🎧: Flora Cash, Down on Your Knees
GURUR MERT ÇALIKLI
“Çok bağırmış dışına, duyan olmamış, sonra o da içindekilerle susmuş.”
Muşta’nın cümlesi, ileride, karanlıkta öylece dikilen adama bakarken genzinden anılarla beraber yükselmişti. O zamanlar onu tanımıyordum. Elinde bir elmayla tesisin koridorlarında dolaşır, biri ona bir şey söylediğinde sakin gözlerle karşısındakini dinler ama pek tepki vermezdi.
Bir yarası olduğunu bilirdim ama yara neredeydi göstermezdi, kanın kokusunu alırdım ama kan neresinden akardı bilmezdim. Sessizdi. Bir köşeye geçer, insanları izler, az konuşur, çok güler, tepkileri genelde başını aşağı yukarı sallamak ya da kaşlarını çatmaktan ibaret olurdu.
Etrafında her zaman kadınlar olurdu, telefon numarasını alabilmek için birbirinin üzerine tırmanan güzel bir sürü kız görmüştü gözlerim, başlarda hepsine karşı tepkisiz görünürdü ama sonunda her biriyle görüşürdü, bilirdim. Günübirlik ilişkiler yaşardı, kimseden bir beklentisi olmazdı ve en başında rengini saklamadığı için bilirdim ki kimsenin de ondan bir beklentisi olmazdı.
Zaman bizi kanlı avuçları birbirine yaslanmış iki kardeşe çevirdiğinde, kaybolan seslerini yeniden kazanmıştı, artık o kadar çok konuşuyordu ki yarattığı gürültünün, zihninde doğan sessizliği yenmek için olduğunu bilirdim. Ciddi konuşmalardan kaçınırdı, her zaman güler, bazen çok saçmalardı ama iyi bir kalbi olduğunu denese bile kimseden saklayamazdı.
Diline düşen lal zamanla donup kırılmış, un ufak olmuştu ama yüreğinde hâlâ lal vardı, bilirdim. O yürek ki onun en sessiz yanıydı.
Yener Açıkgöz, atılan kahkahaların sebebinin içinde kopan çığlıkları saklamak için olduğuna beni inandıran bir adamdı.
Hiç göğsünde bir heyecanla önüme geldiği olmazdı, kadınlara çok iyi davranırdı ama bir kadın ondan fazlasını istediğinde vermeyeceğini başından belli ettiğinden duruşu katılaşır, tavırları donuklaşır, bazen kaba birine dönüşürdü. Yine de küçük kız çocuklarıyla oyunlar oynar, oğlan çocuklarının başlarını okşardı ve sanırım iyi bir insan olduğundan çocuklar tarafından çok sevilirdi. El değmemiş hisler onun için korkutucu olduğundan olsa gerek, temiz kalpli olduğuna çok inandığı insanlar ona beklentisiz yaklaştığında bile onlardan kaçardı; onları kendi kurumuna boyamaktan hep korkardı.
Beşinci sigaramı yakarken dağın esintisi saçlarımın arasından kayıp gidiyordu, parmaklarım buz tutmuştu ama soğuğa alışkın bedenim için bu sorun değildi; zaten içimde öyle bir ateş yanmıştı ki kendimi buz dolu sulara bassam da dinmeyecekti. Esintinin soğuk kuvveti beni üşüteceğine ateşimi harlıyor gibiydi.
Bir keresinde yerde bir sandalye sürüklemiş, sonra sandalyenin sırtına kollarını yaslayarak tam karşıma oturmuş, “Ulan sen ne istiyorsun bu kızdan?” diye sormuştu, gözlerinde haylaz ışıltılar, muzip lakırtılar yoktu o gün. “Ya tut bas bağrına ya da bırak gitsin yoluna,” demişti. “Göz göre göre yakıp yıktığın, tutup kolundan uçurumun önüne götürdüğün kızın eli, gözü, yüzü, yüreği el değmemiş, hiç mi görmüyorsun?”
O gün bir yıldırım olup kafamın içinden göğsüme düşen kelimelerinin yarattığı ışık beni kör edecek sanmıştım. Ona sadece bakmış, tek kelime etmemiş, ne yalanlamış ne de doğrusun diyebilmiştim ama o, gözlerimde haklılığını gördüğünden dilimin lal oluşunu sorun etmemişti.
Devran yanımdaki kayanın üzerine oturup, “Sigara versene,” dediğinde cebimden paketi çıkarıp ona uzattım. Paketten bir sigara aldı, cebinde çakmak aradı, çok uzun süre aradı ve sonra çakmağı çıkarıp sigarayı yaktı, sessizce çöken karanlığa baktı. “Saatlerce tek kelime etmeden burada oturunca Yener’i kurtarmış olmayacaksın,” dedi acımasızca. “Sonra kendini, bizi ya da her kimi suçluyorsan suçla ama şimdi durmak, Yener’in tesisin içindeki varlığına kan kaybettirmek olacak, Gurur.”
“Neyi değiştirebilirim?” Kaşlarımı çatıp sigarayı dudaklarıma götürmeden önce, “Yaktım adamın hayatını,” dedim.
“Sen mi yaktın amına koyayım?” Devran homurdanarak sigarasından bir duman çekti. “Bir hâl çaresini bulacağız.”
“Neyi bulacaksın oğlum?” diye sordum sertçe. “Sen Muşta’nın dediğini duymadın herhalde?” Kafamı çevirip ona ters ters baktığımda bana kaşlarını kaldırıp boş boş baktı.
“He, öyle dedi diye kabullendik, bitti, öyle mi?”
Başımı iki yana sallayarak, “Ne yapacağız?” diye sordum sertçe. “Yener bugün yarın ayaklanacak, tesise gelecek. Ne diyeceğiz ona?”
Devran sigarayı dudaklarının arasına yerleştirmeden öncesinde, “Bulacağız bir yolunu, başka yolu yok. Ya bulacağız ya da bulacağız,” dedi sertçe.
“Bir yolu olsa Muşta konuşmadan önce bir yudum suya muhtaç hisseder miydi?” diye sorduğumda Devran sessizleşti, rüzgârın ıslıklı sesi kulağımın boşluğundan kayıp gidince kaşlarımı çattım. “Gidip Emsal’in kafasına sıksam da bir şeyler değişmeyecek. Ne yapmam gerekiyordu biliyor musun?” Sigarayı tutan elimin avucunu sertçe dizime vurdum. “En başında o piç kurusunun kafasına sıkmam gerekiyordu. Onun canını daha ilk an, karar verdiğimde almam gerekiyordu.”
“Yapan Emsal mi amına koyayım?” diye sordu Devran. “Tamam, bağlı onlara ama o geberip gitseydi de bunu yaşamayacaktık sanıyorsun herhalde sen?”
“O çevirdi tüm gözleri benim etrafımdakilere.”
“Emsal en başında paket edilmiş olsaydı da biz bunu yaşayacaktık, Gurur. Gebermesi bir şeyi değiştirmeyecekti. Kararı Emsal’den habersiz aldıklarını sen de anladın, anladık bunu hepimiz.”
Haklıydı ama bu, her şeyin çıkış noktasının benim kanımdan biri olduğu, hatta doğrudan ben olduğum gerçeğini değiştirmiyordu ne yazık ki. Yener’in yüzüne nasıl bakacağımı bilmiyordum, neler hissedeceğini tahmin bile edemiyordum. Hayatı boyunca beni bir daha görmek istemese onu anlardım, çekip alnıma bir silah dayasa da onu anlardım; bunların olmasını istiyor bile olabilirdim çünkü beni suçlamaması, suçlamasından daha çok canımı yakacaktı. Ve biliyordum, Yener beni suçlamayacaktı.
Devran elini omzuma koyup, “Halledeceğiz oğlum,” dedi güvence vermek ister gibi. “Bir yolunu bulmak için ne gerekiyorsa, anlıyorsun beni değil mi lan? Ne gerekiyorsa.”
“Beni suçlamayacak,” dedim çatık kaşlarla.
“Senin ne suçun var zaten? Delirdin iyice.”
Buna bir cevap vermek yerine boynumu çıtlattım, o kadar sert bir ses çıktı ki Devran, “Kırıldı boynun,” diye dalga geçti ama bu beni neşelendirmeye yetmedi. Bir süre sustuktan sonra, “Gurur,” dedi Devran.
“Söyle.”
