🎧: J2 & Maddi Lasker, War
Zifir gibi bir karanlığın oluşturduğu akıntının içinde ruhuma sarılmış sürükleniyordum.
Bazen karanlık çok büyük bir parçanız hâline gelirdi, bazen karanlığın ruhunuzu kazıdığını ve sizi kendi gölgesinin düşerek doldurduğu bir boşluğa çevirdiğini hissederdiniz. Ruh, iyilik ve kötülüğe yatkınlığı olan bir parçaydı.
Karanlık bazen kötülüğü var etmek değil, örtmek için gelirdi.
Karanlık bir okyanusun dibine battığımı hatırlıyorum. Kollarımı kaldırıp kendimi yukarı itmeye çalıştığımda ayaklarıma bağlı kayalar varmış gibi daha da dibe gidiyordum. Bilincim suyun yüzeyinde etrafı aydınlatan güneş gibiydi, ben ise suyun dibinde karanlıktaydım ve güneşin ışığı okyanusun yüzeyini hafifçe parlattığında, usul usul daha da karanlığa giderek o aydınlığı izliyordum. Bir daha o aydınlığa hiç ulaşamayacakmışım gibi hissediyordum. Sonunda dibi bulduğumda, ciğerlerim karanlığın suyuyla dolup patladığında, ölüm ruhumu tutan yere ağır bir sandık gibi oturup ruhumu boşluğa bıraktığında, bir daha o aydınlığı hiç görmeyecektim.
Ölüm ruhumun üzerine çökerken bile o mavi gözleri düşündüm.
O, ölüme giden bir sandaldı; ben, ölüm akıntısında doğru yolu bulabilmesi için kullandığı o kırık kürek. Bana geldiğini hissettim. Işığın içinden geçip suya daldı, dibe doğru benim için yüzmeye başladı.
Ben dibe elimde olmadan çekiliyorken, o dibe benim için gelmeyi göze aldı.
“Tüm günü bu koltuğun üzerinde kitap okuyarak geçiriyorsun, çıkıp biraz hava alsana,” diye fısıldadı bir kadın sesi, bu sesin sahibini tanıyordum ve kanımda sütünü taşıyordum. Dudaklarım ben farkında olmadan yukarı kıvrıldı. Suyun içinde dibe doğru süzülürken Efken’in bana doğru yüzüşünü izledim ve annemin sesini tekrar tekrar duydum. Sonra ikizlerden bir tanesi, “Abla, şu sorudan hiçbir şey anlayamadım, bir baksana,” dedi, gülümsemem kederle kırıldı. Sesin hangisine ait olduğunu yine ayırt edememiştim ama gözlerine bakarsam, onları ayırt edebilirdim. Kırgınlıkla gülümsediğimde ağzıma giren sular hiç umurumda değildi. Mahzar, “Tişörtlerimi senin için almıyorum,” diye homurdandı zihnimde, üstümde yine ona ait, yeni aldığı bir tişört varmış gibi hissettim ama üzerimde olan ölümün ta kendisiydi.
Duraksadım ve Efken’in bana doğru attığı kulaçları izlerken babamın sesini aradım.
Ama bu sağır edici boşlukta babamın sesi yoktu.
Babamın sesini bir türlü duyamıyordum.
Dudaklarımdaki tebessüm silinmedi ama sol gözümden yavaşça süzülen gözyaşına da engel olamadım. O gözyaşı suya karıştı, bir inci olup yüzerek yükseldi ve gözden kayboldu.
Efken bana biraz daha yaklaştığında sırtım artık okyanusun zeminine değiyordu. Gülümseyerek ağlamak nedir şimdi öğreniyordum. Boğuluyordum, ağzımdan baloncuklar çıkarken gülüyordum, aynı anda içimi ortaya sermek istiyor gibi ağlıyordum. Su ciğerlerime doluyordu.
Efken elimi tuttuğunda gözlerimiz buluştu. Uzun zamandır bedenimin içinde boğulan bir ruh taşıyordum ve şimdi o ruh, ona uzanan kana bulanmış elleri korkusuzca tutuyor, o ellerin sahibine sığınıyordu; artık boğulmak istemiyordu.
Özgürlük, tutsaklıktan daha büyük bir azaptı benim için. Çünkü hiç özgür kalmamıştım. Ne ruhum yapıştığı yakamı kavrayan ellerini biraz olsun gevşetmişti ne de zihnim bir kez olsun susup bana sessizliği vermişti. Şimdi özgürlük ellerimi tutuyordu, özgürlük bana tutsak olacakmışım gibi hissettirerek aslında beni kendi kodesimden, o kapkaranlık hücremden, kopkoyu yalnızlığımdan kurtarıyordu. Efken’in ellerini sıkıca tuttuğumda, suyun yüzeyinde parlayan bilincimin yaydığı ışık biraz daha aşağıya ulaştı ve okyanusun içi karanlık değil, şafak gibi parlamaya başladı.
Beni hızla yukarı çekmeye başladı.
Göz kapaklarım gözlerimi örtüyor, karanlık göz kapaklarımın üzerinde patlayıp sönen ışık pıhtılarını izliyordum. Kirpiklerim tonlarca ağırlığa sahip sandıklar gibiydi, tek bir tanesini bile kaldırabilecek hâlde değildim ama olduğum ortamdaki sesleri zar zor da olsa duyabileceğimi düşündüm ve kulak kesildim. Bedenimi kasıp kavuran bir ateş tüm tenimi etkisi altına almıştı, derimden dışarı dikenli otlar gibi fırlayan teri hissedebiliyordum. Ter tenimde gözyaşı gibi akarak ilerliyordu.
Akrep ve yelkovanın uzunca bir süre aynı yerde duruyormuş, zamanı bedenimin üzerinde asılı tutuyormuş gibi sessizliği var ettiğini fark ettim. Çürüyen sessizliğin yerini uğultulu sesler aldığında ise zaten en başından beri o uğultulu gürültünün ortasında uzandığımı, duyduğumu sanıyorken aslında sağır olduğumu fark ettim. Şimdi duysam bile her şey boğuktu, seslerin hepsi aynı ağza aitmiş gibi tek renk çıkıyordu, kelimeler kayıptı ve duyduğum tek şey uğultuydu.
Karnımın ortasına toplanıp beni tırnaklamaya başlayan o acıyla dudaklarımdan bir inilti döküldüğünde, birinin ellerimi sıkıca kavradığını hissettim. Parmaklarından parmaklarıma sıcak ve yapışkan bir his geldi. Kan gibi… Gözlerimi açmak için uğraştım ama yapamadım.
“Buradayım,” diye fısıldadı yıkımım, gözlerimi açamasam da tepki vermek istedim ama karnıma toplanan o kör acı buna engel oldu. “Senin için daima buradayım.” Bu kelimeler ondan duyulduğunda normalde hissettirdiğinin binlerce katı daha ağır hissettiriyordu. Gözlerimin kenarlarını gıdıklayan gözyaşlarını hissettim ama kirpiklerim öyle bir mühürlenmişti ki gözlerime, gözyaşlarım bile akacak bir yer bulamayıp karanlığı izleyen gözlerimi boğmaya başladı.
Buradaydı. O buradaydı ve hiçbir şey sorun değildi.
“Beni duyuyor mu?” Bu soruyu tıpkı bir çocuk gibi sormuştu. Uzanıp kanın kuruyarak lekelediği parmaklarımı yanaklarına koymak ve kemikli yüzüne uzun uzun bakmak, gözlerine dalıp gitmek istedim. Yapamadım çünkü canım acıyordu.
“Kendine gelecektir, çok ağır yaralanmış ama yarası hızla iyileşiyor.” Sesin sahibini tanıyordum, yaralı yüzü ve yaşlı bakan gözleri gözümün önünde hızla belirdi.
Mustafa Baba burada ne arıyordu?
Neler olmuştu?
Saldırının dindiğini, yaratıkların bir kul gibi diz çöküp yuvasına döndüğünü hatırlıyordum. Yaren’in çığlıkları yeri göğü inletirken Efken’in kucağında yere yığıldığım o an ise çok bulanıktı. Sesler yoktu, sadece gözlerimin arasına girip son kez zihnimde sahne alan anlık bir görüntü vardı. O yılanın benden uzaklaştığı an… O bedeni daha önce gördüğümü hatırlıyordum. O bedeni tapınakta görmüştüm. Elmas yılanın olduğu yerdeki bir diğer yılan bedeniydi. Safir yılandı.
“Senin yarana da bakabilir miyim?” diye sordu Mustafa Baba, sesi temkinliydi, ateşin çatırtılarını duymaya başladım, çok geçmeden o ateşin sıcaklığı da terden sırılsıklam olan bedenimi yalamaya başladı. Yaralıydı, evet, bunu hatırlamak kalbimin sıkışmasına neden oldu. Efken de yaralanmıştı. Onu benim önüme koyan kalbimin derdi neydi?
Kan kokusunu çok net bir biçimde alabildiğimi fark ettim. Metalik koku ciğerimi acıtıyordu ve tanıdık hissettiriyordu.
Efken, “Ben önemli değilim,” dedi sertçe. “Siktir et beni. Başka bir şey gerekiyor mu? Doktor getirebilirim. Bir sürü doktor getiririm. Buraya bir doktor ordusu dikebilirim.”
“Bu kadar hızlı bir iyileşmeyi sıradan bir insan doktoruna nasıl açıklayacaksın evlat?”
“Sikimde bile değil. Bana soru bile soramazlar, onu iyi etmek zorundalar, soru sormaya cüret bile edemezler.”
“Ama bu dedikodulara yol açar,” dedi Mustafa Baba. “O iyi, kendisini iyileştiriyor. Kabuk değiştiren bir yılan gibi yaralı kabuğunu geride bırakıyor. Bu elbette sancılı olacak evlat. Her yılan yeni derisine kavuşmadan önce acının en büyüğünü tadar. Şimdi bırak da senin yarana bir bakalım.”
“Bendeki yara benim sikimde bile değil diyorum sana amına koyayım. Susup ona baksana sen.”
Gözlerimi güç de olsa açabildim ama alt ve üst kirpiklerim birbirine çok yakın durduğu için görüntüler net değildi. Salondaki tavanı kaplayan kalın ahşap kirişleri izledim, daha sonra gözlerim yavaşça beni izleyen Efken’e çevrildi. Birbirini takip eden görüntülerin sonu ona çıktığında, fırtınayı izleyen değil, fırtınayı yaşayan kişi olduğumu fark ettim.
Göz bebekleri endişeden genişlemişti, neredeyse simsiyah görünüyordu, maviliklerin surları karanlıkla kuşatılmıştı. Azrail’in sırtındaki yaşamları karıştırıp, bana ait olan hayatı bulup Azrail’den çalmış bir melek gibi görünüyordu. Belki de o benim ölüm meleğimdi. Uzun uzun gözlerinin içine baktım ve acının tortop olup yaktığı yaramın gerildiğini hissettim. Saçlarına ateşin ışığı çarpıyordu, bu eve geldiğimden beri ilk kez şömine capcanlı bir ateşle böyle çatır çatır yanıyor, ışığıyla onun esmer tenini, kopkoyu kara saçlarını parlatıyordu.
Gözlerimiz o kadar uzun süre birbirine saplı kaldı ki sanki o an geçmişe ait olmayan ama şu anda da yaşamadığımız anılarla dolup taşıyorduk. Hiç yaşanmamış, yaşanması da ihtimaller dâhilinde bile olmayan anılarla birbirimizi uzun uzun izledik. Gözlerim gözlerinden kayarak dudaklarına, oradan da boynuna kaydı ve çıplak bedenini kaplamış kuru ama hâlâ kıpkırmızı görünen kanı gördüm. Gözlerimi acıyla kırpıştırdım, bedenim zonkluyordu. Kana bulanmış görüntüsünü izlerken ölümün onun teninde sadece bir aksesuar gibi parlıyorken güzel göründüğünü fark ettim.
“İyisin,” diye fısıldadı, sesi o kadar savunmasızdı ki bir an ne diyeceğimi bilemedim ve sadece dudaklarımı yaladım. Dudaklarım kupkuruydu. “Şükürler olsun ki iyisin güzel yılan.”
Yüzüm saçlarımın arasına gömülmüştü, yoğun saçlarım yanaklarımı içine alıyordu. Tekrar yutkunup, “Yaralısın,” diye mırıldandım, bu sırada gözlerim karnının ortasındaki kanla kaplı beyaz bez parçasındaydı, gelişigüzel karnına yapıştırılmıştı, etrafı kurumuş kan yüzünden kapkara olmuştu. Gözlerim gözlerine tırmanırken vücudumdaki acıya rağmen kendimi yine bir sonraki sefere bırakarak, “İyi misin Karaduman?” diye sordum, sesim titriyordu.
“Her zaman iyiyimdir,” dedi dudaklarında alaycı bir kıvrımla ama bana bakan gözlerindeki endişe, şefkat tarafından pençeleniyor, kanıyordu. Mustafa Baba salonun kapısı olmayan çıkışından geçip gözden kayboldu. Efken taburesini çekip bana biraz daha yaklaştığında, “Sen gözlerini açtın ve ben nefes almaya başladım,” dedi yakıcı bir gerçeklikle. “Gözlerin kapalıyken nefes almıyormuşum, sen gözlerini açınca ve nefes boğazımı yakınca anladım.”
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, “Herkes iyi mi?” diye fısıldadım, yanaklarım ondan duyduklarımla yanıyordu; bedenim de acıyla… Saç diplerim terden dolayı nemliydi, ağzımın içinde zehir çiğnemişim gibi iğrenç bir tat vardı; son derece acıydı ve kusmak istiyordum. Çürüyüp parçalara ayrılan zaman kavramım yüzünden, “Ne zamandan beri burada yatıyorum?” diye bir soru daha yönelterek ilk sorduğum sorunun ve bu sorunun cevabını tek bir cümleye sığdırmasını bekler gibi ona baktım.
