🎧: Can Bonomo & Melike Şahin, Tükeniyor Ömrüm
Bu şehir girdap gülüm, girdapta mehtap gülüm.
Şarkının bu kısmı, kalbine saplanmış bir bıçakla öylece oturmuş boşluğu izliyormuş gibi hissettiriyordu. Elası yeşile çalan gözünden bir damla yaş, kirpik dibinden kırılarak gözünün çukuruna aktı. Gözlerini güneşin camdan sızarak duvara çizdiği yansımadan çekmedi.
Zaman onu en çok incindiği yere geri götürmüştü. Sonra fark etmişti. Aslında oradan hiç ayrılmamıştı. En başından beri oradaydı. Hiçbir zaman oradan ayrılmamıştı. Yüzüne düşmüş tokadın acısını hâlâ hissediyordu ama kalbinde çok daha ağırıyla uzun zaman geçirdiğinden midir bilinmez, artık buna da aldırış etmez duruma gelmişti.
Yerde duran parçalanmış bibloya baktı, ardından kafasını yana çevirdi ve masadaki dağınıklığı izledi. Bunu hak etmediğini düşünmediği bir an bile yoktu, kendini suçlamadığı tek bir an bile olmamıştı. Kalbinin derinliklerinde her zaman, ona bunu yapan adamdan önce kendini suçlamıştı.
Babası zihninin içinde eski bir anıyla beraber konuşmaya başladı. “Bir çare olmayı sana, seni alıp götürebilmeyi, seni her şeyden saklamayı istemez miydim sanıyorsun?” Babasının başını önüne eğdiği ânı hatırladı, gözlerinden kan gibi akan gözyaşları ve kalbinde çaresizlikle babasının dizlerinin önüne çökmüş, ellerini babasının dizlerine koymuştu. Babasının gözünün altındaki morluğa bakmıştı sonra, dağılan evlerine; karşı koyulması güç bir yangının tam ortasında hissetmişti kendini. “Ne beni ne seni yaşatırlar. Gittik polise, gitmedik mi? Ne dediler? Ne dediler bize hatırlamıyor musun?” Babası kızının ellerine dokundu, ellerini sevdi. “Elleri uzun diye sardılar boğazımıza ellerini, kırılsın elleri, kopsun,” diye fısıldadı. “Ben seni, çiçeğimi, bir it soldursun diye büyütmüşüm ya, kopsun ellerim, kırılsın.”
Mehtap, başını babasının dizine bastırıp, “Evleneceğim,” dediğinde bu kabul ettiği bir intihardı; herkes intihar diyecekti ama aslında o cinayete kurban gidecekti.
Babası, Mehtap’ın başına avucunu bastırıp acıyla, “Sana ata olamadım, evlenme diyemedim, seni çekip alamadım,” dedi ama Mehtap hiçbir şey söyleyemedi. Biliyordu, bu kadere karşı çıkarsa babasını işinden ettikleri yetmemiş gibi bir de canından ederlerdi. Büyük adamlardı onlar, gölgeleri büyük düşüyordu yere, paranın her şeyin kapısını açtığının kanıtıydılar üstelik; oysa nasıl da küçüklerdi, ufacıklardı, adam değillerdi ya neyse.
“Girdap’ın askerliğinin, başının yanmayacağını bilsem bir an bekler miydim ondan yardım dilenmemek için? Polisin bile çözmek istemediği şeyi gencecik bir oğlan nasıl çözecek? Canından ederler onu. Yerinden ederler,” dedi adam kederle. “Girdap iyi bir oğlan, bizim hayatımız kaydı diye yanımızda onu da götüremeyiz Mehtap’ım, anlıyorsun değil mi babam? O da bir ana kuzusu, bir babanın yavrusu.” Mehtap’ın saçlarını okşadı, ellerinden nefret ederek yaptı bunu. “Ne seni canından ettirmeye yüreğim el verir ne de Girdap’ı,” diye fısıldadı. “Tek yolu buysa seni yaşatmanın, evlen kızım. Girdap’ı da kendini de yakma. Ben seni bu ateşe atan olmak istemezdim, ben seni çekip götürebilmeyi çok isterdim.”
Oysa faydasızdı artık. Söylenecek her şey, yapılacaklar, anlatılacaklar, verilecek akıllar faydasızdı; Mehtap yanmıştı bir kere. İstemediği bir el dokunmuştu tenine, onu zorla kendisinin ilan etmiş, aksini iddia ettiği anda canından edeceğini vurgulamamıştı da eli kolu uzundur diye bir kişi bile imdadına yetişmemişti ya Mehtap’ın. Lekeli hissetti kendini, bitmiş, tükenmiş, azapla kavrulan zavallı bir yürek, ürkek bir ceylan, dizlerinden vurulmuş bir av; gidecek her yeri ateşe vermişlerdi de tek bir yer kalmıştı geriye.
Babası başını eğdi, kızının dizinde duran başına koydu alnını, ağladı sonra. Çok ağladı. Polislere yalvarması yetmedi, suç duyurusunda bulunmalarına izin bile verilmedi. Kıt kanaat geçinen bir aileydiler neticede, kim umursardı ki onların başına gelen musibetleri? Umursanmamışlardı işte. Bir yolu olsaydı, o yola uğrunda ölüm olacağını bilse girmez miydi?
Mehtap hamileydi, istemediği bir birlikteliğin sonunda karnında sevdiği değil, nefret dahi edemeyeceği kadar yabancı bulduğu birinin bebeğini taşıyordu. Bir bebekten nefret edebilmeyi o an dilemişti ama olmamıştı işte.
Girdap’a anlatsa bir yolu bulunur sandığı o gün, Girdap onun gözlerinin içine bakıp askerliği ne kadar çok istediğini söylemişti. Susmuştu Mehtap. Belki de, demişti, belki de senin kaderinde şanlı bir asker olmak var ama benim kocam olmak yok, senin dokunmadığın bu bedeni assam, cesedim yine bir başkasının olacak ve ruhum daima seninle kalacak.
Denemişti, yalan değildi. Bir urgan boynunda, en sevdiği ayakkabılar ayağında, ölümü hiç bu denli kabul ettiği bir an olmamıştı herhalde. Ölmesine bile göz yumulmamıştı, neticede o adamın bebeğini taşıyordu, o adam ölmesine bile göz yummamıştı. Zorundaydı. En acısı, yaşamak zorundaydı. Bir insan için yaşamak nasıl en acı seçenek olurdu? Onun için olmuştu.
Girdap’ın onun peşini bırakması, yaşayabilmesi, yeniden sevebilmesi, girdabına yeni bir mehtap bulabilmesi için kendisinden olabildiğince soğutmak zorundaydı. Biliyordu, Girdap onu daima izlerdi. Son kez gözleri ona değene dek, onu öldürüp öldürüp dirilten bir oyuna başlamıştı işte. Girdap gözlerini ondan çekene dek devam ettirmişti bu oyunu.
Gözlerini duvara yansıyan ışığa çevirip bir damla gözyaşını daha gözlerinden aşağı salındırdı, kirpik diplerindeki ağrı hafifledi ama gözyaşı damlası, kor olup yanağını yaktı geçti. İlk bebeğini nasıl düşürdüğünü hatırladı, acıdan kırıldığı bir evde, her gün gözyaşı ve kederle sevmediği bir adamın yatağına giriyor, sevmediği bir adama yemek pişiriyor, sevmediği bir adamın çamaşırlarını yıkıyor, sevmediği bir adamın gözlerinin içine bakmak zorunda kalıyordu.
Dokunuşları iğrençti, istekleri iğrençti, yaptıkları iğrençti; nefesi iğrençti.
Kaldıramadı bünyesi, belki acıyı kaldıramadı, belki yaşanması ihtimalken bir daha yaşanamayacakları düşünmeyi kaldıramadı ve ilk bebeğini hissettiği acıyla kaybetti. Doktor, “Stresten uzak durmalısın,” demişti oysa ilk kanamasında ama Mehtap’ın hayatı artık güzel olan tüm duygulardan, hislerden uzaktı ve doktorun söylediğine uyması imkânsızdı.
Dudağını patlatan, saçlarını o herifin parmakları arasında asılı bırakan, evin de bedeni gibi darmaduman edildiği ilk şiddeti, hissettiği acı yüzünden kaybettiği bebeğine bedel olarak görmüştü. Adam ona, “Bir bebeği bile doğuramayacak bir kadınsın,” demişti, sonra saçları ellerine düğümlü şekilde yüzünü aynaya yaslamış, aynada ikisinin yansıması duruyorken ve Mehtap kanlı yaşlar bile dökemeyecek kadar ruhsuz hâlde o yansımaya bakıyorken, “Yatacaksın altıma,” demişti, “ben ne kadar istersem o kadar karım olacaksın, bir bebek daha vereceksin bana. Benim istediğim gibi biri olmayı öğrenene kadar sana bu hayatta benden izinsiz ölüm bile yok.”
İlk kez yere çöküp iğrendiği için kusmaya başladığı o andı. Kendi kusmuğunun içinde, saçları bir el adamının avucunda dayak yediği an da o andı. Öyle bir anda, zorla bedenine sahip olunan da oydu. Çok ağlamıştı, duyan olmamıştı; o da artık ağlamayı bırakmıştı. Şiddetin dozu artmış, tecavüzlerin biri binini açmıştı ve ayların sonunda bir defa daha hamile olduğunu öğrenmişti.
Artık karnında bir bebek değil, katilinin kanını taşıdığını düşündüğünden midir bilinmez, avucunu karnına bastırıp bağ bile kuramaz olmuştu bebeğiyle. Kendini damızlık gibi hissediyordu. Doğurması gereken bir bebek vardı, o bebeği adama vermeden ölemeyeceğini de kabullenmişti. Acaba diyordu ara sıra, iyi bir baba olur mu böylesi bir hayvandan? Üzülmüyor değildi bebeğe.
Şiddet bir aylığına son bulmuştu bulmasına ama fiziksel şiddetin sonunu geldiği noktada, duygusal şiddet artmıştı bu defa. Böyle bir adama çocuk vereceğine, bebeğini de alıp gitse olmaz mıydı? Kaçacak bir yeri yoktu. Babasının kalbi dayanmamıştı daha fazla, ikinci hamileliğini de öğrendikten bir hafta sonrasında kalp krizine yenik düşen adamcağızı toprağa vermeye bile gidememişti. Çünkü izin yoktu. Hasta, saplantılı pislik biliyordu, bir an onu boş bıraksa sanıyordu ki Mehtap kaçar giderdi Girdap’ına. Babasının üzerine bir su dökememiş, toprağını koklayamamış, bu cehennemden kurtuldun baba bile diyememişti. Ne yazık…
Telefonunu eline aldığı vakitler, adına koca dedikleri o adamın söylediği paylaşımları yapmaktan ileri gidemiyordu. Birkaç defa düşünmüştü yalan değil, ne olacaksa olsun, sesimi sosyal medyadan duyursam olmaz mı demişti ama nefes alacak vakit bile yoktu; onun kafesteki bir hayvandan farkı neydi acaba? Bunu çok sık düşünür olmuştu.
İçinde hissettikleri bir dağ boyutuna ulaştığında, o dağın altında kalacağını biliyordu.
Bir gece, telefonu gizlice eline aldı. Şifrelenmiş telefonun şifresini çözene kadar saatlerce uğraştı, sonunda yapabildiğinde girip baktığı ilk sayfanın Girdap’ın sayfası olmasını kendisi de beklemiyordu. Daha sonra Isparta’da yaşanan olayları gördü, bu kalbinin ağzına geldiği ilk andı çünkü artık kalbi kendi acıları için bile ağzına gelmez olmuştu.
Adamın birdenbire arkasında belirip, “Ne yapıyorsun sen?” diye sorarak saçlarına yapışmasını beklemiyordu.
Ve yine beklemiyordu, sabahın ilk ışıkları üzerlerine devrilene ve kanaması başlayana dek şiddet görmeyi. Adam kanamayı fark etmeden çıkıp giderken, Mehtap içinden, belki de söylememeli, bu yatakta başlayan kâbusuma, bu yatakta son vermeliyim, diye düşünmüştü.
Son kez görmek istediği biri vardı. Vardı işte, vardı. Görmeden ölecekse, onun için ölmüş olmasının ne anlamı vardı?
Önce zar zor da olsa kalktı yerinden, sonra birkaç saat oturduğu koltukta aynı şarkıyı dinledi durdu. Karnında ölü bir bebekle oturdu. Krampları arttı, kanaması hafif hafif devam ediyordu, zehirlenip ölmeden önce son kez ayağa kalktı. Çıktı gitti. Yürüyemez hâlde bıraktığına emin olduğu adam, onun son bir güce tutunup bu şehri terk edeceğini o an hesaba katmamıştı.
Otobüsün içinde gece şafağa döndü. Zehir kanına iyiden iyiye karıştı.
Isparta’ya gelene kadar kanaması sürdü, sesini çıkarmadı ama Isparta’nın otogarına ayak bastığı an dizlerinin bağı çözüldü.
Göremeden mi öleceğim, diye düşündü. Başına toplanan kalabalık onu hastaneye yetiştirirdi herhalde. Ölmeden son bir kez, son bir kez görür müydü?
“Yirmi dört saati aşkındır kanaması varmış,” diyen doktorun sesini duyduğunda nerede olduğunu merak ediyordu. “Bebek içeride öleli çok olmuş, kurtaramadık ama annenin durumu iyi.”
Annenin durumu iyi mi demişti? Anne öleli çok olmuştu.
EYLÜL ÇALIKLI
Hep ağzından çıkacak bir kelimeyi beklemiştim abimin.
Babamın gelmesini beklerken oturduğum pencerenin önüne gelip omuzlarıma bir şal atmak yerine keşke dizimin dibine oturup anlatsaydı bana her şeyi.
Bir kapının önünde dikilmiş Vural abim, Yener abime duyduğu pişmanlık yüzünden ağlarken, babamın kim olduğunu, nasıl biri olduğunu Adnan abimden duymayı beklememiştim hiç ben. Onlar beni hiç görmeseler de abimin uzun zamandır sustuklarını yüzüme çarpmışlardı bilmeden. Ellerimde buz gibi bir hisle, “Hangara gidip kafasına sıkmıyorsam eğer, bu şerefi Gurur’a bıraktığımdandır,” diye bitirmişti Adnan abim cümlesini. Babamın kafasına sıkmayı düşündüğü kurşunların her birini o an kalbime sıkmıştı ama bilmiyordu.
Söyle Eylül, abini kırdığına değdi mi?
Söyle Eylül, anneni üzdüğüne değdi mi?
Söyle Eylül, Cesur’un gözlerindeki kırgınlığı görmek pahasına da olsa babam diye tutturmana değdi mi?
“Tecavüzcü orospu çocuğu,” demişti Adnan abim öfkeyle, “hak ediyor mu sanıyorsun Eylül’ü? Hak ediyor mu?”
Bir adım geri giderken üzerime bir bina devrilmişti aslında ve ben o yıkılan binanın altında durup o binaya kollarımı açmıştım babam sanarak. Tesisten sessizce çıkarken gırtlağıma kadar gömüldüğüm hissi nasıl açığa çıkarmadım, nasıl ağlamadım acaba? Oysa çocuktum, el değmemiştim abimin gözünde, savunmasızdım biraz da ama aslında nasır bağlayan bir tarafım da vardı benim.
Ecevit abinin gözlerinin içine hiçbir şey yokmuş gibi bakarken içimde kan gölü büyüyordu benim, o gölün beni boğacağını bile bile gözlerimden de akıtmıyordum, sözlerim de sessizdi o göle; boğulmak çare gibi geliyordu o an için.
“Ecevit abi,” demiştim, “lütfen beni Zeliha ablama bırakır mısın?” Çünkü gözünün içine bakıp yılan zehri kustuğum o kızdan başka gidecek hiçbir yerim yok şu an benim.
Arabaya binerken ruhsuzdum, gözlerim boşluktaydı ve hislerim birbirinin üzerine binmiş damarlar kadar ağrı veriyordu. Abimin karşısına geçip onu kırdığım her an dün gibi aklımdaydı; bana çaresizce bakan gözlerinde sustuğu onca şey vardı ve ben görmeyi bırak, şüpheye düşüp durmamış, onun gözlerindeki çaresizliği sorgulamamıştım bile.
Tecavüzcü, diye düşündüm. Ne demek istediğini de düşündüm. Teröristti, tamam, onu anlamıştım, ihanet eden biriydi, onu da anlamıştım; abimin öfkesinin özünü de yavaştan görmeye başlamıştım ama tecavüzcü de ne demekti? Bunu anlayamadım.
Saatin ibresinin beşin üzerinde durduğunu hatırlıyorum, Ecevit abinin araçtan inip markete ilerlediğini, ışıkları kapalı aracın içinde bomboş gözlerle şeritlerde ilerleyen araçları izlediğimi… Adnan abim kafamın içinde benimle konuşmuyordu belki ama şöyle diyordu: “Yener’in de sebebi o, Gurur’un battığı bu karanlığın sebebi de o, ölmeyi hak ediyor. Şebnem ablaya yaptıklarından sonra, vatana ihanetinden sonra, çocuklarına yaşattıklarından sonra o it ölmeyi hak ediyor.”
Gözlerimi sıkıca yumduğumu hatırlıyorum. Babamın parmakları saçlarımın arasında dolaşıyor gibi hissettim ve bana anılarımın içinden, “Kalbimin temiz parçası sensin,” dedi, “senden başka tutunacak dalım yok benim.”
Kendimi daha kirli hissettiğim bir an olmuş muydu hiç?
Kalbinin temiz tarafı mı vardı senin, baba?
Abimin yemin töreninde bayrağı öptüğümü hatırlıyorum, göğsümde genişleyen bir gururla onun yürüyüşünü izlediğimi, dudaklarımdaki gülümsemenin onu o şekilde izlediğim her an yerli yerinde daima duracağını hissettiğimi… Torpido gözünü açarken, ciplerde her zaman yedek bir silah tutulduğunu biliyordum çünkü ben o Türk askerinin kız kardeşiydim, tesisin biriciğiydim, her şeyi bilirdim ve her şeye hâkimdim; torpido gözünde saklanan yedek silaha olduğum gibi.
Yener abimi düşündüm, gözlerinin kenarlarına yerleşen çizgiler gülüşünü açığa serdiği vakit daha da belirgin olurdu. Küçük bir kız çocuğuyken kalbimi pır pır ettiren o gülüş, aşk sandığım bir duyguyla sarıp sarmalardı kalbimi ama büyüdüğümde o hisler yerini bir kardeşin abiye duyduğu sevgiye terk etmişti.
Askerliğini elinden almalarına sebep kişinin ismi bir ok olup yeniden göğsüme girerken ikinci defa düşünmeden torpido gözünü açtım ve bakışlarımı omzumun üzerinden dışarıya çevirdim. Ecevit abim hâlâ marketin içindeydi. Silahı alırken, “Özür dilerim Ecevit abi, bu senin suçun değil. Bana güvenip bu arabaya beni alan sendin, senin güvenini boşa çıkarıp bu silahı çalan da benim,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum. Sonra o silahı paltomun cebine koyup torpido gözünü kapatmış, başımı koltuğa yaslayıp gözlerimi yumarak her zaman yaptığımı yapmış, konuşmaktan korktuğum zamanlar olduğu gibi uykuya dalmış numarasına başlamıştım. Ecevit abim beni istediğim yere getirene kadar konuşmamıştı, hatta uykumdan uyanmayayım diye radyosunu bile açmamıştı.
“Abi,” dediğim o ânı hatırlıyorum, arabanın kapısını açıyordum ve rüzgâr saçlarımı uçuşturuyor, yüzümü yakıyordu, “keşke senin kızın olsaydım ben.”
Ecevit abi, “Sana yukarıya kadar eşlik edeyim mi?” diye sorduğunda ona gülümsediğimi hatırlıyorum, yüzümü gizleyen gecenin karanlığından gözlerime çöken hüznü görmemişti ne mutlu ki.
Silahın sapını sıkıca tuttuğumu bilmiyordu. Diğer elimle kapıyı kapatarak binaya yürürken kalbimdeki ağırlığın sebebini bir tek ben biliyorum diye miydi bilmiyordum ama çok yalnız hissediyordum; bu dünyada yapayalnız hissediyordum. Kandırılmış, terk edilmiş, kıymet bilmeyen birisi gibi hissediyordum.
Gözümden bir damla yaşın süzüldüğü an, o andı belki. Siyah, üzerinde kırmızı çizgilerin olduğu motosikleti gördüğüm an da o andı. Tam binanın önünde dikilmiş sigara içen mavi gözlerin sahibinin bakışlarının yaşlı gözlerime çevrildiği an da o andı.
Parçalandığımı birine değil, daima abime gösteren tarafımın tırnaklarını içimde boydan boya gezdirip, ruhumu yırttığı an da o andı.
Bana doğru bir adım atarken elindeki sigarayı yana fırlattığını gördüm. Kaşlarının ortasında bir yarık tam da o an belirdi ve “İyi misin?” diye sorduğunda, ruhumun küle dönüp ayaklarıma döküldüğünü hissettim.
Tam gözlerinin içine bakıp, “Değilim,” dediğimi hatırlıyorum.
Yüzündeki karmaşa öyle çok çoğaldı ki benim içimdeki kadar değildi belki ama çok fazlaydı işte. “Ablam yok,” dedi telaşla, ardından elini omzuma yerleştirmek istedi ama sonra bunu yapmaya hakkı yokmuş gibi geri çekti. Havada duran eline yaşlı gözlerimle baktım, daha sonra gözlerim mavi gözleriyle buluştu. “Ama…” Bana bir adım daha yaklaştı. “Ben varım.”
Başımı önüme eğdiğim an, gözümden akan bir damla yaş hızla yere damladı. Mavi gözlerin sahibi işte tam da o anda vazgeçti ve elini omzuma bastırdı. “Sana bir şey mi yaptılar?” diye sordu ne yapacağını bilemiyormuş gibi. “Biri bir şey mi yaptı?”
“En az hasar gören benim,” dediğimde başım hâlâ önüme eğikti, gözlerimden hâlâ yaşlar dökülüyordu. “Ama neden kıyamet kopuyormuş gibi ağlıyorum?”
Mavi gözlerin sahibi bu defa omzumda olan elini geri çekip çeneme dokundu, kafamı havaya kaldırırken artık olduğum yerde titriyordum. Çaresizliğin bedenlendiği an, o andı; çaresizlik içimdeydi.
Adnan abim zihnimde, “Eymen ve Zeliha da o gün orada olmasaydı, belki de o hangarın ortasında onun kafasına sıkacaktı Gurur, bilmiyorum,” dedi öfkeyle.
Gözlerimden akan yaşlarla, mavi gözlerinin içine baktım ve “Artık babamın kim olduğunu biliyorum,” diye fısıldadım.
Parmakları çenemin üzerindeyken titredi. Tenimden tenine elektrik akmış gibi ürpererek elini geri çekerken gözlerimin içine yanılmadığımı gösteren gözlerle baktı. O da benim kimin kızı olduğumu biliyordu.
Titreyen çenem, birbirine vuran dişlerimle, “Bunu istemiyorum,” diye fısıldadım ve Eymen’in bakışları titreyen çeneme, ardından gözlerime dokundu. “Onu sevmek istemiyorum.” Mavi gözlerinin içinde dağılmış yansımamla karşılaştım ama utanmadım çünkü daha fazla utanacağım bir şey olamazdı; en büyük utancı bana veren adamı kalbimin derinliklerinde bir kız çocuğunun babasını sevişi gibi saf hislerle seviyordum. “Onu küçük bir kızın kalbiyle sevmek istemiyorum!” diye bağırdığımda Eymen’in göz bebekleri titredi ve titreyen karanlık göz bebeklerinin içinde duran gözyaşları içindeki yansımama baktım. “İstemiyorum!”
Ve sonra bağıra bağıra ağlamaya başladım.
O kadar çok bağırdım, öyle çok ağladım ki Eymen karşımda elini nereye koyacağını bilemiyormuş gibi dimdik dururken, aslında kalbimde büyüyen çaresizliğin bir benzerini hissettiğini fark edebiliyordum.
“Beni kandırdı!” diye bağırırken dizlerimin tutmadığını hissettim. Gözyaşlarım sicim gibi akarken tam yere çöküyordum ki Eymen beni dirseklerimden tutarak düşüşüme engel oldu ama dizlerimin yere değmesini engelleyemedi ve benimle birlikte yere çöktü. “İstemiyorum! İstemiyorum!” Hıçkırdım, başımı iki yana salladım, onun gözlerinin içine baktım ve “Abilerimi mahveden bir adamı sevmek istemiyorum! Kızı olmak istemiyorum!” diye haykırdım, haykırmadım, yakardım; yalvardım.
Eymen, tek kelime etmeden beni dirseklerimden kavrayıp gözlerimin içine bakmaya devam etti.
“İstemiyorum!” Haykırdım, ağladım, bağırdım. “Neden o olmak zorunda? Neden babam o olmak zorunda?” Dişlerim birbirine çarptığında biliyordum ki titriyordum. “Körüm ben! Sevilmek için her şeyi görmezden gelen bir körüm ben! Baktığım yerde olan şeyin sevgi olduğunu sandım, baktığım yerde gördüğüm adamın babam olduğunu sandım! İstemiyorum!” Yener abim zihnimin içinde bana gülümsedi, abim kırgın gözlerle gözlerimin içine baktı ve annem sadece ağladı. “İstemiyorum!”
Eymen konuşmadı, beni tuttu; düşüyordum ve o beni sadece tutuyordu.
“İstemiyorum,” diye fısıldadım güçsüzce, sonra o mavi gözlerin içine baktım. “Onun kızı olmak istemiyorum.” Sessizleştim ama bu anlıktı, o gözlere bakarken bu yalnızca anlıktı. “İstemiyorum!” diye bağırdım tekrardan ve o an, Eymen Özdağ’ın çatık kaşlarının altında beni izleyen mavi gözlerinin kısıldığı, burnundan sert bir nefes vererek beni kollarının arasına çektiği andı.
Titreyen ellerimi zar zor onun omzuna yerleştirip benim için kırk kat el olan o adama, içimde dağılan parçaları tutamayacağımı anladığım için çıldırmanın eşiğine gelmiş gibi hissederek sarıldım. Bağırarak, “Neden böyle olmak zorunda?” diye sordum. “Neden onun kızı olmak zorundayım? Neden bu kadar kördüm?” Bağırıyordum ama aslında bu haykırış değildi, bu kendimle aramda başlattığım savaştı, bu kendime çektiğim silahtı, bu kendimden tiksindiğim andı.
Kollarında çırpındığımda beni daha sıkı kavrayıp dağılmama engel olan Eymen Özdağ’dı.
“İstemiyorum,” diye fısıldadım; bana neyi istemediğimi sormadı, neden bağırdığımı sormadı, neden titrediğimi, neden yıkıldığımı, neden ona sarıldığımı sormadı. Bana sadece sarıldı.
“Nerede olduğunu bildiğini biliyorum,” diye fısıldarken sesim çatladı. Bedeni kasıldı. “Beni ona götür.”
Cevap vermedi.
Kollarının arasından çıkıp, dizlerim yerde, tıpkı benim gibi yere çökmüş mavi gözlü adama baktım. “Beni ona götür,” diye yalvardım.
“Abin bunu-”
“Beni ona götür,” dediğimde durdu, cümlesini tamamlamadan gözlerimin içine baktı. “Bu yüzleşmeye hakkım var benim.” Ellerimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. “Beni neden kandırdığını ona sormaya hakkım var benim.”
“Eylül,” dediğinde durdum, bu adımı onun ağzından ilk duyuşumdu. “İyi değilsin.”
“Bunun için beni ona götür,” dediğimde, “Abine sormadan bunu yapamam,” diyerek başını iki yana sakince salladı.
“Beni anlayamazsın çünkü baban senin hayatını bir kere bile mahvetmedi,” dediğimde dondu. Gözümden bir damla yaş daha aktı. “Beni anlayamazsın çünkü senin Kahraman Özdağ gibi bir baban var.”
“Sana tüm olanları abin mi anlattı?” diye sordu sessizce.
Beni başka türlü götürmeyeceğini bildiğimden sadece, “Evet,” dedim, daha sonra söylediğim yalan içimi çalkalayıp dibime çöken acıyı ortaya çıkaracaktı ama şimdi sadece gitmem gerekiyordu.
Tereddüdün mavi gözlerindeki bir ışığa dönüştüğünü gördüm ama yavaşça kalkıp bana elini uzatırken, başka çaresi olmadığını biliyor gibiydi. “Sadece beş dakika,” derken sesinin solgun olduğunu fark ettim. Birinin bana acıdığını hissetmek başka zaman çok canımı yakardı belki ama şu an hiçbir şey kalbimi daha fazla ağrıtamayacağından, bunu görmezden gelip elini tutarak ayağa kalktım.
Sonra hiç düşünmeden kaskını bana uzattı.
“Senin kaskın,” dediğimde, “Bugün senin,” dedi ve kaskı almayacağımı anladığında beni kendine çekip kaskı kafama yerleştirdi. Motosikletine binip çenesiyle arkasını işaret ettiğinde kaskın altında kalan yüzüm hâlâ gözyaşlarımın ilerlediği acı dolu bir araziydi.
Kollarımı onun beline sararken ağlamaya devam ettim, gözyaşlarımı görmese de ağladığımı biliyordu. Motosiklet Isparta’nın sokaklarında ilerlerken ağladım, dağın ıssızlığına ulaştığında hâlâ ağlıyordum.
Bir kız çocuğunun babasına vedasından daha fazlasını isteyen kalbim, göğsümün derinliklerinde şiddetle sancıyordu.
Motosiklet, hangarın önüne geldiğinde uzun süre arkasında oturup, belinde duran parmaklarımı tenine bastırmaya devam ettim. Bana zaman verdi, ineceğim ânın gelmesini sabırla bekledi.
Motosikletten indiğimde girmek üzere olduğum yolun bir dönüşü olmadığını biliyordum. Kalbimden adına babam dediğim bir cenaze kalkıyordu.
Kaskı çıkarıp hangarın önüne doğru yürürken saçlarımı uçuran rüzgârı hissetmemeyi diledim. Ama durduramadım. Her şeyi en ince detayına dek hissettim. Bakışlarımı soluma çevirdiğimde, hangarın az ilerisindeki cipi gördüm ve askerlerin burada nöbette olduğunu fark ederek elimi paltomun içine sokup silahı sıkıca kavradım.
Annem zihnimin derinliklerinden bir anıdan bana, “Gurur’un senin için bir çocuk olmadan baba olmayı öğrendiğini göremeyecek kadar aptalsın!” diye bağırmasıyla sarsıldım. O anıda ben yine kördüm, ben yine nankördüm. Kapısı aralık duran hangardan ilk adımı atıp içeri girdiğimde karanlık beni anılardan daha sarsıcı bir şekilde kavrayıp her tarafımı sardı.
Bir hareketlilik hissettim önce, bu hareketlilik, yerinden çıkacak, gidecek gibi hissettiren kalbime değil, kalbimi yerinden çıkaracak gibi hissettiren o insana aitti.
Babama aitti.
“Eylül,” diye fısıldadığında, onun bana koyduğu ismin yazımı sonbahara döndüreceğinden bir zamanlar bihaberdim.
Kendi kanının içinde yatıyordu ve soluduğum o ağır kokunun sebebinin onun kanı olduğunu bilmek içimi hem dağlıyor hem de öfkemi körüklüyordu. Gözlerimiz birleştiğinde, abimin bir kopyası gibi görünen gözlerine bakmak, ruhum kökünden sökülüyormuş gibi hissettirdi.
Doğrulmaya çalışırken gözlerinde gördüğüm umuttu, daha sonra yüzümde hâlâ taze duran gözyaşlarını görmüş olacak ki o umudun telaşa dönüştüğünü gördüm.
“Buradayım baba,” diye fısıldadım gözlerinin içine bakarak. Seni seven kalbimi terk etmek için.
“Kızım,” dediğinde içimde dolaşan o acının boyut atladığını hissettim.
Evet, baba. Ne yazık ki senin kızın.
On dokuz yaşında, içine on dokuzdan fazla kurşun doldurduğun kızın.
“Çıkar beni buradan,” derken kalbim göğsümün içinde sarsıldı. “Beni çıkarmak için mi geldin?”
“Seni çıkarmak için geldim.”
Kalbimden.
“Bebeğim,” derken ağlamaklı bir ses çıkardı.
Ne çok isterdim annemin karnında ölmüş bir cenin olarak dünyaya gelip nefes almadan toprağın altına girmeyi.
Tam önüne gelip yavaşça yere çökmeden önce gözlerinin içine baktım. O gözlerde her ne gördüyse duraksadı, yere çöktüğümde ise sürünerek bana sokulmayı denedi. Yapamadı. Acı içindeydi. Hayatımıza ektiği acılar bunun yanında hiçti ama yine de o şu an acı içindeydi. Sus Eylül, vicdanın bir ustura olup kaymasın abinin damarlarında, öptüğün bayrak senin kanın da olur, baban da.
“Güzel kızım,” diye fısıldayıp ağlamaya başladığında, aslında öyle çirkindim, öyle çirkindim ki ben. Elimi yanağına kaydırıp kanıyla yapış yapış olmuş cildine dokundum, çocukken avuçlarıma batmasını hayal ettiğim sakalları avuç içlerime battığında hissettiğim şey, çocukken hissedeceğimi zannettiğimden ne kadar da uzaktı.
“Güzel kızım, ya sen yetişmeseydin benim imdadıma? Ölüyordum, ölüyordum artık,” dedi acı içinde ve ilk kez o an, onun böyle biri olmasındansa ölmesini diledim. Belki eksik, yarım büyürdüm ama şu an hissettiğim gibi hissetmek zorunda kalmazdım.
“Neden?” diye sorduğum an durup gözlerimin içine baktı, yüzü hâlâ avucumun içinde duruyordu. “Baba,” dedim sanki son kez dediğimin farkında gibi ve bunu ona da hissettirmiş gibi. “Neden?”
“Eylül sana ne dediler bilmiyorum ama…”
“Baba neden ihanet ettin vatana?” diye sormamla, gözlerimin içine mıhlanıp kalması bir oldu. “Baba, neden ihanet ettin bana?”
“Eylül…”
Gözlerimdeki yaşlar birden bıçak gibi kesilirken, “Tecavüz mü ettin anneme?” diye sordum. Saatin ibresi hızla geçmişe döndü, babam geçmişin içinde boğuldu, ben o geçmişin içinde onun boğulduğu denizde yandım.