“Bu gerginliğini, kendini suçlamalarını, kapana kısılmışlığını Zeliha’ya yansıtma birader. Seni biliyorum ben, köşeye sıkışınca dişlerini çıkarıp hırlıyorsun insanlara. Zeliha’ya yapma. Zamanında yeterince üzdün, kırdın, korkuttun kızı. Ne yaşıyorsan içinde yaşa demiyorum, gerekirse bize yansıt ama kızcağıza yansıtma. Zaten başına gelmeyen kalmadı.”
Derin bir nefes alıp başımı salladım. “Ona zarar verecek, kıracak, incitecek bir şey yapmamak için gerekirse canımı veririm ben,” dedim.
“Senin sağın solun belli olmaz, ben diyeyim de.”
“Benim sağım deli, onu başkalarına gösteririm. Solum da sadece Zeliha’ya ait zaten, ona hep solumla bakarım.”
“Âşık tırrek,” dedi Devran gülerek.
“Hadi oradan lan, Biricik’i görünce altına işiyorsun sen.”
“Altıma işemek mi? Hadi lan oradan, sen Zeliha’yı görünce altına işiyorsun asıl.”
“İşemiyorum mu dedim göt?” diye sorarak ayaklandım. “Hadi kalk, şu işe bir hâl çare arayalım. Oturup âşık atışması yapamayacağım seninle.”
Önümüzde bizi bekleyen karanlık günler vardı. Halledilmesi gereken onlarca durum bir kenarda dursun, Yener’in önüne sürüklendiği uçurumdan hepimiz düşmek üzereydik.
ZELİHA ÖZDAĞ
“Zel, kahvaltı yapmayacak mısın?” diye seslendi Çolpan içeriden.
Doğrulup kalkarken boynumu esnettim. Her nedense yapamayacağımı, olmayacağını sansam da çok rahat bir uyku uyumuştum. Gurur’un kollarındaymışım gibi hissettiren, huzur verici bir uykuydu. Herhalde onsuz çok rahat uyuduğumu duysa bana dik dik bakar, sonra gülümseyip alnımdan öperken bunun onu mutlu ettiğini söylerdi.
Elimde kıyafetlerimle odadan çıktım. Salondaki masada kahvaltı sofrası hazır duruyordu. Babam gelmişti. Geç saatlerde Eymen’i de alıp gittiğini sofrada konuştukları sırada duymuştum, ben uyanıkken hâlâ evdeydi oysa. Maria, çilek ve vişne reçellerinin ayrı ayrı koyulduğu küçük kaseleri masaya götürürken, “Gidip üzerinden o ahır kokusunu at,” deyince güldüm.
Duş alıp banyoda kurulandım. Üzerime beyaz, v yaka, göğüs dekoltesi olan bir triko kazak, altıma da siyah kargocu pantolonumu geçirdim. Çoraplarımı giymeden banyodan çıkarken ıslak saçlarım omuzlarıma dökülmüştü, onları Maria’nın banyodaki tarağıyla güzelce taradığım için saçlarım ıslak jiletler gibi görünüyordu.
Babam, “Muğla’dan bal ve kaymak da getirdim,” dedi gömleğinin manşetlerini açıp dirseklerine kadar sıvarken. “Sabaha karşı buralarda pansiyon bulmak ne zor oluyor len.”
Eminim Gurur onun evde kalmayacağını bilseydi, onu eve davet ederdi ama evde eşyalarım olduğu için bunu çok tehlikeli bulduğumdan Gurur’a bu detayı vermemeye karar verdim.
Eymen elinde ekmek poşetiyle kapıdan içeri girerken, “Ekmekler sıcak,” dedi, ekmeklerden birinin baş kısmını koparıp yemişti.
“Bunun da huyu bu işte, ekmeğin başını deşeleyecek illene,” dedi babam, Eymen’e yan yan bakarak. Gözleri tekrar bana çevrildi. “Kavak ağacı herhalde şu an görevindedir, demi?”
“Evet, öyledir,” diyerek masaya doğru ilerledim. Ayça evde yoktu, gözlerim onu aradı ama portmantoda montunu göremeyince evden erken çıktığını anladım.
“Kahvaltı neyim ederdi,” dedi babam, bir an şaşırarak ona baktım. Bakışım onu rahatsız etmiş gibi kaşlarını çattı. “Ne bakıyon?”
“Neredeyse onu kahvaltıya çağıracağını düşünmeye başladım.”
“Yoo.” Babam önüne döndü. “Görevindeyse çağıramam.”
Gülerek kollarımı babamın boynuna dolayıp yanağından sertçe öptüm ve “Isırırım seni he,” dedim, güldü ama tek kelime etmedi.
“Hemen erime öyle tereyağı gibi. İnsaniyet namına dedim ben.”
“Baba, Allah peygamber aşkına, iki metrelik adam kalkmış gelmiş senin şu kızına âşık olmuş, sen adamı dövmekle falan tehdit ediyorsun, ne yapacaksın, sırtıma tırmanıp mı döveceksin adamı? Uzaya merdiven çakmakla aynı hesap bu. Seninle benim,” diyerek babamı ve kendisini işaret etti, “boyumuzun toplamı bir Gurur yapıyor zaten. Ver ablamı ona, düşsün peşimizden yakamızdan, çıksın hayatımızdan, kocaman ya, kocaman! Çok korkuyorum sen ona atar yaparken sen büyüğüsün diye seni es geçip beni ayağının altında böcek gibi ezmesinden!”
“Ne verecem ablanı deyyus? Ablan kendi rızasıyla ister varır ister varmaz, lafa bak. Hele bir kızım onu istemediğini desin, ben uzaya da merdiveni çakarım, ona da o merdiveni so-”
“Kahraman!” dedi Maria öfkeyle. “Sofradayız, sus hadi. Senin kız dünden razı zaten!”
“Aa, konu bana döndü,” diye homurdanarak babamın yanındaki sandalyeye oturdum. Maria’nın kurduğu sofrada bir kuş sütü eksik olurdu, şimdi yine öyleydi. Servis tabağıma kahvaltılıklardan alırken gözlerim Çolpan’a dokundu. Önüne birkaç parça bir şey almıştı ama tek lokma yemiyor, çatalıyla zeytini bir sağa bir sola itiyordu.
Sofrayı toplarken de Çolpan sessiz, sakin görünüyordu. Bulaşıkları yıkadım ve çoraplarımı giyip kapıdan çıkarak postallarımı ayağıma geçirdim. Babam siyah montumu verip kendisi de kabanını giydi ve benimle birlikte evden çıktı.
Çolpan’ın yokuşun başındaki marketten çıktığını gördüm. Babam, “Kızın canı sıkkın gibi duruyordu, Zeliş,” dediğinde gözlerim hâlâ Çolpan’daydı. “Ben bir markete gireyim, siz iki arkadaş konuşursunuz.” Babam adımlarını hızlandırarak yokuşu tırmandı. Çolpan’ın yanından geçerken ona babacan bir edayla gülümsedi, Çolpan da bu gülümsemeye karşılık verdi ve yokuş aşağı inerek bana doğru yürümeye başladı.
“Seninle aynı evde kalmayı özlüyorum,” dedi Çolpan ellerini montunun büyük ceplerine sokarak saklarken. “Yener’in yanına mı gidiyorsunuz?”
“Evet, babam görmek istedi. Yarın çıkış işlemleri yapılacakmış.”
“Çok sevindim,” dedi Çolpan. “Ona kurabiye yaparım, çaya çağırırız iyi hissettiğinde.” Çolpan’ın gözlerinin içine o kadar uzun baktım ki sonunda duraksayıp bakışlarını farklı bir yöne çevirerek, “Niye öyle bakıyorsun?” diye sordu.
“Nasılsın?” Sorum onu duraksattı. Gerçek şu ki kendi hayatımın içine öyle çok batmıştım ki etrafımdaki insanları o hayatın dışına savurmuş, nasıl oldukları gerçeğiyle yüzleşmeyi bırakmıştım. Kendimi bencil biri gibi hissettim, belki de gerçekten öyleydim.
“Zeliş,” dedi Çolpan ciddiyetle, “neden kendinden çok insanların nasıl olduğuyla ilgileniyorsun?”
Bu soru beni afallattı. Tam tersini yaptığıma yüzde yüz emin olmama rağmen sessizleşerek başımı önüme eğip, “Sizi aksattığımı düşünüyorum,” dedim. “Eskiden her şeyi birlikte yaşardık. Şimdi siz bensiz yaşıyorsunuz da size yetişemiyorum, destek olamıyorum gibi hissediyorum.”
“Biliyor musun, Ayça ve ben de senin için tam olarak bunu düşünüyorduk. Bir şeyleri bizim desteğimizi almadan, yalnız başına yaşadığını düşünüyorduk.” Elini cebinden çıkarıp omzuma dokundu. “Bazı dostluklar dilsizdir, Zeliha, sadece elini hissedersin. Sana dokunur ve kelimelerin hiçbir önemi kalmaz.”
