adamdı; hemen hemen kırklı yaşlarının başında gibi görünüyordu. Kırlaşmış saçlarının arasında koyu kestane saç telleri de vardı. Kahverengi gözlerini tamamen görebildiğimde, Efken’in arkasında olmama rağmen kendimi çırılçıplak hissettim. “Merhaba Efken,” dedi adam son basamağı da indiğinde. “Kendimi tamamen göstermemi bekleyene dek ateş etmediğin için teşekkür ederim. Babanın nezaketi biraz da olsa damarlarındaki savaşçı kanda dolaşıyor olsa gerek.”
Efken namluyu adama doğrultarak, “Kafanı patlatmak benim için birkaç saniye bile sürmez. Kimsin ve beni nereden tanıyorsun?” diye sordu sertçe.
“Aslında…”
“Aslında onu buraya getiren ben değilim dostum ama güzel bir karşılaşma oldu. Semih erken davranmış.” Bu sesi tanıyordum, hatıralarım bir duvardı ve birdenbire parçalanmaya başladı; her bir parçada bu sese ait kısa görüntüler vardı. Samuel’in yüzü karşımda belirene kadar ismi zihnimde şekillenmedi ama görüntüsü zihnimde asılı kalmaya devam etti.
Samuel ağır adımlarla basamakları inmeye başladı. Takım elbiseli adam sakindi, Samuel’i dışarıda görmüş olmalıydı. Efken dişlerinin arasından hırıltılı bir ses çıkararak, “Kendi ayağınla bana geldin demek,” dedi.
“Senin için gelmedim. Ben Manbel’in sözcüsü olarak geldim. Beyefendiyi buraya davet eden Semih olmalı.” Yaşadığım şok kelimelere sığmazdı ama Efken beklediğim tepkiyi vermedi. “Sezgi’nin ne olduğunu öğrenip onu kendi lehinize kullanmaya başladığınızı biliyorum.” Yabancı adam neyden bahsedildiğini anlamaya çalışıyor gibi kaşlarını çatmıştı. “Karaduman sizindir, ben kızı istiyorum.”
“Buraya kadar gelmişken ikisini de almadan hiçbir yere gitmem,” dedi adam. “Kurula Karaduman dölünü elimizde büyük bir koz olmadan sunamam. Kaçıp gidememesi için onu yanımızda tutacak birine ihtiyacımız var.”
“Böyle konuşmadık,” dedi Samuel adamın omzuna elini koyarak. “Semih ve ben aynı takımda sayılırız. Adamı al ve biraz… Oyala. Biz kızı götürene kadar. Zaten sonunda seni öldürecektir.”
Adamın yüzü kireç gibi oldu.
“Efken Karaduman kolayca yıkabileceğin bir düşman değil moruk,” dedi Semih basamakları ikişerli adımlarla inmeye başlamadan hemen öncesinde. Ortamda yükselen alevleri hissedebiliyor ama tek kelime edemeden olup biteni izliyordum. “Biraz oyala, Manbel kıza kavuşsun, sonra da Efken asıl düşmanıyla baş başa kalsın istedik.”
“Kurul bu ihanetini asla unutmayacak Semih Çukuroğlu.”
“Kurula söyle, sikimde bile değiller.”
“Siz veletler benim karşımda durabileceğinizi mi sandınız?” Adam hızla silahına davrandığında Semih geri çekilerek, “Efken için kısa bir oyun olacak,” dedi. “Samuel, kızı sen götür.”
“Ona tek biriniz dokunacak olursa, yanında dokunmayanları da götürmüş olur. Cehenneme.” Efken silahı havaya kaldırıp havaya bir el ateş edince, barutun kokusu duyularımı felç etti. Yarattığı anlık şaşkınlık dalgası onları afallattı, açıkçası bu oldukça akıllıca bir seçimdi; şaşkınlıktan yararlanan Karaduman adamın silahı tutan bileğine nişan alarak adamı bileğinden vurduğunda, yıllardır silah kullandığına emin olduğum adamın elindeki silah yere düşüp kayarak mekânın diğer ucuna sürüklendi ve adamın gözleri dehşetle irileşti.
“Babamı infaz eden kurulun üyelerindensin demek,” dedi Efken kamçı gibi şakıyan sesiyle. Adam bir adım geri atıp elini beline atıyordu ki, Efken diğer eline nişan alıp adamı bileğinden vurdu. Samuel öne doğru bir adım atıp Efken’e saldırmak için hazırlanacaktı ama Semih, elini Samuel’in karnına koyarak onu durdurdu.