“Ben seni çok seviyorum,” diyebildi ama bu manipüleyi artık kabul eden bir kalbe sahip değildim.
“Abime ne yaptın?” diye sordum, ardından ekledim: “Abilerime ne yaptın?”
“Ben seni…”
“Abilerime ne yaptın?” diye bağırarak sormamla irkildi. “Cesur’a, Gurur’a… Sen benim abilerime ne yaptın baba?”
“Ben…”
“Sen ne?” Elimi geri çektim. “Biz senin tecavüzlerinin eseri miyiz?”
“Hayır hayır!” diye bağırdığında kıvranışına ruhsuz gözlerle baktım. “Ben sadece bir-”
“Ben,” diye fısıldadım korkuyla geri çekilerek. “Ben mi?”
Babam, “Hayır!” diye bağırsa da artık cevabı biliyordum.
“Ben.” Titreyen elimi göğsüme bastırıp, “Ben senin pisliğinim,” diye fısıldadım ve babam doğrulacakken onu birden iterek yere serdim. Vicdan azabı hissedemedim, üzüntü kaybolup gitti; geriye kalan son ruh köküm de yerinden söküldü ve bomboş bir bedenden ibarettim. “Ben…” Titreyen elimi göğsümden uzaklaştırıp, “Sen…” diye fısıldadım. “Anneme ne yaptın?”
Babam gözyaşları içinde, “Sen benim bebeğimsin,” dedi sadece.
“Abimin hayatını mahvetmek için geldin, benim için değil,” dedim sonunda saklandığım gerçeği önüme alıp onunla yüzleşerek. “Hiçbir zaman benim için gelmedin.” Elimi başımın üzerine koyup boşluğa bakarken, “Yener’in elinden her şeyini aldın, abilerimi mahvettin, sen benim öpüp başımı koyduğum bayrağa ihanet ettin,” diye fısıldadım dehşet içinde. Gözlerinin içine baktım. “Sen bir hainsin.”
“Dinle beni, çıkalım buradan. Her şeyi telafi ederim. Seni alırım, gideriz, düzelirim, iyi biri olurum, temizlerim her şeyi, geçmişimi, geçmişimizi…”
“Peki ya abime yaptıkların ne olacak?” diye bağırarak sordum birden, sesim boş hangarın içinde yankı uyandırdı. “Peki ya benim abim ne olacak?”
“Benim umurumda olan tek şey-”
“Pisliğin mi?” diye sordum, “pisliğin olan ben mi?”
Ayağa kalkarken dizlerim titredi, dengemi kuramayıp yere geri kapaklandım, endişeyle doğrulmaya çalıştığında yeniden kendimden iğrendim. Bana kıyamadığı için kendimden tiksindim. Doğrulup kalktığımda artık ayaklarımın üzerinde duran bir cesettim.
Babasının biricik cesediydim.
Silahı avucumun içinde sıkabildiğim kadar sıktım ve son bir güç kırıntısına tutunarak onu paltomun cebinden çıkarıp babama doğrulttum.
Bu, Emsal Çalıklı’nın gözlerinde şaşkınlığı gördüğüm ilk andı.
“Eylül,” dedi kekeleyerek. Silahın sapını iki elimle avuçlayarak namluyu doğrulttuğum adamın gözlerinin içine baktım. “Senin elinden gelecek ölümden korkarım mı sanıyorsun?” diye sorarken ciddiyeti gözlerine dağılmış, bir bariyer kurmuştu.
“Senin kızın olmaktansa, katilin olurum,” diye fısıldadım.
Babam acıyla gözlerini yumup, “Ölmekten korkmuyorum, senin beni öldürmenden korkmuyorum ama bunu kendine yapma,” diye fısıldadı.
“Seni çok seviyordum,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum, elim son kez titrerken, bu ona içimdeki sevgiyle kurduğum son cümleydi.
“Seni çok seviyorum,” diye fısıldadı babam.
“Sen abilerimi mahvettin.” Silahın emniyetini kaldırdım. “Sen annemi mahvettin.” Araladığı gözlerine ona veda ediyormuş gibi bakıp son kez gülümsedim. “Sen vatana ihanet ettin.”
“Eylül, seni seviyorum.”
Seni son kez seviyorum, baba.
Bir askerin apar topar içeri girdiğini, bağırarak, “Ne oluyor?” diye sorduğunu duydum ama artık çok geçti.
Eymen’in, “Sadece konuşacaklar, lütfen durun,” diyerek askerin arkasından içeri girdiğini duydum ama artık çok geçti.
“Seni son kez seviyorum, baba.” Gözümden bir damla yaş aktı. “Ama babam bile olsan, abime bunu yapmış birine, bayrağı ayaklar almış bir haine merhamet,” diye fısıldadım, “önce abime, sonra da vatana ihanettir.”
Ve silah patladı.
ZELİHA ÖZDAĞ
Gurur, paltosunun cebinden çıkardığı cevizleri avucumun içine doldurdu, sonra eğilip dudaklarını alnıma bastırdı ve “Ye bakalım şunları,” dedi. Merakla gözlerinin içine bakıyordum, toplantıdan çıkalı on beş, yirmi dakika olmuştu ve beni onu beklemem için bıraktığı kafeden almak için doğrudan yanıma gelmişti. Kafenin kapısında durmuş avucuma doldurduğu cevizlere, sonra kafamı kaldırıp onun gözlerinin içine baktım.
“Nasıldı?” diye sordum cevizlerden birini ağzıma götürürken.
“Olumlu sonuçlanacak gibi duruyor,” dedi gözleri yüzümde dolanırken. Sokak lambalarının turuncu ışığı, yüzünün yarısını aydınlatıyordu ve aydınlanan tarafta kalan göz rengi diğerine oranla daha yeşil görünüyordu. Ela gözlerine uzunca bir süre bakıp cevizi ağzımın içinde geveledim, sonunda yutup başımı salladım.
“Gizliliğinizi bu denli ihlal etmeniz ve onlara çok fazla alan tanımanız sorun olmayacak mı?” diye sorarken cevizlerden birini daha parmaklarımın arasına alıp dudaklarıma götürdüm. Hiç tadım yoktu doğrusu ama cevizi uzatan o olduğundan yiyesim geliyordu.
“Bunu göze aldık,” dedi, ardından büyük avucunu başımın üzerine koyup başımı okşadı. “Sen düşünme bunları. Ceviz iyidir, ceviz ye.”
“Yener’den haber yok mu?”
“Var, Zafer haklıymış, Balıkesir’e gitmiş. Babasını ziyaret etmiştir, bugün yarın geri döner,” dedi Gurur, durgunlaştığını fark ettim ama üzerinde durmamaya çalıştım çünkü bu konuyu irdelersem yeniden kendisini suçlu pozisyonda görmeye başlamasından korkuyordum. Hoş, içten içe hâlâ kendini suçlu gördüğü gün gibi ortada duruyordu.
“Yalnız olması sorun olmayacak mı?” diye sordum elimde olmadan.
Gurur, “Balıkesir’de yalnız değil,” dedi, “orada da bir dostumuz var.”
Başımı aşağı yukarı salladım, ardından parmaklarımın arasında duran cevizi ona uzatıp dudaklarına yaklaştırdım. Gözlerini gözlerimden tek bir an olsun çekmeden dudaklarını aralayıp cevizi iki dudağının arasına aldı. Bakışları içimde durmak nedir bilmeyen bir ırmağın yeniden gürüldemesine neden oldu. Parmak uçlarım dudağının kenarlarına temas ediyordu, bu benim kalbim için de bedenim için de bir vurgun sayılırdı.
Cevizi dişlerinin arasına almasıyla parmaklarımı acele ederek geri çektim. Dudaklarında muzip bir kıvrım oluştu, gözlerindeki anlamlar tek bir an silinmedi ve gözlerimin içine baka baka cevizi çiğnedi. Bakışlarımı gözlerinin hapsinden kurtararak farklı yöne çevirdiğim an avucunu belime yerleştirip beni kendisine doğru çekti. Bedenlerimiz birbirine yaslandığında teması sıfıra indirmemizi engelleyen sadece üzerimizdeki kumaş parçalarıydı.
Yanağını yanağıma sürtüp, kulak boşluğuma doğru, “Tek bir dokunuş, tek bir bakış, nasıl da alev alev yakıyor bizi, hissediyor musun, Zerdali?” diye sordu fısıltıyla. Sesinin tınısı, derin bir okyanusun içinde büyüyerek bir şehir boyutuna ulaşan dalga gibi beni altına aldı. Hislerin hızla tüm uzuvlarımda hareketlenerek derimin altına işlediğini, içimi karışlamaya başladığını hissettim.
Aramızdaki tansiyon düşmek nedir bilmiyordu.
Aniden telefonu çalmaya başlayınca burnunu yanağıma sürterek benden uzaklaştı. Paltosunun cebinden çıkardığı telefonu açıp kulağına götürürken gözleri hâlâ gözlerimdeydi; muzip bakışlarından kaçmadan ona karşılık veriyordum.
“Söyle birader,” diyerek açtığı telefonun diğer ucundaki sesin sahibi bir şeyler söyledi. Gurur’un bana bakarken muzip ifadelerle parlayan gözlerinde anlık bir donukluğa rastladım, hemen arkasından o gözlerdeki tüm ışıklar söndü ve ıssızlıkla birlikte karanlık gözlerini hâkimiyeti altına aldı. Telefon kulağında asılı kaldı ama ne dudakları hareket etti ne de bedeni. Hattın öteki ucunda belli belirsiz duyulan sese kulak kesilmeyi denesem de bakışlarına çöken karanlığa öyle çok odaklandım ki hattın ucundaki sesin söylediklerini algılayamadım.
“Gurur?” Avucumu göğsüne koyup merakla gözlerinin içine baktım. “Ne oldu?” Korku avucumun içinde çarpmaya başlamış gibiydi, göğsüne dokunduğum an avucumdaki korku fırlayıp onun bedenine yayıldı sanki.
“Geliyorum,” diyerek telefonu kulağından çekmesiyle, “Zeliha,” demesi bir oldu. Korku içimde daha da büyürken gözlerinin içine dikkatle baktım. Söyleyeceklerinden hem korktum hem de delice bilmek istedim. “Taksiye binip eve gidebilir misin?”
“Ne? Neler oluyor?” diye sordum telaşla. “Gurur, Yener’e mi bir şey oldu?”
Gözlerimin içine saklayamadığı ama saklamak için çok uğraştığı o panikle bakınca avucumu göğsüne daha sert bastırdım. Soğukkanlı görünmeye çalışması nafileydi, bir başkası her şeyin yolunda olduğuna inansa bile ben inanmazdım çünkü karşımdaki adamı tanıyordum; bu ifadeyi biliyordum.
“Gitmem gerek,” diyerek bir adım çekilince avucum boşlukta asılı kaldı.
Karman çorman olmuş bir ifadeyle, “Birine bir şey mi oldu?” diye sordum dehşetle, hissettiğim korkuyu bastırmayı denedim ama sonuç başarısızdı.
“Eylül,” dedi, sonra sustu ve aceleyle sırtını bana dönüp sokağın sonunda park hâlinde duran cipine doğru yürümeye başladı. Hızlı adımlarına yetişmek için koşmak zorunda kaldım. Panik içimde koca bir oyuk şeklini alıp gitgide daha da derinleşti. Eylül’e ne olmuştu? Başına bir şey mi gelmişti? Korku karnımda bir bıçak gibi derinleşti, keskinleşti ve paniğin kan olup içimden dışıma taştığını hissettim. Gurur cipe binerken hissettiğim panik beni soğukkanlı olmanın dışına ittiğinden hiç düşünmeden yolcu koltuğuna atlayıp emniyet kemerimi bağladım. Gurur o kadar donuk durumdaydı ki dönüp bana tek kelime edemedi, inmemi söylemedi, sadece hızla arabayı çalıştırdı ve gaza bastı.
Sarsılarak ilerleyen aracın lastiklerinin altımızdaki yolu kesip biçtiğini hissettim, Gurur son derece dikkatliydi, gözlerini yoldan ayırmıyordu ama hızlanabildiği kadar hızlanıyordu ve bu durum içimdeki paniğin daha da büyümesine neden oldu. Sorular dilimin ucunda büyüse de ağzımı bıçak açmadı çünkü soracağım sorulara cevap alamayacak olmamın yanı sıra, bu soruların onu sadece daha da sıkıştıracağını hissederek susmuştum. Ellerimi döşemelerin kenarına bastırdım, bir sorun çıkmamasını dileyerek ön camdan dışarıya baktım ve ona yavaşlamasını söyleyemedim bile çünkü Gurur eğer hızlı olması gerekmeseydi asla bunu yapmazdı.
Tedirgin bakışlarım anlık ona dokundu. Yüzüne yansıyıp sönen far ışıkları, çehresine çöken paniğin daha da belirginleşmesine neden oluyordu. Gurur öndeki arabalardan birine makas atarak öne geçti ve bana, “Yalvarırım dikkatimi dağıtacak tek kelime etme çünkü yanımdasın ve yanımdayken araba kullanmanın ne demek olduğunu bilseydin, benimle bir daha arabaya binmezdin,” dedi çelikten bir sesle. Söylediği şey beni o geceye götürdü; o gecenin içinde rüzgârın sesini duydum, gecenin rengini yeniden içimde hissettim. Ruhumda biriken korkuya rağmen ağzımı açmadım, tek kelime etmedim, içim içimi yiyorken susup beni götürdüğü yerde bizi bekleyen şeye hazırlanmaya başladım.
Dağ yoluna girdiğimizde gittiğimiz yerin tesis olduğunu düşünmüştüm, hastaneyi arkamızda bırakmak beni biraz olsun rahatlatmıştı ama asıl varmak üzere olduğumuz lokasyonu fark ettiğimde kalbim yeniden gümbürdedi. Dakikalar sonra dağın kalbi olan tesiste değil, dağın karanlığı olan hangarın önündeydik.
Daha da çılgına dönmeme neden olan, hangarın önünde erkek kardeşimin motosikletinin durduğunu görmüş olmamdı.
“Eymen!” diye bağırdım bilinçsizce, Gurur, “Sikeyim!” diye bağırarak arabayı durdurdu ve emniyet kemerini âdeta parçalar gibi çözerek arabadan dışarı fırladım.
Kalbim ellerimde, boynumda, tüm bedenimde çarpıyordu. Sessiz bir uğultunun içinden hızla geçip o uğultuyu gürültümle delmiş gibiydim. Eymen’in hangarın kapısından bembeyaz bir suratla çıktığını gördüğümde, “Eymen!” dedim dehşet içinde. “Sen burada ne arıyorsun?”
“Abla,” dedi Eymen, kekeliyordu, gözlerini önce hangarın aralık kapısından içeri çevirdi, sonra da bana çevirdi ve “Yemin ederim,” dedi, “Yemin ederim bilmiyordum!”
Gurur yanımızdan bir rüzgâr gibi esip geçti. Karmaşayla önce kardeşime, sonra da hangarın kapısından hızla içeri dalan Gurur’un sırtına baktım ve “Beni burada bekle!” diyerek Gurur’un arkasından hangarın içine girdim.
Gurur’un geniş sırtından başka hiçbir şey göremedim.
Göremeyeceğimi sandım.
Ta ki Gurur temkinli bir adım atana, bir aralık açılana ve o küçük aralıktan kanımın ters yöne akmaya başlamasına sebep olan manzarayı görene dek.
Eylül, yerde, dizlerinin üzerinde ipleri bırakılmış bir kukla gibi oturuyor, iki eliyle bir tabancayı sıkıca kavramış, önündeki şeye bakıyordu. Önündeki şeye. Önündeki şey, Emsal’in yerde yatan kanlar içindeki vücuduydu. Eylül’ün hemen yanında Sadullah duruyor, beti benzi atmış bir hâlde Gurur’a bakıyordu ama Gurur’un sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum. Beynimi eşeleyen o tanıdık sinyal sesinin zihnimi yırtarak kulaklarımı çınlatmaya başladığını hissettim. Kalbimin vuruşları öyle net ve sertti ki, kendi kalp atışlarım ve o sağır edici sinyal sesi dışında hiçbir şey duyamıyordum.
Sadullah, “Gurur,” dediği anda, Eylül’ün omuzları titredi. Omzunun üzerinden yavaşça arkasına baktı, sonra birdenbire ipleri biri tarafından yeniden tutulmuş ve canlanmış gibi başını iki yana sallayıp bağıra bağıra ağlamaya başladı.
Dizlerimin arkasına birisi vurmuş gibi hissettim ama yine de durdum, durdum ve Eylül’e baktım. Gurur bir şeyler söylemeliydi belki ama yapmadı, sadece Eylül’e doğru bir adım atıp, ellerini havaya kaldırarak, “Güzel kızım,” dedi canından koparcasına. Gerçekten tüm kalbiyle söylemişti bunu, tüm kalbimle hissetmiştim çünkü. Bir dizini yere indirdi, Eylül hâlâ bağıra çağıra ağlıyordu. Sanki ağlarken yardım çığlıkları atıyordu, sanki içindeki acıyı söküp çıkarsınlar istiyordu. Yerde sürünerek abisine doğru kaydı, titreyen elindeki silah yere düşecek sandım ama son gücüyle silahı tuttu. Gurur, sakince Eylül’ün elindeki silahı alıp, Eylül’e sarılırken diğer dizini de yere dayadı. Bakışlarımı yerde kendi kanının içinde uzanan o adama çeviremedim, bunu yapamadım, sadece Gurur ve Eylül’e baktım.
Gurur, Eylül’e sıkıca sarılırken yüzünü Eylül’ün kumral saçlarının içine gömdü, nefesiyle beraber Eylül’ün saçları uçuştu ve “Bebeğim, ben buradayım,” dedi yıkılmaz bir sesle. “Abin burada. Geçti. Buradayım ben bebeğim.”
“Abi!” Eylül deli gibi titreyerek ağlıyor, parmaklarının beyazı allanana dek abisinin sırtına bastırıyordu. Canımın çok acıdığını hissettim ama daha büyük bir acı varsa eğer, bu şu an Eylül’ün içindeki acıydı. O yüzden onun acısına saygı duyarak sakince durdum; iki ayağımın üzerinde ayağımın altındaki yer kayıyormuş gibi hissederken öylece durdum. “Abi, abi ben yaptım! Ben yaptım!” Haykırarak ağlamaya devam etti. “Neden söylemedin bana? Sana bu kötülükleri etmiş birini sevmeme neden izin verdin abi? Neden seni onun için üzmeme izin verdin abi?” Hıçkırıklarında boğulacağını sanarak panikle olduğum yerde kıvrandım ama onlara sokulamadım. Sadullah gözlerini yerde yatan adama indirip parmaklarını nabzına bastırdı, sanıyorum bu ilk bastırışı değildi ama bir umut yeniden yapmıştı. Gözlerini sıkıca yumup geri açtı, dişlerini birbirine bastırarak yerde çökmüş vaziyette kız kardeşine sarılan Gurur’a baktı. Sadullah başını iki yana salladığında Gurur, Eylül’ü kendine daha sıkı bastırdı.
Emsal Çalıklı’nın nabız yoktu.
Emsal Çalıklı ölmüştü.
Bakışlarım yüzüne çevrildi, cansızdı; beni tehdit etmek için aralanan dudakları sımsıkı kapalı duruyordu ama Gurur’un bir kopyası olan gözleri açıktı. Gözleri açık ölmesinin nedeni Eylül’e son defa bakmak istemesinden miydi? Gözlerim Emsal’in gözlerinde asılı duruyorken Gurur, Eylül’ü her şeyini kaybetmiş bir prenses gibi kucakladı. Eylül, yüzünü Gurur’un boyun girintisine saklayıp bağıra bağıra ağlamaya devam etti.
Gurur’un kucağında kardeşine ait acı içindeki bir cenazeyle hangarın çıkışına ilerlediğini gördüm. Hareket edemedim, bakışlarım Emsal’in gözlerine saplanmış durumdaydı. Sadullah, “Zeliha,” dediğinde kafamı kaldırıp zar zor ona bakabildim. “Bu durumu ben hallederim. Onların yanına git.”
Bir adım geriledim, bir adım daha… Tökezledim ama düşmedim. Eymen’in bakışlarını sırtımda hissettiğimde attığım geri adımların hangarın sonuna geldiğini fark etmiştim. Eymen, soğuk elleriyle beni omuzlarımdan tutarak kendisine çevirdi. Dehşetle onun gözlerinin içine baktım. Mavi gözleri pişmanlık alevleriyle sarılmıştı.
“Özür dilerim,” dediğinde ona sadece bomboş gözlerle baktım. “Bunu yapacağını bilmiyordum.”
Bakışlarımı omzumun üzerinden hangarın dışındaki silüete çevirdim. Kucağında kız kardeşi, elinde bir silahla dağın karanlığında dikilmiş, karşısındaki zifirîyi izliyordu. Eylül’ün ağıtları yeri göğü, dağı sarstı. Hiç durmadı, acıyla kıvrıldı, çaresizlikle ağladı, dehşetle bağırdı. Kendime son bir güç çağırdım, son bir gücün beni çevrelemesini istedim. Yere sağlam basmaya başlayan adımlarım beni onlara doğru götürürken yaşanacak son felaketin de sonunda kapımızı çalmadan içeri girdiğini biliyordum.
Gurur’un sırtına avucumu bastırdığımda başını havaya dikip gökyüzüne baktı. Eylül’ün ağıtları önce yavaşladı, daha sonra hıçkırıklara dönüşerek sessizliğe büründü.
“Onu buradan götürmeliyiz,” dedim kendimi hızlıca toparlayarak. Gurur başını aşağı indirdiğinde beni onayladığını hissettim ama yüzünü göremiyordum. Belki de güçlü kalabilmem için yüzünü görmemem gerekiyordu. Arabaya doğru yürümeye başladı ve ondan önce davranarak arka koltuğun kapısını açtım. Eylül’ü dikkatlice arka koltuğa oturttu, tam geri çekilecekti ki Eylül bir kez daha boynuna sarılıp, sessiz, iniltiye benzer sesler çıkararak bir şeyler mırıldandı ama onun ne dediğini duymadım; kulağımda büyüyen uğultular yüzünden duyamadığımı düşündüm.
Sonra birden Eylül’ün ellerinden çekilen gücü gördüm, bedeni geriye doğru devrildi ve arabanın içine yığıldı. Bayıldığını anladığımda paniklememeye çalıştım ama kalbimin atışları çok güçlüydü. Buz tutmuş ellerimle Gurur’un omzuna dokundum, Gurur soğukkanlılıkla kız kardeşinin üzerine kollarından sıyırdığı paltoyu örttü ve silahı beline koyarak, “Arabaya bin,” dedi bana.
Söylediğini yapmadan önce, ileriden bizi izleyen kardeşime hızla, “Eve,” dedim, Eymen olduğu yerde hareketsizce bana bakmaya devam ediyordu. “Hemen,” diye bastırdığımda başını aşağı yukarı salladı ama benden farksızdı, gücünü toparlamaya çalışıyor olsa bile elinin ayağının tutmaz duruma geldiğini biliyordum.
Emniyet kemerimi bağlamadım çünkü ellerim çok soğuktu; çünkü ellerimi kullanmak bu kez çok daha zordu. Gurur da kendi emniyet kemerini bağlamadı, sadece arabayı çalıştırdı ve gecenin içinde rüzgârla yarışır gibi ilerlemeye başladı.
Araba hızla ilerliyordu, Eylül’ün bilinci kapalıydı ama kapalı bilincinin ardından bile mırıltıları bize ulaşmaya devam ediyordu. Gurur’un profiline yansıyan o ölüm sessizliğinin beni korkuttuğunu hissetsem de onu izlemekten ileri gidemedim, ağzımı açıp tek kelime edemedim. Buz tutan ellerimi pantolonuma sürttüm ama bu ellerimi ısıtmaya yetmedi.
Emsal Çalıklı ölmüştü.
Emsal Çalıklı’yı öldüren kendi kızı olmuştu.
Açık gözlerini hatırladım, gözlerimi sıkıca yumdum ve karşı şeritten geçen arabaların far ışıklarının kapalı gözlerimin altına bile erişerek karanlığımı beyaza boyadığı ânı izledim.
Araç binanın önünde durdu. Saatin ibresi hızla dönmeye başladı. Sonunda Eylül’ün, “Abi,” diye fısıldamasıyla gerçekliğin içine geri çekildim. Arabanın içinde o dağlar yıkan sessizliği sona erdiren onun zayıf, acı dolu sesiydi. Gurur, direksiyonu daha sert kavradı ama cevap vermedi, veremedi, daha sonra Eylül’ün yeniden sessizliğe gömülmesiyle kapıyı sertçe açarak dışarı çıktı. Eymen’in motosikleti yavaşlayarak Gurur’un önünde durduğunda, ben de arabadan inmiştim.
Eymen motosikletten inip kaskını motorun üzerine bırakarak Gurur’a yöneldiği an, Gurur birden hiddetle ona dönerek, “Sen mi yaptın?” diye bağırdı. Olduğum yerde sıçradım, hızla onlara doğru yürürken, Gurur, Eymen’in üzerine yürüyerek, “Ona sen mi anlattın?” diye bağırdı bu defa, sesinde öfkeden daha başka bir şey vardı.
Eymen, sakin gözlerle, korkuyorsa bile bunu göstermeden, belki de sadece çaresiz hissederek, “Hayır,” dedi, Gurur duraksayarak Eymen’in gözlerinin içine baktı. “O zaten her şeyi biliyordu.”
“Onu nasıl oraya götürürsün?” diye bağırdı bu kez Gurur, şartlar farklı olsaydı önüne atlayıp bunu kesmesini sağlayabilirdim ama öyle bir şeyin içindeydik ki kimse kimseyi durduracak güce sahip değildi. “Sana diyorum! Onu oraya nasıl götürürsün?”
“Senin bildiğini söyledi,” dedi Eymen tekrar aynı sakinlikle, doğrudan Gurur’un gözlerinin içine bakıyordu. “Sadece yüzleşmek istediğini sanmıştım.”
Arabanın kapısının açılırken çıkardığı o tok ses, Gurur’un da Eymen’in de suspus olmasına, irkilerek bakışlarını arabaya çevirmelerine neden oldu. Eylül, dışarıya bacaklarını uzattı ama arabadan çıkamadı, hızla ona doğru yürüyüp ellerini tuttuğumda bana yaşlı gözleriyle baktı.
“Eymen’in bir suçu yok,” dedi önce gözlerimin içine bakarak. Elini daha sıkı kavradığımda benden güç alarak arabadan çıkıp, sırtını arabaya yaslayarak, “Onu kandırdım,” diye fısıldadı güçsüzce. “O hiçbir şey bilmiyordu.” Bana tutunması için onu kendime çektim, bedeni bedenimin üzerine yıkılınca başımı başının üzerine bastırıp Gurur’un gözlerinin içine baktım.
“Gurur, onu yukarı çıkarmalıyız,” dedim, “lütfen, şu an değil.”
Gurur, tüm yükü üzerime aldığımı fark edince bize doğru yürümeye başladı. Eylül’ün bilincinin, gelgitleri büyüyen bir deniz olduğunu benim gibi Gurur da fark etmiş olmalıydı. Eylül’ü kucaklayıp binaya doğru ilerlemeye başladığında olduğum yerde hareket edemeden bir süre arkalarından baktım.
Eymen, solgun bir yüzle, “Abla,” dedi, bakışlarımı ona çevirirken hâlâ nasıl bacaklarımın üzerinde sapasağlam durabildiğimi sorguluyordum. “O adam öldü mü?” Cevap veremedim, Eymen konuşamayacak durumda olduğumu fark etmiş olacak ki bana yaklaşıp, beni omuzlarımdan tutarak, “Özür dilerim,” dedi, “yemin ederim ben bunu hesap edemedim. Bana Gurur abinin bildiğini söyledi. Kendisine bunu yapacağını bilseydim onu götürür müydüm?”
“Senin suçun değil.” Sesimin bana yabancı geldiğini hissettim. “Hiç kimsenin suçu yok.” Arabanın kapısını kapatarak binaya yöneldiğimde Eymen ne yapacağını bilemiyormuş gibi olduğu yerde bir süre dikildi, daha sonra arkamdan geldi.
Asansörde sessizdik. Kapının önüne geldiğimizde de sessizlik kaldığı yerden devam ediyordu. Titreyen ellerimle zar zor anahtarı anahtar deliğine sokup kapıyı açtım. Açılan kapının ardında bizi bekleyen karanlık eve ilk giren Gurur oldu. Arkasından Eymen ve ben de içeri girdik, kapıyı kapatırken gözlerim Gurur’daydı. Önce bilinci yeniden kapanmış Eylül’ü koltuğun üzerine bıraktı, ardından köşede duran pelüş battaniyeyi açıp kız kardeşinin üzerine serdi.
“Şimdi ne olacak?” Sorusu Eymen’in dudaklarından firar edene dek ayakta, Eylül’ün önünde öylece dikildik.
Gurur, “Bu gece hiç yaşanmadı,” dediğinde bakışlarım profiline tutundu. “Böyle bir şey hiç yaşanmadı.”
Eylül’ün ağlamaya benzer bir ses çıkararak cenin pozisyonunda küçüldüğünü gördüm. Alnına yapışan saçlarını geriye çekmek için önünde diz çöküp parmaklarımı alnında dolaştırdım. Saçlarını geriye iterken, “Geçti,” diye fısıldadım, genzinden bir inilti daha yükseldi. “İyi olacaksın.”
Gurur’un merdivenlere yöneldiğini fark ettiğimde bile Eylül’ün önünden doğrulup kalkmadım, parmaklarım ıslak saçlarında dolaşmaya devam etti. Gurur üst kata çıktığında, Eymen, “Ben burada dururum, onun yanına git abla,” dedi karman çorman bir sesle.
Bakışlarımı omzumun üzerinden felaketin tanığı olan erkek kardeşime çevirdim, başımı aşağı yukarı sallayıp doğrulurken hâlâ içinde olduğumuz durumun bir kâbus olmasını umut ediyordum.
Üst kata çıkarken buz tutmuş ellerimi pantolonuma sürttüm, adımlarım hızlıydı ama sanki olduğum yerde biraz olsun ilerleyemiyordum. Gurur’un banyoda olduğunu, açık duran banyo kapısından ve içeriden yükselen su sesinden anında anlayarak banyoya yöneldim. Elindeki bezle silahı temizliyordu, silahın sapına sürte sürte sildiğini gördüm. Açık duran suya bezin ucunu tutarak kumaşı ıslattı, yeniden sapa yönlendirdi. Sapı ıslak tarafıyla silerken üst katın holünün açık ışığı yüzüne vuruyordu ama banyo karanlıktı.
Ağır adımlar atarak içeri girdiğimde, “Hiçbir şey yaşanmadı,” dedi tekdüze bir sesle. “Eylül hiçbir şey yapmadı.”
Sertçe yutkunup elimi lavabo tezgâhına bastırarak, “Onun ya da senin suçun yok,” dediğimde gözlerini silahın sapından çekmedi ama hareketleri bir anda durdu. Gözlerini kaldırıp tek bir anlığına bana baktığında, gözlerine çöken ifade beni can evimden vurdu. Silahı yeniden bezle silmeye başladı ama gözlerini gözlerimden ayırmadı.
“Emsal öldü,” dedi bir gerçeği benden önce kendisine söylüyormuş gibi. Biliyordum, söylemesine gerek yoktu, onun ölümünü izlememiştim ama cesedini görmüştüm. Gurur gözlerini silaha indirip, silahın sapını daha sert silmeye başladı. “Şimdi ne yapacağım?” Sorusu bir an için çaresizlikle yüklü geldi. Parmaklarımı lavabonun mermer tezgâhına daha sert bastırdım ve tırnak diplerimin acıdığını hissettim. “Şimdi Eylül’ü nasıl toparlayacağım? Her şey darmaduman oldu. Herkes darmaduman oldu.” Kelimeleri ne kadar vurucuysa, sesi o kadar yumuşaktı; sanki kendi çaresizliği bir binaydı ve o bina çökmüş, zemin katında Gurur kalmıştı. “Şimdi bununla nasıl baş edecek?” Kendisini değil, Eylül’ü düşünüyordu ama ona kızamadım. Onun yerinde olsaydım kendimi değil, Eymen’i düşüneceğimi biliyordum. Böyle bir şey yaşamamış olmama rağmen, şu an bu olayın ortasında duran bir yabancı olmama rağmen, Eymen’i seçeceğimi, kendimi en arka plana koyup sadece onun için endişeleneceğimi biliyordum.
“Ayakta durmak zorundasın,” döküldü dudaklarımdan çünkü ben kardeşim söz konusu olsaydı, öyle yapmak zorunda hissederdim. “Çok ağır şeylerin altında kaldığını biliyorum ama ayakta durmak zorundasın.” Gözleri bir kez daha hareket ederek gözlerime tutundu. “Buna mecbursun,” dedim kendimden emin bir sesle. “Şu an yıkılabileceğin bir zaman değil. Şu an oturup kendini suçlayabileceğin bir zaman da değil. Şu an sadece… Ayakta durmak zorundasın.”
“Ne yapacağım?” diye sordu afallamış hâlde. “Eylül’e ne diyeceğim?”
“Eylül’e bir şey söylemene gerek kalmadı. Oraya gittiğinde bunu yapmayı kafasına koymuştu,” dedim çünkü bunu Eylül’ün ızdırapla parlayan, acıyla yaşaran gözlerinde görmüştüm. “O her şeyin farkında. O artık her şeyi biliyor. Tek bir hatan oldu, Gurur. Tek bir hata. O da her şeyi Eylül’e anlatan taraf olmamandı. Tek hatan buydu.”
“Ben ona anlatacaktım,” dedi, gözleri silaha kaydı, parmaklarının gevşediğini gördüm. “Ben ona her şeyi anlatacaktım ama bombalar arka arkaya patlamıştı, her şey üst üste gelmişti, ben son günlerde yolumu kaybetmiştim.” Kalbini bana açması iyi bir şeydi ama kafasındaki karmaşayı görmek korkunçtu.
“Eylül bu gece hiçbir şey yapmadı,” dedim tüm gerçekleri kenara savurarak. “Ve sen kendini suçlamayı bırak.”