Mahcubiyet duygusuyla gülümsedim. Onlardan sakladıklarımın farkındaydılar, bir şekilde işlerin benim açımdan iyi gitmediğini, zor zamanlar geçirdiğimi, içine düştüğüm tüm durumların benim isteğim dışı gerçekleştiğini biliyor gibiydiler. Kendi hâline bırakarak kurumasına izin verdiğim saçlarımın uçları lüle lüle olmuştu, Çolpan lülelerimden birini parmağının etrafına doladı ve “Beni düşünme,” dedi, “ben iyiyim.”
“Öyle görünmüyordun. Düşüncelere dalmış hâldeydin. Hadi ama Çolpan, biz çok uzun zamandır bir aradayız. Birbirimizin ruh hâllerini tanıyoruz.”
Çolpan lülemi bırakıp gözlerini sokağın öteki ucuna çevirirken, “Çocukça şeyler,” diye mırıldandı.
“Çocukça olup olmadığına bana bunu anlattığında ben karar versem?”
Bakışları tekrar bana çevrilirken, “Ama çok utanç verici,” diye mırıldandı.
“Birbirimize yüz bin kez falan rezil olmuşuzdur kızım,” dediğimde güldü, biraz olsun gevşemişe benziyordu.
“Konu şey…” Yanaklarının içini havayla doldurup, düşüncelerin içinde esir tutulduğunu gösteren bir ifade takındı. “Konu Adnan.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Ve?”
“Dün gece ona tarif yollamıştım,” dedi. “Gurur’dan rica etmiştim ona vermesi için. Gurur vermiş midir?”
“Vermiştir. Tesise gitmişti zaten direkt.”
Çolpan gözlerini boşluğa çevirerek, “İşte bu daha kötü hissettirdi,” dedi.
“Neden?”
“Onda telefon numaram olmasına rağmen bununla ilgili küçük bir mesaj atmadı, aramasını zaten beklememiştim ama,” diye mırıldandı, sonra ellerini kaldırıp sallayarak, “lütfen beni yargılama. Bu çok çocukça, biliyorum. Of! Tamam, bu çok çocukça bir düşünce. Utançtan öleceğim!” Yüzüme çizilen o gülümsemeyi silemedim, gülümsediğimi görünce yüzü tamamen bordo rengine boyandı. “Hayır ya gülme,” diye sızlandı. “Bunu söylememeliydim. Söylemeyi bırak, düşünmemeliydim bile.”
“Bu seni neden bu kadar utandırdı anlamıyorum, bir telefon beklemen gayet doğal. Sonuçta onun için bir şey yaptın.”
“Onun için değil!” diye çıkıştı birden, sonra sesini yükselttiğini fark edince, “Üzgünüm,” diye mırıldandı. “Ama Bora içindi.”
“Tamam, Bora içindi,” dedim gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdıktan hemen sonra. “Yine de nezaketen bir mesaj yollaması gerekirdi. Yanlış bir şey söylemedin ya da yok sebepten modun düşük değil.” Söylediğim şey onu daha da üzmüş gibi gözlerimin içine baktı. Bir bahaneye tutunmak istediğini o saniye anladım. “Hem görevden geldiler, Yener hâlâ hastanede. Eminim kafası allak bullaktır ve ne yapacağını bilememiştir.”
“Doğru söylüyorsun,” dedi gözlerini yere indirerek. “Yaşananlardan sonra sırf bir çorba tarifi için bana mesaj atmadı diye bu denli kafaya takmam ne kadar da bencilce geliyor kulağa. Şu an ben bile kendime katlanamıyorum.”
“Yine de hıyarlık etmiş ama belki de bunun bir açıklaması vardır,” dedim onu rahatlatmak ister gibi. Askerlerin sinirleri gerilmişti, hepsi kendilerini beklemedikleri bir anda büyük bir kaosun içinde bulmuşlardı. O yüzden Adnan’ın mesaj yollamamış olması gayet normal geliyor olsa da Çolpan’ın kendisini suçlayan hâlini görünce onu rahatlatmak zorunda hissetmiştim kendimi.
“Sonuçta bana mesaj atmak zorunda da değil ki,” dedi Çolpan başını aşağı yukarı sallayarak. “Anlamsız bir alınganlık benimkisi. Sanırım regl olacağım.”
“Her şey normal seyrinde ilerliyor olsaydı, bence Adnan kesin bir mesaj yollar, hatta seni arardı,” dediğimde tek kaşını kaldırıp bana sorgulayan gözlerle baktı. “Ne? Seni rahatlatmaya çalışmıyorum. Gerçekten böyle düşünüyorum.”
Çolpan derin bir nefes alıp, “Boş ver, bu konu hakkında konuştukça daha da utanıyorum,” diye söylendi.
“Utanman saçma,” dediğimde kaşları çatıldı. “Mesaj beklemen kadar olağan bir durum da yok ayrıca. Bu arada aranız nasıl?”
“Aramız mı?”
Salağa yatması beni neredeyse güldürecekti ama ifademi topladım. “Evet, sen ve o, Bora için çok sık iletişim kuruyor gibisiniz.”
“Ah, evet. Bora konusunda konuşuyoruz ara sıra.” Gözlerini kaçırdı. “Bora’yı seviyorum. O çok harika bir çocuk.”
“Babası da harika bir adam.”
“Yani, öyledir tabii ki.”
“Dersin var mı?”
“Hayır, merkezde halletmem gerekenler var, okula uğramayacağım bugün. Eğer vakit yaratabilseydim Yener’i görmek istiyordum ama… Ona selam söyle.” Arkasını döndü, babamın geldiğini görünce, “Kahraman amca da geliyor işte,” dedi, hareketlerinin ve sesinin aynı düzeyde panikle yüklü olduğunu fark etmek bu kez gülümsememi tutamamama neden oldu.
Çolpan’ın uzaklaşmasını izlerken babam duraktaki adamlarla konuşuyordu. Bir taksi tuttuğunu fark ettim, elini sallayarak beni çağırıyordu. Omzuma astığım deri sırt çantasını düzeltip yokuşu tırmanmaya başladım. Taksiye binip hastaneye gideceğimizi belirttikten sonra babama dönüp, “Baba,” dedim, “Yener kalbinin delindiğini bilmiyor. Bunu ağzından kaçırma, olur mu?”
Babam durgun gözlerle yüzüme baktıktan sonra, “Eninde sonunda öğrenmeyecek mi?” diye sordu, sorusu birden çok ağır geldi. Sanki karanlık bir suyun dibine çekildim, ağır bir taş gibi o suyun dibine resmen çöktüm. Boğazıma tuzlu su doluyormuş, genzim yanıyormuş ve ciğerlerim havasızlıkla şişiyormuş gibi hissettiğimi babamdan saklamak için gözlerimi camdan dışarı çevirerek Isparta’nın hareketlenmeye başlayan gri sokaklarını izlemeye başladım.
“Sanırım onu zor günler bekliyor,” dedi babam, ellerimin buz kesmesine neden olan bu cümleden kaçmak imkânsızdı. Zihnimde yeniden benimle beraber olan o gerçekten kaçmanın mümkün olmadığını artık daha iyi biliyordum.
“Moralini yüksek tutsak iyi olur,” dedim.
“Bir dağa yıkılmadan önce çiçek açtığına inandırsan da bahar o yıkılırken onunla beraber çökecektir, bunu unutma,” dedi babam, söylediği şey içime çok dokunsa da onu duymazdan geldim.
Hastanenin önünde taksiden indik, babam taksicinin ücretini ödedikten sonra gözlerini hastanenin kafeteryasının saçağı altında dikilen Girdap’a çevirdi. Girdap, babamı başıyla selamlayıp bana gülümsedi ama bize doğru gelmedi. Hastaneye girip asansöre bindiğimiz sırada babam, “Sizin oturduğunuz sokakta oldu bu olay, değil mi?” diye sorunca sertçe yutkunarak başımı salladım. “Orası mimli artık. Bir kere olan bir daha olur. Seni başka bir sokağa mı taşısak?” diye sordu bu defa.
Sesini sakin tutmayı deniyordu, içten içe panik doluydu ve hatta öfkeden taşıyordu ama yine de hislerini bana belli etmemeyi denedi. Gurur’u dinledi. Gurur’un hayatımdaki yerinin büyüklüğüyle bir kez daha yüzleştim.
