Gözlerim dolduğunda, gözyaşımı akmadan geri göndermeyi öğrenmiştim.
Her insan gibi, ben de her şeyi yaşayarak, hissederek, içimi parçalamasına izin vererek ve sonunda içim gibi bir bütün olmaktan vazgeçip parçalanarak öğreniyordum.
Yere düştüğümde ve dizlerim parçalandığında, dizlerimi babama gösterip gözyaşları içinde, “Nasıl geçecek?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Yaraların nasıl iyileştiğini bana anlatırken gözyaşlarım akmayı bırakırdı, yüzümde acının bile kaydıramadığı bir sakinlikle onu dinlerdim. Şimdi de babamın karşısına geçmek ve ona nasıl geçeceğini sormak istiyordum.
Bana nasıl bir cevap verirdi, bunu çok merak ediyordum.
Uykunun bir hastalığın saldırdığı bünyeyi yavaşça terk etmesi gibi beni usulca terk ettiğini hissettiğimde gözlerimi açtım. Odunun ateşin içinde yanarken çıkardığı çatırtılar salona doluyordu. Elimde yastıkla salona geldiğim ânı hatırlıyordum, şöminedeki ateş bu kadar taze değildi ama o zaman da yanıyordu. Koltuğa uzanıp yastığı başımın altına koyduğum sırada Efken de içeri gelmişti. Alevlerin onun güzel yüzünü nasıl aydınlattığını hatırlıyorum.
Bir süre sırtına şöminedeki ateşi alarak beni izlemişti. Ben de avucumu yanağıma koyup yattığım yerde onu izliyordum. Bir müddet sonra salondan çıktığını hatırlıyorum, gidişini sakin gözlerle izlemiştim. Uyku gözlerime çökerken salona tekrar döndüğünü, elinde yumuşak bir battaniye tuttuğunu hatırlıyorum. Üstümü yavaşça örterken gözlerinin yüzümde dolaştığını hissedip bakışlarına karşılık vermiştim.
Gideceğini fark ettiğimdeyse, “Efken,” diye mırıldanıp battaniyeyi yavaşça açarak koltuğun diğer ucuna doğru kaymıştım. Reddeder ya da bir şeyler söyler sansam da sanki beklediği bu davetmiş gibi sessizce gelip yanıma uzanmış, küçük bir koltukta birbirimize yaslı hâlde öylece uyuyakalmıştık.
Şimdiyse uyanıktım ve canlı bakan gözlerim onu bulamamıştı. İçeride ateşin közlenirken çıkardığı iç ısıtan bir koku vardı, dışarıda yağan yağmurun verandanın saçaklarına vururken çıkardığı ses de ateşin çatırtılarına tutunup ona karışmaya başladı. Kurdun ıslanacağını düşünerek yattığım yerden doğrulup yumuşak battaniyeyi katlayarak koltuğun ucuna koydum ve eteğimi düzelterek hole çıktım. Tam o sırada sokak kapısı açıldı ve soğuğa rağmen beyaz sporcu atletiyle içeri giren Efken’i gördüm. Aralanan kapıdan kurdun da verandada olduğu görünüyordu. Yağmurun sesini duyunca dev hayvanı buraya gelmeye zorlamış olmalıydı. Kurdun bir gizemi olduğu söylenemezdi çünkü benim onun ne olduğuna dair bir fikrim vardı, içimden bir ses Efken de onun sırrını tahmin ediyor diyordu.
“Eğer normal bir kurdun iki katı olmasaydı onu içeri alabilirdik,” diye fısıldadım uykulu bir sesle.
“Soğuk yarasını hızla iyileştirdi, sanırım biraz daha soğukta kalması onun için iyi olacak,” dedi Efken, gözlerini üzerimde dolaştırdı ve “Yağmur dindiğinde evden çıkalım,” dedi, gün henüz yeni ağarıyor gibiydi, tamamen beyaza dönmemişti, hatta neredeyse koyu griydi ama artık gecenin içinde olmadığımız kesindi.
“Luxury için mi?”
“Evet,” dedi. “Diğerleri de oraya gelecek. Şu Manbel konusunu konuşacağız. Orospu çocuğu Samuel de ortalarda görünmüyor, bu konuyu da çözüme ulaştırmam gerek.”
Dağılan koyu renk saçlarımın arasına götürdüğüm parmaklarımı başıma bastırınca neredeyse inleyecektim, kafam çatlayacak gibi ağrıyordu. Yüzümü buruşturduğumu fark edince bendeki bakışları keskinleşti. “Peki,” diye fısıldadım.
“Başın mı ağrıyor senin?”
“Önemli bir şey yok.”
“Sana bir soru sorduğumda böyle uzun bir cevap vereceğine, evet ya da hayır de,” diye emretti sert bir sesle, afallayarak ona bakakaldım. “Cevap alamamak hiç hoşuma gitmiyor. Beni sadece öfkelendiriyor.”
“Önemli bir şey yok dedim çünkü bu ağrıyor ama çekilmeyecek kadar fazla ağrımıyor demekti,” dedim sertçe. “Sen benim kullandığım dili anlamıyorsan bunun sorumlusu ben değilim. Beni anlamayı öğren o zaman. Dağ ayısı.” Sırtımı dönüp salona dönecektim ki iki büyük adımda ensemde bitti ve bileğimi kavrayıp beni kendisine doğru çevirdi.
“Seni anlamamı istiyorsan her seferinde götünü dönüp gitmeye çalışma,” dedi, sesinde alay yoktu, ciddi gözlerine alay dolu gözlerle baktığımda dişlerini sıktı.
“Arpan mı az geldi?” diye sordum öfkeyle. “Yine başladın hırlamaya.” Bileğimi sertçe geri çektim. Bana dik dik baktı. “Ha bire değişen ruh hâllerin için kendini de tedavi etmen gerek Karaduman. Bipolar bozukluğun olabilir çünkü.”
“Sık değişen ruh hâllerinin tek sebebi bipolar değildir, psikolojiyle ilgili bilgin yoksa fikrin de olmasın,” dedi alayla.
“Ne oluyor ya?” diye sordum sertçe. “Uyuduk uyandık ne değişti? Hayvan olduğunu mu hatırladın?”
Bir süre bana düz düz baktıktan sonra derin bir nefes aldı. “Hazırlan da çıkalım.”
“Yağmur dinince dedin.”
“Medusa, kafam sik gibi tamam mı?”
“Ee?” diye sordum ters bir sesle. “Sik gibiyse ne yapacağız? Sıvazlayıp rahatlatmaya mı çalışacağız kafanı? Biz senden farklı mıyız?”
Bana irileşen gözlerle baktı ve sonra birden yüksek sesle gülerek başını iki yana salladı. “O nasıl bir laftı ya?” diye sordu gülüşlerinin arasından. “Bir de bana edepsiz diyorsun, hayatımda öyle bir laf duymamıştım.”
Utandığımı hissettim ama yine de belli etmeden ona dik dik bakmayı sürdürdüm.
“Ağzına yakışmadığını söyleyemem,” dedi kafasını indirip bana alayla bakarken. “Ama yine de Nigin olduğun adamın kafasını senin de sike benzetmene hiç gerek yoktu…”
“Kendin benzetirken iyiydi ama…”
“Kendin benzetirken iyiydi ama,” diye taklit etti beni yüzünü yüzüme yaklaştırarak. “Beni bir de yatakta gör. Neleri nelere benzetirim tahmin bile edemezsin.”
Duşta olanları hatırladığım için karnıma kramp girdi. “Sevimsiz sevimsiz konuşuyorsun yine, aynı sapık dayılar gibisin.”
“Neyler gibiyim?”
“Konuşma benimle,” diye söylenerek yanından kaçıp yatak odasına yöneldim.
“Eteğini indir istersen,” dedi bana zevkten dört köşe bir sesle.
“Nedenmiş o? Şimdi de etek boyuma mı karışıyorsun? Ayı mısın?”
“Hayır, sadece kumaş kıçının üzerine çıkmış, ondan,” dedi sırıtarak.
İrkilerek elimi arkaya doğru attım, yukarı kalkan kumaşı hızla aşağı çekiştirirken yürümeye devam edip yatak odasına girdim ve kapıyı kapatıp, “Salak,” dedim utançtan düğümlenmiş bir mideyle. “Sağı solu da belli olmuyor hiç salağın.”
“Seni duyuyorum,” dedi kapının arkasından. “Üzerine kalın bir şeyler al da çıkalım.”
“Çıkarsam kafanı patlatırım,” diye fısıldadım duyamayacağı bir tonlamayla. Elbise dolabından bir deri ceket çıkarıp ceketi kalın kazağın üstüne giydim. Saçlarımı parmaklarımla düzeltip Efken’in şişesi mavi parfümünü elime aldım ve bir süre inceledikten sonra boynuma iki kez püskürttüm. Yoğun ve erkeksi bir koku tenime ânında işlerken bu kokuya oldukça aşina olduğumu fark ettim. Gözlerim parfümünün şişesinin üzerindeki yazıya kayınca, bunun bildiğim pahalı bir markaya ait çok da popüler olmayan, oldukça tuzlu bir parfüm olduğunu fark ettim. Şaşırmadım çünkü buradaki her şey geldiğim yerdekinin yansıması gibiydi. Parfümü kutusuna geri koyup son kez aynaya baktım. Daha iyi görünüyordum ama daha iyi hissetmiyordum. Aslında biraz allık ve rimel iyi olabilirdi, yine de hâlim yoktu, parfüm yeterdi de artardı bile.