“Eğer söylediğin gibi yapsaydım, eğer o hatayı yapmasaydım, eğer ona söylemek için bu kadar geç kalmasaydım, onu durdurabilirdim,” dedi Gurur, sesinin sakinliğinin aksine ruhunda bir kriz baş göstermişti. “Ben ne yaptım? Sadece durumu erteledim. Gerçekleri ondan saklamaya devam ettim. Öğrendiğinde yanında değildim. Ne zaman öğrendi? Nasıl öğrendi? Yanında olsaydım, ona her şeyi anlatan ben olsaydım, tüm bunlar yaşanmayacaktı. Hata yaptım.”
“Evet, bir hata yaptın ve şimdi o hatayı telafi etmek zorundasın. Kız kardeşini toparlayacaksın,” dedim. “Kendini de toparlayacaksın. Birlikte toparlanacaksınız.”
“Eline kan bulaştırdı,” dedi Gurur donuk bir sesle. “Buna engel olabilirdim. Muşta haklıydı. Hiçbir şeyi bilmeden mutlu olmak, her şeyi bilerek üzüntü duymaktan daha zordu ve ben ona bunu yaşattım. Hissettiklerini kontrol edemedim, onu kontrol edemedim, onu koruyamadım. Bu kez büyük faka bastım.”
“Kendini suçlamayı bırak,” diyerek elindeki silahı alıp lavabonun tezgâhına koyduğumda kafasını kaldırıp bana baktı. Onu kapağını kapatıp oturduğu klozetten kaldırmadan yüzünü avuçlarımın içine aldım. “Olan oldu, anlıyor musun? Zamanı geri sarabilir misin? Saramazsın. Bu yaşandı. Şimdi burada durup kendini suçlaman hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsan önce ayağa kalk, komando.”
Gözlerimin içine baktı, haklılığımı görmesi için kaşlarımı çatıp yüzümü yüzünün hizasına indirdim. “Aşağıda bitap düşen kızı iyileştireceksin önce,” dediğimde kirpikleri titredi. “Daha sonra da kendini iyileştireceksin.”
“Onu nasıl iyileştireceğimi bilmiyorum,” dedi, bu bir şeyi bilmediğini ilk kez döndürüp dolaştırmadan, doğrudan söylediği andı. Hissettiklerinin ağırlığını anlayabiliyordum. Dışında durduğum bu olay beni bile bu denli sarsmışsa, içinde olan Eylül’ü, bunu durduramadığı için içi kavrulan Gurur’u ne hâle getirmişti?
“Onu nasıl iyileştireceğini öğreneceksin. Deneyerek.” Gözlerini tezgâhta duran silaha çevirdi, yüzünü daha sert avuçlayıp bana bakmasını sağladım. “Senin de söylediğin gibi, Gurur,” dedim. “Bu gece yaşanmadı. Silahı güzelce temizleyip çekmeceye kaldıracağız, sonra da bu gece yaşananlar silinip gidecek. Atlatacağız.”
Ellerini ellerimin üzerine koyup avuçlarını eklemlerime bastırarak burnundan sert bir nefes verdi ama tek kelime konuşmadı. Yavaşça ayağa kalktığında ellerimi geri çektim. Silahı elime aldığımda bir an beni durdurmak için elini kaldırdı ama ona aldırış etmedim. Silahı havluya sardıktan sonra hızla banyodan çıkarak yatak odasına girdim. Silahı şifonyerin en alt çekmecesine koyup gözümüzün önünden kaybettim çünkü Eylül’ün bu silahı yeniden görmemesi gerekiyordu. Dolabımdan hızlıca birkaç parça kıyafet çıkarıp banyoya bıraktım. Gurur basamakları inmeye başlamıştı.
Arkasından alt kata indim. Eylül ellerini yüzüne kapatmış, cenin pozisyonundaydı ama uyumuyordu, ağlamıyordu da, sadece karmakarışık birkaç kelime sayıklıyor ve hıçkırıyordu. Eymen, koltuğun önünde dizlerinin üzerine çökmüş, ondan bir adım uzaklıkta onu izliyor, ona dokunamıyor ama gözlerini ondan çekemiyordu. Dokunduğu takdirde Eylül sanki parçalara ayrılacaktı.
Gurur, “Güzel kızım,” diyerek Eylül’ün saçlarına dokundu. “Gel,” dedi ve kızı omuzlarından kavrayıp yavaşça doğrulttu. Eylül kollarını hızlıca abisinin boynuna sararak tekrar şiddetle ağlamaya başladığında, Gurur’un büyük avucu kız kardeşinin başının arkasına yerleşmiş durumdaydı. Kız kardeşinin boynunun girintisine saklanmasına izin verdi. Eylül’ün kordan inciler şeklinde düşen gözyaşları, Gurur’un boyun girintisine doluyordu. Gurur’un nasıl bir ateşin içinde olduğunu anlamam için o kor incisi gözyaşlarını boyun girintimde hissetmeme gerek yoktu.
Gurur, Eylül’ü kucaklayarak kaldırdı. “Yukarı gelin,” diyerek elimle merdivenleri işaret ettim. Gurur kucağında kız kardeşiyle üst kata çıkarken, hâlâ dizlerinin üzerinde duran, gözlerini yere dikmiş Eymen’e, “Toparlan,” dedim, “bitti.”
Eymen gözlerimin içine baktı ve “O iyi olacak mı?” diye sordu.
“Kolay olmayacak ama olacak.”
Üst kata çıkarken tedirgindim. İkisini yalnız bırakmak istiyordum ama öte yandan Eylül’ün üzerindekileri çıkarmalı, şoka uğramış bedenini ılık suyun altında gevşetmesine yardımcı olmalıydım. Banyonun önüne geldiğimde Eylül’ün köşede, neredeyse hiç kullanmadığımız küvetin içinde oturduğunu gördüm. Gurur, küvetin kenarındaki mermer yüzeye oturmuş, Eylül’ün yüzünü seviyor, yüzüne gelen ıslak saçları geriye itiyor, tek kelime konuşmasa da ona varlığıyla kol kanat geriyordu.
Karanlık banyonun içine holden sızan gümüş rengi ışığın onları tam olarak aydınlatmadığını fark ettim. Belki de Gurur onunla ilgilense daha iyiydi. Tam geri çekilecektim ki Eylül hıçkırarak, “Abla,” diye fısıldadı. Olduğum yerde donup kalmama neden olan hıçkırığını hazmetmeye fırsat bulamadan bakışlarımı ona çevirdim. “Senden çok özür dilerim, abla. Çok özür dilerim.” Sessiz kelimelerinin ardından yüzünden kayıp giden inci tanelerini izlerken yumruklarımı sıktım. On dokuzunda, on dokuz yerinde kurşun yarası açılmış gibi bakıyordu.
“Senin hiçbir suçun yok,” diye fısıldadığımda Eylül yüzünü Gurur’un avucuna bastırıp bana baktı ve “Özür dilerim,” diye fısıldadı. “Lütfen gitme.” Elini abisinin bileğine koyup, yanağını avucuna daha sert bastırdı ve bedeni bir yaprak gibi titrerken, “Abla, lütfen gitme,” diye fısıldadı hıçkırarak. “Yalnız kalmak istemiyorum.”
Gurur’un bakışları omzunun üzerinden bana dokundu. O da gitme der gibi bakıyordu, sanki kalmam için sessizce yalvarıyordu.
Banyodan içeri bir adım attığımda Eylül abisinin avucuna yüzünü saklayıp utanıyormuş gibi, “Özür dilerim,” diye fısıldadı.
Küvetin önüne geldim, dizlerimin üzerine çöküp onun ıslak saçlarına dokundum ve “Geçti canım,” dedim. “Abin de burada, ben de buradayım.” Saçlarını geriye doğru tararken parmaklarımın küle döneceğini sandım; sanki tüm bedeni bir alev girdabının içinde yanıyordu. “Sana duş aldırmalıyım, ateşin var,” diye fısıldarken parmaklarım alev gibi yanan alnına dokunmuştu.
Eylül dizlerini karnına çekip, çenesini dizine bastırarak titrer hâlde sadece başını salladı. Gurur geri çekildiğinde yavaşça vanaya uzandım, soğuk su şarıl şarıl akmaya başlayınca panikleyip suyu içinde durabileceği sıcaklığa dönmesi adına ayarladım.
Küvetin dibine çöken suyu izlerken üzerindeki kazağa uzandım. Gurur ıslak paltosunu kenara koyup, tereddütle bana baktı. Eylül, “Abim gitmesin,” diye fısıldadığında başımı sallayarak Gurur’a baktım. “Kalmalısın,” diye fısıldayıp kazağı yavaşça çıkardım ve Eylül sadece sütyeniyle kaldığında uzun saçları beline dek kıvrılarak döküldü.
Avucumun içine aldığım suyu yavaşça omuzlarına döktüğümde titredi, dizlerini tamamen karnına çekip göz ucuyla bana baktı. Karanlık banyonun içinde yeşil gözleri, zümrüt parçası gibi parlıyordu.
“Beni nasıl affedeceksiniz?” diye sorduğunu duyar gibi oldum ama bu ağzında gevelediği bir hıçkırık gibiydi, sessizdi, yakarışla yüklüydü. “Kendimi nasıl affederim?” Ellerini birdenbire yüzüne kapatıp, “Onu öldürdüm!” diye bağırdığında korkuyla Gurur’a baktım. Gurur nefes alamıyormuş gibi elini boğazına götürüp, bakışlarını farklı bir yöne çevirdi ve derin bir nefesi içine çekti; boğuluyordu. Eylül’ü omuzlarından tutarak kendime çevirdiğimde, “Öldürdüm,” diye fısıldadı, “onu öldürdüm.”
“Bana bak,” dedim omuzlarını sarsarak. “Eylül, bana bak!”
Eylül hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bacakları elinde olmadan kasılarak öne uzandı, ardından tekrar karnına doğru süründü ve bedeni elimin altında çırpınmaya başladı. “Gurur!” dedim hızlıca. “Bacaklarını tut, lütfen, kasılıyor!”
Gurur bir an olsun beklemedi, boğuluyor gibi nefessiz kalmasına rağmen hızlı bir şekilde küvetin içine girdi, büyük cüssesi küveti kaplarken Eylül’ü kendine çekerek arkasına oturup sırtını geniş göğsüne yaslamasını sağladı. Eylül’ün yüzünü avuçlarımın arasına alarak, “Bana bak,” dedim. “Buradayız, seninleyiz. Sakinleş bebeğim, sakinleş. Hepsi geçti. Her şey bitti.” Eylül’ün gözleri odaksız bir şekilde bana dokunduğunda Gurur çenesini kız kardeşinin başına yaslamış, ne yapacağını bilmez hâlde bana bakıyordu. “Geçti,” diyerek avucumun içinde duran yüzünü parmak uçlarımla okşadım. “Derin nefes al, derin derin.” Derin nefesler alarak ona beni taklit etmesi için fırsat sundum. Birkaç derin nefes aldı, ağladı ve tekrar bana uyarak derin nefes aldı.
Eylül hem ağlıyor hem de gösterdiğim şekilde nefesler alıyordu ve yemin ederim bu, karşısında dik duruyor olmama rağmen beni parçalara bölüyordu.
Onu sevdiğimi hissediyordum. Bir ablanın yüreğiyle onu gerçekten seviyordum.
“Evet, işte böyle,” diye fısıldadım ve suyu avucumun içiyle yüzüne çarpıp avucumun içiyle yüzünü duruladım. “Evet, bebeğim. Derin nefesler. Evet.” Gurur dudaklarını Eylül’ün başının üzerine bastırdı. Ben de sakinleşmeye başlayan ama buna rağmen ağlamaya devam eden küçük kızı yavaş yavaş duruladım. “Evet, derin nefesler,” diye fısıldarken ellerim bir anlığına titredi, Gurur’un bakışları elime, sonra da yüzüme dokundu.
Sonunda saçlarına uzandım, saçlarını yavaşça duruladım ve suyun içinde usulca sakinleşen bedenini izledim. “Onu kaldıralım,” dediğimde Gurur küvetin içinde doğruldu, sular bedeninden yere akarken Eylül’ü göğsüme çekip Gurur’a geçmesi için yer açtım. “Havlu,” dediğimde Gurur hızla havluya yöneldi, o sırada Eylül yüzünü boynumun girintisine saklayıp derin soluklar almaya devam etti.
“Geçti çiçeğim,” döküldü dudaklarımdan, parmaklarım sırtında güven verme isteğiyle dolaştı. “İyisin, geçti. Derin nefesler, unutma bunu, derin nefesler.” Dediğimi yaptı. Gurur havluyla önümüzde dikilirken başka bir yöne bakıyordu. Eylül’ü yavaşça doğrulttum, altındaki ıslak şeyi sıyırıp çıkardım ve sadece iç çamaşırıyla olduğu için hızla havluyu alarak ıslak bedenine dolayıp, “Bir adım atacağız şimdi, yaslan bana ablam,” dedim. Kolunu omzuma atıp zar zor büyük bir adımı dışarı atarak küvetten çıktı. “Gel bebeğim,” diyerek kapıya yöneldim. Gurur hızla banyodan çıkıp yatak odasının kapısını açarken, “Gurur, su,” dedim, ardından dudaklarımı oynattım: “Ve sakinleştirici.”
Gurur başını sallayıp merdivenlere yönelirken, Eylül’ü karanlık yatak odasına sokup, yatağın kenarına oturttum ve banyoda unuttuğum kıyafetleri yok sayarak elbise dolabına yöneldim. Gurur’un bol tişörtlerinden birini çıkarıp, kendi şortlarımdan alarak yatağa döndüm. Üzerindeki ıslak iç çamaşırlarını ondan izin alarak çıkardıktan sonra tişörtü kafasından geçirdim. Kukla gibi hissettiren kollarını tişörtün içine sokarak onu giydirdikten sonra, “Uzan bebeğim,” diyerek onu yatağın üzerine yönlendirdim. Titriyor, ıslak saçları tişörtün üzerinde koyu renk lekeler bırakıyordu ve camdan içeri sızan sokak lambalarına ait ışıklar, ürkek bedenini hafifçe aydınlatıyordu.
Eylül tam uzanacakken kolumu tutup, “Abla,” deyince gözlerimi ona indirdim. “Lütfen gitme.”
“Gitmeyeceğim, hep burada olacağım.” Yatağın ucuna oturdum. Kasıldığını görünce panikledim ama ona çaktırmadım. “Derin nefes alacak mısın? Az önce gösterdiğim gibi.”
Eylül, “Alamıyorum,” dedi, eli boğazına giderken dizlerini karnına çekerek cenin pozisyonu aldı. “Aldırmıyor.” Tekrar ağlamaya başladı ama bu kez bedeni daha az spazm geçiriyor, kasları gevşemiş görünüyordu. Suyun ona iyi geldiğini anladım ama bu uzun sürmeyecek gibiydi. Gurur ağrı kesici ve sakinleştiriciyle beraber elinde bir bardak su tutarak içeri girdi.
“Güzelim,” diyerek yatağa yaklaştı. “Hadi bunları içelim, abim.”
“Abi,” diye fısıldadı Eylül yüzünü yastığa saklayıp titreyerek. “Abi, çok özür-”
“Eylül, ilaçlarını içersen özrünü kabul edeceğim,” diye fısıldadı Gurur. “Kaldır kafanı güzelim.” Eylül bunu istemiyor gibi yatakta küçülebildiği kadar küçüldü, sonunda Gurur’un ısrarlarına karşı koyamadı ve kafasını kaldırdı. Gurur diline ilacı koyup suyu içmesi için ensesine destek sağlarken yatağın ucunda oturmuş onları izliyordum.
Suyu yutmakta zorlandı, başta tıkandı ama sonunda yutabildi ve tekrar hıçkırarak başını yatağa koyup, yüzünü yastığa saklayarak, “Öldü,” diye fısıldadı. “Onu çok sevdim ve o öldü.” Bu, o gece Eylül’den duyduğum son cümleydi. Yenik düştüğü yorgunluk, bir uyku olup zayıf bedenine çöktüğünde ve ondan geriye koca bir sessizlik kaldığında, odanın ortasında Gurur ile öylece birbirimize bakıyorduk.
Yatağa tırmandım, Eylül’ün yanına kıvrılıp gözlerimi yüzüne çevirdim ve “Kuru bir şeyler giyip yanımıza gel,” diye fısıldadım. Gurur söylediğimi yaparken ikinci kez düşünmedi. Eylül’ü ortamıza aldık, uykusunda bir elini benim boynuma koydu, diğer elini kendi göğsüne saklayıp sırtını abisine yasladı. Gerçekten derin bir uykuya daldığını hissedene kadar, onunla o yatakta, öylece kaldık.
Gurur uyumadı, ben de uyumadım; sessizlik her yerimize bulaşmış leke gibiydi. Sessizce yataktan kalkıp alt kata indiğimde Eymen koltukta oturmuş, kafasını ellerinin arasına hapsetmiş düşünüyordu. Yanına oturduğum âna dek varlığımı fark etmedi.
“Uyudu,” diye fısıldadım.
“Ölecek gibiydi,” dedi Eymen gözlerini kaldırıp duvara bakarken. “Onu oraya götürdüğüm için kendimi affetmeyeceğim.”
Elimi kardeşimin dizine koyup, “Böyle olacağını hangimiz öngörebilirdik ki?” diye sordum.
“Öngörmeliydim. Sırf iyi bir babanın gölgesi altında büyüdüm diye onu anlamadım. Onun gözlerinde gördüğüm şeyi anlayamadım,” diye fısıldadı. “O kızın yüzüne nasıl bakacağım?”
“Gel,” diyerek Eymen’in omzuna kolumu atarak onu kendime bastırdım. Yüzünü boynuma sokarken, “Bu geceyi unut mavişim,” dedim sertçe yutkunarak. “Bu gece hiç yaşanmadı.”
“Elimde olsaydı onun zihninden bu geceyi silerdim. Keşke onu görmeseydim. Keşke onu götürmeseydim. Keşke ağladığı için dayanamayıp onu oraya götürmeseydim.”
“Bu hikâyede herkes kendini suçluyor,” dediğimde Eymen’in nefesini boynumda hissettim. Siyah saçlarını okşadım ve “Ama gerçek şu ki bu hikâyedeki tek suçlu bu gece öldü,” diye fısıldadım. “Burada dinlen. Uyumaya çalış.” Eylül’ü örttüğümüz battaniyeye baktım. Ardından Eymen’den ayrılıp battaniyeyi alarak Eymen’in bacaklarının üzerine bıraktım. “Unutma maviş, bu gece hiç yaşanmadı.”
Şafak gökyüzünü yırttığında, ardından güneş bulutların arkasından uzun kollarıyla yeryüzüne dokunduğunda, mutfak masasının önünde oturmuş, parmaklarımın arasında yanan bir sigarayla camdan dışarıyı izliyordum. Sigarayı dudaklarıma götürürken Emsal’in bakışlarını hissettim, zihnimdeki bir anının içinden bana uzandı ve unutmayı dilediğim bir cümleyi tekrarladı: “Eylül beni bir kız çocuğunun kalbiyle seviyor. Kızımın kalbindeki beni alırsanız, onu öldürmez misiniz sanıyorsun?”
Gözlerimi yumup dumanı dışarı üfledim. Nikotin ağır geldi, başımı döndürdü, öksürdüm ve sigarayı kül tablasına koydum. Eylül gece sadece babasını değil, kendi kalbini de öldürmüştü. Bu gerçek çok ağırdı ama bu gerçekle yaşamayı önce biz öğrenmeli, sonra da ona öğretmeliydik.
Gurur’un, “Sigara mı içiyorsun?” diye sormasıyla, arkamda olduğunu hissederek gözlerimi aralamam bir oldu.
“Aslında alışkanlığım değildi,” dedim, ardından gözlerimi sigaraya indirip, “Eylül uyuyor mu hala?” diye sordum.
“Evet.” Adım seslerini dinledim, tam önüme geldi, karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Yüzü ruh gibi beyazdı, ela gözlerine karanlığın daniskası çökmüştü. Kül tablasında duran sigaramı alıp, “İçme,” dedi durgun bir sesle. Ardından sigarayı dudaklarına götürdü. Sigaramı içişini izlerken tepki vermedim, konuşmadım; sanki kelimeler elini ayağını çekmiş, bir valizin içine tüm anlamlarını koyarak bu evi terk etmişti. “Ben içerim senin yerine.”
Sustum, o da sustu.
“Çok iyi idare ettin.” Bu cümleyi duymayı beklemediğimden parmaklarında duran sigaraya bakmayı bırakıp tekrar gözlerinin içine baktım. “Sen olmasaydın, tek başıma ne yapardım bilmiyorum. Onu nasıl toparlardım, bilmiyorum.”
“Ona ne oldu?”
“Sadullah icabına baktı,” dedi, neyden bahsettiğimi anlaması için o ismi zikretmemem gerektiğine şükrettim. “Zaten bir çöp parçasıydı. Sonu bu olacaktı. Onu teslim etmeyecektik.”
Elimi masanın yüzeyinde kaydırıp elinin üzerine koyduğumda gözlerini yerden kaldırıp bana baktı. “Sen iyi misin?”
“Buradasın,” dedi, “Eylül de burada. İkiniz buradayken iyiyim.” Gözlerini birleşen ellerimize indirdi. “Zeliha, ben teşekkür ederim.”
“Neden teşekkür ediyorsun?”
“Sen olmasaydın ne yapardım bilmiyorum. Gördün. Onu sakinleştiremedim. Nasıl yaklaşmam gerektiğini bilemedim. Sen olmasaydın o…” Gözlerini yumup kaşlarını çattı. “Yanımda olduğun için teşekkür ederim.”
“Ben senin sevgilinim,” dediğimde sertçe yutkundu. “Belki daha fazlası olacak olan o kişiyim. Senin yanında olmayacağım da kimin yanında olacağım, Gurur? Eylül sadece senin değil, benim de kız kardeşim. Ben daima burada olacağım.” Parmaklarım parmaklarını daha sıkı kavradı. “Çıkış yolunu her zaman birlikte bulmadık mı? Yine birlikte bulacağız.”
Kafasını eğdi, birleşen ellerimizin üzerine alnını yasladı ve “Siktir,” diye fısıldadı. “Seni hak edecek ne yaptım?”
“Böyle söyleme.”
“Eylül’ü nasıl iyileştireceğim?” Alnını ellerimize daha sert bastırdı. “Ruhum bu kadar hastayken onun ruhuna nasıl iyi geleceğim ben, Zeliha?”
“Sen onun her zaman babasıydın,” dedim sertçe. “Şimdi de öyle davranacaksın. Sen bir baba olmayı çok küçük yaşlarda öğrendin, Gurur. Bir baba ne yaparsa, sen de onu yapmaya devam edeceksin. Ayakta kal. Kendini suçlamanın sırası olmadığını söylemiştim. Şimdi sadece bir abi değil, bir baba gibi ayakta duracaksın çünkü o kız çocuğunun sana çok ihtiyacı var.” Parmaklarımı hareket ettirip alnına tüy gibi dokundum. “Sana ihtiyacımız var, yüzbaşım.”
“Bunu kimden öğrendi?” diye sordu kendi kendine.
“Eymen söylemedi,” dediğimde başını salladı.
“Biliyorum, o yapmaz,” diye cevapladı. “Ama bunu nasıl öğrendi?”
“Bunu ondan öğrenmek için üzerine gitme, şu an değil,” dediğimde başını tekrar salladı.
“Yapmam.”
“Süreç zor olacak ama seninleyken üstesinden gelemeyeceği hiçbir şey yok,” dedim ve buna inanmak istedim. En çok da kendim inanmak istedim.
“Herkesi mahvettiğim düşüncesini söküp atabilsem şu siktiğimin kalbinden, şu siktiğimin ruhunu bir durdurabilsem,” dediğinde kafasını kaldırmasını sağladım, avucumu yanağına bastırdım ve “Ben yanındayım, tamam mı?” diye sordum sertçe. “Her şeyi toparlayacağız. Eylül’ün dağılan ruhunu, Yener’in kaybolan kalbini, seni, bizi, toparlanması gereken her şeyi birlikte toparlayacağız. Yalnız olduğun günler geride kaldı, Gurur. Artık ben varım. Artık biz varız. Birlikte toparlayacağız.”
“Ya seni tanımasaydım? Ömür billah ben içinde olduğum o karanlık odada bir köşeye oturup, böyle çaresiz, böyle yıkılmış mı hissedecektim?” diye sordu. “Sen o odanın kapısının altından sızan ışık oldun bana.” Elimi dudaklarına götürüp acıyla, hissettiği boşlukla ama içinde yanan büyük minnetle öptü. “Teşekkür ederim sana. Ömrüm boyunca, ömrüm sürdüğünce, ömrüm yettiğince ben hep minnettar kalacağım sana.”
“Ben senden teşekkür ve minnet beklemiyorum, ben senden sadece hep yanımda olmanı, hep birlikte olmayı bekliyorum,” dedim buruk bir tebessümle. “Atlatılmayacak bir şey olmadığını bana öğreten senin varlığındı. Şimdi bana öğrettiğin bu şeyi, gerekirse unuttuğun anlarda sana hatırlatacak, vazgeçtiğin anlarda sana ben öğreteceğim.”
Dudakları parmaklarıma yaslı şekilde, minnetini saklamadan, uzun uzun baktı gözlerimin içine. Bu onun gözlerinin dilinde, ne kadar istemesem de edilmiş binlerce teşekkürdü aslında. Hepsini kabul ettim, hepsinden fazlasını ona vermek istedim.
Güneş doğdu ama bulutların arkasından çıkmadı, Eylül’ün bu evin duvarlarının ardına saklanan ruhu gibi saklandı. Eymen hiç uyumadı, Gurur da hiç uyumadı ve ben de uykusuzlukları uzayıp giderken onlara eşlik edip sık sık üst kata çıkarak Eylül’ü kontrol ettim. Saçları ıslak uyuduğu için huzursuz hissettim, baş ağrısı çekmemesini, hasta olmamasını diledim ama şu an kurduğum bu senaryoların hiçbirinin umurunda olmayacağını biliyordum.
Öğleye doğru yağmur bastırdı, gökyüzü Eylül’e ağladı. Üst kata çıkıp onu kontrol etmek için içeriye kafamı uzattığımda, gözlerinin açık olduğunu fark ettim. Bakışları karşıdaki duvardaydı, cenin pozisyonunda uzanmaya devam ediyordu ve uzun bedeni yatağın içinde küçücük kalmıştı. Varlığım çok net olsa da beni hissetmedi. Belki beni gördü ama kafasını çevirip kapıya doğru bakmadı. Ağlamıyordu. Gözleri kan çanağıydı ama sanki tüm gözyaşlarını gece akıtmıştı. Sadece bir ruh gibi cansız gözlerle duvarı izliyordu.
Ağır adımlarla içeri girip onu rahatsız etmemeye çalışarak elbise dolabının önünde dikildim. Daha sonra omzumun üzerinden ona baktım. Sessizlik o kadar uzadı ki bununla başa çıkamayacağımı düşündüm ama çıkmak zorundaydım, abla diyerek bana sığınan o kıza gerçekten ablaymış gibi hissettirmek zorundaydım.
Sonunda derin bir nefes alarak yatağın ucuna oturdum. Ağırlığımla çöken yatakta varlığımı hissetti, gözleri anlık bana dokundu. Gerçekten son âna kadar içerideki varlığımın farkına varmamış mıydı? Öyle çok mu kopmuştu ruhu? Bedeni boş bir şekilde mi uzanıyordu bu yatakta? Gözlerinde ruhuna rastlayamadım. Geriye güzel bir deri bırakarak kalkıp gitmişti sanki.
Gözleri gözlerimdeyken yeniden ağlar sansam da ruhunun kaybolduğunu o harelerdeki boşlukla karşılaşınca daha net anlamıştım. Birkaç saniyenin sonunda, “Abim iyi mi?” diye sordu, bu onun dudaklarından duymayı beklediğim son soru olduğundan donup kaldım. Gözlerimin içine daha dikkatli bakarken elini yastığın altına sakladı.
“Sen iyiysen iyi, sen kötüysen kötü,” dedim açıkça, ondan bir şeyleri saklayan bir de ben olmak istemedim. Yeterince kör edilmişti, yeterince sağır kalmıştı olup bitenlere.
“Sorumluluğu alacağım,” demesini beklemiyordum, ağlamaktan bitap düşmüş sesi pürüzlüydü. Öksürüp boğazını temizlemeyi denedi, titreyen elini yastığın altından çıkararak, “Onu zor durumda bırakmayacağım,” diye fısıldadı.
“Eylül,” dediğimde yavaşça doğruldu, yatağın üzerinde bağdaş kurarak oturup, dağılmış bir ifadeyle gözlerimin içine baktı.
“Bunca zaman görmezden geldiğim her şey önümde duruyorken kör taklidi yapmak kolay olandı belki de,” diye mırıldandı. “Belki de bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmeme rağmen aptal bir şeyin peşine düşmüştüm. Aptal bir şeyin.” Gözlerini kucağına düşen titrer hâldeki ellerine indirdi. “Sevginin.”
“Sen hak ettiğin bir şeyi istiyordun,” diye fısıldadım.
“Hak ettiğim bir şeyi isterken en çok abimi yaraladığımı nereden bilebilirdim ki? Belki de biliyordum.” Çenesi titredi, gözlerini yumup derin bir nefes aldı. “Söylediğin gibi abla, derin nefes,” diye fısıldadı. “Derin nefesler.” Elini boğazına götürüp, titreyen alt dudağını ağzının içine çekerek kaybetti. “Gözümün önünde çırpınan abilerimi görmezden gelip bir hayalin peşine düştüm. Ve şimdi hayallerim yıkıldı. Altında kaldığım için mızmızlık etmeyeceğim.” Gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Pişman hissetmeliyim, belki paramparça olmalıyım, onun için ağlamalıyım, yaptığımdan utanmalıyım ama ben…” Sustu, söyleyeceği şey ağır hissettiriyor olmalıydı. “Böyle bir şeyi…”
“Dün geceyi yaşanmadı saymak zorundasın,” dediğimde, bu söylediğim onun için beklenmedikti ama birinin onu sarsarak daldığı uykudan uyandırması gerekiyordu. Sessizce, “Onu öl-” diyecekti ki sözünü keserek, “Böyle bir şey yaşanmadı,” dedim.
Başını önüne eğdi. Yaşanmıştı. Bunu yok sayamazdı. Kalbini yerinden sökmüş, sonra da babasına değil, kalbine ateş etmiş, kalbini öldürmüştü. Bu gerçekle nasıl yaşayacağını düşündüm. Söyleyeceğim her şey birer altı boş motivasyon cümlesi olacakmış gibi geliyordu ama öte yandan o uçurumdan düşmeye devam etmesine izin veremezdim. Bir dal parçası bulup tutunmak zorundaydı. Buna mecburdu. Bu şekilde yaşamayı öğrenecekti. Ondan beklediğimiz şeyin korkunç olduğunu bilsem de onu hayata bağlayabilmemiz adına bazen ondan düşünmesi korkunç şeyler de beklemek zorundaydık.
Elimi elinin üzerine koyup, “Dün gece yaşanmamalıydı ama yaşandı,” dedim, “şimdiden sonra bunu yaşanmadı saymak zorundasın.” Bu cümleleri pervasızca kurduğum için kendimden tiksindim ama başka yolu var mıydı? Onu düştüğü uçurumdan çıkarabilmemin başka yolu olsaydı, bunu da denerdim ama yoktu. “Gözlerimin içine bak,” dediğimde korkarak bunu yaptı. Bedeni titriyor, acıyla kasılan ellerini dizlerine bastırıyor, yine de avucumdaki sıcaklıktan kaçamıyordu. Elini elimin içine alarak kaldırıp, “Geçti,” dedim, “bir kâbustu, uyandın. Bitti.”
“Onu sevdiğim için kalbimden utandım,” diye fısıldarken sesi titredi ama gözleri dolmadı, gözlerinde hâlâ o boşluk vardı. “Ben… Ben bir canavarı seviyordum ve son âna kadar o canavarı sevmeye devam ettim.” Sonra sustu, bu gerçek ona çok ağır gelmiş olmalı ki sustu. Parmaklarında patlayan silahın o adamı öldürdüğünü sanıyordu ama ruhunu hedef almıştı. Eylül Çalıklı, aslında o gece kendi ruhunu yaralamıştı. Belki de öldürmüştü. Bu yarayı nasıl saracaktık? Eğer ölmüşse o ruh, onu geri nasıl uyandıracaktık? Karman çormandım.
“Bayrağı öpmeden uyumazdım,” diye fısıldadığında kalbimin yandığını hissederek başımı salladım. “O ne yaptı? Bayrağı ayaklar altına aldı.” Kafasını kaldırıp çatık kaşlarla yüzüme baktı. “O ne yaptı?” diye sorduğunda bir sonraki cümleyi duymasam da o cümleden korktum. “Anneme tecavüz etti.”
“Sen-”
“Ben babamı değil, bir vatan hainini, annemin tecavüzcüsünü öldürdüm,” dediğinde ruhsuz bakan gözlerindeki hislerin tam olarak çekildiğini görerek sertçe yutkundum. “Öldürdüm.” Bu gerçeği bana değil, kendisine söylüyor gibiydi. Avuçlarının içine baktı. “Ben onu öldürdüm.”
Tecavüzü biliyordu. Nasıl bilirdi? Nereden bilebilirdi? Donmuş hâlde ona bakarken, buruk bir tebessüm dudaklarına yayıldı, ardından ellerini birden yüzüne kapatıp, “Onu öldürdüm,” diye fısıldadı acıyla. “Onu çok sevmiştim. Onun gibi birini nasıl bu kadar çok sevmiştim?”
Ağladı. Ama sessizce. Yas tuttu ama sessizce. Kendinden tiksindi belki ama sessizce. Öte yandan bir askerin kardeşi olduğunu hissettirdi bana, bir haine hain demeyi bildiğini gösterdi, bir pislik için üzülmenin onu daha da yıktığını hissettirdi bana; paramparça içimle tek parça gülümsedim ona. Yüzünde duran elini tutup yavaşça yüzünden çekerken, “İyileşmen için her şeyi yaparım,” dedim. “Geçecek Eylül, imkânsız bile hissettirse, inan bana.”
Gözünden bir damla yaş akarken sustu, sessizliği o anda daha gürültülü geldi. “Uyuyabilir miyim?” diye sorduğunda elimi geri çekerek şefkatle başımı salladım. “Benimle kalır mısın?” diye sorması, beklemediğim bir şeydi ama bunu da şefkatle kabullendim.