Asansör yukarı doğru tırmandığı esnada babam beni kollarının arasına çekerek, “Ben ister miyim hiç seni üzmeyi, seni korkutmayı, seni incitmeyi?” diye sordu içtenlikle. “Beynimden vurulmuşa döndüm haberlerde seni görünce. Sonra da olayın aslını astarını öğrendim. Canımdan can gitti benim.” Yüzümü avuçlarının içine alıp alnımı öptü. “Sana bir şey olsa ben nefes alabilir miyim sanıyon sen? Sanıyorsan da sanma, çocuk. Ben ne zaman kardeşine ya da sana bir zarar gelir, o gün can veririm. Telefonda hötledim diye korkuttum seni demi? O benim paniğimdendi, korkumdandı, senin saçının teline zarar geldiğini düşünsem kalbimin atışı değişiyor benim, elim ayağım çekiliyor, canımı oracıkta vereceğim, ecel geldi beni almaya gibi geliyor.”
Asansörün kapıları açılırken başımı babamın omzuna yasladım. “Sen benim güvenli limanımsın,” dediğimde elini kolumda dolaştırıp beni iyice kendine çekti ve o şekilde yürütmeye başladı.
“Sen üzülürsen ben seni üzen her şeyi yok ederim, biliyon dimi?” diye sordu babam. “Senin gözünden bir damla yaş aksın, o yaşı akıtanın kanını kuruturum ben. Sen benim tek kızımsın, ilk göz ağrımsın. Benim senden, kardeşinden, annenden başka kimim var? Senin saçının telini koparanın ben kafasını koparırım.”
“Şımarayım mı istiyorsun?”
“Benden başka kim şımartacakmış seni? Bir kızı önce babası şımartmalı ki iki çiçek alana gönlünü kaptırmasın, iki güzel söze kanmasın,” dedi, söylediği şey beni gülümsetti. “Sen benden görecen önce tüm sevgiyi, ilgiyi, şefkati. Böylece el oğlu da seni bunlan kandıramayacak hiçbir zaman.”
“Gurur öyle biri değil, içinden gelerek yapıyor her şeyi,” dediğimde homurdandı ama bir şey demedi. Çenesini kafamın üzerine koydu, ardından başımın üzerini öpüp yürümeye devam etti.
Yener’in kaldığı odanın kapısının önüne geldiğimizde, “Baba,” dedim, “unutma olur mu? Yener’in haberi yok.”
“Unutmam,” dedi babam sessizce ama bu durumdan memnun olmadığını görebiliyordum. Benim canım babam hiç sevmezdi bir insandan doğruları saklamayı. Bilseydi kızı uzun zaman bir yalanın kolları arasında nefes almıştı, ne hissederdi bunu merak ediyorum.
Kapıyı tıklattığımız an kapı açıldı, Yasemin teyze gülümseyerek, “Hoş geldiniz,” dedi ve Yener’in ayakta, camın önünde dikildiğini gördüm. Metal serum askısı da hemen yanında duruyordu, koluna bağlı serum şişesinin içindeki sıvı neredeyse bitmişti. Yener omzunun üzerinden bize baktı, babamı görünce duraksadı, gözleri büyüdü ve bakışları anında bana çevrildi.
“Ziyaretçi kabul ediyon mu len?” diye sordu babam içtenlikle.
“O nasıl söz, Kahraman abi? Buyurun, hoş geldiniz. Ben de sıkıntıdan patlıyordum,” dedi Yener gülerek. Yüzü ne kadar da zayıf görünüyordu. Gülümseyince yüzünü saran çizgiler daha da derindi şimdi, epey kilo kaybetmişti.
Babam, Yener bize doğru yürümek isteyince, “Dur len yerinde,” dedi ters bir şekilde. Yasemin teyze gülümseyerek bizi izliyordu. “Bana saygı göster diye mi geldim ben? Seni görmeye geldim.”
Yener ne diyeceğini bilemiyor gibi babamın yüzüne bakakaldı. Babam, boş berjere otururken, “Ee, taburcu oluyon he?” diye sordu.
Yener, babama şaşkın şaşkın bakarak başını salladı. “Evet, yarın sabah taburcu oluyorum Allah’ın izniyle.”
“İnşallah, hayırlısıyla,” dedi babam elini dizine vurarak. “Nasılsın? Ağrın sızın var mı bakem?”
“Çok şükür iyiyim,” dedi Yener ama ağrısı olduğunu görebiliyordum, bir adım atınca bile bedeni, göğsü sızlamış olacak ki kaşlarının ortası ağrı çukuruyla derinleşmişti.
Yener’e bakarken içime yeniden çöken o kötü hissin geçmesini beklerken olduğum yerde dikilmeye devam ediyordum. Göz ucuyla yatağının kenarındaki sehpaya baktım, sehpanın üzerinde pelüş fil duruyordu, hemen yanında da kurumuş bir tane beyaz gül vardı. Yasemin teyze, “Yener uyurken yeşil gözlü güzel kız geldi,” dediğinde Yener’in bakışları annesine kaydı. Babam tek kaşını kaldırdı, yeşil gözlü kızın kim olduğunu sorgular gibi bir hâli vardı. “Epeyce bekledi ama Yener uyanmayınca gitmek zorunda kaldı.” Yener bakışlarını yere indirdi, Simge’yle denk gelemediği için keyfinin kırık olduğunu fark ettim. “Sanırsam gelinim olacak, öyle hissediyorum. Kalbimin derinliklerinden bir ses böyle söyledi.” Yasemin teyzenin söylediği şeyle beraber Yener hızla kafasını kaldırıp annesinin gözlerinin içine baktı.
Babam ise, “Hayırlısı,” dedi kendi yeğeninden söz edildiğinden bihaber hâlde.
Yener’in bakışları anlık babama dokundu, ardından yeniden annesine baktı ama ne reddetti ne de annesinin söylediği şeyi onayladı.
Yener, “Neden bugün taburcu etmiyorlar anlamıyorum, süreci uzattılar da uzattılar,” diyerek konuyu değiştirdiğinde, babam, “Acelen ne? Biraz daha iyi olduğunda sapasağlam çıkarsın işte. Gözetim altında olman daha iyi. Hem ağrın sızın var gibi de duruyor,” dedi.
“Ben bu kadar yatmaya alışkın değilim Kahraman abi, bir an evvel tesise dönmek istiyorum,” dedi Yener, babam sessizce gözlerini bana çevirdi ama bakışları anlıktı, Yener o bakışlardan bir anlam çıkaramazdı.
Buradan çıkıp gitmek istediği o kadar belliydi ki… Yerinde duramıyordu. Çektiği ağrılara rağmen. İyileşmesi biraz güç olacaktı, bu belliydi, kendisini zorlamaması gerekiyordu ama sanki bir yanı olacakların farkında gibiydi ve erkenden bunu önlemek istiyordu.
Babam bir süre Yener ile sohbet etti, garip bir şekilde tavrı babacandı, Yener’i güldürdü, bazen korkuttu ama çoğunlukla derin bir sohbetin içindeydiler. Bu sırada ben Yasemin teyze ile birlikte koridora çıkmıştım, ileri geri yürüyorduk ama sessizlik öyle çok yerdeydi ki etrafımızdaki kalabalıktan duyulan uğultu bile sessizliğin bıçağından geçip kesiliyordu.
Yasemin teyze sonunda, “Oğlumun mesleğiyle ilgili bir sorun var, değil mi?” diye sorduğunda, olduğum yerde buz keserek bakışlarımı Yasemin teyzeye çevirdim. “Sen herhalde bizim Gurur’un nişanlısı veya sözlüsüsün, elbette biliyorsundur, değil mi?” Gözlerine oturan yaşları gördüm, akmamak için direnseler de pınarlarına doğru süzülmeye başlamışlardı. “Söylesene bana, bir sorun var, değil mi kızım?”
“Kesin konuşması güç, Yener iyileştikten sonra her şeyin düzeleceğine tüm kalbimle inanıyorum,” dedim, kalbim ise göğsümün içinde güçsüzce atarak, yalancı, diye mırıldandı.
Yasemin teyzenin gözünden bir damla yaş yanağına dek uzandı, gözyaşını elinin tersiyle silerken, “Yener karmaşık ve tuhaf biri gibi görünebilir ama aslında çok hassas, kırılgan bir çocuk,” diye fısıldadı. “Çok çabaladı, çok çalıştı bir komando olabilmek için. Dirsek çürüttü, kafa patlattı, bedenini zorlayabildiği kadar zorladı. Lütfen Gurur oğlumla konuş, lütfen ona bir şans daha versinler. O çok güçlü bir çocuktur, hemen toparlayacaktır, eskisinden bile iyi olacaktır.”
