🎧: Skapova, Yalnız Başıma
Belki de gözyaşları gözlerinden süzülen birine, onunla aynı dili konuşmayan birinin teselli cümleleri kadar anlamsız olacaktı bundan sonra kurulacak tüm cümleler.
Bir ateş yanmıştı, ateşin etrafına toplanmıştık, ateşin sıcağı bizi bile yakıp geçiyordu ama o ateşin içinde yanan biz değildik; Yener’di. Yandığı ateşin önünde durmuş, yanmaktan şikâyet ediyorduk. Asıl yanan ortadaydı.
Gurur’un bakışlarının Yener’in sırtında donuklaştığını gördüm. Aynı anda Yener’in bir kez daha vurulmuş gibi sarsılan omzuna çöken ağırlıkları gördüm. Cam kırıklarını gördüm. Burada olmak, bu gece verdiğim birinci yanlış karardı. İkinci yanlış karar, Yener’in toplantı salonunun önüne gitmesine izin vermekti. Peki eğer geleceğin bize ne getireceğini bilebiliyor olsaydık, kararlarımızı ona göre alacak olmamız kaderin önüne geçebilecek miydi? Yener’in kaderinde bugünü yaşamak vardı.
Kaçamayacağı bir şeyin önünde duruyorduk. Düştüğü ateşin etrafına toplanmış, sıcağın ne kadar kavurucu olduğunu düşünüyorduk; oysa o ateşin içindeydi ve kavrulan tek kişiydi.
Asker olmak için uygun olmayan Yener Açıkgöz.
Bir adım geri gittiğinde etrafa saçılan cam kırıkları postallarının altında ezildi. Ses, kırılan bir kemiğin sesinden farksızdı. Elini nereye koyacağını bilemiyor gibi önce pantolonuna sildi, sonra kaldırıp karnına götürdü, daha sonra o el, saniyeler ateşleri daha da büyütürken kalbine gitti. Kalbine dokundu.
Aralık kapıdan ona çevrilen gözlerin şaşkınlığını hissettim, daha sonra o gözlere yerleşen paramparça hisleri göremesem de görmüşüm gibi içime doğru çökmeye başladım.
“Yener,” dediğini duydum Muşta’nın. Ayağa kalkarken altındaki sandalyeyi itmiş olacak ki sandalye zeminde kayarken rahatsız edici bir ses çıkardı. Gözlerime batan yaşlara direndim, sadece Yener’i izledim, belki de artık elimden onu izlemekten başka bir şey gelmiyordu.
Sessizliğin ardı arkası kesilmedi. Büyüdü de büyüdü. Eli hâlâ kalbinin üzerinde, bir adım geride duran ayağının üzerine tüm gücünü vermekten çekinerek öylece duruyordu. Muşta odadan çıktığında gözleri Yener’e saplanmış durumdaydı, gözlerini çevirip bize doğru bakmadı bile.
“Uygun değil miyim?” diye sorarken sesi bilinmezliğin getirdiği o ağırlıkla titredi, kuşkuyla yalpaladı. Muşta olduğu yerde put keserken, bu sorunun onda kalbine beş el ateş edilmiş etkisi yarattığını fark ettim. Yener, geri çektiği adımı öne atıp Muşta’ya baktı ve “Ben uygun değil miyim?” diye sordu bir defa daha. Bu kez sesinde kuşku yoktu, korku vardı; korkunun derinlerine indiğinde, sesi ne kadar gür çıkmasa da sanki o sesin derinlerinde bir feryat saklıydı.
“Beni dinle, gel şöyle,” diyen Muşta soğukkanlı görünmeye çalışarak elini Yener’e uzatmaya kalkıştı ama bu, yaralı bir yırtıcıya dokunmaya çalışmaktan farksızdı.
Yener bir adım geri çekilip, Muşta’nın tam gözlerinin içine, ruhunun merkezine baktı. “Ben,” dedi üstüne basa basa, “uygun değil miyim?”
Muşta’nın mavi gözleri, savaş meydanıydı ve o gözlerde ölmüş binlerce bedeni, kana bulanmış hâlde görebilirdiniz. Oğluna bakmak böyle mi hissettiriyordu? Bir savaş meydanında yaşayan tek kişiymişsin ve ölen bedenlerin tamamı tanıdığınmış, dostunmuş, bağrına bastıklarınmış gibi.
“Senin-”
“Benim uygun olmadığımı söyledi,” dedi Yener bu cümle onu dehşete düşürmüş gibi. “Adımı söylemedi ama benden bahsetti. Bendim, değil mi? Uygun olmayan olarak adlandırdığınız, adını bile anmadan uygun olmayan olarak isim verdiğiniz bendim?” Telaşla sorulmuş onlarca soru, Muşta’ya bir darbe daha vurmuş olacak ki dağ gibi adam, Yener’in karşısında suspus kaldı. Tek yapabildiği Yener’in gözlerinin içine bakmak oldu. Elinden başka hiçbir şey gelmiyormuş gibi.
“Bir şey söyle!” diye bağırdı Yener, belki de bu babasının boşluğuna bastırdığı o adama ilk kez bağırdığı andı. “Bana de ki! Bana desene!” Şaşkınlıkla gözlerini farklı bir yöne çevirdi, kafasını salladı, tekrar Muşta’ya baktı. “Uygun değil miyim?”
“Kalbin delindi,” dedi Muşta sessizce.
“Delindiyse delindi! Şimdi farklı bir şey mi yapıyorsun? Kalbimi sikip atıyorsun. Bana doğrudan uygun değilsin desene!” Yener öfkeyle bağırsa da sonunda karşılık olarak ona üzgün gözlerle bakan adamın sessizliği onun ateşini harladı, harlanan ateşin belki de en çok kendisini yaktığı an, o andı. “Baba,” diyerek Muşta’ya bir adım attı. “Kalbim delindiyse delindi, ne olacak ki?” Fısıltısı canımı o kadar yaktı ki bir adım geriledim, Gurur elini belime bastırıp beni durdurdu, dayanmamı sağladı ama ellerinin buz kestiği bir gerçekti.
Muşta bir şey söyleyemedi, ilk kez konuşamıyor gibiydi. Sadece Yener’in gözlerinin içine bakıyordu. Yener, bir adım daha atıp, kalbindeki elini bu kez Muşta’nın kalbine bastırarak, “Baba!” dedi yakarır gibi. “Bir şey desene bana.”
Gurur’un belimdeki elin kaskatı kesildiğini hissettim. Buzdan farksızdı soğuğu. Elimdeki, ayağımdaki tüm dirayet çekildi. Düşecek gibi hissederek Gurur’un belime uzanan koluna tutundum. Gitmek istiyordum. Görmek istemiyordum. Buna şahit olmak istemiyordum.
Devran ve Vural, Muşta’nın arkasında belirdiklerinde, Vural’ın gözlerinin kan çanağına döndüğünü fark ettim. Çenesi sımsıkı kapalı duruyordu, dilini ısırıyordu belli ki. Devran ise doğrudan Yener’in yüzüne bakıyordu ve o suratta ne görüyorsa, bu onu yerle bir ediyormuş gibi rengi gitgide açılıyordu.
“Ağzınızı açın lan açın!” diye bağırdı Yener, sonra bir kramp saplanmış gibi öne doğru büküldü ve bununla beraber, Muşta korkarak ona uzanıp, onu omuzlarından tutup doğrultmaya çalıştı ama ağzını hâlâ bıçak açmıyordu. “Ağzınızı açsanıza,” diye fısıldadı. “Bana da desenize.” Sesi güçsüzdü, acı çektiğini anladım; hem fiziksel hem de ruhsal. Alev alev yanıyordu. “Uygun değil miyim?” Bu soruyu öyle sessiz sordu ki, Muşta’ya ya da başkasına değil, doğrudan kendisine yöneltilmiş bir soru olduğunu anladım.
Muşta, “İçeri geç,” diyerek onu yavaşça çekecekti fakat Yener, geriye sendeleyerek, “Dur!” diye bağırdı. “Durun, dur! Bana menedilenlere davrandığınız gibi davranmayın. Bana şefkat mi gösteriyorsunuz lan siz? Acıyor musunuz lan siz bana?” Birdenbire öfkeyle geriye doğru adımladı. “Bana acıyor musunuz siz?” Son sorusunda sesi öyle savunmasız çıktı ki bunun öfke değil, acı olduğunu anladım. “Baba, yapamazsınız, yapamazlar,” derken sesi titriyordu, sesi gerçekten yıkılacak bir bina gibi sarsılıyordu. “Baba bunu bana yapma. Benim. Yener’im ben. Baba, bir şey söylesene, öyle bakıp durma!”
“Kardeşim,” dedi Devran, “biz bir ça-”
“Cevap verin,” dedi Yener başı öne eğilirken. “Bana saçma sapan cümleler kurup durmayın da bir cevap verin.” Kafasını kaldırdı. “Yüzüme de desenize.”
Muşta, havada asılı kalan ellerini usulca aşağı indirirken, Yener’in tam gözlerinin içine baktı ve “Bu şekilde olmayacak,” dediğinde Yener, “Merasim mi düzenleyeceksiniz bana?” diye sordu bu kez öfkeyle. “Merasim düzenleyip, bir rozet takıp siktir mi edeceksiniz lan beni yuvamdan?”
“Yener,” diyecekti ki Vural, “Sus lan!” diye bağırdı Yener. “Uygun olmayan diyemediğinden mi adımı söylüyorsun bana?” Yener geriye doğru bir adım daha gidecekti ki Gurur birden elini belimden çekerek ona yöneldi ve bir dağ gibi Yener’in sırtının önünde dikildi. Yener, dermanı çekilmiş gibi Gurur’un göğsüne sırtını yaslarken, “Baba,” diyerek Muşta’ya baktı. “Kalbim mi sorun? Kalbimse sorun, ben hep kalpsiz değil miydim zaten? Ben kalbim olmadan da devam edebilirim. Bana bunu yapma.”
Girdap hızla odadan çıkarak Yener’e yöneldi ama Yener, sırtı Gurur’a yaslı hâlde elini kaldırarak Girdap’ı durdurdu. “Bunu bana reva mı görüyorlar?” diye sorarken sesindeki öfkeyi hissettim. “Ben her şeyimi verdim! Tüm umudumu verdim! Başka yok, benim başka umudum yok, hepsini verdim!” Sessizce, “Umudum yok benim başka lan, anlasanıza,” diye fısıldadı.
“Yener, kuralları biliyorsun,” dedi sonunda Muşta ve Yener, ilk kez sitem eder gibi, “Bu kurallar bir bana mı baba?” diye sordu. “Lütfen.”
Gurur arkasında bir dağ gibi durmaya devam ediyor, yıkılmasını önlüyordu ama çok geçti, yıkım çoktan başlamıştı.
Muşta, başını ilk kez bir oğlunun önünde önüne eğdi.
Her şey anlıktı. Yener, birden Gurur’un kamuflaj pantolonunda asılı duran silahı aldı ve Gurur bile bu hıza karşı koyamadı. Kalbim yerinden çıkacak gibi yükselip boğazıma uzanırken olduğum yerde dondum kaldım. Yener, silahın emniyetini kaldırıp namluyu şakağına yasladığında Gurur ellerini havaya kaldırarak dehşetle geri çekilip, “Yener!” dedi ama Yener onu duymazdan geldi.
“Ben ne için yaşadım?” diye bağırdığında, herkesin yüzünde buzdan bir ifade oluşsa da paniğin birdenbire tesisin tüm duvarlarına sindiğini fark ettim. Sesimi bile çıkaramadım, titreyen ellerimi nereye koyacağımı bilemediğim için önümde, havada duruyorlardı ama neye engel olmaya çalışıyordum bunu ben bile bilmiyordum. “Benim yaşamamın bir anlamı mı kalıyor böyle? Siktiğimin kalbi delindiyse, siktir edip beni bir köşede bırakıp siktir olup gitseydiniz! Ne diye yaşattınız lan beni?”
“Yener,” dedi Muşta korku dolu bir sesle. “Bırak o silahı.”
“Beni yaşamaya zorlayıp sonra öldürüyorsunuz,” derken sesinde orantısız bir çaresizlik vardı.
“Yener, birader, bırak,” diyen Devran’ın bile ilk kez korkuyla kasıldığını görüyordum. Dizlerimin üzerine çökmemek için havada duran elimi yanımdaki duvara yasladım.
“Dağılsın bu amına koyduğumun kafası, sikimde mi sanıyorsunuz siz benim? Tek umudumu, hayatımı bağladığım tek şeyi benden alıyorsunuz,” durdu, suçlayıcı olmak gücüne gitmiş gibi, “alıyorlar,” diye fısıldadı.
Yapabilirdi, yapacaktı. Bunu yapacak kadar çıldırmıştı, çaresizlikten ölüyordu, bir de tetiği çekip ölmek de hiç sorun görmüyordu. Boğazımın gerilerinde bir çığlık birikti ama atamadım.
Muşta, “Yener, oğlum, bırak, konuşalım,” diyerek ellerini havaya kaldırdığında sesi titriyordu.
Yener birden yana döndü, silahı şakağına daha sert bastırdığında yüzünü ilk kez görüyordum. Gözleri kan çanağıydı, birikmiş ama akmamış yaşlar pınarlarında gizleniyordu. Alnında beliren damarlardan, kasılmış çenesinden ne kadar ciddi olduğu gün gibi ortada duruyordu. “Gurur,” dedi yalvarır gibi ama bu ismi bir cümlenin içine iliştirmedi. Sustu.
Gurur, havaya kaldırdığı ellerinden birini indirirken, “Kardeşim,” dedi, “öylesine söylemiyorum, can kardeşimsin, kan kardeşimsin, biliyorsun değil mi?” Bir adım atmak istedi ona ama Yener silahı şakağına daha sert bastırıp ona yaralı bir yırtıcı gibi ürkek gözlerle baktı. “Yener, çıkar gideriz lan. Birlikte gideriz.” Gurur birdenbire rozetlerini, apoletlerini sökmeye başladığında, Yener’in göz pınarlarında biriken yaşların daha da belirginleştiğini gördüm. “Siktir olur, birlikte gideriz.”
“Ne yapıyorsun?” diye sorabildi Yener.
“Seni böyle göreceksem her şeyin amına koyarım ben,” dedi Gurur, “anlamıyor musun lan?”
“Saçmalamayı kes!” diye bağırdı Yener. “Göbek bağımız bir mi kesildi lan bizim? Duymadın mı? Uygun olmayan benim, ben! Sen değilsin!”
“Sen benim kardeşimsin, seni beni yok lan yok!” diye bağırdı Gurur birdenbire öfkeyle.
Yener, gözlerini Gurur’un gözlerinden çekemedi. Parmakları gevşediği an, Girdap birden bileğinden yakalayarak silahı Yener’in şakağından uzaklaştırdı ve silah tam havadayken bir el patladı. Korkarak olduğum yere sindiğimde Yener sırtını yasladığı duvarda kayarak yere çöktü ve Gurur hızla ona doğru yürüyerek dizlerinin üzerine çöktü. Yener, başını ellerinin arasına alarak boşluğa bakmaya başladığında, Gurur onu ensesinden yakalayarak kendine çekip bağrına bastı.
Muşta, derin bir nefes verdi, sanki son nefesini verecekken yeniden can bulmuş gibiydi. Yavaşça eğildi, ellerini dizlerine koyup, “Öldüreceksiniz lan beni,” dedi, “siz benim ecelim olacaksınız bir gün.”
Girdap, elinde Yener’in az önce tuttuğu silahla yere çökerken Devran ve Vural da onlara doğru koştular ve birkaç saniye sonra yere çökmüş üçlünün etrafını tüm tim sardı. Gölgeler de oradaydı.
Yener, çenesini Gurur’un omzuna bastırırken, “Yapamam,” dedi acı çekiyormuş gibi. “Bunu bilerek yaşayamam. Buradan başka gidecek bir yerim yok benim. Yuvam burası benim. Yuvam dağlar, yuvam bu tesis, ben sadece bir komandoyken varım, bu kimliği benden alırsanız benden başka ne kalır geriye? Kalmam. Yok olurum. Silinirim ben.” Gözlerini yumarken dişlerini sıkıyordu. “Beni bu hikâyeden silmeyin ne olur.”
Muşta, askerleri iterek aralarından geçip yavaşça Gurur ve Yener’in önüne dikildi. Yener, çenesi Gurur’un omzunda, gözlerini kaldırıp Muşta’ya yalvaran gözlerle baktığında, Beyhan beni belimden kavrayarak dikleştirip, “Sakinleş,” diye fısıldadı, ne hâlde olduğumu görmüş olmalıydı. “Hava almaya çıkalım mı?”
Gözlerimi Yener’den çekemedim, tek kelime edemedim.
Yener, Gurur’dan yavaşça ayrılıp, “Muşta,” dediğinde zaman bir anlığına askıya alınarak durdu. Kalbimin atışları, tesisin duvarlarında yaşayan tüm erlerin kalp atışları gibi yavaşladı. “Bildirme. Kalbimin delindiğini bildirme, ne olursun bilmesinler, kayda geçmeyin, yalvarırım. Geçtiniz mi? Geçmeyin, yalvarırım.” Muşta gözlerini yumdu, geri açtığında çivit mavisi gözlerinde Yener’in yandığı ateşlerin yansıması vardı. “Bırak bu kalple öleceksem dağda öleyim ben, kurbanın olayım, n’olursun, bırak öleceksem görevimin başında öleyim. İyi olurum, çok güçlü olurum, daha da güçlü olurum ama bırak öleceksem görevimin başında öleyim ben. Bunu bana çok görme. Uzun bir hayat istemiyorum ben. Uzun, sağlıklı bir hayat istemiyorum ben. Asker olarak kalmak istiyorum. Bir şey yap, bir kez olsun benim için yap, n’olursun yap.”
Muşta, gözlerini Yener’den çekemedi, çekip götürse o gözleri, sanki bir daha ona bakacak yüzü olmayacaktı.
“Bırak dağlarda öleyim,” dediğinde Yener, Muşta sertçe yutkundu. Adnan, gözlerine birikmiş yaşları tutamadı, çenesine dek kayıp giden gözyaşını gördüm. “Sırf sağlıklı olmayacağımı, ölüp kalacağımı düşündüklerinden menetmeyecekler mi?” diye sordu çocuk gibi. “Uzun bir ömür istemiyorum ki ben. Lütfen, bir kez de benim için yap.”
Muşta yavaşça yere çöküp, Yener’i kollarının arasına çekerek, “İntiharının altına imza mı atayım istiyorsun, çocuk?” diye sordu çaresizce.
“Yalvarırım,” dedi Yener sadece ve Muşta’ya o kadar sıkı sarıldı ki o an sarıldığı Muşta değildi, babasıydı; o an sarıldığı Aydın Açıkgöz’dü. Bir çocuk, babasına sarılıyor, çaresizce babasından yardım istiyordu.
Muşta, tek kelime etmeden onu bağrına bastı.
⛓️
“Muşta’nın kayda girmesine engel olması demek, ortaya çıktığı anda meslekten menedilmesi demek olacaktır,” diyen kişi Zafer’di. “Yener’le birlikte onu da menederler.” Düşünceli bakan yeşil gözlerini önünde duran dosyaya indirdi. “Yener’in sağlık durumu eninde sonunda anlaşılacak.”
Beyhan, elinde tuttuğu pet şişenin kapağını açıp bana uzatırken, toplantı salonunun köşesindeki portatif sandalyeye oturmuş, ruh gibi beyaz bir suratla Zafer’i izliyordum. Uzun süren sessizliğin sonunda konuşan ilk kişi o olmuştu. Gurur ve Girdap, Yener’i oradan uzaklaştırmışlardı ama nereye götürmüşlerdi, şu an neredeydiler bilmiyordum.
Ecevit, gözlerini Muşta’ya çevirdiğinde, Muşta parmaklarının arasında kalemi döndürüyordu. Düşünceli gözleri uzun, taş masanın yüzeyindeydi. Sessizdi, yorumsuzdu, olacakları biliyordu; Yener’in sağlık durumu, saklayabilecekleri bir şey değildi. Onu bir süre daha görevde tutmayı başarsa da sonunda ikisi de menedileceklerdi. Yine de gözünü karartmışa benziyordu.
“Sonunda birlikte menedileceksiniz,” dedi Zafer derin bir nefes vererek. “Sadece bir süreliğine devam etmesine izin vermek, ona daha büyük bir işkence olmayacak mı baba?”
Muşta kalemi sıkarken, “Öldürecekti kendini,” dedi, bunu Zafer’e değil de kendisine söylüyor gibiydi. Bu cümle, tüm askerlerin yüzüne çarşaf gibi gerilen bir çaresizliğin çekilmesine neden oldu. Kalem ortadan kırılırken, “Kendini öldürecekti,” dedi gözlerini boşluktan çekmeden.
Adnan, “Bir yolu yok mu? Ortaya çıkmama imkânı yok mu?” diye sorarken elinde tuttuğu pet şişeyi buruşturmuştu. “Hiç mi?”
“Olsaydı bile, imkânsız ama olsaydı bile, bu adam kendisi bile bu şartlar altında dağda öleceğini biliyor. Tehlikeli. Onun için çok tehlikeli,” diyen kişi Sadullah’tı. Esmer yüzünü kaplayan çaresizlik, koyu renk gözlerine yerleşen bakışları derinleştirmişti. “İntihar bu.”
“Görmediniz mi?” Yaman kollarını göğsünde toplamış, ilk kez konuşurken sesi de yüzü de buzdandı; düşüncelere gömülmüş gibi görünüyordu. “Görev intihar diyorsunuz, o az önce kafasına sıkacaktı, bu intihar değil mi zaten?”
Muşta gözlerini yumup, “Ortaya çıkmamasının bir yolu var mı?” diye sorarken bu soruyu da kendisine sormuş gibiydi. Kafasının içindeki tüm dosyaları karıştırıyor, belleğindeki bilgileri önüne almış düşünüyordu. Bir yolu olamaz mıydı? “Ben kendimi değil, onu düşünüyorum. Ortaya çıkınca yine menedilecek. Yine aynı duruma düşecek. Bir yolu yok mu?” Kaşlarını sertçe çatıp düşünmeye devam etti.
“Rutin kontrollerimiz sırasında ortaya çıkmama ihtimali yok, kontrollerden de kaçamaz,” diyen Zafer’di, söylediği şey onu da rahatsız ediyor gibiydi ama gerçeği de gizleyemezdi.
“Rutin kontroller,” dedi Muşta, kaşları daha da çatılırken gözlerini yumdu. “Rutin kontroller.” Düşünmeye, bir yol aramaya devam etti.
Yaman, “Onu yalnız bırakmak, tetiği çekilmiş bir silahı oyuncak diye bir çocuğun eline tutuşturmak olacak,” dedi ciddi bakışlarını kaldırıp karşısındaki duvara bakarak. “Kararınız ne olursa olsun, şu an onu yalnız bırakamayız.”
Adının Kerim olduğunu hatırladığım adam, dayandığı duvardan kendini öne iterek ayırıp, “Uçuş onun için çok riskli, bunun farkındasınız, değil mi? Bundan sonra uçak kullanmasına izin vermeniz, onu menetmelerinden daha büyük bir sorun olurdu. Canı açısından. Yener ele avuca sığdırılamaz, sığdıramazsınız, onun canını da düşünmek zorundayım. Zorundayız,” dedi.
Muşta, ellerini başına koyup, “Kesin çenenizi,” dedi sertçe. “Beni yalnız bırakın.”
Beyhan elini uzatıp, “Güzelim,” dediğinde kafamı kaldırıp ona baktım, pet şişedeki sudan bir yudum bile almamıştım. Elini tutup kalkarken hâlâ sesim çıkmıyordu. Askerler birbirlerine tedirgin bakışlar atarak oturdukları yerden ayaklandılar ama Yaman kalkmadı.
Gözleri hâlâ duvarda saplıyken bir süre kaskatı bir çeneyle oturdu.
“Rant,” dedi Muşta sertçe. “Çık.”
Yaman’ın çenesi seğirdi. Kerim yanından geçerken Yaman’ın omzuna vurarak, “Yürü,” dedi.
Tam kapıdan çıktığımızda Ecevit, “Zeliha’yı neden toplantı odasına soktun?” diye sordu Beyhan’a sessizce.
“Kız düşüp bayılacak gibiydi,” dedi Beyhan, “gözümün önünden ayırmak istemedim. Hem zaten her şeyin içinde.”
Ecevit derin bir nefes alarak bana bakıp, “Seni eve bırakayım ister misin?” diye sordu ama cevap veremedim.
Beyhan elini belime yerleştirip, “Sanırım bu iyi bir fikir, Zeliha,” dedi. “Ecevit seni eve bıraksın.”
Gözlerimi Beyhan’a çevirip, “Yener’i nereye götürdüler?” diye sordum.
“Cam bahçede olduklarına eminim, merak etme, Gurur ve Girdap yanında.” Beyhan’ın yumuşak gülümsemesi içime çöken karanlığı aydınlatmaya yetmedi. Bocalamış hâlde etrafıma bakınıp, elimde duran pet şişeyi dudaklarıma götürdüm. Kuruyan dudaklarımı ve damağımı ıslattım.
“Ecevit, Zeliha’ya evine kadar eşlik et lütfen.” Bakışlarını tekrar bana çevirdi. “Sizinle gelmemi ister misin?”