“Onu tetikleme,” diye fısıldadığını duydum.
“Demek babamı infaz eden kurulun üyesisin,” dedi Efken yeniden, sesi bilincinin kıyılarında olmadığını ortaya koyuyordu. Efken adamın tam alnının ortasına nişan alırken Samuel’in keskin gözlerinin bana saplandığını hissedip bir adım geri attım. İçimde zıplamayı bekleyen bir panter vardı, tenimi pençeleriyle yarıp dışarı çıkmaya çalışan bir leopar vardı. Samuel ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladığında, Efken gözünü saran öfkeden dolayı bunu fark edemedi. Bir adım daha geri çekilerek Samuel’i Efken’den oldukça uzağa götürmeye karar verdim. Bir Çöl Cadısı’nın infazını gerçekleştiren ben, bir Ölüm Halefisi’ni de ortadan kaldırabilirdim. Sezgi’yi kandırmıştı. Herkesi kandırmıştı. Şimdi buradaydı, beni alıp götürmek için gelmişti; öncesinde de ölümüm onun ellerinden olsun istiyordu. En başından beri düşmanımdı. Kibar sesi ve kelimelerinin arkasında beni boğmak isteyen karanlık bir ruh vardı.
“Baban ihanet etti. Seni sakladı. Seni kurula bildirmedi. İhanet edip bizi sattı ve gitti. Ölümden fazlasını hak etti.” Adam iki elinden de kanlar yere damlarken acı içinde bunları fısıldayarak geri adımlar atıyordu. Efken onu sakince izleyen Semih’e bakmadı bile, sadece adama doğru birkaç adım attı ve silahını adamın beynine doğru nişan alacak şekilde havaya kaldırdı.
“Kendi ayağınla bana gelecek kadar gözü karasın öyle mi? Benden bir ölüm makinesi yaratmak için geldin ama bilmediğin bir şey var, ben senden önce kendimi zaten yarattım.”
Adam, “Kurula seni bildirdiğimde senin her parçanı koparmak için gelecekler,” diye hırladı.
“Buradan çıkabileceğine seni inandıran ne lan?” Efken birden tetiği çekti ve barutun kokusu dört bir yana savrulurken Samuel de ben de durup ona doğru baktık. Adam, alnında kanayan koca bir delikle bomboş gözlerini Efken’e dikmişti. Saniyeler sonra büyük bedeni geriye doğru devrildi.
Efken, ölümcül bir sessizliğin ardından omzunun üstünden Semih’e doğru bakarken, “Şimdi,” diye tısladı. “Aranızda başka ölmek isteyen varsa, oyunu çok uzatmadan, sonunu kabul edip önüme gelsin.”
Samuel, “Onun beynini ızgara yapmamı istemiyorsan benimle gelirsin,” diye fısıldadı sakince, Efken ona doğru dönerken Samuel’in yüzündeki ifade sertleşmeye başlamıştı.
“Ona öylece müdahale edemeyeceğini biliyorsun,” dedim kendimden emin bir sesle.
“Nedenmiş o?”
“Sen bunun cevabını benden bile iyi biliyorsun.”
Efken, Samuel’in omzuna nişan alıyordu ki, Semih birden Efken’e doğru atıldı ve bir cesedin önünde birbirlerine girdiler. Yumrukların havada uçuşmaya başladığı ânı hatırlıyorum. Zaman içime damlıyor ama saniyeler bir bütün olup zamanı var edemiyordu; zaman içime yığılan bir boşluk gibiydi. Semih, Efken’e bir yumruk atmak için elini kaldırdığı sırada Efken büyük avucuyla o yumruğa engel oldu ve Semih’i geriye doğru itip duvara yapıştırdı. Semih’in kemiklerinden gelen ses, Samuel’in yüzünü buruşturup, “Bu acıtmış olmalı,” diye mırıldanmasına neden oldu.
“Ne onu ne de beni durduramazsın,” dedim Samuel’in dikkatini üzerime çekmek için ilk atağımı gerçekleştirirken. Lavabolara giden koridorun tavanında yanan cızırtılı floresan bir plağın pikabın üstünde sertçe dönüp çıkardığı o kapanış sesini çıkararak söndü; şimşeğin aydınlığı koridoru ışığa boyadı ve yüzümün yarısı beyaza boyanırken göz bebeklerimin aşağı doğru çekilerek inceldiğini hissettim. “Çünkü artık benim ne olduğumu biliyorsun.”