Evden çıkarken verandada koca bir kurdun uyuyor olması beni ürkütmedi. Göz ucuyla kurda baktığım esnada Efken evin kapısını kilitliyordu. Yağmurun sesi verandadayken daha kuvvetli duyuluyordu. Kurt bir ara gözlerini açıp büyük başı patilerinin üzerindeyken bana baktı ve bunun kalbimi anlık da olsa hızlandırıp beni paniklettiğini hissettim ama tepki vermedim. Bakışları tehditkâr değil, meraklıydı. Beni merak ediyor gibi izledikten sonra huzursuzluğumu sezmiş gibi bakışlarını sonlandırıp gözlerini geri yumdu.
Efken, “Hadi,” diyerek verandanın merdivenlerine yönelince kurttaki gözlerimi Efken’in sırtına çevirip arkasından ilerledim. Cipi hemen evin yan tarafındaki boşlukta olduğundan yağmurun altında çok kalmadık, zaten yağmur ahmak ıslatana dönüşmüştü. Cipin ön koltuğuna oturup uyarı sesi sinirlerimi bozmadan hemen önce emniyet kemerimi hızlıca bağladım. Yaram hiçbir şeye gerek kalmadan kendiliğinden kapanıp karnımdan silindiği için canım hiç acımıyordu, sadece içime saplı duran garip bir huzursuzluk vardı. Efken arabayı çalıştırıp aracı araziden çıkarana kadar o huzursuzluk içimde kalp gibi atmaya devam etti. Ormanı ikiye ayıran yolda ilerlemeye başladığımızda radyoda çalan müziğe odaklandığımdaysa artık kendimi daha iyi hissediyordum. Huzursuzluk hâlâ vardı ama kuvvetini yitirmişti.
Nigin hakkında düşündüğüm boyutta ve ciddiyette konuşmalar yapmadığımız için iyi hissediyor olsam da o büyük konuşmaların kapıda olduğunu düşünmek içimdeki huzursuzluğun genişleyip büyümesine neden oluyordu. Elbet bir gün geri dönmek istediğimi düşünecekti. Her şey bittiğinde bana nasıl bir teklifle geleceğini merak ediyordum. Ne yaşanırsa yaşansın, ucunda onun hayatının olduğu bir teklifi kabul etmemin yolu yoktu.
Bunları düşünmek, arafta gibi hissetmeme neden oldu.
“Sana bir şey soracağım,” dedi araç biraz daha hız kazandığında. Bir gelinin tenini saran gelinlik gibi ağaçların dallarını sarmış karların üzerine çarpan yağmur damlalarını izlerken, “Sor,” diye mırıldandım.
“O yaratıkları nasıl durdurduğun hakkında bir fikrin var mı?”
Böyle bir soru beklemiyordum. Yine de “O an bunu yapabileceğimi hissettim,” dedim dürüstçe. “Sanki Manbel’de olan o parçadan bende de vardı ve bu, onları Manbel’e değil, bana sadık bir savaşçıya dönüştürdü.” Saçma sapan konuştuğumu düşünerek sustum ama Efken devam etmemi ister gibi omzunun üstünden bana destekleyici bir bakış attı.
“Devam et Mahi.”
Efken’in kâbuslarıma uzanan güçlü ellerinin huzursuzluğuma da uzanarak huzursuzluğun aktığı o yarayı kapattığını hissettim. İnsan destek görmek istediği kişiden beklediği desteği alınca kendini daha güvende hissediyordu.
“Savaş alanında bir yılan gördüm Efken.”
“Anlamadım?”
“Siz görmediniz mi?”
“O an ortalık çok karışıktı, algılarım sadece sana ve Yaren’e saplıydı,” dedi dürüstçe, dürüstlüğü yutkunmama neden oldu. “Gerçek bir yılandan bahsediyorsun, değil mi?”
“Evet,” diye fısıldadım. “Yaratıklardan birinin boynunu sarıp onu sıktı ve beni kurtardı. Bu sırada sanki benimle iletişime geçiyordu. Tıpkı Ramon’un armağan ettiği o elmasın yaptığı gibi.” Bir anda elması hatırlayınca irkildim. “O elması unuttum,” dedim korkuyla. “Onu daha fazla incelemeliydim. Bunu yapacağım. En başında Manbel’in gelişinin haberini garip bir dille de olsa bana veren o elmastı.”
“Sakinleş,” dedi Efken sert bir çeneyle. “Yılandan bahsediyordun.”
“Şey. O, tapınakta bedenini gördüğüm safir derili yılandı. Derisinde safir parçaları parlıyordu.”
“Bir vizyon olabilir mi?”
“Hayır. Tamamen gerçek gibiydi.”
Bir süre sessizce arabayı sürdü. Kafası karışmış gibi, “Peki sakladığımız elmas yılan bedeni?” dedi. “Onu da gördün mü?”
“Hayır. Sadece safir olanı gördüm. Bedenden ibaret değildi, canlıydı.”
“O bedenin neden bizimle gelmesini istediğini de çözmemiz gerek,” dedi Efken, “ve tabii şu yavşağın sana hediye ettiği elmasın da gizemi var. Bir de başımıza safir bedenli yılan çıktı, ha?” Kafayı yemek üzereymiş gibi başını iki yana salladı. Aklımdaki tüm düşüncelerin bir anlığına sustuğunu hissedip gözlerimi ellerime indirdim. Bu konu hakkında şimdilik konuşmak istemiyordum, biraz sessizliğe ihtiyacım vardı; çektiğim uyku kendimi ve kafamı toparlamama yetmemişti.
“O kadar çok şey var ki, hangi birine yetişeceğimi bilemiyorum,” dedim çaresizce. “Elması öylece yok saymamalıydım. Bana düşmandan bahsetti ve onu öylece kapatıp sakladım. Onu biraz daha dinlemeliydim. Bana söyleyeceği başka şeyler de vardı belki.” Kendimi çok kötü hissederek bacaklarımı yukarı çekip dizlerimi karnıma yasladım. Efken postallarımla arabasının koltuğuna basmamı biraz bile umursamadı. Kollarımı bacaklarımın etrafına sararak yolu izlerken, “Elmasa kulak vermeye devam etmediğim için aptalım. Her şey o kadar üst üste geldi ki onu unuttum, aklımdan tamamen çıktı. Evet, bu bahane olamaz ama…”
“Kendine yüklenip durma,” dedi anlayışlı bir sesle. “Senin yaşadıklarının onda birini yaşasa tımarhanelik olacak milyonlarca insan varken, birkaç şeyi gözden kaçırdığın için kendini suçlamayı kes.”
“Bu durdurabileceğim bir şey değil. Manbel’in saldıracağından emin olmasam da ihtimaller dâhilindeydi, onu görmüştüm, elmas bana ondan bahsetmişti, harekete geçmesi kaçınılmazdı.” Dalgın gözlerle yolu izlemeye devam ettim. Ağlamayacaktım ama gözlerim suçluluk duygusuyla yanıyordu. “Aranızdan birine bir şey olsaydı, kendimi hiç affetmezdim. Orada ne olduklarını bilmediğimiz bir sürü yaratık vardı ve nasıl davranmamız gerektiğini bilmeden karambole savaşa tutuştuk. Kayıplar verebilirdik.”
“Savaşlar böyledir Medusa. Her zaman kayıplar verilir.”
“Kayıplar görmezden geldiğim bazı şeyler yüzünden verilirse, bu kayba savaş gereği verilmiş bir kayıp diyemeyiz, birimizin aptallığı yüzünden verilmiş bir kayıp deriz. Ben aptal olmak istemiyorum.” Gözlerimi ona çevirdiğimde büyük ellerinin direksiyonu parçalayacak gibi sıkıca kavradığını gördüm. Parmak boğumları ölüm beyazına boyanmıştı. “Ben bu kaderi de istemiyorum,” diye fısıldadığımda gözlerimiz buluştu. “Normal bir insan gibi yaşayamaz mıyım?”
“Bilmiyorum,” dedi çaresizliğin getirdiği sakin bir sessizlikle.
“Tıpkı bir çocuk gibi mızmızlanmayacağım.” Gözlerimi gözlerinden kaçırdım, gözlerine bakınca ağlayasım geliyordu. “Bu kaderi öylece kabul edemem ama bana düşen görev neyse bunu yerine getireceğim. Belki görevim her ne ise onu tamamladığımda bu kader de beni azat etmeye karar verir.”
“Kader seni azat ettiğinde ne yapacaksın?”
Bu soru çok ağır bir soruydu, o sorarken ne hissetti bilmiyordum ama ben soruyu duyduğumda kalbimdeki acının şiddetlendiğini hissedebilmiştim. Sessizce, “Bilmiyorum,” diye mırıldandım.
Bu belirsizlik ona ne hissettirdi bilmiyordum ama bana koca bir kalp ağrısı ve ruh boşluğu hissettirmişti. Sanki ruhum orada değildi, içimdeki son bağını da koparıp çıkıp gitmişti, gittiği yerde bıraktığı koca boşluk ise her geçen gün büyüyerek beni tüketmeye başlamıştı. Efken’in verdiğim bu kısa cevaptan nasıl anlamlar çıkaracağını merak ederek sessizliğime sarıldım ve Luxury’nin önüne gelene dek konuşmadım.