“Ben yük olmak istemiyorum, lütfen.” Elimi kaldırıp salladım. “Burada olmamam gerekirdi. Bu sizin için yeterince zorken işleri daha da zorlaştırmak istemiyorum. Lütfen benimle ilgilenip beni daha da mahcup etme.”
“Saçmalama. Çok iyi idare ediyorsun. Gerçekten.” Beyhan, bir abla edasıyla omzuma dokunup, güç verircesine sıktı. “Sen bizim ailemizin parçasısın.”
Yener de bu ailenin bir parçasıydı. İçim parçalandı. Sessizce başımı sallarken konuşacak hâlde hissetmedim kendimi. Kalmak istiyordum aslında. Gurur’un da Yener’in de bana ihtiyacı olduğu düşüncesi karnıma bıçak gibi saplanıyordu. Öte yandan yük olmak da istemiyordum. Ayak bağı olmak isteyeceğim son şeydi.
Ecevit, “Hadi,” diyerek başıyla koridoru işaret etti ve yürümeye başladığımda sakince yanımda ilerledi. Adımlarım çok yavaştı, Ecevit normalde hızlı yürümesine rağmen adımlarını benimkilere uydurup yavaşladı. Bana zaman tanıdığını fark ettim. Daha da mahcup hissettim.
Ecevit’in cipine binmeden önce, kapıyı tutarken son kez arabanın tavanının arkasından tesise baktım. Dağın kalbinde tüm ihtişamıyla duran tesis, bu gece büyük acılara ev sahipliği yapıyordu. Cipe binip kapıyı kapattığımda rüzgârın uğultulu sesi kesildi ama kalbimin sesini duymaya devam ettim.
Ecevit arabayı çalıştırmadan önce omzunun üstünden bana bakıp, “Suçlu küçük çocuklar gibi bakma,” dedi, “sandığının aksine, varlığın ya da hareketlerin bize zorluk çıkarmadı hiçbir zaman.”
İçimi okuyormuş gibi hissettirdiğinden daha da utandım. Başımı önüme eğip elimdeki şişeyle oynamaya başladım. Ecevit direksiyonu çevirerek dağın kalbinden geçen patika yola sürdü. Şehrin küçük ışıklarını görene kadar konuşmadım, Ecevit de sessizliğime saygı duymayı seçti.
Gurur ile kaldığım evin değil, bir zamanlar kızlarla yaşadığım evin önünde durmasını istediğimde kararımı sorgulamadı. Emniyet kemerimi çıkardığım esnada, “Olur da canın sıkılırsa, bir telefonuna bakar. Turlamaya çıkarız,” dedi, donuk bir sesle söylediği şey, kafamı kaldırıp ona uzun uzun ama saklayamadığım bir minnetle bakmama neden oldu.
“Teşekkür ederim.”
“Lafı bile olmaz.”
Arabanın kapısına uzanacakken bir an durdum, gözlerimi ona çevirdim. “Muşta menedilebilir mi gerçekten?” diye sordum.
“Vereceği karara bağlı. Üstelik vereceği karar, Yener’i uzun süre aramızda tutmaya yetmeyecek. Bu ikisinin de intiharı olurdu,” dedi hiç düşünmeden. Bazen ona şaşıp kalıyordum, ağzına geleni çevirmeden söylüyordu. Bu iyiydi. Kandırılmaktansa doğrudan gerçeği duymak sert olsa da daha iyi hissettiriyordu. Buna iyi hissetmek denirse.
“Dürüst birisi olduğun için teşekkür ederim.”
“Lafı dolandırmayı hiç sevmem.”
“O belli oluyor,” dediğimde, “Ağlayacak gibi bakıyorsun, ağlarsan seni teselli edemeyeceğimi de daha önce söylemiştim,” dedi.
Başımı salladım. “Biliyorum. İyi geceler, Ecevit.”
Sadece yüzüme bakıp başını salladı. Araçtan inip binaya ilerledim, otomatik kapıdan içeri girene kadar olduğu yerden ayrılmadan bekledi. Ben merdivenleri çıkarken arabasının yavaşça uzaklaştığına dair o ses zihnime yayıldı.
Saat çok geçti, kapıyı çalmak gerzeklik olacağından cebimden anahtarımı çıkarıp içeri süzüldüm. Maria televizyonun önündeki koltukta uyuyakalmıştı, masanın üzerinde birkaç oje ve törpü vardı. Buruk bir şekilde gülümseyip montumu çıkarmadan odamın kapısına ilerledim, daha sonra durup omzumun üzerinden babaanneme baktım. Uyanınca odama geçeceği kesindi. Gözlerim Ayça’nın odasının kapısına kaydı. Bu saatlerde genelde uyumaz, dizi izler ya da manga sayfalarını karıştırırdı. Öyle olmasını umut ederek kapısını tıklatıp yavaşça açtım. Kulak üstü kulaklığını boynuna indirip bana soran gözlerle bakarken güzel yüzünü gece lambasının turuncu ışığı aydınlatıyordu.
Odasına girip ağır adımlarla yatağına doğru ilerledim. Gözlerime sinen o ifadeleri görmüş olacak ki yatağın üzerine avucuyla vurdu ve yavaşça uzandı. Önüne uzanıp, sırtımı göğsüne yaslarken üzerimde hâlâ mont vardı. Şefkatli kollarını bana sarıp, çenesini omzuma bastırıp derin bir nefes aldı ama tek kelime etmedi, konuşmadı. Bu yüzden onun kolları bazı geceler güvenli limanım olurdu işte.
Sessizce uzandım, sessizce benimle birlikte gece lambasından yayılan ışığın duvara çizdiği haleleri izledi.
Gözümden akan gözyaşının burnumun üzerinden geçerek diğer tarafa kaydığını ve yastığa damladığını hissettim. Çok tuhaftı. Ağlıyordum ama yüzüm kayıtsız bir donuklukla çevrelenmiş, gözlerimde boşlukla ışığı izliyordum.
O şekilde uykuya dalana dek, bu böyle devam etti.
Uyandığımda bir şeyler değişmedi. Hayat hâlâ bıraktığım şekilde dağılmış vaziyetteydi. Duştan çıktığımda, üzerime toz pembe kazağımı ve altıma beyaz kargocu pantolonumu giydiğimde, beyaz şişme montumun fermuarını çenemin altına dek çektiğimde, postallarıma düşen kar tanelerinin eriyip kayboluşunu bir otobüs durağında oturmuş sessizlik içinde izlediğimde… Tamamında hayat hâlâ dağılmış vaziyetteydi ve tüm eller birleşip toparlamaya da kalkışsa bu dağınıklığı toparlayabileceğimizi sanmıyordum.
Otobüs beni okulun sınırlarına getirdiğinde kulak üstü kulaklığımı boynuma indirip yürümeye başladım. Kampüsün içi her zamankinden daha kalabalıktı. Girdiğim dersler de öyle. Fotokopi çektirdikten sonra ağır adımlarla durağa yürümeye başladım. Saatlerimi okulda geçirmiş olmama rağmen sanki olduğum yerde, o gecenin içindeydim, hâlâ o anları yaşıyordum, hâlâ Yener’in şakağına bir silah dayadığı ânın içindeydim.
Boş bakışlarım ileride duran cipte takılı kaldı. Cip Gurur’un kullandığı değildi ama yine de içinde o varmış gibi hissettim. Tanıdık bir histi. Hızlı adımlarla cipe yöneldiğimde telefonuma düşen bildirimle yanılmadığımı anladım.
Sevgilim: Cipteyim, gelsene.
Sevgilim: Çoktan hissetmişsin.
Telefonu tekrar montumun cebine sokup cipin kapısını açınca içerideki ağır hava hâlâ cipin dışında olmama rağmen etrafımı ikinci bir deriymiş, bana ait bir parçaymış gibi sardı. Dışarıda ince ama sık bir şekilde yağan kara rağmen üzerinde yuvarlak yakalı beyaz bir tişört vardı, sakalları daha da uzun görünüyor, gözlerinin altı uykusuzluğunu belirten mor halkalarla süslenmişti. Bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirdiği an içime doğru yıkıldığımı hissederek gözlerinin içine baktım.
“Binsene, üşüyeceksin,” dediğinde söylediğini yapıp ön koltuğa yerleştim. Emniyet kemerimi bağlarken gözleri hızla emniyet kemerime indi, temkinli gözlerle kemeri bağlayışımı izledi. Tek kelime etmese de bakışları çok şeyi dile getiriyordu aslında.
Isıtıcıyı çalıştırmıştı, henüz yeni çalıştırdığı içerideki soğuk havadan belli oluyordu. Beni düşündüğü için yeni çalıştırmış olmalıydı. Üşümemiş miydi? Yener’in yangını onu yeterince yakmış olacaktı ki evet, üşümemişti.
“Gece seni eve bırakamadım yavrum, kusuruma bakma,” derken direksiyonu kendi etrafında sert bir manevrayla çevrildi.
“Hiç sorun değil.”
“Benim için sorun ama,” dedi, bu söylediğine cevap vermek yerine profilini izlemeye devam ettim. Dilimin ucunda biriken soruları hissetmiş, hiçbirini dillendirmeye cesaretimin olmadığının farkına varmış gibi, “Sana iyi olduğunu söylemek isterdim ama değil,” dedi, dürüstlüğü canımı yaktı. “Gece o kadar konuştu ki sonunda dilini bir bıçak kesmiş gibi sustu. Şimdi de tek kelime etmiyor.” Gurur, seğiren çenesiyle gözlerini ön camdan dışarıya çevirdi. “Kafasını dinlemesi için onu Muşta’nın dağ evine götüreceğiz. Bir süre bu ortamdan uzaklaşması iyi mi olacak kötü mü olacak bilmiyorum ama baskı altında hissetmeyecek en azından.”
“Bu süre zarfında neler olacak, Gurur?” diye sordum sonunda. “Muşta onunla beraber kendisini de mi yakacak?” Sorum, Gurur’un kirpiklerini ağır ağır gözlerinin üzerinden aşağı çekmesine neden oldu. Anlık bir göz kırpışı, içinde binlerce anlam sakladı.
“Ya onu bir şekilde içeride tutacağız,” dediğinde Gurur, bakışlarım profilinde derinleşti, “ya da hepimiz rozetlerimizi bırakacağız.”
“Ne?”
“Öyle.”
“Bu Yener’i mutlu etmez, daha da perişan ederdi.”
“Evet ama başkaldırmadığımız sürece bir şeylere engel olamıyorsak, o zaman biz de başkaldırırız. Onu o hâlde gördüm,” bakışlarını bana çevirdi, “o hâle gelmesinin tek sebebiyim.”
Ağzımı açtım, sonra geri kapayıp bakışlarımı ellerime indirdim. “Kendini suçlamandan nefret ediyorum.”
“Biliyorum ama bu doğru.”
“Sana göre.”
Cevap vermesini bekledim ama bana bir cevap vermeden arabayı sürmeye devam etti. Üstüne gitmektense sessizce yüzünü izledim. Dün gece yaşananları bir süredir beklediğini görebiliyordum ama beklediği bir şeyle karşılaşmak yine de onu yıkıp geçmişti; hazırlıklı yakalandığını sanıyordu ama öyle olmamıştı.
Sessizlik uzun süre bizleydi, konuşulacak onlarca şeyin içinde hiçbir şey bulamıyormuş gibi lal olan dillerimizle sadece ikimizdik, birbirimizi hissetmek bize iyi gelen belki de tek şeydi bu süreçte.
Evin yakınlarına geldiğimizde, “Tesise geri mi döneceksin?” diye sordum sessizce.
“Evet.” Bakışlarını bana çevirdi. “Bugün halletmem gereken bazı işler var.”
“Nasıl işler?”
“Birkaç tetikçinin yerini tespit ettik, Emsal’den isimlerini aldığım keskin nişancılardan biriyle hesaplaşacağım.”
Söylediği şey bedenimde bir panik dalgası yaratmalıydı belki ama verebildiğim tek tepki başımı sallamak oldu. Onun için belki de çerezdi bu, biliyordum ama yine de korkmadan edemiyordum.
“Tek başına mı gideceksin?”
Gözlerini bana çevirip, “Tek başıma halledemeyeceğimi mi düşünüyorsun?” diye sordu, sesi yumuşaktı ama gözleri keskin bakıyordu.
“Halledeceğinden şüphem yok. Sadece soruyorum. Tek mi gideceksin?”
“Yaman da benimle gelecek, gölge olduğu için onu tanımıyorlar. Sahneyi devralmadan önce sahnenin ortasına onları çekebilmem için yüzü belirsiz birinin varlığına ihtiyacım var. Daha kolay olması adına.”
Başımı bir defa daha salladım.
Binanın önünde durduğumuzda yavaşça bana doğru dönüp, “Başımı belaya sokmayacağım, endişelenme,” dedi. “Sadece bunu yapanı bulana dek bana rahat yok. Bana rahat olmadığı sürece onlara da rahat vermeyeceğim.”
Gözlerinin içine uzun uzun bakıp, “Biliyorum,” diye mırıldandım.
Elinin tersiyle yanağıma dokunup, eklemlerine sinmiş soğuğu tenime mıhladı. Dokunuşuyla hafifledim, dokunuşuyla ağırlaştım. Hisler, üst üste binen damarlar gibi ağrı yarattı. “Seni Onur konusunda incittiğimi biliyorum,” dedi sonunda, “gönlünü alacağım. Şimdi alamam ama alacağım, emin ol.”
Gözlerinin hapsindeyken, “Biliyorum,” dedim.
“Muşta’ya, Kırgız’ın ev aradığını söyledim. Benden yardım istediğini de belirttim. Yakınlarımızda olmasının lehimize olacağını, onu kendimize çekebileceğimizi söyledi.” Yüzünde bu durumdan hoşnutsuz olduğunu belli eden çarpık bir ifadeyle önümüzde uzayan binalara baktı. “Emlakçıyla konuştum. Bu sitedeki boş evlerle ilgili bilgileri aldım. Onur’u gözümün önünde tutmak iyi olabilir. Muşta öyle söylüyor.”
“Sana demiştim,” diye mırıldandığımda burun deliklerini genişleten bir nefes alıp, “Evet,” dedi, “sadece başka bir erkekle ilgili seninle konuşmak can sıkıcı olabiliyor. Kendini benim yerime koyarsan anlarsın.”
“Anlayabildiğimden kendime de kızıyorum ya zaten.”
Parmakları hâlâ yüzümün sınırında gezinmeye devam ederken, “İyi hissetmen için ne yapabilirim?” diye sordu.
“İyi hissetmemi istiyorsan, kendini iyi hissettirmenin bir yolunu bul,” dedim ciddiyetle. Gözlerime dokunan o bakışlar bir kuyu kadar derinleşti, içinde kendime dair yansımalar gördüğüm ela gözlerine uzun uzun baktım ve buruk bir tebessüm takındım.
“Sana bakınca iyi hissediyorum, bu bencilce mi?”
Ona ait olmasına rağmen benim dudaklarımdan dökülmüş gibi hissettiren sorusu, dudaklarımdaki tebessümü daha da büyüttü. Avucunun içine dudaklarımı bastırdım, ardından yanağımı avucunun içine yaslayarak gözlerinin içine bakıp, bu defa inanarak, “Geçecek, yüzbaşım,” dedim, bu ona ilk kez rütbesiyle seslenişimdi, dudaklarındaki o buruk tebessümün yüzüne yaydığı ifade kalbimi yaktı.
“Geçmesi için her şeyi yapacağım,” diyerek parmağını elmacık kemiğime sürttü. “Duygularım konusunda çok fevri davrandığımın farkındayım, belki de ben sağlıklı bir şekilde sevmek nedir bilmiyorum ama seni üzüyorsa bu, benim bu hâllerim, ben bunu düzeltmenin bir yolunu bulurum.”
“Senin beni sevme şeklin kendine özgü ve ben bunu bozmak istemiyorum,” dedim. “Seni değiştirmek için sevmedim, seni sevdiğimde sen zaten bu kişiydin.”
“Beni zehirli bulmuyor musun?”
“Ben de en az senin kadar zehirliyim, Çalıklı.”
“Bundan şikâyetçi değilim.”
“Biliyorum,” diye mırıldandım, ben de şikâyetçi değilim demek isterdim ama birbirimizi sevme şeklimiz insanlara zarar vermeden sürmeliydi, biz birbirimizi çok zehirli seviyorsak eğer, birbirimizi zehirlemeliydik, başkalarını değil. Gözlerinin içine çok uzun süre baktığım için bu düşünceleri gözlerimde görebildiğine emindim.
Dilimin altında hislerimle beslediğim kelimeler çürüdü, sadece gözlerinin içine bakarak kendimi ona açabildiğimi fark ettiğim günden beri kelimeler ikimizin arasındaki köprülerden fazlası değildi. Eğilip alnımı öptükten sonra, “Seni arayacağım güzelim,” dedi durgun bir sesle. “Çocuklardan birkaçı buralarda devriyede olacak. Varlıkları seni rahatsız etmeyecek ama tamamı senin ve çevrendekilerin güvenliği için olacak.”
Buna mecbur kaldığımız için buruk hissetsem de sadece, “Teşekkür ederim,” diyebildim.
Araçtan inip binanın girişine ilerlerken Gurur’un bakışları hâlâ sırtımdaydı. Yener’e yönelik silahlı saldırının ardından sitede güvenlik artırılmıştı. Site yönetiminin site sakinleri için tahsis ettiği kartlardan birisi de bendeydi, kart ile binanın kapısını açtıktan sonra son kez omzumun üzerinden cipe doğru baktım. Hâlâ oradaydı, ben içeri girene dek orada kalmaya devam edeceğini biliyordum.
Ona el salladım, bana karşılık verdi mi bilmiyordum ama içeri girerken içimde karanlık, boğazıma parmaklarını bastıran zorba bir his vardı.
GURUR MERT ÇALIKLI
Karanlığın dört bir yanı çevrelediği, şafaktan uzak, gündüzü terk etmiş, gecenin kalbine inmiş bir vakitti.
Elimde her şeyini kaybeden bir adamın kanı vardı sanki.
Avucumun ortasında, bir zamanlar yarıp birbirine bastırarak kardeşliğimizin nişanı hâline getirdiğimiz o kan lekesi benim değil, onun gibiydi. Yaman hemen yanımda, yolcu koltuğunda oturmuş, az ilerideki binayı seyrediyordu. On beş katlı binanın sadece yedinci ve dokuzuncu katındaki ışıklar yanıyordu. Aradığımız adam on birinci kattaydı ama on birinci kat da diğer tüm katlar gibi karanlığa bürünmüş durumdaydı. Yine de onun orada olduğunu biliyorduk.
Yaman sivildi, altında siyah bir pantolon, üzerinde boğazlı bir kazak ve siyah paltosu vardı. Çenesi kasılmıştı, avın ışığını yakacağı ânı bekliyordu, bense ışığın yanmayacağına emindim. Av, yaklaşık on iki dakika sonra binanın arka kapısından çıkarak kullandığı beyaz arabaya yönelecek, sahte kimliğini ve yine aynı şekilde sahte ruhsatlarını hazırlayarak torpido gözüne koyacaktı.
Gideceği yeri biliyordum.
Yaman, “Çıkıp gidelim, evinde boğazına çökelim,” dedi düz bir sesle.
“Sakıncalı,” dedim, “apartman sakinlerini korkuttuğumuz gibi, polisleri de buraya çekeriz.”
“Ona burada saldırmayacağımızı söylemeye çalışıyorsun?” Bana ciddi olup olmadığımı sorgulayan keskin bir bakış gönderdi ama o bakışlara kayıtsız kalarak ön camdan dışarıyı izlemeyi sürdürdüm. “Ne sikime buradayız?” Buz gibi sesine sığdırdığı öfkeye de kayıtsız kaldım.
“Biraz sonra evden çıkacak.” Göstergedeki kızıl ışıkla canlanan saate baktım. “Dokuz dakika sonra.”
“Sonra ensesine bineceğiz?”
Arka koltukta, karanlığın içine sinmiş, sessizlik içinde bizi dinleyen Kerim birdenbire öne kaykılarak başını ikimizin arasına soktu ve “Yaman, emin ol bu gece birilerini senden daha çok leşe çevirmek istiyorum ama olduğun yerde boğa gibi nefes vermeyi kesip matadorun kırmızı pelerini sana salladığı yeri beklemek yerine, matadorun arkasını döndüğü ânı bekle de boynuzlarını saplamak daha zevkli olsun,” dedi.
Yaman gözlerini devirip dirseğini camın kenarına yaslayarak, “Arkasını dönmesini ne diye bekleyecekmişim?” diye sordu. “Ona doğru koştuğum ânı görmesi, beni yönlendirebileceğini düşündüğü anda onu çarpıp yere sermesi daha zevkli olurdu.”
“Öküz muhabbetiniz bittiyse diye söylüyorum, son altı dakika.”
“Tamam, yarağımın sayacı,” dedi Yaman donuk bir sesle. “Patlayacak bomba gibi güncelleme vermeyi bırak da ne yapacağımızı söyle.”
“Bilardo oynamaya gidecek. İstekayı ağzından sokup götünden çıkararak onu bir dağ faresi şişine çevirmek için güzel fırsat,” dediğimde Yaman kaşlarını kaldırıp bana baktı ama ona aldırış etmedim.
Kerim burnundan sert bir nefes vererek, “Lütfen bunun mecazi anlam taşımadığını, gerçekten yapacağımızı söyle bana,” dedi.
“Neden olmasın?” diye sordum keyifle.
“Peki, bilardo masasına onu yatırıp tüm kemiklerini özenle kırma görevi benim olsun mu? Kemikleri kırılınca eklemleri esnekleşir, bu da onu daha rahat leş şişine çevirmenizi sağlar,” dedi Yaman.
“Son dört dakika.”
“Amına koyayım, devamını anlatsana planın,” diye homurdandı Kerim.
“Ne oldu lan, hani matadorun sırtını dönmesini bekleyecektin?” diye sordu Yaman.
“Siz ikiniz, yüz olarak tanınmıyorsunuz. Bilardo oynadığı sırada ona yaklaşıp, onun olduğu noktada bir kavga çıkaracaksınız. Dikkatleri kendinize çektiğiniz anda da ensesine ben çökeceğim,” dedim.
“Tek başına mı porno çekeceksin? Ben buna yokum. Ben de istiyorum,” dedi Kerim hırsla.
“Elbette. Siz önce sik kırığının ve çevredeki insanların dikkatini dağıtın, sonra avımı sizinle paylaşacağım,” dedim.
Saniyeler sonra arka kapı açıldı, biri karanlığın içinde ilerledi, arka bahçeden çıkış kapısına yöneldi. Gölgesini görebiliyordum, patlatmak istediğim kafası da kısa ağaçların arasında görünüyordu. Hiç düşünmeden silahımı çıkarıp susturucuyu taktıktan sonra kafasına bir el sıkabilirdim ama yapmadım. Çünkü onun için daha karanlık planlarım vardı. Üstelik içimden bir ses, aradığımın o olmadığını söylüyordu. Çok yakında Isparta’yı terk edecekti, yeni rotası neresi olacaktı bilemiyordum ama yurt dışına kaçma planı olduğu kesindi. Sonuçta bağlı olduğu terör örgütü büyük ölçüde çökertilmişti ve buradaki varlığının tehlikede olduğunu biliyordu. Bu itlerin hiçbiri birbirine güvenmiyordu. Adının verileceğine emin olmalıydı.
Gölge gibi çıktı, gölge gibi ilerledi ama gölge karanlıkta kaybolsa da karanlıktan asla gizlenemezdi. Ben onun altında ilerlediği karanlıktım. Benden gizlenemedi. Beyaz, plakası çamurla kaplı arabasına bindiğinde plakayı bilerek çamura soktuğunu biliyordum. Oldukça dandik bir taktikti, profesyonellerin dikkatini tam anlamıyla üzerine çekeceğini bilmeden kendince korunma yöntemi olarak seçmişti bunu. Ne geri zekâlı ama. Bu kadar salak birinin çatımda dolaşması imkânsızdı, dikkatimi çekmemesi imkânsızdı, Yener’in dikkatinden kaçması da imkânsızdı. Onu kafamda eledim ama bu gece elimden kurtulamayacaktı.
Arabası uzaklaşırken aracı çalıştırdım, bir gölgenin peşine düşen karanlık olarak sokakta ilerlemeye başladım. Kerim ve Yaman sessizdi. Bilardo salonunun arka kapısında, çöp konteynerlerinin önünde park ettiği arabadan yaklaşık üç dakika sonunda indi. Telefonla görüştüğüne emindim. Bu gece bilardo oynamak için değil, sahte pasaportunu almak için buradaydı. Bir taşla iki kuş. Pasaportunu getiren kişiyi de aradan çıkarmak en büyük gayemdi. Bir sigara yaktım, camı indirdim ve sigaramı içmeye başladım.
Yaman, bilardo salonunun arka kapısından içeri giren kapüşonunu kafasına geçirmiş yavşağın arkasından bakarken, “Üzerinde durduğu ayaklarını koparmak çok zevkli olurdu,” dedi, sesi her zaman olduğu gibi öfke yüklüydü. Rüzgârın uğultulu sesi arabanın içinde dolaşıyordu, bir fırtınayı içinde taşır gibiydi; yaklaşan belki de gerçek bir fırtınaydı ve biz o fırtınanın küçük bir esintisiyle yüz yüzeydik. Asıl fırtınadan uzaktaydık ama bir gün onun da içinden geçmek zorunda kalacaktık.