“Herkes iyi,” dedi kemik gibi bir sesle. “Ama şu an önemli olan bir başkası değil, sensin. Sadece yirmi beş saattir uyuyorsun, normal şartlarda günlerce uyuman, uykularından acıyla uyanmaman için de kanına onlarca uyuşturucu ve ağrı kesici karıştırmaları gerekirdi. Sen sandığımdan hep bir fazlası olmak zorunda mısın aptal?”
“Sandığından bin fazlasıyım,” dedim acıyla.
“Evet,” dedi, mavi gözlerinin içinde ateşin yansıması vardı. Bana öyle büyük bir dikkat ve şefkatle bakıyordu ki gözlerinin bana hissettirdiklerine teslim olmuştum. “Sandığımdan bin fazlası olduğunu benim gibi bir adamı yenerek kanıtladın zaten.”
“Az önce yenildiğini kabullendin.”
“Evet.”
“Neden yenildin?” diye sordum korkusuzca, acı sanki dilimdeki asma kilidi parçalamış ve zincirin bir yılan gibi ilerleyip yere yığılmasına neden olmuştu. “Ne konuda yenildin Efken?”
“Bu dünyadan olmayan bir şeye bağlanarak yeterince yenilmiş olmuyor muyum?”
İçim kendimin değil onun nefesiyle doluyormuş gibi hissettim. Öylece sorduğu bu soru aslında bana değil, kendine yönelttiği bir soruydu ama cevabı benden bekliyor gibi bakıyordu. Artık her şeyi bildiğini düşününce böyle bir soru sorması çok garip değildi ama yine de bu sorunun altında öğrendiği gerçeğin bile erişemeyeceği kadar derin duygular var gibiydi.
“Eğer bundan bir süre önce olduğum adam bunu öğrenseydi, ondan korktuğun için Nigin’den bahsetmediğini düşünürdü. Ama şimdi bu adam,” dedi ve kanla kaplı elini göğsüne götürdü, “bu adam onu korumak için yaptığına o kadar emin ki. Bu sikik şeyin nedeni ne bilmiyorum.” Kanlı parmak boğumlarını göğsüne bastırınca kanın lekelediği boğumlara beyazlık bulaştı. “Kendini benden değil, beni benden korudun.”
“Ben…” Hissettiğim acıdan değil, çaresizlikten sustum ama o acı çektiğimi sandı. Birden panikle, “İyi misin? Tamam sus, düşük çeneli, bir şeyleri şu an açıklamak zorunda değilsin,” dedi. “Bana hiçbir şeyi açıklamak zorunda değilsin. Sadece iyi olmanı istiyorum. İçime batırıp çıkardığın bu sikik şey her neyse beni iyi olman için deliliğe sürükleyecek şekilde zehirliyor.”
Gözleri içime işleyen çığlıklar gibiydi. Yardımı dilenen, ölümü getiren, karanlık ve güçlü.
“Canım acımıyor Efken,” diye fısıldadım.
“Canının acımaması için yapamayacağım hiçbir şey yokmuş. Bunu anladım Medusa,” dedi ve elini kan lekelerinin kuruyarak ikinci bir deri gibi sarıp gerdiği elimin üzerine yerleştirdi. Onun da eli kan içindeydi. Parmaklarımız birbirine kanın baskısıyla yapışırken, “Senin için yapamayacağım hiçbir şey yokmuş,” diye fısıldadı. Bu öylesine söylenmiş bir söz değildi, bu Efken Karaduman’ın duygularının yeminiydi.
Sözcükler anlamını her zaman yetirirdi ama yeminler tutulmak için edilirdi.
Gözlerine mıhlanıp kaldım.
“Ben iyiyim,” diye fısıldadım. “Sen de iyisin.” Benden bile önemli olan sen iyisin, demek istedim ama bunu yapamadım, yutkundum. “Herkes iyi.”
“Evet,” dedi kanla yapış yapış olmuş, birbirine geçmiş parmaklarımızı dalgın gözlerle izlerken. “Sadece o kurt çok yaralıydı.”
“Ne?”
“Çok yaralıydı ve kimseyi yanına yaklaştırmadı,” dedi dalgın gözlerle. “O kadar büyük ki, normal bir kurt boyutunda olamayacak kadar büyük, bir veteriner çağırmam imkânsız, bunu açıklayamazdık.”
“O ölmedi değil mi?”
“Hayır,” dedi Efken dalgın gözlerle elime bakmaya devam ederken. “Ona kimsenin yaklaşmasına izin vermedi ama ben yaklaştığımda karşı koymadı.” Gözlerimde tılsım gibi duran bir anlamla ona baktığımda o ellerimizden gözlerini ayırmamayı seçti. “Yarasına göz gezdirdim, iyileşiyor gibiydi. Aklım tamamen sende olduğu için yarasına yeniden bakamadım ama orada yatmaya devam ediyor, daha iyi görünüyor.” Gözlerini pencereye çevirdi. “Yaren yemesi için bir şeyler götürüp biraz uzağına bırakmış, sanırım yemiştir.”
Yaren’in korkusuzluğu beni şaşırttı. “Ona bakmak zorundasın,” dedim. “O bize yardım etti.”
Gözlerini bana çevirip, “Bakacağım,” diye fısıldadı, “sadece benim yaklaşmama izin veriyor, bu yüzden zorundayım ama kendini biraz toparlaması için zaman vermeliydim. Yarası kendiliğinden iyileşmeseydi bir şeyler yapacaktım.” Endişeli gözleri bana saplıydı. Sanki bana beni bırakamadığı, bana bir şey olmasından korktuğu için algılarını her şeye kapadığını gösteriyor gibi bakıyordu ama bunu anlatmak için kelimeleri kullanmadı; sadece gözleriyle anlattı.
Gözlerim yeniden yarasına indi. Nigin aramızda konuşulması gereken büyük bir konu olarak asılı duruyordu ama yaşananlardan aldığımız darbeler yüzünden şu an bu konuyu ortaya serip uzun uzun konuşamayacağımız kesindi. Yarasının ne hâlde olduğunu düşünürken içimi huzursuzluk kapladı.
İbrahim bileği sargılı bir şekilde içeri girince gözlerim Efken’den ayrıldı, Efken elini yavaşça elimden çekip İbrahim’e doğru baktı. Melek kanatlı hançerlerini, uzun zaman sonra ilk kez yandığı duman tüttürmesinden belli olan şöminenin önündeki demir mazgalın üzerine bıraktı. Hançerlerin üzerlerinde hâlâ is lekeleri vardı. Sanırım bu yaratıkların kanıydı. Gözlerini bana çevirince ela gözlerinde sıcak bir şefkat gördüm, dudaklarını şekillendiren gülümsemesi de gözleri gibi sıcak ve şefkatliydi.
“İyisin toprağım,” dedi, sesi yorgun geliyordu. “Her şeyi hallettin ve biraz dinlenmeyi hak ettin. Bir süre istirahat etsen iyi olacak.” Gözleri Efken’e kaydı, Efken’in yarasının üzerindeki sargıyı görünce, “O sargıyı değiştirsen iyi olur,” dedi tedirgin bir sesle. “Yaranın son hâlini görmemiz gerekiyor. Belki de bir doktora gitmelisin.”
“Siktir et,” dedi Efken, gözleri tekrardan bendeydi, yaramı izliyordu. Üzerimde ona ait bol, rengi solmuş siyah bir tişört vardı, tişört yukarı sıyrılmıştı ve yaram bir sargının altında yavaşça yanıyordu. Dikiş tutmayacak gibi açılan karnımın hiçbir şeye gerek duymadan birleşip eski hâline geldiğini onu göremeden bile hissedebiliyordum. Tam o noktada kör bir acı ve net bir karıncalanma vardı.
“Ciddiyim Efken. O yarayı bir görsek iyi olacak.”
“Siktir et diyorum, hiçbir haltı yok, bu ilk yaralanışım değil.”
İbrahim, “Bir insan yaralamış olsaydı seninle aynı fikirde olabilirdim,” dedi sertçe. İbrahim’e katılmak istesem de gözlerime perde iniyor, şömineden yükselen çatırtılar beni derin bir uykuya çağıran ninni gibi mırıldanıyordu. Aklım, kalbim, zihnim, ruhum ve tüm parçalarım Efken’de kalsa da bilincimin sürüklenmeye başladığı uykuya karşı koyamadım. Bir süre sessizlik yaşandı. Bu sessizlik uykuma aitti ama sonra o sessizlik onun sesiyle ikiye bölündü. Gözlerimi açmadım.
“Şu an önemli olan tek bir insan var,” dedi Efken sertçe.
“Senin için bu kadar önemliyse, onun için kendine dikkat etmek zorundasın,” dedi İbrahim.
“Onun için yapabileceklerimin beni korkuttuğunu söyleseydim ne düşünürdün?” Efken’in bu sorusu ortama çöken anlık sessizliği sütüyle besledi. İbrahim’in derin bir nefes aldığını duydum. Kalbim de nefes alabilmeyi diledi. Neden kalp nefes alamıyordu ki? Tam şu an kalbimin derin derin nefesler almaya ihtiyacı vardı.
“Bunun zaten farkında olduğumu söylerdim.”
“Peki bana ne önerirdin? Senin önerilerini sikime takacağımdan değil, öylesine soruyorum, kafamın dağılmasına ihtiyacım var.”
“Hımm,” dedi İbrahim uzun uzun. “Onun için yapabileceğim her şeyi yapardım,” dedi. “Ama bu şeyler onu üzen değil, onu mutlu eden şeyler olurdu. Sen doğan gereği karşındakini üzmeyi umursamıyor, sadece korumayı önemsiyorsun Efken. Ama karşındaki bazen korunmaya değil, sana ihtiyaç duyabiliyor. Bence bu kızın senin onu korumana değil, sana ihtiyacı var.”
“Bana ihtiyacı olduğunu nereden çıkardın?” diye sordu, sesinde merak vardı, benim de içimi kaplayan o merak ağrılarımı bile geri plana attı.
“Nigin’i senden seni ondan almaman için sakladı.” İbrahim’in bana baktığını hissettim. “O farkında bile değil Efken ama sana çok ihtiyacı var.”
“Çok konuştun tamam, kafam dağıldı, susabilirsin.”
“Duydukların seni mutlu mu etti? Yoksa korkuttu mu?”
“Sana ne?” Efken’in sesi sertti.
“Bence hem korkuttu hem de mutlu etti,” dedi İbrahim. “Efken, bence sen sadece Mahinev için yapabileceklerinden değil, büsbütün bu kızın varlığından korkuyorsun.”
İbrahim odadan çıkarken Efken sessizdi.
İbrahim gittiğinde ve odada sadece nefes seslerimiz ile beraber ilerleyen ateş çatırtıları kaldığında, kendi kendisine şu cevabı verdi:
“Belki de.”
Midemdeki bulantıyla uyandığımda salondaki koltukta tek başımaydım. Şöminedeki ateş hâlâ yanıyordu ama sıcaklık kırılmıştı, gözlerimi birkaç kez açıp geri kapattım ve bir süre bekleyip etraftaki sesleri dinledim. Sonunda derin bir nefes aldım ve aldığım nefesle beraber bedenimdeki acının kaybolduğunu fark edip elimi yavaşça yarama götürdüm. Hiçbir şey hissettirmiyordu, sanki çoktan iyileşmişti, dokular tamir edilmiş, derim eski formuna kavuşmuştu. Yine de bandajı açmadan yattığım yerden yavaşça doğruldum. Ateşin aydınlattığı salondan çıkıp banyoya geçtim. Ellerimdeki kanı suyun altında ovalayarak çıkarmaya çalışırken bir yandan da aynadaki rezalet görüntüyü izliyordum. Gözlerimin altında koyu halkalar oluşmuş, saçlarım kandan ve kirden dolayı başımın üzerine yapışmıştı. Midemdeki bulantı ağzıma acı bir tatla beraber kusma hissini de getirince suyu kapatıp klozetin kapağını kaldırdım ve kustum. Kusarken içimdeki boşluğu da dışarı bırakıyormuşum gibi hissetmiştim. Sifonu çektim, ellerimi yeniden yıkadım ve saçlarımın rezalet hâline uzun uzun baktıktan sonra ellerimi kurulayarak banyodan çıktım.
Evde sanki kimseler yoktu. Sessizlik vardı. Ateşin sesi evin her bir köşesine dağılıyordu. Üşüdüğümü hissettim, oysa uzun zamandır üşüme hissini tatmıyordum. Kaybettiğim kandan dolayı olabileceğini düşünerek banyonun çaprazındaki odaya girdim. Üstüm başım kirliydi ama banyo yapacak hâlde değildim, üzerime yumuşak ve bedenimi sıcak tutacak bir yorgan örtüp uzun bir uykuya dalmak istiyordum. Karanlık odada yavaşça yürüyüp yatağa doğru ilerlediğim sırada arkamdan kapattığım kapı açıldı ve irkilerek kapıya doğru baktım. Efken kapıda durmuş bana bakıyordu.
“Biraz daha uyusaydın seni ayıların olduğu bir mağaraya bırakıp kış uykun bitince almak için geri gelecektim,” dedi onu izleyen iri gözlerime uzun uzun baktıktan sonra. Gözleri sargılarıma indi, karnımı kaplayan kirli sargı bezine kaşlarını çatarak baktı. “Bunu değiştirsek iyi olacak.”
Gözlerim ondaki leş gibi görünen sargıdayken, “Kendin için de aynısını yapsan iyi olabilir,” dedim kuru bir sesle.