Mekânın girişi değişmişti, hâlâ yangının izlerini taşıyordu ama eskisinden daha iyi duruyordu. Kapıda birbirine yaslı duran kılıçlara ve duvardaki pençe izlerine baktım; daha geniş ve uzun duruyorlardı. Duvarlar daha koyu bir renge boyanmış, böylece yangından kalan is lekeleri de kapatılmıştı. Emniyet kemerimi çözüp arabadan indim ve buzlanan yolda hafifçe kayarak ilerledim. Kapıda uzun boylu iki koruma duruyordu, beni gördüklerinde gözlerinde belirsiz bir ifade oluştu, sanki kim olduğumu sorguluyor gibiydiler. Efken tam arkamda durduğunda önüme düşen gölgesi onları duraksattı ve belirsiz bakışlar yerini saygıya bıraktı. Normal hayat süren insanların bize baktıklarında ne gördüklerini merak ederek mekâna girdim ve içerinin büyük ölçüde tam da çizip tarif ettiğim gibi yenilendiğini gördüm. Hâlâ tam olmayan şeyler vardı, restorasyon uzun süre daha devam edecek gibi duruyordu ama genel olarak bakıldığında eskisinden daha güzel bir Luxury görüyordum.
“Kraliyet Pitonu bulmak kolay değil,” dedi arkamdan yavaşça sokulurken. “Üstelik hâlâ hazırlıklar sürüyorken onu huzursuz etmek de istemem.”
Etrafı süzmeye devam ederek, “Neredeyse kafamdaki gibi,” diye fısıldadım.
“Neredeyse?”
“Hâlâ eksikleri var.”
“Tamamlandığında tamamen kafandaki gibi olacak,” dedi. “Açıkçası ben de sevdim. Klasik görüntüden uzaklaştırıp daha modern dokunuşlar yaptın. Uzun yıllardır klasik şeylerle ilgilendiğim için böyle bir değişim başta garip gelmedi diyemem.” Nefesi saç diplerime çarpıp bedeni bedenime yaslanınca, hiç mesafemiz olmadığını fark edip irkildim. Bir elini belimin kenarına koyarak, “Gerçek bir kadın eli değmiş gibi duruyor, öyle değil mi?” diye fısıldadı erkeksi bir sesle.
“Beğenmene sevindim,” dedim, dudaklarımda silinemeyen bir tebessüm oluşturan dokunuşu yüzünden kalp atışlarım da hızlanmıştı. “Pençe izlerinin içeride de olması gerçekten iyi bir fikirdi, kabul et.”
Sessizce, “Bak sen,” diye fısıldadı. “Kabul edelim bakalım.”
Yapımı henüz tamamen tamamlanmamış olan bar bankosuna doğru ilerlemeye başladığımda başta arkamdan gelmedi, tam bankonun önünde durduğumdaysa zarif adımları bana doğru süzülmeye başlamıştı. Bankonun arkasında bir barmen yoktu ama içki şişeleri oradaydı. Cam bankonun teninde yansıyan ışıkların üzerine oturuyormuşum gibi hissettim. Taburede kendimi bara doğru konumlandırdığımda, Efken beklenmedik bir şekilde bankonun arkasına geçti ve büyük avuçlarını tezgâha bastırarak bir barmen edasıyla, “Senin için hazırlamamı istediğin bir şey var mı?” diye sordu, yüzünde kızıldan maviye dönen ışığı soluksuz izledikten sonra kaşlarımı kaldırdım.
“Önerin var mı?”
“Sıcak şarap ve kulak yakan birkaç yudum viski dışında bir şey içebiliyor olsaydın, evet, olurdu,” dedi muzip gözlerle beni süzerek.
“Soğuk şarap da içebiliyorum,” dedim yorgun bir surat taşımama rağmen ona dik dik bakarak.
“Hiç Cennetin Kanı’nı denedin mi?” diye sordu denemediğimi bile bile bana pis bir sırıtışla bakarak.
“Ne garip bir kokteyl ismi o öyle?”
“Bu yakada benden iyi yapanına rastlayamazsın,” dedi sivri köpek dişlerini gösteren bembeyaz bir gülümsemeyle.
“Hazır sana rastlamışken denemezsem olmaz.”
“Çarpıntı yapmasın?”
“Sarhoş olduğumda üzerine kusmamdan korkuyorsan, kusmak gibi huylarım yoktur.”
“Henüz hiç alkolden kusmadıysan, hiç sarhoş olmamışsın demektir,” dedi ve gözlerinde karanlık bir ışıltıyla şişeleri cam bankonun üzerine dizmeye başladı. Viski, votka, cin tonik ve tekila şişelerine bakakaldığımda dişlerindeki parıltı arttı; gülümsemesi büyüdü. “Sadece birkaç damla. Seni bilincinin dışına çıkarmaya niyetim yok.”
“Bekliyorum,” dedim meraklı görünmeye çalışarak ama bu kadar çok şişe ve seçenek varken bilincimin dışına savrulmamak imkânsız duruyordu açıkçası.
Efken kırmızı meyvelerin olduğu bir buz kovası çıkardı, her meyve donmuştu, kırmızı renkteki buz küplerinin içeriğinin ne olduğunu da anlayamamıştım ama kırmızı meyvelerin kokusu yoğun bir şekilde soğukla beraber içime dolmuştu. Üzerinden soğuğun buharı kabaran meyvelere merakla baktığım sırada Efken metal bir termos çıkardı ve termosun içine ne olduğunu çözemediğim bir sıvı doldurdu, ardından içine kırmızı renkteki buzları atıp küçük tekila bardaklarını sırayla yarıya kadar şişelerdeki içkilerle doldurdu. Her birini termosa boşalttı, birkaç meyveyi eliyle yarıp termosa attı ve dar kazağın açığa çıkardığı kalın kollarındaki tüm kaslar oynaşırken onları sertçe çalkalamaya başladı.
Köpüren içeceği kırmızı buzları içine attığı geniş bir martini kadehine doldurdu ve kan kırmızısı, sanki bir bedenden yeni dökülmüş kan gibi köpüren kokteyle bakakaldım. Efken büyük elleriyle kadehi önüme doğru sürüklerken, “Cennetin tadına bakmak istiyorsan ya kendini öpmelisin ya da bunu içmelisin,” dedi. “Kendini öpemeyeceğin için, bunu içeceksin.”
İddialı kelimeleri nabzımı zonklattı, gözlerim ondayken kadehi parmaklarımın arasına aldım, soğuğun parmak uçlarımı uyuşturma ânını gözlerim onun gözlerindeyken yaşadım. Kokteylden bir yudum alırken de gözlerim ondaydı. Zamansız, mekânsız bir anda gibiydik; sadece bizdik. Işıklar ve sesler yoktu, kokular ve tatlar da kaybolmuştu. Arafta gibiydik. Yapılan tüm kötülüklerin bedelini, bir ceza ödememizin bile istenmeyeceği kadar önemsiz olduğumuz bir yerde baş başa ödeyecektik. Ağzıma bulaşan tat o kadar güzeldi ki sanki alkol değil, dünyanın en güzel meşrubatını içiyordum. Gözlerime yayılan beğeniyi görünce zafer kazanmış gibi sırıtarak dirseklerini bankoya yaslayıp, “Hımm,” diye mırıldandı.
“Bu… çok iyi.”
“Çok iyi? Bence sadece çok iyi değil.”
“Övülmek mi istiyorsun Karaduman?”
“Senin övmeni istiyorum.”
Ona kirpiklerimin altından uzun uzun bakarak, “Öveceğim şeyler yaparsan, seni her zaman överim,” dedim.
“Hımm, laf mı sokuyorsun bana?” Dudaklarındaki gülümseme silinmedi. Çenesiyle kokteyl kadehimi işaret etti. “Hadi, buzlar erimeden yut şunu.”
“Cennetin tadına bakacak kadar şanslıyım.” Kadehi dudaklarıma götürüp kokteylden bir yudum daha aldım.
“Herkes benim gibi her ikisini de tadacak kadar şanslı değil tabii,” dedi keskin gözleri üzerimdeyken.
Efken’in her bir cümlesi içimi kavururken zihnimin derinliklerinde onun kelimeleriyle var olan bir düşünce doğdu. Onu değiştiriyordum, belki herkese karşı eskisi gibi olmaya devam edebiliyordu ama benim karşımda ilk gördüğüm gün var olan o adam yoktu artık. Güzelliği aynıydı, bıraktığı hisler daha da kuvvetliydi, gücü aynıydı ama o adam değildi. Kokteylimi içtim ve ışıkların zihnimi bulandırmasına izin verdim. Başım biraz dönmeye başladı ama sarhoş değildim. Efken yanımda buzla doldurduğu üçüncü viskisini içerken dalgın gözlerle onu izliyordum.
Sonunda alkol onu biraz gevşetmiş gibi, “Samuel’in izini bulamadım,” dedi, bu canını sıkıyor olmalıydı; uyandığımda maruz kaldığım öfkesinin sebebi şimdi ayyuka çıkıyordu. “Sezgi ile kan bağları olup olmadığı konusunda yapılan testin haberini duyunca toz olmuş olmalı. Tabii bir şeylerin açığa çıkacağını anladı, salak değil.”
“Samuel konusunda endişelenme,” dedim. “Benim normal bir insan olmadığımı anladığında bana duyduğu öfke de ortadan kalkacaktır.”
“Ortadan kalkıp kalkmaması değil, seni bir kere bile olsa o düşüncenin içine alması sorun benim için,” dedi Efken, gözleri şeytanın ona emanet ettiği ateşlerle yanıyordu. “Senin hakkında bunu düşündü mü? Düşündü.” Geber yazan yumruğunu sıkınca gözlerim parmaklarına kaydı. “O yumruğu ona attığımda, fişini çekmeliydim.”