Camların kırılırken çıkardığı ses bakışmamızı bölmedi ama etrafa dağılan cam kırıklarının nedeninin cam masalardan birinin yere devrilmesi olduğunu biliyordum.
Samuel’in gözlerinin bebeğinin etrafında bakır rengi bir ışık parıldadı; ışık bir halka şeklindeydi. Bu bana hiçbir şey hissettirmedi. Ona korkusuz bakan kızıl gözlerimi geçmişe ait küflü bir hançeri saplar gibi saplamıştım.
“Demek artık Marların Kraliçesi olduğunu biliyorsun,” derken sesi bir kalp atışı gibi yavaşça zamana vurup zamanın göğsünde çınladı.
“Sadece kendimin kim olduğunu değil, onun da kim olduğunu biliyorum.”
Sanki bilinmez bir karanlığa ilerliyor, avuçlarımda tuttuğum ölüm haritasının sevdiklerimin damarlarıyla çizdiği yolları takip ediyordum. Sanki arkamızda karanlığın notalarıyla şekillenmiş bir piyano melodisi yükselerek mekânın duvarlarına siniyordu.
Efken, Semih’in cam kırıklarının içinde uzanan bedenini yakalarından kavrayarak kaldırıp, “Orospu çocuğu!” diye hırladı. “Sen beni babamdan vurmaya çalışacak kadar büyük bir orospu çocuğusun!” Onu yeniden başka bir masaya savurdu ve Semih çarptığı masayla beraber yere devrildi; cam kırıklarının sivri bıçaklar gibi tenine saplanıp etini deldiğini fark ettim. Kan hızla yeri kapladı. Tıpkı cesedin etrafını bir göl gibi kaplayan kanlar gibi… Kanların zeminde süzülüşü, birbirlerine doğru ilerleyen iki kızıl derili yılanı hatırlatıyordu.
“Şu an Semih ile ilgileniyor gibi görünüyor. Babası o kadar ince noktası ki, seni bile unuttu. Sadece babası için dövüşüyor. Bir insan gibi dövüşüyor.” Samuel’in zehirli kelimelerine aldırış bile etmedim. Göz bebeklerim her saniye daha da incelerek bir çizgi formunu alıyordu; etraf kızıla boyanmıştı. Artık zeminde süzülen kan bile bana su gibi görünüyordu. Çünkü her yer zaten kan kırmızısıydı.
“Güçlerim içimde saklanıyor diye onları kullanamıyorum sanıyorsun, değil mi Samu?” diye sordum, bu kısaltma kaşlarını çatmasına neden oldu.
“Sakın bir daha bana Samu diyeyim deme. Çatallı dilini koparırım senin sürtük.”
“Sen beni daha hiç tanımadın.”
“Manbel’in ordusuna ne yaptığını biliyorum. Karşımdaki kadının ne kadar güçlü olduğunun farkındayım. Senin karşına geçiyorsam, senin karşında daha güçlü olduğumu bildiğim içindir. Aptal olma Mahinev, aptal olma. İsmini hatırlamadığın sürece tüm güçlerinin sadece demo hâlini kullanabilirsin.”
“Benden güçlü olduğunu mu iddia ediyorsun?”
“Her şekilde senin küçük yılan kuyruğunu ızgara yapabilecek güçteyim. Ben bir Ölüm Halefisi’yim. Doğaya ait olan insanlar, doğaya ihanet eden sen ve benim gibi türlerin tamamına ölümü getirebilirim.”
“Ölümü getirebilirsin ama beni öldüremezsin.” Adımlarım olduğum yere mıhlandı. Kalbim saniyelerin arasında ölümü arar gibi çarpıyordu. “Ne Efken’i ne beni ne de değer verdiğimiz kimseyi öldüremezsin.”
Samuel yamuk bir şekilde gülümsedi.
“Savaşacak mısın benimle?”
“Hayır Samu,” diye alay ettim. “Seni öldüreceğim. Tıpkı Çöl Cadısı Gabriel’i öldürdüğüm gibi.”
Samuel’in yüzündeki çizgilerin gerilerek yüzünün bir taşa dönüştüğüne şahitlik ettiğim ilk an, şu andı. Gözlerimde yükselerek yüzüme akmaya başlayan alevlerin ışığının onun çehresine çarptığını gördüğümde bunu yadırgamadım. Medusa bana sokuldu, elini kalbime bastırdı ve birleşmemizi talep etti; onu geri çevirmedim.