Kerim, “Onun üzerine bastığını sandığı, onu patlatmak için hazır olan bir mayın olmak için nelerimi vermezdim,” dedi, mahlasıyla yaptığı gönderme beni bir anlığına da olsa keyiflendirdi.
Sigarayı camdan dışarı fırlatıp, “Hadi bakalım,” diyerek kapımı açtım. Hızla beni takip ederek arabadan indiler. Paltomun ceplerine ellerimi sokup, ağır adımlarla arkalarından yürümeye başladım. Plan basitti, mekâna önce ikisi girecek, sonra aralarında bir huzursuzluk çıkacaktı ve o karmaşada herifi enseleyip kimseye bir şey belli etmeden oradan çıkaracaktım. Pasaportunu getirecek olanı da Yaman paketleyecekti. Kısa ve öz cümlelerle onlara ne yapmaları gerektiğini anlattım, zaten işlerinde her zaman iyiydiler ve çok fazla detayda boğulma gereği duymadan ne yapmaları gerektiğini çabucak kavrarlardı.
Kerim ve Yaman birlikte kızıl ışıklandırmayla aydınlatılmış, duvarları kadife holden geçerek ana salona ilerlediler, ben daha ağır hareket edip etrafı gözlemliyordum ve varlığımın dikkat çekmemesi adına -ki iki metrelik bir adamın dikkat çekmemesi imkânsıza yakındı- oldukça sakin hareket ediyordum.
Kulaklığıma, “Yüzbaşım, A3’teki masaya yöneliyoruz,” dedi Yaman donuk bir sesle. Görev anında isimlerimizi bir kenara bırakırdı, hatta mahlaslarımızı bile anmazdı, o an onun için rütbelerimizden ibarettik. Gözlerim hızla A bloktaki masalara yöneldi, herif A3’ün önünde topları diziyordu. Yaman ağır adımlarla A3’ün yanındaki boş masaya yöneldi. Adam, Yaman’a göz ucuyla baktı ama sivil olduğundan ondan şüpheye düşmeyerek toplarını dizmeye devam etti.
Kerim, Yaman’a yaklaşırken, “Söz verdiğin saatte geliyormuşsun, en azından adam olduğun bir konu varmış senin,” deyince, Yaman tek kaşını kaldırarak Kerim’e baktı, dizilmiş toplardan birine istekanın ucuyla vurduktan sonra doğrulup, “Bana adamlıktan bahsedecek son insansın,” dedi sertçe.
Kerim gülerek, “Sana ne kadar adam olduğumu göstermemi ister misin?” diye sordu, sesinde tehdit vardı. A3’teki yavşağın bakışlarının ikisine çevrildiğini fark ettim. Yaman istekayı dik konuma getirip dirseğini istekanın baş kısmına yaslayarak, “Hadi bana ne kadar adam olduğunu göster,” dedi, “ne yapabileceksin?”
“Sen daha sana verilen borcu ödeyemiyorsun yavşak, bana ahkam mı kesiyorsun?” diye sordu Kerim, sahte bir öfke kemikli çehresini ele geçirdi.
Yaman, “Sana paranı ödedim, seninle insan gibi konuşmayı da denedim ama görünen o ki sen insanlıktan anlamıyorsun. Sana senin gibi olmak gerekiyor,” diyerek istekanın ucuyla Kerim’i işaret etti. “Sana senin gibi yavşak olmak gerekiyor.”
Aşırı uçlarda gezinmesine ramak kalan kavganın tansiyonu usulca artarken, herif de sessizce ikisini izlemeye başlamıştı. Mekânın holünde bir hareketlilik fark edince sahte kavgadan ayırdığım gözlerimi hareketliliğe yönlendirdim.
İşte aranan o olmalıydı. Tedirgin tavırları, alnının üzerinde biriken ter damlaları, yağmurluğunun ceplerinden çıkarmadığı elleriyle, aranan adamın o olduğunu bas bas bağırıyordu. Gözlerimi ondan ayırdım, göz hapsine alındığını hissedecek olursa panikleyebilirdi, paniklemesi de işlerin istediğim gibi gitmemesine yol açardı ve bu istediğim son şeydi. Yanılmadığımı A3’e doğru yürüdüğünü gördüğümde anladım.
Kerim, Yaman’ı göğsüne bastırarak itince mekândaki diğer insanlar da onların etrafını sarmaya başladı. “Amına koyduğum, düzgün konuşacaksın benimle, senin hayatını sikerim hayatını!” diye hırladı Kerim, Yaman ise ona bomboş gözlerle bakarak, “Sen anca avucuna biraz sabun sürer, nasırlı elini sikersin amcık,” dedi. Kerim öfkeyle Yaman’a bir tane geçirmek için gerinirken, pasaportu getiren yabancı irkilerek yavşağa baktı. İnsanlar kavgayı ayırmak için davrandıklarında, çıkan karmaşada pasaportun taşıyıcısı da kalabalığa karışarak yavşaktan uzaklaşmak zorunda kaldı.
Dudaklarından okuduğum kadarıyla yavşak herif, “Sikeyim böyle işi,” diye söylenerek kapının çıkışına yöneldi. Telefonunu çıkarıp mesaj yazmaya başladığında, pasaport taşıyıcısına yeni bir yer bildirimi yapmak üzere olduğunu anlamıştım. Kavgaya doğru ilerlemeye başlayan kalabalığın arasına karışarak bana doğru yürüyen herife adımlamaya başladım. Telefona öylesine gömülmüş hâldeydi ki ona doğru gelen ecelin farkına dahi varamamıştı.
Şah-Mat.
Tam karşısında dikildiğimi kafası göğsüme çarpınca fark etti. Kafasını kaldırıp bana baktığında gözlerinde gördüğüm o anlık şaşkınlık, yerini hızla dehşete ve korkuya terk etti. Tam geriye doğru kaçmaya hazırlanacaktı ki paltomun kumaşıyla namlusunu örttüğüm silahı alttan ona doğru bastırıp, “Deneme bile,” dedim ve Yaman’ın anlık olarak ileriden bana uzanan bakışlarını gördüm. İşaretimi yaptım. Sol, iki adam sonrası, sağ çapraz. İşte pasaport taşıyıcısı. Yaman gözlerimi takip ederek başını aşağı doğru eğip yukarı kaldırarak emir komutunu aldığını bana iletti.
“Yürü,” dedim tekdüze bir sesle, namlunun ucunu kumaşın altından ona daha sert bastırdığımda tereddüdü ikiye büküldü ve bunu yapmazsa onu kalabalığa aldırış etmeden indireceğimi anladı.
Yaman, “Vay orospu çocuğu, sen de mi buradasın? Hâlâ Suzan’a mesaj mı atıyorsun lan sen kancık?” diye bağırarak pasaport taşıyıcısını ensesinden yakaladığında, Kerim bir adım çekildi ve kavganın seyri birdenbire değişti. “Bu orospu çocuğu kuzenimi mesajla taciz ediyordu!” diye bağırdı Yaman, dudaklarım yukarı kıvrıldı ve öfkeli kalabalığın, “Vay ibnenin evladı!” diye bağırdığını duydum.
Pasaport taşıyıcısı ise, “Ne Suzan’ı, ne mesajı? Bırak beni!” diye bağırıyordu. Yavşağı önüme kattım, kumaşın altından ona yasladığım namluyu beline iyice bastırıp onu önümde tıpış tıpış yürüterek arka kapıdan dışarı çıkardım.
Herifi duvara yaslayıp boğazının altına namluyu bastırdığımda gözleri yuvalarından fırlayacak gibi irileşti, nefesleri dehşet yüklü bir sarsıntıyla hızlandı.
“Yener Açıkgöz’den selam getirdim,” dedim kısık bir sesle ve namluyu ağzının içine soktuğumda, gözlerinin kenarları korku ve baskıdan dolayı yaşlarla doldu. Keyifle yüzünün aldığı hâli izlerken, “Şimdi bu namlu ağzından çıksın istiyorsan sorduğum her soruya doğru cevap vermen gerekecek, aksi hâlde namluyu tekrar ağzına teptiğimde mideni kurşunla doldurmadan geri çıkarmam,” dedim, sesimdeki karanlığın altında gölgesinin silindiğini gözlerinde gördüm.
Başını hızlıca salladığında namluyu ağzından çıkarıp, “Seninkilerin hayatını siktik, biliyorsundur,” dedim ve bunu da kafasını sallayarak onayladı. Silahın sapıyla çenesine sertçe vurup, “Cevap vereceksin, kafa sallamayacaksın bana,” dedim burnumdan soluyarak.
Bir defa daha başını sallarken, “Vereceğim, vereceğim!” dedi telaşla.
“Aferin, hiç değilse Türkçe anlıyorsun. Türkçe anlayıp, Türkçe konuşup, nasıl diline, dinine, ırkına ihanet edebiliyorsun?”
Sorum sessizliğe gömülmesine neden olunca çenesine bir tane daha indirdim ve acıyla sarsılırken, “Özür dilerim,” dedi, “lütfen dur.”
“Bu bir cevap değil,” derken bir kez daha vurdum.
“Ben-”
“Cevap değil!” Bir kez daha vurdum.
“Sadece bunun doğru olduğu aşılandığı için, bunu doğrum olarak kabul ettiğim için,” dedi ağzının kenarından kan boşalırken. Öfkeyi daha derinlerde, bana ait olan en ücra köşelerde hissettim.
“Ne zamandır aralarındasın?”
“Yaklaşık iki yıldır,” dediğinde gülerek, “Eğitimi kimden aldın? Sizi eğiten biri var mıydı? Öğrenim durumunu biliyorum, geçmişini biliyorum ama keskin nişancı olabilecek kapasiteye sahip değilsin, böyle bir geçmişin yok. Sana bunu kim öğretti? Nasıl bir eğitimden geçtin?” diye sordum.
“Komutan Poyraz tarafından eğitim gördük,” deyince, “Komutan diyor amına koyayım,” diye kükreyerek boğazına namluyu yaslayıp ona sert bir kafa attım. Kafası arkasındaki duvara şiddetle vurduğunda bir süre odağını kaybetmiş gibi boşluğa bakarak inledi.
“Poyraz kim? Ne zamandır başınızda?”
“Slovenya’ya gitti,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Şu an Slovenya’da. Örgütte kalanları oraya, kendi yanına yönlendiriyor. Ben… Ben Almanya’ya gidecektim. Herhangi bir saldırıda bulunmayacaktım.”
“Yener Açıkgöz’ü hedef alan sen değildin, bunu biliyorum,” dediğim an, “Söylediğin kişiyi tanımıyorum,” dedi can havliyle.
“Aranızdan biri yaptı. Kim yaptı? Birbirinizin götünden haberiniz yok mu sizin amın oğulları?”
“Yok yok,” dedi korkuyla. “Kumandan bir emir verir, emri sadece tek bir kişiye verir, bilgi sızıntısına karşı her operasyon tek bir kişi tarafından üstlenilir ve başkasına bilgi verilmez.”
“Kumandan?” Güldüm. “Paket ettiğim ele başınızdan mı söz ediyorsun? Bir de kendinize rütbe mi verdiniz? Aranızdan biri onu hedef aldı,” dedim sertçe. “En profesyoneliniz kimdi, söyle bana. Aranızda eğitim görmüş biri var mıydı? Poyraz dışında birinden eğitim almış, işinde usta biri var mıydı?” Bir ihtimal bunu yapan Komutan dedikleri Poyraz olabilir miydi? Kaşlarımın ortasında bir yarıkla herifin boğazında duran namluyu onun nefesini kesmek için kullandım. “Söyle, Tahir,” dediğimde ismini biliyor olmam onu titretti, nefes alamadığı için yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
“Vardı, aramızda deneyimliler vardı,” dediğinde ihtimaller farklı kollara ayrıldı. Gidilecek yolların çoğaldığını hissettim ve bu bir anlık öfkeyle dolmama neden oldu.
“Poyraz baskından önce mi gitti yoksa baskından sonra mı kaçtı?”
“Önce,” dedi telaşla. “Operasyonu öğrendikten sonra orada kaldı, dönecekti, planları değişti. İrtibatı kesmedi, hâlâ bizi istiyor, ortalık yatıştığında saldırılara devam etmek için.”
“Emsal veteriner hekimleri sizden birine mi öldürtüyordu?” diye sorduğumda ürpererek gözlerimin içine bakıp başını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı.
“Adını bilmiyorum, yemin ederim,” dedi korkuyla. Nefes alamadığını fark edince namluyu hafifçe geri çekip ona kısıtlı bir alan tanıdım. “Sadece bir tetikçinin yaptığını, aramızdan biri olduğunu biliyorum. Sızıntı olmaması adına bilgileri bizle paylaşmıyorlardı. Her iş kişiseldi, herkesin bir görevi vardı ve görevini kimseyle paylaşmıyordu.”
“Poyraz olabilir mi?”
“Poyraz bir komutandı, bununla ilgilenmez,” dedi adam öksürük krizine girerek.
“Poyraz nasıl görünüyor, kaç yaşında, soyadı ne? Bana bilgi ver!”
“Poyraz’ı sadece eğitimlerde görüyorduk, soyadını bilmiyorduk, kırklarının başında, koyu renk saçlarında kırlar olan bir adamdı. O sanırım… Sanırım mavi gözlüydü. Ya da yeşil, bilmiyorum. Maviydi.”
“Bizimle iş birliği yapıp profesyonellere ulaşmamı sağlarsan ve Poyraz hakkında daha fazla bilgi verirsen, seni bu işin içinden tereyağından kıl çeker gibi çekip çıkarırım,” dediğimde gözlerimin içine baktı. “Yapacak mısın?”
“Sana neden güveneyim Türk askeri?”
“Çünkü güvensen de güvenmesen de istediğimin aksini yaptığın takdirde ya eşekler cehennemine gideceksin ya da seni ellerimle teslim edeceğim. Güzelce bir belanı siktikten sonra tabii. Yaşarsan kodeste götüne şiş sokarlar, yaşamazsan da leşini sarı poşete koyarız işte.”
Mekânın arka kapısı açılınca irkilerek herifi duvara tamamen yasladım. Yaman, pasaport taşıyıcısının sırtına vurarak, “Birader o karmaşada seni o ırz düşmanına benzettim, kusuruma bakma,” diyordu. Kerim de hemen arkalarından çıktı.
Pasaport taşıyıcısı korkuyla, “Sorun değil, gidebilir miyim?” diye soruyordu.
“Tabii tabii,” dedi Yaman adamın omzuna sertçe vurarak. “Buyur.”
Adam korkuyla öne atılıyordu ki Yaman’ın gözleri kısıldı, şeffaf bir misinayı cebinden çıkarıp adama doğru fırlatarak boğazına sardı, misinanın uçlarından tutarak herifi geriye doğru çektiğinde, herif dengesini yitirip arkaya doğru savruldu ve boğazında açık yaralar oluştu.
Yaman, herifin boğazını misinayla sıkarken, “Öyle herkese sırtını döner misin sen hemen?” diye sordu sinsi bir sesle.
Kerim, herifi saçlarından kavrayarak çekiştirirken, “Merhaba,” dedi, “daha önce hiç yüzbaşı görmüş müydün? Şu an bu şerefe nail oluyorsun şerefsiz, biraz şeref kırıntısı vermiş olduk sana.”
Önümdeki yavşağı yakasından kavrayıp duvarın arkasından çıktığımda, pasaport taşıyıcısının gözleri irileşti. Boğazında kan lekelerini gördüm, küçük kesikler olsa da misina yarası epey acıtıyor olmalıydı. Keyiflenmedim desem yalan olurdu.
“Tüh,” dedi Kerim gözlerini yakasından kavradığım yavşağa çevirerek. “Gölgeleri görmenin bir bedeli olacak.”
“Öt,” dedim sertçe. “Yoksa seni gölgelere yem ederim.”
“Hım, çok acıkmıştım,” dedi Kerim korkutucu bir sakinlikle.
“Genzimden gelen hırıltıyı duymak istemezdin,” dedi Yaman gözlerini sinsi bir şekilde elimdeki yavşağa dikerek. “O duyuyor,” gözlerini misinayla boğazından kavradığı adama çevirdi, “değil mi?”
Elimdeki yavşak, “Gerçekten gitmeme izin verecek misin?” diye sorarken sesi titriyordu, pasaport taşıyıcısıyla birbirlerine çaresizlik içinde baktılar.
“Elbette,” dediğimde Yaman’ın gözleri gözlerime tutundu.
Herif, “Mete Yılmaz, Şükrü Kırhan, Orhun Yeşiltepe,” dedi hızlıca. “En profesyonel yetişen bunlar, bunları her zaman önemli işlerinde kullanırlardı. Poyraz Komutan onlarla özel olarak ilgileniyordu çünkü gelecek vadettiklerini düşünüyordu,” dedi hızlıca. “Bir de Begüm Turna var,” deyince durdum, bakışlarım hızla Kerim’e yönlendi. “Begüm ve Orhun baş gözdeleriydi, kumandan da onlardan çok memnundu.”
“Hala Isparta’dalar mı?” diye sordum, o sırada Yaman misinayla pasaport kuryesinin boğazını sıkmaya devam ediyordu, yaradan sızan kanı görebiliyordum, ölümcül değildi ama biraz daha sıkılaştığı takdirde onu ya boğarak öldürecekti ya da hayati bir damara ağır hasar vererek canını alacaktı.
Önümdeki ödlek korkuyla kuryeye bakarken, “Begüm Antalya’da,” dedi, “en kısa zamanda Slovenya’ya gönderilecek çünkü operasyonlar için güçlü bir el. Orhun’un da Mersin yakınlarında olduğu bilgisine ulaştım ama ne kadarı doğru bilmiyorum, Orhun bize güvenmezdi, tek güvendiği kumandan ve komutandı.”
“Şu yavşaklara kumandan ve komutan demeyi kes,” diye homurdanarak boynumu esnettim ve daha detaylı bilgileri almaya devam ettim.
Onları bulmak benim için daha kolay bir hâle geldiğinde, “Eğer beni bırakırsan siktir olur giderim, asla bilgi sızıntısı yapmam, sana minnettar olurum ve hayatıma dürüst bir vatandaş olarak devam ederim,” dedi, “sözünü tutacaksın değil mi Türk askeri?”
“Evet, elbette, Türk askeri sözünü tutar,” dediğimde namluyu ondan uzaklaştırıp yere indirmiştim. Yüzüne yansıyan rahatlama tiksindirici boyuttaydı. Tam kaçmak için hazırlanıyordu ki paltomun cebinden uzun zamandır kullanmadığım zincirimi sertçe çektim, gecenin içinde zincirimin sesi yankı uyandırdı. Zincirimi onun boynuna dolayıp kendime doğru çekerken, “Ama şunu da unutma, Türk askeri asla bir teröriste söz vermez,” diye tısladım.
“Keyiften dört köşe olmamak elde değil,” dedi Kerim donuk bir suratla. “Geçin şöyle, halkı rahatsız etmeyelim çocuklar.” Kerim, Yaman’ın misinayla boğduğu kuryeyi saçlarından kavrayarak asılıp yürütmeye başladı.
Arka sokakların birinde, insanların uğramadığı o köhne arada birbirlerinin üzerine yığarak haşat ettiğimiz adamların başında durmuş sigara içerken yaklaşan siyah Mercedes’in far ışıklarının bizi hedef aldığı ânı izliyordum. Boynumu esnettiğimde tüm kemiklerim ve eklemlerimden haz dolu bir çıtlama sesi yükseldi. Mercedes önümüzde durduğunda içinden inen isim, çok değil, yarım saat önce telefon ettiğim ismin ta kendisiydi. Onur Kırgız. İt teslimatı yapmak için onu aramıştım, teslimatı aldıktan sonra bize olan güveninin biraz daha artacağını bildiğim gibi, bu yavşaklarla da işim bitmişti.
Onur Kırgız arabadan inip, lacivert takım elbisesi ve takım elbisesinin üzerine giydiği siyah paltosuyla ağır adımlarla bize yaklaşırken yerde haşatı çıkmış hâlde duran teslimat ürünlerine baktı. Kaşlarını havaya kaldırırken poker suratında herhangi bir duygu değişimi yaşanmamıştı. Ona karşı içimde dur durak bilmeyen bir boğazlama isteği olsa da bu çocukça savaşı bir kenara bırakıp profesyonelce davranmam gerektiğinden onu başımla selamladım.
“Yüzbaşı, bu hediyeleri neye borçluyum?” diye sordu ellerini paltosunun derin ceplerine sokarak.
“Sıkı takım arkadaşları olacağız,” dediğimde tek kaşını havaya kaldırdı. “Bu da takım arkadaşından bir hediye. Bonus olarak da sahte pasaport kuryesi getirdim, eminim işe yarayacaktır.”
“İyi iş, Dağcı Komando,” derken Yaman ve Kerim’e de seslendiğini anlamıştım. Bakışları gölgelerde dolaştı, ardından bana bakıp, “Bağlantısı nedir?” diye sordu.
“Çakma keskin nişancıymış,” dedim, “kaçmaya hazırlanıyor.” Pasaportu çıkarıp ona uzattım. “Almanya’ya gidip izini kaybettirecekmiş.”
“Başka kayda değer bir bilgi var mı?” diye sorarken elimden aldığı pasaportu inceliyordu.
Bir süre Onur’un keskin yüzünü izledikten sonra derin bir nefes alarak, “Bir komutanları daha var,” dedim, işte Onur şimdi onu tatmin eden bir haber duymuş gibi bakışlarını yüzüme ilgiyle çevirmişti. Her detayı merak ediyor gibi gözlerimin içine dikkatle bakıyordu. “Slovenya’ya kaçmış. Operasyondan hemen önce.”
“Sızıntı olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Hayır, geri dönmek için gitmiş ama operasyonu öğrendikten sonra orada kalmaya karar vermiş.”
“Adı ne?” Yere doğru eğilip kuryeye ve diğer herife baktı. “Adı nedir, söyleyecek misiniz?”
“Poyraz,” dedi yerdeki leş. “Adı Poyraz.”
“Soyadı yok mu lan bu Poyraz’ın? Dünyada kaç bin Poyraz var senin haberin var mı yavşak?” diye sordu Onur, sesi de yüzü gibi donuktu.
“Bilmiyorum,” dedi herif acı içinde. “Bizimle bu tür bilgiler paylaşılmaz.”
“Robot resmini çizdirelim, bana görünüş bilgisini verdi, detaylarını da verecektir,” dediğimde Onur başıyla beni onayladı.
“Bilmem gereken başka detaylar var mı?”
Gözlerinin içine bakıp, “Bilmen gerekenleri, bilmen gerektiği anlarda sana bildirdiğimi gördün,” dedim.
Bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra başını sallayıp gözlerini heriflere indirdi. “Önce sorgulayalım, sonra teslim edelim,” dedi, o sırada arabasından bir memurun indiğini gördüm. Sivil giyiniyordu ama emniyetten olduğuna emindim, ona karşı bir göz aşinalığım vardı ve hafızam bu konuda oldukça kuvvetliydi. “İzniniz dahilinde midir Osman Müdür’üm?”
“Elbette Onur,” dedi adam. Ardından kelepçesini çıkarıp, “Ürün teslimatı için teşekkürler, beyler,” dedi. “Bundan sonrası bizde.”
Herifler kelepçelenerek arabaya götürülürken Onur hâlâ yanımızdaydı. Elimde tuttuğum, ucu yere doğru düşmüş zincire, ardından bana baktı ve “Herkes mahlasının hakkını veriyor sanırım,” dedi, “seninle çalıştığıma memnun olmaya başladım, yüzbaşı.”
“Bilmukabele,” dedim yalnızca. Onur sırtını dönmüş aracına giderken, içimde büyüyen isteksizliği rafa kaldırarak, “Kırgız,” dedim, durdu, bakışları omzunun üzerinden bana çevrildi. “Senin için bir ev buldum. Eğer beğenirsen, bu komşu olacağımız anlamına geliyor.”
ZELİHA ÖZDAĞ
Gözlerim ellerimdeydi, sanki gözlerimin gidecek başka hiçbir yeri yok gibiydi. Öylece ellerime bakıyordum. Hissettiklerim sarsılan bir binanın sonunda çöktüğü gibi çökerek tüm ruhumu, kalbimi, düşüncelerimi altına alarak ezmişti ve ben hissettiklerimin altında ağır yaralıydım.
Babam, karşımda oturmuş sessizlik içerisinde beni izlerken, belki de desteğim yalnızca onun mavi gözleriydi. Susmama izin verdi, kendimle olan mücadelemi izlerken yalnızca yanımdaydı ve bana zaman tanımıştı.
Hissettiklerimin altında kaldığım o anlarda, gözlerimi kaldırıp yıllardır desteğim bildiğim mavi gözlere baktım. Bakışlarına çöken hüzün kalbimi daha da ağrıtırken sertçe yutkundum ve babam, “Kendisine zarar vereceğini mi düşünüyorsun?” diye sordu.