“Çeksen ne olacaktı? Ölümü bile iyileştirebiliyorlar.”
“Ve ben onların güçlerini devre dışı bırakabiliyorum.”
Sessizleştim. Kendine bir viski daha doldurdu ve İbrahim ile Ulaş mekânın kapısından gürültüyle girene dek tek kelime etmedi. Ulaş sırtında arbaletiyle, İbrahim de kolunda sargı beziyle yanımızda durduklarında, sabahın kör vaktinde Ulaş’ın sırtında bir silah taşıyor olmasına tuhaf tuhaf baktım.
“Kendimi güvende hissettiriyor,” dedi bana yan gözle bakarak.
İbrahim’in bileğindeki sargı bezine baktığım sırada kafamdaki kuyuda ona ait akıl sağlığı kaybettiren kahkahalar yankılanmaya başladı. İbrahim’e, “Koluna bakabilir miyim?” diye sordum çünkü onun da normal olmadığını biliyordum; Efken de o da normal değillerdi.
İbrahim, “Önemli bir şey yok toprağım,” dedi neşeli bir sesle.
“Yine de bakacağım.”
İbrahim bana tuhaf bir bakış atınca, Efken, “Göster işte kıza kapuçin maymunu,” dedi sertçe. “Ne nazlandın.”
“Tamam sevgilim, neden geriliyorsun ki bu kadar?” İbrahim bileğini bana doğru uzatınca, bantları yavaşça kaldırıp sargıyı açmaya başladım. “Kız su toplamıştır yanan yer,” dedi telaşla. “Allah cezanı vermesin, bak düşer bayılırım şuraya. Ben yanığa bakamam. Kız açmasana. Kız ben kime diyo-” Donup kaldı, ben de donup kalmıştım. Ulaş bir adım geri çekilerek İbrahim’in pürüzsüz duran bileğine bakarken sertçe yutkundu. Efken de tepkisizce yanık izinin silinip gittiği temiz deriye bakıyordu. “Bismillahirrahmanirrahim gerçekten,” dedi İbrahim dehşet içinde.
“Bayılacak mısın?” diye sordum temkinli gözlerle ona bakarken.
“Galiba Mahinevciğim, bir tuhaf oldum da çünkü, elim ayağım aynı anda boşaldı, bedenim boşlukta asılı duruyor, her an yığılabilir, düşebilir, yıkılabilirim.”
“Bende kal ve sakın bayılma. Sen yaratık bıçakladın,” diye güç verdim ona.
“Beni böyle gazlayacağını sanıyorsan, hiç yardımcı olmuyorsun. Şu an o anları hatırlayarak doksan üçüncü bayılmamı gerçekleştireceğim çünkü.”
“Bayılmayacaksın.”
“Damardan narkoz almış gibiyim, on değil direkt dokuzdan geriye doğru saymaya başlayıp beşi göremeden bayılacakmışım gibi hissediyorum. Ne demek bayılmayacaksın? Sen mi karar veriyorsun Ferhunde?”
“Farkındaysan şu an bayılmadın.”
“Lafa tuttun çünkü beni.”
“Uzatma işte,” dedi Efken. “Senin ne olduğunu çözmemiz lazım.”
Sadece onun mu diye sormak istesem de sessizce başımı sallayarak Efken’i onayladım. İbrahim, yüzündeki tüm kan çekilmiş gibi bize bakarken, “Hiç de bir şey değilim ben,” diye karşı çıktı.
“Yaran bu kadar kolay iyileştiğine göre, gayet de bir şeysin,” dedim.
“Belki o yaratıkların olayı budur, anlık yaralayıp kaybolduklarında açtıkları yaralar da kayboluyordur,” dedi, söylediği bir noktada mantıklı gelse de Manbel’in kayboldukları an açtıkları yaraların da kaybolacağı bir sürüyü üzerimize salmayacağına emindim. İçimden bir ses, karşımızdaki düşmanın son derece içten pazarlıklı olduğunu söylüyordu.
Ulaş, “Eğer öyle olsaydı benim yaram geçerdi,” diyerek bileğinin içindeki çizikleri gösterdi. “Aralarından bir tanesi kaybolmadan hemen önce bileğimi kavrayıp ok atmamı durdurmaya çalışmıştı. O sırada oldu bu.”
İbrahim uzun uzun çiziklere baktı. Bu düşünce aklına yattığında yüzünü saran ifadeden zaten onda normal olmayan bir şeyler olduğunun kendisinin de farkında olduğu anlaşılıyordu. Anlamlandıramıyor olmalıydı. Kafasının içinde neler dönüyordu kim bilirdi, onun da kafasında, hatta içinde bir şeyle savaştığını görebiliyordum. Tıpkı benim gibi…
“Ne olduğumu nasıl anlayacağız?” diye sordu İbrahim düşünceli bir sesle.
“Efken de yaralanmıştı ama gördüğüm kadarıyla onun da bir şeyi yok. O zaman o da normal değil,” dedi Ulaş araya girerek.
“Efken’in normal olmadığını anlamak için yaralanmasını ve yarasının kaybolmasını görmen mi gerekiyordu salak?” diye sordu İbrahim. “Şu tipin normal olma ihtimali ne sence?”
“Zevzekliği bırak,” dedi Efken sertçe, kendine yeni bir viski dolduruyordu, gözleri bizde değildi, kehribar renkli sıvının kadehi dolduruşunu izliyordu. “Bıçak kullanmak dışında bir özelliğin varsa bunu kullanman gerekecek. Çünkü o turuncu ceketli ibne durmayacak. Muhtemelen askerlerine neler yaptığımızdan haberi vardır. Bir sonraki atağın ne zaman ve nasıl geleceğini bilemeyiz. Tetikte olmak zorundayız.”
“Bıçaklarım bana yeter, ucube gibi görünmek istediğimi söyleyen kim?” İbrahim bu soruyu sertçe sormuştu. “Üstelik ben yılan falan değilim.”
“Sana ‘Mar’ olduğunu söyleyen yok,” dedim sertçe, özellikle Mar kelimesine vurgu yaptım ve bu dikkatinden kaçmasın diye âdeta hırıldadım. “Ne tür bir insansın anlamak istiyoruz, hepsi bu.”
İbrahim, “Yaren’i bir yerlere saklamak zorundasın,” dedi beni yok sayıp Efken’e doğru ciddi bakışlarını takınarak dönerken. Sesi de ciddiyetinin altını çiziyordu. “Geçen seferki gibi bir şey olursa, kendini yine o savaş meydanına atarsa ve bu kez şans bizden yana olmazsa, zarar görür. O zarar görürse, ben de herkese zarar vermek zorunda kalırım.” Tehdidi beni şaşırttı, gözleri hiç olmadığı kadar ciddi bakıyordu.
“Kız kardeşimi nasıl koruyacağımı sana soracak değilim,” dedi Efken eceli anımsatan bakışları yüzünü yavaşça örmeye başladığında. “Eğer onun etrafında dolaşabiliyorsan, bu sadece bir süreliğine ak bir yüz göstermeye karar verdiğim içindir. Ama kara yüz hâlâ burada, tenimin altında, sakın unutma.” Viskisini fondipleyip yerinden kalkarak boynunu çıtlattı. “Sezgi ve Ceyhun nerede? Haberiniz var mı?”
“Yaren’i marinadaki aparta götürdüler,” dedi Ulaş, İbrahim homurdanarak Efken’e bakıyordu ama Efken onu hiç umursamadı. “Orada güvende olacak. Kapıya çok sayıda güvenilir adam koyulacak ama Yaren hiçbirini görmeyecek, bu sayede huzursuz da olmaz. Epey zorluk çıkarmış diye duydum ama sonunda sakinleşmiş. Onu sakinleştiren Sezgi olmuş.”
“Cadı duası falan mı etmiş?” diye sordu İbrahim tek kaşını kaldırarak.
“Yok,” dedi Ulaş ona tip tip bakarak. “Efken’in seni dövmeyeceğini söyleyip sakinleştirmiştir, kız sakin kalsın istiyorsan dayak yememeye özen göster birader.”
“Yalnız canım dayak yesem bile unutma ki ben özel birisiyim, hemen iyileşiyorum, ben seçilmişim bir kere.”
“Efken’den dayak yediğinde de kırılan yerlerin hemen iyileşiyor muydu?”
“Bel altı vuruyorsun Ulaş. Hiç yakıştıramadım.”
“Sadece soruydu…”
“Zaten rol de çaldın, anlamadım sanma. Benim gibi bayılmalar falan.”
Mekânın girişinde bir alkış sesi duyunca hepimiz o yöne döndük ama Efken dönmedi, ellerini pantolonunun cebine sokup kalçasını bankoya yasladı ve önündeki boşluğu izledi. Sanki kimin geldiğini biliyor gibiydi.
“Gittim geldim, hâlâ bıraktığım o zevzeklersiniz,” dedi tanıdık ses, yüksek topuklularının üzerinde bir panter edasıyla bize doğru yürüyen Crystal’in alev sarısı saçlarını savurduğunu gördüm. Kahverengi deri bir takımın içindeydi. Deri pantolon, deri ceket, deri yüksek topuklu botlar; tamamı kahverengiydi.
“Bana elle tutulur bir şeyle geldiğini söyle,” dedi Efken, gözleri hâlâ boşluğu parçalıyordu.