Yatağa uzandı, arkasına uzanıp onu kendime çektim ve uyuyana kadar bekledim. Babası için ağlayan o küçük, yaralı kız çocuğunun akıttığı son gözyaşını tenimde hissettim. Biliyordum, bundan sonra o kız çocuğu babası için ağlamayacaktı çünkü yaralıydı ve sanırım ölecek, geriye gerçeklerle yaşamayı öğrenmek zorunda kalan bir kadın bırakacaktı.
GURUR MERT ÇALIKLI
Kaldırımın kenarına oturup bir sigara yaktığımda, Devran tam karşımda durmuş yüzümü izliyordu. Birinin karşısında hiç çöküp yere oturmazdım ben çünkü çoğunlukla insanlar birini yerde görünce soluklanmak istediğini düşünmez, düştü sanarak tekmeyi yapıştırırlardı. Devran öyle değildi ama. Karşısında yere çöküp bir sigara yaktığımda, biri beni görmesin diye önümde dikilir, ben ayağa kalkana kadar beni önünde gizlerdi.
“Eylül nasıl?” Sonunda bu soruyu sordu, içi içini yiyordu belli ki.
Sigarayı dudaklarıma götürürken, “Çok ağladı, sonra birdenbire sustu,” dedim, bir şey avucuma batıyor gibiydi, oysa cam falan da yumruklamış değildim.
“Leşi ortadan kaldırması kolaydı kolay olmasına ama Eylül’ü toparlamak kolay olacak mı bilmiyorum, Gurur,” dedi Devran ve çıkarıp bir sigara yaktı.
“Onu bayrağı öptürerek büyüttüm ben,” dediğimde gözleri hâlâ bendeydi, benimse gözlerim yerdeydi. “O bir babayı değil, bir teröristi ortadan kaldırdı.” Kendimi buna inandırmak istedim ama içimde bastıramadığım o suçluluk yine boğazıma kara ellerini sarmıştı. “Ama küçük bir kız çocuğu yanı var, işte ben o yanıyla ne yaparım bilmiyorum kardeşim.”
“Tanıdığım Eylül ise eğer, o bayrağı yine öper, öper başına koyar da…” Sessizleşti. Sonra, “Onu bu denli sevmesine izin vermeyecektin be kardeşim,” diye fısıldadı, sesi suçlar tonda değildi. Yine de altında uzandığım o suçluluğun biraz daha ağırlaşmasına yol açtı. Haklıydı.
Sigarayı dudaklarıma götürdüm ama içemeden geri çekip, kaşlarımı çatarak başımı önüme eğip, “Onu ben öldürmeliydim,” dedim. “Eylül’ü düşünüp durdum, ne oldu? Perişan olacak sandığım kız, perişanın da ötesinde, mahvoldu.”
“Onu şehir dışına götür, biraz değiştir olduğu ortamı. Ama önce al karşına oturt, suçluluk hissetmesine izin vermeden izah et durumu. Olan oldu. Yaşanan şeyin altından kalkana kadar üzerindeki yükü hep birlikte tutup yukarı çekeceğiz, o da o yükün altından çıkacak.”
Başımı salladım.
Devran yere çöküp avucunu omzuma koydu ve “Yap bu konuşmayı, Gurur. Geç kalma daha fazla,” dedi. “Eylül’ün içinde yanan ateşi söndürebilecek tek kişisin, bunu unutma. Ona her şeyi anlat, yanlış yaptıysa yaptı, o yanlışı paçavra babasına değil, kendisine yaptı. Kendisiyle barışana kadar ne kadar dil dökmen gerekiyorsa dökeceksin. En başından beri onun bir tane babası vardı.” Parmağını göğsüme bastırdı. “Sendin.”
Doğrulup kalkarken sigarayı yere fırlatıp, “Onun yükünü gerekirse kendi sırtıma alacağım ama onu daha fazla bunun altında ezdirmeyeceğim,” dedim. Bir abi değil, ona yine, yeniden bir baba olacağım.
“Ben her şeyi hallederim. Sen Eylül ile ilgilen,” dedi Devran, işte o hep böyleydi, bir noktada ben bir şeye bulaşırdım, o benim kaybolduğumu kimseye belli etmeden benim yerimi doldurur, yapmam gerekenleri yapardı. “Yener, Balıkesir’den dönüyor bu gece,” dediğinde ona baktım. “Gerisi bende. Ben onu toparlarım. Sen kardeşine odaklan.”
“Eyvallah kardeşim.”
Sessizce cipe yürürken arkamdan baktığını hissettim ama dönüp ona bakmadım. Arabaya bindiğimde başımı geriye atıp koltuğa yaslandım ve avuçlarımı direksiyona koydum; içimde bir kaos büyüdü, vurmak istedim, bir şeyleri yıkmak, parçalamak ve ateşe vermek ama yapmadım. Gözlerimi açıp tavana baktım.
“Birini halletmeden diğeri çöküyor üzerime,” diyerek arabanın güneşliğini indirerek güneşlikte sabit duran fotoğrafa baktım. Zeliha’nın kadraja bakıp gülümsediği fotoğraf bir anlığına göğsümdeki gamı sildi. “Sen hâlâ içimde devam etmem için göğsümden süzülüp önüme düşen o ışıksın.”
Güneşliği kaldırmadım, orada dursun istedim. Yol boyu o güzel gülümsemesiyle beni izlesin istedim. Yolumu kaybettiğim anda gülüşüne bakayım, yolumu bulayım, gözlerine bakayım, yaşamak için bir sebebim olsun istedim.
Yol beni onunla yaşadığım evin önüne getirdi ama ayaklarımda o eve gidecek gücü bulamadım. İlk kez içinde Zeliha’nın olduğu bir eve gitmek istemedim. Eylül’ü görmek, o küçük, güzel yüzündeki acıya bir kez daha şahitlik etmek istemedim. Onu gözümden sakınıp saklamıştım, onu her şeyden koruyabilirim, onu o orospu çocuğundan bile koruyabilirim sanmıştım ve sonunda ördüğüm bariyerler çatlamış, diktiğim duvar yıkılmış, biricik kız kardeşim o duvarın altında kalmıştı.
Anahtarı cebimden çıkardım ama anahtar deliğine sokamadım. Kapıyı çalmak istedim, anahtarıma rağmen beni gözlerinde bana karşı bitmeyen anlayışıyla karşılasın, kapımı o açsın istedim. Elim zile gitti, zili çalarken yüzüme soğukkanlı bir ifade giydirdim; oysa çok zordu, Eylül’ü gördüğüm an gardımı yine indireceğimi biliyordum.
Zeliha kapıyı açtı, yüzü solgundu ama gözleri beni gördüğü anda parladı. Bunu hak edip etmediğimi düşündüm. O mükemmeldi, onu hak edecek ne yapmış olabilirdim? “Anahtarın vardı,” dedi göğsümü yumuşatmak ister gibi.
İçeri girerken, “Kapıyı sen aç istedim,” diye fısıldadım.
“Eylül yukarıda,” diyerek girdi cümleye ve devamında, “Üç gündür olduğu gibi yataktan çıkmadı,” dedi.
“Bir şeyler yedi mi?”
Zeliha başını önüne eğip iki yana salladığında, parmaklarımı çenesine koyup kafasını kaldırmasını sağladım ve “Elinden geleni yapıyorsun,” dedim, gözlerimin içine umutla baktı. “Teşekkür ederim.”
“Etme, lütfen,” dedi tekrar başını iki yana sallayarak.
Cesur koltukta oturmuş, sessizce zemini izliyordu. Bize baktığını hisseder gibi oldum ama dönüp kardeşime bakamadım. Ağır geldi. Taşıyamadım. Çünkü biliyordum, benim gibi o da çaresiz hissediyordu; tıpkı benim çok korktuğum gibi o da Eylül için çok korkuyordu.
Gözlerim, Zeliha’nın gözlerinde derinleşti.
Ona bakarken bir süre sustum, sessizlik dilime bulaştı ve gözlerim tek huzurumda dolaştı. Üst kata yöneldiğimde arkamdan gelmedi. Sessizce mutfağa giden holde kıvrıldığını gördüm. Odanın kapısında durup derin bir nefes aldım. Geçen birkaç gün sessizliğiyle kalbimi sağır etmişti. Kapıyı tıklatıp yavaşça araladığımda yatakta doğrulduğunu gördüm. Yorganı karnının üzerinden dizlerine bırakıp kafasını kaldırarak bitkin bir yüzle gözlerimin içine baktı.
“Müsaaden var mı?” diye sordum içeri girmeden önce, başını sallayarak gözlerini dizlerinin üzerine düşen yorgana indirdi. Yatağın ucuna kadar gelip, oturmadan gözlerimi indirip ona baktım. “Üzerine bir şeyler al, çıkıyoruz.”
Korkuyla gözlerimin içine baktı, bu korkunun nedenini anlayamadım ama içim pare pare ezildi. Neyden korkuyordu? Onu korkutan neydi? Onun korkuları boynumu eğdirecek güçteydi.
“Nereye?” diye sorduğunda sesinin zayıflığı altında ezildim.
“Nereye olmasını istersen,” dediğimde kaşlarını çatarak yorganın üzerinde birleştirdiği ellerine baktı. “Ama biraz dışarı çıkalım.”
“Ben bunu,” dedi, sustu, kuru dudaklarını birbirine bastırıp, “istemiyorum,” diye fısıldadı.
“Sana kalkmanı söyledim,” dedim ona yaklaşıp yüzüne eğilerek. Çenesini tutup kafasını kaldırdığımda korku gözlerinde daha da büyük gölgelere dönüştü. Kalbim ezilse de “Hadi abim,” dedim, “lütfen kalk.”
Sanki yataktan çıktığı an bir canavar onu bulmaya gelecekmiş gibi, bir çocukmuş gibi gözlerimin içine çaresizlikle baktı ama buna bir süre daha devam edemezdi. Bu şekilde kendini bana ve dünyaya kapatamazdı.
“Hadi benim çiçeğim.” Yorganı tuttuğumda korkarak elimi yakaladı, gözlerimin içine baktı. “Ben varken,” dedim üstüne basa basa, “güvendesin. Her zaman ve her yerde. Daima güvendesin.”
“Abi, lütfen,” diye fısıldadı güçsüzce ama gözlerimde gördüklerinden kaçamadı. Yorganı kaldırmama izin verdi. Onu belinden tutup doğrularak kaldırdım. Ayakları yere bastığında ne kadar güçsüz düştüğünü fark ettim. Elleri ve dizleri titriyordu. “Hadi benim çiçeğim,” dediğimde tekrar elini omzuma koyarak kuvvet almaya çalıştı. Berjerin üzerinde duran montuma uzandım, siyah montumu ona giydirdiğimde küçük bedeni montumun içinde kayboldu. Tedirgin gözlerle kapıya, sonra da bana baktı ama yanında olduğumu hissetmiş olacak ki onu kolumun altına çektiğimde benimle yürümeye başladı.
Onu merdivenlerden indirirken Zeliha köşede durmuş, hemen önünde dikilen Pars’ın başını okşayarak bizi izliyordu. Sorgulamadı, bir şeylerin başında ve sonunda olduğumuzun farkında bir şekilde sadece bizi izledi.
Cesur’un yine bize doğru bakamadığını fark ettim. Eylül’ün birçok kez saçlarını okşasa da ağzını bıçak açmıyordu. Gözlerim Cesur’un sessizliğe gömülmüş çehresinde anlık olarak dolaştı. Bir canavarın hayatımızdan çıkıp gittiğine mi inanamıyordu yoksa o canavarı küçük kız kardeşimizin yok ettiğine mi bilmiyordum ama ruhundaki ağrıyı hissediyordum.
Kapıdan çıkmadan önce, “Geç kalmayız, Zerda,” dedim ama yüz ifadesini göremedim, Eylül’ü kapıdan çıkarıp asansöre yönlendirdim. Evden çıktığı anda daha da ürkek görünmeye başlamıştı gözüme ama aynı zamanda canlılık ve hayat dolu olan yeşil gözlerindeki ışıklar sönüktü, bakışları hissettiği korkuya rağmen donuktu.
Onu arabanın ön koltuğuna oturtup, yavaşça emniyet kemerini bağlarken birbirimize her nedense bakamadık. Cenazesini sırtımda taşımışım gibi ağır hissediyordum kendimi. Oysa canlıydı, nefes alıyordu, yanı başımda ürkek bir şekilde durmuş, hissettiklerinin geçmesini bekliyordu.
Kapıyı kapatıp ön taraftan sürücü koltuğuna dolaştım. Arabayı çalıştırırken göz ucuyla ona baktım. Dizinde duran ellerini yumruk yapmış sıkıyor, uzun tırnaklarından bazıları kırılmış olsa gerek kısa görünüyordu. Geç kalmış bir konuşmayı yapacak olmanın kahreden sorumluluğunun midemi bulandırdığını hissederek arabayı sürmeye başladım.
Araba on beş dakika, bilemedin yirmi dakika nereye gittiğimi bilmiyor olmanın getirdiği kaybolmuşlukla ilerledi. Sonunda durduğumuzda çaprazımızda karanlık bir çocuk parkı, önümüzde karanlık bir sokak vardı.
“Sana anlatmam gerekenleri en başında anlatmayıp buna sebep olduğum için özür dilerim,” dediğimde bedenini dikleştirip huzursuzlukla parmaklarını birbirine bastırdı ama dönüp bana bakamadı. Sustuklarımdan utanan bendim, benim sessizliğim yüzünden yaptıklarından utanan neden oydu? Bakışlarımı yüzüne çevirip, “Kendimi seni bir canavarla tanıştırmaya hazır hissetmemiştim. Bencillik ettim.”
Sertçe yutkundu. Arabanın karanlığı yüzünü gizliyordu benden ama sıktığı ellerini gizleyemiyordu. Huzursuzluğunu, yıkılmışlığını gizleyemiyordu; hissettiklerini gizleyemiyordu.
“Yaptığın şeyin doğru olduğunu savunamam, Eylül,” dediğimde gözle görülür şekilde titredi. “Ama yerinde olsam, aynısını yapmayacağımı da söyleyemem.” Paketimden bir sigara çıkarıp dudaklarıma yerleştirdim, ardından çakmağımı çıkardım ve ateş yanmadan önce çakmak taşından çıkan ses onu ürküttü. “Nasıl bir canavarla karşı karşıya olduğunu bilmeden, koşulsuzca onu sevmeye devam etmen için izin verdim sana. Şu an hissettiklerinin sorumlusu benim, bunu söylemek çok acı geliyor ama benim işte. Seni bir masala inandırdım ama en başından beri benimle beraber o kâbusun içindeydin.” Sigarayı dudaklarımın arasında sıktım, camı indirdim ve dumanı dışarı üflerken, “Merak ediyorum, bunu kimden öğrendin?” diye sordum.
“Duydum,” dedi beklenmedik şekilde hızlı yanıtlayarak. “Bunu bana biri söylemedi.”
Üstüne gitmek istemediğim için nasıl duyduğunu sormak yerine, “Ne kadarını duydun?” diye sordum.
“Onun bir vatan haini olduğunu, sana kurduğu tuzağı, annemin tecavüzcüsü olduğunu duydum.” Tüm bunları soğukkanlılıkla söylemesini beklemiyordum. “Duymadıklarımın, duyduklarımdan fazlası olduğunu biliyorum,” dedi parmaklarını eşofmanına sürterek. Başını önüne eğdi. “Ama artık onun olduğunu sandığım kişi olmadığını biliyorum.”
Bakışlarım yüzünde dolaşırken, “Benden de dinlemek ister misin?” diye sordum. “Sana geç kaldıklarımı anlatacağım.”
Başını aşağı yukarı salladı ama sesi soluğu çıkmadı.
“Şiddetin en ağırıyla büyüdüm,” diye başladığım cümle, donuk bir şekilde ellerine bakakalmasına neden oldu. “Geçtim bir çocuğu, bir yetişkine, bir suçluya bile uygulanmaması gereken seviyede.” Kalbindeki deliği kapatmak istiyordum, her şeyi bilirse, belki kendini daha az suçlu hisseder diye umuyordum; yoksa bunlar bilmesini isteyeceğim şeyler değildi. “Cesur’u korumak kolay değildi, aldığım hasar kadar olmaması için savaşsam da o da çok büyük hasarlar aldı. Bir gece Cesur’un yüzüne bakıp, neden babamı sevmiyorsun diye sorduğun o gece sana cevap vermek yerine acı sözler etmesinin, seni ağlatmasının nedeni buydu. Yoksa Cesur seni hiç ağlatır mıydı sence, Eylül? Cesur benim sakin yanım, durgun tarafım, onun gibi birini öfkeden deliye döndüren birini hayal edebiliyor musun?” Başını aşağı yukarı salladı. “Onu affedebilirdim,” dediğimde sertçe yutkunarak dönüp bana baktı. “Bana uyguladığı şiddetin korkunçluğunu bir kenara koyup, onu yine de affedebilirdim ama elini bir bana değil, Cesur’a da sürdü, anneme de sürdü. Kalbinde biraz vicdan yükü varsa diye söyleyeceğim bunu, aç kulağını, son kez söyleyeceğim o şeye dikkatini ilk ve son kez ver. Annemizi başka erkeklerle paylaştı.” Eylül’ün bakışları yüzümde donuklaştı. Sindirmesini bekledim ama vicdanındaki yarığı kapatmak için çok da vaktim yoktu. Hızlı olmak zorundaydım. “Benim de taciz edilmeme göz yumdu.”
Eylül titreyen elini kaldırıp dudaklarına götürdüğünde, “Zarar görmedim ama görebilirdim, kendimi savunmayı küçük yaşlarda öğrenmeseydim, o gece büyük zararlar görebilirdim,” dedim ve bu söylediğimden utandım. Küçük kız kardeşimin bunu bilmesi beni çok utandırdı. Eylül’ün eli hâlâ ağzındayken, gözlerinin kenarlarında parlamaya başlayan inci tanelerini görebildim, görebildim ama duramazdım, o vicdan yarığını kapatmam gerekiyordu, onu vicdanından arındırmam gerekiyordu. Madem bir kez bu uçurumun önüne gelmişti, öyleyse uçurumun dibindeki her şeyle yüzleşmesine göz yumacaktım. “Cesur’la yalın ayak, Ankara’nın soğuğunda kaç kez sokakta kaldığımızı, ayaklarımızın altında yaralarla, annemizin çığlıklarını dinlediğimizi biliyor musun? Hepsini o yaptı. Şu güzel gözlerinden akıp giden yaşa değiyor mu sence öyle birisi?” Başını iki yana salladığında, “Güzel,” dedim, “dinlemeye cesaretin var mı dahasını?”
“Her şeyi bilmek istiyorum.”
Ayrıntılara girmedim, girsem delirirdi; girsem bu defa onu öldürdüğü için açılan vicdan yarığını değil, onun ruhunda açılan suçluluk yarığını kapatmak zorunda kalırdım. Bunu istemedim. Törpüledim zulmü, anlattım ona. Törpüledim hissettiklerimi, anlattım ona.
Sonunda, “Kendini suçlama,” dediğimde o gözler ağlıyordu. “Çünkü o sana öyle bir kimlikle geldi ki, eğer bana o kimlikle gelseydi, yaptığı her şeyi sineye çekebilecek bir çocuk olurdum. Sen çocuksun, Eylül. Küçük bir çocuğu sevgiyle kandırmak o kadar kolay ki. Seni sevgiyle kandırdı. Bize hiç vermediği için bizi hiç kandıramadı ama seninle nasıl oynaması gerektiğini biliyordu. Güzel Eylül’üm benim, belki her şeye rağmen kalbinde bir yerlerde hâlâ o vardır, bilmiyorum ama sen o gece bir babaya kıymadın, sen bir teröristin infazını gerçekleştirdin. Hepsi bu.”
“Abi,” diye fısıldadı, “özür dilerim.”
“Sen benden değil, yaşananlardan değil, kendinden özür dilemelisin. Çünkü senin o güzel kalbindeki sevgiyi bir kez olsun hak etmedi ama o yüce sevgiyi tadabildi.”
“Ben,” diye başladı cümlesine, sonra suçlulukla başını eğdi. “Onun tecavüzü sonucu mu dünyaya geldim?”
Keşke alnımın çatısına bir silah dayasaydı, hiç düşünmeden o silahı ateşleseydi de bana bu soruyu soran o olmasaydı.
Eylül, “Öyle, değil mi?” diye sordu sessizce. “Sustuğunda bu gerçeği değiştiremiyorsun abi.”
“Özür dilerim,” dedim neden özür dilediğimi anlayamayarak.
“Annem benden tiksiniyor mu?”
“Saçmalama!” Sigaranın ölü külü kırılıp üzerime düştü. “Saçmalama abim! Annem ölür sana, ölür senin için.”
“Abi,” diyerek hıçkırdı, ellerini ağzına iyice bastırıp, “Neden onun kızı olmak zorundayım ki?” diye sordu yakarışla. “Neden babam sen değilsin ki?” Parmaklarını yüzüne yaydı, güzel gözlerini benden gizledi. “Abi, neden biraz bile üzülemiyorum ölmesine? Neden biraz bile üzülemiyorum şu an onu öldürdüğüme?” Dişlerimi sıktım. Susmasını istesem de susmadı ve “Bir babayı değil, bir teröristi, bir tecavüzcüyü, sizin celladınızı öldürdüğüme inanıp, neden biraz bile üzülemiyorum onun ölümüne? Artık taş kalpli miyim? Ben kötü birisi miyim?” Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Uzanıp onu kendime çektiğimde çırpınmadı, bana sokuldu ve yüksek sesle ağladı. “Özür dilerim abi, bu kadar kör olduğum, sana o geceyi yaşattığım için özür dilerim!”
“Sen bir babayı değil, bir teröristi yok ettin çünkü,” dedim üstüne basa basa. “Lütfen güzel çiçeğim, lütfen kendine bunu yaşatma daha fazla.”
“Abi, kalpsiz miyim ben?” diye hıçkırdı.
“Öyle bir kalbin vardı ki senin, onu bile sevebilecek bir kalbin vardı,” dedim dudaklarımı saçlarına bastırarak. “Geçti abim, kâbus bitti.”
“Özür dilerim,” diye fısıldayarak sessizce boynumda ağladı. Saniyeler dakikaların üzerine damladı, zamanı çizdi, o zamanın içinde kavrulsam da onun karşısında buz tutabilmeyi bildim. Parmaklarım sırtında dolaştı, ona bir şeyler söylemek istedim ama o an konuşamadım; insan sevdiği biri yanında ağlarken dilsize dönebiliyordu bazen.
Sonunda yavaşça onu kendimden uzaklaştırdığımda, elim torpidoya uzandı. Torpido gözünden katlanmış, küçük Türk bayrağını çıkarıp, “Öp,” dedim hiç düşünmeden. “Öp şunu.” Gözlerinin içine baktım. “Ve görevden geldiğim geceler, hep söylediğin o şeyi söyle.”
Titreyen elleriyle bayrağı elimden aldı, gözlerinden yaşlar akarken sessizce dudaklarını bayrağa bastırdı, ardından yine bayrağı bir atasının elini öpmüş de başına koymuş gibi başına yasladı. “Çok şükür ki Allah beni bir Türk askerinin kardeşi olabilmem için bu dünyaya gönderdi. Ben Şanlı Türk Askeri’nin kız kardeşiyim, damarlarımdaki kan şahit olsun ki ben de bir Türk askeriyim,” dedi küçük bir kızken söylediği şeyi tekrarlayarak. “Ne mutlu,” diye fısıldadı, “Türk’üm diyene.”
“Bir askerin kardeşine yakıştığı gibi,” dedim göğsümde şişen hisle. “Peki hâlâ istiyor musun?”
Alnı bayrağa yaslıyken duraksadı, ardından kafasını kaldırıp omzunun üzerinden bana baktı ve saatin ibresi hızla geriye doğru dönerken, geçmişin içindeki bir anıdan bana, “Ben de bir asker olmak istiyorum,” dedi, o anının içinde yeşil gözleri gururla parlıyor, üzerinde benim kamuflaj ceketimle kendi etrafında dönüyordu.
“Eylül,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Hala bir Türk askeri olmak istiyor musun?”
Çenesi titrerken, “Her şeyden çok,” diye fısıldadı.
Hiç düşünmedim, doğrudan, tek nefeste, “Sınava hazırlanmaya başla,” dedim.
ZELİHA ÖZDAĞ
“Vardın mı?” diye sorarken parmaklarım Pars’ın sivri kulaklarında turluyordu. Babam gülerek, “Vardım kız vardım, ene, yol boyunca mesaj atıp durdun. Üç dört saatlik yolda beş dakika uyutmadın beni he,” dedi hattın öteki ucundan.
Derin bir nefes alarak, “Seninle de çok vakit geçiremedik bu sefer, ondan içim buruk biraz,” diye mırıldandım.
“Öbür hafta ananı da alır gelirim belki, bilmiyom,” dedi babam. “Günlerdir bir tuhafsın, söylemiyon da bana. Kavak ağacını da göremedim. Teşekkür ettiğimi de, tamam mı? Evi toparladım ben çıkarken.”
Kapı çalınca, “Bir şeyim yok canımın içi,” dedim, “ararım yine seni. Gurur’a da söylerim teşekkür ettiğini.”
“Tamam nazlı ceylanım, öptüm çok babam, dikkat et kendine,” diyerek telefonu kapattı.
Telefonu kapattığı an gözlerimi yumup, dişlerimi sıkarak, “Yalancı çoban gibi hissediyorum kendimi,” diye fısıldadım vicdan azabıyla.
Kapının kulpunu indirmemle, aralanan kapının öteki ucunda göğsüne katlanmış bir Türk bayrağı bastırmış Eylül’ü görmem bir oldu. Hemen arkasında abisi dağ gibi dikiliyordu. Geri çekilerek kapıyı ardına kadar açtığımda önce Eylül içeri girdi, ardından Gurur girdi ve bakışlarım sorguyla Gurur’un gözlerine kilitlendi.
Gurur sadece gözlerini açıp kapattı, bu bir onay gibiydi ya da her şeyin yoluna gireceğini söyleme şekliydi, o an için buna anlam yükleyemedim. Eylül, göğsüne bastırdığı bayrakla salonun ortasında durdu, ardından bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirip, “Zeliha abla,” diye fısıldadı. “Dün yaptığın çorbadan yine yapar mısın? Çok güzel kokuyordu ama yiyememiştim de.”
Hızlıca, “Yaparım tabii ki!” dedim, sesim çok yüksek çıkmış olacak ki Gurur bana yandan alaycı bir bakış attı, Eylül’ün ise dudaklarında gözleri donuk baksa da içten olduğuna inandığım bir tebessüm belirdi.
“Rahatsızlık için özür dilerim ama duşu da kullanabilir miyim acaba?”
“Tabii ki, sana kıyafet çıkarayım,” dedim hızlıca merdivenlere yönelerek. Gurur’un da arkamdan geldiğini hissettim ama dönüp arkama bakamadım bile. Elbise dolabını karıştırmaya başladığımda benimle beraber odanın içindeydi.
“Ne bu acele?” diye sordu, duraksayarak omzumun üzerinden ona baktım.
“O, iyi mi?”
“İyi olacak.”
Gözlerinin içine daha yoğun gözlerle baktım. “Peki sen, sen iyi misin?”
“Daha iyi olacağım.” Omzunu kapının pervazına yaslayıp burukça tebessüm etti. “Çünkü sen buradasın.”
Birkaç parça kıyafet çıkardıktan sonra bedenimi ona döndürüp, “Cesur biraz önce çıktı,” diye mırıldandım. “Sanırım son birkaç gün ona ağır geldi. Hava almaya ihtiyacı vardı. Ben okuldayken burada, Eylül ile kalıyordu, Eylül’ün ruh hâli ona çok ağır gelmiş olmalı.”
“Muşta da Eylül’ü görmek istiyor ama Eylül’ün henüz buna hazır olmadığını söyledim,” dedi Gurur.
“Ne konuştunuz?”
“En başında konuşulması gereken her şeyi.” Kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. “Sanırım hiç pişman değil. O, sadece mahcup hissediyor. Bir babayı değil, bir teröristi yok ettiğinin farkında.”
“Yine de bu onun için çok ağır.”
“O yüzden bu gece bir karar aldım,” dediğinde ona doğru adımladım. Tam önünde durup, kıyafet yığınını göğsüme bastırarak gözlerinin içine sorar gibi baktım ama cevaplamasa da sorun değildi, her şeyi paylaşmak zorunda değildi; özellikle de bu kadar sıkıntılı bir süreçten geçerken ondan açıklamalar beklemeyecek kadar aklı başındaydım.
Kollarını göğsünden çekerek yüzümü avuçlarının içine aldı ve “Eylül bir asker olacak,” dedi, söylediği şeyi başta algılayamadım, daha sonrasındaysa farkındalık gözlerimin iri iri açılmasına neden oldu. “Çünkü bana bir askerin kalbine ve ruhuna sahip olduğunu kanıtladı.”
“Böyle bir şey için…”
“Hazır olup olmadığını mı merak ediyorsun?” diye sordu zihnimin içine girmiş gibi. “Hazır, Zerdali. Hep hazırdı.”
“Bu onu iyileştirecekse ve bunu istiyorsa eğer-”
“Bu onun çocukluk hayaliydi.”
“Üstesinden gelebilecek güce sahip,” dedim hiç düşünmeden. “O Emsal’in kızı değil, senin kız kardeşin.”
“Artık Emsal diye biri yok hayatımızda. Ben varım, sen varsın, Eylül var, Cesur var ama öyle bir canavar yok.”
Buruk bir tebessümle, “Yok,” diye fısıldadım.
Tam kapıdan çıkacaktım ki beni bileğimden yakalamasıyla, bilekliklerimizin parçaları birleşerek bir kalp şeklini aldı. “Zeliha,” dediğinde bakışlarım omzumun üzerinden ona çevrildi. “Muğla’ya gidelim mi?”
“Ne?”
“Sen, ben, Eylül ve diğerleri. Muğla’ya gidelim mi? Nefes alma payı olarak.”
“Gidelim, gidelim tabii ki,” dedim şaşkınlıkla. “Ama bu iyi bir fikir mi?”
“Eylül’ün değişikliğe ihtiyacı var ve bence… Bizim de.”
“Gidelim o zaman,” dedim hiç düşünmeden.
Eylül o gece pek konuşmadı ama onun için yaptığım çorbadan tam tamına iki kâse içti. Sonra sofrayı toparlamama yardım etti. Gözleri donuk bakıyordu ama en azından küçük de olsa iletişim kurabilmenin bir yolunu arıyordu.
O gecenin son saatlerinde bana bakıp sessizce, “Bu gece salonda yatayım ben,” dedi, “sizin odanızı yeterince kullandım. Hem belki televizyon izlerim, Pars ve Leon’u severim,” demişti. Her ne kadar rahatını düşünsem de teklifini kabul etmiştim çünkü Leon ve Pars ile vakit geçirmenin ona biraz olsun iyi geleceğini düşünmüştüm. Emsal ile ilgili merak ettiği hiçbir şey yoktu, sorular gözlerinde bile gezinmiyordu; sanki Emsal’i kalbinden de zihninden de ruhundan da usul usul silmeye başlamıştı.
Yaşananları sadece tim biliyordu, timin dışına çıkmayacaktı ama ben de Eymen de şahit olmuştuk; bu yüzden Eymen’in de benim de ağzımız sıkı kalacaktı. Zaten kardeşim kendini bu denli suçlu hissediyorken ağzını açıp tek kelime edemezdi.
Muğla’ya gitmek konusunda kararımız netti. Tüm arkadaşlarımızı toplayacak, küçük bir ara vermek için bu tatilin başlatma tuşuna basacaktık ama bundan önce Yener’in mevzusunun açıklığa kavuşması gerekiyordu. Sonucun olumlu olacağından neredeyse emindik, Gurur ve Muşta büyük riskler almışlardı ama kafamı kurcalayan Yener’in sağlık durumuydu. Bir şeyleri yoluna koyduklarında bile Yener’in sağlığının getirildiği nokta değişmeyecekti; tehlikedeydi. Kendini zorlayacaktı, bedenini zorlayacaktı, sağlığını zorlayacaktı. O bunu göze alabilirdi ama Muşta ve diğerleri sadece endişeli hissediyordu.
Ertesi gün Simge ile birlikte onun kampüsünün bahçesinde saatlerce oturup kahve içtik, notlarını okurken neredeyse hiç konuşmadı, ara sıra havadan sudan konuştu ama konuştuğu hiçbir konunun içinde Yener’e rastlamadım. Eylül’ün durumundan ona bahsedemediğim, aynı zamanda içinde bulunduğu hisleri dile getirmesini sağlayamadığım için kendimi suçlu hissediyordum.
Kendimle alakalı, içimde baş gösteren ve bastırdıkça daha da şiddetlenen sorunları da tam olarak çözebildiğim söylenemezdi. Bir şeyleri çok fazla içimde yaşadığımdan olsa gerek, ellerimde bir titreme baş göstermişti. Bunun sinirsel bir durum olduğunu, sonunda geçeceğini biliyordum ama karton kahve bardağını tutarken kahvenin bir kısmını pantolonuma döktüğümde, Simge de bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmiş olacak ki elinde tuttuğu notları kenara koyarak bakışlarını yüzüme çevirmişti.
“Bir sorun mu var?” diye sordu yeşil gözlerini yüzümden ellerime indirirken.
“Yok,” diye yalan söyledim, güneş uzun zaman sonra ilk kez okulun bahçesini hem aydınlatıyor hem de sıcaklığıyla bedenimi ısıtıyordu. Üzerimdeki şişme montun fermuarını indirip montu çıkardım ve kenara koyup bedenimi ona döndürdüm. “Peki sen nasılsın?” Bu soruyu beklemediğinden gözlerini yan tarafındaki notlara çevirdi, tam onlara uzanacakken bileğini tutup bana bakmasını sağladım. “Kaçmayı bırak. Mesajlarıma da dönmedin. O gün neler oldu?”
Aptalı oynayarak, “Hangi günden söz ediyorsun?” diye sordu ama neyi sorduğumu iyi biliyordu, sadece bundan kaçıyor, konuşmak istemiyordu.
“Yener ve sen,” dememle, “Yener ve ben diye bir şey yok,” dedi sertçe. Tepkisine karşı şaşkınlığımı gizleyemedim. Gözlerinin içine daha dikkatli baktığımda, “Sorma bana bunu,” diyerek gözlerini yere indirdi. “Tüm uyarılara rağmen onun üzerine gittim ve sonucun ne olacağını hissediyor olmama rağmen o sonucun beni etkilemesinden kurtulamadım.”