“Ona verilebilecek en büyük zarar verildi,” dediğimde babam tadını yitirmiş gibi yüzünü buruşturup gözlerini masaya indirdi. Garson, babamın önüne bir çay bırakıp uzaklaşırken babamın yüzünü izliyordum. “Bu saatten sonra kendisine zarar vermek onun için hiçbir şey ifade etmeyecek baba çünkü o zaten en büyük zararı gördü.”
“Kendi sağlığını da düşünmek zorunda.”
“Onun umurunda olan kendi sağlığı değil, hiç olmadı, tek umurunda olan bir asker olmaktı, bir üsteğmen olarak kalmaktı, dağcı komando olabilmekti,” dediğimde babam parmaklarını ince belli bardağa sardı ama bardağı kaldırıp dudaklarına götüremedi.
“Şu an nerede? Hâlâ orada mı?”
“Hayır, nerede bilmiyorum, onu bir yere götürmüşler işte,” dediğimde başını salladı.
“Arkadaşlarının yanında olması onun için iyi olacak,” dedi. “İnsan kan kusuyormuş gibi hissettiği anlarda hiç belli etmese de omzunda güvendiği birinin elini hissetmek ister, Zeliha’m.”
Babamın cümlelerinin beni daha da yaraladığını hissederken, “Ben de onun yanında olmak istiyorum,” diye fısıldadım.
“Seni durduran ne? Eğer söylediğin gibiyse, eğer seni kendine kız kardeş bilmişse, bir kız kardeşin yeri abisinin yanı değil midir?” Babamın sorduğu soru, kalbime yapılmış bir vurgun gibiydi.
“Onlar varken ben fazlalık olmaz mıyım?”
Babama sorduğum soru, babamın dudaklarına bir gülümsemeyi iliştirdi. “Canım benim, güzel kızım, ceylanım, insan kalbi kanarken birinin o kalbin kanını durdurmasını değil, varlığını arar. Birine biri olabilmek önemli şeydir. Birine kardeş olabilmek önemli şeydir. Yener seni asla fazlalık olarak görmezdi. İnsan kardeşi bildiği birinin varlığından rahatsız olmaz ama insan kardeşi bildiği birinin yokluğunda yaralanır.”
“Aralarında yerim yok ki benim.”
“Sen o yeri uzun zaman önce kazanmışsın Zeliha, görmüyor musun? Sen her nasıl benim ailemsen, onların da ailesi olmuşsun. Yener böylesi zor günler geçirirken asıl ona destek olmaz, köşeye çekilip onun sana geleceği günü beklersen onu incitirsin. Hiç dillendirmeyecek belki ama birilerinin varlığını isteyecek, sizi kovacak belki ama kalbinin derinliklerinde sizin varlığınızı isteyecek, yanında olmanızı isteyecek.”
Gözlerimi ellerime indirip parmaklarımın kenarlarındaki etleri soyarken, “Korkuyorum,” diye itiraf ettim. “Baba, ona yük olmaktan korkuyorum ve aynı zamanda ona yapayalnız hissettirmekten korkuyorum.”
“Ona yük olmazsın, o zaten dünyanın yükünü sırtına almış.”
Söylediği şeyin gerçekliğinde kayboldum. Yener’in kahverengi gözleri bana her zaman örtülmesi güç bir şefkatle bakardı. Onu tesiste gördüğüm ilk ânı hatırlıyorum. Korktuğumu hisseden tek insandı. Korktuğumu gören, bana bir an olsun şefkatle yaklaşan, ılık bir gülümsemeyle kendimi iyi hissettiren oydu. Beni korkutmayan tek insan o olmuştu. O belki de ilk günden benim abim olmaya hazırdı ama bunun için zamana ihtiyacımız vardı.
“Belki bencilce, belki yanlarında yerim yok ama ben abim gibi seviyorum onu, yanında olmak istiyorum,” dedim. “Sonuç ne olursa olsun, hiçbir şeyi yalnız yaşamasın istiyorum. Çünkü o beni asla yalnız bırakmadı. Hep benim için oradaydı.”
Öyleydi. Gurur kaybolduğunda elimi tutan, benim için ilk adımı atan, yasaları, kanunları, ona koyulmuş kuralları çiğneyen oydu. Gurur’u aramak için emir beklemeden, izin almadan giden, onun için kendini, görevini, mesleğini tehlikeye atan oydu. Yener, hayatımda çok büyük bir yere sahipti.
“O zaman o her neredeyse ona git,” dedi babam. “Senin varlığın yük değil, Zeliha. Sen insanların hayatında bir hediyesin.”
Başımı sallarken gözümden bir damla yaş elmacık kemiğime aktı, babam gülümseyip masanın üzerinden bana uzanarak parmak ucunda dağıttığı gözyaşına kaşlarını çatarak baktı. “Ağlama,” dedi. “Solmasın güzel yüzün. Unutma, senin her kararının arkasında dağ gibi duracak bir baban var. Kararın bu mu? Dağ gibi arkandayım.”
Gözyaşları kirpiklerimde birikip ışıkların dokunuşuyla görüş alanımı kristal gibi parlatırken babamın yüzüme yerleşen avucunun içini öpüp, yanağımı avuç içine yaslayarak, “Kimim kimsemsin,” dedim sessizce. “Keşke herkesin senin gibi bir kimi kimsesi olsa.”
“Gözümün nuru,” dedi babam, “ağlama. Hadi toparlan. Ara koca oğlanı, neredeyse gelsin alsın seni, madem abi bildin onu, alsın seni abine götürsün.”
Babamın gözlerinin içine bakıp uzun uzun sustum. Sonra bana söylediğini yaptım çünkü yapmazsam kalbim patlayacaktı. Gurur’u ararken aslında kendimi fazlalıkmış gibi hissediyordum ama Yener’i görmezsem altında ezildiğim hisler beni uyutmayacaktı. Belki de babam haklıydı. Belki de insan zor anlarında sadece sevdiklerini yanında istiyordu. Belki de benim varlığım Yener’e yük değil, destek olacaktı.
Telefon ikinci çalışta açtığında kafenin önünde durmuş, karşımdaki mağaza vitrininde cansız duran mankeni izliyordum. “Yavrum,” dedi hattın öteki ucundaki ses.
“Neredesin?” diye sorarken ikinci kez düşünmemeye karar verdim.
“Şehirden çıkıyorum, bizimkilerin yanına gideceğim. Bir sorun mu var?”
“Gurur,” dedim, sonra ikinci kez düşünmeyeceğimi kendime bir kez daha hatırlatıp, “beni de alsana,” diye devam ettim cümleme.
Gurur susar, düşünür, belki de bunu onaylamaz sandım ama düşündüğümün aksine, “Konum at,” dedi.
Telefonu kapatıp gözlerimi sıkıca yumarak rüzgârı yüzümde hissettim. İnsan seli önümden aktı geçti, herkes yolunu buldu, hikâyesine gitti. Ben hikâyemin ortasında durup, akacağı ânı bekledim. Gurur geldiğinde kaç dakikadır olduğum yerde dikildiğimi bilmiyordum ama kısa bir süre olmadığı kesindi. Burnum Isparta’nın soğuğundan buz kesmişti, hissetmiyordum, eminim ki kıpkırmızıydı. Ellerimi de hissetmiyordum. Çok soğuktu. Parmaklarıma iğne gibi batan soğuğun acısı dışında öyle uyuşmuştum ki kalbimdeki hislerin ağırlığını ölürcesine hissediyor olmama rağmen, soğuğun bedenime indirdiği darbeler yüzünden diğer dış etkenleri hissetmiyordum.
Gurur arabadan inerken hızlıydı, bana doğru gelirken de hızlıydı ama zaman donmuş gibiydi. Sanki etrafımızdaki insan seli donmuş, sadece ikimiz kalmıştık ve hikâyemiz yeniden akmaya başlamıştı. Parmakları kelimelerin üzerinde sürekli hareket eden bir kadının hislerinde, tek bir kalp atışında can bulmuş gibiydik. Bir adım sonunda önümdeydi, zaman donmuştu, kalplerimiz çarpıyordu ve zihnimin içinde tuş sesleri ilerliyordu.
Büyük elleri ellerimi içine aldı, soğuk ellerimi avucunun içinde kaybedip dudaklarına götürürken, “Buz tutmuşsun,” diye fısıldadı, öyle şefkatliydi ki sesi, babamın beni gerçek bir şefkatle yetiştirmiş olmasına rağmen, başka şefkatlere, sevgilere kanmayacak olmama rağmen, kalbim onun şefkatini durdurulamaz, önlenemez bir sevgiyle kabul etti. Uçlarına diken gibi batan soğuğun ağrısını parmaklarımda ilk kez o an çok şiddetli hissettim, sonra sıcak nefesi parmak uçlarıma aktı ve acı, yerini güven duygusuna bıraktı. Parmaklarımı parmaklarıyla sürterken nefesiyle ısıttı, öpücüğüyle acıları sildi süpürdü.
“Beni Yener’e götürecek misin?” diye sorarken gözlerinin içine bakıyordum.
Parmaklarımı bir kez daha öpüp, “Götürürüm,” dedi, “seni istediğin her yere götürürüm.”
Parmaklarımı yanağına koyduğumda durup gözlerimde kayboldu. Soğuk parmak uçlarımla yüzünü okşayıp, “Gurur,” dedim. “Kendini suçlama artık.” Kırılma noktası bu cümleydi belki. Gözlerime saklayamadığı, içimi alaşağı eden bir ifadeyle bakınca sertçe yutkunup, “Beni abime götür,” dedim. “Ona yük değil, destek olmak istiyorum.”
Başını salladı, aşağı yukarı. Kalbim sallandı göğüs kafesimin içinde.
“Eminim abin senin varlığını hissetmeyi çok ister.”
Elimi avucunun içine alıp sıkıca tuttuğunda babam kafenin kapısından çıkıyordu. Gözleri babama kaydığında parmaklarımız birbirine geçmişti. Elimi sıkıca tutmaya devam etti. “Kızımı abisine götür,” dedi babam buruk bir gülümsemeyle.
Gurur, başını aşağı yukarı salladı. Bir emir olarak algılamadı bu defa babamın söylediğini, bir rica olarak algıladı ve belki bu ilk kez bir babanın sözünü emir değil, rica olarak gördüğü andı.
Gurur arabayı çalıştırırken gökyüzü Yener’in kalbi gibi karardı, bulutlar sanki onunla birlikte yas tutuyormuş gibi gökyüzünü sardı. Yağmur yağmadı. Belki de yağamadı. Tıpkı Yener’in akamayan gözyaşları gibi. Yol boyunca sessizdim, gözlerim gölün üzerinde oynayan ışıkları izlerken alnımı cama yaslamıştım. Konuşmuyorduk ama sanki aracın içinde binlerce farklı konudan bahsediyorduk, her konunun ucu Yener’e dokunuyordu.
Araba göl kenarında bir alanda yavaşlamaya başladığında başımı kaldırıp önüme bakarak, “Geldik mi?” diye sordum sessizce. “Muşta’nın kulübesine mi geldik?”
“Hayır, Muşta’nın burada bir evi de var,” dedi, “dağ evi,” diye devam etti cümlesine. “Zamanında evlenince burada yaşamak istediği için inşa etmiş.” Gözlerime çöken hislerle Gurur’a baktım, o da omzunun üzerinden bana bakıp derin bir nefes aldı. “Dağ Çiçeği, baştan uyarmam gerek. Konuşmayacak,” dediğinde duraksadım. “Çünkü ağzını bıçak açmıyor. Bunu kişisel algılama, hiçbirimizle konuşmuyor. Kendisiyle bile.”
“Anladım,” diye fısıldadım emniyet kemerimi çözerken. Üzerimdeki pembe triko kazağın kumaşıyla oynamaya başladım. Gurur zamana ihtiyacım olduğunu hissetmiş gibi sessizce bekledi.
Elim kapıya gittiğinde, “Herhalde banktadır,” deyince duraksayıp tekrardan ona baktım. “Sık sık evden çıkıp oraya gidiyor, sessizce oturuyor,” diyerek çenesiyle ön camdan dışarıyı, gölün kenarında başlayan koruluğu işaret etti.
Göğsünde taşıdığı kalbin ona düşman olduğunu daima hissetmişti ama bu düşmanlığı hiç bu kadar yakından tecrübe etmemişti. Şimdi düşmanı olduğunu bildiği kalbi ona bir bıçak çekmiş, kazanma şansı olmadığını ona göstermişti. Gölün önündeki bankta otururken nefes alıyordu ama esasında o, bedeninin içinde ruhu hapsolmuş, uygun olmayan kalbi hâlâ atan, göğsü aldığı nefesle şişen ama yaşamayan biriydi. Bankın kenarına koyduğu sigaranın külü uzamıştı. Neden buradaydı? Olduğu hiçbir yer, evi gibi hissettirmiyordu artık.
Kendi zihnini herkese, kendisine bile kapatmıştı. Düşünmüyordu çünkü düşünürse ölürdü; öyleyse düşünmek iyi bir fikir değil miydi? Ölmeye ihtiyacı vardı. Yaşaması onun için bir şeyler ifade etmiyordu.
Girdap, ağır adımlarla, ayağının altındaki zemini eze eze ona doğru yürürken, birinin ona yaklaştığını hissetti ama tepki vermeden gölü izlemeye devam etti. Yarım saat evvel yağan yağmur onu sırılsıklam etmişti, bank bile ıslaktı, sigarası sönmeliydi belki ama sönmemişti; kalbi de işlevsizdi ama sigarasından beter hâlde yanmayı sürdürüyordu işte.
Girdap, sigarasını alıp ıslak banka oturdu ama ona tepki göstermedi, yanında kimse yokmuş gibi gölü izlemeye devam etti. Küçük bir sessizlik, sonra Girdap öksürerek boğazını temizledi ve yanı başında oturan cenazeden bir tepki bekledi.
Ölmüş bir insan ağıtlara karşılık verir miydi? Vermezdi. Bir tabutun önünde ne kadar ağlarsan ağla, ölmüş biri o tabutun kapağını kaldırıp kalkamaz, sana sarılamaz, bir tepki veremez, geri dönemezdi. Yener geri dönemeyeceği şekilde kendi içine batmıştı. İçinde olduğu bedenin bir tabut olduğuna inanıyordu artık. Belki de haksız sayılmazdı.
“Sırılsıklam olmuşsun,” dedi Girdap sonunda, çehresinde dolaşan gözlerine bir karşılık aradı ama bulamadı. Çenesinden bir damla akıp boynuna giden Yener, ıslandığının bile farkında değildi. Demek ki ateş, suyun altında bile yanmaya devam edebilirdi. “Biraderim,” diye fısıldadı Girdap, tam elini kaldırmış Yener’in belli aralıklarla oynayan, seğiren dizine koyacaktı ki Yener başını havaya kaldırıp gökyüzüne baktı.
Beni neden kendi hikâyemden siliyorsun, diye düşündü. Ama bunu dile getirmedi. Kendi sesini duymak istemediği bir andı. Yıllar geçse de aynı hissedeceğine o an için emindi. Karşı çıkmasının, savaşmasının, belki de kalemi alıp kendini hikâyenin içine geri eklemeye çalışmasının bir anlamı olmayacaktı artık. Böyle düşünüyordu çünkü.
“Yener’im,” dedi Girdap, içinde ışık gibi kırılan o acının ardı arkası kesilmeyen bir karanlığı tetiklediğini hissetti. “Siktirir gideriz biraderim. Bize yer mi yok? Yol mu yok?”
Yener’in çenesi seğirdi, dudağının kenarında yamuk bir tebessüm belirdi, gözleri hâlâ gökteydi. Babası ona göğü sevmeyi öğretmişti, sevdiği şeye bakarken içinin acımasına anlam yükleyemedi.
“Bize yer mi var? Yol mu var?” diye sorduğunda, bu soru, içine sıkışan sesinin uzun zaman sonra dışarı firar ettiği ilk andı. Kafasını indirip yavaşça Girdap’a baktı. “Sen de yersiz, yolsun, yurtsuz kaldın diye silahına sarılmadın mı? Sen de askerliğini yaşam damarın kılmadın mı? Senin elinden her şeyini aldılar, her şeyini mesleğin yapmadın mı?” Girdap, sessizce Yener’in gözlerinin içine baktı. “Senin de başka yolun, yerin, yurdun yok. Ne mutlu ki şu an bir tanesi var. Tutun ona, sarıl, bana da kendini bile inandıramadığın ihtimallerin varlığından söz etme biraderim çünkü benim için yer de yok, yol da yok, artık yurt da yok.”
Girdap bir şey diyemedi çünkü bunun doğru olduğunu kalbinin derinliklerinde biliyordu. Mehtap’tan sonra öyle çok bağlanmıştı ki dağlardaki yerine, herhalde bu olmasaydı ölürdü; hoş şimdi de tam bir insan değildi, yarımdı, kalbi eksikti. Bir an için asker olamayacağını düşününce Yener’in ne söylemeye çalıştığını anladı. Yener yersiz, yolsuz, yurtsuz, öksüz kalmıştı. Bu ona öyle bir ağır geldi ki yumruğunu sıkıp elini bankın üzerine yasladı.
“Kaybetmek nedir en iyi sen bilirsin biraderim,” dedi Yener, “niye beni kendini bile inandıramadığın bir geleceğin varlığına inandırma çabası içindesin? Kardeş kardeşi kandırır mı?”
Girdap, “Yener,” dedi, “ölüyoruz sandığımız çok gece oldu, içinden sağ salim çıktık biz. Sen bu kurtlar sofrasından çıkacaksın, çıkaracağız. Yer yoksa yer yaratacağız, yol yoksa yol yapacağız, yurt yoksa yurt dikeceğiz ama olacak.”
Yener yorgun gözlerini göle çevirirken diline gelen kelimeleri susturdu. Ona, Mehtap’tan öte yolun mu vardı, Mehtap’tan öte evin mi vardı, Mehtap’tan öte sen mi vardın, senin elinde silahın, göğsünde bayrağın olmasaydı yaşar mıydın sanıyorsun lan, demek istedi ama kıyamadı. Oysa Girdap her gece bu cümleleri kendi içinde kendine tekrar ediyordu. Yener yine de diyemedi. Diyemedi işte. Çünkü kendi içinde açılan oyuğun ağrısıyla bir başkasının, can kardeşinin içindeki oyuğu kan çukuruna döndürmek istemedi.
Sustu sadece.
Bir adım sonrası yoktu, kabullenmişti. O kadar sustu ki, Girdap sessizliğinde sağır oldu. Yener’den ses çıkmayacağını anlayınca, sessizce kalktı oturduğu yerden ama Yener isteseydi, eğer ona kal deseydi, sonsuza dek bile burada onunla, kardeşiyle, dostuyla otururdu.
Girdap gitti, Yener kaldı.
Sonra Yener sessizce fısıldadı: “Mehtap bile bir gün geri gelir belki kardeşim, benimkisi çok başka mevzu.”
Gurur, “İçeri gidelim,” deyince kapıyı açıp arabadan sessizce indim. Rüzgâr saçlarımı geriye doğru uçuşturdu. Göl ile dağın ortasına dikilmiş, koruluğun kalbine gizlenmiş çift katlı, ahşap evin olduğu yere kadar sessizce ama yan yana, kollarımız birbirine dokuna dokuna yürüdük.
Ahşap verandanın merdivenlerini çıkıp, verandanın önünde durdum. Gurur kapıyı açarken onun sırtını izledim. Sırtında sanki taşıdığı yükün göçüğü oluşmuştu.
Ahşap hole girdiğimde ateşin çatırtılarını duydum, kapısız alandan doğrudan salona bağlanan holün ortasındayken salonu, salonda yanan şömineyi görebiliyordum. Ecevit görüş alanıma girdi, uykusuz görünüyordu. Sanki Yener’in başında nöbet tutuyorlardı.
Dağda vatanı korudukları gibi, burada durmuş kardeşlerini ölümden saklıyorlardı.
“Hoş geldin, Zeliha,” dediğinde ona tepki veremedim, nedenini anlamış gibi suspus oldu.
“Yener burada değil, değil mi?” diye sordu Gurur, belimden tutup beni içeri yönlendirirken.
“Bankta,” dedi Girdap gözleri ateşteyken, sallanan sandalyede oturmuş, bize bakmadan ateşi izliyordu. “Ağzını bıçak açmaz sanıyordum, bir iki kelime etti, içimi sikti attı.”
“Bu işin sonu hayır değil,” diyen Tayfun’du. “Nereye kadar böyle devam edecek?”
Gurur, “Gittiği yere kadar,” dedi. “Gittiği yere kadar.”
“Muşta kendini de yakacak,” dedi Ecevit. “Birini değil, ikisini de ateşlerin içinde görmeye hazır değilim.”
“Sence Muşta şu an kendisini biraz olsun umursuyor mu, Ecevit?” diye sordu Girdap gözleri yanan ateşte asılı dururken. “Şu an ona deseler ki canını vereceksin, öyle geri gelecek Yener’in sağlığı yerine, hiç düşünür mü sanıyorsun bu adam canını vermek için?”
“Hiçbir şey yapamamak sadece kanıma dokunuyor,” dedi Ecevit çatık kaşlarla. Onun ağzından ilk defa böyle bir cümle duyuyordum çünkü o her zaman daha mantıklı yaklaşan, duygularını bastırarak gerçekleri çevirmeden doğrudan söyleyen taraftı. Şimdi onun da içi duyguların fırtınasına kapılmış, cayır cayır yanıyordu.
“Benim yüzümden oldu,” dedi Vural, konuşana dek salondaki varlığını hissetmemiştim bile. Köşedeki kanepeye oturmuş, başını ellerinin arasına almış, bir hayaletten farksız hâlde oturduğu yerde küçülmüş boşluğu izliyordu. “Tutamadım ağzımı, tutamadığım tutulası çenemi, siktiğimin ağzını tutamadım. Benim yüzümden hiç beklemediği anda, en kötü şekilde öğrendi. Hak etmediği şekilde öğrendi.”
“Eninde sonunda öğrenecekti,” dedi Devran salona girerken, elinde bir fincan tutuyor, fincandan duman tütüyordu. Arkasından Zafer de elinde bir fincanla çıktı, kaskatı bir çeneyle topluluğa, ardından bana baktı ve yavaşça bana yaklaşıp elindeki fincanı bana uzatırken yüzüme bakmadı.
Sessizce, “Gerek yok, o senin,” dediğimde, “Senin daha çok ihtiyacın var gibi,” dedi bana bakmadan. “Burnun kıpkırmızı olmuş, donmuşsun.”
Sessizce elindeki fincanı alırken, “Teşekkürler,” diye mırıldandım.
“Lafı olmaz.”
“Ama böyle öğrenmeyecekti.” Vural kafasına elleriyle bastırıp sertçe yutkundu. “Nasıl öyle patavatsız davranırım? Nasıl tesisteki varlığını bir anlığına yok sayıp böyle gelişigüzel onun hayatı hakkında konuşurum? Amına koyayım böyle işin!”
Fincanı dudaklarıma götürdüm, çaydan bir yudum aldım ama boğazımdan kayıp giden çay geride zift tadı bıraktı.
Adnan ve diğerleri yoktu, sanırım tesistelerdi. Vural’ın yakarır gibi konuşmalarına dikkat edemedim, sanki bastığım zemin ayaklarımı yerden kesen bir buluttu ve ben olduğum yerde süzülüyor gibi hissediyordum.
Girdap, “Simge’nin olanlardan haberi var mı?” diye sorduğunda başımı aşağı yukarı salladım.
Beni görmeyeceğini, dikkatinin ateşe saplanmış olduğunu hatırladığımda, “Evet,” dedim, “telefonda konuştuk. Görüşmek istedim ama bunu istemedi, sanırım duyduğu bu gerçek ona çok ağır geldi.”
“Buradaki varlığı Yener’i rahatlatmaz, daha da çıkmazda hissettirir,” diyen Devran’dı. “Onu tanıyorum. Çaresiz hâldeyken görünmek istemeyecek ve görünürse de bu onu bir ihtimal saldırganlaştıracak.”
Girdap başını aşağı yukarı salladı ve “Biliyorum,” dedi, “kimse çaresizken kalbine dokunan birini etrafında istemez, hele böyle bir konuda. Kendini daha da aciz hisseder. Yener’i tanıyorum. Simge ona biraz zaman vermeli.”
Zafer, “Yener, Zeliha’yı ne kadardır tanıyor ki?” diye sordu. Sorusunda tek bir kötü niyet olmadığını bildiğimden tepkisizce ona baktım. “Zeliha’nın varlığı da onu rahatsız etmez mi?”
“Yener, Zeliha’yı kardeş yerine koydu,” dedi Girdap. “Şu an onu utandırmayacak tek insan bizleriz. Kendini eksik hissediyor, yarım hissediyor ve hiçbir erkek, yarım hissediyorken yanında önemsediği bir kadını istemez. Gururu kırılır. Nereden biliyorsun diye sormayın.” Burukça gülümsediğini profilinden zar zor seçebildim, içim acıdı.
Zafer bakışlarını bana çevirdi, sessizce yüzüme baktıktan sonra, “Simge kim?” diye sorarak gözlerini Girdap’a çevirdi.
Girdap ruhsuz bir sesle, “Öğrenirsin yakında,” diye cevapladı. Bu, Girdap’ı ilk kez bu denli ciddiyken görüşümdü.