“Ben sürecin nasıl ilerlemesi gerektiğini, onların kurallarını bilmiyorum ama eminim onlar da çabalayacaktır,” dediğimde Yasemin teyze üzgün gözlerle odanın aralık duran kapısından içeri baktı. Babam ve Yener konuşuyorlar, Yener ara sıra yüzündeki çizgileri göstererek gülümsüyor, babam da avucunu Yener’in dizine vurarak anlatmaya devam ediyordu. Ne konuştuklarını merak ettim ama duymak istemedim. Babamın arkadaşıma iyi geldiğini görmek o kadar iyi hissettirdi ki sadece bunun için bile ağlayabilirdim.
“Ondan başka hiçbir şeyim yok,” dedi Yasemin teyze. “O olmasaydı tedaviye devam bile etmezdim.” Derin bir nefes aldı. “Onu çok incittim. Zamanı geri alabilseydim, ellerimi onun omuzlarından hiç çekmezdim. Zamanı geri alabilseydim keşke, ona layık olabilecek bir anne olmak isterdim.”
Söylediği şeyin ağırlığı onu yakıp geçiyor olmalıydı, bense sadece gözlerinin içine baktım ve içimden, keşke, dedim ama keşkeler var olan yıkımı yok etmeye yetmiyordu. Bina bir kez çökerdi, bir daha ayağa kalkamazdı, bir daha dimdik duramazdı; Yener bir kez çökmüştü ve yeniden büyüme şansı ne yazık ki olmayacaktı.
Yener kafasını çevirip bize doğru bakınca yutkundum. Annesine dalgın gözlerle baktı, ardından bakışları bana çevrildiğinde yüzünde yeniden babamın var ettiği gülümsemelerden birisi vardı. Canımın acıdığını hissetmeme rağmen onun bana sunduğu gülümsemeye aynı şekilde karşılık verdim.
Yasemin teyze, “Yeşil gözlü kızın ismi neydi?” diye sorduğunda, “Simge,” dedim.
“Simge ona iyi gelecek,” dedi bu kez Yasemin teyze. “Ona açtığım yaraları sarabilir mi bilmiyorum ama yüzünü güldürecek.” Derin bir nefes alarak bana çevirdi bakışlarını. “Yener’in kalbinin kapanan kapılarını açabilmenin bir yolunu biri biliyorsa şayet, bence o kişi Simge.”
Yasemin teyzeye çevirdiğim gözlerimde durgunluk vardı. Yener’e ne yaptığını biliyordu, Yener’in kendini iyileşemeyeceğini hissederek bir odaya kapattığından haberi vardı. Peki kendisine kurum lekesi dediğinden haberi var mıydı? Bir şeyler söylemek için çok geçti.
Yener’in yanından ayrılana kadar Yasemin teyzenin gözlerine çökmüş geçmişi izledim. Her şeyi orada gizliyor gibiydi ama tamamını bilmediğim için bilinmezliğe bakıyormuşum gibi de hissettiriyordu. Babamla hastanenin çıkışında durduğumuz o kısa süre zarfında, babam, “Bu çocuk çok üzülür, Zeliş,” deyince kalbimin atışları yeniden yavaşladı. “Kaldıramaz olası bir darbeyi.”
“Biliyorum,” diye fısıldadım.
“Peki bunun için yapabilecek bir şey var mı?”
“Bunu bilmiyorum.”
Babam derin bir nefes alıp kafeteryaya baktı. “Güzel ceylanıma bir çay ısmarlayayım mı? Hava bugün kırağı gibi. Biraz dinlenmiş oluruz hem. İçin ısınır.” Beni yeniden düşüncelere dalmaktan kurtarmak istiyordu. Gülümseyip başımı salladım ama göğsümün içinde bir tabut, tabutun içinde binlerce his taşıyordum ve o tabutu göğsümden başka koyabileceğim bir mezar ne yazık ki yoktu.
Kafeteryaya girdiğimizde babam çay almak için yanımdan ayrıldı ve boş masalardan birine oturup camdan dışarı baktım. Telefonuma bir mesaj düştüğünde öylesine düşüncelere dalmış durumdaydım ki bildirimin sesi beni yerimden sıçrattı.
Sevgilim: O güzel gözler yolumu mu gözlüyor yoksa?
Bir bildirim daha.
Sevgilim: Seni korkuttum mu?
Zar zor gülümseyerek gözlerimi telefondan kaldırıp camdan dışarı çevirdim ve onu aramaya başladım. Ne tuhaftı. Birini sevince kafanı çevirdiğin her yerde onu göresin geliyordu. İleride duran cipi fark ettiğimde yüzümdeki buruk tebessüm gerçek bir gülümsemeye dönüştü. Bir bildirim daha geldi.
Sevgilim: Beni arayan gözlerinin kırk yıl kölesiyim
Sevgilim: Gelebilir miyim? Yoksa babanla biraz yalnız kalmaya ihtiyacınız var mı?
Üşüyen parmaklarımı pantolonuma sürttüm ve ardından ona mesaj yazmaya başladım.
Zeliha Özdağ: Burada olman güzel olurdu
Sevgilim: O zaman?
Zeliha Özdağ: Birazdan gel, önce bir babamın ağzını yoklayayım, can güvenliğin önemli komando
Sevgilim: Can güvenliğim senin yanında değilken hiç yok biliyor musun?
Sevgilim: Çok mu şiirsel konuştum
Zeliha Özdağ: Her zamanki hâlin sahtekâr komando
Sevgilim: Seni o kadar özledim ki bir anda arabadan inip bayır domuzu gibi önüme gelene saldırıp yedi kişiyi yaraladıktan sonra kafeteryanın camını kırıp içeri girebilirim.
Elimde olmaksızın bir kahkaha attığımda çevremdeki masalardan bana dönen gözlerin ağırlığını hissettim. Utandım. Babam elindeki karton çaylardan birini önüme koyarken, “Neye gülüyorsun bakalım?” diye sordu ilgiyle. Gülmem onu bir nebze rahatlatmış olsa gerekti.
“Hiç,” diye mırıldanarak avucumu karton bardağa bastırıp sıcaklığın parmaklarıma yerleşmiş soğuğu kırmasını bekledim.
“Hiç gibi gülmüyordun ama. Dünyama ışık olacak şekilde güldün,” dedi babam gülümseyerek karşıma otururken. Söylediği şey, utangaç tebessümümün yüzümdeki en derin ayrıntıya dönüşmesini sağladı. Çayından bir yudum içip, “Aslında erken dönecektim ama biraz daha kalacağım,” dedi.
“Neden?”
“Burada bana ihtiyaç varmış gibi hissediyorum.”
Gözlerinin içine uzun uzun baktıktan sonra, “Yener’i sevdin,” dedim.
Babam bir süre sustuktan sonra, “Başında babası olmayan çocuklar beni her daim derinden etkiler,” dedi dürüstçe. “Yaslanıp gölgesinde serinleyeceği çınarı devrilmiş.”
Kalbimde buruk bir hisle başımı salladım. “Evet, babası şehit düşmüş.”
“Kolu kanadı kırık bir kuş,” dedi babam gözlerini çaya indirerek. “O oğlan da öyleydi, demi?”
“Gurur mu?”
“Evet, o çöl devesi.”
Boğazımdan zar zor geçen yutkunuşla, “Evet,” dedim. “O da.”
“Babası vefat mı etti?”
“Etmesini tercih ederdi,” dediğim an, babam hissettiği şoku benden saklamadan gözlerimin içine dehşetle baktı. Daha sonra, söylediğimin altında derin bir hikâye yattığını anlamış olacak ki gözlerini çaya indirip, “Rabbime şükürler olsun ki ardımdan böyle anmayacak iki evlat yetiştirme şerefine nail olabilmişim,” diye mırıldandı.
“Her baba senin gibi olsaydı, bu dünya başka bir yer olurdu.”
“O uzun oğlan çok saygılı bir çocuk. Tamam, biraz salak ama,” diyerek güldü, gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Bana bir kusur etmemek için çok çabalıyor. Farkındayım, bir babayla nasıl konuşması gerektiğini bilmiyor ama öğrenmek istiyor. Deniyor.” Babam derin bir nefes aldı. “Annenin babasının karşısındaki hâlimi hatırlattı bana ama bunu ona söyleme.”
“Dedem zor biriydi tabii,” dediğimde, “Dedeni tanısa beni öper başına kor o oğlan çocuğu,” diye homurdandı.
“Baba,” diye fısıldadım. “Gurur iyi bir adam.”