“Sana kötü bir şey söylememiştir,” dedim umutla.
“Söylemedi,” diye itiraf etti. “Ama keşke söyleseydi. Ne bileyim, duygularını dökseydi, rahatlamak için konuşsaydı, sert konuşsaydı ama konuşsaydı işte. O sadece…” Kaşlarını çattı, olup biteni zihninde yeniden canlandırdığını fark ettim; zihninde gerilen perdede o anıları yeniden yaşıyormuş gibi gözlerini yumdu. “Bunun böyle olacağı belliydi. Oraya gitmemeliydim,” dedi.
“Ona kızgın mısın?”
“Biraz bile değilim.”
“Peki ne hissediyorsun?”
“Onun yanında olamadığımı hissediyorum,” diye itiraf etti. “Bir anda aramıza bir duvar ördü. Ona biraz bile kırılmadım, biraz bile kızmadım ama yine de böyle hissetmeyi durduramıyorum.” Nasıl hissettiğini sormamı bekledi ama cevap veremeyeceğini, sıkışmış hissedeceğini bildiğimden bunu sormadım. Gözlerini minnet duygusuyla bana çevirip, “Geri döndü mü?” diye sordu.
“Dün gelmiş ama onu görmedim.”
“Umarım iyidir.”
“Ondan gerçekten hoşlanıyorsun,” dediğimde başını aşağı yukarı salladı.
“Evet, ondan öylece vazgeçecek de değilim,” demesini beklemiyordum. “Sadece ona alan tanımam gerektiğini fark ettim çünkü kaybolmuş hâlde. Önünü göremeyen birinin geleceğinde olmaya çalışırsan seni kendisinden uzaklaştırır çünkü senin de kaybolmandan korkar. Korktuğunu gördüm. Korktuğunu gözlerimin içine baktığı anda gördüm.”
“Şimdi ne yapacaksın?”
“Üzerine gidip onu köşeye sıkışmış hissettirmeyeceğim ama geri çekilmeye de niyetim yok,” dedi omuz silkerek. “Bana bir kez gitme dedikten sonra git demesiyle ilgilenmiyorum açıkçası.”
“Yürü be,” dedim gülümseyerek. “Ama geri tepmemesi adına söylüyorum, biraz kendini geri çekmelisin.”
“Hoşuma gittiğini hissediyordum, onu hep beğeniyordum ama ona bir şeyler hissettiğimi o gece yaşandığında anladım, Zeliha. Bir insanın hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğiyle o kadar sert yüzleştim ki anladım, bu hayatta geç kalmak tek bir saniyeye bakıyormuş. Bir saniye bile insanın geç kalmasına yetiyormuş.” Omzunun üzerinden bana baktı. “Ona neredeyse geç kalıyordum.”
“Kolay olmayacak çünkü o kolay biri değil.”
“Biliyorum, isteyeceğim biri değil diye düşünmüştüm çünkü zamparanın teki ama… Bir yanı var, o yanı çok farklı işte. Görmediğimi sanıyor ama onu ilk andan, gözlerimiz dikiz aynasında buluştuğu andan beri görebiliyorum.” Bacaklarını öne uzatıp gerindi, ardından konuşmama izin vermeden, “Ona var ya,” dedi hırsla. “O söylediği son şeyi öyle bir yedireceğim ki aklı hayali şaşacak. Küçük fil. Kendini ne sanıyor? Yanlış duvara tosladı.”
İlk kez içten güldüm. “Sanırım geri dönecek,” dediğimde anlamadı, derin bir nefes aldım. “Yani asker olarak kalacak.”
Simge, “Gerçekten mi?” diye sordu iri gözlerle.
“Gerçekten. Kesinleşene dek ona söylemezler diye düşünüyorum. Tekrar hayal kırıklığı yaşamaması adına.”
“Kalkıp dans etmekle, gidip onun götünü tekmelemek arasında bir yerdeydim,” dedi komik bir yüz ifadesi takınarak.
“Süreç onun için daha zor olacak ama hiç değilse kendini toparlayacak,” dediğimde Simge bunun hakkında yorumda bulunmadı. O da biliyordu bunun ne kadar zor olduğunu, sağlığı açısından riskler taşıdığını ama Simge benim bildiğim bir başka şeyi daha biliyordu. Yener’in yaşam damarının asker olmasına bağlı olduğunu ve asıl bunu ondan alırlarsa o damarın kopacağını.
“Şu Emsal’i ne zaman teslim edecekler? Keşke dağın ortasında kafasına sıksalar,” dedi öfkeyle, bir an dondum, damarlarımın kasıldığını hissederek, “O herif hakkında konuşmayalım,” diye mırıldandım.
“Size yaşattıklarından sonra onu gerçekten parçalarına ayırmak istiyorum,” dedi Simge. “İlk geldiğimde seni ne hâlde bulduğumu hatırlıyorum. Sonrasında olanlar… O heriften nefret ettiğim kadar kimseden nefret etmiyorum.”
Ellerim birden titremeye başladı, Simge’den saklamak için ellerimi kazağın içine gizleyip sessizce, “Bir yere uğramam gerek,” diyerek ayaklandım. Simge’nin bakışlarının şaşkınlıkla bedenimde dolaştığını hissetsem de o bakışlara karşılık vermedim, veremedim.
Ben bile bunun bu denli altında kalıyorken, Eylül’ün nasıl sırtlanıp ayağa kalkacağını merak ediyordum. Adımlarım hızla kampüs bahçesinin dışına gitti ama sanki gittiğim, geçmişin içinde saklanıp beni gafil avlamayı bekleyen anılardı.
Sırtımı binalardan birine yaslayıp derin nefesler almaya başladığımı hatırlıyorum. Her şey üzerime geliyormuş gibi hissettiğim bir andı. Sanki karşımda duran binalar dalgalanıyor, üzerime doğru devriliyordu. Gözlerimi yumup titreyen ellerimi durdurmak için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım ve Eylül’e nefes aldırdığım gece olduğu gibi derin nefesler almaya başladım. Eylül kafamın içinde, “Özür dilerim abla,” deyince gözlerimi hızla açtım. Kalp atışlarım çok şiddetliydi ama en azından artık üzerime devrildiğini düşündüğüm o binalar yerli yerinde hareketsizce duruyorlardı.
Kader, bir gün Eylül’ün gözyaşları içinde bana bu cümleyi kuracağını biliyordu belki ama ben bunu yaşayacağımı hiçbir zaman öngörememiştim. Gerçeğin bir gün bizi sobeleyeceğini biliyordum ama bu şekilde değil, bu şekilde olsa bile bu denli erken değil. Gurur’un nasıl hissettiğini düşündüm, Eylül’ün neler hissettiğini düşündüm, Yener’i düşündüm, elimde olmadan Girdap’ı da düşündüm; hisler birbirinin üzerine bindiğinde ellerim yeniden titriyordu ama artık yürüyebilecek hâldeydim.
Adımlarım beni otobüs durağına kadar zar zor taşıdı ve şanslıydım ki otobüs bu saatlerde daha boştu, oturacak yer bulabilmiştim kendime. Zihnimin içindeki kaosa Gurur’un sesi karıştı, yanımda değildi ama kelimeleri yine benimleydi. Onlara tutundum. Otobüsten inip markete uğradıktan sonra elim kolum dolu bir şekilde yokuşu tırmanmaya başladım.
Yolun karşısına geçtiğimde Cesur ve Gurur oradaydı, yolun kenarında dikilmiş konuşuyorlardı ama onlardan hatırı sayılır mesafe uzaklıkta olduğum için ne konuştuklarını duyamıyordum. Kafalarını çevirip beni gördüklerinde adımlarım hâlâ yavaştı. Zihnimin içinden geçenlerden habersiz gözlerimin içine bakan Gurur’a bakarken gülümsedim.
Kafamın içindeki sese Gurur’un sesi karıştı. “Ver bakayım şunları,” dedi elimdeki poşetleri alırken. “Küçücük bedeninle bu kadar ağır şeyi tek başına niye taşıyorsun? Alışveriş yapacaksan bana haber verseydin ya.”
“Teşekkürler,” dedim, elimde sadece hafif bir poşet kalınca, “Bunu kendim taşırım,” diyerek geri çekildiğimde bana dik dik baktı. Cesur, Gurur’a fırsat vermeden elimdeki poşeti alınca bakışlarımı ona çevirdim. “Taşırdım.”
“Olur mu öyle şey?”
“Olmaz mı?”
“Olmaz,” dedi yumuşak bir gülümsemeyle. Yaşanan onca ağır şeyden sonra bana nasıl böyle yumuşak bir tebessüm sunabiliyordu şaşırdım. Çalıklı ailesi sandığımdan daha güçlüydü.
“Sizin konuşacaklarınız vardır. Ben önden gideyim, hem Eylül’ü de kontrol etmiş olurum. Yalnız kaldı,” dedi ve sırtını bize dönerek kaldırımda hızla yürümeye başladı.
Cesur’un arkasından bakarken, “Çok güçlü biri,” diye mırıldandım elimde olmadan.
Gurur, “Her zaman öyleydi,” dedi. “Onunla her zaman gurur duyuyorum.”
Omzumun üzerinden hemen yanımda olan Gurur’a baktım. Emsal’in akıbetinin ne olduğunu bilmiyordum ama onu ortadan kaldırdıklarına emindim. Bir terörist parçasına nasıl davranılması gerekiyorsa, ona da öyle davranmış olmalıydılar. Hatıralarımdan birinde, Cesur her şeyi öğrendikten sonra koşar adımlarla merdivenlere çıkıyor, gözyaşları sessizliğe dönen Eylül’ü kollarına çekerek sıkıca sarılıyordu; hiç konuşmuyor, sorular sormuyor, sadece kız kardeşinin sığınacağı liman oluyordu.
Derin bir nefes aldığımda Gurur, “Senin ellerin mi titriyor?” diye sordu, o bana bu soruyu sorana dek ellerimin titrediğini fark etmemiştim bile.
Geçiştirmek ister gibi, “Bileklerim pek güçsüz, ondandır,” diye alay ettim ama alay yüzüme rengini vermedi.
Gurur bir süre yüzümü izledikten sonra, “Bileklerini güçlendirelim o hâlde, Matmazel Zekâ Küpü,” dedi beni neşelendirmek ister gibi.
Tek kaşımı kaldırıp, “Nasıl olacakmış o?” diye sordum.
“İstersen uygulamalı olarak gösterebilirim.” Gerçekten kendisini değil beni düşündüğünü fark ettiğim için kendimi kötü hissederek zemine bakıp kara zorla güldüm. Bunu fark ettiğinde, “Seninle ringe çıkalım mı?” diye sordu.
Sorusu beni afallattığı için tek kaşımı kaldırıp omzumun üzerinden bir defa daha ona bakarak, “Anlamadım?” diye sordum.
“Aslında basit bir soruydu ama?”
“Ne ringi?”
“Boks,” dedi, “ağzımı burnumu dağıtırsan gevşersin.”
“Ha ağzını burnunu dağıtabileceğime eminsin yani?”
“Sana karşı boynum kıldan ince olduğu için karşında öylece durup beni yumruklamana izin verebilirim,” dedi alayla, ardından ekledi: “Ya da sana nefes aldırmam ve bana vuramadıkça öfkeden deliye dönersin. Tamamen keyfime bağlı.”
“Bileklerim güçsüz olabilir ama manevralarım güçlüdür,” dedim ona ayak uydurarak.
“Buna tüm kalbimle inandığımı söylemek isterdim,” dediğinde ona yan gözle baktım.
“İnanmazsan inanma.”
“İnandırmak için hiçbir şey yapmayacak mısın?”
“Ne istiyorsun? Seni yumruklamamı mı?”
“Bana insan içinde yumruk attığını, çevredekilerin toplanıp bana şiddet uyguladığın için polisi aradığını düşündüm,” dediğinde bu kez gerçekten güldüm, daha sonra güldüğüm için pişmanlık duyarak bakışlarımı ondan kaçırdım.
“Şebeklik peşindesin.”
“Ciddiyim, benimle ringe çıkmaya ne dersin?”
“Birileri benim tarafımdan tartaklanmak istiyor anlaşılan.”
“Hayır diyemem. Beni tartaklama biçimini seksi bulabilirdim,” dedi ve tamamen kafamın içindeki sesleri durdurmanın bir yolunu bulduğu için hissettiğim minnetin çehremi aydınlatmasına engel olamadım. “Akşam benimle buluş ve seninle sert bir date yapalım.”
“Zamanı mı?” diye sordum çekinerek.
Titreyen ellerimin nedeninin farkındaydı, belki de bu yüzden, “Zamanı,” dedi, “benimle randevuya çıkacak mısın?”
“Düşüneyim bunu,” dediğimde omzuyla omzuma vurup daha hızlı adım atmamı sağlayınca ona dik dik baktım. “Yavaş ayı, kaç kilo adamsın, yeri öptürecektin bana.”
“Sen bana yapınca sempatik oluyor, ben sana yapmam, body shaming yapıyorsun diye beni Allah’ıma kavuştururlar,” diye söylendi.
“Yapmadığın şey mi dangalak?”
“Dangalak mı? İnsan kocasına dangalak mı der?”
“Sen de kendini hepten kocam sanmaya başladın.”
“Beni haklı konuma getirmek istiyorsan gidip bir imza atalım da boşa kocanmışım gibi davranmamış olayım, ne dersin?”
“Yaşlı bir dana olduğun için mi aklın fikrin evlilikte? Hayırdır, geç kalmaktan mı korkuyorsun? Kız daha ne kadar geç kalacaksın? Olmuşsun otuz iki yaşında,” dediğimde bana dehşet içinde baktı.
“Üst üste hem yaş zorbalaması yaşadım hem de body shaming,” dedi. “Hem sen az önce bana kız mı dedin? Kocacığım demen gereken yerde bir de kız diyorsun.”
“Yener nasıl?” diye sordum konuyu değiştirerek.
Bakışlarının yoğunlaştığını fark ettim, gözlerini yola çevirerek, “Motosikletiyle geldi,” dedi, başta algılayamasam da bir süre sonra zihnime karanlık gibi çöken o cümleye karşılık olarak, “Eskiden kullanmıyor muydu?” diye sordum.
“Evet, görünen o ki eski bir alışkanlık yeniden su yüzüne çıkmış,” dedi, sesindeki tedirginliğin beni de kuşkulandırmasına engel olamadım. “Donuktu, pek konuşmuyordu yine. Üzerine çok gitmedik ama sonra Eylül’ü çok merak etti, çok endişelendi, bir anlığına dilinin bağı bile çözüldü, yeniden konuştu hepimizle.”
“En azından şu bir an evvel nihayete erse,” dediğimde, “Erecek,” dedi, “Onur Kırgız bu fırsatı kaçırmaz. Öte yandan gerçekten yardımcı olmak istiyor gibi bir hâli vardı.”
“Yener’e bu durumdan bahsettiniz mi?”
“Hayır. Netleşince bahsedeceğiz. Şimdilik dağ evinde kalıyor, gitmek istedi ama Muşta izin vermedi.”
Sohbet ede ede binanın önüne kadar gelmiştik. Sitenin içinde ilerlerken Yener hakkında konuşmaya devam etti ama aklının kör bir noktasında Eylül’ün dolaşmaya devam ettiğini biliyordum.
Asansöre binmeden önce, “Evet, randevu teklifime hâlâ yanıt vermedin, bir yanıt alabilir miyim?” diye sordu.
Kat sayısına bastıktan sonra omzumun üzerinden ona bakıp, “Kabul etmezsem bu iri dağ domuzu tüm site sakinlerine dehşet saçacakmış gibi hissediyorum,” dedim.
“İri olmam hoşuna gidiyor.”
“Sandığından daha fazla,” diyerek önüme döndüğümde sırıttığını hissettim.
“Ee, başka övgü yok mu?”
“Bu kadarı yeter sana.”
Asansörün kapıları kayarak açılırken, “Peki randevu?” diye sordu ısrarla.
“Kulağa fena gelmiyor.”
“O zaman bu gece benimle randevuya çıkıyorsun.”
“Çıkalım bakalım.”
Anahtarı çıkarıp kapıyı açtığım sırada Cenan da çöpleri çıkarmak için kendi kapısını açmıştı. Omzumun üzerinden o tarafa baktığım an göz göze geldik. Son günlerde bir şeylerin yolunda gitmediğini görebiliyormuş gibi endişeyle kaşlarını çattıktan sonra, “Zeliha, Gurur,” dedi temkinli bir sesle. “Nasılsınız?”
“İyi, teşekkürler,” dedim ona doğru dönerek. “Denk gelmiyoruz birkaç gündür.”
“Meşguldür,” dedi Gurur birden, Cenan’ın bakışları Gurur’a kaydı ve tek kaşını havaya kaldırdı. “Düğün hazırlıkları sonuçta.”
Bir an şaşkınlıkla, “Ha?” diye sordum.
Cenan, “Boşboğaz,” dedi sertçe. Ardından bakışlarını bana çevirip, “Düğün falan yok, sallıyor,” diye söylendi.
“Nikâh hazırlıkları diyecektim ya, pardon,” dedi Gurur bu kez, Gurur’un sırıttığını gördüm.
“Evleniyor musunuz?” diye sordum şok içinde. “Evet mi dedin?”
“Kapının ağzında konuştuğumuz şeye bak,” dedi Cenan elini alnına koyarak. “Bu çocuk gerçekten boşboğaz.”
“Öf ya, Allah’ın bildiğini sevgilimden mi saklayacaktım?”
“Saklıyor gibiydin,” dedim ona yandan bir bakış atarak. “Şimdi söylüyorsun.”
“Ben de bugün gördüm, Muşta nikâh işlemleri için başvuru yapıp delilleri ortada bırakmış.” Domuzcuk bakışlarını yüzümde dolaştırdı. “Darısı başımıza.”
Cenan’ın boynuna dek kızardığını gördüğüm nadir anlardan birindeydik. “Hayırlı olsun,” dedim sevincimi gizleyemeden. “Hoş ben bunun böyle sonuçlanacağını zaten biliyordum ya neyse…”
“Zeliha!” diye çemkirdi Cenan. “Başlama yine.”
“Ohoo, ben başlayana kadar siz yolu yarılamışsınız ki Hakan abimle,” dediğimde Gurur sinsi bir sırıtışla arkama saklanıp, “Gitgide bana benzemiyor mu sence de bu kız?” diye sordu Cenan’a.
“Aynı boşboğazlık,” dedi Cenan bize dik dik bakarak.
“Sizinki de aynı sinsilik,” dedi Gurur. “Babamı nasıl kandırdın?”
“Kadınla aynı yaştasın, kocasına baba diyorsun,” diye homurdandığımda, “Hayır, o benim cici annem,” dedi Gurur eğleniyormuş gibi.
Cenan, “Iyy,” dedikten sonra yüzümüze kapıyı kapatınca, Gurur ile aynı anda belki de günler sonra kahkaha attık.
“Ciddi ciddi evleniyorlar mı?”
“Evet, son zamanlardaki tek güzel şey,” dedi Gurur. “İstersen son zamanlardaki ikinci güzel şeyi birlikte yapabiliriz.”
“Aklın fikrin evlilikte.”
“Senin evlilikte galiba çünkü ben randevumuzdan söz ediyordum…”
Dirseğimle boşluğuna vurup kapıyı açtım, içeri girdiğimde arkamdan inleyerek içeri girip, “Yavaş be,” diye çemkirdi. “Bir de bana bileğim güçsüz masalları okuyor.”
İçeride Girdap ve Yener’i bulmayı beklemediğim için gözlerim iri iri açıldı. Yener, koltukta oturmuş, hemen önünde yere Eylül oturmuştu ve Yener sessizce Eylül’ün saçlarını örüyordu. Cesur ile Girdap’ın da oyun konsolunu televizyona bağladıklarını gördüm.
Eylül, omzunun üzerinden bize bakıp, zayıf, cansız bir tebessümle, “Hoş geldiniz,” diye fısıldadı.
Yener’in de bakışları omzunun üzerinden bize çevrildi ama sessizdi. Girdap ile Cesur konsolu bağladıktan sonra, “Biz de tam oyun oynayacaktık,” dedi Girdap elindeki oyun konsolu sallayarak.
“Geldiğimde onları salonun ortasında buldum,” dedi Cesur mahcup bir gülümsemeyle.
Eylül dizlerini karnına çektiğinde Yener, ördüğü saçın ucunu lastik tokayla bağladı ve “Mükemmel oldu,” dedi sessizce.
“Evet, her zaman mükemmel örersin,” dedi Eylül aynı sessizlikle. “Teşekkür ederim, Yener abi.”
“Ne demek prensesim,” dedi Yener, ardından bakışlarını bana çevirdi. “Ailenizin Zeus’u geri döndü.”
“O Zeus’u ne kadar özlediğimizden haberin var mı?” diye sorduğumda dudakları yukarı kıvrıldı. “O zaman kimlerin karnı acıktı?”
Eylül ile Girdap aynı anda ellerini kaldırınca Gurur poşetlerden birini kaldırdı ve ben de gülerek poşete bakıp, “Bence acılı tavuğa kimse hayır diyemez,” dedim.
Gurur ile birlikte mutfağa geçtik. Gurur, “Eymen hâlâ buralardaysa onu da çağıralım,” dediğinde elindeki poşetleri tezgâhın üzerine koyuyordu.
“Bu sabah bir okulu olduğu aklına geldi, Antalya’ya geçti ama hafta sonu gelir,” dedim.
“Çocuğa bağırdım,” derken kaşlarını çattı. “O da çok sarsılmıştı ama sakince soramadım, üzerine gittim.”
“Emin ol Eymen seni anlamıştır,” dediğimde, “Anlamış mıdır?” diye sordu.
“Anlamıştır. Hafta sonu geldiğinde onu yemeğe çağırırız, için rahat eder.”
“Sana yardım edeyim,” diyerek sebzeleri yıkamaya başladı.
Birlikte yemeği hazırlamaya başladığımızda Girdap, “Yardım lazım mı?” diye sorarak içeri girdi.
Gurur, “Yok, siz oyun oynayın,” dedi. Ardından bakışları omzunun üzerinden Girdap’a çevrildi. “Sağ olun birader, kafasını dağıtmasını sağlıyorsunuz.”
“O bizim de kız kardeşimiz lan,” dedi Girdap, “sen git içeri, oyuna kaldığım yerden devam et. Sana daha çok ihtiyaç var. Ben Zeliş’e yardım ederim.”
Gurur ikilemde kalsa da “Girdap haklı, git hadi,” dediğimde başını sallayıp ellerini yıkayarak mutfaktan çıktı.
Girdap da ellerini yıkadıktan sonra, “Salata yapma konusunda üzerime yoktur,” dedi.
“Göster marifetlerini,” diyerek alay edip hazırladığım tavukları kızartma aşamasına geçtim. Girdap doğrama tahtasına Gurur’un çıkardığı malzemeleri alarak tüm dikkatini onlara verip kesmeye başladı.
Domatesleri kestiği sırada, “Eylül konusunda çok endişeli olmalısın,” deyince duraksayıp bakışlarımı ona çevirdim. “Belli etmemeye çalışıyorsun ama ne hâlde olduğunu görebiliyorum. Söylemem gerekirse, iyi idare ediyorsun, Zeliş. Başkası olsa arkasına bakmadan kaçar giderdi.”
Söylediği şey nedense çok hüzünlü hissettirdi. “Yener’i burada bulmayı beklemiyordum.”
“Eylül timin göz bebeğidir,” dedi Girdap. Dikkatle sebzeleri doğramaya devam ediyordu. “Yener olanları öğrendikten sonra kendisini geri plana attı çünkü bilirsin, kız kardeşler önemlidir.” Buruk bir tebessümle doğradığı domatese baktı. “Yener de böyle birisi işte.”
“Yener’in varlığı Eylül’e iyi geldi,” dedim.
“Senin varlığın da öyle,” dedi Girdap. “Eğer sen Gurur’a bu denli destek olmasan, bir şeyleri atlatmaları Çalıklı ailesi için daha zor olurdu çünkü Gurur Çalıklı, ailesinin bel kemiği.”
Kızaran tavuklardan birkaçını servis tabağına alırken, “Elimden daha fazlası gelsin isterdim,” dedim. “Görmüyorum sanma, sen de çok durgunsun bir süredir.”
“Bir yerlerde hâlâ iyi ki var olan birinin artık hayatımda hiç kalmayışıyla yüzleşiyorum,” dedi hiç düşünmeden. “Kendi kendime kızıyorum biraz da. Neden böyle hissediyorum diye sorup duruyorum ama cevap bulabildiğimi söyleyemem. Sadece bazen o kadar yakınımdaymış gibi geliyor ki bir yerlerde iyi ki var oluşuna odaklanamıyorum, sanki yanımdaymış gibi geliyor, hâlâ hayatımın içinde dolaşıyormuş gibi.” Kaşlarını çattı. “O yüzden daha çok yüzleşiyorum yokluğuyla. Yokken bile varmış gibi hissettirmiş olması aslında uzun zamandır yanımda olmadığını fark ettiriyor.”
Yağın içinde kızaran tavuklardan birini daha maşayla alırken, “Onu rüyalarında görüyorsun sanırım,” dedim.
“Eskiden haftada bir gördüğüm rüyalar, birkaç gündür her gece, her şafak uğrar oldu. Rüyalarda da olsa yanıma uğruyor ama ara sıra kızmıyor değilim, bari uykumda seni düşünmeyeyim diye sitem ediyorum işte. Kızıyorum ona. Küçücük bir varlığın hayatımı böyle altüst edebilmesi ne garip, değil mi?” Omzunun üzerinden bana baktı. “Çok garip geliyor bana.”
“Bu aralar daha sık rüyalarında görüyorsan, merak ediyorum, bir yerlerden bakıyor musun ne yaptığına?”
“Bir süredir bakmıyorum.” Gözlerini elinde tuttuğu bıçağa indirdi. “Saygısızlık etmek istemiyorum çünkü. Seçimini yaptı, evlendi, belki de çok seviyor kocasını, burnumu sokup durdukça kendimi alçak biriymişim gibi hissediyorum.” Omuz silkti. “Ama ne bileyim, beni o kadar çok sevdi ki bir daha başkasını sevemez zannettim.”
Ya sevmiyorsa o adamı, diyemedim. İçine o umudu ekmekten korkarak bakışlarımı ondan uzaklaştırdım. Ama merak ediyordum, bir insan karşısındakini bu denli seviyorken, bu denli sevdiğini hissettiriyorken, bir daha başkasını sevebilir miydi ki?
Gurur’dan başka bir erkeğin gölgesinin kalbime düştüğünü düşünemiyordum bile. Bir gün birbirimizin hayatından silinmeyi seçsek bile ben başka birine ona baktığım gözlerle bakamazdım. Buna çok emindim her nedense. Mehtap’a içten içe hem çok kızdım hem de onu nedense anladım. Beş parmağın beşi nasıl bir değilse, her insan farklıydı, her insanın yaşam şekli, hissetme biçimi, seçimleri farklıydı.
“Acaba kızı mı oldu yoksa oğlu mu?” diye sorarken buldu kendini. Soruyu bana sormadığını hissettim, daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi. “Mutlu mu? Mesela bu gece bir başka adama yemek hazırlamak için mutfağına girdi mi?” Gülümsedi. “Güzel yemek yapıyordu. Kötü yapsaydı da hepsini bayıla bayıla yerdim ama eli lezzetliydi, ıslak keki çok güzel yapardı. Benim için hep ıslak kek yapardı. Ne zaman buluşsak yanında bir kap olurdu, çantasından çıkarıp bana uzatırken çok utangaç görünürdü. Küçücük bir şeydi işte, göğsümden biraz yukarı geliyordu kafası ama başını kaldırıp bana bakınca sanki ondan yüksekte değil de onun ayaklarının altındaymışım gibi hissederdim.”
Gözlerini yumup derin bir nefes aldı.
“İki büyük devirmeden konuşamayan ben, onun yokluğunda bülbül gibi şakıyorum, herhalde yokluğu iki büyük devirmişim gibi hissettiriyor.”
“Bu onun senin içinde küçülmek yerine, gün geçtikçe ne kadar büyüdüğünü gösteriyor,” dedim kendimi tutamadan. Sonra söylediğim şeye pişman oldum çünkü hayatına devam etmesi zaten onun için yeterince zorken, bu zorluğu bu tür kelimelerle daha da çıkmaza sürüklemek istemiyordum. Ama bu gerçeği de ondan saklayamazdım. Zaten içten içe hissettiğinin bu olduğunu biliyordum, bu hiç dillendirilmediğinde bile onun içinde şimşek gibi patlayan bir gerçekti.
“Bunu yalanlayamam,” dedi başını sallayarak. “O benim içimde her gün biraz daha büyüyor. Küçülmesi, yok olması gereken yerde içimi kaplıyor, içimi yakıp kavuruyor.” Doğradığı domatesleri büyük cam kâsenin içine boşaltıp biberleri önüne aldı. “Onun hayatında hiçbir şey olmayı kabullendim ama onu hayatımdaki her şey yapmaktan vazgeçemiyorum.”
“Bilseydi pişmanlık hissederdi,” dediğimde, “Bunu ondan bir an olsun saklamadım ki,” dedi. “Yani pişman olsaydı, çoktan olurdu, Zeliş. Umarım hiç pişman olmaz. Umarım bu hayatta güzel yüzü hep güler, güzel gözleri hep ışıldar, güzel kalbi bir an olsun üzülmez, yas tutmaz.”
Salatanın malzemelerini doğramayı tamamladıktan sonra ellerini yıkayıp salatanın sosunu hazırladı. Ben de pişirdiğim tavukları masaya koyup, bardakları çıkardım. Sessizlik içinde yenen akşam yemeğinde huzur aramadım ama yine de bir arada olmak iyi hissettirdi. Yener de Eylül de sessizlerdi ama bence birbirlerinin yanında olmaktan memnunlardı.
Yemekten sonra salonda toparlanıp oyun oynamaya devam ettiler. Yener benimle kaldı, kirlileri toplamama yardım etti ve benim için bulaşık makinesini doldurup çalıştırdı. Normalde yalnız kalınca ya dedikodu yapardık ya da komik bir şeylerden konuşurduk ama bunu yapmadı, belki de yapamadı. Durgun bir su gibi önümde akıyordu ve benim onu izlemekten başka çarem yoktu.
Sanki elimi omzuna koysam, ateşi parmaklarıma bulaşıp koluma doğru yayılacaktı. Hâlâ ateşler içindeydi, hâlâ acıyla kıvranıyordu ama dışarıdan ona bakan, küle dönmüş bir yangın görürdü. Kimse yanmaya devam ettiğini anlayamazdı.
Yener doğrulup boynunu esnetti ve “Gurur ile dışarı çıkacakmışsınız,” dedi, “merak etme, biz burada oluruz. Eylül’ün yanında.”
Peki senin yanında kim olacak?
Gözlerine uzun uzun baktım.
“Ne oldu?” diye sordu ama ne olduğunu biliyordu.
“Motosikletle mi geldin buraya?”
“Evet,” dedi ve önüne döndü. “Neden sordun?”
“Motosiklet kullandığına dair duyumlar aldım, merak ettim öyle.” Tedirginliğimi gizlemek için bitki çayını doldurduğum kupayı avuçlarımın arasına alarak kalçamı tezgâha yasladım. “En azından konuşuyorsun.”
“Çünkü bu hayatta susmak için bile uygun görünmeyen kişiyim,” dedi alayla, duraksayarak bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim ama bana bakmıyordu.
Korumacı yanımı durdurmaya çalışarak, “Çünkü konuşmana o kadar alışkınız ki sessizliğin hepimize boşlukta hissettiriyor,” dedim.
Ben onunla alakalı tedirgin düşüncelerin içine çekilmişken Yener konuyu hızla değiştirerek, “Gidip hazırlan sen,” dedi, “çıkacaksınız.”
Üzerine gitmek istemediğim için başımı sallayarak elimdeki kupayı ona uzattım. “Benim içmek için vaktim olmayacak, benim yerime sen iç,” dedim. “Hem bu çayı içene dek düşünmeye vaktin olur.”
Yener, “Ne hakkında?” diye sordu.
“Her şey,” dediğimde gözlerini elimdeki kupaya indirdi, ardından kupayı elimden usulca aldı. “Yener, kendi kıyını ateşe verirsen o denizin içinde boğulman kaçınılmaz olur. Bunu unutma, olur mu? Belki o kıyıda seni bekleyen insanlar vardır ve denizin dalgalarıyla boy ölçüşemeyecek kadar yorgun düşmüşsündür. Düşün bunu.”
Sessizlikle karşılık verse de zihnine düşünce tohumları ektiğimi biliyordum. Başka bir şey söylememe gerek kalmadı, yavaşça mutfaktan çıkıp onu düşünmesi için kendisiyle baş başa bıraktım.
⛓️
Cip, tamamen karanlığa gömülmüş bir binanın önünde durduğunda, şehir merkezinden yaklaşık yarım saat uzaklıktaydık. Üzerimde beyaz, yuvarlak yaka bir crop kazak, altımda da siyah deri pantolon vardı ve aracın içi sıcak olduğu için deri montumu arka koltuğa bırakmıştım. Deri montumun hemen yanında Gurur’un evden çıkmadan önce hazırladığı küçük spor çanta vardı, içinde ne olduğunu bilmiyordum çünkü görmemem için beni odaya almamıştı ama konuştuklarımızdan yola çıkarak, şu an buraya gelmemizin ana nedeninin spor olduğunu biliyor gibiydim.
Bakışlarımı ön camdan dışarı çevirip binaya bakarak, “Burası neresi?” diye sordum.
“Bir spor tesisi,” diye açıkladı. “Sadece askerlerin kullanımına açık ama uzun zamandır kimse uğramıyor. Nadiren kullanırız.”
“Böyle bir yerin varlığından haberim yoktu.”
“Sivillerin haberinin olmasını beklemiyordum zaten,” diyerek emniyet kemerini çözdü. “Burası özel alan, kamuya açık değil ve sadece askerlerin kullanabildiği bir spor tesisi. O yüzden bilmemen normal.”
Emniyet kemerimi çözdüğüm sırada göz hapsindeydim, emniyet kemerini izlediğini görmemek için ona bakmadım. Dışarı ilk adımımı attığımda bedenimi ısıran, delici bir soğuk hissettim. Titreyerek kollarımı bedenime sardığımda deri montumu uzatarak, “İşte, Gelincik,” dedi. “Donmadan önce sana bunu giydirelim.” Deri montu bana bir çocukmuşum gibi giydirdikten sonra fermuarımı boğazıma kadar çekerek, “İşte oldu,” dedi ve arka koltuktan spor çantasını da alarak kapıyı kapattı.