“Müttefikler getirdim,” dedi Crystal, bunu duymak ürpermeme neden oldu. “Kan Yemini hakkında hiçbir şey bilmedikleri için uzun uzun anlatmak zorunda kaldım.” Gözlerini devirerek başını salladı. “O yüzden daha az sorgu, bolca yardım için burada olacaklar.”
“Neredeler?”
“Onlara tam anlamıyla güvenmeden hiçbirini Luxury sınırlarına sokmayacağını bilecek kadar akıllı biriyim,” dedi Crystal, kaşlarını çatmış, yüzüne komik bir ifade kondurmuştu. “Benim evimdeler. Onları yerleştirdim, hakkınızda bilgiler yazdığım beyaz bir tahtanın önünde bıraktım. Eğer senin özelliklerini okuduktan sonra nasıl kanser bir herif olduğunu anlayıp kaçmaya karar vermezlerse, bize yardım edecekler.”
“Bazen gerçekten benden daha iyi espriler yaptığını düşünüyorum,” dedi İbrahim kaşlarını kaldırarak.
“Bilgileri?” dedi Efken sertçe.
Crystal yüksek topuklularının üzerinde bize doğru gelip omzuna taktığı deri çantanın fermuarını açtı ve büyük, sarı bir zarfı Efken’e uzattı. “Mükemmel bir zekâm olduğu için, bunu isteyeceğini de biliyordum,” dedi muzip bir sesle. “İşte burada.” Efken zarfa uzanacaktı ki Crystal zarfı omzunun arkasına doğru saklayıp, “I-ıh,” dedi. “Öyle kolay değil. Bu zarfı istiyorsan bir gece Mahinev ile uyumama izin verirsin.”
“Ne?” diye sorduk İbrahim ile aynı anda.
“Çok beklersin,” dedi Yıkım Getiren, gözleri bir bıçak gibi keskin ve parlaktı ama ışıltılar saçmadı.
“O zaman bilgileri de sen çok beklersin.”
“Benimle ilgili izinleri Efken’den alacak değilsin,” diye homurdandım.
“Nigin olduğunuzu öğrendikten sonra kocan gibi davranacağına emindim,” dedi Crystal. “Onun boynunu koparmıyorsam bu seni düşündüğüm için.”
“Kopar da görelim.”
“Kreşe giden küçük çocuklar gibi kavga etmeyi kesin.” Elimi Crystal’e doğru uzattım. “Crystal, zarf.”
Gözlerini kısıp Efken’e cins cins bakarak zarfı avucuma bırakınca, Efken dudaklarında zaferin kıvrımıyla Crystal’e pis pis baktı. “Teşekkürler,” dedim bankoya doğru dönüp taburemin üzerine yerleşirken. Zarfı açtığımda önüme çıkan fotoğraf karelerini ve fotoğraf karelerin arkasına düzgün bir el yazısıyla işlenmiş kişisel bilgileri görünce kaşlarım havaya kalktı. Crystal dersine temiz çalışmıştı.
Ulaş ile İbrahim bana yaklaştılar, Efken de hemen yanıma gelip gözlerini fotoğraf karelerine indirdi. İlk fotoğraf karesinde çenesinin hizasında kesilmiş küt kahverengi saçları, koyu mor gözleri olan tuhaf, gözlerinin altı mor lekelerle kaplı, karanlık bakışlı genç bir kız vardı. Kızın gri ceketinin fermuarı çenesinin altına kadar yukarı çekilmişti. Boş bakan karanlık gözleri kadraja sanki bir cinayetin ilk adım sesiymiş gibi bakıyordu. Ürpererek fotoğraf karesinin arkasını çevirdim ve bilgilerini okumaya başladım.
İsmi Nora’ydı, on dokuz yaşındaydı. Bir Mar değildi, soy sütununun yanında Keler yazıyordu. Bu kelimeyi ilk kez duyuyordum ama kelimenin anlamının sürüngenlere ait olduğunu biliyordum. Nereden bildiğim ise muallaktı, belirsizlikti; nereden bildiğimi ben de bilmiyordum.
Kısa boyluydu, boyu bir elli beşti, zayıftı, hemen hemen kırk kilo olduğu yazıyordu. Tırnaklarının diplerindeki zehirle adaleleri felç edebildiğini iddia ediyordu. Yani bir nevi kasları felç ediyordu. Uzun süre kızla ilgili bilgileri okuduk. Bir yetimhanede büyüdüğü, yetimhanenin öncesinde de bir insan ailesinin onu evlat edindiği, insan ailesinin ölümüyle beraber yeniden yetimhaneye döndüğü de bilgiler arasındaydı. Bu fiziksel olarak oldukça küçük ama içine birçok şeyi sığdırmış minik kızın nasıl biri olduğunu merak ettiğimi hissettim.
İbrahim, “Keler kertenkele mi demek?” diye sorunca, Efken kızın fotoğrafının ön yüzünü çevirdi ve mor gözleri tekrar gördüm. “Eğer öyleyse kaçıncı olduğunu saymayı bırakmaya karar verdiğim o bayılmalardan birini gerçekleştireceğim.”
Efken kızın fotoğrafına bakarken bir diğer fotoğrafı kaldırıp üste aldım. Yeşil, diken diken saçları olan genç erkeğe bakınca irkildim, daha önce bu kadar doğal duran ama bir o kadar da benzersiz bir saç görmemiştim. Sanki yeşil gerçek rengi gibi duruyordu. Çocuğun gözleri garip, soluk bir sarı gibiydi, kusmuğu anımsatıyordu ve tam ortasından göz bebeği olduğunu düşündüğüm ince bir çizgi geçiyordu. Benzersiz görüntüsü, az önceki küçük kızınkinin aksine oldukça aykırıydı. Sanki dünyaya değil, başka bir boyuta aitti; tamamen insan gibi değildi ama hayvana da benzemiyordu. Yakışıklı bir yüz ama pullanmış bir deriye sahipti, elmacık kemikleri dışarı doğru sivriyken altlarında pulu anımsatan sert deri kabukları vardı; ince dudakları renkli bir çizgi gibiydi ve alnında da yeşil, uçlarından birinin üzerinde duruyormuş gibi konumlandırılmış dörtgen şeklinde bir taş vardı. Sanki o taş gerçekten tenine aitti.
Yüzünde sinir bozucu bir gülümseme vardı, çizgi şeklinde gerilmiş dudaklarının daha da ince durmasına neden olan gülümseme onu sinsi gösteriyordu. Gömleğinin açık yakalarından gördüğüm kadarıyla göğsünden başlayarak boynuna kadar uzanan yeşil, pul pul bir kuyruk dövmesi vardı. Bir timsahın kuyruğunu anımsatan dövmeye çok uzun süre baktım ve fotoğrafın tersini çevirdim.
İsminin Kenneth olduğunu gördüm.
Yirmi dört yaşındaydı, bir doksan boyu vardı, ağırlığı ince görünmesine rağmen oldukça fazlaydı. Soy sütununun karşısında Krokodil yazıyordu. Bunun bir uyuşturucu ismi olduğunu fark ettim, dezomorfin… Et çürüten bir uyuşturucu türüydü. Aynı zamanda bu kelimenin sözlükteki bir diğer anlamı da işlenmiş timsah derisiydi. Yani sanırım öyleydi. Çocuktaki fiziksel özelliklere bakacak olursak zaten pek de şaşırmamıştım buna. Özelliklerini okuduğumda, neden bu tarz tehlikeli bir uyuşturucuyla aynı isme sahip bir türe bağlı olduğunu anladım. Kenneth, et çürütüyordu.
Fiziksel özellikleri yüzünden aforoz edilmişti, insanlarla bağ kuramıyor, kendini insanlara gösteremiyordu. Bilgilerini hayretler içerisinde okudum. Yeraltında bir evi olduğu, yeraltının onun için güvenli bölge olduğu da satırlar arasında altı çizilmiş olarak belirtilmişti. Kenneth, insanların kabul edebileceği bir görüntüye sahip değildi. Hâliyle toprağın üzerinde değil, biraz daha altında gizleniyordu ve anladığım kadarıyla orada yalnız değildi.
İbrahim fotoğrafa bile dayanabilmişti ama bilgileri okurken bayıldı.
Kimse onu kaldırmak için uğraşmadı.
Axel, siyahi, yakışıklı bir adamdı. Aralarında en normal, insan olarak algılanacak görüntüye sahip olan oydu. Siyah kısa saçları, iri siyah gözleri vardı, kalın dudakları ve basık burnuyla gerçek bir insana benziyordu; onun başka bir soydan olduğunu kimse aklının ucundan bile geçirmezdi. İbrahim ve Efken gibi… Yutkundum.
Axel yirmi dokuz yaşındaydı, bir seksen boyundaydı ve boyuna göre normal bir ağırlığa sahipti. Babası onun gibiydi ama annesi insandı, bu onu bir meleze çeviriyordu. Bir Guqula melezi. Kelimenin anlamını bilmiyordum, kafamda da bu kelimeyle alakalı hiçbir şey oluşmadı. Sadece boşluk vardı. Biraz daha derine inip bilgilerini okumaya başladığımda Axel’in annesinin öldüğünü öğrendim, annesini uzun zaman önce kaybetmişti ve babasıyla da arası o kadar iyi değildi. Özelliklerini okumak için bir diğer sütuna geçtiğimde, Guqula ile ilgili kafamda bir şeyler oluşmaya başladı.
Axel iyi bir kılık değiştirme uzmanıydı. Bir yansıma. İstediği her görüntüye sahip olabiliyordu.
Bu beni fazlasıyla ürküttü.