“Beni siktir et, gel seninkine bir bakalım.” Elimi elinin içine alınca bakışlarım kandan arınan parmaklarına indi. Üstü başı hâlâ kan revan içindeydi ama parmaklarındaki kanı temizlemişti. Beni elimden tutup yatağın ucuna oturtunca kafamı kaldırıp ona baktım.
“Benim yaram iyileşmiş sanırım,” dedim yavaşça. “Kendim temizlerim.”
“Yine de bir bakalım,” diyerek son söylediğimi duymazdan geldi. Üstümde ona ait bir tişörtle öylece oturuyordum, tişört bedenimde o kadar dökümlü duruyordu ki sanki koca bir çuvalın içindeydim. “Tişörtlerimin içinde kayboluyorsun,” derken sırtını bana dönüp elbise dolabının çaprazındaki kısa boylu, altı yedi çekmecesi olan şifonyerin önüne gitti. Çekmecelerden birini açtı ve içinde sargı bezinin olduğu bir kutuyla bir iki şişe ilaç çıkardı. “Uzanırsan daha kolay olur Medusa,” dedi yanıma geldikten hemen sonra.
İkilemde kalarak yatağa uzandım. Efken’in gözleri bedenimde dolaştı, ardından yatağa yayılan saçlarıma takıldı ve yatağın üzerine çıkıp bacaklarını ayırarak kasığım ile bacaklarım arasında dizlerinin üzerinde durdu. “Tişörtü yukarı sıyırır mısın?” diye sordu, soruyu bu kadar sakince sormasına şaşırarak tişörtün eteklerini tutup kaldırdım ve Efken sargı bezini sabit tutan bantları yavaşça çıkarmaya başladı. Derimi çekiştiren bantlar yüzünden dişlerimi sıktığımı görünce, gergin bir yüzle, “Acıyor mu fıstık?” diye sordu, sesine sinmiş tedirginlik yutkunmama neden oldu.
“Sadece bantlar acıttı.”
“Sikeyim o bantları,” diye homurdandı. “İstersen kendin çek.”
“Bu kadar tırsmana gerek yok,” diye söylendiğimde kaşlarını çattı.
“Ben miyim tırsak? Saçmalama istersen.”
“Çek gitsin.”
“Kendin yap,” dedi. “Çocuk gibi uflayıp puflamanı çekemem senin.”
Dudaklarımda gizleyemediğim bir tebessümle bantları sertçe çektim. Bu onu öfkelendirmiş gibi, “Yavaş,” diye hırladı. “Kendi canını kendin acıtıyorsun. Salak mısın sen?”
“Kendim yapınca acımıyor.”
“Ya da kendine verdiğin acıyı önemsemiyorsun,” dedi, oysa onun bana verdiği acıyı da önemsemiyordum, fiziksel değildi belki ama kalbime kendisinin bile bilmediği acılar ekiyordu.
Bandajı bir top gibi yuvarlayıp yere attığında yüzünün kireç gibi beyazladığını gördüm. Kafamı indirip karnıma baktım ve tek bir çizik bile olmadığını görünce kaşlarım çatıldı. Hızlı bir şekilde iyileşmekten de ötesi vardı, derim sanki yenilenmiş gibi pürüzsüzdü. Parmaklarımı pürüzsüz cildime sürtüp, “Mar ile alakalı,” dedim, gözleri hâlâ tenimdeydi, dudaklarıysa sessizlikle mühürlüydü.
Şişelerden uzun, siyah olanın kapağını açınca keskin bir koku odaya yayıldı. Yüzümü ekşiterek ona baktım. “O zaman bana sürelim,” dedi, ses tonu ona ait değil gibi sakindi. Doğrulduğum anda yüzüm neredeyse çıplak göğsüne çarpacaktı. Gözlerimi kaldırıp bana üstten üstten bakan, dizlerinin üzerinde bir savaşçı gibi duran o adama baktım.
“Senin için yapabilirim.”
“Zaten sen yapacaksın.”
“Rica bile etmedin.”
“Rica etmesem de yapmak için delirirdin,” dedi kafasını indirmeden yalnızca gözlerini yüzüme dikerek.
“Benim yapmam için delirirdin,” diye karşılık vermemle bana şaşkınlık içinde bakması bir oldu. Tepkisi beni gülümsetirken elimi sert karnına uzatarak bantları çekiştirdim. Derisinden ayrılan bantlar canını yakmamışa benziyordu. Sonunda sargıyı yarasından dikkatlice çekip tortop yaptım ve kenara fırlattım. Gözlerimi esmer karnına çevirdiğimde, şaşırıp donakalma sırası bendeydi.
Yarası tamamen iyileşmişti.
“Efken,” diye fısıldadım ama bunu anlaması için sesimi duymasına gerek bile yoktu, gözlerime yayılan şaşkınlıktan bir şeylerin ters gittiğini zaten anlamıştı. Yavaşça eğilip karnına bakınca karnındaki pürüzsüzlükle karşılaşıp oldukça sakin bir sesle, “Belki de o yaratıkların açtığı yaralar kolayca iyileşiyordur,” dedi.
Buna kendisi de inanmamıştı, bunu biliyordum ama üzerinde durmamaya karar verdim.
“Bir duş almak istiyorum,” diye fısıldadım geri çekilmesini bekleyen gözlerle ona bakarken. Gözleri yüzümde çok oyalanmadı, geri çekilip yataktan kalktı. Kalkıp odadan çıkarken bir şey söylemedim, Nigin konusunu her an açabilirdi, sanırım bundan kaçıyordum. Öte yandan Manbel ile ilgili ortada duran, çözülmesi gereken koca bir sorun vardı. Böyle bir sorun varken bir sonraki adımım nasıl olmalıydı bilmiyordum.
Çıkmazdaydım.
Düşüncesi bile çok garip gelse de bence Efken Karaduman da çıkmazdaydı.
Kendimi kirli hissediyordum. Bedenimdeki tüm pisliği suyun altına girerek akıtabileceğime olan inancım tamdı ama zihnimdeki pisliği arındırmak mümkün dahi değildi. Yorgun adımlarla banyoya gittiğim sırada Efken’in elbise dolabının kapağını açıp kapattığını duydum, çok geçmeden o da odadan çıktı ve ben banyonun kapısını kapatmak üzereyken kapının arasına elini koyarak kapatmama engel oldu. Elinde havlu ve kıyafetler olduğunu gördüm.
“Teşekkür ederim,” diyerek kıyafetlere uzandığım sırada gözlerimin içine büyük bir dikkatle baktığını görüp duraksadım. Holdeki karanlığı ayın mavi-gümüş ışığı bölüyordu. Cesaret anlıktı, ışık onu altına alıp güzelliğini ortaya serdiğindeyse geri dönülemez bir hızla içime yerleşmişti. Ona, “Sen de kan içindesin,” dedim yavaşça, gözlerinin içine yerleşen ifade gümüş ışık profiline vuruyor olmasına rağmen zifiri karanlıktı. “Duş almak ister misin?” Bu kadar cesur olmamı beklemiyordu, bunu mavi gözlerinde gördüm ama mavi gözlerinde gördüğüm sadece şaşkınlık değildi, gözlerinde şefkat ve tutku da titriyor, saklandıkları karanlıktan kafalarını uzatarak beni izliyorlardı.
Parmaklarını yasladığı kapıyı menteşesinden söküp koparacak gibi sertçe kavrayıp çekince gözlerim irileşti ama tepki vermedim. Efken içeri girdi, gümüş ışık da onunla beraber girdi. Tenlerimiz arasında gezinen o uğultunun sebebi sanki bu esrarengiz ay ışığıydı. Daha önce de ay ışığının altında neler olduğunu hatırlayınca yanaklarıma akın eden kan, doğru orantıda tüm bedenimi kapladı sanki.
“Bana hayır demeyeceğimden emin olduğun teklifler sunma. Pişmanlık payını düşünmem,” dedi erkeksi bir sesle, nefesi sıcak bir hırıltı gibi tenime dökülürken, bu koca banyo sanki birden küçücük bir kutuya dönüştü. İkimiz de bu kutuya sığamadığımız için birbirimize yaslanıyormuşuz gibi hissettim.
“Pişman olacağımı düşünsem sana bu teklifi yapmazdım,” dedim net bir sesle ama sesim ne kadar güçlü duyulsa da içim titriyordu; titremesinin nedeni korku değildi, bu yoğunluk onu eritip tüketiyor, yok ediyordu. Efken duyduklarından hoşnut bir şekilde büyük avucunu belime atınca avucunun altında toplanan tişört kumaşı yukarı sıyrıldı ve bel boşluğumun açığa çıktığını fark ettim. Gözlerini yüzüme indirdi, hafif aralık duran kapıdan içeri gümüş renkli ışık akıyor, esmer tenini parlatıyordu. Işığın etkisi altında değil, gerçekten onun etkisi altında kaldığımdan emin olmak için koluna doğru eğilip yanağım kaslı pazusuna sürtünürken kapıyı iterek kapattım. Artık içerisi karanlıktı ama banyonun küçük penceresinin mazgallarından içeri çok az bir ışık pıhtısı sızıyordu.
Efken beni kapıları camdan duş kabinine doğru geri adımlar attırarak götürürken kan lekelerinin süslediği parmaklarımı pazularına yerleştirdim. Sırtım duş kabininin soğuk mermer duvarına yaslandığı an kafamı kaldırıp benden epey yüksekte duran adama dikkatli gözlerle baktım. Karanlığa rağmen yüzünün kemikli kıvrımlarına oturmuş tüm ifadeleri seçebiliyor, gözlerinden yüzüme akan bakışları içimde hissedebiliyordum. Sanki ruhum çırılçıplaktı ve Efken ruhumun tenine dokunuyor, ruhumu keşfediyordu.
Altında sadece siyah, rengi ağarmış bir kotla beni mermer duvara yaslayıp önüme barikat gibi çıplak tenini ördüğünde, kalp atışlarım göğsümün içinde boğuluyordu. Başımı mermerin soğukluğuna yaslayıp gözlerimi yüzüne dikerek ona daha da yoğun bir dikkatle baktım. Meydan okuyan bakışlarım onu deli ediyormuş gibi burnundan sert bir nefes verip çenemi parmaklarının arasına alarak kafamı kaldırdı ve dudaklarımız arasında santimler kalana kadar kafasını yüzüme doğru eğdi. Kalp atışlarımın göğsümü yarıp dışarı çıkmak isteyen ölümcül bir bıçak gibi tenimi kesercesine hızlandığını hissettiğimde tek istediğim dudaklarının dudaklarımın üzerindeki yerini almasıydı.
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya kadar hızla kaydırın. Bu sahneyi okumamak akışı bozmayacaktır.)
O da bunu istiyormuş gibi burnunu burnuma sürttü. Elinin hemen yan taraftaki vanaya gittiğini hissettim, gözlerimi kırpmadan bana son derece yakın duran sinsi bakışların sahibi olan mavi gözleri izlerken yutkunmaktan bile korkuyordum. Vanayı yavaşça çevirmesiyle yukarıdaki geniş duş başlığından birkaç damla su üzerimize aktı, su soğuktu ama bedenim kasılmadı, hatta tamamen tepkisizdim bile diyebilirdim. Efken vanayı biraz daha çevirince su hızla akmaya başladı ve tişört tenime tamamen yapışıp vücudumun şeklini gözler önüne serdi.
Ellerimi bileklerimden kavrayıp kollarımı arkamdaki mermer duvara yaslayarak beni karşısında çarmıha gerilmiş hâle getirdiğinde neredeyse inleyecektim. Dudaklarımız suyun altında arsız bir şekilde birbirine tutundu ve su dudaklarımızın boşluklarından içeri girip boğazımıza akarken sertçe öpüşmeye başladık. Başını sağa sola yatırarak dilini derinlere itiyor, o bunu yaptıkça öpüşmemiz daha da derinleşiyor, ruhuma düğümler atmaya başlıyordu.
Bileklerimi birbirine yaklaştırıp iki bileğimi tek avucunun içine alarak beni biraz daha gerdi ve diğer eli boynumdan göğüs kafesime ve oradan da yavaşça karnıma, kasıklarıma indi. Kumaşların arkasında saklanan vücudum, kumaşları bile eritecek gibi sıcak bir his yayan parmak uçlarının tüm dokunuşlarını çıplakmışım gibi içine emiyordu.
Dudakları dudaklarımla soğuk savaş hâlindeydi. Dili ısrarcı bir şekilde ağzımın içindeki yerini aldığında ayak bileklerimi bile titretecek yoğunluktaki bir duygunun tüm bedenimi esir aldığını hissettim. Efken’in eli altımdaki taytın lastiğinin sınırlarında gezinirken su büyük bir hızla başımızın üzerinden akarak bizi sırılsıklam etmeye devam ediyordu. Taytımın lastiğini sertçe kavrayıp avucunun içine toplayarak hızla aşağı çekti ve kalçalarım açığa çıktı. Islandığı için ağırlaşan tişörtü kalçalarımın sadece bir kısmını örtebildi.
Bileklerimi Efken’in avucunun sıcak hapsinden kurtarmak için çırpındım ama kurtulamadım; belki kurtulabilirdim ama kurtulmayı istemiyordum. Efken de bunun farkında olduğu için geri çekilmiyordu.
Bacaklarımı birbirine sürterek taytın içinden çıktım ve ayak bileğimle suyun altında ağırlaşmış taytı yana doğru ittim. Bu olurken Efken’in dudakları dudaklarımdan ayrılıp çeneme doğru inmeye başlamıştı. Çenemi dişlerinin arasına alıp ısırınca inledim, su dudaklarımdan içeri aktı, yutkunduğumda boğulacağımı sanarak panikledim ve Efken suyun hızla ilerlediği tenime öpücüklerden cehenneme giden bir yol çizmeye başladı.