Elimi tuttu, diğer elinin sadece işaret parmağıyla da spor çantasının kulplarını tuttu ve beni spor tesisine doğru ilerletmeye başladı. Tesisin önündeki turnikeden geçmek için spor çantasını yere bırakıp cebinden bir kart çıkardı. Elimi bırakmak yerine çantayı yere bırakmasını sevimli buldum.
Sistem onu tanıdı, isminin ve soy isminin baş harfleri turnikenin çaprazındaki ekranda yanıp söndü. Birlikte turnikeden geçtikten sonra karanlık bahçede ilerlemeye başladık. Spor tesisi tek katlıydı ama uzun bir binaydı. Mermer merdivenleri tırmanırken varlığımızı fark eden sensörlü lambalar yanarak etrafı aydınlığa boyadı. Kapıda beyaz bir kulübenin içinde duran asker, “Yüzbaşım,” diyerek kulübeden çıkıp Gurur’u resmiyetle selamladı. “Uzun zamandır uğramıyordunuz.”
“Birdenbire spor yapasım tuttu, Cem,” dedi Gurur elimi daha sıkı kavrayarak. “Yengenle çalışacağız.”
Askerin gözleri bana dokunmadı, başını aşağı yukarı sallayıp saygıyla, “Güvenliği açıyorum,” dedi.
“Sağ olasın, hayırlı görevler,” dedikten sonra kapıya doğru döndü. Tesisin cam kapısının ardındaki beyaz lambalar yandı. Cam kapı kayarak iki yana açıldıktan sonra Gurur, “Tesise başkasını alman katiyen yasaktır,” dedi, “Anlaşılmayan bir şey?”
“Emredersiniz, yüzbaşım,” dedi Cenk saygıyla.
“Güzel, benden ikinci bir emir alana kadar giriş kapısını kilitli tut.”
“Emredersiniz, yüzbaşım.”
Kayan kapılardan içeri girdik, kapılar kapandıktan sonra kırmızı bir ışık yanıp söndü ve güvenliğin devreye girdiğini belli eden elektronik bir ses duvarlarda çınladı. Sauna kapısının önünden geçtik, ardından ağırlık çalışılan büyük bir salonun içinden geçerek yeni bir koridora çıktık. Bu koridor loştu, kurşungeçirmez camdan duvarları içeriye şehrin uzaklardaki ışıltılarını davet ediyordu.
“Demek bu kasları burada yaptın,” dediğimde genzinden gelen gerçek bir kıkırtı içimi sıcacık yaptı.
“Tamamen burada yaptım diyemem. Antrenman yapmaya geliyordum ama çok sık kullandığım bir tesis değil. Ben bu koca bedeni dağlarda yaptım.”
Göz ucuyla ona baktım. “Başka neler var burada?”
“Hamam var,” dedi, “tellak olma konusunda deneyimlerim de var, denemek ister misin?” Pis pis sırıttı.
“Hadi oradan,” diye homurdandım.
“Burada tüm sporları yapabilecekleri alanlar mevcut,” diye açıkladı. Sol duvarda kalan ikinci kapıyı işaret etti. “Mesela burada tekvando yapıyorlar. Genelde deneyimli askerler çoğunlukla burada birlikte vakit geçirir, maç yaparlar. Şu kapının arkasında da güreş için hazırlanmış bir alan mevcut, aramızda iyi güreşçiler vardır. Mesela Yaman, güreşten kazandığı madalyaları görsen şok olursun. Yaşından çok madalyası var.”
“Senin yaşından çok mu peki?”
“Kız bana bak, sen yaş şakasını çok yapar oldun, senin yüzünden orta yaş sendromuna gireceğim az kaldı.”
“Teknik olarak girmen gerekmiyor mu ya?”
Elimi bırakıp ensemden kavrayınca çığlık attım, beni olduğum yerde sarsıp, “Ne diyo’n?” diye sordu, babam gibi konuşması beni güldürdü ve kurtulmak için çırpınmaya başladım.
“Ya Gurur, bıraksana ya!”
“Böyle çırpınırsın işte,” dedi keyifle. “Kurtul hadi.”
Ensemdeki parmaklarından kurtulmak için ellerimi arkaya doğru atıp parmaklarını tutmaya çalıştım ama yapamadım, ayı çok uzun boylu ve kalıplıydı; değil ona yetişip onu durdurmak, onu yerinden biraz bile oynatamazdım ki ben.
“Ya bırak!” diye çemkirdim ama aslında benimle böyle uğraşıyor olmasından çok büyük keyif alıyordum. İşler çığırından çıkmışken, her şey altüst olmuşken, bencilceydi belki biliyordum ama bu bana normal bir çiftmişiz gibi hissettiriyordu. Olması gerektiği gibiydi sanki. Normal sevgililer gibi.
“Çığırma çığırma, bacağım kadar boyunla öyle bir bağırıyorsun ki, bu ses nasıl çıkıyor senden ya?” diye sorup beni ensemden kavramaya devam ederek kendisine doğru çekti. Sırtım sertçe göğsüne çarpınca dengemi yitirdim ve elimde olmadan tüm ağırlığımı ona verdim. Çenesini başımın üzerine bastırıp, “Şimdi elime düştün,” diye fısıldadı. Fısıltısı tüylerimi diken diken ederken sakinleşip ona iyice yaslandım.
Beni kendine doğru çevirdiğinde elinde tuttuğu, ona ait bir kukla gibiydim. Gözlerimi kaldırıp, buz sıcağı gözlerine yerleştirdim; hem yakan hem de donduran bakışlarının içinde kendi yansımam karşımda durmuş beni izliyordu. “Zaten en başından beri elinde değil miydim?” diye sordum o gözlerde kaybolurken.
“Sen henüz doğmadığında, ben henüz doğmadığımda, dünya üzerinde tek bir canlı bile barındırmıyorken bile sen benim henüz var olmamış ellerimdeydin,” dedi. Yüzümü avuçlarının içine aldığında bunu çok sevdiğimi fark ettim. Yüzüm en çok onun avuçlarının içine yakışıyordu. Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdığı vakit, kalbimin yerinden çıkıp onun göğsünün altına saklanacağını düşündüm. Sanki kalbim benim göğsümde değil, onun göğsünde yaşam sürmek istiyordu. Onun göğsünün altında çarpmak istiyordu.
Yüzüm avuçlarının arasındayken beni öpmeye başladı. Dudaklarımız birleştiği an gözlerimi kapatıp bana verdiği o yüce hisse teslim oldum. Gurur’un dudakları ısrardan ve aceleden uzaktı, yumuşacıktı, serin akan bir nehir gibi hissettiriyordu. Dudaklarımın üzerinde hareket edip içime akan o nehrin kalbimi içine aldığını hissediyordum ama bu nehir kalbimi boğmuyor, kalbimi serinletiyor, kalbimi özgürleştiriyordu.
Etrafımda insanlar varken bile hissettiğim yalnızlık, kimse yokken, sadece Gurur’a ait düşünceler zihnimde dolaşıyorken yok oluyordu. Parmağı elmacığımdan gözümün altındaki çukura dek ilerledi. Beni öpmeye devam ederken parmaklarının altındaki nabzı, akıp giden kanın gürültüsünü hissediyordum. Başka şartlar altında tanışsaydık bile kalbimde şu an olduğu yeri edineceğini biliyordum. Bunun düşüncesi bile ruhumu ağrıttı ama dudakları dudaklarımdayken hissettiğim huzuru, içimi dolduran mutluluğu önleyemedi.
Dudaklarımız tek nefeste ayrıldığında, “İyileştiriyorsun beni,” dedi, itirafı kalbimi zonklattı. “Değiştiriyorsun, dönüştürüyorsun, o çirkin yaralı kabuğumdan çıkarıyorsun, güzelleştiriyorsun.” Yüzüm hâlâ avuçlarının içinde hapisken alnını alnıma yasladı. “Sen olmasan çok çirkin olurdum ben,” diye fısıldadı.
“Böyle konuşarak kalbimi yerinden oynatıp duruyorsun.”
“Kalbin yerinde kalsın ve sonsuza dek atsın, benim için atsın,” dedi, “ben aklını yerinden oynatmak istiyorum.”
“Yapmadığın şey değil.”
“Senden her seferinde daha fazlasını istiyorum ve bu beni delirtecek, kafayı yedirecek bana. Manyaklaştırıyorsun sen beni.”
Gözlerimi kaçırdım ama o, durup yüzümü izlemeye devam etti. Bana bakışı kalbimi eritiyor, aklımı yitirmeme neden oluyordu. Mantık da yoktu onun olduğu yerde. Olacak gibi de değildi. Aşkın deliliğe ne kadar yakın bir duygu olduğunu daha iyi anlıyordum onun sayesinde.
“Hadi çiçeğim,” diyerek yanağımı okşadı. “Ringe çık benimle.”
Gözlerimi yüzüne çevirip, “Ciddiydin,” dediğimde, “Sana söylediğim şeylerin ne kadar ciddi olduğunu kavrayamadın mı sen hala?” diye sordu.
Elimi tutup beni koridorun öteki ucuna yürütmeye başladı. Bir salona girdiğimizde önce her yer karanlıktı, sonra Gurur ışığı yaktı ve beyaz ışık salonu aydınlattı. Yerde bir minder vardı, duvar kenarında iki büyük kum torbası ve kum torbalarının yanında da beyaz dolaplar yer alıyordu.
Spor çantasını sallayarak, “Üzerini değiştir,” deyince dönüp ona baktım.
“Boksla ilgili bildiğim hiçbir şey yok.”
“Öğrenirsin.”
“Ne kadar kolaymış gibi söylüyorsun ya!”
Sırıttı. “Hadi hadi,” diyerek üzerimdekileri işaret etti. “Çıkar.”
Etrafıma bakınıp, “Kamera?” diye sorunca, “Yuh amına koyayım ya,” dedi abartıyla. “Kamera olan yerde sana üstünü çıkar der miyim sence ben?”
Üzerimdeki montun fermuarını indirirken, “Ne bileyim be, panikledim,” dedim aceleyle.
“Vakit kazanmaya çalışıyormuşsun gibi geldi bana, Gelincik, hadi bakalım, çıkar,” diyerek üzerindeki paltoyu sıyırdı.
Çantanın fermuarını açtığımda benim için koyduğu kısa şortu ve sporcu sütyenini gördüm. Kendisi için de bir şort koymuştu sadece. Şortumu ve sütyenimi alarak, “Soyunma kabini yok mu?” diye sordum.
Tek kaşını kaldırırken çantaya doğru eğilmiş şortunu alıyordu. “Daha önce görmemişim gibi davranacaksın yani?” diye sordu. “Hepsini gördüm. En ince ayrıntısına kadar. Hatta senin bile görmediğin yerlerini gördüm.” Gözlerini kıstı. “Nefisti.”
“Ay öküz, hayvan,” dedim elimde olmadan, birkaç adım geri sektiğimde bu hareketim onu güldürdü.
“Ceylan derken ne kadar haklıymışım, seke seke kaçtı,” dedi alayla.
“Sapık sapık konuşma!”
“Sapıklığın kralını yaptıktan sonra kızlar,” diye alay edince gözlerimi devirerek ona sırtımı dönüp önce üzerimdeki montu, ardından crop ve sütyeni çıkardım. Sırtım açığa çıktığı için bir ıslık çaldı.
“Şu belindeki kavise bak amına koyayım,” dedi boğuk bir sesle. “Aklımı oynatacağım.”
Omzumun üzerinden ona bakıp, “Sus be sapık köpek,” dediğimde başını geriye atarak kahkaha attı. Onu bu kadar keyifli gördüğüm için birden yüz ifadem yumuşadı. Yaşananları zihninden biraz silebildiğimi hissettim, daha fazlasını yapabilmeyi dileyerek sporcu sütyenini üzerime geçirip pantolonumun düğmesini çözdüm.
“Bunu da sırtın bana dönük yaparsan mucize gibi görünen kalçalarını göreceğim, seyir zevkini anlatamıyorum şu an, keyiften dört köşeyim,” diye şakıdı arkamda. Homurdanarak altımdaki pantolonu yavaşça aşağı sıyırdığımda, “Kalp hastası olmak için ideal bir yaş mı acaba otuz iki?” diye sordu, onun da beni keyiflendirmeye çalıştığını anında anladım.
“Tansiyon, şeker, hepsi için uygun bir yaş gibi görünüyor, Dağ Domuzu.”
“O yüzden tansiyonumu yerinden oynatıp şekerimi çıkardın şu an sanırım,” diye fısıldadı erkeksi bir sesle.
Alt dudağımı emip, yavaşça şortu bacaklarımdan geçirip yukarı çektim. Ona doğru döndükten sonra katladığım kıyafetlerimi yere bıraktım ve “Evet, şimdi bana ne yapacaksın?” diye sordum.
Gözlerine çöken karartılarla, “Bana bunu bu şekilde soramazsın, çok azdırıcı,” dedi hiç düşünmeden.
“Ringe çıkacağımızı sanmıştım?”
“Kucağıma çıkman da fena olmazdı.”
Gülerek boynumu esnettim. “Hadi.”
“Ne hadi?”
“Gurur, spor yapmayacak mıyız?”
“Ha, evet,” dedi bocalayarak. Altındaki pantolonu çıkarıp şortunu giyerken ona bakmamaya çalıştım. Üzerindeki kazağı sıyırdı, güzel vücudu artık çıplaktı. Dolaplara ilerledi, dolap kapaklarından birini açıp omzunun üzerinden bana bakarak, “Mindere çık,” dedi.
Bana söyleneni harfiyen yerine getirip onu beklemeye başladım. Elinde iki çift boks eldiveniyle dönüp, “Yaklaş,” dediğinde ona doğru ilerledim. Boks eldivenlerinden kırmızı olanı bana giydirip, bilek kısmını ayarladıktan sonra, “Güzel,” diyerek geri çekilip kendi eldivenlerini taktı. Dişlerini cırt cırtlara takıp gözlerimin içine bakarak ağzıyla eldivenlerini bileğine sabitlerken kalbimin hızlanmasına mâni olamadım.
Elini kaldırıp, “Başlayalım, Özdağ,” dediğinde kalbim daha da hızlandı. Eldivenli yumruklarımızı birbirine vurduk ve “Yüzünü şu şekilde koruyacaksın sürekli olarak,” diyerek ellerini yukarı çekip, bir elini öne, diğerini yüzünün yakınlarına getirdi. Çıplak ayaklarının üzerinde yavaşça hareket edip, omuzlarını geriye çekip eldivenlerin arkasından bana dik dik baktı.
Nabzımın tutarsız bir şekilde içimi çizdiğini hissettim. Gösterdiği şekilde bacaklarımı hafif aralayıp ellerimi onunkilerle aynı şekilde konumlandırdım. “Bu elle atak yapacağında, sağ omuz geriye,” diyerek yumruğunu bana doğru gönderdi ama eli oldukça yavaştı, kavramam için vakit kazandırıyordu. Omzumu geriye attığımda, “Güzel,” dedi başını sallayıp geri çekilerek. Bacaklarının üzerinde yavaşça yaylandı, gözlerim sıkı, kalın bacaklarına kaydı ve bir an olduğundan katbekat seksi göründüğünü fark ederek bocaladım. “Yukarı bak,” dediği an gözlerim yukarı tırmandı ve yine aynı eliyle bana yönlendiğini fark ederek omzumu geri çekip ellerimi yukarı kaldırdım. “Güzel, bebeğim, çok iyi,” dedi ve bu beni daha da heyecanlandırdı. “Şimdi, sol el yukarı, yüzüne yakın, dirseğini kır. Evet, öyle.” Başımı salladım. “Şimdi, bileğin ile avucunun birleştiği noktayla bir şeyi ittiğini hissederek, damarlarını çok germeden yukarıya bir yumruk atmanı istiyorum.”
“Yüzüne gelir!”
“Kendimi savunacağım manyak.”
Bileğimi geriye çekip avucumun içiyle bir şeyi itiyormuşum gibi gerildim, yumruğumu yukarı savurmamla, elini kaldırıp yumruğumu durdurması bir oldu. “Vur,” dedi, “diğer elinle, hadi.” Diğer elimi kaldırıp, adalelerim kasılırken bir yumruk daha savurdum ve onu da kolaylıkla karşıladı. “Durma, aynı elle, tekrar, şaşırtmaca olmadan sürekli olarak aynı şekilde devam edersen hareketlerin öngörülebilir olur. Sık sık şaşırt. Şimdi, aynı elle.” Söylediğini yaptım, vurdum, karşıladı, bu kez onu şaşırtmak için yine aynı elimi harekete geçirdiğimde onu gafil avlarım sandım ama bu olmadı. Kolaylıkla hareketimi öngördü. “Karşıla beni,” diyerek yumruğunu yukarı ittiğinde elimi havaya kaldırıp yüzümü yumruğundan korudum ama korumasaydım da zarar vermeyeceğini biliyordum.
“Sevmediğin birinin yüzünü düşün, dağıtmak ister gibi, tüm gücünle, hadi!” dediğinde bir an bakışlarım karardı, göğsüm sıkışırken Emsal’in yüzünü düşünmeden edemedim. Artık var olmayan biri karşımdaymış gibi öfkeyle öne gelip Gurur’un avucuna vurduğumda Gurur bir an geriledi, bacakları biraz daha açıldı ve durmadım, bu kez diğer yumruğumu kaldırıp ona yönlendirdim, onu da kolaylıkla karşıladı.
Öfkeyle bir kez daha elimi kaldıracaktım ki “Kendini yorduğun zaman rakibinin işini kolaylaştırırsın, nefes al!” diye emretti, bir an kendimi onun askeri gibi hissederek durakladım. Kollarımı iki yana açmam için elleriyle hareket yaptı, kollarımı ikiye ayırdığım an eldivenli ellerini belimin kenarlarına koydu ve bir an ikimiz de açığa çıkan elektrikle çatırdadık. Gözlerimiz birbirine saplandı.
“Devam,” dediği an gözlerimiz birbirinden ayrılmadı ama elleri geri çekildi, ellerim yukarı gelerek eski konumuna kavuştu. Sert soluklar alarak yumruğumu yukarı savurduğumda, “Bu kadar mı?” diye gürledi, bir an afalladım ama içimdeki öfke büyüdü, rahatlama isteğiyle bir kez daha ona saldırdığımda, “Şimdi bir şeyleri beceriyorsun işte,” diyerek beni gazladı. Arka arkaya savurmaya başladığım her yumruğu karşıladı ama ayakları minderin üzerinde kayıyor, geri adımlar atıyordu. Ellerimdeki titreme, yerini güce bırakmıştı. İçimde bir şeylerin yükseldiğini, ardından aşağı doğru son sürat düşmeye başladığını hissettim. Rahatlama hissi, işte hissettiğim tam olarak buydu.
“Karşıla!” diyerek yumruğunu yukarıdan aşağı savurdu, elimi karnımın konumuna indirerek hafif yumruğunu kolayca karşıladım. Dudakları beğeniyle yukarı kıvrıldı. Alnında beliren ter damlalarının aynısı göğsünden de gözyaşı gibi akmaya başlamıştı. “Karşıla!” diye bağırmasıyla yumruğunu yukarı itmesi ve yumruğumla yumruğunun tam yukarıda çarpışması bir oldu. Şaşırdı, daha sonra göz bebekleri küçüldü, gözlerimin içine bakarken, “Siktir, evet, durma,” dediğinde geri çekilip bacaklarımın üzerinde yaylanarak yumruklarımı yüzümün yakınına taşıdım. Eldivenlerin arkasından yalnızca gözlerimi görüyor, ben de aynı pozisyonda olduğu için onun sadece gözlerini görebiliyordum.
İçimde biriken o doluluğu görmüştü, ondan kurtulmam için bu yolu seçmişti. Şimdi daha açık ve net görebiliyordum; berrak bir suya bakıyor gibi hissediyordum.
Hiç beklemediğim bir anda beni boyun kilidine aldığında boğazımdan kopan bir çığlıkla onu geri ittim ve şimdi yeniden yüz yüzeydik. Yumruklarımı sertçe savurmaya başladım ama kıvrımlarımda hâlâ onun terli bedenini hissediyor gibiydim.
Tüm hızımla ona bir yumruk savurduğumda, bedenlerimiz geriye savruldu, çıplak karnım onun kasla kaplı sert, terli karnına yapıştı ve devrildik. Sırtı mindere vurduğunda kucağında duran bendim. Saçlarım yüzlerimizin arasından aşağı sarkarak onun başının iki yanına yayıldı. Nefes nefese birbirimizin gözlerinin içine bakarken onun kucağında uzanıyordum. İkimizin de kaşları çatıktı, ikimizin de nefesleri körük gibiydi; birbirimizin gözlerine kilitlenip kalmıştık.
“Güzel,” diye fısıldadı soluk soluğa, gözleri gözlerimde.
“Güzel,” diye karşılık verdim, ben de soluk soluğaydım.
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarı işaretine kadar hızla kaydırın. Bu sahneyi okumamanız hikâye akışında bir sorun yaratmayacak.)
Birdenbire dudaklarına yapıştım, o da bunu bekliyor olmalıydı çünkü kafasını hafifçe yukarı kaldırmıştı bile. Delirmiş gibi öpüşmeye başladık. İnsani hisler bir köşeye çekilmiş, yerini şeytani hislere bırakmış gibiydi. Başımı sola çevirip onu daha derin öpmeye başladığımda eldivenli elinin bel kavisimde kaydığını hissettim. Bacaklarımı iki yana açarak kasıklarına oturdum ama doğrulmadım, onu daha derin, daha büyük bir arzu ve açlıkla öptüm. Kalçalarım farkında olmadan hareket etti ve kendimi ona daha sert bastırıp yavaşça sürtündüm. Hiç beklemediğim bir anda beni ters çevirip bu kez üste o geçti. Bir elini yukarı gerip kalın pazusunu yüzümün yanından geçirerek avucunu yere bastırdı. Bacaklarımı beline sarıp çıplak topuklarımı kalçasına bastırdım ve beni ele geçiriyor gibi öpmesine izin verdim.
İnlediğim an elimi ıslak, terli karınlarımızın arasına soktuğum ve onu geriye devirdiğim andı. Yerde yuvarlandık ve şimdi onun üzerindeki bendim. Yeniden kalçalarımı kasıklarına bastırarak kucağında onu tüketir gibi öpmeye başladım. Kucağında yükselerek aceleyle dişlerimi eldivenin cırt cırtlarına bastırıp çözdüm, karnıma sürterek çıkardığım eldivenlerden birini kenara fırlattım ve diğer eldiveni özgür kalan elimle çıkarırken o da benim gibi dişlerini eldiveninin cırt cırtına geçirip, sertçe çekip çıkardı. Dudaklarımız yeniden birbirine çarptığında diğer eldivenini çıkarıyordu.
Çıplak ellerini kalçalarıma yerleştirdiğinde, benim ellerim de onun gür saçlarına doğru kaydı. Sakalları çeneme, yüzüme sürtünüyor, ıslak bir şekilde kendimizi kaybetmiş gibi öpüşürken kalçalarımı sıkarak ona sürtünmemi sağlıyordu. Yüzüme düşen saçlarımı savurarak omzuma atıp, elimi yere bastırıp onu daha sert, daha istekli öptüm. Altımda sertleştiğini hissediyordum, büyüklüğü bir nabız gibi tam orada, bacaklarımın arasında, mabedimde çarpıyordu. Kasılıp gevşeyişlerini, daha da büyüyüşünü hissediyor ama durmuyor, ona sertçe sürtünürken dilimi ağzının içine iterek onu keşfediyordum.
Parmaklarım çenesinden boynuna indi, terli boynunu parmaklarımla sardığımda ağzımın içine doğru inledi. Ona sürtündükçe daha çok ıslanıyordum, sırılsıklamdım, terliydim ve mümkünmüş gibi bedenim onun için daha fazla sıvı üretiyordu.
Parmaklarımı boğazına bastırdığımda, ağzımın içine doğru, “Sikeyim,” diye inlediğinde, “Evet,” dedim soluk soluğa, dilimi diline sürttüm. “Hadi bunu yap.”
Ona daha sert sürtünmeye başladım. İstekten içim kavruluyordu ve artık duramayacağımız bir noktadaydık. “Seni sikmemi istiyorsun demek?” diye sorarken nefesi içime doldu.
“Bu ortak isteğimiz,” diyerek elimi arkaya atıp şortumu gerdim, şortumun bol kısmı yukarı sıyrılırken Gurur’un eli de aşağı kaydı ve şortunun kenarından açığa çıkardığı sert, sıcak penisini bacaklarımın çıplak derisinde hissettim. Ağzına doğru, nefes nefese, kan ter içinde, “İçime ver onu,” dediğimde parmakları bir kanca gibi kavradığı şortumu ve külotumu yana çekti ama onu çıkarmadı. Kıyafetlerin kısıtlı bir şekilde açıkta bıraktığı noktalarımız birleşmek için sızlıyorlardı.
“Al beni dar amcığına,” diye hırlamasıyla, aletinin başının ıslak bir şekilde vajinamın dudakları arasına yerleştirdiğinde gözlerimi yumarak inledim. Öyle ıslaktım ki girişime kayması an meselesiydi ve durmasını istemediğim için belimi kavislendirerek ona yardımcı oldum. İçimde penisinin şişkin başını hissettiğimde aynı anda inledik.
Birleşmenin yabani içgüdülerle sarılması bizi daha da çileden çıkardığında onu daha fazla alabilmek için kendimi ona iterek üzerinde hareket ettim. “Sürecek misin senin için damarlanan sikimi?” diye sordu ağzımın içine doğru. “Hadi onu yutup kaybet ve beni sihrin varlığına inandır.”
Dili çeneme kayınca gözlerim de diliyle eş zamanlı olarak geriye kaydı ve kalın, uzun aletinin yarıya dek içime saplandığını hissettim. Avucunu bel kavisime bastırdığında terden dolayı parmakları kaydı, inanılmaz, büyüleyici bir ıslaklıkla birbirimize mühürlenmeye başladık. “Çok sıkı,” diye inlediğinde aklını yitirmiş gibi görünüyordu. “Daha fazla ver,” dediğinde kasılan bedenimi gevşetip zorlanarak üzerinde hareket etmeye başladım.
Başta yakıcı, kavurucu bir hisle canım yandı ama daha sonra artan ıslaklığım yüzünden kolaylıkla onu içime kaydırmaya başladım. İçime her alışımda çıkan o ahlaksız ve ıslak ses ikimizi daha da azdırmaya başladı. İhtiyaçla onu içime almaya, o da ihtiyaçla damarlı aletini içime sokup çıkarmaya başladı. Senkronize şekilde ben kendimi ona itiyor, o da kalçalarını yukarı kaldırarak beni alttan vuruşlarıyla karşılıyordu. Üzerimizde kıyafetler olmasına rağmen sanki tek bir parça yokmuş, çırılçıplakmışız gibi hayvani bir içgüdüyle birleşiyorduk.
Parmaklarımı boynuna daha sert bastırıp başımı geriye attığımda, ıslak saçlarım havada savrulup şakıyarak belime çarptı. İçime onu daha fazla alabilmeyi istedim o an. İnanılmaz bir istek kasıklarımdan yukarı tırmanıyor, karnımda birikiyordu. “Ahh!” diye bağırdığımda bu acıdan değildi, bu artık önlenemez iniltilerimin yükselerek oluşturduğu bir his patlamasındandı. “Çok büyüksün, delireceğim,” diyebildim, kelimeler dudaklarımdan çıkıp gidiyordu.
“Off,” diye inledi dudaklarını öne doğru uzatarak. “Konuş böyle, aç o güzel ağzını, evet.”
“Lütfen, daha, daha fazla!” dedim bilinçsizce ve “Siktir, hepsini mi yemek istiyorsun?” diyerek uzun uzun inledikten sonra kalçasını kaldırıp indirerek hareket etmeme izin vermeden beni sertçe doldurmaya başladı. Her sokuşunda çıkan şakıma sesiyle beraber ıslak birleşme seslerimiz salonun duvarlarında çınlıyordu.
“Çok ıslak amına koyayım,” dedi çıkan şakırtı sesleri onu deliye döndürmüş gibi. Ardından beklemediğim bir anda ellerini kalçalarıma yerleştirdi, şortun içine sokup kumaşın altına sızarak kalçalarımı kavradı ve onları resmen ayırıp beni alttan sertçe doldurmaya devam etti. Gözlerim geriye kayarken nefes alamıyor, yalnızca deliye dönmüş hâlde inliyordum.
Kalçalarımı parmaklarıyla aralayarak kendini aşağıdan içime doğru itmesi içimdeki zevk duygusunun katlanmasına neden olunca elimde olmadan ben de kendimi tekrar ona bastırmaya, o beni alttan vuruşlarla doldururken, üzerinde âdeta zıplamaya başladım. Büyük ellerinden birini şortumdan çıkarıp, sütyenimi belli ölçüde yukarı sıyırıp kafasını kaldırarak göğsümü ağzının içine aldı.
Dişlerini göğüs halkama sürtüp, dilini bir yılan gibi göğsümün ucunda dolaştırmaya başladığında kadınlığımın derinliklerinde büyüyen his dalgası titreşti, kasılıp gevşemeye başladım ve ağzı memelerimdeyken, “Resmen yutuyorsun,” diye hırlayıp, hâlâ şortumun içinde olan eliyle kalçamı sertçe sıktı. “Zıpla bebeğim, doldurt bana içini,” demesiyle sarsıldım ama bu emir, inanılmaz bir zevkin kadınlığımdan akmaya başlamasına neden oldu. Yüksek sesle inledi, kendini tutmadı, genzinden kopan o inilti beni daha da yükseltti.
Zihnimdeki her şey parçalanmaya başladığında, aletinin etrafında, o büyük aleti sıka sıka boşalmaya başladım ama öyle tıka basa doluydum ki fışkıramadım; içimde bir şeylerin patladığını hissettim. Kucağındaydım, beni tamamen tıkamıştı ve bu yüzden sadece aletinin etrafında nabız gibi atarak, kasılıp gevşeyerek boşalabildim. Ben boşalırken, “Siktir,” diyor, başını yere sertçe bastırıp dişlerini sıkarak inliyor, kendini asla tutmadan küfürler savuruyordu.
Boşalmama rağmen karnımda biriken o istek sona ermedi, kendimi sertçe ona itip, üzerinde oturup kalkmaya devam ediyordum ve artık daha sağır edici bir şekilde birleşmemizden çıkan o ıslak sesler etrafa yayılıyordu. Göğsümü tekrar ağzının içine alıp emerek beni alttan vura vura doldururken parmağı yavaşça kalçalarımın arasına sızdı, öyle ıslak, öyle istek doluydum ki yapacağı şeyden kaçamadım. Hatta bunu istedim. Parmağı kasılıp gevşeyen, sularımla kirlenen arka deliğimden içeri sızdığında gözlerim geriye kaydı. Avuçlarımı göğsüne bastırıp doğrulmaya çalıştım ama yapabildiğim tek şey tırnaklarımı o kaslı göğse saplayıp inlemek oldu. Parmağı arka deliğimde beni kaskatı bir hâlde kasılmaya zorlarken, o eşsiz iniltileri benden saklamadan, hiç durmadan içime çarpa çarpa sokmaya devam etti.
Parmağının oradaki varlığı kadınlığımı daha da kastırıyor, aleti ıslaklığımdan dolayı içime gömülse de içimden çıkarken zorlanıyordu. “Boşalt beni o eşsiz amına,” diye hırlamasıyla kendimi kasmam bir oldu ve içime fışkırmaya başladığını hissettim. Öyle çok inledi ki iniltileri beni de ikinci kez boşalttı.
Ruhum köklerinden çekilerek sarsıldı, kopup gideceğimi, dağılıp etrafa saçılacağımı sandım ama durmadı; içime oluk oluk akarken bile istekle içime vurmaya devam etti ve parmağını daha içeri batırarak, “Bu delik de benim,” diye inledi.
“Durma,” dedim bilinçsizce, dağılmış durumdaydım ama yine de titreyerek kucağına oturup onun kendi ve benim sıvılarıma bulaşmış penisini içime almaya devam ettim. Hâlâ sertti, içimde hem daha kaygan hem daha ıslak hem de daha büyüktü. Zonklayarak, titreyerek içimde gitgide daha da büyüyormuş gibi hissediyordum. İçime girip çıkarken çıkan o ıslak sesler artık çok ahlaksız şapırtılara dönüşmüştü. Ses beni hem utandırıyor hem de daha da yükselterek daha fazla istememe neden oluyordu.
Parmağının baskısı kayboldu ama içimden çıkmadı. Beni kalçalarımdan kavrayarak, aleti hâlâ içimde seğiriyorken kolaylıkla ayağa kalktı. Bacaklarımı beline sarıp, onu daha da derinlerde hissettiğim için yüksek sesle inlediğim sırada, içime girip çıkarak yürümeye başladı.
Ne kadar ileri gidebileceğimizi düşündüm, daha sonra bir sınırımız olmadığını fark ettim. Dilim ağzının içine girerken bir eli kalçamda kaldı, diğer eliyle bir kapıyı açtığını fark ettim ama kafamın içinde bir hortum büyüyordu, algılarım onun dışındaki her şeye kapanmış durumdaydı. Çok geçmeden spor salonundaki duş kabinlerinin bulunduğu alanda olduğumuzu fark ettim. Beni soğuk mermerden duvarına yasladığında aceleyle üzerimdeki sporcu sütyenini sıyırıp kenara fırlattım. Kollarımı boynuna sarıp dudaklarına yapıştığımda o da durmadı, tek bir an içimden çıktı ve altındaki şortu baksırıyla birlikte yere indirdi.
Ayaklarım anlık yere bastığında ben de hızla şortum ve külotumdan kurtuldum ve duş kabinin içine doğru sürüklendim. Gurur sırtımı ona döndürüp yanağımı mermere yasladığında soğuk su birden şiddetle üzerimizden aktı ama birkaç saniye sonra su, altında durabileceğimiz sıcaklığa ulaştı. Avucunu belime bastırarak tamamen duvara yaslanmamı sağladığında kalçalarım önüne sunulmuş bir ziyafetten farksızdı. Göğüs uçlarımın da soğuk mermere temas ettiğini hissettim, ardından kalçalarımın arasından süzülerek vajinama giden sert aletinin hissiyle kasıldım. Bacaklarımın arasından onun menileri ve benim sıvılarım akıyor, dizlerimin iç kısmına doğru süzülüyordu. Gurur aletini yeniden girişime konumlandırıp, bir eliyle kalçalarımı ayırırken, diğer elini öne kaydırarak klitorisime dokundu. Aynı anda yüksek sesle inledik, suyun sesine iniltilerimiz karıştı ama suyun sesi bile bu hazzın yankısını bastıramadı.