“Biliyom,” dedi babam, çayından bir yudum daha içti. “O yüzden okulunu bitirince ya da ne bileyim, sen ne zaman istiyorduysan o zaman, mavi gözlü abisini alsın gelsin bakalım bir konuşuruz.”
Söylediği şey beni şaşırttı ama ağzımı açamadım çünkü kelimeler boğazıma saplanmış bıçaktan farksızdı. “Bunu hemen deme ama ona, o yüksekte duran kıçı daha da arşa kalkmasın,” diye homurdanınca gevşediğimi hissettim. Babam böyleydi, ne zaman çok gerilsem bir şekilde beni gevşetmenin yolunu bulurdu. Ona sahip olduğum için şanslıydım.
Kafeteryanın kapısından giren kişiyi görünce dudaklarıma götürdüğüm karton bardak titredi, yanmak pahasına çaydan büyük bir yudum alarak Gurur’a iri gözlerle baktım ama bakışlarıma aldırış etmeden masaya doğru yürümeye başladı. Babam, bakışlarımı fark edince arkasına baktı, Gurur’u görmek onu şaşırtmadı. “İti an çomağı hazırla,” diye söylenirken önüne dönmüştü.
“Merhaba,” dedi Gurur masanın önünde dikilirken. “Rahatsız etmiyorsam sizle oturabilir miyim efendim?”
“Oturma desem kuyruğunu saklayıp gideceksin de sanki,” dedi babam huysuz bir tonlamayla. “Otur, sırık gibi dikilme başımda, elektrik direği.”
Gurur gülümseyerek babamın çaprazındaki sandalyeye oturduğunda artık babamla ikimizin ortasındaydı. Babam gözlerini Gurur’a çevirdi. Sivil giyindiğini fark edince kaşlarını kaldırdı. Gurur’un üzerinde kahverengi bir palto, paltonun içinde boğazlı siyah bir kazak vardı ve altına da lacivert kot pantolonunu giymişti. Sakallarını düzeltmiş ama kısaltmamış ya da kesmemişti. Babam uzun uzun yüzünü izledikten sonra, “Sakallar sorun olmuyor mu?” diye sordu.
Gurur elini çenesine götürüp sakallarına dokununca, “Pek değil,” diye cevap verdi.
“Türk askeri dediğin tıraşlı olur,” diye homurdandı babam.
“Zeliha beni sakallı görmek istediği için kesmemiştim ama düzeltiyorum sık sık,” deyince, babam söylediği şeye kaşlarını çatıp huysuzlanarak tepki verdi ama ağzını açıp tek kelime etmedi. Gurur derin bir gülümsemeyle, “Ama eğer kızınız da izin verirse, tıraş olurum sizin için,” dedi.
Tedirgin gözlerimi babama çevirdim. Taşkın bir tepki verir zannettim ama sadece “Tersimdesin he,” demekle yetinip gözlerini camdan dışarı çevirdi.
Gurur, meraklı küçük bir çocuk gibi gözlerini babama dikmiş, babamın profilini izliyor, babamdan gelecek herhangi bir şeyi emir kabul edecekmiş gibi hazır olda bekliyordu. Sonunda babam bakışlarından rahatsız olmuş gibi gözlerini Gurur’a çevirip, “Ne diktin gözünü len sanki bana âşık gibi?” diye sorunca gülmemek için dişlerimi dudaklarıma sapladım.
“Yok, ben kızınıza âşığım.”
“Bene bak çocuk, valla ayarımla oynuyon. Sakin sakin oturan adamın damarıyla ip atlıyon,” dedi babam çemkirerek. “Çay iç çay, hava soğuk.” Babam tekrar kafasını farklı yöne çevirdi. “Git çay al kendine. Benimkini de yenilet.”
“Hemen efendim.” Gurur babamın önündeki karton bardağı alıp ayaklandı ve o kadar hızlı bir şekilde bizden uzaklaştı ki şaşırarak babama bakakaldım. Babam da aynı şaşkınlıkla Gurur’a bakıyordu.
“Bu niye komutanıymışım gibi davranıpduru?” diye sordu babam şaşkınlıkla.
Sessizce, “Çünkü bir babaya nasıl davranması gerektiğini bilmiyor,” diye fısıldadım.
Babamın mavi gözleri çay almak için giden Gurur’da asılı kaldı. Ona o kadar uzun süre baktı ki bakışları bana bile ağır gelmeye başladı. Gözlerini çekip bana çevirirken, “Ben bir sigara içeyim dışarıda,” dedi ve oturduğu yerden kalktı.
Sessizce babamın gidişini izledim. Gurur elinde babama ve kendisine aldığı çayla masaya döndüğünde, babamın kapıdan çıkışını görünce, “Bana mı kızdı?” diye sordu çocuk gibi arkasından bakarak.
Sorusu kalbimi çiğnedi.
“Yok, sigara içecekmiş.”
“Çayını götüreyim o zaman, dışarısı soğuk, elleri üşür,” diyerek kapıya yöneldiğinde bana cevap verecek zaman dahi tanımamıştı.
Babamın cam duvarın önünde dikildiğini gördüm, birkaç saniye sonra Gurur da büyük adımlarıyla hemen yanında bitmişti. Babam şaşırarak Gurur’a bakarken, Gurur babama çayını uzattı ve bir şeyler söyledi ama camdan dolayı onları duyamadım. Babam, Gurur’un elinden karton bardağı alırken çok kısa bir an için, belki bir saniye kadar bile sürmeyecek şekilde tebessüm etti. Gurur o tebessümü gördüğünde mahcup bir şekilde gülümsedi. Babam çaydan bir yudum alırken Gurur yeniden konuşmaya başlamıştı. Onları duyabilmeyi çok istediğimi o an fark ettim. Gurur hızlı hızlı bir şeyler söylüyor, babam çayından bir yudum içerken onu sessizlik içerisinde dinliyordu. Sonunda babam da konuşmaya başladığında çayımdan bir yudum daha içip gülümsedim. Babam konuşurken, Gurur onu merakla babasını izleyen küçük bir erkek çocuğu gibi izleyerek dinliyordu.
“Sen böyle bir adamken, sana kim kızabilir ki?” Fısıltım kendi içime diken gibi battı. Ona yaşatılanların içinden nasıl böylesine çocuksu kalabilmiş bir kalple çıkabilmişti?
Bir süre konuştular, babam konuşurken sigara paketini cebinden çıkarıp Gurur’a uzattı ama Gurur saygıyla başını iki yana salladı. Babamın yanında sigara içme düşüncesi bile onu utandırmış olmalıydı. Çayından bir yudum alıp babama bir şey söyledi, muhtemelen, “Size çay içerken eşlik etsem olmaz mı?” diye soruyordu. Babam başını salladı, sigara paketini cebine iliştirip Gurur’un gözlerinin içine uzun uzun baktı. O an anladım. Babam, Gurur’da gördüklerimi görmeye başlamıştı.
Bir süre orada öylece durup konuştular. Tek bir kelimesini dahi duyamamış olsam da onları yan yanayken izlemek ruhuma iyi geldi. Babam sigarasını bitirip metal kovaya bastırarak söndürdükten sonra izmariti kovanın içine attı ve birlikte kafeteryaya girdiler. Masaya doğru yürürlerken Gurur, babama sakince bir şeyler anlatıyor, babam da başını sallayarak onu dinliyordu. Bu, masaya oturdukları âna dek devam etti ama masaya oturduklarında ikisinin de dikkati bana çevrilmişti.
Kendimi özel hissettim. Özel ve eşsiz. İki adam için de çok özel, çok eşsiz.
Babam, Gurur’a hangi okullarda okuduğunu sordu, anılarını dinledi. Bunlar olurken Gurur’un tepkilerini izlemek eşsizdi. Ellerini sık sık masanın altına saklıyor, yumruklarını sıkarak dizlerine bastırıyor ama babamın sorduğu her soruyu sakince, saygılı bir şekilde yanıtlıyordu. Babam da ona kendi askerlik anılarını anlatmaya başladığında, şehre kar yağmaya başlamıştı.
Sonunda Gurur, “Efendim, sorumu yanlış anlamayın fakat nerede kalıyorsunuz?” diye sorunca, babam tek kaşını kaldırıp, “Bu soru beni niye kızdırsın ulan deli dumrul?” diye sordu. “Pansiyonda kalıyoruz Eymen’le.”
“Dilerseniz pansiyonla uğraşmayın, sizi evime götüreyim,” deyince bir an duraksadım, ardından, “Kardeşlerimle kiraladığım bir ev var fakat kardeşlerim evde kalmıyorlar, ev boş ve ben de genelde tesisteyim. Evim temizdir, derli topludur, hem rahat etmiş olurdunuz,” dedi hızlıca.