Sanki dudakları birden fazla yerdeydi. Boynumda, çenemde, omuzlarımda, tişörtün ıslanıp aşağı çökmesiyle açılan bağrımda; her yerimde… “Efken,” diye fısıldadım ve bu fısıltı bir yazarın kaleminden bir damla mürekkebin beyaz sayfaya düşerek sayfaya yeni bir ânın yayılmasına neden oldu. Bir yerlerde bir adam son kadehini içip eski bir bardan karanlık bir sokağa doğru çıktı, bir kadın bir küvetin içine küvetin içi ağzına dek su doluyken uzandı, bir çocuk yatağının altında yatağının üzerindeki canavardan saklandı.
Hırıltılı nefesinin arasından, “Bebeğim,” dedi. Zamanda kayıp düşüyormuşum gibi hissettim. Ölüm bir yerlerde başımızdan aşağı yağmur olup yağdı, yaşam güneş olup açtı, anılar kar taneleri olup uçuşmaya başladı. Eli yavaşça iç çamaşırımın lastiğine gidince titredim ve bunu istediğimi hissettim. Dokunuşları yepyeni izler oluştursun ve tenim onun izleriyle dolsun, o yokken bile ona ait izlere bakıp onu anabileyim istedim. Bu bir veda değildi ama tenim sanki bir veda arifesindeydi. Birbirimize öylece tutunurken bir vedaya hazırlanıyor gibi telaşlı ve hüzünlüydük.
Eli iç çamaşırımın lastiğinde oyalanmadan birden yukarı tırmanınca nefesim kesildi. Bana dokunmak yerine parmaklarını hızla karnımdaki çıplak deri boyunca kaydırdı ve sütyen takmadığım için çıplak olan göğüslerime doğru çıkardı. Göğüslerime dokunduğunda aklımın başımdan kayıp gittiğini hissettim. Dokunuşları onun varlığını, gerçekliğini, bana hissettirdiklerini tenime kan gibi yayarken ellerimi serbest bırakması için ona yalvarabilirdim. Ama bırakmadı. Gece ve gündüzün birbirine karışması gibiydi, ışık geceye geliyor, karanlık ışığı altına alıyordu. Bir avucunu göğsümün etrafına sarınca göğüs uçlarımın bir mızrağın ucu gibi sivrileşerek onun avucunun içini yarmaya çalıştığını hissettim. Bunu o da hissetmiş olacak ki inleyerek dudaklarıma yapıştı ve göğsümün ucundaki yumruyla oynadığı sırada dilini ağzımın içine iterek bu savaşın galibinin kim olacağını bana göstermeye başladı.
“Efken,” diye inledim, gece siyahı saçlarına dokunmak için deliriyordum ama buna izin vermeden beni önünde çaresizce asılı tutmaya devam ediyordu. Bedenimi tamamen gerdiği için dolgun göğüslerim belirginleşmişti, başparmağını göğsümün ucuna sürtünce bacaklarımı birbirine bastırmak istedim. Yabancı bir his tüm bedenimde ateş gibi yanıyor, kasıklarımda nehir gibi çağlıyordu.
“Memelerinin uçları benim için mi şişti?” diye fısıldadı karanlık bir sesle. Sesi su ile beraber boynuma aktı ve içimi yaktı. En karanlık içgüdüler açığa çıktığında utanmadım, sadece daha fazlasını istediğimi anladım. Göğüslerimin uçları daha da dirileşti, Efken’in avucu göğsümün ucuna yaptığı baskıyı sürdürürken dudakları yeniden dudaklarıma yerleşti. Sadece göğsüme dokunarak nasıl ayak bileklerimi titretiyordu? Hissettiklerim üst üste bindiğinde parmaklarının arasına aldığı göğsümün ucunu çevirip beni histerik bir şekilde inletti, bu dudağının kenarının zaferle kıvrılmasına neden oldu.
“Seni rahatlatmamı ister misin fıstığım?” diye sordu, sesi içimi ürpertirken bunun için ona yalvarabileceğimi fark ettim. Bedenimdeki yabancı duygu çok farklıydı ve bana nasıl olduğunu bile bilmediğim bir şeyi istemem konusunda hükmediyordu. Parmak uçlarının arasına alıp ezdiği göğsümün ucunu bu kez kasıklarımın zonklamasına neden olacak şekilde okşayınca, “Efken, lütfen,” diye inledim ve işte bu onun tüm zevk aldığı noktalara izimi bırakmışım gibi hisli bir şekilde inlemesine neden oldu.
“Ne lütfen?” diye hırladı. Bileklerimi daha sıkı kavrayıp beni tamamen yukarı doğru gerince parmak uçlarımda yükselmek zorunda kaldım. Sağanak gibi yağan suyun altında çaresizce onun bana vereceklerini beklerken bir şeyler yapabilmeyi diliyordum.
Ona ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Lütfen bana seni ver? Lütfen bana kendini sun? Lütfen bana ne istiyorsam onu ver işte. Hiçbirini dudaklarıma çağıramadım, sadece iniltiler döküldü, histerik ve tutkulu iniltiler… “Seni rahatlatmam için mahvoluyorsun,” diye fısıldadı. “Tıpkı senin için mahvolduğum gibi.”
“Tanrım… Evet,” diye inledim. “Bana seni ver.”
“Siktir. Ne dedin sen?” Birden elini göğsümden çekip güçlü parmaklarının arasına aldığı çenemi havaya kaldırarak ona bakmamı sağladı. Suyun altında ölümün nehrinde yüzen bir meleğe benziyordu; sanki o ölüm nehrinden canları cennete o taşıyordu. Koparılmış her ruhun gittiği yönü belirleyen bir pusulaydı sanki. Ruhum kopmuş, onun peşine takılmıştı. Pusulamdı. Dudaklarım büzüşene kadar ağzımı parmaklarının arasında sıkınca ona tutkudan titreyen kirpiklerin altından ateş gibi yanan gözlerle baktım. “Siktir, sikeyim. Böyle bakarak beni pantolonuma boşaltabilirsin. Evet, bunu yapabilirsin.”
Bacaklarım öyle çok titremeye başladı ki sanki dizlerimin iç yan kısımları birbirine çarpıyordu. Gözlerimi gözlerine dikmeye devam etmek istedim ama su buna engel oldu. “İstediğim sensin,” diye inledim gözlerim neredeyse kapalı hâldeyken. Yüksek sesle inleyerek dudaklarıma yapıştı ve çıldırmış gibi öpüşmeye başladık. Şeytan, cennetten çaldığı sevapların her birini kendi ateşine atarak iyiliklerin alevler tarafından örtülmesini izlerken duygusuz görünüyordu; oysa içinde durduramadığı bir tutku vardı. Sevapları elinden kopararak aldığı o meleğin yüzünü unutamıyor gibi bakıyordu, o meleğin yüzü ona ait alevlerin büyüyen dalgaları içinde bile onu altına almak ister gibi ona doğru geliyordu. İşte şimdi o şeytan Efken’di, benim iyiliklerimi elimden alıp kendi ateşinin içine atıyor, ben ise onun için yanarken onun üzerine doğru giderek onu da yakmaya başlıyordum.
“Daha önce hiç hissetmediğin bir şeyi hissettireceğim sana,” dedi dudaklarımız ayrılırken, nefes nefeseydi.
“İlk değil,” diye inledim açıkça, “ilk kez daha önce hissetmediğim bir şeyi hissettirişin değil.”
“Bu kadar açık sözlü olursan!..” Sustu, bunun yerine avuçları hâlâ bileklerimi kavrıyorken diğer eliyle tişörtümü yukarı kaldırdı ve karanlığın gizlediği göğüslerim açığa çıkarken yanaklarımın ısındığını hissettim. Dudaklarını boynuma sürterek yavaşça eğildi, kollarımı biraz daha gerdi ve bedenimin hafifçe acıdığını hissedip inledim. Ama heyecan hepsinden fazlaydı. Efken, cennet ile cehennem birbirlerinin üzerine yıkılırken üzerime yıkılmaya başladı. Dili iki göğsümün arasındaki boşluktan indi, her bir dokunuşunda yandığımı hissettim, dilinin geçtiği yere akan su bile fayda etmedi. Dinmedim. Göğsüme dokunan dudaklarıyla belim kıvrıldı, haykırır gibi, “Efken!” diye inlediğimde, dudaklarından bundan hoşlandığını açık eden bir mırıltı döküldü ve göğsümün ucunu ağzına aldı.
Kalp atışlarımın onun dudaklarına çarptığını, onun içinde yankılar uyandırdığını hissettim.
Başımı geriye doğru yasladım ve dudaklarımdan bir dolu çığlık döküldü. Ellerimi kurtarmak için kollarımı aşağı doğru asıldığımda o kadar kuvvetliydi ki buna engel oldu. Etli dudakları göğsümün ucunu tamamen içine alarak kaybettiğinde belimin kıvrıldığını hissettim. Tutku içimden ateş gibi akarak kasıklarıma doluyordu. Diliyle göğsümün ucunu altına aldı ve geri bıraktı; bir an geri çekildi. Dişlerini sıktığını kaskatı olan çenesinden anladım. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun tenimin ve yüzünün gölgeleri ortadaydı. Birbirimizi en karanlık hâllerimizle görüyormuşuz gibi hissediyordum.
Gözlerini kaldırıp anlık olarak bana baktı, gözlerimiz buluştuğunda gözlerindeki ışıkların dışarı döküldüğünü gördüm. “Senin bana bunu yapman normal mi?” diye sordu, sesi bulanıktı, tıpkı bakışlarım gibi. “Senin beni bu kadar dağıtman, bu kadar değiştirmen, bu kadar kontrolün altına alabilmen normal mi? Bence değil. Hiç değil. Büyü gibi. Tılsım gibisin.”
Efken, göğsümü dişlerinin arasına alıp yavaşça çekince, “Efken!” diye bağırarak inledim ve bu, dilinin tekrar göğüs ucumu ezmeye başlamasına neden oldu. Sanki cennette bir deprem oluyordu ama yıkılan günahlardı, melekler o günahların altında kalıyordu. Dilini göğsümün ucunda sertçe gezdirdikçe belimin kırılacak gibi kıvrıldığını hissediyor ve bunu durduramıyordum. Sonunda öyle çok kasıldım ki bacaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. Dilini göğsümün boşluğundan kaydırıp diğer göğsüme geçince, sanki bu hissi ilk kez tadıyormuşum, az önce göğsüm onun dudaklarının arasında değilmiş gibi yine inledim. Bacaklarımın arasındaki o fırtına gibi hissettiren kasılmalar gitgide çoğalıyordu.
“Lütfen,” diye fısıldadım yalvarır gibi. “Ellerimi bırak.” Çünkü yüzüne dokunmak istiyordum, sakalların sarmaya başladığı kemikli suratını avuçlarımın içine almak, onu tüketmek ister gibi öpmek istiyordum. Beni duymazdan gelerek bir eliyle bileklerimi başımın üstünde sabit tutmaya, diğer eliyle göğsümün ucunu sertçe okşamaya devam etti; tüm bunlar olurken dudakları da bir diğer göğsümdeydi ve ben artık tükenme noktasındaydım. Anlam veremediğim şeyler oluyordu. Depremler, yangınlar, seller oluyordu; toprak kayıyor, dünya yanıyor, hayat bitiyordu.
Bacaklarımın arasında o durmak bilmeyen kasılmalar, Efken’in dilinin göğüs ucuma vurduğu kuvvetli fiskelerle doğru orantılı olarak daha da şiddetlendi. Sanki biri tam o noktama bastırmış gibiydi, Efken’in parmaklarının tam da kasılan noktada olmasına ihtiyacım olduğunu fark ettim ve delirmiş gibi kasılarak inledim. Beni deli gibi emiyor, dilini her göğüs ucuma vurduğunda, dili sanki göğüs ucumda değil kasıklarımda dolaşıyormuş gibi titriyordum.
Bedenim kavruluyormuş gibi titremeye, parmak uçlarımda durduğum zemin yarılıyormuş gibi dalgalanmaya başladı. Başımı sertçe mermer duvara yaslayıp dudaklarımdaki arzuyu bulanık kelimelere ve iniltilere yerleştirerek dışarı bıraktım. Efken dokunmadan beni sarstı, dokunmadan beni mahvetti, dokunmadan beni yıkıp geçti. Son nefesimi veriyormuş gibi ciğerlerimi havayla doldurduğumda, kaburgalarım dışarı doğru kavislenerek derimi yırtacak gibi belirginleşti ve titremeye başladım. Efken, ben kollarımdan asılı, bacaklarım tutmaz hâlde kendimi bırakınca birden kollarımı bırakıp beni belimden yakalayarak tuttu ve güçsüz düşen bedenim onun bedenine yaslanırken ellerimi onun omuzlarına koyup ona sıkıca sarılmaya çalıştım.
(+18 Sahne sonu.)
Cennet de cehennem de yanıyordu.
Yangında titreyen alevler gibi titriyordum.
Belime sıkıca sarılıp sakinleşmem için dudaklarını saçlarıma bastırdı ve “Bu yeni bir deneyimdi,” diye fısıldadı. “Daha fazlası için her şeyi verirdim ama bu benim ödülümdü.” Bir eli yavaşça saçlarıma kaydı, beni kollarında tutuyorken büyük avuçlarıyla saçlarımı okşayarak suyun altında titrer hâlde öylece kollarının arasına sığınmama izin verdi.