Bir sonraki isim Hayal’di. Düz, omzuna kadar inen ince telli, kumral saçları vardı ve buz mavisi gözleri neredeyse gözlerinin beyazı kadar açık renkteydi. Minik, kalkık burnu, kalbi anımsatan küçük yüzü ve ince dudaklarıyla oldukça güzel görünüyordu. Soluk tenliydi, yüzünde hiç renk farkı yoktu; tek renkti. Soluk tenli ve mahrur bakışlı. Sadece onun soyadı yazıyordu. Diğerlerinin isimleri varken, o tamamen kimliğiyle karşımdaydı.
Hayal Cole.
Hayatıyla ilgili bilgiler yok. Elle tutulur bir geçmiş yok. Hayalci. Soy sütunu karşısında bu düz, sade kelime var. Hayalci… Özelliklerinin yazdığı sütunda karşısındakine ağır halüsinasyonlar gösterebildiğiyle ilgili uzun bir metin yer alıyordu.
“Hepsi bu kadar mı?” diye sordu Efken, ruhsuz gözlerle Hayal hakkındaki özellikleri okuyordu ve sesi de gözleri gibi cansızdı.
“Ne bekliyordun? Sana insan olmayan bir ordu yaratmamı mı? Bu yakada bu kadarını bulabildiğime şükret. Girmediğim delik kalmadı. Teşekkür edeceğine hâlâ memnuniyetsizlik yapıyorsun. Kolaysa sen gidip müttefik bul ama mümkünse köpek olmasın.”
“Köpek dediğin müttefik bize yardım etti,” dedi Efken sertçe.
Crystal gözlerini devirirken, “Bu isimler sayesinde elimiz daha güçlü,” dedi. “Sezgi de birkaç cadı arkadaşını çağırsa fena olmazdı ama yeni uyanmış bir cadının cadı arkadaşı olmaması normal.” Yanaklarının içini şişirip Efken’e dik dik baktı. “Uyan artık yoksa hafızanı parçalamak pahasına her şeyi bir bir öteceğim.”
“Deneme bile.” Sezgi’nin sesi mekândaki boşlukta çınladığında gözlerim ona çevrildi. Sağlıklı ve dinç görünüyordu, hatta yüzünde uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar içten bir gülümseme vardı. Göğsüne bastırdığı kahverengi ciltli kitaba baktım. Ceyhun ile dans pistinden geçerek bize doğru yaklaşırlarken, “Yaren’i güvenli bölgeye taşıdık,” dedi. “Biraz kitap karıştırmam gerekti ama sanırım ben de üzerimdeki pası atmaya başladım.”
İbrahim ne zaman ayılmıştı anlamamıştım. Sezgi’yi görünce irkildi ama bu kez bayılmak yerine daha mantıklı sorular sordu. “Manbel’in ne olduğunu biliyorum.”
“İyi de ne olduğunu söyledim zaten,” dedi Crystal kaşlarını çatarak.
“Bilmediğin şeyler de var, emin olabilirsin.”
Ceyhun, içkiye, bolca içkiye ihtiyacı varmış gibi viski şişesini kafaya dikerken yüzü hâlâ kireç gibiydi. Sezgi elindeki kitabı bar bankosundan bir metre kadar uzaktaki yuvarlak cam masalardan birinin üzerine koyunca, oturduğum yerden kalkıp yanına gittim. Üstünde uzun kollu krem bir elbise vardı, elbisenin etekleri her bir hareketinde zarifçe uçuşuyordu. Crystal de merakla arkamdan gelmişti.
Sezgi kapağı kaldırdı, ayraç sıkıştırdığı sayfalardan birini açıp, “Manbel,” dedi beyaza boyanmış tırnağıyla Manbel’in isminin yazdığı satırı işaret ederek. “Bir demondan da Güneşin Karanlık Yüzü’nden de fazlası. Bir enerji emici,” dedi. Crystal kaşlarını hayretle kaldırdı. “Mahinev’i istiyor çünkü o bir enerji emici. Mahinev’deki gücün onun başını döndürmüş olması garip değil, zaten güç açlığı çekiyor.” Parmağını satırdan çekip tırnağıyla sayfaya vurdu. “Bakın bu adam tehlikeli. Hem de fazlasıyla. Senin benim gibilerin bile tenine kalıcı hasarlar bırakabilir. Güneş yanıkları ölümcüldür, onun da saldırısı bu yönde. Güneş yanıkları yaratıyor. Tabii ki onun yarattığı yanıklar normal yanıklardan farklı olarak daha ölümcül ve acılı.”
“Elle tutulur şeyler,” dedi Efken bedenini bedenime yaslayıp öne doğru eğilerek kitaba bakarken. Sıcaklığı tüm vücuduma dalgalar hâlinde yayıldı, dilimin damağımın kuruduğunu hissederek gözlerimi sayfadan çekmeden bulanıklaşan kelimeleri okumaya çalıştım. Yakınlığı nefesimi kesiyordu.
“Yaklaşık iki yüz yaşında, belki iki yüzden bile büyüktür. Asreman’dan önce Mavi Yaka’dan aforoz edilmiş, büyük mühürlerle onu tamamen sınır dışı etmişler ve bu yakayla ilgili hiçbir şey yapamayacak hâle gelmiş. Sınırlarımıza bile giremiyormuş anlayacağınız. Ay donduğu, güneş bu şehri terk ettiğinden beri buralar ona yasaklı bölge. Asreman yaşanınca mühürde bir yırtık oluşuyor, yırtık başta büyük olmasa da Manbel enerjiyi görüp yırtığa kadar geliyor, mührün kalanını da kendi kırıp yırtıktan içeri sızıyor. Ve işte karşımızda iki yüz yaşından büyük olması muhtemel kaçık bir düşman…”
“Verelim Mahinev’i gitsin işte, ne uğraşıyoruz Allah’ın demonuyla,” dedi İbrahim, Efken onu ensesinden tutup sarsarken bedeni hâlâ bedenime yaslıydı. “Şaka yaptım. Sonuna kadar toprağım için savaşacağımı unuttunuz herhâlde. Benim topraklarımın kızı o. Canım benim. Seni tek başına bırakamam birader, gel ölelim beraber.”
“Peki başka ne var elimizde?” Bu soruyu Efken sormuştu.
“Şöyle ki, Manbel ne kadar güçlü olsa da biraz korkak bir demon,” dedi Sezgi, uzun beyaz tırnağını bir diğer satıra sürükleyerek indirdi, satıra sertçe vurdu. “İşgüzar, korkak, fırsatçı ve sinsi. Yani saldırmadan önce başka hamleleri de olacaktır. Savaşmak yerine vurup kaçacak, doğrudan saldırmaktansa önce başka yollar deneyecek. Biraz da oyuncu göründüğü üzere.” Pentagram içine alınmış M harfini işaret etti. “Satanik sembollerle korunabileceğine inanıyormuş ama bu sadece öylesine tutunduğu bir batıl inanç. Aslında bu semboller onu korumuyor. Kendini güvende hissederse savaş alanına daha rahat çıkar. Yapmamız gereken onun gözünü boyamak ve ona kendini güvende hissettirmek için bu sembolleri bolca kullanabileceği alanlar yaratmak. Mesela çaktırmadan etrafımıza bu sembolleri koyabiliriz, bunları hisseder, sembollerle arasında bir bağ var ve onlara çekilir. Kendini güvende hissedince de korkuyu bir kenara bırakıp saldıracaktır.”
“Biz bu adamın bize saldırmasını mı istiyoruz?” diye soran kişi Ulaş’tı.
Sezgi tek kaşını kaldırıp ona baktı. “Ne yapmasını istiyoruz? Sonsuza kadar böyle diken üstünde durmayı mı? Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi, tabii ki hazırlıklı da olmamız gerek. Yenilmeyecek bir demon değil, onu güçlü yapan işgüzarlığı. Oyununa gelmezsek şans bizden yana olur. Oyunu tekrar kendimize döndürürüz, son seferde olduğu gibi…”
“Ya döndüremezsek?” diye sordu Ulaş. “Siz bir şekilde şeysiniz… Yani… Bilmiyorum işte onun gibisiniz sanırım. Ama ben insanım.”
“Yeterince demirin ve gümüşün olduğunda benden daha güçlüsün,” dedi Sezgi çenesiyle sırtına astığı arbaleti işaret ederken. “Sadece biraz cesaret Ulaş.”
Ulaş derin bir nefes aldı. “Lanet bir mekân sözleşmesini uzatmak için yapmıyorum bunu,” diye homurdandı. “Efken, bana ciddi bir şekilde borçlanıyorsun.” Bu cümlelerin hiçbirini beklenti içinde kurmadığını hissettim. Gerçekten istediği için bize yardım ediyordu. Hem de aramızdaki en normal kişi olmasına rağmen… Ceyhun parmağını satırlardan birinin üzerine koyunca Sezgi göz ucuyla ona baktı.
“Gümüş değil, elmas,” dedi Ceyhun, parmağı satırın üzerinde öyle bir baskı yaratıyordu ki parmağındaki boğumlar bembeyaz olmuştu. “Bakın, okuyun şunu. Gümüş yerine elmas ve zirkonlardan bahsedilmiş. Onu doğrudan öldürebilen şey elmaslar.”
Gözlerim kısıldı, zihnimdeki sahneyi dolduran düşüncelerin hepsi bana gideceğim yolu çizmeye başlamıştı; bir harita kafamın içinde yavaşça şekil buluyordu. “İyi atış,” diye fısıldadı Sezgi.