“Seninle işim bitmedi,” diye tıslayarak aletini içime ittiğinde bacaklarım titredi, avuçlarımı da bedenim gibi soğuk mermere bastırarak uzun uzun inledim. İçimde ilerleyen aletinin kasılıp gevşemelerini hissediyordum, bunun nedeninin henüz yeni boşalmış olması olduğunu da biliyordum ama hâlâ çok açtı, hâlâ bastıramadığı duygularla vahşi bir şekilde bana saldırıyordu. Dişlerini ensemde hissettiğimde, “Kasma kendini,” diye emretti, emrine itaat etmezsem parçalanacağımı ve zevkin elimden kayıp gideceğini hissettim. Bunu istemiyordum, sürsün istiyordum, kendimi gevşetmeye çalıştığımda ise bu mümkün değildi. Kasıldıkça hem kendi canımı acıtıyordum hem de içimdeki zevk sarmaşığı daha sıkı hâle gelerek ruhumu sıkıyordu.
Parmaklarını klitorisime bastırıp sertçe okşarken kendini biraz daha derine iterek, “Çok ıslak, altında olduğumuz sudan bile fazlası,” diye inledi zevkle. Islanan saçlarım başımı geri atmamla beraber sırtıma çarptı. Gurur parmaklarını oradan çekmedi, dünyam küçüldü ve genişledi, sarsıldı ve duruldu, titreşti ve dağılmaya başladı.
Sabırsızlıkla, “Gurur,” diye inlediğim sırada kendi sesim bana yabancı geldi. Kasıkları şiddetle kalçalarıma çarpıyor, akan suyun altında beni sertçe dolduruyordu. Eriyip kaybolacağımı hissederek, “Yavaşla,” diyebildim, sona yaklaşıyordum, dağılmama çok bir şey kalmamıştı ama o bunun yerine beni belimden kavrayarak kendine çevirip, saniyelik var olan boşluk hissini tekrar içime dalarak yok etti. Bir bacağımı omzuna attığında bedenim gerildi, diğer bacağım beline sarılı hâldeydi ve bu pozisyon çok rahat olmasa da onu daha iyi hissetmemi sağlıyordu. Çıplak kalçamı kavrayan büyük avucu derimi yoğuruyor, dolgun kıvrımlarımda arsızca dolaşırken büyük aletinin içimde daha da seğirmesine yol açan dokunuşlarla ikimizi de baştan çıkarıyordu.
“Böyle nasıl?” diye sorarken gözlerimi zar zor aralayarak suyun altında ıslanan saçlarına ve zevkten olsa gerek alnını saran damarlara baktım. “Bana bak,” diye emrettiği an gözlerim gözlerine tutundu ve bir dolu inilti dudaklarımdan firar ederek boşluğa süzüldü. “Benimle sikişirken gözlerini benden çekmeyeceksin. Neymiş, tekrarla,” diyerek avuçlarıyla kalçalarımı ayırıp beni daha da açtı, bir bacağım omzundayken bu hareketi yüzünden kısık, inlemeyle kaplı bir çığlık kopardım. Haz içimde gitgide daha da büyüdü.
“Tekrarla,” diye emrettiği anda, “Gözlerimi gözlerinden çekmeyeceğim,” dedim kendimi kaybetmiş hâlde. “Bunu asla yapmayacağım.”
“Ama şu an yapıyorsun bebeğim,” diyerek içime saplandı, gözlerim geriye kayarken, “Özür dilerim,” diye inledim. Bu ona yeterli gelmemiş olacak ki “Özrü bırak ve gözlerime bak,” dedi sertçe. Nefes nefese inleyerek dişlerini çeneme batırdı, çenemi ısırıp emdikten sonra, “Sana hemen gözlerime bakmanı söyledim. Zevkten kayan o gözleri indirip bana bak,” dedi ısrarla. Emrine itaatsizlik yapmak istemedim çünkü bedenim onun için alarma geçmiş vaziyetteydi.
Gözlerim gözlerine tutunduğunda hissettiği zevki görmek, karnımdaki hissi daha da büyüttü. Dudaklarımızı birleştirmek için arzuyla ona yaklaşmam hoşuna gitmiş gibi gözleri kısıldı. Yüzümüz suyun altında sırılsıklamken, dudaklarımız birbirine mühürlendi. Öpüşmemiz her zaman olduğundan daha ateşliydi. Birbirimizi tüketmeye yemin etmiş gibi öpüşüyorduk. Bu olurken, kalın aleti beni sona getirmek ister gibi vajinamın duvarlarını aşındırarak içeri dalıyor, ıslaklığım ve kasılmalarımla etrafını sardıkça içimdeki nabzı daha da hızlanıyordu.
Acı kaybolduğunda geriye kalan saf zevkti, pozisyonun rahatsız ediciliği küle dönerek savruldu ve geriye sadece büyük, baş edilmesi imkânsız bir haz bıraktı. Belimi iki yanından kavrayarak bir bacağım omzunda, bir bacağım ona sarılı hâlde beni hareket ettirerek içime sertçe vurdu. Tüm gücümü bacaklarıma vermek zorunda kaldığımı fark ettiği anda büyük elleri yeniden kalçalarıma yerleşerek ağırlığımı benden aldı.
Dudaklarımız ayrılmadı, şiştiklerini, acıdıklarını, sızım sızım sızladıklarını hissettim, eminim onun dudakları da aynı durumdaydı ama ayrılamadık. Bu çok başka bir histi, bambaşka bir şeydi.
“Söyle,” diyerek dudaklarımdan ayrıldı. Islak alnını ıslak alnıma yapıştırıp, gözlerinde fırtına gibi esen bir hazla gözlerimin içine bakıp, “Neyimsin?” diye sorduğunda sorudan kaçamadım, soru beni kıstırdı.
Vuruşlarını zevkle, iniltilerle karşılarken, “Sevgilinim,” diye fısıldadım, ardından sert bir vuruşla beraber gözlerim geriye kaydı ve “Seninim,” diye inledim.
“Gözlerime bakarak söyle,” diye inledi zevkle, dili çenemden dudaklarıma uzandı, dilinin varlığı karnımdaki hissi daha da büyüttüğünde, tırnaklarımı boynuna bastırarak, “Sevgilinim,” dedim, “Seninim,” diye devam ettim ve dudaklarımız birleşmeden önce duymayı istediği o şeyi söyledim. “Karınım.”
“İşte böyle,” diyerek dilini ağzıma itti ve sırtımı tamamen mermer duvara bastırıp beni kucağında hızla indirip kaldırarak zıplatmaya başladı. Başım geriye düştü, kafamı mermere yaslayarak yukarı inip kalkıyor, sadece kör olmuş gibi ona bakarak deli gibi inliyordum ve o da beni çileden çıkaran iniltilerini tek bir an olsun tutmadan bana eşlik ediyordu.
Boşalacağımı hissettiğim an ayak parmaklarım büküldü, omzunda duran bacağım kasıldı ve birkaç kasın üst üste binerek acıyı doğurduğunu hissettim ama zevk daha ağır bastı. Omzunda duran bacağım titrerken gözlerim geriye kaydı ve şiddetle, kemiklerimi büken bir hazla boşalmaya başladım. Şiddeti o kadar fazlaydı ki şu âna dek yaşadıklarımın çok üstündeydi, bana yaşattıklarının en üstündeydi.
“Siktir, boşalacağım,” diye hırladığında kasılıyor, etrafında şiddetle akarken dönen dünyanın üzerime devrilmemesini diliyordum. Sesler boğuktu, görüntüler karman çormandı, duygularım saç telimden ayak ucuma dek uzanarak titreşen farklı bir enerji açığa çıkarıyordu.
Gurur içimden bir anda çıktığında, kalın aleti avucunun içinde kaymaya başladı ve odaksız gözlerle aletine baktım. Aletinin şişmiş başının daha da kızardığını, büyüdüğünü fark ettim ve ben hâlâ kucağında asılı duruyorken, aramızda büyüyen aletini birkaç kez sıvazladı. Aletinden fışkıran sıvılar yoğun bir şekilde fışkırarak karnımı ve göğüslerimi kaplamaya başladığında aniden sıçramış olmasının etkisiyle irkildim. Boşalırken çıkardığı o mükemmel iniltisi ve boğuk küfürlerle yüklü sesi zihnimde çınlarken dudaklarımız açlıkla birbirine yaslandı.
(+18 Sahne sonu.)
Dudaklarımız ayrılırken su hâlâ üzerimizden akıp gidiyor, alnı alnıma yaslı, ikimiz de gülüyorduk. Nefes nefese, sırılsıklam ve bir aradaydık. Gülüyorduk. Çünkü birbirimizi çok yoğun hissediyorduk.
“Maç berabere gibi görünüyor,” diye fısıldadığında dudaklarına doğru güldüm.
“Öyle görünüyor.”
⛓️
YENER AÇIKGÖZ
Uygun olmayan Yener.
Kurum lekesi Yener’den sonra canımı hiçbir şeyin bu kadar yakacağını düşünmemiştim. Kurum lekesi, benim kendime verdiğim isimken, şimdi başkaları bana yeni bir isim vermişti; uygun olmayan Yener.
Girdiği hiçbir hayata uygun olmayan, sevdiği hiçbir kalıbın içine uyum sağlayamayacak, uyumsuz Yener. Kesilip atılması gereken kanserli bir organ gibi, sanki olduğu bedeni zehirliyormuş gibi.
Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirip ucunu ateşledim ve derin bir nefesi içime çektim. Duman içimde büyürken motosikletin aynasındaki yansımama baktım. Uygun olmayanın yansımasına.
Tüm hayatımı adamıştım, bir canım vardı, o da vatana helaldi, hiç düşünmeden o canı uğruna vermek için bu yola çıkmıştım. Düşünmemeye çalıştım ama düşünecek başka bir şeyim yoktu. Bir canım vardı, önüne koyduğum şey bana sırtını dönüp benden uzaklaşıyor gibiydi.
Bu motosiklete en son bindiğimde niyetim belliydi, yok olmaktan başka çarem de yok gibiydi. Şimdi yeniden bu motorun üzerindeyken zaten yok olmuş gibi hissediyordum. Kalbimin her zaman işe yaramaz, hasta, lekeli olduğunu düşünürdüm ama artık tescilliydi, kalbim harbiden işe yaramazın tekiydi.
Annemin karşısına çıkacak gücüm yoktu, kalbini kıracağımı bildiğimden kaçıyordum aslında ondan. Benim kalbimi kırması artık sorun değildi ama ben onun kalbini kıracak olursam ölene dek bunu unutmazdı, biliyordum.
Eylül’ün yaşadıklarını önüme koyunca kendime acımaktan vazgeçip yitip gitmesini dilediğim bu hayata ilk adımı atmak zorunda hissetmiştim kendimi. Her zaman hassastı, bana içtenlikle gülümserdi ve yine benim kollarımda bazen kalbi çok kırıldığından ağlardı. Kafamı kaldırıp binaya baktım. Şafak söküyordu. Evden çıkarken Eylül uyuyordu. Gurur ile Zeliha geç saatlerde dönmüştü, Girdap ile sabaha dek arka arkaya yaktığımız sigaralarla mutfak masasında oturmuş, tek kelime konuşmamıştık ama zaman öyle ya da böyle geçmişti.
Sanırım artık kendime gidecek yeni bir yer bulmam gerekiyordu ama gidecek bir yerim yoktu; bulmam zaman alacaktı, belki de hiç bulamayacaktım. Belki de o gece bana yazılmış kaderi yaşayıp ölmeliydim, son kez gazladığım o eve sağ çıkmak beni bu geleceğe sürüklemişti; Muşta beni kurtardığını sanmıştı ama bir bataklığın içine daha da hızlı çökmeye başladığımı anlamamıştı. Şimdi bataklığın dibinde, sadece parmaklarım dışarıda, çırpınmayı bırakmış, ciğerlerim çamurla dolarken ölmeyi bekliyordum aslında.
Muşta bana, “Geçecek,” demişti bir keresinde. “Gönlünü dağa bağlayacaksın, belinde silahın, göğsünde bayrağın, sen bundan sonra bundan ibaret olacaksın ama yaşayacaksın.”
Gönlüm hâlâ dağa bağlıydı bağlı olmasına ama silah belimde değil şakağımdaydı, göğsümdeki bayrak yerinde duruyor ama altında kalbimi eriten bir ateş yanıyordu; ibaret olduğum tek şey de elimden alındığından mıdır bilinmez, içi boş bir bedenden ibaret, hasta bir kalple nefes alıyordum. Yaşamanın büyük anlamları hiçbir zaman olmamıştı benim için ama en azından silahım vardı, bayrağım vardı, dağlarım vardı; şimdi onlardan geriye sadece bayrağım kalacaktı ve ben yaşamaktan geriye kalan son kalp atışını de kaybetmiş gibi hissediyordum.
Gurur’un Zeliha’sı vardı, Vural’ın Nihan’ı, Devran’ın Biricik’i. Muşta’nın kaybolduğunu sandığı kalbi çıkıp geri gelmiş, Cenan yeniden göğsünün altına kıvrılmıştı mesela. Adnan’ın Bora’sı vardı, Tayfun’un Asya’sı, ne bileyim en azından Girdap’ın yüreğini bağladığı bir sevdası vardı; benim neyim vardı? Parmaklarım boynumdaki kolyenin ucundan sarkan kalbe gidince kaşlarım çatıldı. Düşünmeye hakkım mı vardı? Benim onun gibi ruhu el değmemiş, çok güzel birisini düşünmeye hakkım mı vardı?
Ona verebileceğim hiçbir şey yoktu ama o bana sanki kendi kalbini ellerine almış gibi gelmiş, bu kolyeyi vermişti. Ben ne yapmıştım? Ona gerçeği acımadan söylemiştim işte. Ona uygun olmadığımı hiç düşünmeden, boynumda ona ait bir kalple gözlerinin içine bakıp direkt olarak, lafı çevirmeden öylece söylemiştim. Bir anlığına dürüst olmuştum. Mayamda yoktu dürüstlük, iyilik, güzellik; bunlar uzaktı benden.
Benden iyisini hak ediyordu, bu doğruydu ama neden onu benden başkasıyla düşününce hasta kalbimin sesi göğsümün içinde tamamen kayboluyor, atışları duyulmuyordu?
İsrafın tekiydim.
Motosikleti çalıştırmak için sigarayı kenara fırlattım, ardından sürmeye başladım. Yokuşu iniyorken, çöp kovasının önünde dikilen bedeni beni dondurdu. Çöpü attı önce, sonra kulaklığını kulaklarına yerleştirip üşüyen ellerini küçük bedenini gizleyen montun ceplerine koydu. Kızların evinde mi kalmıştı bu gece? Ne işi vardı ki burada? Beni fark etmedi ama ben onun uykulu gözlerini de fark ettim, dalgın bakışlarını da fark ettim; o fark edilmemesi imkânsız olandı.
Durduğumu fark etmedi bile ama beni fark etmemesi daha iyiydi. Gri gökyüzünün altında elleri ceplerinde yavaşça yürümeye başladı. Siktir olup gitmem gerektiği yerde, ellerim gidonları sıkıca kavramış, pürdikkat onu izlerken buldum kendimi.
İşe yaramaz boş bir bedenle, hasta bir kalple, ölmeyi aklına koyduğu gün ölmemiş olmasının bedelini en ağır şekilde ödeyen o adam olarak, güzel bir şeyi daha mahvetmemeyi kafama koymuştum. Zaten nereden bakılırsa bakılsın, bu boş bir hayaldi, gerçeğe döndüğü anda beni mutlu edecek, onu mahvedecekti. Kendimi ezilmiş hissediyordum üstelik. Yüzüne baktığımda eksiklerimi, kırılan gururumu, yere serilen haysiyetimi görmek istemiyordum. Çekiniyordum çocuk gibi. Utanıyordum.
Motosikleti garajdan çıkarmadan birkaç saat öncesinde şehitliğin önündeki görüntüm omzunun üzerinden dönüp bana baktı ve şu an olduğum yerde onu izlerken, kendi gözlerimle buluştum. Gözlerimi yumduğumda ve geri açtığımda, yeniden o şehitliğin içindeydim. Gözlerim yazıların üzerinde yavaş yavaş dolaştı.
Şehit Uzman Başçavuş Aydın Açıkgöz.
“Yapamadım,” dediğimde sanki soğuk bir taşın ardından sıcak bakan gözleri beni izliyordu. “Senin gibi olamadım. Ne anlamı kaldı?” Elimdeki beyaz karanfili yavaşça toprağının üzerine bıraktım. “Söylesene bana baba, benim yaşamamın ne anlamı kaldı?”
Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. Göğsüme bir ağrı yayıldı, yaram hâlâ iyileşmiş sayılmazdı; yaram iyileşse bile içindeki kalp artık işe yaramazdı.
“Niye kalmam için ikna ettin beni o zaman?” diye sorarken kaşlarımın ortasında bir yarık oluştu. “Hiç değilse ben,” dedim parmağımı göğsüme bastırarak. “Böyle kalmazdım da tek bir an senin gibi olmayı başarabilirdim. Ben hiç değilse böyle değil de…” Susup sertçe yutkundum. “Baba, şehit düşmem bir armağan olacakken bana, neden bu kâbusun içine uyanmama izin verdin?” Elimi saçlarımda kaydırıp enseme götürdüm. “Beni o şerefe uygun mu görmedin? Sen de mi baba?” Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. “Sen de mi Allah’ım? Beni o şerefe uygun mu görmedin?” Gözlerime batan gözyaşlarını geri çektim, ağlamadım, isyandı belki ama durduramadım, söyledim. “Tamam, şerefsizin tekiyim ama ben hiç mi hak etmedim? Tamam, şerefsizin tekiyim ama bir an için beni neden affetmedin?” Kafamı önüme eğip, babamın adına, nail olduğu şerefe bakamadan, “Artık içi boş bir bedenden fazlası değilim,” diye mırıldandım. “Çok istedim bu hayatta bir şey olabilmeyi ama anladım ki ben bir şey olmayı bile hak etmedim.”
Bir fren sesi anılarımın kâğıttan duvarlarını yırtarak zihnime dolduğunda irkilerek bakışlarımı omzumun üzerinden yola çevirdim. Hasta kalbim hızla çarptı, göğsümdeki ağrı aniden dönmemin etkisiyle bedenimi sızlattı. Motosikletin üzerindeydim, yeni ağaran gri günün altında, bir arabanın kaputuna ellerini koymuş onun bedenini gördüm. Korkuyla, “Yavaş!” diye bağırdı arabanın kaputuna vurarak. “Yavaş be yavaş!”
Motosikletin ayaklıklarını indirip hızla ayaklanacakken arabanın kapısı açıldı ve genç bir adam, “Önüne baksana kızım!” diye bağırdı öfkeyle. “Başımı belaya mı sokacaksın karga bokunu yemeden?”
“Eziyordun beni, hâlâ mı konuşuyorsun?” diye bağırarak sordu ince sesiyle.
Adam kapıyı sertçe kapatarak, “Bağırma, önüme atlayan sendin!” diye bağırınca motosikletten inip dişlerimi sıktım.
O ince sesiyle, “Bu kadar hız yapılır mı mahalle arasında? Ya bir çocuk çıksaydı karşına?” diye bağırarak sordu yeniden.
“Bağırıp durma bana! Çek ellerini kaputtan! Sen bu araba kaç para biliyor musun lan? Nereye vuruyorsun sen öyle?” diye soran adam, onun üzerine bir adım atarak yürüyünce kendimi tutamadım. Damarlarımda ateş gibi dolaşan kanı durduramadım, kendimi hızlı adımlarla onlara giderken, adam ona doğru bir adım daha attığındaysa koşarken buldum.
Beni, yumruğum onun omzunun üzerinden kayıp, adamın yüzünde patlayana dek fark etmedi.
Adam savrularak ön kaputa yaslanıp bana dehşetle baktığında, onun da genzinde bir çığlık büyüdü ve geri adım atarak korkuyla bana doğru döndü. Bağırarak, “Sen kime bağırıyorsun lan?” diye sordum. “Sen kimin üzerine yürüyorsun?”
Adamı yakalarından tutup kendime çekerken, “Yener!” diye bağırdı ama onu duymazdan geldim, içimde biriken o öfke birdenbire çığ gibi büyüdü. Adamı kaput boyunca yaslayıp cama sıkıştırarak sertçe yumruklamaya başladım. Avucumdan eklemlerime bulaşan öfkeyi durduramadım, arka arkaya vurdum. Ona bağıran ağzının üzerine, çenesinin altına, durmaksızın vurmaya başladım. “Yener! Dur! Dursana!” diye bağırıyordu, sesinde can bulan adım zihnime ulaşıyordu ama içimden dışıma taşan öfkeyi durduramıyordum. Beni kolumdan tutmaya, çekmeye çalıştı ama dizimi kaputa yaslayıp ağırlığımı arabaya vererek adama daha sert yumruklar indirmeye başladım. Yumruğuma bulaşan kanı hissettiğimde etrafımı saran birkaç adam beni çekerek herifin üzerinden kaldırdı. Herif yan döndü, kaput boyunca kayıp yere düştü ve ağzından kanlar akarken birkaç küfür savurdu.
Kollarımdan tutarak beni geri çeken iki adama rağmen duramadım, adamın göğsüne bir tekme atıp kollarından kurtulmaya çalıştım ve tam da o anda göğsümün ortasında bir sıcaklık hissettim. Yaram kanamaya başlamıştı, hissettim ama aldırış etmedim, adamların kollarından kurtulmak için tekmemi havada savurup, “Bırakın amına koyayım, bırakın beni!” diye bağırdım can havliyle. “Gırtlağını söker, öldürürüm lan seni!”
“Delikanlı dur, başını belaya sokacaksın!” dedi adamlardan biri ama genzimde biriken hırsla, “Başım girmiş lan benim gireceği kadar belaya, bırakın!” diye bağırdım.
“Yener, dur,” diyen o ince sesin, ince ellerini göğsümde hissedince durup kafamı indirdim ve yeşil gözlerine baktım. Yeşil gözleri korkuyla büyümüş, nefesi endişeyle hızlanmıştı. “Bitti gitti, tamam,” diyerek bir elini göğsümden yüzüme kaydırdı, avucunu yanağımda hissettiğim an bedenim taşa döndü, hareketlerim durdu.
Ayça’nın bağırarak, “Ne oluyor?” diye sorduğunu duydum, evden yeni çıkmış olsa gerekti.
Ahdar’ın gözlerine uzun uzun baktım. Yeşil, yemyeşil.
Adam zar zor doğrulup arabasına yönelirken, “Manyak!” diye bağırdı korkuyla. “Seni mahkemelerde sürüm sürüm süründürürüm.”
Cevap vermedim. Ahdar’ın yeşil gözlerine bakmaya devam ettim.
“Var git yoluna,” dedi beni tutan adam ama artık tutmasına gerek yoktu. “Var git, bu kavganın sonu hayır değil.”
Adam bir şeyler söyledi ama onu duymadım, göğsüm içinde bir har varmış gibi inip kalkıyordu, gözlerimi gözlerinden çekemiyordum. Onun zarar görmesinden nasıl korktuğumu sarsıcı bir şekilde fark ettim.
Simge bir an için gözlerimde kayboldu, daha sonra hâlâ göğsümde duran küçük eline indirdi gözlerini ve “Yaran,” dedi korkuyla, “yaran kanıyor.”
Bu uyandırdı beni, gerçeğe döndürdü işte. Bir adım geri çekildiğimde yüzümdeki eli düştü, göğsümdeki eli geri çekilmek zorunda kaldı.
Yaramın kanamasını önemsemeden, “Neden önüne bakmıyorsun?” diye sordum ona sertçe. Bir an durdu, bu tepkiyi beklemiyor olsa gerek afallayarak etrafına baktı. Adamlar sonunda beni bırakmıştı, diğer adam arabasına binmişti ama arabayı sürmüyordu, ağzındaki yüzündeki kanı peçeteyle kuruladığını göz ucuyla gördüm ama sonra tüm dikkatim yine ona döndü.
“Yaran kanıyor,” dedi ne yapacağını bilemiyormuş gibi gözlerini göğsüme indirerek.
“Sikmişim kanamasını, sen neden önüne bakmıyorsun?” Sorum o kadar şiddetli bir şekilde fırlayıp ona çarptı ki gözlerini tekrar kaldırıp bana baktığında kaşları çatılmıştı ama ağzını açıp tek kelime de edemiyordu. “Ya sana bir şey olsaydı, Simge?” Bir an gözleri irileşti, bedeni geriye doğru sendeledi ama bakışlarını benden ayırmadı. “Yolda tek başınaysan, karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorsan neden kulaklık takıyorsun? Neden bu kadar dikkatsizsin?”
“Şşş,” diyerek araya girdi Ayça, koluma dokundu. “Küçük boy lattem, yavaş gel. Anladık, sinirlerin gerildi ama yeterince arbede yaşattın. Bir nefes al bakalım.”
Kolumu sertçe geri çektiğimde adam arabayı çalıştırıp geriye doğru sürmeye başlamıştı. Bilincini kaybetmediğine dua etmeliydi, eğer içimdeki tüm öfkeyi kusmuş olsaydım alacak nefesi bile zor bulurdu. İçimde kaynayan duyguyla kaşlarımı çatarak Simge’nin gözlerinin dibine baktım.
“Bir dahakine dikkatli ol, yine birinin sana bağırıp çağırdığını görürsem o bağıranın gırtlağını sökerim. Bana bunu yaptırma.”
“Yaran,” dediğinde, “Sen,” dedim sertçe. “Şu an senden bahsediyoruz, senden.”
Simge, “Ama kanıyor,” dedi gözlerini göğsüme indirerek. “Hastaneye gidelim.”
“Sen beni anladın mı?”
Kaşlarını çatıp yüzüme meydan okuyarak baksa da düşündüğümün aksine sakince, “Anladım,” dedi.
“İyi.” Ayça’ya döndüm. “Birlikte gidin.”
Sonra bir şey söylemeden arkamı onlara dönüp hızla motora doğru yürümeye başladım. Arkamdan, “O yarana baktır! Baktırmayacaksan da sakın bir daha karşıma geçip beni düşünüyormuş gibi konuşma!” diye bağırdı birden öfkeyle. “Duydun mu beni?”
Bir an durdum, zaman benim için her zaman olduğundan daha yavaş işlerken omzumun üzerinden ona bakıp, “Duydum,” dedim sessizce.
“İyi duyduysan.” Ayça’nın koluna girdi. “Hadi gidelim.”
Arkasını bana dönüp yürürken bunu beni düşündüğü için yaptığını, beni önemsediği için öfkelendiğini fark ettim. Belki buna çok sevinmeliydim, kendimi çok özel, onun için farklı bir yerde görmeliydim ama yapamadım.
Uygun olmayan, diye düşündüm. Bu düşünce, diğer tüm düşüncelerin önüne ket vurdu.
Parmaklarım boynumdaki kolyeye dokundu istemsizce, kalp sembolünü parmak uçlarımda döndürüp sıktım. Onun gidişini izlerken hem çaresiz hissettim hem de benden uzaklaştığı için rahatladım.
Motosikleti çalıştırdım, gaza basabildiğim kadar bastım. Bir yere vurup toz parça olacak olma düşüncesi beni durdurmadı. Belki de bir süredir istediğim gerçekten buydu.
ZELİHA ÖZDAĞ
Kahverengi, v yaka bir kazak, siyah kot pantolon ve kahverengi deriden kovboy botlarımı giyip ördüğüm saçlarımı omzumun üzerine aldım, ardından boynumdaki altın rengi zincir kolyeleri birbirlerine karışmamaları adına düzelttim. Altın rengi saatimi de bileğime taktıktan sonra çantamı alarak alt kata indim.
Eylül benden daha uzun olduğu için kıyafetlerimin içinde rahat edemiyordu, o yüzden Cesur ona evden kıyafet getirmişti. Siyah, boğazlı bir badi, altında da siyah kot pantolon giymişti, üzerine montunu geçirirken donuk bakışlarını bana çevirdi. Evden çıkacağı için kendini pek iyi hissetmiyor gibi görünüyordu ama bu şekilde eve kapanması da doğru olmayacaktı. Annesiyle neredeyse hiç iletişime geçmemiş, sadece bu sabah telefonda biraz konuşmuştu ama Şebnem teyzenin, onun durgun ses tonundan bir şeylerin yolunda gitmediğini anladığına emindim.
“Gitmek zorunda mıyız?” diye sorarken bakışlarını yere indirdi.
Üzerine gitmek istemiyor olsam da “Abin bunun önemli olduğunu söyledi,” dedim, gönülsüzce başını aşağı yukarı salladı.
Eylül kollarını bedenine sarıp, “Bizi almaya o mu gelecek?” diye sordu sessizce.
“Hayır, Ecevit aşağıdaymış. Bizi o götürecek,” diyerek portmantoda asılı duran siyah kabanıma uzandım. Eylül’ün hareketlerinin bıçak gibi kesildiğini fark edince bakışlarım omzumun üzerinden ona çevrildi. Ellerini montunun içine saklayıp gözlerini farklı bir yöne çevirirken yüzüne çöken ifade korku ve endişe yüklüydü.
“Bir sorun mu var güzelim?”
“Ecevit abiyi görmeye hazır hissetmedim bir an.”
Cesur holden çıkıp kapıya yönelirken, “Ecevit senin aksine seni gördüğüne çok sevinecektir bebeğim benim,” dediğinde, Eylül çekinerek abisine baktı.
“Sen de geliyorsun, değil mi?”
“Elbette, ben de seninle geleceğim.” Cesur, yumuşak bir tebessümle portmantodan montunu aldı. “Hadi, büyük boy Çalıklı’yı daha fazla bekletmeyelim. Bekletilince nasıl küplere biniyor biliyorsun.”
Eylül zorlanarak da olsa kapıya kadar yürüdü. Beline dokunup, “Her şey yolunda,” dediğimde bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirip, ürkek bir tebessümle gözlerimin içine baktı.
“Teşekkür ederim.”
Cesur’a göz ucuyla bakıp, Eylül’ün bizi görmeyeceği şekilde dudaklarımı oynatarak, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Tesise,” dedi dudaklarını oynatarak.
Önemli bir şey olup olmadığını merak ederken başımı sallayıp, “Hadi çıkalım o zaman,” dedim ve kapıyı açtım. Tam o sırada Cenan ve Dide de kapıdan çıkıyorlardı. Dide’nin kırmızı pançosunun içinde, saçları iki yandan örülmüş, yüzünde meleği anımsatan gülümsemesiyle bana baktığını gördüm.
Eylül, ilk kez içten bir şekilde gülümseyerek, “Dide,” dedi.
“Eylül abla, Zeliha abla ve Gurur abime çok benzeyen adam,” diyerek Cesur’a baktı. “Sizinle daha önce denk gelmemiştik sanıyorum.”
Cesur karşısındaki büyümüşte küçülmüş kız çocuğuna karşı yaşadığı şaşkınlığı saklamadan gülümseyip, “Evet, tanışma fırsatımız olmamıştı küçük hanım,” dedi. “Ben Eylül’ün abisi Cesur.”
“Gurur abimin abisi olamazsınız ama değil mi? O sizden yaşlı çünkü,” dedi Dide merakla.
“Gurur bunu duysaydı yere yatıp zemini yumruklar, ayaklarını havaya dikerek sallayıp ağlardı,” dediğimde Dide eliyle ağzını kapatıp şen bir kahkaha attı.
“Gurur abin benim de abim oluyor,” dedi Cesur gülerek. “Ve evet, bunu duysaydı sorun çıkarırdı.”
Cenan gülerek, “Merhaba,” dedi ve Dide’yi önüne çekti. “Kızım biraz konuşkandır.”
Cesur, “Ne şirin,” dedi gülümseyerek.
Cenan, “Siz de mi tesise gidiyorsunuz?” diye sorduğunda, “Evet,” dedim. “Siz de mi?”
“Evet,” dedi Dide heyecanla. “Babam aradı ve bizi tesise davet etti.”
Şaşırsam da tepki vermedim. Eylül sessizce boşluğu izlerken konudan tamamen kopmuş gibi görünüyordu. Cenan, Eylül’e baktıktan sonra bakışlarını bana çevirip, ne oldu dercesine kaşlarını çattı ama sakince omuz silktim. Daha kötüsü olamaz dedikçe daha da kötüsü olduğundan artık daha kötüsü olamaz demeyi bırakmıştım, evrene yanlış mesajlar iletmeyecektim.
Eylül, Ecevit’in kapının önünde park hâlinde duran cipine baktıktan sonra, “Cenan abla, ben sizinle gelsem olur mu?” diye sordu sessizce.
Neden böyle söylediğini anlayamayarak ona baktım ama Cenan benim aksime sorgulamadan, “Olur tabii ki,” dedi.
Cenan, Dide ve Eylül’ün, Cenan’ın arabasına doğru gidişlerini izlerken tek kaşımı kaldırdım. Cesur, “Ecevit’in silahını almış o gece. Ecevit fark etmemiş,” dedi sessizce. Farkındalık ruhuma, batan güneşin ardından çöken o zifirî karanlık gibi çöktü.
Ecevit kapıyı açıp arabadan inerken, “Daha ne kadar bekleyeceğim?” diye sordu tek kaşını kaldırarak.
Cesur, “Patlama,” diyerek ön yolcu koltuğunun kapısını açtı. Ardından bana bakıp kafasıyla içeriyi işaret etti ama ben, “Öne sen bin,” dedim başımı iki yana sallayarak. Dediğimi yaptı, aslında inada bindirirdi, biliyordum huyunu ama duyduğumun bir anlığına her şeyi hatırlamama neden olduğunu biliyor olsa gerek, bana zaman tanımıştı.
Arka koltuğa bindiğimde Ecevit arabayı çalıştırdı. Direksiyonu çevirirken, “Eylül neden onlarla gitti?” diye sordu, sesi duygudan arınmış olsa da aslında sebebini biliyor, sebebi ona da ağır geliyordu. Kendini içten içe biraz olsun suçlamış gibiydi; daha dikkatli olmadığı için.
“Sana karşı mahcup hissediyor,” dedi Cesur. “Bir de hatırlamak istemiyor doğal olarak. Ona biraz zaman tanımak zorundayız.”