“Gittim, geri geldim, biriniz âşık olmuşsunuz, diğeri aşkın eşiğinde durmuş, ne oluyor amına koyayım?” diye söylendi Zafer, söylediği şey Ecevit’i tatsız bir ifadeyle de olsa güldürdü.
“Yener’i görebilir miyim?” diye sordum sessizce. “Belki sizin kadar hakkım yok ama…”
Girdap, “Ondaki değerini bilmiyor musun?” diye sorup omzunun üzerinden bana baktı. “Biz erkekler için kız kardeşler çok kutsaldır. Gidip yanına otursan, tek kelime etmesen de ona destek olmuş olursun. Onu utandırmayacak tek kadın sensin, bir de Beyhan.”
Elimdeki çay fincanını Gurur’a uzattığımda, Gurur gözlerimin içine uzun uzun baktı. Ona soran gözlerle baktığımda başını sallayarak kararıma onay verdiğini gösterdi ve elimdeki çay fincanını aldı. Sessizce evden çıkarken ne söylemem gerektiğini, nasıl davranmam gerektiğini düşündüm ama bir yolunu, bir cevabını bulamayınca bu düşünceleri bir kenara bırakarak sadece yürüdüm. Koruluğa doğru inen patika yokuşu indim, indikçe göle yaklaştım, yaklaştıkça koruluğun kalbinde gizlenen o bankı ve bankta oturan çaresiz adamı daha net görmeye başladım.
Her bir adımımda ona biraz daha yaklaşırken nasıl oluyordu da ondan biraz daha uzaklaştığımı hissediyordum? Sanki ruhunu alıp gitmiş, bomboş kalan bedenini burada bırakmıştı.
Bankın önüne geçip, yanındaki boşluğa oturduğumda hareket etmedi, dönüp bana bakmadı ama yanına oturanın kim olduğunu anladı, buradaki varlığımın farkına vardı.
Saniyeler birbirinin üzerine düştü, sağanak oluşturup dakikaları biriktirdi. Sonunda, “Biliyor musun, küçükken bir abim olmasını çok isterdim ve bir abim olmadığı için hep ağlardım,” diye fısıldadım. Sonra durup derin bir nefes aldım, oksijen başımdaki ağrıyı tetikledi, ciğerlerim havanın varlığıyla kavruldu ve başımı yavaşça onun omzuna koyup, göle bakmaya başladım. “Sonra seni buldum. Abimi.”
Sessizdi ama varlığımı reddetmedi. Sessizdi ama hasta düşen dünyalar güzeli kalbine söylediklerimi kabul etti.
“Bir evin içinde durdun, tüm camlarını kırdılar o evin, biliyorum,” dediğimde nefes alırken şişen göğsü omzunu hareket ettirdi, yanağım omzuna yaslı olduğundan kafam da hareket etti. “Ama o evin odalarından birinde ben de varım, biliyor musun? Abimle o evin içinde duruyorum ve kırılan camların yerine yenilerini takmanın bir yolunu biliyorum.”
Derin bir nefes aldım.
“Aynı zamanda, susmak istediğinde, seninle susmayı da biliyorum çünkü ben sustuğumda yanıma oturup benimle susabilen tek insandın,” diye fısıldadım. “Madem canın konuşmak istemiyor, o zaman susarız biz de. Bana birlikte susabileceğimizi sen öğrettin.”
Beklenmedik bir anda, başını başımın üzerine devirip yaslayınca titreyen çenemi sıkıp gülümseyerek göle baktım.
“Bunu kabul etmene sevindim. Birlikte susmayı,” dedim ve sonra sustum.
O kadar çok sustuk ki saniyeler biriktiği kuyudan dakikalara sarılarak taştı. Usulca akşamın çöküşünü izledik, gökyüzü onun ruhu gibi karanlığa boğulduğunda, yıldızlar gökyüzünde yanmaya başladı ve onun göğünde tek bir yıldız olabilmeyi diledim.
“Zeliha,” dediğinde akıp giden zamanın içinde sessizliğimizin sonuna geldiğimizi anladım. Başı hâlâ başımın üzerindeydi, birlikte sustuğum abime sessizlikle karşılık verdiğimde, “Ben devam edebilmenin bir yolunu bilmiyorum. Susmayı biliyorum ama devam edebilmek nedir, çok uzun zaman sonra buna yeniden bu kadar yabancı hissediyorum.”
“Hemen vazgeçme, vazgeçmiş gibi konuşuyorsun. Benim tanıdığım Yener hemen vazgeçmez,” dediğimde tekrardan sustu.
Yanlış bir şey söylediğim düşüncesi gerilmeme neden oldu ama derin bir nefes aldıktan hemen sonra, “Muşta’nın hayatını mahvedemem,” dedi, “bunu ondan isteyemem.”
“Başka bir yol,” dediğimde, “Başka bir yol olsa kardeşlerim benim için o yolu izlemez miydi? Yol olabilecek bir yer bulsalar, orayı yakıp yıkıp yola çevirmezler miydi sanıyorsun?” diye sorunca kelimeler boğazımda asılı kaldı. Haklılığı can acıtıyordu. Öte yandan, haklı olmamasını ve bir başka yolun olmasını istiyordum. Bunu kabullenmesine katlanamıyordum.
Aslında belki de sağlığı için olması gereken buydu, askerliğin içinde barındırdığı her şey onun sağlığı açısından tehdit unsuruydu ama biliyordum ki Yener’i asıl öldürecek olan şey, sağlığını zorluyor oluşu değil, bir daha asker olamayacak olmasıydı.
Başım omzunda sustum, o da konuşmadı ve öylece durduk. Tereddütle, “Görmek istediğin biri var mı?” diye sordum uzun süren sessizliğin arkasından.
Cevap vermedi, hayır demedi ama evet de demedi, sanırım Devran haklıydı. Simge’yi kendisi bu hâldeyken görmek istemiyor değildi, Simge’nin onu bu hâlde görmesini istemiyordu.
Sessizce, “Artık önümü bile göremiyorum,” dedi, sanki bu bir cevaptı. Yanından kalkarken gece çoktan Isparta’nın üzerine asılmıştı, yıldızlar gökyüzünde yanıyordu ama bulutlar süzülerek yıldızların önünü ara sıra kapatarak yağmurun çok da uzak olmadığının altını çiziyordu.
“İçeri girmelisin,” diyerek doğrulduğumda derin bir nefes aldı ama buna bir cevap vermedi. “Bir şeyler yemelisin, ısınmalısın.” Yanağına dokunduğumda buz gibi olduğunu fark edip kaşlarımı çattım. “Bunları yapmak hiç içinden gelmese de yapmak zorundasın.”
“Üşüdün sen de,” dedi sadece.
“Önemli olan benim üşümem değil. Hadi kalkıp içeri girelim, istersen sana kahve yaparım ya da çorba yaparım, olmaz mı?”
“Güzel ellerini yorduğuna değmez,” dedi gözleri gölün üzerinde salınırken.
Tam bir şey söyleyecektim ki az ileride Gurur’un bizi izlediğini gördüm. Omuzlarım düştü, bakışlarımı Yener’e indirip, “Kız kardeşler abileri için yorulmaktan keyif alırlar çoğu zaman,” dedim.
Parmaklarıyla oynuyor, tırnaklarının yanlarını soyuyordu ama ben bunu söylediğimde hareketleri biraz olsun yavaşladı, dudaklarında kırık dökük, belli belirsiz bir tebessüm belirip kayboldu.
Buradaki vaktimin dolduğunu, artık gerçekten hissettiği gibi fiziksel olarak da yalnız kalmak istediğini anladım. Ağır adımlarla onu arkamda bırakarak patika yola yürümeye başladığımda Gurur hâlâ ileride duruyor, bir sigara yakmış onu içiyordu.
Gurur’un önünde durduğum an sigarasını yere atıp ayağının altında ezerek söndürdü ve “Tek kelime etmedi, değil mi?” diye sordu.
“Kısa cümleler ama hiç değilse sesini duydum,” dedim.
Gurur anladığını belli edercesine başını aşağı yukarı salladı, daha sonra, “Seni eve bırakayım,” dedi ama bu bir teklif olmasa da ben teklifmiş gibi reddederek başımı iki yana salladım.
“Eğer sizin için de uygunsa biraz daha kalabilir miyim? Yener’e çorba yapmak istiyorum.”
Gözleri yüzümde dolaştı, bakışlarında minnet vardı. “Sorman hata.”
“Teşekkür ederim.”
“Ben senin sevgilinim, bana teşekkür etme, emret yeter.”
⛓️
Muşta, Yener’i önüne katarak içeri girdiğinde şöminenin önünde oturmuş, avuç içlerimi ateşe tutarak ısıtmaya çalışıyordum. İkisi içeri girdiği an oturuşum dikleşti. Saat çoktan 03.00 olmuştu, Zafer arkamdaki kanepede uyuyordu, Girdap ile Gurur köşeye geçmiş sessizce sohbet ediyorlardı ve diğerleri tesise dönmek zorunda kalmışlardı.
Yener, durgun bir şekilde içeride ilerledi, bakışlarını önce kanepede uyuyan Zafer’e, ardından sandalyede oturmuş onu izleyen ikiliye, en son bana çevirdi. Muşta kollarını göğsünün üzerinde bağlamış, sessizce Yener’e bakarken hâlâ arkasında duruyordu; tıpkı bir dağ gibi.
“Sen yemek yedin mi?” diye sordu Muşta, Yener soruyu algılayamamış gibi gözlerini ateşe dikti, cevap vermedi. Muşta bir adım daha atıp, “Sana diyorum,” dedi, “yemek yedin mi sen?”
Yener, bakışlarını omzunun üzerinden Muşta’ya çevirirken yüzünde herhangi bir duygu değişimi yaşanmadı. Sakin bir sesle, “Yemedim,” dedi.
“Sen ölmeye karar mı verdin?” Bu soru sertti, bir tokattan daha sertti, bir küfürden daha ağırdı. Muşta’nın çelik mavisi gözleri oğlunun yüzüne saplandı. O gözlerde ızdırap da vardı elbet ama gördüğüm en büyük şey, kesintisiz olarak öfkeydi. Öfkesinin önüne geçen bir şey varsa, bu da kesinlikle Yener’e karşı duyduğu şefkat ve üzüntüydü.
“Karar vermedim desem inanacak mısın?” diye sordu Yener bomboş bir sesle. “Sana desem ki baba yaşamak çok güzel, dışarıda beni bekleyen muhteşem bir hayat var, sikmişim diğer her şeyi desem, sen bana tam şu an inanacak mısın onu söyler misin?”
Muşta konuşamadı, sadece Yener’in gözlerinin içine baktı ve “Kalıyorsun,” dedi, “tamam, kayıtlara geçirtmeyeceğim.”
Yener bir an için duraksadı, ardından, “Sen kafayı yedin herhalde?” diye sordu sertçe. “Kendini yakmana izin vereceğimi düşündüren ne sana? Babamsın diye benimle ilgili her kararı sen mi alacakmışsın?” Bugün ilk defa bu kadar çok cümle kuruyordu. “Muayene günlerinde ne olacak? Yerime kimi sokacaksın? Er ya da geç açığa çıkacak. İki ağladım zırladım diye mi acıyorsun sen bana? Aklını mı kaçırdın?” Yener, Muşta’ya doğru yürüdü. “Bu yapacağın şey var ya, seni yarbay olmaktan alıkoyacağı gibi, beni de sadece bir süreliğine sizin aranızda tutar.”
Muşta dişlerini sıkarak, “Kalacaksın dedim lan,” dediğinde Yener, “Ben birkaç aylık gönül eğlemesi istemiyorum!” diye bağırdı öfkeyle. Ardından dişlerini sıkarak, “Benim şurada canımı al ama benim için kendini yakma! Birkaç aylık çocuk kandırmacası isteyen kim?”
Muşta sıkılı çenesiyle, “Bir yolu bulunur, her zaman bulduk,” dedi. “Madem gebereceksem dağda gebereceğim diyorsun lan, bir yolu bulunur!”
“Bu yol senin hayatını kaydırmaktan geçiyorsa, ben o yolda bir adım yürümem,” dedi Yener. “Uygun olmayan olarak kalırım.”
Yener sırtını babasına dönüp dağ evinin holüne yöneldiğinde, Muşta, “Dur lan orada it herif!” diye bağırdı öfkeyle. “Sana ne lan benim hayatımdan? Sana ne? Size ne oğlum benim hayatımdan? Sizden sorumlu olan benim lan, benim! Benden sorumluymuşsunuz gibi davranmayacaksın bana yavşak!”
Yener duraksadı, omzunun üzerinden Muşta’ya bakıp, buruk bir tebessümle, “Senin ayaklarının altında çiğnenirim, bu benim için onur olur ama benden senin hayatını kaydırmamı isteme,” dedi. “Ağladım, zırladım ve bitti. Bitti. Birkaç ay için Dide’nin yüzündeki o gururu silme.”
Muşta dondu kaldı, Yener hiçbir şey söylemeden holdeki odalardan birine girip kapıyı yavaşça kapattı ve geriye arkasında miras bıraktığı sessizlik kaldı.
On beş dakika sonunda, Muşta’nın taş kesen suratına yavaştan ifadelerin yayılmasına neden olan, Girdap’ın, “Haklı,” demesi oldu. “Birkaç aya kalmaz ifşa olacak, bunu o da biliyor. Taramalardan geçtiğinde ne olacak? Örtbas ettin diye önce seni, sonra da onu atacaklar. Birkaç aylık kurtuluş, kurtuluş mudur?”
Muşta, “Deniyorum lan!” diye bağırınca Girdap duraksadı. Muşta büyük ellerini yumruk yaparak bize doğru döndü. Zafer sessizce uzanıyor, yüzünde büyük bir kayıtsızlıkla Muşta’yı izliyordu. “Deniyorum. Birkaç ay içinde bir yolunu bulabilmeyi ümit ediyorum! Yapabileceğime inanmak istiyorum!”
Girdap, “Yener’i daha çok yaralayacak olan şey, birkaç ay sonunda yeniden aynılarının yaşanmasının yanı sıra, seni de kendi yanında götürmesi olacak,” dedi tekdüze bir sesle. “Her zaman mantıklı düşünen sen, konu evlatların olunca kalbinin esiri oluyorsun, Muşta.”
Muşta gözlerini sıkıca yumup yumruğunu indirdi ve “Gözümün önünde eriyip gitmesine göz yummayacağım,” dedi sertçe. “Ne pahasına olursa olsun.”
“Biz de yummayacağız,” diyen Gurur’du. “Ama sen önce bir duracaksın, Dide’yi düşüneceksin. Biz evladınsak, o da evladın. Birinin yanması gerekiyorsa, yanacak olan benim. Sen değilsin. Çünkü ona bunu ben yaptım.”
Kapı birden sertçe açılınca olduğum yerde kaskatı kesildim. “Ne yapmışsın lan sen bana?” diye bağırarak içeri girdi Yener yüzünde kaskatı, öfkeli bir ifadeyle. “Ne saçmalıyorsun sen amına koyayım?”
Gurur dişlerini sıkarak, “İnkâr etmen neyi değiştirecek?” diye sordu.
“Ne anlatıyorsun lan?” diye bağırdı bir kez daha Yener. “Orada durmuş kendini mi suçluyorsun lan sen? Sen mi sıktın lan benim kalbime?” Yener, öfkeyle Gurur’un üzerine yürüyünce Girdap aralarına girdi ama Yener, Girdap’ı iterek kenara çekilmesini sağladı. “Köşeye geçmiş kendini mi suçluyorsun? Benim aklımın ucundan senin adın geçmemiş, seninle ilgili hiçbir şey geçmemiş, sen o sikik ağzını açıp nasıl bunu diyebiliyorsun? Lan amına koyayım, sen benim kan kardeşim değil misin?” Öfkeyle bağırınca yüzünde onlarca damar belirdi. “Değil misin lan?”
Gurur, sessizce Yener’e bakıyordu.
Yener, Gurur’un göğsüne vurarak onu geriye itince, Gurur yerinden oynamadı ama dişlerini sıktı ve çenesi kasıldı. “Sen bu hayatta benim götümü toplamak dışında ne yaptın?” diye bağırarak sordu Yener öfkeyle. “Benim uygun olmayan bir orospu evladına dönüşmüş olmamın seninle alakası ne lan alakası ne? Sen mi seçtin lan o amını ızdırabını siktiğimin piç kurusunun oğlu olmayı? Sen bir baksana benim yüzüme! Kardeşimsin lan sen benim! Sen yediğim kurşundan nasıl kendini sorumlu tutarsın lan it herif!” Gurur’u bir kez daha itti, Gurur geriye doğru sendeledi ve Yener’in gözlerinin içine çaresizlikle baktı. “Bakma lan bana öyle!” diye bağırdı Yener, tüm günün sessizliği parçalanarak bağırışlara, kıyamete dönüşmüştü sanki. “Bakmayacaksınız lan bana öyle! Beni kurtarmak için kendinizi yakmayacaksınız, beni kurtaramadınız diye kendinizi suçlamayacaksınız lan!” Girdap, Yener’i kolundan tutup çekince, “Bırak!” diye bağırdı öfkeyle. “Bırak lan beni!”
“Yener,” dedi Muşta sıkılı bir çeneyle.
“Ne Yener?” Yener, öfkeyle Muşta’ya döndü. “Acımayın lan bana, ben sizin acıyacağınız ne yaptım? Vuruldum lan ben. Karşıma geçmiş kendinizi yakacak gibi konuşuyorsunuz, karşıma geçmiş suçluymuşsunuz gibi ezilip büzülüyorsunuz! Lan siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
Gurur, iki büyük adımda Yener’in önünde bitti. Yener’i kafasından kavrayıp, büyük avuçlarıyla yüzünü sertçe tuttu ve alnını alnına yasladı. Yener öfkeyle dişlerini sıksa da geri çekilmeden gözlerini yumdu. “Kardeşimsin,” dedi Gurur dişlerinin arasından. “Yediğin kurşun senin kalbini, benim aklımı deldi geçti. Ne sırt döneriz ne de acırız sana. Senin davan bizim davamızdır. Ben Gurur Mert Çalıklı’ysam, bu burada bitmedi. Bitmedi lan!”
Yener dişlerini daha da sert sıktı, gözlerini daha da sıkı yumdu.
“Duydun mu beni?” diye sertçe sordu Gurur. “Sen kendinden vazgeçsen, biz senden vazgeçmiyoruz lan!”
Yener hiçbir şey söylemedi, söylemedi ama kollarını sıkıca Gurur’a sardı. Öyle sıkı sarıldılar ki bu aralarında edilmiş bir kardeşlik yeminiydi. Muşta onlara doğru ilerledi, avucunu Yener’in omzuna koyup, “Ben de Hakan Basri Şenkaya’ysam,” dedi çenesini dikerek. “Gerekirse şeytanla aynı masaya oturur, seni yine bu kıyametin içinden çıkarırım, çocuk.”
“Bana söz vermeyin,” dedi Yener sessizce. “Benim yanımda olun, bu bana yeter.”
Girdap da onlara yaklaşıp elini Yener’in diğer omzuna koydu. Sessiz bir yemin etti. Belki kimse duymadı ama Yener duydu. Yener ona inandı.
Zafer doğrulup kalktı, bir sigara yaktı, ardından onlara doğru yürüyüp büyük avucuyla Yener’in ensesine dokundu. Sanki Yener de kendisinden bir parça gülüyormuş gibi usulca gülümsedi. Bu da bir yemindi. Yener kelimelere dökülmemiş, seslere karışmamış bu yemini duydu, bu yemine inandı.
⛓️
Simge, uzun uzun elinde tuttuğu telefonun ekranına baktı. Yanındaki berjere oturmuş, dakikalardır sessizlik yemini etmiş gibi tek kelime etmeyen kuzenimi izliyordum. Bana detayları sormamıştı, sanki duyacakları onun korkulu rüyasıydı. Bağdaş kurup telefonu bacaklarının arasına koyduktan sonra kafasını kaldırdı ve karşısında açık duran, sesi sonuna dek kısılmış televizyon ekranında hareket eden figürlere baktı, ardından derin bir nefes alarak bakışlarını bana çevirdi. Yüzüne ayaklı lambadan yansıyan turuncu ışık vurdu ama ifadesini aydınlatmaya yetmedi. Ona gülümsedim, o da bana zar zor gülümsedi.
Gözlerimi koltukta uyuyan Eylül’e çevirdim, üzerine örttüğüm pelüş battaniyeye sarılmıştı. Küçük bir kız çocuğu gibi görünüyor, düzenli nefesler alıp vererek mışıl mışıl uyuyordu. Leon da hemen önünde yatıyordu, ara sıra kafasını kaldırıp Eylül’e bakıyor, sonra uykusuna kaldığı yerden devam ediyordu. Cenan, elinde bir kahve kupasıyla holümden çıkıp salona girdiğinde Simge kafasını kaldırıp Cenan’a baktı.
Cenan diğer berjere otururken, “Yener ile konuşma şansın oldu mu?” diye sordu bana, kazağımın kollarını avuç içime alarak kumaşı sıktım ve başımı aşağı yukarı salladım. Cenan, kupayı iki eliyle kavrayıp dudaklarına götürdükten hemen sonra, “Hakan’ın evinde, değil mi?” diye sordu.
“Evet, Hakan abi mi söyledi?”
“Evet,” dedi, ardından bakışlarını Simge’ye çevirdi. “Peki sen nasılsın?”
“Göründüğüm gibi,” dedi Simge, parmaklarını bacaklarında gezdirip gözlerini telefonuna indirdi. “Olduğum yerde durdum bekliyorum ve bu doğru olan mı yoksa koca bir yanlış mı, hiç bilmiyorum.”
“Şu ânın şartlarına bakacak olursak, bu en doğru olan,” dedi Cenan. “Ama seni aramasını bekleme, sen onu ara. Yine de önceliğin ona biraz nefes alacak alan tanımak olmalı.”
“Onu görmeye hazır hissettiğimi söyleyemem,” dedi Simge sessizce. “Onu hep neşeliyken ya da sessizken, söylediklerime koşulsuzca inanıyorken görmeye alışkınım. Şu anki hâli bana yabancı ve o hâliyle karşılaşmaya hazır mıyım, işte bunu bilmiyorum.”
“Emin ol, o da şu an seninle karşılaşmaya hazır değildir,” dedi Cenan. “Şu an büyük bir kaosun tam ortasında duruyor ve onunla aynı kaderi paylaşan birilerinin desteğine ihtiyaç duyuyor. Gururu incindi.”
Simge, başını sallayıp gözlerini yeniden telefonuna indirdi. “Sanırım ben de böyle bir durumun ortasında olsaydım yanımda yalnızca Zeliha’yı isterdim.”
“Her insan farklıdır,” dedi Cenan. “Ama anladığım bir şey varsa, o askerler birbirlerine çok benziyor. O yüzden söylemem gerek, gururu incinmiş bir askere yaklaşmak çok zordur, bir tanem.”
Kapı çalınca oturduğum yerden kalkıp kapıya yöneldim, kızlar konuşmaya devam ediyordu. Kapının arkasında Eymen’i görmeyi beklemiyordum, hemen yanında Çolpan ve Ayça da vardı. Çolpan elinde içinde kek olan şeffaf bir saklama kabı tutuyordu.
Eymen, “Gurur abi bir ihtiyacınız var mı diye bakmamı istedi,” deyince kaşlarım çatıldı. “Kardeşi Cesur’un işi varmış, benden başka arayacak kimsesi yokmuş.”
“İyiyiz,” diyerek kapıyı araladım. “Buz tutmuşsun, sen de gir içeri.”
Eymen çekinerek içeri doğru baktıktan sonra, “Abla,” dedi, “ayıp olmasın?”
“Ne ayıbı ya?” diye sordum sertçe. “Gir içeri. Burnun kıpkırmızı olmuş salak, hasta olacaksın başıma.”
Eymen çekinerek de olsa Ayça ve Çolpan’ın arkasından içeri girdi. Peteklere doğru ilerlerken çekingen görünüyordu, sıcak peteğe bacaklarını yaslayıp içeri doğru baktı. Gözleri koltuğa kayınca duraksadı, koltukta uyuyan Eylül’e bakarken kaşları anlık çatıldı ve sonra gevşedi, yüzüne kayıtsız görünen bir ifade yayıldı.
Ayça, “Küçük boy lattemin iyi olduğunu söyle bana,” derken her ne kadar şakacı bir ifade takınsa da gözleri üzgün bakıyordu. Başımı önüme eğdiğim an sustu, bakışları daha da derinleşti ve sessizce Eylül’ün ayak ucuna oturdu. Omuzları düştü. “Siktir,” dedi, “çözüme ulaşmadı yani.”
Çolpan elinde tuttuğu şeffaf kaptaki keke bakıp, “Onun için kek yapmıştım,” dedi, “ama ağzının tadının kalmadığına eminim artık.”
“Halledecekler,” dedim tüm kalbimle inanarak. “Onu asla kaderine terk etmeyecekler.”