“Atışlarımın her alanda iyi olduğunu bilirsin.”
“Aptal.”
“İğrenç,” dedi İbrahim ve Efken aynı anda.
“Gümüş yaralanması konusunda ciddi bir etken olacaktır,” dedi Crystal. “Sersemletmek için bolca yaralamamız gerekecek. Yani hem elmas hem de gümüşe ihtiyaç var. Doğrudan öldürürsek iyileşir, kendini iyileştirebiliyordur. Ama aralıksız atışlarla sersemletip en sonunda öldürürsek Manbel defteri burada kapanır.”
“Bir elmasım var ama bilmece dışında bir olayı var mı bilmiyorum,” dediğimde Crystal, “O elması unuttum,” dedi elini alnına götürerek. “Onunla bağını kestirip atma. O elmas çok iyi bir haberci. Geçmişten bir parça olduğunu ve onun da sana ait olduğunu düşünüyorum.”
“En yakın zamanda o elması görsem hiç de fena olmaz,” dedi Sezgi düşüncelere dalmış bir hâlde.
“Samuel’den bir haber var mı? Yoksa onu öldürmek için yola çıkmamı mı bekliyor?” diye sordu Efken, yüzü de sesi de kemik gibiydi, sorduğu soruda duygulardan eser yoktu. Sezgi hüzünlü bakışlarını kaldırıp Efken’e sabitledi. Artık Samuel’i koruyabilecek bir konumda değildi, biliyordu; hatta içinden onu savunmak da gelmiyor gibiydi. Hayal kırıklığıyla parlayan yeşil gözlerini Efken’in ölüm yumruğuna indirdi.
“O yumruğu ona attığın gece onu öldürmene izin vermeliydim,” diye fısıldadı bir sır gibi.
“Eğer o yaygarayı çıkarmasaydın çoktan ölmüştü,” dedi Efken, sabit bakışları Sezgi’ye dokunmadı bile. “Artık beni durduran bir şey yok. Aksine, artık beni doğrudan onu öldürmem için tetikleyen bir şey var.”
“Samuel kolayca öldürülemez,” dedi Sezgi, yine de artık o da bunu istiyor gibiydi.
“Bir cadının güçlerini nasıl inaktif hâle getirebileceğimi biliyorum,” dedi Efken, Sezgi titreyerek ona baktı ama tepki vermedi; sadece bakmıştı.
“Ortada ikisi doğaüstü olmak üzere üç düşmanın var, gölgedeki düşmanlarını saymıyorum bile,” dedi Crystal ağırlığını bir bacağına yükleyip dirseğini cam masaya yasladıktan hemen sonra. “Mahinev’e her şeyi hatırlatmaya mı çalışacağız? Samuel ve Semih’le mi uğraşacağız yoksa şu Manbel şebeleğine pusu mu kuracağız?”
“Her şeyi halledebilecek güce sahibim,” dedi Efken, bu Crystal’i güldürdü, Efken ise umursamaz bir şekilde bedenini iyice bana bastırdı. “İçin, düşünün, yol arayın, çare sunun, eğlenin. Bugün daha fazlasını yapmayacağız.”
“Kendini liderimiz mi sanıyorsun?” Crystal bu soruyu dikenli bir sesle sorsa da Efken’den bir cevap alamadı. Efken sırtını dönüp bara doğru ilerledi, ben de arkasından tenime bıraktığı sıcaklık ve uyuşma hissiyle öylece bakakaldım. Crystal koluma dokunarak, “Bir lider olacaksa bu lider sen olmalısın, öncümüz de sözcümüz de sen olmalısın,” diye bastırdı. “Sen ondan daha güçlüsün. O sadece bir ku…” Dişlerini sıkarak sustu.
Bileğini yakaladığım an titrediğini hissettim. “Benimle gel.” Onu çekerek koridora sürüklediğimi görenler oldu ama aldırış etmediler. Crystal’i henüz tadilatta olan tuvalete sokup kapıyı arkamızdan kapatırken kaşlarım çatıktı. Kollarını bedenine sardı ve sensörlü lambanın sarı ışığı yüzüne gölgeler çizdi. Merakla bana bakıyordu.
“Neler oluyor?”
“Efken ve İbrahim aynı şey mi? Sadece bunu söyle.”
Crystal’in yüzündeki renk çekildi. Gözlerine sinen o ifade, bu soruyu ona soracağım ânın gelmesini uzun zamandır beklediğini gösteriyordu. Başını iki yana sallarken aramızda uzayan sessizliğin boğazımı yardığını hissettim. Gözlerimiz birbirine mıhlanmış hâldeydi, cevabım tek bir hareketin içine saklanmıştı. Olumsuz bir cevap. Efken ile İbrahim aynı şey değillerdi.
Zihnimdeki şiddetli fırtınaya kapılarak savrulan düşünceler arasından, “Neden birbirlerine bağlılar?” diye sordum. “Neden İbrahim, Efken’in her emrini canı pahasına yerine getirecek gibi davranıyor? Tapınakta olanların açıklaması ne?”
“Bana tek bir soru soracaktın kardeşim.”
Cevap vermemi bekliyor gibi baktı ama ben verecek bir cevap bulamadım. Haklıydı.
Dudaklarımda kuru bir hisle, “Bazı şeyler hatırlıyorum,” dedim. “Efken’in de aynı şeyleri hatırladığını biliyorum. Nigin olduğumuzu aynı anda gördüğümüz anılar sayesinde anladı.” Crystal anlıyormuş gibi başını salladı, meraklı gözleri beni tarıyordu; hislerimi merak ediyor gibi bir hâli vardı ve ben de bunu yadırgamadan her hissimi çıplak bir şekilde ona gösteriyordum. “Ama ne kadarını görüyor bilmiyorum, onun görmediği, benim gördüğüm şeyler var.” Crystal çenesini dikerek uzun uzun yüzüme baktı. “Crystal, Efken’in evinde bizi bekleyen o iri kurt bir Gümüş Pençe, değil mi?”
Crystal’in gözlerine ulaşmayan yorgun gülümsemesini izledim. Ardından, “Bunu nereden anladın?” diye sorarak bir nevi beni doğrulamış oldu.
“Araştırdım, biliyorum. Çok uyuyordu. Sonra o gün ormanda saldırdığın o genç erkeği de hatırlıyorum. Garipti ve ona söylediğin şeyler de hâlâ aklımda.”
“Kafanın içindeki eleği çoktan parçalara ayırdın, değil mi? Artık mantıklı düşünmene engel olamıyor. Gerçekten çok güçlüsün. Kan Yemini’nin kafanın içine ağ gibi ördüğü o eleği bile yırtıp mantıklı düşünceleri içeri akın akın akıtacak kadar güçlüsün.”
“Sen benden daha önce uyandın. Sen daha güçlüsün.”
“Hayır, benim görevim zaten senden önce uyanmaktı. Görevimi yerine getirdim,” dedi, neden benden önce uyanması gerektiğini anlamasam da başımı salladım. “Birbirimize sadığız.” Başını önüne eğdi. “Evet, o bir Gümüş Pençe.” Şaşkınlığın beni kavramasına izin vermedim. “Ve içgüdüsel olarak Efken’in de karşısındakinin sadece bir kurt olmadığını biliyorum. Sezgi henüz yeni uyanmış bir cadı, kurtla alakalı bilgileri olmayabilir ama Efken ve sen onu hissediyorsunuz.”
“Bir Gümüş Pençe’yi nasıl hissedebilirim? O da doğaüstü olduğu için mi?”
“Bunu ben de anlamıyorum,” dedi. “Kendi türünü elbette anlayacaksın, aynı süte ağız dayadığın herkes kardeşindir ama bir Gümüş Pençe… Henüz hafızasının kozasını yırtıp dışarı çıkamamış biri için bunu fark etmek imkânsız.”
“Efken de hissediyor dedin.” Kirpiklerimin altında bir günah gibi parlayan bakışlarım ona saplı duruyordu. Kaçamayacağını anladığında teslim olup gözlerini kaçırdı ve başını salladı.
“Dile getirme,” dedi. “Bunun sana zarar verme ihtimali var mı yok mu bilmiyorum, o yüzden görüntülerin tamamını zihnine alana kadar bu konuyla ilgili konuşma.”
“Bir şeyleri durmadan dilimizin ucundan silerek hiçbir yere varamayız.”
“Bu yemini bize ettiren sendin, ettirirken ne düşünüyorsan, ona sadık kal,” dedi Crystal ilk kez sert bir ses tonu kullanarak. “Geçmişten bugüne savrulduysak hepsinin bir sebebi var, bunu sen de biliyorsun.”
“Peki İbrahim?”
“Gümüş Pençe değil,” dedi sertçe. “Onun kahkahalarını duymadın mı?”
“Duydum ama…”
“Anıların çok hızlı geri gelecek. Eleği çoktan parçaladın, anıların sanıldığından da hızlı bir şekilde bir anda gelecek, sen bunu durduramayacaksın. Ya kendini parçalayacaksın ya anılar seni parçalayacak.” Crystal tedirgindi, kurduğu her cümlenin sonunda yüzündeki deriyi donduran endişe artıyordu. “Bence artık Efken de ne olduğunu biliyor Mahinev,” dedi açıkça. “Onun gözlerinde sadakati gördüm. O kurda nasıl baktığını gördüm.”
Efken bir Gümüş Pençe olduğunu biliyordu.