Ecevit başını salladı, sessizlik birdenbire üzerine ağırlığını bıraktı ve arabayı sürmeye başladığında bir daha hiç konuşmadı.
Tesisin karanlık dağın kalbindeki varlığı her gece olduğundan daha gösterişli görünüyordu bu gece. Cipin içinde birkaç saniye süren sessizlik, Ecevit kapıyı açıp dağın soğuğunu arabanın içine davet edene dek sürdü. Daha sonra o sessizlik, rüzgârın uğultusuyla parçalara bölündü. Cenan, kucağında Dide ile tesise yürüyor, hemen arkasından Eylül küçük adımlarla onu takip ediyordu. Arabadan inip Eylül’e yetişmek için hızlı adımlar attım. Ona yetişmeye çalıştığımı fark edince yavaşlayıp beni bekledi.
Gözlerimi ona çevirip, “Çok yakında bir asker olacaksın diye söylüyorum,” dedim onu rahatlatmaya çalışarak, “umarım tesise giriş çıkışlarımdan rahatsız olmazsın. Malum, bir sivil olarak olaylara çok dahilim ve tesiste beni köstebeğe benzeten muşmula suratlı bir herif var.”
Eylül, gülüşünü gizlemedi. “Merak etme, böyle bir durumda seni sonuna dek savunup, tesisin kapıları sana kapansa bile köstebek gibi tünel kazar seni tünelden içeri sokmanın bir yolunu bulurum,” dedi, bana katılması beni de gülümsetti. Ruhuna biraz olsun serinlik getirebildiğimi hissettim. Yaralarına üflemek, akan kanı yavaşça silip ona her şeyin geçeceğinin sözünü vermek istiyordum ama kelimeler yersizdi, asıl olan hareketlerdi; yanında olduğumu tavırlarımla göstermek istiyordum ve o da bunu severek kabul ediyordu. “Ayrıca Yaman bildim bileli her zaman ekşi yemiş küçük çocuklar gibi bakar.”
“Hadi ya,” dedim sahte bir şaşkınlıkla. “Hep mi öyleydi?”
“Hep,” dedi Eylül. “Ayrıca bil diye söylüyorum, Zafer abim de tam bir dolandırıcıdır. Ayağındaki ayakkabıyı alır, bir de üzerine sana geri satar.”
“Onu anladım zaten.”
“İnsan sarrafı olduğunu söylemem gerek.”
“Peki şu maskeli çocuk?”
“Yüzünü gören cennete gidiyormuş,” dedi Eylül bana katılıp gülümseyerek. “Aytekin biraz şeydir… Şey işte, gizli kapaklı.”
“Kerim de her an dövecekmiş gibi bakıyor.”
“Kerim abim var ya, o en korkunçları aslında. Canı sıkıldıkça dövecek adam arar sokakta.”
“Ha, maganda yani?”
“Denebilir ama onu sevdiğim için o kadar ağır ithamlarda bulunmamayı tercih ediyorum.”
“Oğuzhan da vardı galiba.”
“O tam bir Karadenizli, damarına basma, yoksa sana deli Çarşambalıyı gösterir.”
“Çarşambalı mı?”
“Evet, Çarşambalılar biraz şey olur…”
“Gidik mi?” diye sorduğumda güldü.
“Gidik, evet.”
“Sadullah?”
“Ona Şanlıurfalı diyecek olursan çatışma çıkarır,” dediğinde, tek kaşımı kaldırdım. “Çünkü o Siverekli.”
“İyi de Siverek…”
“Deme onu deme… Kafasını attırırsan evine havadan bomba atar. Siverekli havacının şakası yok.” Kahkaha attım, o da sırıttı ve omzuyla omzuma vurup derin bir nefes aldı. “Abimi daha iyi anlıyorum.”
“Neden?”
“Senin insanı iyileştiren, şifacı bir ruhun var.”
Koluna girip kafamı omzuna bastırarak yürürken, “Böyle konuşursan abini bırakır sana âşık olurum,” diye alay ettim, bu kez daha içten güldü.
“O da beni Süleyman’ın, Mustafa’yı boğdurduğu gibi boğdurur,” dedi alayla. Söylediği şeyden tetiklenmesinden korktum ama gerçekten gülerek söylemişti. Ben de güldüm, iyi hissettiği için iyi hissediyordum.
Tesisten içeri girdiğimizde bizi girişte karşılayan Vural oldu. Çekingen bakışları günlerdir yüzüne yapışmış, derisine dağlanmış bir iz gibiydi. Simi’nin havlamaları tesisin duvarlarında çınlıyordu. Bunu uzun zamandır duymadığım için kendimi huzurlu hissettim. Birden Kestane’yi özlediğimi hissettiğimde onu görmek için tutulduğu alana gitmeyi zihnimin derinliklerine not ettim.
Vural, “Herkes toplantı salonunda,” dediğinde içimde karanlık bir his adımladı ama ifademi bozmadan Vural’ın yüzünü izledim. “Yener’i kandırıp buraya getirmek zor oldu ama o da geldi.”
Bu konuya girmekten çekinsem de “Yener ile ilgili bir problem mi var, Vural?” diye sordum korka korka.
Vural’ın yüzünün düştüğünü gördüm, yaşananları bir türlü unutamadığı bir gerçekti. Yener’in her şeyi onun yüzünden öyle bir anda, beklenmedik bir şekilde, en kötü hâliyle öğrendiğini hatırlamış olacak ki bakışlarını yere indirdi. “Kötü bir şey yok,” dedi sessizce.
Eylül, “O zaman neden cümbür cemaat buradayız?” diye sordu, günler sonra ilk kez girişkendi, bu gecenin kötüye gitmemesi için dua ettim çünkü Yener de Eylül de iyi olsunlar istiyordum.
“Ailecek,” dedi Vural, Eylül’e içtenlikle gülümsedi. Ardından gözleri arkasına kaydı, koridorda ilerleyen Cenan ve kızına baktı. “Neticede onlar da aileden. Biri çok yakında Muşta’nın karısı olacak, diğeri de kızı.” Gözlerini bana çevirdi. “E sen de yakında gelinimiz olacaksın.”
“Öyle mi olacağım?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
“E Gurur seni eşi yapmadan yakandan düşer sanıyorsan bilemeyeceğim Zeliha ya,” dedi Vural, ardından, “Hadi beni takip edin,” diyerek arkasını döndü.
Toplantı salonunun önüne geldiğimizde Gurur’un kapının eşiğinde durduğunu gördüm. Bakışlarım anında onunkilere tutundu. Gözlerinde saklayamadığı bir beğeniyle beni baştan aşağı süzdükten sonra bakışlarını Eylül’e çevirdi ve “Bir güzelim, diğer güzelimin koluna girmiş,” dedi.
Eylül, “Abi, bir şey mi oldu?” diye sordu sessizce. “Her şey yolunda, değil mi?”
“Evet, her şey yolunda. Hadi girin içeri.”
Gözlerinin içine ısrarla baktığımda gözlerini yumup geri açarak içimi ferahlattı. Sadece bir bakışı, bir göz süzüşü, bir kirpik büküşüyle nasıl oluyordu da içimi güvenle dolduruyordu bu adam?
İçeri girdiğimizde tüm timin toplantı masasının önünde oturduğunu gördüm. Arkamı dönmemle Yener ile burun buruna gelmem bir oldu. Sakin gözlerle önce yüzüme, sonra arkamda kalan toplantı salonuna baktı ve “Neden burada olduğumuzu biliyor musun?” diye sordu bana. Tedirgin görünüyordu, sanki buradan gönderileceğinden artık emindi, hatta onu göndereceklerini düşündüğü için burada toplandıklarına inanıyor gibi bir hâli vardı.
Sertçe yutkunarak, “Hiç bilmiyorum,” diye fısıldadım.
“Cenan da burada,” dedi Yener tedirgin bir sesle. “O neden burada?”
“Asıl ben neden buradayım?” diye sordum sessizce ama beni duymadı.
Gurur, “Hadi birader, içeri geç,” dediğinde Yener’in tedirgin bakışları Gurur’a dokundu ve istemeyerek de olsa toplantı salonundan içeri girdi.
İçeride Beyhan, Cenan, Eylül ve benim dışımdaki tek kadın Nihan’dı. Muşta toplantı salonunun kapısında belirdiğinde Dide avuçlarını birbirine çarparak neşeli bir ses çıkardı ama Cenan kızını göğsüne bastırarak durdurdu. Ciddi bir ortamda olduğunu kavrayan Dide eliyle dudaklarına görünmez bir fermuar çekti. Yener, hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Boğazımda bir yumru vardı, yutkunamadım, soru işaretleri kancalar gibi içime takılı durumdaydı.
İçeride gölgeler de vardı. Maske takan gölge bizim aksimize masada oturmuyor, sırtını duvara yaslamış, toplantı salonunun içinde ilerleyen Muşta’yı izliyordu. Yener’in gergin bir şekilde oturduğu yerde kıpırdandığını gördüm, ardından kafasını kaldırdı ve babası yerine koyduğu adama baktı.
“Oğuzhan,” dedi Muşta, “getir.”
Oğuzhan ayağa kalkıp hızla toplantı salonundan çıktı. Muşta, toplantı masasının başındaki sandalyesinin önünde durup gözlerini Yener’e çevirdi ve “Neden burada olduğunuzu merak ediyor olmalısınız,” dedi.
Yener sessizdi, Yener yerine cevabı Dide, “Evet,” diyerek verince, Muşta bıyık altından gülerek kızına baktı.
“Ailecek toplanmamız gerektiğini düşündüm,” dedi Muşta. Ardından, “Bilmiyorsanız, Cenan artık şahsi avukatım değil, aynı zamanda müstakbel eşim,” diye söze girdi. Askerler durumu zaten biliyor olmalarına rağmen birbirlerine kaçamak bakışlar attılar; Cenan boynuna dek kızarmıştı. “Çok yakında evleneceğiz ve tesis, tıpkı uzun zamandır Nihan’a yuva olduğu gibi eşime de yuva olacak.” Nihan’a gülümseyerek baktı. Ardından gözlerini bana çevirdi ve “Eminim çok yakında tesiste bir oda sahibi olacak olan gelinimiz Nihan olmakla sınırlı da kalmayacaktır,” dedi. Tesiste Nihan ve Eylül’e özel, onlar için hazırlanmış odalar vardı; bu tesise ilk ayak bastığımda öğrendiğim bu bilgi beni şaşırtmış olsa da şimdilerde çok normal geliyordu ama beni de o ikisi gibi içeriye kabul etmeleri, o zamanlar beklemediğim, aklıma bile getiremeyeceğim bir şeydi. “Bugün burada bir ekip değil, bir aile olarak toplandık.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp Yener’e baktım. Gergin bir şekilde masanın yüzeyine bakıyordu, elleri kucağındaydı, kimse göremiyordu ama onunla yan yana oturduğumdan ben görebiliyordum; parmaklarıyla oynuyor, tırnaklarının kenarındaki derileri gergince soyuyordu.
Oğuzhan odaya girdiğinde elinde beyaz kılıfın içinde bir şey tuttuğunu gördüm. Elindekiyle birlikte Muşta’ya ilerledi. Muşta’ya elindekini uzatıp başıyla selamladıktan sonra kendi yerine oturdu.
Muşta, “Yener,” dediğinde Yener başta onu duymadı, ikinci kez, “Yener,” diye seslendiğinde ise Yener irkilerek kafasını kaldırıp Muşta’ya baktı. “Yanıma gel.”
Girdap’ın dudaklarını birbirine bastırarak masanın yüzeyine baktığını gördüm. Yener zar zor ayağa kalktı, onu bekleyen şeyin bilinmezliğiyle kaşları çatılırken Muşta’ya doğru yürümeye başladı. Tam önünde durduğunda Muşta, beyaz kılıfın içindeki kamuflaj montu çıkardı ve “Tesisteyken size resmiyeti elden bırakmamanız gerektiğini söylememiş miydim ben?” diye sordu. Yener’in çatık kaşlarının altında sorguyla parlayan gözleri monta kilitlenmiş durumdaydı. “Giy şunu.”
“Anlamadım?”
“Giy,” dedi Muşta, ikinci bir emir vermeyecek gibi kararlı gözlerle Yener’e baktığında, Yener bundan kaçamayacağını anlayıp derin bir nefes alarak montu Muşta’nın elinden aldı, üzerine geçirip gözlerini yeniden Muşta’nın çivit mavisi gözlerine dikti. “Hiç gitmemiştin ama,” dedi Muşta, Yener’i omuzlarından kavrayarak, “yine de hoş geldin, Üsteğmen Yener Açıkgöz,” dedi gururla.
Yener bir an dondu, bir an sonra gözleri irileşti, bir an sonraysa çatık kaşlarının gevşediğini ama yüzünün daha da karmaşık bir sorguyla kireç rengini aldığını gördüm. Askerler, yüzlerindeki ciddi ifadeyi bir anda silip sırıtarak alkış tutmaya başladığında, Yener, “Ha?” diye sordu kekeleyerek.
“Hoş geldin,” dedi Muşta bu kez daha derin bir şekilde oğlunun gözlerinin içine bakarak. “Kıdemli Üsteğmen Yener Açıkgöz.”
Yener, Muşta’nın gözlerinin içine bakıyordu.
“Geri mi dönüyorum?” diye sorarken sesi titredi. Sesi öyle bir titredi ki olduğum yerde gülümserken bile ağlama hissiyle doldum.
“Hiç gitmedin ki.”
“Geri mi döndüm?”
“Uyan babaanne, geldik,” dedi Zafer.
“Ben asker miyim?” diye sordu Yener gözleri daha da irileşirken.
“Muşta, sistem hata veriyor, kapatıp yeniden başlatsana,” dedi Tayfun kucağında kızıyla.
“Dağcı Komando,” dedi Muşta. “Bir kez daha bana bu soruyu sorarsan seni tesisin kapısına koyarım.”
Askerler bir kez daha alkış tutup ıslıklar çalmaya başladığında, Yener birdenbire Muşta’nın bedenine çarparak ona sıkıca sarıldı. Muşta elleri havada bir süre bekledi, o süre zarfında sırıtıyordu. Daha sonra kollarını Yener’in bedeninin üzerine kapattı ve oğluna sımsıkı sarıldı.
Gözlerimden süzülen yaşlarla avuçlarımı birbirine vururken, Gurur beni kendine çekerek sarıp dudaklarını saçlarıma bastırdı. Ardından bir kolu bana dolanmış hâldeyken ıslık çalmaya başladı.
Uzun zaman sonra bu, çok mutlu bir andı.
GİRDAP DEMİRALP
Mezarımın önüne gelsen, mezarımın kapısını bile açarım sana ama lütfen geleceksen, o kadar geç kalma.
Yuttum bak, yuttum beni sevmeyişini ama bir türlü hazmedemiyorum. Boğazıma takıldı, gırtlağımı kesip çıkarsan keşke oradan, beni sevmediğin gerçeği boğazımdan canımla birlikte çıksa ama çıksa işte.
Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdim. Yaman çakmağı bana uzatırken ona bakmadan çakmağı elinden aldım. Karanlık dağın esintisi yüzümün etrafından geçip gitti. Bir zamanlar gözyaşlarıma değerdi bu esinti, yüzüm üşürdü ama kalbim o kadar yanardı ki odaklanamazdım. Şimdi gözlerim kuruydu, yüzüm gözlerimden de kuruydu ve esinti o ateşi harlıyordu. Sigarayı yakarken, içime cam gibi batan ismini çektiğim dumanla birlikte dışarı üflemeyi diledim ama yok, o cam içime, çok derine batmıştı bir kere; nafileydi.
“Yüzü avucundan küçük bir kadının sana bunu yaptığına inanması güç,” dediğinde Yaman, irkilerek bakışlarımı ona çevirdim. Bana değil, ileride yanan şehir ışıklarına bakıyor, yüzü dağın karanlığına hapsolmuş bir gölge gibi görünüyordu.
“İçime battı. Çıkmıyor, çıkaramadım. Ben de çıkarmak için uğraşmayı bırakıp bana verdiği acıya odaklandım.” Güldüğümde yanaklarımın içine cam batıyormuş gibi hissettim.
Yaman, “Sana şair siki yutturan bu kız, gittim geldim ama hâlâ içinde duruyor,” dedi işaret ve başparmağıyla tuttuğu izmariti dudaklarına götürürken. Göz ucuyla bana baktı, “Aklın var, mantığın yok sanıyordum ama görünen o ki senin aklın da yok birader,” dedi. “Her gün ayrı bir işkencedesin.”
“Seni de görürüm bir gün,” dedim, sonra kaşlarım çatıldı. “Böyle göreceksem görmeyeyim, orası ayrı.”
“Benim aklım yerinden çıksa, mantığım kafamın içinde kalmaya devam eder. Sen beni düşünme,” dedi Yaman.
“Hani filmlerde olur ya, böyle hiç beklemediğin anda, basit bir çarpışmayla belki ya da büyük bir olayla karşına biri çıkar,” dediğimde tek kaşını kaldırdı ama bana bakmadı. “Sana da öyle bir şey olacak. Ya birine çarpacaksın ya birine çarpılacaksın ama illaki birader, illaki bir şey olacak işte. Kaçamazsın. Kaderden kaçılmaz.”
“Senin kaçamadığın kaderin seni ne hâle getirdiğini gördükten sonra verdiğin aklı sikeyim,” dedi Yaman donuk bir sesle, ona kızmadım, hatta güldüm çünkü o hep böyleydi. Yara almadığı sürece de öğrenecek gibi değildi. “Uzak dursun benden el kızı, uğraşamam ben. İyi böyle.”
“Öyle deyince uzak dursaydı.”
Yaman, sigarayı dudaklarına götürürken doğrulup kalktı. “Yürüyor musun yoksa donacak mısın burada? Benim donmaya niyetim yok.”
“Donuksun zaten amına koyduğum.”
“Güzel iltifattı şekerim benim, teşekkür ederim,” dedi Yaman buz gibi bir ses, onu takip eden buzdan bakışlarla. “Kal lan burada.”
“Kalırım,” dediğimde gözlerini devirerek sigarasını dudaklarına götürüp pantolonunu yukarı çekti. Yanımda bilerek fazladan vakit geçirmeye çalıştığını anlamadığımı düşünüyordu ama anlıyordum. Yaman biraz böyleydi, insanları düşünmeyen donuk buzdolabının teki gibi görünürdü ama özünde çok öyle sayılmazdı. Sadece kapalı bir kutuydu.
Birden, “Kalk lan hadi, nöbet mi tutacağım başında?” diye sordu çemkirir gibi.
Kafamı kaldırıp ona baktım. “Lan gitsene, göbek bağımız bitişik mi?”
Bana dik dik baktı, sonunda boynunu esneterek yere çöktü. “Az daha oturacağım, seninlen alakasız, sigaram bitmedi daha.”
“Şehre ineceğim,” dedim sigarayı söndürüp kalkarken. Kafasını çevirip bana baktı ama ona bakmadım.
“Her zamanki yerine mi?”
“Evet,” dedim. “Bu gecelik şenlik yetti bana. Az kafamı dinler, sonra gelir vurur kafayı yatarım.” Vurup kafayı yatmak güzel tabirdi de kafayı vurmama engel oluyorlar, sadece yatmama izin veriyorlardı.
Yaman bir şey söylemedi ama başka biri olsa gitmemi istemezdi, biliyordum. Yaman da istemiyordu belki ama kelimeler dudaklarında birikmedi. Bu da benim işime geldi. Yaman ile yan yana olmak bu yüzden bana hep daha kolay gelmişti.
Dağın patika yolundan inip arabamın önüne geldim. Arkama dönüp geride kalan tesise baktım. Bir düğün havası vardı. İçimde büyüyen yasla burada durmaya hakkım yoktu. Hele kimsenin tadını kaçırasım hiç yoktu. Yelkovan bir adım atıp başka bir sayının üzerinde durduğunda arabayı çalıştırdım, bir adım daha atıp diğer sayının üzerine devrilirken dağ yolundan aşağı inmeye başladım, bir sonraki sayıya doğru düştüğünde teybe uzanıp bir şarkı açtım.
Bu şehir girdap gülüm, girdapta mehtap gülüm.
Bir şarkının içinde bile beraberdik ama bir hayatın içinde bir kez bile bir araya gelememiştik; bir arada olduğumuzu sandığımız günler bir hayat uzağımdaydı artık.
Bir sigara yakıp camı indirdim, gecenin yeli içeri doldu, sigaranın alevini besledi. Ciğerime çektiğim nefesle beraber sanki sigarayı içimin ateşi tutuşturdu. Duman dudaklarımın arasından süzülürken göğsüm sıkıştı. Bu şafakta yine onu gördüğüm geldi aklıma, uykum bir nehirdi de o nehirde sürüklenip bana gelmişti. Sanki rüyamda beni ziyarete değil, bana onu nasıl boğduğumu göstermeye gelmişti.
“Ah be kızım,” döküldü dudaklarımdan şarkı sesimin etrafından akıp giderken. “Gelmiyorsun, onu anladım da neden düşmüyorsun sen benim uykumdan? Hadi yaşatmıyorsun, ulan uyutmuyorsun da.”
Aslında uyumak istiyordum. Onu görmek için. O güzel yüzü, gözleri, beni izleyen mahrur bakışları görmeyi istiyordum. Rüyada bile olsa onun güzelliği gözlerime dokunsun istiyordum ama korkuyordum da. Ne zaman onu görsem, gözlerimi açtığımda orada olmayışıyla yüzleşmek zoruma gidiyordu sahiden.
Arabayı biraz daha hızlandırdığımda yelkovan hangi saatin üzerine dek sürünüp gitmişti bilmiyordum ama sonunda su parkının önüne gelebildim. Arabayı karanlık sokağa park edip parka girdim. Arabanın içinde çalmayı sona erdiren şarkı zihnimde çaldı durdu. Su parkının olduğu yolda yürüdüm, su durgundu, karanlıktı. Yaz aylarındaki renkleri yoktu. Banka oturup bir sigara yakarak, kolumun birini bankın sırtına atarak durgun suyu izlemeye başladım.
Öğretemedim kendime yaşamayı, ölmeyi de öğretemedim; onsuzluğu da öğretemedim. Elim bir an kamuflajın ön cebine gitti, ceketin cebinden vesikalığını çıkardım. Krem rengi şalı, ışığın etkisiyle yeşile dönmüş gözleri, ince ama kalp şeklinde duran dudakları; işte oradaydı. Başımı sol omzuma indirip o güzel surata baktım. Şurada, içimde bir dağ var güzelim, desen ki bana dağın arkası deniz, orada bekliyorum ben seni, kendi içimi aşıp gelmenin bir yolunu bulurdum. “Saçının rengini kimse bilmezdi,” dediğimde gözlerim o gözlerde asılıydı; ömrüm onun idam sehpasının üzerinde, boğazında bir idam ipi, onun güzelliğinin darağacındaydım. “Ben bilirdim ama. Siyahtı, kaşın kirpiğin gibi simsiyahtı. Şimdi bir başkası da biliyor.”
Sigaranın dumanını dışarı üfledim, onu içime çektim; hep içimdeydi oysa. Yine de doldum onunla.
“Bir ses ver be kızım,” dedim sessizce fotoğrafına bakarken. “Herkes yerini bulmuş, ben burada, ortada, nereye gideceğini bilemeyen biri, yine fotoğrafının önünde sana konuşuyorum ama bir kez ses ver be kızım.”
Gözlerimi yumup sigarayı dudaklarıma götürdüm, gözlerimi açtığımda sigara hâlâ dudaklarımın arasında, Mehtap’ın fotoğrafı karşımdaydı. Başparmağım dudağına denk geliyordu, parmağımı hareket ettirdim, sanki dudağında gibi.
“Ben böyle yabancı mı kalacağım artık sana?” Gözüm, dudağında dolaşan başparmağımın ötesindeki dövmeye kaydı. Ceketimin kolunu sıvayıp bileğimden koluma uzanan dövmeye uzun uzun baktım. Sonra gözlerimi Mehtap’a indirdim. “Hani seviyordun dövmelerimi? Yalancısın sen kızım,” dedim kaşlarımı çatarak. “Sildir desen sildirmezdim sanki, sen dövmeyi sildir demek yerine, beni sil dedin, kalktın gittin bir de üzerine beni sildin lan.”
Fotoğrafını yüzüme yaklaştırdım.
“Bir de üzerine gittin beni sildin lan,” dedim çatık kaşlarla. “Alacağın olsun bile diyemiyorum, benim olan her şeyi aldın zaten.” Gözlerimi yumup fotoğrafını dudaklarıma bastırırken, “Beni de senin Allah’ın yarattı lan, neden beni başkasını sevmeyeceğine inandırdın o zaman?” diye sordum sitemle.
“Ben senden başkasını sevmedim zaten.”
Bir ateş yükseldi, hızla göğsümden boğazıma tırmandı; gözlerime kadar ulaştı. Gözlerimi araladım. Dudaklarımda fotoğrafı, gerçeği karşımda, arkasındaki su havuzunun ışıkları birden yanmış, sular onun kanatları gibi sırtının iki yanından fışkırarak havuzdan fırlayıp göğe yükselmişti. Göz bebeklerimin küçülmesi, ışıktan değildi; ondandı.
“Girdap,” diye fısıldadı başını sol omzuna düşürerek.
“Oynama aklımla, oynama aklımla, oynama aklımla,” diye fısıldayıp gözlerimi sıkıca yumdum, bir adım sesi duyduğumda göğsüm sıkıştı. Gözlerimi yeniden aralarken onu yeniden karşımda görmekten mi korktum yoksa görememekten mi? Bilmiyordum.
“Mehtap,” diyebildim, ellerimdeki bütün gücün çekildiğini hissettim, ayaklarımdaki gücün çekildiğini, koca bedenimin küçücük bir bedenin karşısında yaprak gibi titrediğini hissettim. Gerçekliğini sorguladım, hayaliyle o kadar yaşadım ki gerçeği gözüme hayal gibi geldi. Ama o keskin pudrayı anımsatan kokusunu soluduğumda biliyordum, hayal değildi, hayallerimde Mehtap benimle konuşmazdı, hayallerimde Mehtap’ın kokusu olmazdı, hayallerimde Mehtap tam karşımda duruyorken bile bana bakmazdı.
Avuçlarımdaki depremin sebebi karşımda duruyordu.
Sigara parmaklarımın arasından düştü.
“Girdap,” diye fısıldarken onu son gördüğümdeki keskin tavrı değil, her zaman gördüğüm o çocuksu korkak yanı oradaydı; yaprak gibi titremesi gereken bendim ama tam karşımda yaprak gibi titreyen oydu. “Ben geldim,” dedi o utangaç ses, titreyen bir ses nasıl olurdu da bana hayatımın dayağını yemişim gibi hissettirebilirdi? Karşımda duruyorken nasıl olurdu da beni bin farklı yerimden elini bile kaldırmadan, bir silah bile tutmadan vurabilirdi?
“Beni de senin Allah’ın yaratmadı mı?” sorusu döküldü dudaklarımdan. Birden ayağa kalkıp, dizlerim bile titrerken önünde dimdik durup, “Söylesene,” dedim dehşet içinde. “Beni de senin Allah’ın yaratmadı mı? Neden beni bırakıp gittin? Gittiysen, neden şimdi geldin? Sen beni öldürmek niyetinde misin? Ses ver be kızım! Ses ver!” Elimde tuttuğum fotoğrafını daha sıkı kavrarken ona doğru bir adım attım, o ise bir adım gerileyip bana ışıkların sönmesine neden olan yaşlı gözleriyle baktı. Gözyaşlarını gördüğüm anda dinen o yanım içimi öyle bir asıldı ki yere çöküp kan kusacağım zannettim. “Mehtap,” diye fısıldadım kara zorla. Titreyen elimi kaldırıp, “Ağlama,” diyebildim.
“Nasıl ağlamam?” diye sorduğunda havada duran elim titredi ama ona uzanıp onu tutamadım, sadece ona baktım. “Nasıl ağlamam? Karşımdasın! Karşımda sen varsın! Ben nasıl ağlamam?”
Hareket edemedim, elim havada titrerken sadece ona bakabildim. Darağacına bir ömür serdiğim güzelliğinin üzerinden kayıp giden gözyaşlarını izlerken nasıl hareket edebilirdim?
“Nasıl ağlamam?” diye sorarken hıçkırdı. “Beni aşabildiğini sandığım adamı fotoğrafımı öperken gördüm, nasıl ağlamam?” diye bağırarak sordu ve birden ellerini yüzüne kapatıp sarsılarak ağlamaya başladı. Ona doğru bir adım atacakken, “Gidecektim!” diye haykırdı gözyaşlarının arkasından. “Seni bir kez uzaktan görecektim, sonra ben gidecektim! Seni izledim, uzaktan izledim, gelemedim, gelmeyecektim! Ama seni fotoğrafımı öperken gördükten sonra nasıl giderim? Nasıl ağlamam? Artık nasıl giderim?”
“O zaman en başında nasıl gittin?”
Ellerini yüzünden sıyırıp, bir damlasına dünyayı yakacağım gözyaşlarını benden gizlemeden gözlerimin içine baktı ve “Şimdi sana artık gitmeyeceğim desem, beni kabul eder misin?” diye sordu.
“Ben seni karnımdaki çocuk senin desen, benim olmadığını bilsem bile inanır, kabul ederdim,” dedim omuzlarım düşerken. Duyduğu şey titreyen ellerini dudaklarına bastırıp bana korkuyla bakmasına neden oldu. “Karşıma geçmiş bu soruyu cevabını bilerek soruyor musun?” Başımı iki yana salladım. “Bu soruyu sorup ümit verme bana, Mehtap. Yapma. Toprağa bakan bir gözümün yanına diğerini de ekleme.”
“Benim senden başka gidecek bir yerim yok,” dediğinde kalbim patlayacak sandım. Omuzları titrerken gözyaşları içinde yüzüme baktı. “Benim senden başka sevdiğim hiç kimse yok.”
“Yalan deme bana, Mehtap, deme,” dedim ama doğru olması için ayaklarına kapanır, yalvarırdım ona. “Ben seni çok severken sen ne yaptın? Gittin evlendin onunla. Ben ne yaptım? Sen başkasına beni tercih ettiğinde bile böyle deli,” titreyen elimi zar zor göğsüme götürüp göğsüme yumruğumu vurdum, “böyle aklı zararda, böyle aklından, kalbinden vurgun yemiş, durdum böyle, böyle durdum! Hareketsiz! Yine seni sevmeye devam ettim! Sen gittin onu sevdin, ben burada durdum seni sevmeye devam ettim!”
“Ben senden başka kimseyi sevmedim, sevmem!” diye bağırdı incecik sesiyle, ağlıyordu bir yandan da. “Madem kördün, madem görmedin, madem çok güzel oynadım seni sevmeyen kadını, neden öpüyorsun fotoğrafımı benim? Neden kollarını açacakmışsın gibi bakıyorsun bana?”
“Açacağım lan çünkü açacağım!” diye bağırdım çaresizce. “Şimdi kollarıma girip sabah yine ona gideceğini bilsem, öleceğimi bilsem, ben bu kolları sana açacağım lan açacağım!”
“Gitmeyeceğim kimseye!” diye bağırdı. Ellerini yüzüne kapatıp sarsılarak ağlarken, “Anlasana,” diye inledi. “Ben senden başka kimseye gitmedim, gitmem. Sevmedim. Sevmem. Girdap, ben seni çok sevdim.” Parmaklarını gözlerinden çekip, “Girdap, ben seni çok seviyorum,” dedi.
Göğsüme vurduğum yumruk çözüldü, elim göğsümden kaydı düştü. O göğsümden biraz bile oynamadı.
“Girdap, ben seni çok seviyorum!” dedi ve daha da şiddetli ağladı. “Senden başka kimseyi sevmedim ben, hep seni sevdim. Ben sadece seni seviyorum!”
“Mehtap…”
“Çok seviyorum, yemin ederim, başkasını değil, ben bir seni seviyorum!”
“Mehtap.”
“Çok seviyorum seni ben!” Ağlıyordu, bağıra bağıra, titreyerek. “Bir seni seviyorum. Allah’ım şahit, kalbimi biliyor o. Bir seni sevdim, tek seni sevdim, hep seni seveceğim ben!”
“Mehtap!”
Tam ona dokunacaktım ki “Mecbur kaldım!” diye bağırdı ve biri dizime arkadan tekme atmış gibi öne doğru sendeledim. “Seni çok sevdiğimden mecbur kaldım ben!” Anlayamadım ama ağlaması her şeyden önemliydi. Yalan söylüyorsa bile önemli değildi. Yalansa bile inanırdım. Hiç sorun değildi. Yalan mıydı? İnanacaktım, yalan söylesin, inanacaktım ona. “Ne olursun bırakma beni!” diye bağırdığı an dizimin bağı çözüldü. “Ben bıraktım seni ama yalvarırım sen bırakma beni, Girdap! Seni çok seviyorum ben! Seni çok seviyorum Girdap ben!”
Elim ona uzandı, kolum onu kavradı. Onu kendime çektim. Kollarım beline dolandı, bir elim ensesinden şalına uzandı, başına bastırıp yüzünü boynuma soktum ve “Bırakmam!” diye bağırdım. “Artık olmaz. Gidemezsin. Bırakmam seni. Sen beni bin kez terk etsen de ben bir kez bile bırakamam seni!”
Bedeni bedenime çarptı, beni yıktı geçti ama ayakta kaldım. Kolları boynuma onu bırakırsam ölecekmiş, düşecekmiş gibi sarıldı. “Özür dilerim,” dedi gözyaşlarının arasından. “Yalvarıyorum sana, affet beni. Yalvarıyorum sana. Bırakma beni. Seni çok seviyorum, ne olursun… Ne olursun, bırakmam seni, sen de bırakma beni.”
Onu kendime öyle bir bastırdım ki yaramdan akan kana bulandığını hissettim; içimde açtığı yaradan sızan kana bulandı. “Seni çok seviyorum anasını satayım, çok seviyorum ulan, durduramıyorum, bin defa da kandırsan, bin birinci kez kandır diye kapına gelecek kadar, beni kandır ulan diye yalvaracak kadar çok seviyorum.” Başını avucumla bastırıp boynuma gömdüm. “Çok seviyorum,” dedim gözlerime batan gözyaşları kirpik diplerimi yakıp geçerek göz çukuruma akarken.
Doğrun da doğrum, yalanın da yalanım, ne olur beni bırakma.
Ne olursun.