“Hoşça kal sevimli dostum,” dedim ve alevler bir hale olarak bedenimi sardı; onları gördüm. Ateşten kanatlar gibi etrafımda esip çırpındılar, sonunda beni yukarı taşıdılar ve alevden bir halkanın içinde çarmıha gerilmiş hâlde gözlerimin sadece beyazı görünürken, içimden çıkmak için kalbimdeki yaya yerleşen ateşi hissettim. Bedenim gerildi, gerildi ve gerildi. İçimden sökülüp çıkan ateşin Samuel’e çarpıp onu içine alarak bir top gibi duvara çarptığını hatırlıyorum. Ve tüm bunlar olurken beni izleyen gözleri…
“Ölüm Halefisi’ymiş!” diye kükredim çift çıkan ama artık bana ait olduğundan emin olduğum için normal karşıladığım sesimle. “Ölüm Halefisi ha!” Dudaklarımdan histerik bir kahkaha dökülürken elbisemin eteklerinden yükselen alevler tenimi ısıtıyordu. “Demek yılan kuyruğumu ızgara yapacaksın, ha?” Ellerimi avuç içlerimi açarak havaya kaldırıp, “Yan,” diye hırladım. “Yan Samu.” Hırlayarak avuçlarımdan yükselen alevlere baktım ve o çemberin içinde biraz daha yukarı çekildiğimi hissettim. “Yan! Yan Ölüm Halefisi.”
İçimdeki canavarın dudaklarındaki gülümseme genişlemeye başladı. Yarattığım tablonun boyası zamana damlıyor, saniyeleri renklerin içine gömüyordu. İçimde yükselerek beni âdeta bir yaya çeviren o gücün tüm zerrelerimi ateşe verdiğini hissettim.
“Yan!” diye çığlık attım ve ateşin damarlarımdaki ilerleyişini gördüm. Kollarımın içlerindeki damarlar ateş rengindeydi, dışarı süzülen sarı ışıklar alevlere aitti; tekrar çığlık attım. “Yansın. Kalbin yansın. Donan kalbimin laneti kalbine seni yakan buzlar gibi batacak.” Ateşleri ona doğru ittiğimde, buz sarkıtları şeklini alarak hızla ileri doğru atılan ateşleri izlemeye başladım. Her biri ateşin içinde kavrulan Samuel’e saplandı.
Bedenim düşmeye başladı. Bunu durdurmak için çırpınmadım. Birkaç metre yukarıdan yere ayaklarımın üzerine düştüğümde Samuel’in etrafını saran ateşler bir anlığına dindi ama sonra tekrar yandı. Semih ile Efken donup kalmış bir şekilde beni izliyorlardı. Efken’in elleri Semih’in yakalarındaydı; Semih’in yüzünden şarıl şarıl akan kan gömleğinin önünü kızıla boyamıştı.
Avuçlarımı kapattım, ateş artık orada değildi. Gözlerimin önündeki kızıl perde artık yoktu ama göz bebeklerimin hâlâ incecik bir çizgi şeklinde olduğunu hissedebiliyordum. Bir nabız gibi şişip genişliyor, sonra yeniden inceliyordu.
Samuel çekilen ateşlerin içinden kavrulmuş, yanıklarla dolu bir bedenin içine hapsolmuş hâlde çıktı. İyileşmesi zaman alacaktı, onu yeterince yakmıştım; iyileşecekti, ölmeyecekti ama bu yaraların iyileşmesi öyle kolay değildi. Tam karşısında kime baktığını görmesini istiyormuş gibi dikilirken çenem havadaydı; gururluydum.
Kime meydan okuduğunu ona göstermiştim.
Karşısında kimin durduğunu biliyordu.
Benden korkuyordu.
“Sol bileğimden akan kan sadece seni değil, çoktan küle çevirdikleri yedi ceddini tek damlasıyla öldürür,” dedim, bu kez sesim bana aitti. Medusa’nın elini omzumda hissettim. Gücü ise içimde dolaşıyordu. “Sağ bileğimden akan kanla duran kalbi bile yeniden attırırım.”
Samuel, “Önünde diz çökmemi mi istiyorsun?” diye fısıldadı aciz bir sesle. Yaralarına avucunu bastırıyordu, ben ise yanık etinin kokusu boğazımdan kan gibi akıp içimi doldururken ona acımasız gözlerle bakıyordum. “Sana kul olmamı mı istiyorsun Kraliçe?”