Bana baktığında ne görüyordu? Benden sakladığı için parçalanan bir şeyleri var mıydı? Ruhu gibi? Yeni anlamıştı, yeni fark etmişti; belki de tam da saldırı ânında anıları onu yeniden yakalayıp içini hızla doldurarak kuşatmıştı. Benden kısa süredir saklıyor olsa da bir canavar olduğunu hissediyor, bunu benden sakladığı için de içten içe çürüyordu.
“Görüntüler var, değil mi?” diye sordu. “Eleğini parçalayan görüntüler geldi. Mantıkla beraber kafanın içine akın etti. Artık aydınlandın. Onun nasıl göründüğünü de hatırlıyor musun?”
Zihnimden sızan anıları itmeye çalıştım. Medusa da zihnimdeki dikenlerle dolu duvardan sırtını geri çekmiş, sırtından akan kanlarla anıları itmem için bana yardım etmeye başlamıştı. Oysa bir süre öncesine kadar istediği tek şey anılarına kavuşmak, onları yeniden kucaklamaktı; şimdiyse benimle beraber anıları susturuyordu. Sanki artık onun da canı geri dönülemez, iyileştirilemez, dindirilemez bir şekilde çok yanıyordu.
Karlı karanlık ormanlardan birinde hızla koşan, pençeleriyle toprağı yarıp anıları çıkaran o kurdun gölgeli tenini görür gibi olunca gözlerimi sıkıca yumup, “Düşmanım,” dedim. “Düşmanım olduğunu gördü. Ben de gördüm. Birbirimize düşmanız çünkü iki kanlı soydan geliyoruz. Gümüş Pençe ve Mar. Biri toprağı yiyen, diğeri toprağa yemeğini gömen…” Sırtımı duvara yaslayıp karşımdaki aynalara baktım. Aynalardan birinde boya lekeleri vardı, yansımam gözüme çok aciz ve çaresiz göründü. “Düşman olduğumuzu anladığına göre, artık ne olduğunu da biliyor.”
“Saldırı ânında anladığını düşünüyorum,” dedi Crystal sessizce.
“Peki düşmanımızsa nasıl o da Kan Yemini eder?”
“Çünkü seni seviyordu,” dedi, “tıpkı hatırladığı anda söylediği gibi.”
“O erkek, o değil mi? O kurt.”
“Evet,” dedi Crystal. “Sanırım eleğini parçaladığına göre, artık sorduklarına olumlu olumsuz cevaplar verebilirim.”
“O gün ona benim için mi saldırdın?”
“Etrafında dolaştığını sandım ve bu beni delirtti. O bir düşman neticede, karşı taraftan. Kan Yemini bile yok.” Ağır ağır kırpıştırdığım kirpiklerimin arasından Crystal’e baktığımda ellerini saçlarının arasından geçirdiğini, düzgün bukleler hâlinde göğüslerine akan saçlarını sıktığını gördüm. “Seni izlediğini, sana zarar vermek istediğini düşündüm. Bir de içgüdüler tabii… Kafasını koparmak istedim onun. Eğer orada olmasaydın, evet, kafasını koparacaktım.”
O genç erkeğin bir canavara dönüşebildiğini öğrenmek tüylerimin dikilmesine neden olsa da Crystal’in muhtemelen beklemiş olduğu tepkiden daha sadesini, sakinini veriyordum. Crystal şoka girip girmediğimi anlamak ister gibi bana dikkatle bakıp, “Onun dönüşüp dönüşmeyeceğini mi merak ediyorsun?” diye sordu, sesi içimden bir mızrak gibi geçip sırtımdan çıktığında, bu düşünceyi bana aniden empoze ettiği için ona düşmanca bakmak istedim. Kalbim sıkışmıştı.
“Bir de bu var, değil mi?”
“Evet,” dedi. “Esasen, tarot kartlarının arasında öyle bembeyaz gözlerle durduğu sırada, onun kesinlikle dönüşmek üzere olduğunu düşünmüştüm ama sanırım dönüşümü farklı ilerleyecek.” Kalbimde ağrıyla yutkunup elimi duvara koydum ve kendimi itip duvardan uzaklaştırdım. Dalgınlaşan bakışlarımı takip ederken bir süre sustu. Sonrasındaysa, “Eskileri parçalar hâlinde hatırlıyorum,” diye fısıldadı. “Birbirinizi gerçekten sevdiğinizi görmüştüm. Sadece bir çocuktum.”
“Çocuk muydun?”
“Evet,” dedi ve pişmanlıkla elini salladı. “Söylememem gerekirdi.”
“Asreman Yırtığı oluşmadan önce her şeyi hatırlamıştım.” Bana uzunca baktı ve bir sonraki cümlemi bekledi. “Şimdi kafamda tam net değiller ama geri geliyorlar. Her saat biri zihnime geri dönüyor.” Kollarımı bedenime sarıp çaresizlik içinde tekrar beni izleyen yansımama çevirdim gözlerimi. “Kraliçeniz olduğumu biliyorum,” diye itiraf ettim sonunda eleğin son parçasını da zihnimden uzağa savurarak. “Artık kim olduğumu biliyorum.”
Crystal, beklemediğim bir hızda dizinin üzerine çöküp, birden gözyaşlarına boğularak, “Sonunda,” dedi, şaşıramadım bile, sadece bakakaldım ona. “Sonunda kim olduğunu hatırladın mı?”
“Elek bir süredir kafamın içinde duran o farkındalığı tutuyormuş.” Elimi Crystal’e uzattığım anda gözlerindeki yaşların daha da şiddetlendiğini gördüm. “Lütfen yerden kalk kardeşim.”
“Sen… Artık kim olduğunu biliyorsun.”
“İsmimi hâlâ bilmiyorum,” dediğimde başını buna da razıymış gibi salladı. “Görüntüm aynı, değil mi? Ramon aynı olduğunu söylemişti. Ben de aynı gibi hissediyorum, yansımamı hatırlıyorum. Belki tamamen aynı değildir ama…”
“Evet, hatıralarımda da böyleydin. Küçük farklılıklar elbette olabilir.”
Elekten dökülen tozlu parçalar zihnimin zeminine uzanmış birkaç ayrıntıyı hâlâ örtüyor olsa da birden kendimi gevşemiş gibi hissetmiştim.
“Etrafımdaki insanları hatırlamıyorum,” diye fısıldadım. “İsmimi hatırlamıyorum. Sadece artık sizin için ne olduğumu, kim olduğumu, Kan Yemini’ni ve Efken’in düşmanım olduğunu hatırlıyorum.” Gözlerimi yumdum. “Devrik bir kraliçe.”
“Lütfen öyle söyleme.”
Bir an bel kemiğimde bir soğukluk hissedip çenemi diktim ve Crystal’in endişeye gömülen bakışları bulanıklaştı; kısa süre sonra Crystal artık tamamen silinmişti. Crystal’in ayak seslerini duydum, bulanıklık yerini hiçliğe bıraktı. Yoktu. Soğuğu hissettim.
Sonra biri beni kollarımdan kavrayıp, “Medusa,” dedi, bu sesi tanıyordum; tepki veremedim. Efken’in beni tutan sıcak avuç içlerine ve içimi ısıtan sert sesine tepki veremedim. Kör gibiydim. Soğuğu ve onun teninin sıcaklığını hissediyordum.
Efken oradaydı. Karşımda değildi. Oradaydı. Bağırıyordu. Yanımdaki Efken beni kollarımdan tutup sarsarken, gördüğüm Efken’in sırtı bana dönüktü ve tıpkı bir şövalyeye benziyordu.
“Öl dersen ölürüm,” dedi o adam, irkildim; nabzım zayıfladı ve nabzım şahlandı. “Öldür dersen öldürürüm demiştim! Öldün, yaşayamıyorum!”
“Efken,” diye fısıldadığımda şu an sahip olduğum bedenin içindeydim; güçlü eller beni sarsıyordu ama onu göremiyordum. Görebildiğim sadece sırtı bana dönük olan Efken’e uzanan kılıçtı. Bu sahneyi hatırlıyordum, bu anının içinde kalbimi kaybettiğimi hatırlıyordum; bu anı yaşanırken koşuyordum ama şimdi hareketsizdim. Yerimden kıpırdayamıyordum bile. Kılıcı tutan adamın elini saran yılan derisini gördüğümde Efken beni daha güçlü sarstı. “Efken,” diye mırıldandım; bana karşılıklar verdi, bir sürü karşılık… Ama hiçbirini duymadım. Parlak, yeşil yılan derisinin sardığı elleri izlerken kaderimin geri dönülmez bir yola girdiğini hissedebiliyor ama kaderimi durduramıyordum.
Kanı durduramıyordum.
Hatırladım.
Karların arasına saplanan simsiyah kalbimi hatırladım.
Tam üzerinde bir kar tanesi duruyordu.
Öldüğüme inandırılan adamın ölüme gidişini izleyen bedenim, kendi intiharını izliyordu.
Görüntüler bir nehrin üzerini kaplayıp, her yanından çatlayıp parçalanan buzlar gibi parçalanmaya başladı ve ben anıların içinden geçip derin yaralar alarak hızla düşmeye başladım.
Efken’in uçurum mavisi gözlerinin içine baktım.
Onunla alakalı tüm anılar artık bir bütün olarak içimde duruyordu.
“Efken,” diye fısıldadım beni izleyen endişe dolu gözlerine bakarken. Kollarına yığılmak üzereydim.
“Mahi?”
“Sakın benim için ölme.”
Bu, kollarım onun boynunu sıkıca sarmadan önce gözyaşları içinde kurduğum son cümleydi.
🎧: Crossfade, Dear Cocoine