Ne diyeceğimi bilemediğim için onun kollarına tutunarak ona biraz daha sokuldum. Titremelerim geçene kadar suyun altında saçlarımı okşadı ve bana sarıldı. Şefkatinin en yakıcı hâlini hissettiğim an, sanırım şu andı. Bir süre sonra ayaklarım tamamen yere basabilecek hâle geldiğinde beni suyun altında dik bir konuma getirip izin isteyen gözlerle bana bakarak üzerimdeki tişörtün eteklerini tuttu. Sadece gözlerinin içine baktım. Bu onaydı. Biliyordu. Tişörtü yavaşça çıkarıp yere attı, karanlığa rağmen çıplak göğüslerimi örtmek ister gibi uzun saçlarımı göğüslerimin önüne gelecek şekilde aşağıya bıraktı ve bir eli tekrar belime kayarken yandaki metal raftan şampuanı aldı. Altımda sadece iç çamaşırım, göğüslerimi örten saçlarımla karşısında en savunmasız hâlimle duruyordum ama bana ikinci kez dokunmaya kalkışmadı. Tutkudan alev gibi yanan tenine rağmen bunu yapmadı.
Saçlarıma elinin içine aldığı şampuanı yavaşça yedirirken ellerimi göğsünün üzerine koyup sakince bekledim. Saçlarımın arasında dolaşan parmakları şefkatliydi, güçlü ve büyük olmalarına rağmen dokundukları yerde sadece güven bırakıyorlardı. Uyuşmuş bacaklarımla o saçlarımı yıkayana kadar bekledim. Sonunda su saçlarımdaki köpükleri vücuduma akıtmaya başladı; tamamen durulanana kadar ellerimi göğsünden çekmedim.
“İşte böyle,” diye fısıldadı avuç içleriyle saçlarımdaki suları geriye doğru iterek. “Rahatlamış görünüyorsun.” Dudaklarının yukarı kıvrıldığını görür gibi oldum ama ona bakamadım, ona biraz daha sokulduğumda gülüşünün sesini duydum. “Küçük bir kız çocuğu gibi sokulup sığınıyorsun,” dedi. “Gel bakalım.”
“Diğerleri nerede?” diye sordum yavaşça, sesim kısık çıkıyordu. Sırtıma akan suyu parmaklarıyla dağıtırken, “Burada olmanın Yaren için güvenli olmadığını fark ettik,” dedi kısık, yatıştırıcı bir sesle. “Hem o an paniğiyle hepimizin dikkatini dağıttı. Ceyhun ile Sezgi onu daha güvenilir bir yere götürdüler. Ulaş ile İbrahim de onlarla gitti.” Parmakları tenime izler bırakmayı sürdürdü. “Bu konuyla ilgili bir planımız olmak zorunda.”
“Manbel’in bir sonraki adımı daha temkinli olacak,” dediğimde duraksadı. Çenemi pazusuna yaslayıp boşluğu izlemeye başladım. “Bizi küçük görüp o yaratıkları üzerimize saldı ama o yaratıkları durdurabildim Efken. Şimdi başka müttefikleri var mı bilmiyoruz, neler yapabiliyor bilmiyoruz ama o bizim boş olmadığımızı biliyor, daha sert saldırması gerektiğini artık biliyor.”
“Farkındayım.”
Yutkundu. Eğilip suyu kapattı. Bir şeyler daha söylemek istiyor gibi dudaklarını araladığını fark ettim. Ne hakkında konuşmak istediğinin farkındaydım ama konuyu ne o açabiliyordu ne de ben. Aramızda zirveye tırmanmış tensel çekim bir süreliğine geri çekildiğinde geriye ortada ateş gibi yanan bir gerçek kalmıştı. Nigin.
Duş başlığından yavaşça damlayıp yerdeki birikintinin içine düşen su damlasının sesi sessizliği bölüyordu. Ona sığınmış şekilde beklediğim sırada, “O adam olduğumu bilmeden önce, o adam olmayı dilemiştim. Kollarımda uyuduğun bir geceydi,” diye mırıldandı, yakıcı itirafı karnımın kasılmasına neden oldu. “Senin ne anlamda olursa olsun, bir başkasına bağlı olman her nedense içimde koca bir boşluk oluşturuyordu. Boşlukla yaşamayı alışırsın Medusa, çok uzun zaman boşlukla yaşadığım için alıştığımı sanıyordum. Ama o adam olamamak, alıştığımı sandığım boşluğun çok farklı bir şekilde gelip tamamı doldurması gibiydi. Boşluk bir insanın içini doldurabilir mi? Doldurabiliyormuş.” Bu kadar açık sözlü olmasını neye borçluydu bilmiyordum ama kendimi daha iyi hissettiğim su katılamaz bir gerçekti.
“O adam olmak istemeyeceğini düşünmüştüm.”
“Bunu sana düşündüren ben miyim?”
“Sanırım,” diye itiraf ettim, sessiz kaldı. “Bir ânın bir ânına uymuyor, bunu sen de yalanlayamazsın. Bazen çok iyi bir adam olduğunu düşünüyorum, bazen de düşündüklerimin tam tersi olduğunu… Ortan yok. Ya tamamen iyi oluyorsun ya tamamen kötü. İnsanların ortası vardır Efken. Hem iyiliği hem kötülüğü birlikte idare edebilirler, bir tarafları diğerine daha yatkın olsa da bu gerçek böyledir. Sen ise ikisini aynı anda yaşayamıyorsun. Ya tamamen kötü oluyorsun ya tamamen iyi. Bu kafa karıştırıcı.”
“Şu an kafanı karıştırıyor muyum?” Sesi banyoda yankılanıyordu. Çenemi pazusuna biraz daha bastırıp karanlığa alışan gözlerimi yumdum ve daha derin bir karanlığa daldım.
“Hayır. Şu an sadece güvende hissettiriyorsun.”
“O yüzden bana sığınıyorsun,” dedi, bunu daha çok kendi kendisine söylemiş gibiydi. “Mustafa bunu biliyor muydu?”
“Evet.”
“Tamam.” Başka bir şey sormadı, ses tonu soğuk ya da suçlayıcı değildi, beklediğim tepkilerin hiçbirini vermemişti. Aksine bana karşı böyle şefkatli olması garibime gidiyordu. Yaşananların utancı ruhumu biraz geç sarmıştı.
Sonunda Efken havluyu aldı ve bedenimi havlunun içine alıp sararak gözlerini yüzüme indirdi. Gözlerinin içine baktım ama ne düşündüğünü anlamayacağım kadar ifadesiz görünüyordu, sanki ne hissettiğini görmemi istemiyordu. Gözlerimiz birbirine uzun uzun dokunduğunda dudaklarına gölge gibi sinen o gülümseme hatıralardan birini daha kalbime yaklaştırdı. Artık anılar parçalar hâlinde değil, bir bütün hâlinde gelmeye başlamıştı.
“Biraz dinlen. Sonra da mekâna gider bir bakarız,” dedi, ne demek istediğini anlayamadığım için kaşlarımı çattım. “Senin hayal gücünün dokunduğu mekândan bahsediyorum. Luxury. Yapımı başladı. Hâlâ bir şeye benzememiştir ama kafan dağılır.”
“Kafamı dağıtmaya ihtiyacım yok, düşünüp plan kurmak daha mantıklı bir hareket olurdu.” Ve bu banyodan çıkmak… Az önce bana dokunmadan bile sadece göğüslerim dudaklarındayken bana daha önce hiç hissetmediğim bir şeyi hissettirdiği gerçeğini bir anlığına unutmak… Sanki o şey hiç yaşanmamış gibi davranarak aslında işimi kolaylaştırıyordu.
“Ona da sıra gelecek. Sezgi ve Ceyhun oraya geçeceklerdir. Oturup konuşuruz.”
“Crystal?”
“Birilerini bulmak için gideceğini söyledi, senin kendini savunabilecek kadar güçlü olduğunu gördüğü için gözü arkada kalmayacakmış.” Parmaklarını omuzlarıma bastırdı. “Söylemem gerek, onu çok iyi benzettin.”
Kaşlarımı çatarak gülümsedim. “Bana yeterince karşılık vermediği içindir.”
“Onu aptala çevirdin, gayet de karşılık veriyordu.” Bir şey söylemedim, ısrarcı tavrı şirindi, ona uymayacak şekilde şirindi hem de. Banyodan çıkarken ılık buhar da benimle beraber dışarı çıktı ama Efken içeride kalmaya devam etti. Omzumun üzerinden ona son kez bakıp kapıyı aramıza örmeden önce, suyu açtığını, güçlü kollarını kaldırıp avuçlarını mermere yaslayarak suyun altında öylece durduğunu gördüm. Sırtındaki kavisli kaslardan şiddetle akan su, kan lekelerini de yavaşça çözerek yere akıtıyordu.
Yaşananların ağırlığı daha net bir şekilde kendini belli edip bana daha net duygular hissettirmeye başladığında ıslak saçlarımı küçük bir havluyla kuruluyor, üzerimde sadece iç çamaşırlarımla yatağın ucuna oturmuş aynadaki karanlık yansımamı izliyordum. O yaratıkların kafalarının avuçlarımın arasında patlayışını, ellerime kan gibi yayılan is lekelerini ve yaratığın boynuna dolanan safir derili yılanı hatırlayınca karnıma bir yumruk yemişim gibi hissettim. Anılarımda birilerine ait sesler dolaşmaya devam ediyordu ama babamın sesini duyamıyordum. Oysa tam şu an, böylesine çaresiz hissederken ve duygularım da bu çaresizliğin sırtına binerek beni çıkmaza sürüklüyorken, en çok babama ihtiyaç duyuyordum. Efken’in varlığı bir yere kadardı. Aykan Demir’e ihtiyacım vardı.
Babamla yaşadığımız son anılardan birini zihnimdeki boş koridorda ellerimde babamla ikimizin olduğu bir fotoğraf karesini tutuyorken çağırmaya başladım. Ona seslendim, her kapıyı tıklatıp açtım ve içeride olup olmadığına baktım. Sanki anılarımız da o şehirden silindiğim gibi silinip bir boşluğa savrulmuştu.
Sonunda odalardan birinden babama ait bir ses sızmaya başladı. Gözlerim o odanın kapalı kapısının altındaki boşluktan hafifçe sızan ışığa kaydı, ışık koridora yavaşça şerit çekerek yansıyor, babamın kısık sesi o ışığı takip ediyordu. Heyecanlandığımı hissettim. Zihnimdeki o karanlık koridorda ince topuklu ayakkabıların üzerinde yürüdüm, kapının kolunu kavradığımda ve yavaşça aşağı doğru asıldığımda ışıktan önce anılardan biri geldi.
Babamın kan kırmızı Nissan Altima’sının binanın önünde durduğu ânı hatırladım, arabanın tavanına ve ön camına çarpmaya başlayan iri dolu tanelerinin sesini duyabiliyordum. Dolu dinene kadar sessizce beklemiştik. Ardından çok geçmeden dakikalar içinde kar taneleri düşmeye başlamıştı. O an sanki yeniden sahne alıyormuş gibi canlıydı. Babam arabanın ısıtıcısını kapattığında ve emniyet kemerimi yavaşça çözmeye başladığımda radyoda hava durumunu haber veren bir haber sunuluyordu, kadının grip olmuş gibi çıkan sesi hâlâ kulaklarımdaydı. Hava tamamen karanlığa esir düşmemişti ama öyle bozuktu ki sanki gece çökmüştü. Sokak lambaları sırayla yanmaya başlamıştı. Arabadan çıktığımda soğuk bedenimi öyle sert kavradı ki sanki buzdan kolları vardı ve beni dansa kaldırmıştı. Üşüyerek arkaya doğru ilerledim, kapıyı açtım ve arka koltuğa koyduğumuz birkaç poşeti aldım. Babam da bagajdan market alışverişimize ait olan torbaları çıkardı. Ben kapıyı kapatırken o bagajın kapağını indiriyordu. Göz göze geldik. Bana karların beyazının belirginleştirdiği kızıl gözleri ve yakışıklı yüzüyle öyle güzel gülümsedi ki hissettiğim soğuğa rağmen içimin ısındığını hissetmiştim.
Sanki yaşanacak her şeyi biliyor, bana sıcacık gülümsemesiyle içi acıyarak veda ediyordu.
“Annem biber dolması yapacaktı, o kadar geç kaldık ki etsiz yapmak zorunda kalmıştır,” dedim gülümsemesini izlerken. Saçlarıma tutunan kar tanelerinin ikiz kardeşleri onun da koyu saçlarına tutunuyordu. Bir süre cevap vermedi. Umutsuzluk boynuna bir ip olup dolanmış ve düğümlenmiş gibiydi ama bana gülümsüyordu. Gülümsemesinin bana huzur getirirken onu nasıl parçaladığını o an için bilmiyordum. “Baba?” diye fısıldadım elimde poşetlerle ona bakarken.
“Canım,” dedi.
“Eve girmemiz gerekmiyor mu?” Kaşlarımı kaldırarak gülümsedim. “Günlerdir beni görmüyor gibi bakıyorsun.”
Bu düşünceden nefret ediyormuş, bu düşünce onun içindeki acıyı ondan kopardığı parçalarla besliyormuş gibi kaşlarını çattı.
“Doğum gününe sadece bir hafta kaldı,” dedi düşünceli bir sesle. “Keşke hep çocuk kalsaydın.”
“Dalıp gitmene sebep buysa Aykan Demir, büyüyor olmam senden ayrılacağım anlamına gelmez. Sen benim hayatımdaki tek erkeksin ve hep öyle kalacaksın.” Gülümsedim, yolun karşı tarafında, sitelerin arasında bir basketbol sahası vardı. Sahanın demir örgülerden kapısının açıldığını gördüm. Miraç ile Miran itişip kakışarak sahaya girdiler. “Az önce yer ve gök yer değiştiriyordu, üstelik şimdi de kar başladı. Senin bu oğulların salak. Hasta olacaklar.”