Omzumun üstünden yerde kan gölünün içinde yüzen cam kırıklarına hüzünle bakıp dudaklarımı büktüm. “Bu masaları sevmiştim,” diye fısıldadım. “Ve siz onları mahvettiniz.”
Efken, Semih’e bir yumruk daha indirince gülümsedim ve gözlerim yanıklar içindeki bedene çevrildi.
“Samuel, ya benimle savaşacaksın ya da öleceksin.” Ona doğru tehditkâr bir adım attığım an gözlerindeki korku şahlandı. “Karşında o ne yapacağını bilmeyen küçük kız yok. Öldürmenin tadını bilen bir kraliçe var. İsmini hatırlasın ya da hatırlamasın. Gücünün demosu bile seni, neydi o? Hmm… Doldurulmuş bir hindinin fırından çıkan hâline çevirdi.”
“Seni küçük…”
“Bana hakaret edecek olursan, sol bileğimi terbiyesiz ağzına yaslarım.”
“Önünde diz çöktüğümde bundan zevk mi alacaksın?”
“Benim önümde çöküp sadakat yemini edeceksin, sonra da benimle benim çıkarlarım için savaşacaksın. Manbel ile ilgili ne biliyorsan anlatacaksın, Sezgi’yi eğiteceksin, bize ne zaman saldırmayı planladığını söyleyeceksin. Her şeyi öteceksin.”
“Kabul edersem beni sağ damarınla besleyip iyileştirecek misin?” diye sordu, gözleri tedirgin bakıyordu; bana güvenmediği belliydi. Ama ben de ona güvenmiyordum.
“Diz çök.”
Efken, Semih’e bir tane daha vurdu ama bu kez dönüp onlara bakmadım, sadece dinledim ve bu yumruğun Efken’e ait olduğuna emin oldum. Samuel, aldığı yaralardan dolayı savunmasızlığını kabullenmişti. İyileşmesi uzun sürecekti. Hünerlerini sergileyemediği için gururu da epey incinmişe benziyordu. Samuel canının acısıyla inleyerek bir dizini kırıp yavaşça yere doğru çökmeye başladı. Elbisemin ucunda canlı bir şekilde yanmaya devam eden alevleri yadırgamadan ona doğru bir adım daha attım.
“Çök,” diye emrettim sert bir sesle.
“Sana sadakatimi sunuyorum Marların Kraliçesi,” dedi başını önüne eğip, kısa bir reverans yaptıktan sonra dizini yere bastırarak.
O an, kıyamet kapıdaydı ve cehennemdeki tüm şeytanlar buradaydı.
Samuel başı öne eğik hâlde hafif bir tebessümle, “Şimdi!” diye haykırdı.
Dudaklarım aralandı. Zaman dilimin üzerine aktı. Kelimeler sustu ama gözlerim çığlıklar atıyordu; o kadar çok her yerdeydi ki sanki tüm görüntüler zihnimin içindeydi. Bakışlarım bir su gibi yönünü buldu. Efken öylece duruyordu; gözleri gözlerimdeydi. Semih’in parmaklarının arasında tuttuğu kalın gövdeli şırınga Efken’in boğazına saplanmıştı. Semih şırıngaya bastı. Kalbime bastı. Ruhuma bastı. Attığım çığlık mekândaki tüm camların patlamasına neden olurken, saniyeler içinde Efken’in dizleri boşaldı, dizlerinin üzerine düşüşünü gözlerime yükselen yaşlarla izledim. Semih, Efken’in altından çekildi. Şırınga hâlâ oradaydı, Efken’in boynuna saplı duruyordu.
“Beyaz yılankökü,” diye fısıldadı Samuel. “Bir insanı da bir Gümüş Pençe’yi de felç edip ölüme götürebilecek en büyük çatal dilli zehri.”
Efken’in alnını sarmaya başlayan damarlar hızla şakaklarına doğru kaydı. Bir ağacın kökleri gibi tüm yüzünü saran damarları izledim. Gözlerinin beyazı kıpkırmızıydı ve mavi gözleri o kızıllığın üzerinde kanın içinde yüzüyor gibi görünüyordu. Boynundaki damarlar belirginleşti, koyu mavi, lacivert kablolar gibi derisinin altında yanmaya başladı. Nefesinin kesildiğini fark ettiğimde bile gözlerimi kırpmadan onu izliyordum.
Patlayan camların kırıkları etrafta uçuşuyordu.
Gümüş Pençeleri zehirleyen yılankökü hızla Efken’in damarlarına salınıp onu sarıyordu.