Cenan, kahvesini sehpanın üzerine bırakıp sigara paketine uzandı, bir sigara yakıp zarif parmaklarıyla sigaranın gövdesini sıkıca tutarken, “Hakan gerekirse masaya canını koyar, yine de o çocuğu tesisin kapısına koydurmaz,” dedi. “Ne hâlde olduğunu ben gördüm. Sürekli bir araştırma hâlinde. Dün Dide’yi görmek için uğradı, o küçük süre zarfında bile sürekli bir şeyler araştırdı, Dide boynuna saklanıp uyuduğunda bile bilgisayarda bir şeylere bakıyordu. Bu işin peşini bırakmayacak.”
“Ne hâldedir Allah bilir,” dedi Ayça gözlerini boşluğa indirerek. “O sırıtık suratında bir gülümseme görmeye öyle alışkınım ki, şimdi onu ilk gördüğüm yerde gözyaşlarına boğulmadan nasıl duracağımı düşünüyorum. Çok lanet bir hismiş bu.”
“Bir süre insan içine çıkacağını sanmam,” dedi Çolpan. “Onu gülerken görmeye öyle alıştık ki, bence kendisini değil, çevresini düşünüp herkesten izole edecek kendini. Çünkü o, böyle biri. Bunu yaşanan her olayda daha net kavrama şansım oldu. O, kendisinden önce sevdiklerini düşünen birisi.”
Eylül gözlerini yavaşça açıp, “Onun kalbi dağlardan büyüktür,” dedi, uyandığını fark edince bakışlarım ona çevrildi. “O dağ yıkıldı gibi görünüyor ama görürsünüz, iyi olacak. Benim abim onu asla yarı yolda bırakmaz, bıraktırmaz.” Yavaşça doğruldu, pelüş battaniyeyi kucağına çekip bakışlarını yana çevirdi. Eymen ile kısaca göz göze geldiler, sonra oturduğu yerden kalkarak, “Su alacağım, ister misiniz?” diye sordu. Cevaplar olumsuz olunca ağır adımlarla hole ilerledi, Eymen’in tam yanından geçecekti ki bir an durup bakışlarını omzunun üzerinden Eymen’e çevirdi.
Ardından bedenini de Eymen’e doğru çevirdi ve ona doğru bir adım atıp başını ona doğru yaklaştırarak, “Senin gözlerin mavi mi?” diye sordu.
Eymen, Eylül’ün ona yaklaşan yüzünden uzaklaşmak ister gibi başını geriye atıp duvara yaslarken, “Evet?” dedi sorar gibi.
“Hım.” Başını sola yatırdı. “Zeliha ablamın mavi değil ama. Senin gözlerin Kahraman amcaya çekmiş.”
Eymen şaşkınlıkla, “Evet?” dedi yeniden sorar gibi.
“Hım.” Eylül başını dik konuma getirip, “Güzelmiş,” diyerek önüne döndü ve hole saptı.
Eymen, başı hâlâ duvara yaslı, şaşkın bir şekilde kaşlarını çattı ama tek kelime etmedi. Gözlerimi kardeşimden çekerken kendimi çok yorgun hissettim ama hâlâ direnecek gücüm vardı, son damlasına dek kullanmak istedim o gücü. Tükenene dek.
Simge, “Çok mu bencilce?” diye sorarken kaşları çatıktı. Bir an neyden bahsettiğini anlayamadığımdan gözlerimi ona çevirdim. “Tam şu an tüm kalbimle onu görmek istemem çok mu bencilce? Üstelik korkuyorum da onu görmekten.”
Ayça, “Saçmalama,” deyince, Simge’nin bakışları ona çevrildi. “Nesi bencilce bunun? Hiç de bencilce değil. Belki kendin için istiyorsun bunu, belki onun için, sebebi ne olursa olsun Simge, birini görmek istemek neden bencilce olsun ki?”
“Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?”
“Evet,” dedi Ayça. “Belki şu an yalnızlığa, ıssızlığa ihtiyacı var ama şöyle bir düşününce, nereye kadar kendini yalnızlığın içinde kapana kıstıracak? Bir yerden sonra Yener’in bile sobelenmeye ihtiyacı var.”
Cenan, “Soğuk bir suya girdiğinde bedenin başta şoka uğrar ve üşürsün ama sonunda o soğuk suya alışırsın, hatta ısındığını bile hissedersin çünkü içinde olmanı kabul eder,” dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. “Başta soğuk bir suya gireceğinin farkındasın, değil mi Simge?”
“Son derece,” dedi Simge sessizce.
“Su başta üşütecek ama sonra içinde olmanı kabullenip ısınacak,” diye devam eden Ayça’ydı.
Simge, “Onun hayatında bir arkadaşı olarak dahi olsa var olabilmek için suyun soğuğuna katlanabilirim,” dedi. “Belki bana hiç ihtiyacı yoktur çünkü mükemmel kardeşlere sahip ama içimde bir yerlerde benim ona ihtiyacım varmış gibi hissediyorum.”
“O zaman suyun soğuğundan korkma kızım, içinde olamamaktan kork,” dedi Ayça sertçe.
Simge başını aşağı yukarı sallayıp, “Birkaç gün daha o suyu rahat bıraksam, birkaç gün sonra bir taş olup o suyun içine düşsem sorun olur mu?” diye sorunca Eymen, “Kadınlar, şiirsel konuşmayı bırakır mısınız kafam basmıyor benim,” diye çemkirdi.
“Ay sus be uzun inek,” diye söylendi Ayça. “Siz ne anlarsınız edebiyattan, zavallı xy kromozomları.”
“Kadın, kırıcısın.”
“Adnan’ın bayanı bitti, bunun kadını başladı,” diye homurdandı Ayça.
Eylül elinde bir bardak suyla holden çıkınca Eymen’in gözleri ona çevrildi ama Eylül, az önceki tavrına ters düşecek şekilde ona hiç bakmadan gözlerini bize çevirerek suyundan bir yudum alıp, “Ara sıra açıp birkaç şiir okumak seni daha az xy kromozomlu yapmaz şekerim,” dedi.
Eymen yine şaşkına uğradı ama ağzını açıp tek kelime etmedi. Eylül suyundan bir yudum daha alırken göz ucuyla Eymen’e bakıp, “Ümit Yaşar Oğuzcan oku,” dedi ve dudaklarını tekrar bardağa yaslayıp birkaç saniye sustu, bardağı dudaklarından uzaklaştırırken, “Seversin,” diye ekledi.
“Bakarım bir.”
Eylül buna bir cevap verme gereksinimi duymadan bize doğru yürümeye başladı. Eymen ısındıktan hemen sonra evden ayrılmış, biz kızlarla sohbete devam etmiştik. Kafamızı dağıtmak imkânsız olsa da açıp bir film izlemiştik, ilerleyen saatlerde kapı yeniden çaldığında gelenin Eymen olduğunu düşünsem de bu defa gelen Biricik ve Ecevit’ti; Ecevit, Biricik’i bize bırakmak için gelmişti. Devran eve dönmeyeceğinden Biricik yalnız kalmıştı ve Devran da Ecevit’ten, Biricik’i benim yanıma bırakmasını rica etmişti.
Ecevit kapının önünde durmuş, Biricik’in içeri girişini izlerken bakışlarımı yüzünden çekmeden, “Hala dağ evindeler mi?” diye sordum.
“Evet,” dedi, gözlerini bana çevirdi. “Devran ve Gurur orada, diğerleri tesise döndüler bir saat kadar önce.” Elindeki poşeti bana uzattı.
Poşete bakıp, “Bu ne?” diye sorarken poşeti elinden almıştım.
“Gurur bir şey yemediğinden eminmiş, o yüzden sana bunu yaptırmamı söyledi, yemezsen şehre inmiş domuz gibi dehşet saçıp birkaç kişiyi yaralayacağını eklememi istedi,” dediğinde elimde olmadan güldüm. “Kuzu eti sevmiyormuşsun, koktuğunu söylüyormuşsun, o yüzden dana etinden dürüm yaptırmamı istedi, kimyon seviyormuşsun, kimyonu bol koydurdum, ekstra olarak küçük sarı biberlerden sevdiğini söyledi, ondan da aldım. Diğer kızları da düşünüp onlara da yaptırdım. Seninkinin üzeri işaretli, dana etinden ve kimyonlu olanın yani.”
“Teşekkür ederim,” dediğimde, “Rica ederim, parasını ben vermedim, Gurur verdi, o yüzden teşekkürlük bir şey yok. Ben sadece kuryeyim,” dedi düz bir sesle.
Bu tavrına alışkın olduğumdan yavaşça güldüm. “Hep aynısın.”
“İnsanlar hep aynı değil midir? Saniyede bir kişilik mi değiştirmeliyim?”
“Yok yok, iyisin böyle.”
“Biliyorum, ben hep en iyisiyimdir.”
“Kapıda durmuş kendini mi övüyorsun?” diye soran Ayça’nın arkamda olduğunu konuşana dek anlamamıştım, olduğum yerde sıçrayınca Ayça sırıtarak bana baktı. “Amma da ödleksin.”
“İnsanların arkasından sinsice timsah gibi yaklaşırsan, ürkmeleri normaldir,” dedi Ecevit sakince, Ayça ona tek kaşını kaldırarak baktı.
“Sinsice mi?”
“Evet, bence sen biraz sinsisin,” dedi Ecevit, Ayça’nın kaşları tamamen havaya kalktı. “Kötü manada demedim. İnsanların kendilerine has kişilik özellikleri vardır.”
“Senin moron oluşun gibi mi?” diye sordu Ayça kollarını göğsünün üzerinde toplayarak.
“Ben bana moron demezdim.”
“Ne derdin?”
“Yakışıklı ve neredeyse 2D karakterler kadar çekici ama oldukça da gerçekçi birisi derdim.”
“Öncelikle 2D karakterler kadar çekici değilsin,” dedi Ayça tek kaşını kaldırarak. “Sonralıkla, gerçekçi değil de boşboğazsın gibi bir his içerisindeyim.”
“Boşboğazlık konusunda eline su dökebileceğimi sanmıyorum, Tarçın.”
“Tarçın deme bana be.”
“Hibiskus desem olur mu?” Ecevit başını sol omzuna yatırıp, Ayça’yı baştan aşağı süzdü. “Ona da benziyorsun çünkü.”
“O ne be?”
Ecevit, bakışlarını Ayça’dan çekmeden hemen öncesinde, “Kızıl, güzel bir çiçek,” dedi ve Ayça donup kalırken Ecevit’in gözleri bana dokundu. “İyi geceler, Zeliha, bir sorun olursa beni arayabilirsin. Eğer canım aramanı görmezden gelmemeyi tercih ederse telefonu açar, yine canım isterse imdadına yetişirim. Hoşça kalın.”
“Hoşça kal,” diyerek kapıyı kapattığımda Ayça hâlâ şaşkınlıkla kapanan kapıya bakıyordu.
Elini kaldırıp hafifçe sallayarak kaçık işareti yaparken, “Bu çocuk deli mi?” diye sordu.
“İyi biri.”
“Değişik biri,” diye düzeltti Ayça. Durdu, bakışlarını salona çevirip, “Aa, keki ona verelim mi?” diye sorunca duraksadım. “Çolpan’ın yaptığı keki. Belki çocuklara götürürdü. Çayla yerlerdi.”
“Gitmiştir çoktan.”
“Yetişirim ben,” diyen Ayça hızla sehpaya yöneldi, kek kutusunu alırken sakin gözlerle onu izliyordum. Evden çıkarken, “Birazdan buradayım, bensiz yeni bir filme başlamayın sakın,” dedi.
Hızlı adımlarla asansöre koştu, aşağı giden asansörün gösterge paneline uzunca baktıktan sonra diğer asansöre binerek giriş katına inen düğmeye bastı. Birkaç saniye sonunda alt kattaydı, asansörün kapıları açıldığı an giriş kapısını açıp dışarı çıkan askeri gördü. “Hey!” diye bağırsa da asker onu duymadı ve gecenin karanlığına karıştı. Ayça, koşar adımlarla Ecevit’in peşine düştü. Kapıyı açıp kendini dışarıya attığı ilk an, “Hop!” diye bağırdı, ardından yaptığı şeye elinde olmadan güldü ama Ecevit hâlâ onu duymuyordu. Ayça daha hızlı adımlar attı ama askerin bacakları öyle uzundu ki Ayça’nın beş adımı, askerin bir adımı etmiyordu. “Bırşşş!” diye bağırdı Ayça ve bununla beraber askerin omuzları titredi, gülüyor olmalıydı ama durmadı. “Madem duyuyorsun, neden durmuyorsun ya?”
Askerin adımları yavaşladı ama durmadı, Ayça koşmaya başladı. Saniyeler içinde yüzüne çöken baskı yüzünden kıpkırmızı olmuş, nefes nefese kalmıştı. Askeri montunun şapkasından yakalayarak geriye doğru çektiğinde, asker bir anlığına durdu ve Ayça öne doğru geldiğinde yüzü Ecevit’in sırtına yapıştı. Kokuyu aldı. Baharatlı bir parfümün kokusunu. Tütsü gibi kokuyordu ya da yanan bir çıra parçası gibi; ayrımı yapabildiği söylenemezdi ama her hâlükârda bu, kesinlikle güzel bir kokuydu.
“Neden beklemiyorsun beni?” diye sorarken yüzünü yavaşça saplandığı sırttan ayırdı. O sırada, Ecevit’in bakışları usulca omzunun üzerinden ona döndü, gözleri çarpıştığında duruldu kız. Yüzündeki dövmeye baktı, keskin yüz hatlarına ve duygulardan arınmış gibi görünen sakin ifadesine… Bir adım geri çekilerek üzerini düzelttikten sonra elindeki kek kutusunu uzatarak, “Bunu arkadaşlarına götür,” dedi.
“Emredersin komutanım mı demem gerekiyor şu an?”
“Ricaydı.”
“Rica ekini duyamadım ama.”
Ayça kaşlarını çattı, Ecevit kızın yüzüne sinen kızıllığı izledi, sadece biraz koşunca yorulmasına şaşıracak oldu ama sonra onun küçük bedene sahip, minyon, hassas bir kız olduğunu fark edince şaşırmaktan vazgeçti. Kızı baştan aşağı süzdükten sonra, “Girdap için mi yaptın?” diye sordu, bu soru Ayça için beklenmedikti ama bir hatırayı anılarının içinde ateşe vermişti.
Ayça, “Ben yapmadım ki,” diye mırıldandı.
“Anladım,” dedi Ecevit, ardından kızın elindeki kutuya uzanmak için bedenini kıza doğru çevirdi. Tam kutuyu kızın elinden alacaktı ki kız kutuyu geri çekerek kafasını kaldırıp ondan oldukça uzun olan askerin yüzüne dik dik baktı. “Ne oldu?” diye sordu Ecevit. “Cinlerin birdenbire keki vermekten vazgeçmeni mi söyledi?”
“Neden öyle bir soru sordun?”
“Nasıl bir soru?”
“Neden Girdap’a yapıp yapmadığımı sordun?”
“Öyle esti,” dedi Ecevit ama özünde, o da neden bunu sorduğunu biliyor değildi.
“Öyle aklına eseni çat diye soruyorsun herhalde sen?”
“Genelde.”
“İyi.” Kek kabını yeniden uzattı. “Çolpan yaptı. Yener için. Çayla yersiniz.”
Ecevit bu kez kendisini de şaşırtan bir soru sordu: “Sen neden yapmadın?”
Ayça kaşlarını sertçe çatarken, “Ben niye yapacakmışımkine?” diye sorduğunda, Ayça’nın çocuksu bir ekle sorduğu soru Ecevit’i önce şaşırttı, sonra kaşlarını çatmasına neden oldu.
“Bilmem, genelde sen yapıyordun.”
“O keki özür için yapmıştım.”
“Girdap’a,” dedi Ecevit başını uysalca aşağı yukarı sallayarak.
Ayça, Ecevit’in gözlerinin içine baktı ve birkaç saniye düşündükten sonra, “Evet,” dedi.
“Düşüncelisin,” diyerek kabı kızın elinden aldı, soğuk parmakları kızın sıcak parmaklarına temas edince irkildi, kız da onun elinin soğuğundan dolayı irkildi. Anlık bir bakışmanın ardından, kız, “Üşümüşsün,” dedi.
“Yok, benim ellerim hep soğuk.”
“Kansızlığın mı var?”
“Kansız derken hakaret mi ettin?” diye sordu Ecevit sakin gözlerle.
Ayça afallayarak, “Yok, rahatsızlık olarak kansızlık, ne diye hakaret edecekmişim ben sana durduk yere?” diye sordu.
“Bilmem, belki bana hakaret edersin, sonra üzülüp bana kek yaparsın,” dedi Ecevit, bunu da neden öyle pat diye söylediğiyle ilgili çok da bir fikri olduğu söylenemezdi.
Ayça durdu, anlam yükleyemedi ama bir yandan da bu adamın özünde kim olduğunu merak etti. Garip biriydi. Ağzına geleni çat diye söylüyor, bunu poker suratına herhangi bir duygu belirtisi eklemeden yapıyordu. Enteresandı.
“Keki çok seviyorsun herhalde, bu kadar diline pelesenk ettiğine göre.”
“Kurabiyeleri daha çok severim,” dedi Ecevit, ardından bakışlarını havaya kaldırdı. “Yağmur yağacak, içeri girsen iyi olur Hibiskus çünkü çaya dönüşmeni istemem.”
“Ha?”
“Hibiskusa su koyarsan çay olur,” dediğinde Ayça bu kez karşısındaki kişinin tam bir deli olduğunu düşünerek güldü. Ecevit, bir an için gülüşüne baktı, gözleri gülüşünden ayrılıp kızıl tonlardaki gözlere dokundu. Sessizdi. İfadesizdi. Belirsizdi.
“İyi geceler, deli asker.”
“İyi geceler, Hibiskus.”
Ayça başını iki yana sallayarak tekrar gülüp Ecevit’e sırtını döndü. Ağır adımlarla binanın girişine yürürken, Ecevit, o binanın içine girene dek, hatta asansöre binene ve evin kapısını çalana dek, orada olduğu kimse tarafından bilinmezken öylece durup bekledi. Hareket etmek bu gece biraz zor muydu yoksa ona mı öyle geliyordu?
⛓️
Koyu lacivert, uzun paltomu üzerime geçirdim. Paltom kemerliydi ve yüksek yakaları vardı, bel kısmında büzgülü detaylardan oluşuyordu. Paltonun altına kalın, bej renginde bir kazak giymiştim ve altımda da dar, kot bir pantolon vardı. Siyah deri botlarım kıyafetimi tamamlıyordu, kafama bir bere geçirip beremle uyumlu bir eldiven taktım ve omuz çantama cüzdanımı, telefonumu, şarj cihazım ile not tutacağım defterlerimi, kalemlerimi koyarak evden çıktım. Otobüse yetişemeyeceğim için binanın karşısındaki taksi durağından bir taksiye bindim ve kulak üstü kulaklığımı takıp şarkıyı başlattım.
Gece Gurur gelmemişti, dağ evinde kalmış olmalıydı ve tüm geceyi kızlarla sohbet edip, birkaç film izleyerek geçirmiştik. Şafak sökerken Dide uyandığı için Cenan yanımızdan ayrılmıştı, Ayça koltukta uyuyakaldığında Çolpan onun üzerini örtmüş, o da kestirmek için koltuğun kenarına kıvrılmıştı. Simge, ben, Biricik ve Eylül mutfakta sohbet etmeye devam etmiştik. Telefonumun panelinden saate baktım. Saat 09.01’di, sadece bir saat kadar uyumuştum, sonra da derse yetişmek için aceleyle duş alıp kendimi sokağa atmıştım işte.
Şarkının sesini biraz daha açıp gözlerimi yumdum, gözlerim uykusuzluktan acıyordu ama biliyordum ki kızlar olmasaydı da uyuyamayacaktım çünkü evde Gurur yokken hep diken üstündeydim, onun varlığına öylesine alışmıştım ki yokluğu bana uyku uyutmuyordu.
Girdiğim ilk ders not tutmaktan ibaretti, bir sonraki derste başımı masaya koyup uyudum ve hocanın ya da diğerlerinin benimle ilgili ne düşündüğüyle biraz bile ilgilenmedim. Cenan’ın dersi başladığında dersliğin içini dolduran kalabalığın gözlerinin ikimiz arasında mekik dokuduğunu fark etmemek imkânsızdı. Sonunda patavatsızlardan bir tanesi, “Hocam,” diyerek yayvan bir gülümsemeyle söze girdiğinde, Cenan bakışlarını çocuğa âdeta sapladı. “Zeliha yıldız öğrenciniz herhalde.”
“Anlayamadım?” diye sordu Cenan tek kaşını kaldırarak. Çocuk cevap vermedi ama kalabalığın gözlerinin ikimiz arasında dolaştığını hissetmeye devam ettim. Gözlerimi Cenan’a diktim. Üzerinde pastel tonlarda, açık pembe, blazer ceketi, beyaz, keten gömleği ve düz kesim, siyah, yüksek bel pantolonu vardı. Altın rengi ince bir saat takıyordu ve küçük çantası masanın üzerinde duruyordu. Dalgalı sarı saçları tek omzunun üzerine serilmişti.
Stilettolarının üzerinde zarif bir adım atarak, “Sana sordum,” dediğinde, az önce dili uzayan heriften ses çıkmamaya devam etti. “Bir şey söylediysen bunun devamını getir.”
“Sizi haberlerde yan yana gördüm,” dedi çocuk sonunda. “Yaşanan son olaylarda Türk Silahlı Kuvvetleri ile bağlantınız olduğundan bahsediliyordu. Bahsi geçen kahramanlardan birinin avukatlığını yapıyormuşsunuz sanırım. Ve Zeliha, yani altın öğrenciniz de sizin asistanınızmış. Medya gerçeği ne kadar yansıtmıştır orası bilinmez tabii ama…”
“Kanıt olmaksızın sadece varsayımlar üzerine konuşacaksan eğer, bu bölüm hiç de sana uygun değildir,” dedi Cenan tekdüze bir sesle. “Hem diyelim ki öyle, ben bir avukatım, istediğim kişinin avukatlığını üstlenebilirim, öyle değil mi genç adam?”
“Elbette öyle.”
“Güzel, o sevimli burnunu sevimsiz konuların içine sokup durma, o burnun, konuların dışındayken oldukça güzel ve bence burun yüzü tamamlayan en önemli parçadır.” Cenan, sevimli bir gülümsemeyle genç adama baktı, genç adam sertçe yutkunup başını salladı ve sessizlik yemini içmiş gibi suspus oldu.
Dersin geri kalanında kimsenin bakışlarını üzerimde hissetmedim çünkü Cenan’ın sivri dişleri onlara batsın istemiyorlardı; haklıydılar. Cenan bazı anlarda korkutucu olabiliyordu. Bir zamanlar o benim de korkulu rüyamdı. Hatta kâbusumdu.
Ders bittiğinde derslikte sadece ben kalana kadar Cenan masada oturmaya devam etti. Sonunda herkes çıktığında, “Sanırım göze batıyoruz, Özdağ, hım?” diye sordu.
Paltomu üzerime giyerken, “Öyle görünüyor, hocam,” dedim.
“Dedikodular alıp başını gitmeden, yönetime de asistanlığıma başladığına dair küçük bir bilgilendirmede bulundum, haberin olsun,” dediğinde ona inanamayan gözlerle baktım. “Ne? Bu yalan sayılmaz.”
“Bunun için uygun olmadığımı düşünecekler. Ben sadece öğrenciyim.”
“Öğrenciler asistanlık yapar,” dedi omuz silkerek. “Hem oldukça uygunsun. Çalıklı için hazırladığın savunmadan etkilendim.”
“Savunmanın revizesini sen yaptın,” dediğimde güldü.
“Ama savunmayı sen yazdın.”
“Okuldakilerin ayrıcalıklı olduğumu düşünmesini istemiyorum.”
“Okuldakiler benim gibi birinin asistanı olduğun için cehennem azabı yaşadığını düşünecek, ötesi değil,” dedi keyifle. “Ayrıca okuldayken sizli bizli, dışarıdayken senli benli, anlaştık mı Zelihacığım?”
“Ama sen benimle burada da senli benli konuşuyorsun,” diye homurdandım.
Cenan oturduğu yerden kalkarken, “Öğrencim olduğun için olabilir mi ufaklık?” diye sorup sırıtarak çıkışa yöneldi. “Ayrıca bir davayla ilgileniyorum. Eğer gerçek bir deneyim sahibi olmak istiyorsan, bana yardımcı olabilirsin. Savunma yazma konusunda fena sayılmazsın, çaylak.”
Cevap vermeme fırsat bırakmadan derslikten çıkınca, “Bu kadın hâlâ kâbusum mu yoksa en büyük şansım mı anlayamıyorum,” diye homurdandım kendi kendime.
Mesaj sesiyle irkildim.
Sevgilim: İyi haber, sanırım Yener için bir şeyler yapabilirim.
Sevgilim: Kötü haber, sanırım takım elbiseli yavşakla komşu oluyoruz.
Zeliha Özdağ: Ciddi misin?
Sevgilim: Hangisi konusunda
Zeliha Özdağ: İlk söylediğin
Sevgilim: Öyle olmasını umut ediyorum, umarım öyle olur. Sıkı bir pazarlık gerekecek.