“Sadece bendim hani?” diye sordu babam gülümseyerek.
“Onlar büyüyene kadar, sen daima.”
“Keşke,” diye fısıldadı yeniden, “hep çocuk kalsaydın.”
Efken’in avucunu omzumda hissettiğimde bile o anının içinde nefes almaya devam ediyordum. Babam, karların rengini belirginleştirdiği kızıl gözleriyle bana veda ediyor gibi bakıyor, kelimeleri de o veda ânında son kez ruhumun kanatlarını okşuyordu. Uçmaya hazırladığı bir kuş gibiydim, uçup gitmemi istemese de kafesin kapısının bir gün açılmak zorunda olduğunu biliyordu. Birden öyle üzgün hissettim ki kafamı kaldırıp elini omzuma koyan Efken’e paramparça olmuş gözlerle baktım.
“Medusa. Neyin var?”
“Babamla vedalaştığımızı fark etmemiştim,” dedim dalgın bir sesle. “Ama aslında uzun zamandır vedalaşıyormuşuz.”
Mavi gözlerin yüzümde yoğunlaştığını hissettim, içimdeki hisleri söküp alabilseydi, sanırım tam şu an benim için bunu yapardı. Bir meleğin kanatlarını içeri doğru katladığı gibi kendimi içe doğru katladım. Bedenim yatağın ucunda küçüldükçe küçüldü. Silebilseydim, tam şu an kendimi sadece bu dünyadan değil, her yerden silerdim. Efken avucunu omzuma tamamen bastırınca ağlayacakmışım gibi hissettim ama gözlerim dolmadı. Tuhaftı. Duygularım hem alev alevdi ve her yerdeydi hem de küle dönmüştü ve uçup gitmişti. Hem ateşinin ışığını görüyordum hem de küllerinin karanlığında boğuluyordum.
“Buraya geleceğini biliyordu,” dedi beni anlıyormuş gibi. “Değil mi?”
“Biliyordu. Çünkü yıllarca sanki bu ânın geleceğini biliyormuş gibi büyümemden korktu.” Gözlerimi avuç içlerime indirdim, dizlerimin üzerinde duran ellerimin içine gömülmüş kader çizgilerini izledim. Bir yazarın bir karakteri var edip öldürdüğü yerdi ellerim. “Onu bu hayatta kimseyi sevmediğim kadar çok seviyorum, biliyorum, o da beni bu hayatta kimseyi sevmediği kadar çok seviyor. Ama bana neden veda etti?” Kirpiklerimi acıtan gözyaşlarına rağmen ağlamadım. Sadece kader çizgilerini izledim. Hayatım bir yazarın kaleminin ucunda başlamış ve yine onun kaleminin ucunda son bulacakmış gibi hissediyordum. Sanki beni var eden o kalem de bir gün mezarımı çizeceğini biliyordu. Bu hisler benim mezarımdı, belki de ben bu hislerin mezarıydım ve o yazar hisleri benim içime gömüyordu. “Her şeyi en başında konuşsaydık bu kadar savunmasız olmazdım. Bana veda etmesine değil, onun varlığına ihtiyacım var. Kafamdaki son anımızda bile bana veda ediyor. Aslında babam… Her sabah yüzüme bakarken, her akşam eve geldiğinde, her akşam yemek yediğimiz o masada… Babam birbirimizin gözlerine baktığımız her anda bana veda ediyormuş Efken.”
“Mecbur olmasa yapmazdı.”
“Biliyorum,” dedim. “Ve bu canımı daha çok acıtıyor. Hiç yoktan beni gözden çıkardığını, hiç sevmediğini, hiç hayatımda olmadığını düşünsem daha kolay olurdu. Aramızda böyle derin bir bağ varken bana veda etmesi çok kötü.” İlk kez kalbimi çıplak bir şekilde onun avuçlarının içine teslim ediyormuşum gibi hissediyordum. “Benim için savaştı ve ben bunu fark etmedim. Bana veda ettiği her an, aslında benim için savaşıyormuş.”
“Seni tamamen yok sayabilirdi. Öyle babalar da var, biliyorsun.”
“Öyle bir baba olsaydı, en azından içimde bu koca boşluğa bir isim koyabilirdim. Şimdi onun yarattığı bu boşluk o kadar yabancı ki, ne yaparsam bu boşluğu yok edebilirim bilmiyorum. Babam içimde koca bir boşluğa dönüştü.” Biz aslında her gün birbirimize bakıyor ama aramızda duran o duvar yüzünden birbirimizi göremiyorduk babamla; o bana bakınca benim için savaşması gerektiğini görüyordu, bense onu ne kadar sevdiğimi… Yalnız başına savaşırken ne hissetmişti? Her geçen gün ondan yavaşça koparılacağımı ilk anladığında, nasıl hissetmişti? “Keşke bana acı veren bir baba olsaydı. İçimdeki boşluğun sebebi onun sevgisizliği, hatta bana duyduğu nefreti olsaydı. Ama beni seviyordu, benim için savaşıyordu. Bana veda eden kötü bir baba değildi. Bana veda eden, beni seven bir babaydı.”
Efken elini omzumdan çekip tam önümde durdu. Dizlerinin üzerine çöktü. Altında bir havlu vardı, saçlarından yüzüne akan su damlaları benim geçmişte döktüğüm gözyaşları gibiydi, sanki saçları geçmişe ait roman sayfalarıydı ve benim o sayfalarımdaki gözyaşlarım onun yüzüne damlıyordu. Büyük ellerini ellerimin üzerine koydu, daha sonra avuç içlerimi avuç içleriyle örtüp gözlerini kaldırarak bana uzunca bir süre baktı.
“Onun kesip attığı tırnak bile olamayacağımı biliyorum,” dedi sert bir sesle. “Belki senin için onun ifade ettiği anlamın yere düşen gölgesi bile olamayacak bir adamım ama ben buradayım. Olmam gerekirse, senin baban gibi biri olamayacak olsam bile, baba olmayı öğrenebilecek biriyim. Bu senin için hiçbir şey ifade etmese bile ben senin için buradayım ve seni yalnız bırakmayacağım.”
“Sen varsın,” diye fısıldadım ağlamamak için kastığım ve kastığım için de acıyan çenemle.
“Daima,” dedi gözleri gözlerimdeyken. Kafasını kaldırıp gözlerime daha dikkatli bakarken, “Ağlıyor musun?” diye fısıldayarak sordu.
“Hayır,” dedim, çenem çok acıyordu ama ağlamıyordum.
“Ağlama.”
“Ağlamıyorum ben zaten.”
“Salak kız.” Büyük ellerini ellerimden çekip koca avuçlarıyla yüzümü avuçladı. “Hem bu kadar güçlü hem de bu kadar zayıf olmayı nasıl başarabiliyorsun?” Burnundan sert bir nefes vererek alnını alnıma yasladı. “Sakın ağlayayım deme, ne olursun.”
“Olur.”
Alnı alnımdayken, “Saftirik,” diye mırıldandı. “Bir şeyler giy de yemek yiyelim.” Dalgın gözlerle onu dinlediğimi fark edince geri çekilip bana baktı. Cansız bakışlarımın onu karşılaması durgunlaşmasına neden oldu. Yavaşça ayağa kalkıp kalçasına sardığı kısa havluyu düzelterek elbise dolabına yöneldi. Ne zaman askılara yerleştirildiğini bilmediğim kıyafetlerimi karıştırıp benim için siyah ekose mini bir etek ile beyaz balıkçı yaka, oldukça geniş ve yumuşak duran bir kazak çıkardı. Elinde kıyafetlerle bana doğru döndüğünde sakin gözlerimin onda olduğunu görünce sert bakışlarının üzerini hafif bir şefkat örttü.
“Seni küçük bir çocuk gibi giydirmemi istemiyorsan bunları giysen iyi edersin,” dedi, “ve inan seni ellerimle giydirmektense, ellerimle soymayı tercih ederim.”
O içimi yangın yerine çeviren yakınlaşmayı hatırlayıp yüzüme düşen ıslak saçımı kulağımın arkasına iterek gözlerimi zemine indirdim. Efken bir süre bekledi. Tepkisizliğimin daha uzunca bir müddet süreceğini anlamış gibi yanıma geldi ve ıslak saçlarımı geriye doğru atıp kazağın yaka kısmını kafamdan geçirdi. Saçlarım ıslak ve soğuk bir şekilde sırtıma yapışırken gözlerim gözleriyle birleşti.
“Bunu sen istedin yılancığım,” dedi alayla. “Kaldır bakalım kollarını.”
Kollarımı tek tek kaldırdım, tek tek kumaşın içindeki yerlerini almalarını sağladı. Kumaşı parmaklarının boğumlarını tenime sürterek aşağı doğru çekti ve koca kazağın içinde kaybolduğumda eteği salladı. “Bunu da o uzun bacaklara benim geçirmemi mi tercih edersin?” diye sordu muzip bir sesle.
“Ben giyerim,” diye mırıldanarak eteği elinden aldım ve “Teşekkür ederim,” dedim.
Şaşırdı ama bu kez teşekkür ettiğim için bana kızmadı, sadece şefkatli ve soğuk bakan gözleri bir süre daha beni izledi.
“Seni içeride bekliyorum fıstık.”
Başımı salladım. Çok dolu hissediyordum. Birdenbire nasıl böyle hislerle dolmuştum? Oysa bedenim gevşemişti, her nasılsa fiziksel olarak çok iyi hissediyordum. Bunun sebebi Efken’di. O odadan çıkarken yanaklarımın içindeki etleri parçalar gibi ısırarak gidişini izledim. Fiziksel olarak çok iyi olmamın nedeni Efken’ken, ruhsal olarak yıkılmamın nedeni babamdı. Birden onu yeniden göremeyecek olma ihtimali içimi öyle çok yakıp kavurdu ki oturduğum yerden hızla kalkıp eteği yatağa fırlattım. Olduğum yerde volta atıp ellerimi kollarıma sürterek çaresizliğin geçmesini bekledim. Bir nevi panik atak geçiriyor gibiydim.
“Bir yolunu bulacağım baba,” diye fısıldadım içim hislerle sıkışırken. “Yemin ederim bu kez ben savaşacağım.”
Elimi alnıma götürüp bir süre öylece bekledim. Babama dair anılar kafamın içinde yeniden canlandı. Veda ettiğini biliyor olmak, diğer tüm anılara da bu farkındalığın ağırlığını yüklemişti. Bir süre olduğum yerde sadece babamı ve anılarımızı düşündüm. Siyah, kalın bir külotlu çorap giyip eteği de bacaklarımdan geçirerek kazağın üzerine doğru çektim. Kazak dökümlü ve geniş olduğu için sanki eteklerini eteğimin içine sıkıştırmamışım gibi duruyordu, oldukça rahattı. Islak saçlarımı havluyla kurulayıp fırçaladıktan sonra odadan çıktım.
Dış kapının açık olduğunu görünce kaybolan tedirginlik hızla tekrar içime saplandı. Vestiyerin önündeki postallarımı giyip bağcıklarını bağladıktan sonra oldukça yavaş adımlarla verandaya çıktım ve verandanın tahtalarını gıcırdatmamak için ekstra çaba harcayarak korkuluklara yaklaştım. Korkulukların üzeri yeni yağmış olduğu belli olan karla kaplıydı. Parmaklarımı karlara bastırıp öne doğru eğilerek etrafıma ve sonra da karşımdaki karanlık ormana baktım. Ay, ormanı gümüş bir okla vurup ışığa boyamış gibiydi.
Ormana bakmak yaşananların taze bir şekilde tekrar hafızamı oymasına neden oldu. Sıkışan kalbimle gözlerimi bu kez yana doğru çevirdiğimde arkamızda kalan karanlıkta bir silüetin hareket ettiğini gördüm. Panik anlıktı, sonra rahatlama yerini aldı ve derin bir nefes alarak gerilen omuzlarımı saldım. Verandanın merdivenlerini inmeye başladığımda Efken’in gölgesinin yanında dev bir gölge daha olduğunu fark ettim. Kurdun yanındaydı ve kurt hâlâ buradaydı.
Kendi avuçlarındakini insanlara vererek kendi içinde devamlı olarak eksilen insanlar görmüştüm; bazen Efken’i bu insanlara benzetiyordum.
Derin bir nefes alıp karların içinde batıp çıkarak onlara doğru yürüdüm. Çok yaklaşmadan da onları net görebilecek bir noktada durduğumda, kurdun etrafına yayılıp karları kızıla boyamış kanı fark ettim. Kendi kanının yarattığı gölün içinde öylece uzanan kurt biraz zor nefes alıyor gibiydi. Bir an için Efken büyük elini kurdun onun neredeyse bedeninin çeyreği kadar büyük olan kafasına götürünce duraksadım. Uçurum mavisi gözler, kurdun gümüş gözlerine saplandı ve aralarında yaşanan bakışma, kar tanelerinin arasında ilerleyen ânı tutuşturmaya başladı.
“Sana zarar vermeyeceğim dostum,” diye fısıldadı Efken, sesi karanlıktı ama iyilikler o sesin günahlarla kaplı nehrinde yüzüyordu. Kurt kulaklarını arkaya doğru yatırıp küle dönmüş gözlerini Efken’e dikmişti; onu izliyordu. Acı çektiği belliydi ama sanırım şu an, onu son gördüğüm andaki hâlinden daha iyiydi. “Hadi bakalım genç adam,” dedi Efken birden kurda dokunarak. Kurt inler gibi hırladı ama dişlerini göstermedi. Koca cüssesiyle uzanırken Efken’in ona dokunmasına izin veriyordu. Onları izlerken avuçlarıma kar taneleri düşüyor, kar taneleri erirken küçük bir kız çocuğu ve zihnimi işgal altına alan Medusa eteklerini uçura uçura kendi etraflarında dönüyordu.