Samuel tam bana doğru atılacaktı ki elimi kaldırıp avucumu ona doğru itmemle bedeni geriye doğru savruldu ve sırtı sertçe yanarken çarptığı duvara yapıştı. Gözlerimden yaşlar döküldüğünü gördüğü için acısını önemsemeden kahkahalar atıyordu.
Gözleri gözlerime bir gemicinin güçlü çapası gibi saplanmıştı. Efken bana bakıyordu ama çırpınışları gitgide daha da şiddetleniyordu. “Kızı götür,” dedi Samuel, Semih’e. “İyileşmemi yavaşlattı. Efken’i ben hallederim. Zaten felç oldu.”
Gözlerimden akan yaşlar şiddetlendi. Hareket etmeden sadece ağlıyordum. Sefil biri gibi… Savunmasız ve acılar içinde.
Bir kalbin çarparken çıkardığı atış sesi etrafa yayıldı.
Sonra gözyaşlarım durdu. Başımı geriye atıp elimi ağzıma kapatarak yüksek sesle kahkaha atmaya başladım. Şiddetlenen kahkaham tüm bedenimi sarsıyor, kötülüğün bir bedene sığması gibi içimdeki tüm karanlıkla delice gülüyordum.
Bir an için Efken’in eli havaya kalktı, hemen arkasından Semih’in bileğini kavradı ve onu var gücüyle aşağı çekti. Omuzlarının genişlediğini gördüm, damarları patlayacakmış gibi duruyordu. Semih ona dehşetle bakarken artık onun altındaydı. Efken aniden onun üzerine çıkmış, dirseğini kırarak onun boynuna bastırmıştı; tıpkı kükreyen bir yırtıcı gibi hırlıyordu. Onun hırıltısıyla beraber koridorda sönen floresanlar tekrar yanmış, ardından çarpan bir nabız gibi bir yanıp bir sönmeye başlamıştı.
Efken yavaşça kafasını eğip, yüzünü Semih’in boynuna yaklaştırdı. Medusa zihnimde eteklerinden kan sızan elbisesiyle tıpkı benim gibi onu izliyordu. Kahkahalarım gözlerimden akan yaşları şiddetlendirmişti; durup dudaklarımda bir gülümsemeyle neden olduğum manzarayı izlemeye başladım.
Efken göz ucuyla bana baktı. Gözlerinden şimşek gibi ışıklar saçılıyordu. Güldü. Köpek dişleri her zamankinden daha uzun, daha keskin görünüyordu. Boynunda iğnesi saplı duran bir şırıngayla onu öldürmek için orada olan bir adamın üzerinde, ölmek üzere olan bir fani ya da sıradan bir Gümüş Pençe gibi değil, onun boynunu parçalayacak bir yırtıcı gibi duruyordu.
Her şey tam da planladığım gibi olmuştu.
Samuel’i kendime çekmiş, ona saldırmış, Efken’i tetiklemesini sağlamıştım. Buraya geldiğinde Efken’i tetikleyebilecek bir şeye sahip olduğunu elbette biliyordum. Beni aptal küçük bir kız sanarak hayatının hatasını yapmıştı.
“Ben boynuna şırınga saplamam,” dedi boğuk, kalın, zehir gibi bir sesle. Semih’in nefesi hızlanmıştı. Efken biraz daha eğildiğinde ağzı Semih’in boynuna çok yakındı. “Benim soyum boyun parçalar ve sen Semih, o soyu çok iyi tanırsın. Değil mi başıboş gezinen Omega?”
Durdum, gülümsemem genişledi.
Aynı soyun iki farklı toprakta filizleyen kökleri zehirli bir sarmaşık gibi önümde birbirinin boynuna dolanıyordu.
Semih bir Gümüş Pençe’ydi. Bir tür omega. Başıboş, yalnız, güçlü ama reddedilmiş; tam bir aptal.
Samuel, “Nasıl lan?” diye fısıldadı, dehşetin kokusu ilk kez içime huzur olup dolmuştu.
“Ah Samu.” Ona doğru döndüm. “Zaten yapmanı istediğim şey tam da buydu. Onu normal bir Gümüş Pençe mi sanıyordun? Benim sadık Samu’m. Canavarımı uyandırdın.”
❄️
İSTANBUL
Camın arkasında durmuş buz tutmuş şehri izlerken sessizdi.