Anlamadığım için kaşlarımın ortasında bir yarık oluştu. Ne pazarlığından bahsediyordu? Nasıl bir pazarlıktan? Tam cevap yazacağım esnada açık duran kapıdan kafasını uzatan Ekin, “Zeliha?” dedi sorar gibi. Kafamı kaldırıp bir süredir kasıtlı olarak benimle karşılaşmamaya özen gösteren Ekin’in şaşkın gözlerle bana baktığını gördüm. “Uzun zaman oldu, ha?” dedi.
“Tamamen yok sayıldığımı düşünmüştüm,” dedim kaşlarımı kaldırarak.
“Arızalı sevgilin etkeni,” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Nasılsın?”
“İyiyim, arızalı sevgilimle mesajlaşıyorum. Belki etken yeniden devreye girer, ha?” dedim sorar gibi, ardından telefonu kaldırıp salladım.
Ekin, böyle bir çıkış beklemediğinden duraksayarak, “Özür dilerim, kaba konuştum,” dedi.
Gözlerimi devirip, “Sadece beni görmezden gelmeye devam et,” diye söylenerek telefonu cebime koyup çıkışa yöneldim, tam yanından geçecekken, “Bir şey soracağım,” dedi, durdum, bakışlarım omzumun üzerinden ona döndü. “Seni haberlerde gördüm. Bir sorun yok, değil mi?”
“Hayır, yok.”
“Zeliha.” Durdu, doğru cümleyi arıyor gibiydi. Sonunda bulduğunu düşünmüş olacak ki klişe bir şekilde, “O adam hayatını rayından çıkarıyormuş gibi hissediyorum,” dedi, söylediği şey kusma isteğimi artırırken ona, burnuna soktuğu şeyden derhâl burnunu çekmezse olabilecek kötü ihtimalleri göstermek ister gibi dikkatle baktım. Bakışlarımın farkına vardığında, “O adam tam bir maganda,” dedi, “tehditkâr ve zorba.”
“Karşıma geçmiş sevgilimi kötülerken sana nasıl bir cevap vereceğimi düşünüyorsun? Alkış tutup sırtını sıvazlamam ve ne kadar haklı olduğunu söylemem mi gerekiyor tam da şu an?” diye sordum sertçe. “Onunla alakalı konuşurken kelimelerine dikkat et. Sen kim olduğunu zannediyorsun?”
“Senin arkadaşın.”
“Korkudan görmezden geldiğin arkadaşın mı? Ne oldu da birdenbire düşünceli biri olmaya karar verdin?” Sorum onu şaşırtmış olacak ki uzun uzun yüzüme baktı. “Gurur ile aranda tam olarak ne geçti bilmiyorum, artık bununla ilgilendiğim de söylenemez. Ama sakın bir daha karşıma geçip sevgilim hakkında zırvalamaya kalkışma. Yoksa sana her ne yaptıysa iki katını yaparım ve bu kez onun karşısına geçip benim hakkımda aynı konuşmayı yapmak zorunda kalırsın. Zorba, tehditkâr ve hatta maganda Zeliha olmaya çok yakınım bu aralar.” Onun yanından sıyrılıp geçtim ve başka hiçbir şey söylemesine izin vermedim.
Gurur’un ne pazarlığından söz ettiğini merak ediyordum ama bunu mesajda öğrenemeyeceğimden neredeyse emindim. Ayrıntıları sadece yüz yüzeyken öğrenebilecekmişim gibi hissediyordum. Birden içim huzursuzlukla doldu, başını belaya sokacak olabilir miydi? Konu pazarlığa giden bir şeyse eğer, evet, bu ihtimal oldukça yüksek görünüyordu.
Durağa ilerlerken ona hızlı bir mesaj yazdım.
Zeliha Özdağ: Görüşelim. Eğer mümkünse hemen.
Sevgilim: İstediğin her şeyi mümkün kılarım
“Pekâlâ, romantik zorba, beni bu şekilde kandırabileceğini sanıyorsan,” gözlerimi yumup kendime kızdım, “doğru sanıyorsun.”
“Bugün kendi kendine konuşan yalnızca ben değilmişim,” dedi birdenbire Simge, neredeyse çığlık atacak kadar ürperdim ama kendimi tutup ona doğru döndüm. Airpods’u kulağındaydı ama müzik dinlemediği kesindi, kulaklığın tekini çıkardı. Kalın, dizinin biraz üzerinde kahverengi bir palto giyiyordu. Paltonun içine krem rengi, boğazlı bir kazak, dar paça bir jean giymiş ve kahverengi kemer takmıştı. Halka küpelerini gösteren sıkı atkuyruğunun başını ağrıtıp ağrıtmadığını merak ettim. Kalın taban botlarının altında ezdiği zemine gözlerini indirip, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
“Gurur ile buluşacağım.”
Gözlerini kaldırıp yüzümde dolaştırdı. “Yener hâlâ o dağ evinde miymiş?”
“Evet, öyle.”
Elini paltosunun cebine attı, cebinden kutu çıkarıp, “Bunu ona vermem için henüz erken mi sence?” diye sordu, kehribar taşından oyulmuş kalp kolyesinin o kutuda olduğunu hatırlayınca hissettiğim hüznü bastırmaya çalışarak moral verme amacıyla ona gülümsedim.
“Kalbinin iyileşmesi adına güzel bir adım olurdu.”
“Yine de onu köşeye sıkışmış hissettirmek istemiyorum,” dedi düşünceli bir sesle. “Eğer beni görmek istemezse onu anlarım, eğer yanında sadece silah arkadaşlarını istiyorsa bunu da anlarım.”
“Deneme yanılma ya da deneyip başarma yönteminden başka çare yok sanırım,” dediğimde umutsuz bakışlarını bana çevirip başını salladı. “O hâlde yarın onu görmeye gidecek misin?”
“Yarın mı?” diye sordu tereddütte kalmış gibi.
“Bugün mü görmek istiyordun?”
“Yani, bilmiyorum, bugün de çok erken geldi yarın da çok erken geldi ama aynı zamanda yarın çok geç de geldi,” dedi kararsız kalmış gibi.
“Belki de bugün biraz bunun hakkında düşünmelisin,” dediğimde omuzları düştü ama sonradan pişman olacağı bir karara varmaktan çekiniyormuş gibi başını sallayarak söylediğim şeyi onayladı.
Simge ile birlikte otobüse bindik, otobüsteyken hiç konuşmadık, ikimiz de kulaklıklarımızdan yükselen müziğin sesine kendimizi kaptırdık. Otobüs durağa geldiğinde Simge benimle birlikte inince şaşırdım, kaldırımın üzerinde durdu ve “Bu akşam onu görmek istiyorum, uzaktan görsem bile olur, hiç konuşmasam bile olur,” dedi kendinden emin bir şekilde.
Söylediği şeyin onu kırma ihtimalini düşündüm ve bundan nefret ettim. Öte yandan bu iyi bir fikir olabilirdi, belki de Yener’in hastalanan güzel kalbini iyileştirecek yeni bir kalbe ihtiyacı vardı. O kalp Simge’nin ellerindeydi.
Simge ile birlikte Gurur ile kaldığımız eve geçtik. Çamaşırları makineye attığım esnada o da salonu toparladı ve dün gece içtiğimiz kahvelerin kirli fincanlarını toplayarak mutfağa götürdü. Evi toparlayıp üzerimi değiştirmeden yeniden paltomu giyerken Gurur’un buraya doğru yola çıktığına dair bir mesaj aldım.
Simge’ye bakıp, “Gurur bizi dağ evine götürür diye düşünüyorum,” dediğimde kapının eşiğinde duruyorduk.
Dide, kendi evlerinin kapısını açıp kafasını dışarı uzattığında çantamı omzuma atıyordum. “Zeliha abla,” dedi yumuşak bir sesle. “Merhaba.”
“Merhaba güzelim,” dedim, Simge de Dide’ye gülümsedi ama Dide onu baştan aşağı süzmek dışında bir şey yapmadı. Başka bir zaman olsa bu hareketi beni güldürürdü ama öyle durgun hissediyordum ki bu detaya tepki veremedim.
“Yeni birisi taşınıyormuş, duydunuz mu?” diye sordu Dide, kelimeleri telaffuzu her ne kadar düzgün olsa da ince sesi ve bazen birbirine dolanan dili onun daha tatlı olmasına neden oluyordu. Dide parmağıyla bizim tarafımıza doğru, çaprazımızda kalan daireyi işaret edince duraksayıp omzumun üzerinden daireye doğru baktım. Dairenin kapısı aralık duruyordu.
Emlakçı dairenin içinden çıkarken, “Bu cepheden şehir manzarasını da görebiliyorsunuz, bence binanın en güzel dairelerinden birisi,” dedi. Emlakçıyla anlık göz göze geldik, bana gülümsedi ama son derece dalgın hissettiğimden adama boş boş bakmaktan ileri gidemedim. Adam yeniden gözlerini içeriye çevirdi. “Bunun dışında iki boş daire daha var, diğer cepheye bakıyorlar, kiraları biraz daha uygun ama ben size burayı öneriyorum.”
İçeriden Onur Kırgız’ın çıkmasını beklemiyordum diyemezdim, içimden bir ses bu karşılaşmanın yakın olduğunu söylemişti zaten bana. Yine siyah takım elbisesinin içindeydi, omuzlarını da siyah, dizlerinin altına dek uzanan kalın bir palto örtüyordu. Gözlerini bize değdirmeden emlakçıya baktı, “Burayı beğendim,” dedi ve bakışları usulca omzunun üzerinden bana dokundu. Çok küçük bir bakışmanın ardından, “Burası olsun,” diyerek bakışlarını tekrardan emlakçıya çevirdi.
Simge çatık kaşlarla Onur’a, ardından bana baktı ama bir şeylere anlam yükleyememiş olacak ki yorum yapmadı. Yine de adamla birbirimizi tanıdığımıza emin gibiydi. Emlakçı, “O hâlde işlemleri başlatalım. Bana ofisime kadar eşlik edebilir misiniz?” diye sorduğunda, Kırgız başını sallayarak, “Beni otoparkta bekler misiniz?” diye karşılık verdi adama. “Bir tanıdığa rastladım, selam vermemek ayıp olurdu.”
Emlakçı başını sallayarak oradan ayrıldığında gerildiğimi hissettim. Gurur ile son tartışmamız kafamın içinde yanan bir çember oluşturdu, Onur’un varlığından rahatsızlık duyuyor değildim ama son olayda Gurur’a haksızlık yaptığım da bir gerçekti. Bir çocuk gibi karşıma geçmiş babamla yaşadığı anıları bana ballandıra ballandıra, hevesle anlatırken gözlerimi bu herife dikip sadece hedefe kilitlenmiştim ve o an için anlamasam da daha sonra başımı yastığa koyunca Gurur’un o anki bakışlarını hatırlayıp derin bir uykudan uyanmış gibi hissetmiştim. Gurur o gün bana kırılmış, belki de kırıldığı için o denli keskinleşmişti. Bu yüzden Onur’a karşı daha temkinli yaklaşmaya karar verdim çünkü benim için hiçbir şey Gurur’un gözlerinde gördüğüm o kırgınlık kadar önemli değildi.
Onur, “Yüzbaşı komşu olacağımızı söylediğinde, kapı komşusu olacağımızı beklemiyordum elbette,” deyince yüzümde yapay bir gülümseme oluştu ve emindim ki Onur bu yapay gülümsemeyi hissetti, tanıdı, anladı. Yine de bozuntuya vermedi.
“Binada birçok daire var, burayı size seçen eminim Gurur değildir,” dedim sessizce, aslında sesimde ima yoktu ama daha sonra söylediğim şeyin ima yüklü olabileceğini kavrayarak kendi kendime kızdım.
“Bana en uygun olanı burası gibi hissettim,” dedi Onur ölçülü bir sesle. Simge’ye bakıp onu selamladı, ardından meraklı gözlerle onu izleyen Dide’ye baktı ve içtenlikle gülümsedi. “Merhabalar küçük hanım.”
“Merhabalar,” dedi Dide meraklı meraklı.
Onur yeniden bana baktı ve “Üsteğmen nasıl?” diye sordu, ilgili tavrı yüzünden ona takındığım tavırdan pişman hissederek başımı salladım.
“İyi, hızla iyileşiyor,” dedim, Onur ise her şeyi biliyormuş gibi buruk bir tebessümle gözlerimin içine baktı.
“Gurur’a yardımı için teşekkür ettiğimi ilet lütfen,” dedi Onur, ardından bileğindeki saate bakıp, “Gitsem iyi olacak,” diyerek bizi tekrar selamlayıp asansörlere doğru ilerlemeye başladı.
Simge, Onur asansöre bindiği an, “Bu kim?” diye sordu.
“Onur Kırgız, şu sorgulamayı yapan kişi,” dediğimde kaşlarını kaldırıp başını salladı.
“Epey gençmiş.” Yüzünü buruşturdu. “Sinir bozucu şekilde de yakışıklı. Gurur onu yumruklamak istiyordur.”
“Neden istesin ki?”
“Çünkü gözlerinin içine bakarken senin çok güzel bir kadın olduğunun farkında gibiydi,” diye alay etti, bir süre sonra ilk kez bana takıldığı için onu terslemeden gülümsedim ama başka bir zaman olsaydı eminim bunu reddedip Simge’yle de tartışırdım.
Sevgilim: Bebeğim seni nereden alayım? Evde misin?
Telefona gülümseyerek baktığımı fark eden Simge omzuyla omzuma sertçe vurarak, “Baharı bekleyen kumrular gibi mesaj üzerinden bile koklaşıyorsunuz değil mi?” diye sordu. “Ne diyor?”
“Nereden alayım diye soruyor.”
“Hastaneye uğrasak olur mu?” diye sordu Simge, zaten o taraftan geldiğimiz için kaşlarımı çatarak ona baktım. “Sabah Nihan bana romanını emanet etmişti, aklımdan çıkmış. Kıza geri vermem gerek.”
“O zaman Gurur buraya kadar boşuna gelmesin, hastane o tarafa daha yakın,” diyerek Gurur’a kısa bir mesaj yolladım ve Dide’yi yanağından öpüp binadan ayrıldım.
“Sorun değil,” diyerek yavaşça araçtan indiğimde, kadın bana gülümsedi ve şoföre, “Binebilir miyim?” diye sordu. Şoför başını sallamakla yetindi. Kadın, “Tekrar özür dilerim,” diyerek bana son kez gülümsedikten sonra taksiye bindi ve taksi hareket edip uzaklaşmaya başladığında taksinin tekerleğinin çiğneyerek iz bıraktığı o kâğıt parçası dikkatimi allak bullak etti.
Söylediği şey sertçe yutkunmama neden oldu. “Şiddet gören mi? Eşinden?” diye sordu kadın parmaklarını klavyede dolaştırırken. “Ona emniyete gitmesini söyledim, umarım beni dinler. Yüzü şişene kadar ağladı, yazık, yüzü güzel olanın kaderi güzel olmuyor be Aslıhan.”
Oysa bana ne kadar içten gülümsemiş, ne kadar kibar bir şekilde özür dilemişti. Birkaç saniye olduğum yerde mıhlanmış gibi durdum, ta ki Simge omzuma dokunup, “Bıraktım, hadi gidelim,” diyene kadar.
Simge yüzümün asık olduğunu fark edince, “Ne oldu?” diye sordu ama onun da tadını kaçırmak istemediğimden hiçbir şey söylemedim. Hastaneden çıktığımızda Gurur bizi bahçede bekliyordu. Yanımda Simge’yi görünce şaşırsa da bu duruma tepki göstermedi ya da sorular sormadı.
Bizi dağ evine doğru götürmesi gerektiğini biliyor gibiydi. Simge arka koltukta kulaklığını takarken aslında bizden izole olmak değil, bizi yalnız bırakmak istiyordu. Yine de konuşmadık, ön camdan dışarıyı izlerken başımdaki ağrının arttığını hissediyordum. Bir ara elini dizime koyup dizimi okşadı, gözleri anlık olarak beni içine aldı ve bakışlarıyla beni yaktı ama konuşmadı. O bana dokununca içimden bir parça kopuyormuş gibi hissettim, ağlamak istedim, yaşanan her şeyin içinde sadece bir dokunuşuyla bile bana bu denli çaresiz ve huzurlu hissettirmesine akıl sır erdiremedim. Onu severken diğer herkese bencil gibiydim.
Yaşananlar gitgide ağırlaşıyormuş gibi hissediyordum; her bir adımdan sonrası bizi aydınlığa değil de kara bir geceye götürüyormuş, şafak bir daha asla o geceye dokunup ışığının izini bırakmayacakmış gibi hissediyordum. Yine de korkunç bir şekilde, o yanımdaysa, karanlığın her yanımızı sarmasından biraz olsun korkmuyordum.
Dağ evinin yakınlarına geldiğimizde Simge kulaklığını çıkarıp kutusunun içine koydu. “Gurur,” dediğinde Gurur’un bakışları dikiz aynasından kuzenime çevrildi. “Burada olmam sizin açınızdan sorun değil, değil mi? Eğer öyleyse, arabada bekleyebilirim. Ben sorun çıkarmak istemiyorum.”
“Sorun olsaydı en başından söylerdim, açık ağızlılık konusunda ne kadar çirkef olduğumu Zeliha iyi bilir,” dedi Gurur, Simge’yi rahatlatmak istiyormuş gibi.
Simge’nin günlerdir sessizliğin içine gömülmüş hâldeki zihnindeki karmaşayı biraz olsun dindiren bir cümleydi bu aslında. Buraya gelirken kalbini eline almış, o kalbin derinliklerine korkularını saklamıştı. Korkuyordu elbet. Kabul edilmemekten değil, görmek istediği kişi tarafından görülmek istememekten de değil, o kişiye rahatsız hissettirmekten korkuyordu.
Yavaşça arabadan çıktığımda dağ evinin verandasında dikilen Girdap, merdivenleri inmeye başlamıştı. Girdap’a bakarken birden garip bir hisle doldum, bunun nedenini açıklayamazdım, sadece bir an ona baktım ve onun çok yalnız, çok ıssız olduğunu hissettim. Belki bu çok anlamsız bir histi, belki öylesine bir histi ama bunu hissetmeyi durduramadım, kalbimin merkezindeki varlığını yok sayamadım. Yaşananların gerçekliğini algılamaya başladığımdan beri artık onlarla aramdaki bağın daha da sarsılmaz, daha da güçlü olduğunu hissediyordum. Her biriyle abi kardeş olmuştum, her biriyle yoldaş olmuştum; arkadaş ve sırdaş olmuştum. Bilmiyordum, belki bu yüzden onlarla ilgili bu kadar çok hislerle doluydum.
Girdap’ın gözlerinin içine baktım. Gözlerimin içinde tanıdığı bir şeyin yansımasına rastlamış gibi duraksadı, o da gözlerimin içine uzun uzun baktı ve baktığı süre boyunca durgunluğunun katlanarak çoğaldığını hissettim. Girdap’ın bakışları arka tarafıma kayınca Simge’nin de arabadan çıktığını anladım. Simge’ye şaşkınlıkla bakıp, gözlerini yeniden bana çevirdi. Bunun yanlış bir karar olduğunu düşünüyor gibiydi ama ağzını açıp tek kelime etmedi. Bunu deneyimlememiz gerektiğini düşünüyordu sanırım ya da sadece o da görmek istiyordu, bunun nasıl bir karar olduğunu görmeye ihtiyaç duyuyordu. Merak ediyordum. Yener’in yerinde o olsaydı ve bu topraklara adımını basan Simge değil de Mehtap olsaydı ne yapar, nasıl hisseder, ne tepkiler verirdi? Onun da bunu merak ettiğini hisseder gibi oldum.
Simge çekingen bir şekilde etrafına bakındı, ardından sessizce, “Yener nerede?” diye sordu ama bu soruyu sorana kadar o kadar çok susmuştu ki bir an bir daha hiç konuşmayacağını bile düşünmüştüm.
“Korulukta yürüyordu,” dedi Girdap, ardından gözlerini bana çevirdi. Ne yaşıyorsa içinde yaşayan o adamın gözlerinde çok kısa bir an için atamadığı çığlıkları gördüm. Yener’in durumu onu köşeye sıkıştırmış gibiydi. Simge başını çevirip arkamızda kalan koruluğa baktı, ardından gözlerini havaya kaldırdı ve çiseleyen yağmura baktı, başını sallayarak dönüp koruluğa doğru yürümeye başladı.
Gurur derin bir nefes alıp, “Bu doğru bir karardır umarım,” dediğinde hâlâ Simge’nin arkasından bakıyordum.
“Umarım.”
“Yener keskin bir bıçak şu an ve Simge onun üzerine yürümekten korkmuyor,” dedi Girdap, “bırakın, kesilecekse de kanayacaksa da ya da her şeye rağmen o bıçağın içine saplanması pahasına bıçağa sarılacaksa da bu onun seçimi olsun.”
Girdap’ın gözlerinin içine baktım.
Gözlerini ellerine indirip, avuç içlerini açarak avuç içlerine bakmaya başladığında bunun nedenini kavrayamadım. Sonra çok kısa bir an için, “Anlamıyorum, bugün neden avucumun içindeki depremler hiç durmuyor,” diye fısıldadığını duydum, bunu kendi kendine söylemiş gibiydi.
“İyi misin?” diye sorduğumda kafası karışmış gibi duraksayarak gözlerini bana çevirdi.
“Anlamadım?”
“İyi misin?” diye sordum bir kez daha.
Sessizce, “Evet, neden ki?” diye sordu.
Gurur, elini omzuma koyunca susup Girdap’a cevap vermeden bakışlarımı ona çevirdim. Gurur, gözlerini kırpıp açtı, sakin bakışları yüzümde dolaşırken her nedense susmam gerektiğini söylediğini hissettim. Oysa ağzını dahi açmamıştı.
Ona doğru bir adım atmak istedim ama Gurur elini belime koyup beni durdurdu, bunun iyi bir fikir olmadığını parmak uçlarının tenime uyguladığı zarif baskıdan anlayıp, olduğum yerde hareketsizce durup kendi içindeki savaşta mağlup olan Girdap’ı izledim. Verandanın en altında kalan basamağa oturup gözlerini çalılıkların aralıklarından görünen göle çevirdi ve suspus gölü izlemeye başladı.
Gurur, “Biraz yürüyelim, Zerda’m,” diye fısıldadı kulağıma doğru. Bunun Girdap’ı yalnız bırakmak istemesinden kaynaklı olduğunu bildiğimden başımı salladım. Belimi daha sıkı kavrayarak beni yürütmeye başladı ama aklım Girdap ile Girdap’ın oturduğu o basamakta kalmaya devam etti.
Elini belimden çekip büyük avucuyla elimi kavradığında, elim avucunun içinde âdeta kayboldu. Çiseleyen yağmurun altında ağır adımlarla koruluğun üst tarafında uzayan patika yolda, gölün manzarasını izleyerek ağır ağır yürümeye başladık. El ele tutuştuğumuz vakit, birbirinin yarısı olan kalpler birleşerek bir bütün oluşturmuştu.
“Girdap’ın hâli neydi öyle?” diye sordum yeteri kadar uzaklaştığımızda.
“Şafaktan beri böyle,” dedi sessizce. “Rüyasında onu görmüş besbelli.”
“Onu mu?”
“Mehtap’ı,” dediğinde boğazımın düğümlendiğini hissettim. “Bir ara yerinden sıçradı, onun adını mırıldanıyordu uykusunda. Belli ki gerçekte hiç ona gelmeyen Mehtap, rüyalarında ona gelmeyi bir an olsun bırakmıyor.”
İçimde buruklaşan hisle, “Belli ki,” diye fısıldadım.
“Aşamıyor o kızı, aşabilecek gibi de değil, insan sevince aşamaz zaten,” dedi Gurur. “Bana deli saçması gelen bu şeyi içine girince, tadınca, hissedince öyle iyi anladım ki. Öyle çok yanılmışım ki.” Elimi daha sıkı kavradığında nedense varlığıma duyduğu şükranı parmak boğumlarından bile hisseder gibi oldum. Saçmaydı belki ama bu yemin ediyorum ki böyleydi.
“Mehtap geç kalsa bile gelirse eğer, Girdap onu kabul eder miydi?”
“Yaşlansalar, yetmişlerinin sonunda, ölüme en yakın uykuya çok bir şey kalmamışken, belki Girdap’ın elinde artık bir baston varken, çıksa gelse o kız… Girdap sanıyor musun ki onu reddeder, ona git der? O bastonu elinden atar, ayakta zor duruyor dahi olsa kollarını o kıza açar, gel der.”
“Bu nasıl büyük bir aşk böyle?”
Gurur gülümseyerek omzunun üzerinden bana bakarken, “Hayret ettiğin o aşkı bana hissettirensin sen,” dedi sessizce.
Yanaklarımın içini ısırdım, ısırmasam çocuk gibi ağlardım; gözlerimi ondan kaçırdım, kaçırmasam çocuk gibi ağlardım. Elini sıkı sıkı tuttum, sıkı sıkı tutmasam dizlerimin üzerine kapanır, ben yine ağlardım. Çok yoğun hissediyordum onu, içimi parçalayıp kül eden bir histi bu, biraz olsun durduramıyordum, biraz olsun bastıramıyordum; yok edemiyordum.
Gurur Mert Çalıklı, benim yok edilmezimdi.
Yok edilemezimdi.