Babam bir an şaşırsa da “Yok, rahatsızlık vermek istemem ben kimseciklere,” dedi ama Gurur, “Ne rahatsızlığı? Beni onurlandırmış olursunuz,” diye ısrar etti.
Babam gözlerini bana çevirince benden bir cevap beklediğini anladım, gözlerimi kırpıp geri açtım, bu bir onaydı ve babam için benim onayımın olması yeterli gibiydi. Bu durum onu biraz mahcup etse de sonunda, “Öyle diyorsan,” diyerek gözlerini camdan dışarı çevirdi.
“Ne zaman isterseniz geldiğinizde evimde kalabilirsiniz. Orayı kendi eviniz bilin lütfen,” dedi Gurur.
“Abartma len dana,” diye söylendi babam ama Gurur’un bu nazik davranışının hanesine oldukça artı puan kazandırdığına emindim.
Oradan kalkarken, “Ben bir okula uğramalıyım, baba, sen taksiyle eve dönsen olur mu?” diye sorduğum an Gurur hızlıca, “Benim eve götüreyim, dinlensin,” deyince bakışlarımı ona çevirdim. Babam şaşkın şaşkın Gurur’a bakıyordu. “Pansiyonda mı eşyalarınız? Gidip alalım efendim.”
Babam şaşırarak, “Evet, pansiyonda,” dedi.
“Tamam, gidip alalım. Eve götüreyim sizi. Sonra istediğiniz başka bir yer varsa oraya da bırakırım. İzninizle önce Yener’i göreyim. Siz beni arabada bekler misiniz?”
Babam başta bir şey demese de sonunda, “Olur,” dedi çünkü bu ısrarcı koca adamın vazgeçmeyeceğini biliyordu; bunu anlayabilmişti.
“Tamam o zaman,” diyerek babamı arabaya kadar götürdü, ön koltuğa oturması için kapıya açtı ve aradaki mesafeden dolayı onları duyamasam da babamın onu azarladığını gördüm. Gurur, babam onu azarlarken bile bundan memnunmuş gibi sırıtıyordu.
Bana doğru yürürken dudaklarını oynattığını gördüm, başta çözmesi zor gelse de sonunda, “Baban ne yemek sever?” diye sorduğunu anlayınca kaşlarım havaya kalktı. Tam yanıma geldiğinde, “Söylesene,” diye ısrar etti.
Gözlerimi aracın ön camından bizi izleyen babama çevirdim, ardından tekrar Gurur’a bakarken, “Muğlalı o,” dedim, “sebzeleri çok sever.”
“Tüh, ben sadece et severim, o yüzden dolapta pek sebze yok. Ben bir manava uğrayayım,” deyince, “Bu kadarına gerek yok, onu mahcup etme,” diye mırıldandım.
“Karımın babasının gönlünü hoş etmeyeceğim de kimin gönlünü hoş edeceğim?” diye sormasını beklemediğimden yine şok olmuş hâlde ona bakakaldım. Aniden böyle şeyler söylemeyi bırakmayacak gibi duruyordu.
“Karım deyip durma be.” Bakışlarımı kaçırdım. “Karınım da sanki.”
“Geçen sefer öyle demiyordun ama sen bilirsin. Benimle içeri gelsene,” diyerek çenesiyle hastaneyi işaret etti.
“Babama okula gideceğim dedim.”
“Okulun sınırlarındayız zaten Allah Allah,” diye homurdanınca ellerimi montumun içine sokup, “İyi, yürü hadi,” dedim.
“Sen sana karım dedim diye biraz paniklemiş gibisin,” dedi gülerek. Yan yana yürürken yorum yapmasam da kalbimin atışları öyle yüksekti ki ben konuşmasam da kalbimi duyuyor olma ihtimali çok yüksekti.
Hastanenin kapısından girdiğimiz an bileğimden yakalayarak beni yana çekti ve hiç beklemediğim anda uzun, güçlü kollarını bedenime sararak yüzümü göğsüne gömmemi sağladı. Yanaklarıma kan hücum etti, kalbim yerinden kopup gidecekmiş gibi yükselerek çarptı ve ciğerlerim onun eşsiz kokusuyla doldu. Yüzünü soğuk saçlarıma gömerek, “Şunun için kaç dakikadır bekliyorum yüreğim ağzımda, haberin var mı?” diye sordu.
Kollarımı güçsüzce beline sarıp, paltosunun kumaşını avucumun içine alarak sıkıp, “Özlemişim,” diye fısıldadım.
“Sensiz bir gece geçirdim, ikinci geceye nasıl tahammül edebilirim ki? Bu gece baban gittiğinde gelecek misin evimize?”
“Gelirim,” diye fısıldadım. “Yemek yedin mi akşam?”
“Sensiz boğazımdan geçmedi,” dedi açıkça, kızgın hissetsem de ona sarılmaya devam ettim.
“Sen böyle çocuk gibi yemek yemek için bile beni mi bekleyeceksin?”
“Evet,” dedi ve bana daha sıkı sarıldı. Beni saran kollarındaki tedirginliği hissettim, özlem de oradaydı ama bir şeylerin yolunda gitmediğini bana sarılarak bile anlatabiliyordu. Kaşlarım çatıldı, sorular dilimin ucunda birikti ama bunu yapamadım. O da bana söylemek istedi ama söyleyemedi.
İhtimaller içimde bıçak gibi dolaştı. Kanatmadı ama kesikler açtı ve şunu anladım ki kesik kanamadığında acısı daha fazlaydı.
“İyi hissettirdi,” dedi, “ihtiyacım olan buymuş. İyi hissettirdi.”
Sertçe yutkunup, “Her şey yolunda mı?” diye sorduğumda sustu, bu bir cevaptı, aldığım cevap canıma okudu ama ona sarılmayı bırakmadım. Ayrıntıları sormadım çünkü korku yeniden oradaydı, pençelerini içime batırıp beni kazımaya başlamıştı.
Bana her şeyin yolunda olmasını çok istiyormuş gibi sarıldı.
Ona her şeyin yolunda olmasına ihtiyacım varmış gibi sıkıca sarıldım.
“Ben bir Yener’i göreyim,” diyerek beni kollarının arasından azat ettiğinde kafamı kaldırıp ona baktım. Gözlerimin içine bakarken, “Kaçta çıkarsın dersten?” diye sordu. “İstersen seni almaya gelirim.”
“Gerek yok, Simge ile olacağım,” dedim sadece.
Sorular yoktu çünkü cevapları korkutucu geliyordu.
Sorular yoktu belki ama sanki sorulmamış soruların tamamının cevabı buradaydı, ikimizin gözleri arasında bir uçurum gibi derinleşiyordu.
“Kendine dikkat et,” dedi, başımı salladım. Eğilip yanağımı sertçe öperken parmakları boynumu okşadı. Benden ayrılırken son kez çenesini başımın üzerine yaslayıp, âdemelması görüş alanımdayken, “Seni seviyorum,” diye mırıldandı.
“Ben de seni seviyorum.”
Ve sonra benden uzaklaşmaya başladı. Ben de babamın gözüne görünmemek için arka çıkışa dolanıp okula doğru yürümeye başladım. O günün geri kalan tüm zamanında kalbim korkuyla çarptı, damarlarımdaki kan bile sessizdi ama düşünceler kafamın içinde bir mahşer yeriydi.
ONUR KIRGIZ’IN ODASI
Önündeki dosyaya çenesinde süregelen kasılmalarla bakmaya devam ediyordu. Sert bir manevrayla boynunu çevirip çıtlattı, bu rahatlamasına yetmedi. Gözlerini yeniden dosyaya indirdikten sonra odanın kapısında dikilmiş onu izleyen adama hitaben, “Bu it sürüsüyle ilgili daha fazla detaya ihtiyacım var,” dedi, adam pürdikkat onu izliyordu.
Karşısında terörle mücadele mevzu bahis olduğunda işinde son derece iyi biri olduğunu bilmenin getirdiği farkındalıkla, “Daha fazlası için askerlerimizle ortak çalışma sürdürmek akıllıca olacaktır,” dedi ama önerdiği yolun zaten Onur’un kafasında var olan bir düşünce olduğunu biliyordu.
“Şanlı Türk Komandosu bana yardım edeceğini iletti zaten,” diyerek gözlerini adama çevirip, ona dik dik baktı. “Ama bu çocuklar operasyondan yeni geldi. Yaralarını sarmaları için vakit bile vermeden onları bu işin içine sürüklememi söylüyorsunuz. Ben buraya bu sorunu kökünden çözebilmek adına gönderildim.”