Aykan’ın kızıl gözleri, dudaklarında mühür gibi asılı kalmış sessizliğin aksine hiç sakin bakmıyordu. Endişe gözlerinin içine çökmüş bir canavardı ve canavarın sert pullu derisinin içine gömülmüş kurşun yaralarını tedavi etmeye mecburdu. İçinde hep taşıdığı o endişe duygusu derin yaralar almıştı ve şimdi endişeyi iyileştirmesi gerekiyordu. Yine içinde yaşatacaktı ama bu kadar çok kan akmayacaktı.
Büyük bir yasayı çiğnemişti.
Annesi gitmişti, onu oğullarıyla yalnız bırakmıştı ve giderken bir yasayı çiğneyeceklerini o da biliyordu.
Oğullarının önüne koyduğu parşömen kâğıdında yüzyılların sırrı gömülüydü. Mürekkebi dağılmış yazılar ince ince, emek dolu bir el yazısıyla kâğıdın üzerine nakış gibi işlenmişti. Defalarca kez mühürlendiği için her köşesinde donmuş mum cesetleri vardı. Miraç parmağıyla kırmızı mum kalıntısını kazırken okuduklarını anlamlandıramıyor gibi boşluğu izliyordu. Mahzar’ın yüzünde daha metanetli bir ifade vardı. Aykan’ın gözleri önünde durduğu cama yansıyan mum ışığına takıldı ve sonra masanın etrafına çökmüş iki oğluna baktı.
“Burada Cadı Mahkemeleri’nde idam edilen birkaç kadının ismi yazıyor,” dedi Miraç. “Bu konunun ablamla ilgisi ne?” Gözlerini tekrar parşömen kâğıdına indirdi. “Mega ne demek?”
“Cadı Mahkemeleri’nde katledilen gerçek cadıların isimleri sadece olayın gerçekliğini ifade etmek için orada. Binlerce isim kurban edildi. Çoğu cadı bile değildi. Sadece oradaki isimler gerçek birer cadıydı.”
Mahzar sessizliğini korudu, Miraç ise kafayı yemiş gibi başını iki yana salladı. “Ne cadısından bahsediyorsun baba?” diye sordu sertçe, sesini belki de ikinci kez bu kadar çok yükseltiyordu; babasıyla konuşurken saygılıydı ama şimdi saygı yoktu. Şimdi içini yakıp kavuran merak ve korku vardı. Ablasına bir şey olmuşsa, sebebi babası bile olsa bunu sorumluların yanına bırakmayacaktı. Hissettikleri bu yöndeydi.
“Şehir donuyor, içerideki ikizin ve annem ablamın yokluğunu doğal karşılayıp onun sesini telefondan bile olsa duymaya çalışmıyor ama sen cadılara mı takıldın?” Sorunun mimarı olan dudaklar Mahzar’a aitti. Kemik gibi bir ifadesizlikle kafasını kaldırdı ve kendinden yaşça biraz daha küçük olan erkek kardeşine baktı. “Miraç, susup babamı dinle.”
“Mahzar sen babamın ablamın nerede olduğunu söylemek dışında tüm saçmalıklardan bahsettiğinin farkında mısın?”
“Sus, saygılı ol ve babamı dinle. Mahinev sadece senin değil, benim de ablam.” Mahzar’ın ateş yarığı gözlerinde saf bir hüküm vardı. Miraç bu hükmün altına girmemek için birkaç dakika direnerek abisinin gözlerinin içine baktı ama sonra sakinleşip sandalyesine geri oturdu. “Seni dinliyoruz baba,” dedi Mahzar omzunun üzerinden babasına bakarken. Gözleri yalanı kabul etmeyeceğinin altını çizer gibi dikkatle babasını eleğinden geçiriyordu.
“Bir süredir ablanızı korumaya çalışıyordum,” dedi Aykan omzunu soğuk pencerenin camına yasladıktan sonra. “Dış etkenlerden. Tehlikelerden. Aklınıza gelsin gelmesin, her şeyden.” Derin bir nefes aldı, sıkıntısı yüzünden okunuyordu. Mahzar sakince babasına bakıyor, Miraç çatık kaşlarla kelimelerin devamını bekler gibi kafasını sallıyordu. “Parçalanmış evrenlere inanır mısınız çocuklar? Yansımalarımıza. Aynaya baktığımızda gördüğümüz görüntü bize ait değildir, zamanda parçalanmış bir anıyı görürüz. Yansımamızı değil, anımızı görürüz.”
Mahzar kaşlarını çatıp gözlerini parşömen kâğıdına indirdiğinde babasını anlıyor gibiydi. Kollarını göğsünün üstünde toplamıştı.