Beni durdurunca adımlarım ona direnmedi. Bedenini bedenime çevirdi, elim hâlâ elinin içindeydi. Diğer elini kaldırıp avucunu yüzüme yasladığında düşen yağmur damlaları saçlarımıza tutunuyordu.
“Sakın, Zeliha,” dediğinde kalbimin atışları ağırlaştı. “Beni çek vur, namluyu alnıma, kalbime, şakağıma daya ama sakın bana Girdap’ın yaşadığını yaşatma.” Alnını alnıma bastırınca alnındaki damarların vurgusunu hissettim. Kalbi, damarlarının içinde çarpıyordu sanki. “Yaşayamam ben. Girdap, Mecnun oldu, aklı gelir gider oldu ama hayatta kaldı, ben ölürüm.”
Burnum burnuna sürtünürken elimi kaldırıp avucumun içini yanağına bastırdım ve parmak uçlarımı elmacıklarında dolaştırırken gözlerimi yumdum. “Benim sana gelebilmem için önce senden gitmem gerekir. Senden nasıl gidilir bilmiyorum, bilmeyeceğim,” diye fısıldadım.
Dudakları dudaklarıma tam da o saniyede mührünü vurdu. Avucu yüzümün yarısını altında yok ederken, dudakları dudaklarımın üzerinde dolaşarak kelimeleri yok etti ama ettiğim yemin aramızda baki kaldı. Beni öpüşü içten, derindi; fethediliyordum. Kaşlarını çattığını hissettim, beni öperken acı hissediyor gibiydi. Hiç gitmemiş olmama ve gitmeyecek olmama rağmen, bir ihtimalin içine diken gibi battığını hissettirerek, acıyla, çaresizlikle öpüyordu beni. Beni öyle bir öpüyordu ki sanki bir kamera, bu anıyı biz öldüğümüzde bile bu korulukta yaşatmak istercesine bizi kayda alırken etrafımızda hızla dönüyordu.
Dudakları dudaklarımdan koptu ama alnı alnıma yaslı kalmaya devam etti. Ağlamak istedim. Ona gitmeyeceğime dair yeminler etmek istedim. Ona sonsuza dek onunla kalacağımı, aksi olursa bilsin ki ölmüş olacağımı haykırmak istedim ama hiçbirini yapamadım. Sadece öylece durdum. Böyle durmak bile bir yemindi bizim için.
“Sen nereden çıktın karşıma benim?” diye sordu. “Binlerce kez şükürler olsun diyorum, ya sen çıkmasaydın karşıma benim? Ben böyle yarım bir kalple, buz tutmuş ellerle, bir yerlerde senin var olduğunu, seni böyle deli sevmenin ne olduğunu bilmeden yaşayıp, ölüp gidecek miydim?”
“Sus, deli,” diye fısıldadım çünkü o ölümsüzdü, ölümsüz olmak zorundaydı. Onun öldüğü bir gün olmayacaktı. Biz hep Gurur ve Zeliha olarak yaşayacaktık; bir gün sonsuza dek ayrı düşmeyecekti bedenlerimiz. Belki bedenlerimiz çürüyecekti ama yan yana çürüyeceklerdi, yan yanayken karışacaktık toprağa ve ruhlarımız sonsuza dek bir arada kalmanın yolunu bulup tutunacaklardı birbirlerine.
Çok uzun süre öyle kaldık. Alnı alnında, göğsünün altındaki kalp göğsümün içinde, göğsümün altındaki kalp göğsünün içinde…
“Sen yanımdayken böyle korkuyorsam ben, senin bir an yanımda olmadığın o an, yemin ediyorum ölürüm,” dedi tekrardan, hissettiğim korkuyla parmaklarımı yanağına bastırdım. Susmasını istedim çünkü ihtimali bile gözlerimi doldurmaya yetmişti benim.
“Biz birlikte öleceğiz seninle. Nereden biliyorsun diye sorma sakın,” dedim.
“Senin öldüğünü, benimle birlikteyken, benimle ölmüşken bile düşündürtme bana ne olursun,” dedi, sesindeki çaresizlik beni duraksattı, içten içe öldürdü ama ona bir şey de diyemedim.
Konuyu değiştirmek ister gibi, “Mesajda bahsettiğin şey,” diye fısıldayarak alnımı alnından çektiğimde gözlerimin içine derin gözlerle baktı. Bakışlarından kaçamadım. “Gurur, lütfen bakma öyle.”
“Nasıl bakmayayım?”
“Öl desem ölecekmişsin gibi,” dedim korkuyla.
“Aksini düşünüyor olamazsın zaten, olmamalısın.”
“Sus,” diyerek alnımla alnına vurduğumda gülerek çenesini başımın üzerine bastırdı. “Mesajda bahsettiğin şey neydi? Anlat.”
Gurur’un gözlerini göremesem de bakışlarının derin bir şekilde boşluğa kilitlendiğini hissettim ve derin bir nefesin ardından, “Her şeyimizi koyduğumuz bir masaya oturacağız,” diye mırıldandı.
SİMGE ÖZDAĞ
O bir kâbustaydı, belki salakçaydı ama ben o kâbusu altına mühürleyen göz kapaklarının içini yakıp onu uyandıran o ışık olabilmek istiyordum.
Ayaklarım ona giderken korkuyordum ama ben zaten korktuğum her şeyin üzerine giden biriydim. Bağırması, çağırması, belki beni kovacak olması, yalnızlığa sığınacak olması değildi beni korkutan giderken; beni korkutan, susacak olmasıydı. Sessizliğiyle çok defa yüzleşmiştim ama bu defa yüzleşme ihtimalim olan sessizlik, en korkutucusu olacaktı.
Onu gördüm.
Adımlarım o an yavaşladı, oysa o an koşmalıydım belki de ona.
Ona neden gidiyordum bilmiyordum ama ona gitmezsem kendimle kavgam başlayacaktı, ben bunu çok iyi biliyordum. Göze almıştım. Neyi göze aldığımı sorunca kendime dahi bir cevap veremiyordum ama ben bir şeyleri göze kesinlikle almıştım.
Yağan yağmurun altında, beyaz bir tişört, altında kamuflaj pantolonla, elinden her şeyi alınmış gibi dikiliyor, bana dönük geniş sırtında onu yere sermek isteyen bir yük varmış da çökmemek için savaşıyormuş gibi görünüyordu. Kehribardan kalbin olduğu kutuyu avucumun içinde sıktım, elimi paltomun cebinden çıkaramadım; çıkarsam elimden önce kalbim koşup gidecekmiş hissinden miydi bilmesem de yapamadım işte.
Ağır adımlar atarak, onu ürkütmeden ona yaklaşmaya çalıştığım sırada bir rüzgâr esti ve o, beni hissetti. Korktum ama korkuya teslim olmadım, ona yürüdüm. Bir savaş meydanında her şeyini kaybetmiş, yaralı, belki ölmenin eşiğinde kan kaybeden birine yaklaşmanın bedeli ne olurdu bilmeden, onu o savaş meydanından çıkarabilir miyim bunu hiç düşünmeden, belki o savaş meydanında vurulmayı göze alarak ona yürüdüm.
Beni hissetti, biliyorum ama dönüp bana bakmadı.
Aramızda on adımlık mesafe kaldığında, ellerini kamuflaj pantolonunun ceplerine sokarak derin bir nefes aldı. Kokum genzine doldu mu bilmiyorum ama onun kokusu benim içimi deldi geçti. On adım mesafe uzaklığımdaki adama bir adım daha atıp da o mesafeyi dokuza indiremedim. Ona yürüdüğüm bu yangın yerinde ateşlerin ondan yükseldiğini biliyordum.
“Yener.”
Cevap vermedi. Sırtı bana dönük, öylece durdu. Ellerini ceplerinden çıkarmadı. Git demedi ama kal da demedi.
Ona doğru bir adım daha attığımda, aramızdaki mesafe dokuza indi.
Sonra sekize, yediye, altıya, beşe, dörde. Kokusu keskinleşti ama ruhu sanki burada değildi. Üçe. İkiye. Bire. Alnımı sırtına ne ara yasladım bilmiyorum ama yaptım bunu.
“Buldum seni,” diye fısıldadım güçsüzce. Çok uzun zamandır aradığım seni, öylesine geldiğim bir şehirde, hiç beklemediğim bir şekilde.
Alnımı sırtına daha sert bastırdığımda sırtının kasıldığını hissettim. Ne hissettiğini bilmesem de bedeninin verdiği tepkiye tutunmaktan ileriye gidemedim. Fazlalık olmak umurumda değildi, buradaydım, onunlaydım, fazlalıksam bile şu an burada olmak, sırtına yaslanmak bana yeterdi. Yaslanacağı bir dağ olamamak ne kötüydü, o yıkıldığını sandığı anlarda bile önümde dikiliyorken yaslandığım bir dağ olmuştu bilmeden.
Avucumu kaldırıp sırtına bastırdığımda, “Konuşmayacak mısın benimle yine?” diye sordum.
Başını önüne eğdiğini hissettim ama bundan çok da emin olamadım. Parmaklarım tişörtünü kavradı, kumaşı avucumun içinde sıktım, yumruğumun içinde kırışan kumaşın soğukluğu avuç içlerimi serinletti ama kalbimi sarmaya başlayan alevlerin sıcaklığını hafifletmedi. Bana doğru dönerken ellerim boşluğa düştü. Yüzüme bakmadı, yere bakıyordu.
“Ben senin sessizliğine alışkınım ki,” diye fısıldadım. Sertçe yutkundu, boğazından kayıp giden yutkunuşun sesini duydum, boğazına çizdiği kavisi izledim.
Cebimden kutuyu çıkarırken ikinci kez düşünmedim.
Gözlerini yerden kaldırdı, bana değdirmedi ama kutuya baktı. Bana bakmasını dilesem de hiç değilse ona uzattığım bir şeye bakması bana o an için yetti. Bunu da anlamadım. Neden yetti?
Kapağı açtığımda kalp kehribarı gözlerinde yansıdı.
Konuşmadı, konuşmadım.
Sessizliğine alışkındım, sorun etmedim.
Kolyeyi kutudan çıkarıp parmak uçlarımda yükseldiğimde sessizdi. Konuşmadı, konuşmadım. Zinciri parmak uçlarımda kavrayıp boynuna uzanmak adına biraz daha yukarı yükselmeye çalıştığımda bakışlarının çenemde sabitlendiğini fark ettim.
Kolyenin anlamını ona söylemedim, nedense sanki biliyor gibiydi.
Başını yavaşça eğerken, bunun nedeni daha fazla zorlanmamı istemiyor olması mıydı yoksa bu kolyeyi kabul etmesinden miydi? Kolye, beyaz tişörtünden aşağı salındı. Kolyenin ucunu parmak uçlarımla kaldırıp uzun uzun kolyeye baktım, ona bakamadım.
Bakamadım. Neden bakamadım?
Başımı önüme eğdim. Asırlar, başım önüme eğikken geçti sanki. Parmaklarını çeneme bastırıp kafamı kaldırmamı sağladı. İlk kez konuşacağını o an anladım.
Gözleri gözlerime tutundu ve boynundan sarkan kalp kolyesi beyaz tişörtünün üzerinde ateş parçası gibi parlarken fısıldadı: “Ben sana uygun değilim.”
İlk sandığım o konuşma, aslında son konuşmasıydı.
Sonra gitti. Arkasından bağıran insanları duymadı, bir cipe atladı ve son hızla orayı terk etti.
Onun tarafından terk edilen burası sandılar ama aslında bendim.
ZELİHA ÖZDAĞ
Cipe binip son hızla uzaklaşan Yener’i izlerken verebileceğim tüm tepkiler geri çekilmişti. Girdap ve Gurur cipin arkasından patikanın üst kısmına kadar koştular ama Yener’in durmayacağını anladıklarında yavaşlayıp birbirlerine baktılar. Sadece birkaç saniye içinde görüş alanıma giren Yener, yine birkaç saniye içinde ciplerden birine atlamış, arkasından bağıranları duymazdan gelerek son sürat buradan uzaklaşmıştı.
“Sikeyim!” diye bağırdı Gurur öfkeyle. “Nereye gidiyorsun amına koyayım, nereye?”
Zafer verandanın basamaklarından koşar adımlarla inerken, “Ne oluyor?” diye sordu sert bir sesle.
Girdap ileriden, “Yener bastı gitti!” diye bağırdı.
Zafer bir an durdu, bir an sonra koruluktan bize doğru ağır adımlarla yürüyen Simge’ye baktı ve bakışları hemen arkasından bana, sonra da Gurur’a kaydı. Çok kısa bir an düşündü mü yoksa söyleyeceklerini mi tarttı bilmiyorum ama kendinden emin bir şekilde, “Balıkesir’e gidiyor,” dedi, “yarın akşama kalmaz geri döner.”
“Bunu nereden biliyorsun ki?” diye sordum kendimi tutamadan.
“Biliyorum.” Zafer, gözlerini bana çevirdi. “Çünkü ne zaman onunkine yakın hislerle dolsam ben de Bursa’ya, babamın mezarını ziyarete giderdim.” Gözlerini boşluğa çevirdi. “Aydın Açıkgöz’ü görmeye ihtiyacı var.”
Bir şehit çocuğu daha, diye düşündüm Zafer’in keskin bakışlarının yöneldiği noktaya bakarken. Zafer orada ne görüyordu bilmiyordum, bilmek de istemedim. Ben bakınca sadece boşluğu görüyordum.
Simge’ye doğru dönüp hızlı adımlarla ona yöneldim, hiç beklemediği bir anda onu kollarımın arasına çektiğimde bana sarılmadı ama başını boyun girintime sokup alnını omzuma bastırdı.
Gurur, “Simge, suçlu hissetme,” diye mırıldanırken bize doğru yürüyordu. “Çünkü bunu yapmak için geç bile kalmıştı. Sen ona ihtiyacı olanı verdin.”
Simge, sadece benim duyabileceğim bir şekilde, “Neden öyle hissetmiyorum o zaman?” diye sordu.
Simge’nin sırtına avucumu bastırıp, hissettiği ağır duyguları ondan alamayacak olsam dahi yavaşlatmayı deneyerek, “Aranızda ne yaşandı bilmiyorum,” diye fısıldadım, “ama her şeyin düzeleceğini biliyorum.”
Gözlerim Gurur’un gözlerine mıhlandı.
Oturacakları masayı düşündüm. O masadan kazanarak kalksalar da kaybedeceklerdi, ellerinde bir şey olmadan kalksalar da kaybedeceklerdi. Kollarımı Simge’ye dolayıp ona sıkıca sarılırken bunu düşünmemeye çalıştım.
Yener’in iyi olmasını diledim.
Aydın Açıkgöz bir yerlerde bizi izliyorsa eğer, oğlunu iyileştirmesi için ona içten içe yalvarıp dua ettim.
⛓️
Toplantı odasındaki büyük masa, dikdörtgen şeklinde ve cevizdendi. On iki sandalye kapasitesine sahipti, on iki kişiyi aynı anda etrafında ağırlayabiliyordu. Masanın bir ucunda Hakan Basri Şenkaya oturuyordu, diğer ucunda Onur Kırgız. Delegelerden biri Onur Kırgız’ın sağ çaprazındaydı ve Gurur Mert Çalıklı da Hakan Basri Şenkaya’nın sol çaprazında oturuyordu. Devran Soydere, Gurur Mert Çalıklı’nın karşısındaki sandalyede, Tayfun Soydemir de hemen yanındaki sandalyede oturuyordu. Hakan Basri Şenkaya, yüzünün görünmesinden rahatsız değildi. İki delege ve mitten birinin onu görmesini sorun etmiyordu, zaten bir anlaşmaya varılacaksa şayet, güven en önemli barikat olacaktı. Burada olmasının esas nedenlerinden başı çeken, Yener Açıkgöz’dü.
Onur Kırgız, “Yener Açıkgöz değerli bir üsteğmenimiz,” dediğinde Hakan Basri Şenkaya mavi gözlerini kaldırıp, Onur’un gözlerinin içine baktı. “Esasında ben de uzun zamandır bu konunun üzerindeyim. Sağlığı açısından durum risk taşıyor olsa da onu böylece, onurlu bir savaşçı olması hiçe sayılarak ordudan ayırmak doğru gelmiyor.”
Gurur Mert Çalıklı, “İş birliği istiyorsunuz, yanılıyor muyum, Kırgız?” diye sorduğunda, Hakan Basri Şenkaya’nın gözleri ona çevrildi. “Bence lafı uzatmaya gerek yok. İş birliği istiyorsanız şayet, bana kulak verin, kesintisiz bir şekilde bağlantı kurmamız ve tesise giriş çıkışlarınızın onaylanması için bizimle hareket etmenizi sağlayabilirim.”
Karşısında son derece kendinden emin bir yüzbaşı duruyordu, uzun uzun gözlerinin içine baktıktan sonra, “İş birliği bir kenara dursun,” dedi, “ben bir askerin öylece meslek hayatından ihraç edilmesini doğru bulmuyorum.”
Hakan Basri Şenkaya, “Her türlü iş birliğine açığız,” derken yüzünde kurşungeçirmez bir ifade barındırıyordu. Aslında bu teklif ya da masaya sunulan her ne ise, Hakan Basri Şenkaya adına çok da hayırlı olmayabilirdi, bunu içten içe biliyordu; iş birliği demek, gizlilik politikasının belli oranda, hatta büyük oranda ihlal ediliyor olması demekti ve aynı zamanda bu denli açık kartlar sunmak, ileride çok daha büyük düğümler oluşturabilirdi ama bir yanı vardı ki işte o yanı bir babaydı, işte o yanı bir evlada duyduğu sevgiyle kavruluyordu.
Onur Kırgız, bakışlarını Muşta’nın mavi gözlerinde dolaştırıp önündeki evraklara indirdi. Yener Açıkgöz’e ait sayfayı açtı. Köşedeki vesikalık fotoğrafından doğrudan ona bakıyormuş gibi hissetti. “Yüzbaşı olmasına çok bir şey kalmamış,” dedi düşünceli bir sesle.
Gurur, sürecin uzatılmasından şikâyetçi bir şekilde dişlerini gıcırdattı, ardından ciddi ifadesine bir yenisini ekleyerek, “Biz sizin için güçlü bir eliz,” dedi, “buraya atanmanızdaki en büyük faktör terör ve çözüme ulaşan her dosyada kazançlı taraf sizsiniz, yanılıyor muyum? Yani birbirimize yardım edeceksek eğer, bu yardımlaşmada en büyük kazanç sizde olmaz mıydı?” Onur, kaşlarını kaldırdı, karşısındaki adam yanılmıyordu elbet ama bu denli aba altından sopa göstermesini beklemiyordu. Yüzbaşının sesi hem tehditkârdı hem de uzlaşmacıydı. Bu ona enteresan şekilde ilgi çekici geldi. Ne kadar ileri gidebilir diye düşündü ama karşısındaki adamların ne kadar ileri gidebileceklerini mahremiyetlerini açıp, gizlilik politikalarını çiğnemeye hazır olduklarında anlamıştı aslında.
Devran Soydere, “Biz sizin için her türlü yardımı yapmaya hazırız,” dediğinde, Onur’un gözleri kara gözlü adama çevrildi. Yüzü, diğerlerine oranla daha öfkeliydi, bakışları koyu bir fırtına gibi esiyordu. “Güvence istiyorsanız, güvence Hakan Basri Şenkaya’nın sır gibi saklanan yüzünün yanında,” diyerek telsizini çıkardı, “Yıldırım,” dedi, “seni bekliyoruz.” Bakışlarını adama çevirdiği an kapı açıldı. İçeri giren asker, Zafer Örge’ydi. “Herkesten sır gibi sakladığımız gölgelerimizden biri burada. Timdeki gölgeleri hiç kimse tanımaz.”
Zafer Örge, keskin bakışlarını masada dolaştırdı, bir jilet gibi kayan bakışlar Onur’un yüzünde asılı kaldı. Sıkı ve seğiren çenesine rağmen başıyla Onur’u selamlayıp Tayfun’un hemen yanına oturdu. “Yüzbaşı Zafer Örge,” diye tanıttı kendini. “Alaşafak Timi’ndeyim.”
Masaya sunulanlar, bu timden beklenmeyeceği şekilde çoktu. Onur’un kafası karıştı, yanında yer alan iki delegenin de kafası son derece karışık durumdaydı çünkü bir askeri ipten almak adına bir sürü askeri ipe çıkarmışlar gibi hissetmişlerdi; belki de bu bir nevi doğru bir düşünceydi.
Delegelerden biri, “Yener Açıkgöz’ün sağlık durumu,” diye söze girecekken, Onur elini kaldırarak delegeyi susturdu ve hemen ardından gözlerini Muşta’ya çevirdi. “Yani bana üsteğmenin ölümü göze aldığını mı söylüyorsunuz?” diye sordu.
“Biz bu yola çıktığımızda, ölüm bizim için bir nişandı, ulaşılması gereken en büyük rütbeydi ve hiçbirimiz tek bir an olsun bundan korkmadık,” dedi Gurur, Onur’un gözleri yeniden ona çevrildiğinde bakışları şahin kadar keskinleşen adamın yüzünde, ölümün gölgeleri dalgalanıyordu. “Size başka kimsenin açmayacağı kapıları açıyoruz, Türkiye’nin en güçlü timlerinden biri yapıyor bunu. Bizim iş birliğimizin çeyreğine değil, tamamına sahip olabilirsiniz ve bu da demektir ki girip de kazanamayacağınız tek bir savaş bile olmaz.”
Delegelerden biri, Onur Kırgız’ın kulağına eğildiğinde, Tayfun taştan bir sesle, “Topluluk içinde kulaktan kulağa oynamak hiç de saygılı bir hareket değil, Sayın Delege,” dedi.
Delege, ölümün vücut bulmuş hâli gibi görünen adamın gümüş gözlerine, ardından formasını zorlayan kalın kollarına baktı ve geri çekilip gözlerini Onur Kırgız’a çevirdi. Bu anlaşmayı delice buluyordu ama Onur Kırgız, bu anlaşma önüne sunulmasaydı da Yener Açıkgöz için savaşmaya hazır görünüyordu.
“Onur Kırgız’dan talep edilen şeyin tamamınızın meslek hayatını riske atmak demek olduğunu, aynı zamanda kendisini de tehlikeye atması demek olduğunu biliyorsunuzdur diye umut ediyorum,” dedi delegelerden diğeri.
“Riskleri göze almamış olsaydık burada olur muyduk?” diye soran Gurur’du, sayın falan dememişti, saygıya değer bulduğu tek bir kişi bile yoktu burada kendi timi dışında. Belki Onur Kırgız saygıyı biraz olsun hak ediyordu, onunla sorunlarını kişiselleştirmekten vazgeçmişti çünkü karşısındaki adamda yardım ışığını görebiliyordu. “Kendimizle ilgili tek bir sorun yok, biz buna hazır olarak oturduk bu masaya. Tüm sorumlulukları üstlendik. Göze alınabilecek her şeyi göze aldık.” Onur’un gözlerinin içine baktı. “Sizden göze almanızı istediğimiz şey büyük bir şey belki ama karşılığı da büyük, mükafatı da büyük. Gayenizin ne olduğunu biliyoruz, bizden zaten yardım alacaktınız ama biz fazlasını sunuyoruz. Sizinle bir ekipten ötesi olabileceğimizi söylüyoruz. Daha iyisini bulamazsınız. Çünkü bizler en iyisiyiz.”
Onur bildiği bu gerçeği yalanlamadan, “Ona ne şüphe?” diye sordu.
Gurur kaşlarını kaldırıp, “O hâlde?” diye sorunca, delegelerin gergin bakışları büyüdü ama Onur’un gözlerinde görünen tek şey, karşısındaki adamlara duyduğu güvendi. Yalan söylemediklerini biliyordu, bu denli cesur olmalarına hayret ediyor, aralarındaki bu bağı tam olarak anlamlandıramıyordu.
Hakan Basri Şenkaya, “Ya bizimle iş birliğini kabul edersiniz ya da tıpkı bizim gibi, belki bizden de fazlasıyla zararlı çıkarsınız,” dediğinde, askerler başlarını aşağı yukarı sallayarak en büyüklerini doğruladılar.
Onur Kırgız gülümseyip birleştirdiği ellerini masanın üzerine koydu ve “O hâlde beyler, hadi Yener Açıkgöz’ü kurtaralım,” dedi.
Aynı saatler içinde saatin ibresi bu defa eski bir depoyu gösteriyordu. Deponun demir kapısı, Yener’in büyük elleriyle açıldı ve Yener, deponun ortasında, üzeri naylon ile örtülü şeye baktı. Birkaç adım sonunda o şeyin önünde durdu.
Naylon örtüyü kaldırdığında, yıllar önce üzerini örterek hayatından sonsuza dek çıkardığı, onun için karanlık bir geceyi hatırlatan o motosiklet tam karşısında duruyordu.
Gözlerini kaldırıp doğrudan kadraja baktı ve sanki satırlarda gözleri dolaşan biriyle göz göze geldi.
Yine aynı saatlerde, saatin ibresi dağdaki gizli hangarın önünde duran genç bir kadını gösteriyordu.
Eylül Çalıklı.
Hangarın büyük kapısından içeri bakarken, paltosunun derin cebinde bir silah saklıyor, sakladığı silahın sapı soğuk parmaklarının arasında asılı duruyordu.