“Pansuman işe yaramışa benziyor ama hiçbir şey yemedin.” Arkasındaki bir metal tabağın içine koyduğu koca et parçasını kurdun önüne bıraktı. “Yemelisin.” Kurt eti kokladı ama kafasını çevirdi. “Koca çocuk, canımı sıkmak yerine yesene şunu.”
Kurt göz ucuyla Efken’e baktı.
“Bak birader, bizi korudun ve karşılığında da sana pansuman yapıp yemek getiriyorum, dilenci gibi hissettiysen diye söylüyorum, kimseye öylesine iyilik yapmam ben.”
Kurt tek kulağını kaldırıp indirdi.
“Anladıysan ye şunu.” Efken çenesiyle eti işaret etti. “Yoksa seni zorla içeri götürür, yanına İbrahim’i bağlarım, sana her baktığında çirkin bir ses çıkararak bayılır, her ayıldığında o sesi çıkararak tekrar bayılır ve inan o sesi duymak istemezsin. Hadi. Ye dedim sana.”
Kurt eti kocaman patilerinin arasına alıp ısırınca Efken zafer kazanmış gibi, “Ha şöyle,” diye homurdandı ve tasın içindeki suyu da kurdun önüne bıraktı. “Bunu da içeceksin. Soğuk yarana iyi geliyor, pansuman esnasında bunu fark ettim. Yoksa seni içeri davet edebilirdim.” Uzun uzun kurdu izledi. “Sanırım senin iyileşmeni tetikleyen de soğuk.”
Kurttan korkmamasına şaşırmıyordum, sonuçta daha korkunç şeyler de görmüş olmalıydı hayatında; yaratıklar bile ona basit gelmişti kesin. Nasıl insanlarla aynı masaya oturmuş, kimlerin kanını akıtmış, kimler onun infaz kararını çıkartıp onu aratmaya başlamıştı kim bilir. Peki ya ben neden bu kurttan korkmuyordum? Kanvasa boyayı akıtıp onu ölümsüzleştirdiğim için mi? Bizimle savaştığı için mi? Başka bir sebepten mi? Bilmiyordum. Kollarımı bedenime sarıp sırtımı dönerek eve gittim.
Ben yiyecek bir şeyler hazırlarken, Efken kurdun yanında kalmaya devam etti. Biraz patates haşlayıp yalnızken en çok tükettiğim ve bana hem lezzetli hem de pratik gelen patates salatasından yapmıştım. Dolapta soğuk su ve alkolden başka içecek olmadığı için salatayı tabaklara doldurup buzdolabından bir şişe şarap çıkardım. Şarapları kristal şarap kadehlerine doldurup tapınak çiziminin olduğu masanın üzerine bıraktığımda Efken içeri girmişti. Masaya taşıdığım tabaklara kaşlarını kaldırarak baktı.
“Yemeği ben hazırlayacaktım,” dedi, bu cümlesi ona şaşkınlıkla bakakalmama neden oldu. “Ne bakıyorsun? Yorgunsundur diye düşünmüştüm.” Gözlerini masaya çevirdi. “Tabii böylesi daha çok işime geldi.”
“Kibar davranmaya çalışsa da ayı ayıdır işte,” dedim gülümseyerek.
“Bana ayı mı dedin sen?” Tek kaşını kaldırıp sandalyeyi çekti ve oturdu. “Becerebildiğin çok daha lezzetli yemekler varken neden bu şey?”
“En pratik buydu. Beğenmiyorsan buzdolabı orada, kendine istediğin yemeği yapabilirsin.” Ona sevimsiz bir gülümsemeyle bakıp tam karşısına oturdum.
“Senin çenen düştü yine.”
Cevap vermedim. Yemeği sanki tüm o kaosun altından beraber kalkmamışız, yaralanmamışız, hiçbir şey olmamış gibi sakince yedik. Nigin hakkında dudaklarını yeni kelimeler için aralamadı, hatta eski kelimeleri de unutmamı istiyor gibi sessizdi. Şarap kadehinde kalan son birkaç yudumu içip kalktım ve bulaşıkları toplayıp makineye yerleştirdim. Çok yorgun hissediyordum. Uzanıp yatsam iki gün daha aralıksız uyuyabilirmişim gibi geliyordu ama uyumak için zamanımız olmadığının farkındaydım.
Kendime bir kadeh daha şarap doldurduğum sırada beni izliyordu, mutfak masasında oturmuş, bir sigara yakmıştı. Etli dudaklarının arasında çiğner gibi içtiği sigaranın dumanı bir hayalet gibi aramızda gezinirken kalçamı tezgâha yaslayarak ona baktım. Elimdeki şarap kadehine dalgın gözlerle baktığımı fark etmiş gibi, “Seni yeterince rahatlatamadım sanırım?” dedi. Soru gibi kurduğu cümlesinin getirdiği utanç bedenime çarpsa da dalgın bakışlarımda bir değişim yaratmadı.
“Bazen çok arsız konuşuyorsun,” diye fısıldadım.
“Daha arsız olduğum zamanlar olacak, çenemi asla kapatamayacağını anladığında kurduğum cümleler seni sadece zevkten inletecek.” Bir anda bu kadar açık bir cümle kurmasını beklemediğim için kafamı kaldırıp ona inanamayan gözlerle baktım. Dudaklarının arasına aldığı sigaranın zehrini uzun uzun içine çekti ve dumanı üflerken çelik gibi parlayan gözleri kısıldı. Duman hâlâ dudaklarından dışarı süzülürken, “Ne?” diye sordu. “Bunun olmayacağını mı sanıyorsun? Bana kafayı yedirten adamın aslında kendim olduğunu öğrendikten sonra olmama ihtimali tamamen sıfırlandı, sen de biliyorsun. Üstelik benim istediğim gibi, sen de beni istiyorsun. Yanılmıyorsam bunu bana açıkça itiraf etmiştin.”
Ona karşı hissettiklerim o kadar derindi ki, sanki içeride yaşayan zehirli kadın Medusa bile artık onun varlığına karşı koyamıyordu. Efken çevremizi kuşatmış, bizi baştan aşağı sarmıştı. Kalbime doğru geldiğini hissediyordum. Ruhumu kuşatmış, tamamen kendine bulamış, şimdi de kalbime doğru ilerlemeye başlamıştı.
Her geçen gün biraz daha yaklaştığı kalbimde nasıl bir devrim yaratacaktı hiç bilmiyordum.
Kadehimdeki şaraptan bir yudum daha alırken ona meydan okuyan kızıl gözlerimi dikerek baktım, bundan zevk alıyordu, aynı zamanda bu onu yaralı ve vahşi bir hayvana dönüştürüyordu; gözlerindeki tutku bir insana değil, bir canavara aitti. Ve o bunu saklamaya dahi çalışmıyordu.
“Bu sadece ben istersem olacak,” dedim kendimden emin bir sesle.
“O hâlde banyoda kesinlikle istiyordun çünkü sana dokunmadım ama benim için sarsıldığını biliyorum.”
Dudaklarına eklenen kıvrımda ölüme dair vaatler vardı, içimde bir kan nehri çağladı, neredeyse gülümseyecektim ama utanç ağır bastığı için tepkisiz gözlerle ona bakmaya devam ettim. Acaba bu kadar tepkisiz kaldığım zamanlar asıl hissettiklerimi görebiliyor muydu? İçimdeki telaşı, arsız arzuları, tutkuyu, utancı, korkuyu… Bunları görebiliyor muydu?
“Peki sana soğuk su iyi geldi mi Karaduman?”
“Senin uzun parmaklarını tercih ederdim. Su yerine beni saran parmakların olsaydı, inan daha hızlı kendime gelirdim,” dedi arsız bir sesle gelmek kelimesini özellikle vurgulayarak. “Şarap içiyorsun. Çarpmasın, dikkat et.”
“Şarapla sarhoş olmam,” dedim yanaklarımda artan sıcaklık aynı oranda bedenime de doluşurken. Göğüs uçlarımın sızladığını hissettim ve bu berbattı, birden olmuştu, başımı döndürmüş, o ânın içine geri yuvarlanmama neden olmuştu. Bunu Efken’e çaktırmamaya çalıştım.
“İçkiye bağışıklığın yok, bir bardak birayla bile kafan güzel olabilir,” dedi karşılık olarak. “Ve aç bir kurtla evde baş başa olduğunu unutma sakın.”
“Dışarıda senden daha aç bir kurt var…”
Sigarayı tekrar dudaklarına götürürken, “Şu kurdun da gizemini çözmek gerekecek,” diye mırıldandı, ardından dudakları sigarayı kavradı ve sigaranın ucundaki alevin harlandığını gördüm. Şarabımdan bir yudum daha içtim. “Tabii bir de seninle Nigin olmamız var…”
Gözlerimi kaçırdım. “Bu en son konuşmamız gereken şey.”
“Beni koruyorsun,” dedi, “bu benim her an konuşmak isteyeceğim bir şey.”
Gözlerimi kaçırdım. “Sakladığım için öfkelenmeni bekledim.”
“Ne kadar öfkelendiğimi bilemezsin,” dedi. “Tahmin dahi edemezsin.” Parmakları arasında tuttuğu sigaranın dumanı dudaklarından süzülürken sigarayı tutan elinin avucuyla şakağını ve gözünü ovdu. “Yarak gibiydi. Benden bir erkeği gizlediğini düşünmek, birini benden koruman, birini kendinden bile koruman…” Gözlerini sanki bilerek gözlerime dokundurmuyordu. Söyledikleri kendinin bile anlamlandıramadığı şeyler olmalıydı. Kafası karman çorman gibiydi. “Tek istediğim o herifi binlerce kez öldürmekti. Tekrar ve tekrar öldürmek. İçindeki son kan damlası akana kadar on binlerce kez farklı şekilde öldürmek… Ama…”
“Ama?”
“Siktir et.”
“Söyle.”
“Siktir et dedim sana,” dedi sertçe.
“Söyle!” diye emrettim birden sesimi yükselterek.
O an, sanki elinde olmadan, “Onu öldürürsem seni kaybederdim,” dedi, sonra bu söylediği kendisini de şoka sokmuş gibi susup kaşlarını çatarak sigarayı tutan parmaklarına baktı. “Bana emrettiğinde olanlar da Nigin yüzünden herhâlde.”
“Sanırım.”
“Ben sana emrettiğimde yapıyorsan seni ne zaman yalnız yakalasam soyunmanı emredeceğim,” dedi, amacının konuyu değiştirmek olduğunu anladığım için ona ayak uydurarak, “Ama senin emirlerin bende yaprak kıpırdatmıyor,” diye alay ettim.
Şarabımı bitirip elimdeki boş kadehi tezgâhın üzerine bıraktığım sırada oturduğu yerden kalktı ve gözlerimiz birbirine dokundu. Gözlerime çökmüş yorgunlukla onu izlerken usulca esnedim. Bu onu neredeyse gülümsetecekti ama o kötü adam bakışlarından bir şey kaybetmeden beni süzmeye devam etti. Sigarasının koyu beyaz dumanını yüzüme üflediği sırada irkildiğimi hissettim. Dilinin, dudaklarının, dişlerinin tenime bıraktığı o haşin dokunuşları, doludizgin hisleri hatırlayınca kasıklarım karıncalandı. Bunu anlamış gibi arsız gözlerle bana bakıyordu.
“Sanırım güzel yılanımın uykusu gelmiş,” dedi nefesindeki hafif şarap ve sigara kokusu yüzüme çarparken.
“Biraz,” diye mırıldandım.
“Rahatladın, üzüldün ve şimdi de uyukluyorsun.” Büyük eli yanağıma kaydığı anda gevşeyerek yanağımı avucuna bastırıp ona alttan alttan baktığımda, bu onu delirtiyormuş gibi burun deliklerini genişletecek derin bir nefes aldı. “Kafamın içinde nasıl görüntüler dönüyor bilsen bu kadar masum bakar mıydın bana acaba?” diye mırıldandı. “Biraz uyu, sonra gideriz.” Avucunu yanağıma sürtüp beni yüzünde buz gibi bir karanlıkla izlerken mırıldandı. “Hiçbir şey senin uykundan önemli olamazmış. Bunu da tam şu an fark ettim. Bu canımı sıkmadı. Bu defa hoşuma gitti.”
Elini yüzümden çekmeden tekrar konuştu:
“Ve bu gece ilk kez bana teslim oldun. Bu da çok hoşuma gitti.”
❄️
EFKEN KARADUMAN
Ruhuma pençelerini geçirip insanlığımı baştan ayağa yırtan o canavarı tanıdığımda henüz yalnızca küçük bir çocuktum.
Gözlerime bakanlar, hâlâ bir çocuk olmama, bir çocuğun gözleriyle dünyaya bakmama rağmen orada kötülüğü ve karanlığı görürdü.
Gözleri simsiyah bir adamın önüme koyduğu silahı ve bana olan bakışlarını hatırlıyorum. Bir sorgu masasında oturuyordum. Henüz reşit değildim ama kollarım, yüzüm ve tüm bedenim kana bulanmış hâlde öylece sandalyede otururken gözlerimde ruhsuz bir adamın portresi yanıyordu.