“Aynanın karşısına geçtiğinde sana bakan sen değildir, sana ait eski bir anıdır. Çünkü aynalar bizimle aynı anda hareket etmez; sadece anıları yansıtır. İşte hikâye böyle başladı. Lanetlenmiş anılarımın birinin içinden çıkıp geldim. Geldiğimde henüz çok küçük bir çocuktum.”
“Sen bu dünyaya ait değilim mi demeye çalışıyorsun?” diye sordu Miraç, daha önce gördüğü kâbuslardan birine ait bir parçaya bakıyormuş gibi hissetmişti çünkü kâbusunun konusu tam da böyleydi.
“Hiç kimse olması gereken yerde değil, demeye çalışıyorum oğlum.”
“Ablam olmaması gereken bir yerde,” dedi Mahzar, gözleri hâlâ parşömendeydi. “Aynada gördüğümüz yansımamız değil, aslında anımızdır…” Derin bir nefes aldı. “Baba, devam et lütfen.”
“Kopup geldiğim anılarımdan birinde ben sandığınız kişi değildim. Tıpkı babaanneniz gibi. Belki de sizin gibi…” Aykan oğullarına baktı. “Size ne kadarımı verdim, size kendimden hangi parçaları bıraktım bilmiyorum ama size ne olduğumu göstereceğim.” Gözlerinden aniden dökülmeye başlayan o kızıl yansımalı ışıklar tüm odaya kırmızı şimşekler gibi damarlar hâlinde yayılmaya başladığında, Miraç korkuyla oturduğu yerden fırladı ve altındaki sandalye yere devrildi.
“Siktir!” diye bağırdı. “Ne oluyor amına koyayım?”
Mahzar’ın gözleri ilk kez bir tepkiyle irileşti. Yine de sakindi. Sanki kanı damarlarında ters yöne akmaya başlamamış gibi sakindi.
“Durun,” dedi kalın, tok bir sesle. Bu, daha önce hiç duymadıkları bir sesti. Hem tanıdık hem de yabancıydı. “Mega ne mi oğlum?” diye konuştu Miraç’a çevirdiği kızıl ışıkların yayıldığı gözleriyle. “Mega, bir Mar kadını ile bir Gümüş Pençe erkeğinin çocuğu. Mega, senin baban.”
Miraç şifonyere çarparak durabildi. İri gözleri, korkudan titreyen dizleriyle babasının karşısında tam bir insan çocuğu gibi görünüyordu; suç işlemiş, babasından korkan bir insan çocuğu… Oysa bunların hiçbiri değildi. Safkan bir melezdi. Bir insanın ve bir meganın çocuğuydu; damarlarında biraz da Mar kanı akıyordu.
“Mar mı? Gü… Gümüş Pençe mi?”
“Ablanı benim gibi sanan bir sürü lideri onu kendine istedi. Benim gibi bir megaydı. Var olan kendisinden sonraki son Mega’nın kızını, yani dişi Mega’yı gelini yapmak, onunla soyunu devam ettirmek istiyordu. Bunun için zamanı yardı ve bizim olduğumuz anılardan birine geldi. İstanbul’a.” Gözlerindeki ışık zayıflarken sesi yeniden ona aitti; erkeksi ama şefkatli. “Ablanızı ondan korumak zorundaydım. Ondan ve diğer tüm sürülerden. Hayatta olan hatta olmayan… Ablanız sandıkları gibi bir Mega Dişisi değildi. Bunu onlara ispatlayamazdım. Yirmi bir yaşına geldiğinde kurtulacağını biliyordum ama ona kıyamadım, gitsin istemedim, zorundalıklarını bile durdurmak istedim. Onu zorunda olduğu şeyden bile korumak istedim.”
“Mega Dişisi…” Mahzar yavaşça yutkundu. Kavrıyorlardı, yavaş yavaş bahsedilen sürünün insanlardan değil, hayvanlardan, hatta kurtlardan oluştuğunu anlayabiliyorlardı. “Ablam yirmi bir yaşına girdiğinde ne olacaktı?”
“Ait olduğu anının içine geri dönecekti,” diye fısıldadı Aykan.
“Ablam senin gibi değilse,” dedi Miraç ilk kez korkuyu bir kenara iterek. “O zaman ablam ne?”
“Ablan bir Mega Dişisi değil. Ablan Marların Kraliçesi. Bir Mega Mar Kraliçesi.”
🎧: Kafabindünya, Binlerce Özür