“Senin mavi gözlerine baktığımda göğü ya da denizi değil, senin mavi gözlerine baktığımda ölümü, öfkeyi, karanlığı ve kötülüğü görüyorum,” demişti bana, siyah gözleri geceyi hatırlatıyordu, oysa ruhunda baharın emarelerini taşıyordu. Sadece gözlerimi kırpıp geri açmıştım. Avuçlarım sıkıca kapalı bir şekilde dizlerimin üzerindeydi. Adam gözünü yüzüme dikmiş ona okuyacağım meydanı beklerken sabırsızdı ve neden kana bulandığımı anlamaya çalışıyor gibi çatık kaşlarla beni inceliyordu.
“Silah benim değil.”
“Ama yine de bu silahı kullandın.”
“Kullanmadım,” dedim ruhsuz bir sesle. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda, ruhumu kazıyarak yarıp içime yerleşen canavarı gördüğünü biliyordum. Göstermekten korkmadım. Bir çocuk canavarla yaşamaya alıştığında, yeni canavarlar görmekten korkmazdı. O adamın siyah gözlerinde bir canavar var mı diye merakla adama baktığımda, adam yüzümü ve bedenimi sarmış kan lekelerine rahatsızlıkla bakmaya devam etti. Beni bir kan gölüne batıp çıkmışım gibi gösteren olayın ne olduğunu çözmeye çalışıyordu.
“Bu silahla birini mi öldürdün?” diye sordu gözlerimdeki rahatsız bakışlardan kaçınmak istiyor gibi dişlerini sıkarken. Beni aramalarına rağmen üzerimde bulamadıkları kanlı bıçağı pantolonumun kenarından çıkarıp sorgu masasının üzerine gürültüyle koyduğumda, adam bir adım geri çekilip, ona saldıracağım düşüncesiyle silahına davrandı ama ben tepkisiz gözlerle ona bakmaya devam ettim.
“Bıçakla öldürdüm,” dedim mermer gibi bir ses ve ruhsuz bakan mavi gözlerle.
O gece, yaşıma rağmen, bana ait olmayan bir kanla kaplı bedenim, ellerim ve yüzüm yüzünden çocuk şubede değil, cinayet masasında sorgulanmıştım. O geceden sonra bir hükümlü olmam, geride bıraktığım cesetlerin bedelini kodeste ödemem gerekirdi ama alınacak intikam da bitmemişti, girilecek savaş da… Beni oradan Mustafa Baba’nın çıkardığını hatırlıyorum. Ters kelepçeyle bağladıkları ellerimde kan lekeleriyle o beyaz floresanlı koridorda ruhsuz gözlerle ilerlerken, insanların korku dolu bakışları bendeydi. Sonra o gelmiş, nasıl olmuşsa aklara bulanmıştım.
Oysa kapkaranlıktım.
Kana bulanmıştım.
Suçlu ve ruhsuzdum.
Babamın son hâlini gördükten sonra kandan bir daha hiç korkmam sanıyordum. O gece, babam öylece yere yığıldığında ve mavi gözleri cansız bir şekilde gözlerime saplandığında, o kadar çok kan vardı ki, o kanı izlerken yaşadığım korkuyu bir daha hiç yaşamayacağıma emindim. O yatağın altından çıkarken, babama son kez bakarken, o görüntüleri zihnime mıhlarken bir daha kandan asla korkmayacağımı biliyordum.
Yanılmıştım.
Çok kan vardı.
Korkuyordum.
Yaren’in çığlıklarını hatırlıyorum. İbrahim yerden bileğini tutarak doğrulduğu sırada bana doğru dehşetle bakmıştı. Hayatımda daha çaresiz hissettiğim tek bir an oldu, o zaman çocuktum ve bazı şeyleri değiştirebilmek mümkün değildi; şimdiyse bir yetişkindim ve yine hiçbir şeyi değiştirememiştim. O, kollarımın arasında yere yığılırken etrafa yayılan kanı hatırlıyorum. Tıpkı babamdan akan kan kadar fazlaydı. Ânında bembeyaz karların üzerini kızıl bir güneş gibi örtmüştü, o kızıllığa bakamadım; kanıyordum ve yanıyordum, aynı anda donmak nedir bu kadar sıcak bir deriye sahip olmama rağmen ilk kez hissediyordum. Onu kendime doğru çevirirken kendi yaramdan akan kanı umursamadım. Hatta sanki yaram yokmuş, karnım yarılmamış, kanım yere boşalmıyormuş gibiydim. Hiçbir şey hissetmedim. Acı vardı ama bana değil, ona aitti. Onun acısını hissediyor gibiydim. Kafamın içi garip bir farkındalıkla acıyordu.
Onun bir şeyler söylemesini bekledim. Saçma sapan şeyler bile olsa olurdu. Sesini duysam paniğim bir nebze azalabilirdi ama sesi yoktu. Yüzüne baktığımda gözlerinin çoktan kapanmış olduğunu görünce, zamanın içinden ona ait olmayan çığlıklar geri çekildi. Yaratıklar artık yoktu, savaşılması gereken insanla alakasız o şeyler yoktu ama o da iyi değildi. Karşımızdakiler insan olsaydı onların beynini bir bir dağıtırdım ama değillerdi.
Birileri bize doğru koşarken onu kucakladım, yarasına bakmamaya çalıştım. Tıpkı babamın cansız gözlerine baktığım gibi onun kapalı gözlerine baktım, gözlerinin üzerindeki damarları izledim; babam ölürken etrafında çok kan vardı, hayatımda ilk kez kana bakarken korktuğum an o andı. Şimdiyse tekrar korkuyordum. Yere yığılan babam değildi. Kollarımdaki kadına bakarken hızlı adımlarım nereye gideceğini bilmez gibi aceleyle öne doğru atılıyordu.
Çaresizliğin beyaz tenli bir kadın olduğunu fark ettim; kızıl gözleri, aralarında turuncu-kırmızı tellerin de nadiren parladığı kopkoyu renk saçları olan bir kadındı. Kollarımda tuttuğum kadındı. Birileri durmadan bir şeyler diyordu. Birileri her zaman bir şeyler söylerdi. Benim duyduğum ise sadece beynimi eriten, tekdüze ilerleyerek düşüncelerimi durduran bir sinyal sesiydi. Mekanik bir ses gibi. Biri düğmeme basıp dünyayı değil ama beni durdurmuş gibi.
“Lütfen lütfen,” diye fısıldadım, bedenini kolayca kaldırıp yüzümü boynuna sokarken düşünebildiğim tek şey onu nasıl kurtarabileceğimdi.
“Sakinleş,” dedi Crystal, “onu asla hastaneye götüremeyiz. Kendiliğinden iyileşecek, o normal bir insan değil Efken.” Kızı duymazdan gelerek kucağımda onunla sağa sola ilerlemeye devam ettim. Acı çekiyor muydu? Ne hissediyordu? Kan çok fazlaydı.
Dudaklarının hafif bir inlemeyle açıldığını gördüm ama bilinci karanlıktaydı, benimle olan tüm bağını koparıp atmıştı. Etrafımızdaki kalabalığı aşarak, “Ne yapmam gerektiğini söyle,” dedim Crystal’e, sesim titriyordu, sesim siktiğimin her saniyesi yere biraz daha yakınmış gibi titreyerek çöküyordu. Crystal’in gözleri gözlerimle buluştu. Gözleri korkudan iri iri açık duruyordu, göz bebeklerinin dik duran dar bir elips gibi durduğunu fark ettim, göz bebeklerinde kendime ait bir yansıma görünce ne hâlde olduğumu anladım.
Korkuyordum.
“Onu içeri götürmelisin,” dedi Crystal, “inan bana, iyi olacak. Kanamasını durduracağız ve yarası kendiliğinden iyileşecek. Karaduman. Beni dinle. Şu an onu hastaneye götürmek demek, Âdemoğullarının kafasını karıştırmak demek, insanlığın onu incelemek istemesine neden olmak demek, ayrıca topraktan gelen insan düşmanlarına en büyük zaafını göstermeyi kesinlikle istemezsin. Bende kal Efken. Hey! Efken!” Dalıp gittiğimi Crystal dehşet içinde adımı seslenmeye başlayana kadar fark etmedim bile. Kireç gibi bir yüzle kıza baktım. “Bak, o benim de her şeyim, tamam mı? Ona bir şey olmasına asla izin vermem. Onu hemen içeri götürüp kanamasının bir çaresine bakmalıyız. Sonrası çok kolay. Ayılacak ve yarası iyileşmeye başlayacak. Bir yılan düşün, derisini geride bıraktığı gibi! İyileşecek! Efken! Beni dinle!”
Nasıl ona bakıp onu dinleyebildim, nasıl sakince onun emirlerine itaat edebildim bilmiyorum. Kan içindeki bedenini hızla eve doğru taşırken herkes arkamdan geliyordu ama ben eve gidiyor olmama rağmen kaybolduğum bir yolda ilerlemeye çalışıyor gibi hissediyordum.
Verandanın basamaklarını tırmanırken Crystal’in yüzüne ölümü hatırlatan bir soğukluk ve bana yapışıp benden bir parça hâline gelmiş o tehlikeli sakinlikle, “Mustafa’yı arayın,” dedim. “Hemen gelsin. Onu hemen buraya getirin.”
Tüm bu sakin emirleri yağdırdıktan sonra artık evin içindeydim. İçinde kendimi sakin hissettiğim tek yer, artık en büyük paniği yaşadığım yer hâline gelmişti. Onun bedenini salondaki koltuğa yatırırken yarasından gözyaşı gibi damlayan kan taneleri, zemini onun ölümün kıyısında dolaştığını belgeler gibi lekelemişti.
Dudaklarından bir inilti daha dökülürken üstündekini kaldırıp yarasına baktım. Yarasına bakınca intikamını alamadığı, başaramadığı, onu yenemediği için cehennemin anahtarını tanrıya geri veren şeytan gibi çaresiz hissettim. Yüzüne bakmaksa dalgalarının suyun üzerinde yüzen büyük gümüş parçaları gibi sürüklendiği bir nehre bakmak gibiydi.
Yarasına bakmak yenilmek, yüzüne bakmak cenneti kabul etmekti.
Mustafa’nın zamanı yarar gibi, saatin ibresini yerinden söker gibi bir hızla dağ evine geldiğini hatırlıyorum. Ellerim onun yarasının üzerinde, ellerim kan içinde, ellerim çaresizdi. Gözlerimi onun yüzüne dikmiş, yüzümden boşalan ter ve kireç kesilmiş bir tenle onu izliyordum. Elimi yarasından çekersem, elimden kayıp gider diye korkuyordum.
Korkuyordum ve bunu onun güzel yüzüne bakarken kabul ediyordum.
“Lütfen,” diye fısıldadım Crystal’in söylediği her şeyin doğru olması için tanrıya ve varsa eğer tüm meleklerine secde etmeyi kabul ederek. “Gözlerini aç ve burada kal. Gözlerini aç Medusa.”
Crystal, “Çok kan kaybediyor,” dedi Mustafa’ya. “Lütfen. Toparlanabilmesi için kanın durması gerek. Bu seviyeden sonrası tehlikeli olmaya başladı.”
Çaresizlik ruhumu yarmaya başladı. “Baba,” dedim Mustafa’ya, tıpkı beni o cinayet masasından kaldırdığı gibi, onu da ölümün masasından kaldırmasını istedim. Yalvardım ona. Sadece baba diyerek, ruhumu tek bir kelimenin içine düğümleyip ayaklarının altına fırlatarak yalvardım.
“Yaradan sakın elini çekme evlat,” dedi Mustafa, sesinde ilk kez korkuyu duymak işime yaramadı, aksine beni dağıtıp daha da parçaladı. Buna rağmen sakindim. Sanki göğsümün altında kor alevlerin içinde kalmış bir kalbim yokmuş gibi sakindim. “Yaradan elini çekme! Efken!” Tekrar bilincimi yakalayıp çekiştirmeye çalıştım. “Konuş onunla,” dedi onun gözleri bana kapalı olmasına rağmen. Çantasından bir şeyler çıkarıyordu. “Aptal küçük bir çocuk gibi titreme, hareket ettirme kızı!”
“Çok kanaması var,” dedi Crystal olduğu yerde dizlerinin üzerine çökerken. Kalabalık içeri girmiyor, giremiyor, sanki hepsi olanlar ve olacaklardan korkuyordu. “Böyle giderse…”
Mustafa bir şeyler çıkararak, “Elini çekme Efken,” dedi sertçe, Crystal’i duymazdan gelmişti.
“Lütfen,” diye fısıldadım gözlerim onun yüzündeyken. Elimi yarasına bastırıp, “Nigin ben ölürsem kopar, sen ölürsen değil,” dedim. “Ben hâlâ yaşıyorum. Sen de yaşayacaksın.” Mustafa’nın gözlerini hissettim. Bendeydi. Bir bıçak gibi beni deşen gözlerindeki anlamlardan korktum, o gözlere bakamadım. Ondan başkasına bakamadım. “Ben o kadar kimsesiz bırakıldım ki Medusa, saymayı bir çocukken bıraktım. Ve eğer siktir olup gidecek olursan, bir kez değil, birçok kez kimsesiz bırakmış olacaksın beni.” Dişlerimin arasından çıkan her bir kelime, onun ruhuna doğru uzattığım güçlü halatlardı. Tutsun istedim, onu çekeyim istedim, tutsun çekeyim ve onu kurtarayım istedim.
Gözlerimi ondan alamadım, bu çaresizliği durduramadım. Kelimelerimle ruhuna uzandım, elimi tutsun istedim, onu benim dışımdaki hiçbir karanlıkta düşünemedim; düşünmek istemedim.
“Çünkü sen birçok şey oldun bana.”
Varlığı ruhumu yakıyordu. Onun ateşlerini geri istedim.
Ben Efken Karaduman.
Yılanımı kaybetmekten korkuyordum.