Adam başını aşağı yukarı sallayıp, “Peki ne yapacaksınız?” diye sordu. “Medyada görünmemeniz gerekiyor. Şu an hainlerin arasına sızamayacak bir konumdasınız. Bu yüzden askerlerimizin yardımına açık olmak durumundayız. Timde henüz hiç görülmemiş komandolar var, gölgeler işlerinde iyi. Onları yönlendirsek?”
“Bunun için erken. Erken bir atakta karşı tarafın gözlerini üzerimize çekeriz.” Onur, sırtını deri koltuğa bastırıp derin bir nefes aldı. “Gurur Mert Çalıklı, operasyondaki parlayan isim olarak geçiyor. Kim bu adam?”
Adam, “Bir bilgim olmasa da oldukça kuvvetli biri olduğu belli,” dedi. “İşimize yarayacak bir ekibin başına koyulabilir.”
“O adam yönetilebilecek birisi değil. Şanlı Türk Komandosu yönetilmez.” Onur, önündeki dosyaya baktı. “Yine de onun zekâsına, çevikliğine ihtiyaç duyuyorum. Timin dinlenmesi için kısa bir süre verelim onlara. Ardından onlarla çalışmak istiyorum. O süreçte elimize ne kadar bilgi varsa geçirmeliyiz. Sırtımı sadece onlara dayanamam. Bu benim görevim.”
Adam başını tekrar salladı.
“Savcıyla görüştün mü?” diye sordu bu defa Onur.
“Evet.”
“Güzel.” Başını salladı. “Hastaneden bilgi aldım. Yaraladıkları askerin adı Yener. Adamın hayatını bitirmişler.” Onur, kaşlarını çatıp öfkeyle soludu. “Bunun için ne yapılabilir araştır.”
“Tabii,” dedi adam, “ama bu bizi ne kadar ilgilendiriyor?”
“O adam bir asker,” dedi Onur üstüne basa basa. “Bizim askerimiz. Ne demek ne kadar ilgilendiriyor? Sana söylediğimi yapmak için burada değil misin sen?”
“İleri gitmiyor musunuz?”
“Ne kadar derine gireceğime ben karar veririm. Sana söylediğimi yap.” Bilgisayarının kapağını açtı. “Hakan Basri Şenkaya ile görüşmem gerekecek.”
Adam, karşısındaki adamın söylediklerine içten içe öfke duymuş olsa da ona karşı gelemeyeceğinin bilinciyle, “Bir görüşme ayarlarım,” dedi.
“Bana bir ev gerekiyor. Burada bir süre daha kalacakmışım gibi görünüyor çünkü,” diyen Onur, dizüstü bilgisayarının klavyesinde parmaklarını dolaştırmaya başladı. “Kiralık ev ilanlarından oluşan bir dosya hazırlamanı rica edeceğim. En kısa zamanda kafamı sokabilecek bir evim olursa iyi olur.”
“Tabii.”
“Güzel. Çıkabilirsin.” Onur gözlerini kaldırıp hâlâ ona bakmaya devam eden adama kaşlarını çatarak baktı. “Çıkabilirsin,” diye tekrarladı.
“Pekâlâ, bana ihtiyacınız olursa bir telefon ötenizde olacağım.” Adam kapıdan çıkarken son kez Onur’a baktı. İçinden ne kadar ileri gidebileceğini sorguladı. Onur Kırgız, her şekilde ileri gidebilecek türden bir adamdı.
Aldık başımıza belayı, diye düşünerek kapıdan çıkıp kapıyı kapatırken gözlerinde yorgun bir ifade belirmişti.
Onur bir süre askerler hakkında düşünür gibi ekranı izledi, daha sonra enter tuşuna bastı ve arama motorunda beliren isme uzun uzun baktı.
Zeliha Özdağ…
Yanlardan çekilmiş, içleri iri gözleri âdeta bir tabiat harikasıydı. Küçük burnu havaya bakıyor, burnunun üzerinde yoğunlaşarak tüm yüzüne yayılan çiller, güzel yüzünde onu farklı kılan bir desen gibi parlıyordu. Açılan fotoğrafta başını sol omzuna yaslamış, saçları diğer omzuna yayılırken belli belirsiz bir biçimde tebessüm etmişti.
Onur Kırgız, uzun süre fotoğrafı inceledi. Fotoğrafı kapatmadan saniyeler öncesindeyse, dudaklarında gizleyemediği şefkatli bir tebessüm belirmişti.
ZELİHA ÖZDAĞ
Çocuk parkında oturmuş, soğuk zincirin tekini tutarak ayağımla kendimi itip çekiyor, salıncakta bir ileri bir geri sallanıyordum. Gece, gökyüzünün üzerinde asma bir tavan gibi salınmıştı ve ay, bulutların ardına gizlenmiş olsa da hareket hâlindeki bulutların boşluklarından anlık da olsa ışığını yüzüme indiriyordu. Dudaklarımdan küçük bir ıslık sesi dökülüyor, otobüse bindiğimden ve indiğimden beri aklımdan çıkmayan o şarkının melodisini mırıldanıyordum.
Elimi cebime sokunca kutunun dokusunu parmaklarımda hissettim. Kutuyu avucumun içine alırken gözlerimi parkın öteki ucuna çevirdim. Bugün bu bilekliği ona vermek, diğer bilekliğinin hemen yanına takışını izlemek istiyordum. Gülcan teyzenin sesi, anlattığı hikâye, mahmur ve yaşlı bakan gözleri, her biri zihnimin içinde tufan gibi büyümeye başladı. Onu korusun istiyordum. Tüm kötülükler ondan uzaklaşsın istiyordum. Belki bir taştan bunu beklemek çok saçmaydı, belki hiçbir işe yaramayacaktı ama kalbim biraz olsun onu koruduğuna inandığı için belki de daha az korkuyla çarpacaktı.
Gurur’u parka çağırdığımda ne düşünmüştü bilmiyordum, bir şeyler konuşmak istediğimi düşünmüş olabilirdi ya da bir şeylere kafamı yorup durduğum için ona ihtiyaç duyduğumu düşünmüştü belki de. Evet, ona ihtiyaç duyuyordum ama bir şeyleri anlatmak için değil, ona sığınıp zihnimi susturmak için değil, onu koruyacağına inandığım bir şeyi ona vermek için ona ihtiyaç duyuyordum.
Görüş alanıma girdiğinde arkasına aldığı karanlığa rağmen onu tanıdım. Uzun boylu, cüsseli, yürüdüğünde karanlığın içine bile gölgesini diken ondan başka kim olabilirdi ki? Ağır, yere sağlam basan adımlarla bana doğru gelmeye devam ediyordu. Parkın içinde ilerledi, oyuncakların ortasından geçerek tam önüme geldiğinde olduğum yerde yavaşça sallandım ve yağlanmayan zincirler gıcırdadı.
Kafamı kaldırıp ona bakarken, “Düşündüğümden erken geldin,” dediğimde, “Çünkü beni çağıran sendin,” diye cevap verdi.
Gözlerinin içine uzunca bir süre baktıktan sonra yanımdaki salıncağı işaret ettim. Başta duraksayıp salıncağa baksa da istediğim şeyin mantıksızlığı hızlı bir şekilde gözlerini bana çevirmesine neden oldu. “Ben kocamanım,” deyince güldüm, gülüşüme bakarken tek kaşını kaldırdı. “Burası çocuklar için.”
“Sen de çocuk gibisin bazen.”
“Bu kadar iri çocuk mu olurmuş?”
Sorusu üzerine dudaklarımdaki gülümseme bir çiçek gibi soldu. “Bence çocuksun,” dedim sessizce ama üstüne gitmek istemedim. Yarası hâlâ açık duran, kan sızdıran çocukluğuna dokunacak olursam şayet, en çok onun acı duymasından çekindim. Beni kırmak istemiyormuş gibi derin bir nefes alıp, yanımdaki boş salıncağa oturdu. Bacakları salıncağa çok uzun geldiğinden onları öne doğru uzattı. Uzun bacaklarına, ardından yüzüne baktım ve yanağımı soğuk salıncak zincirine yasladım. Gözlerini bana çevirirken, “Üşümüşsün,” dedi, “fındıktan hâllice burnunun ucu kıpkırmızı olmuş.”
“Isparta hep soğuk oluyor,” diyerek onu izlemeye devam ettim.
“Yanağını zincire yaslıyorsun ama o zincir soğuk,” dediğinde, söylediği şey, bir nedenden eski bir anının zihnimde başıboş bir şekilde süzülmeye başlamasına neden oldu.
Derin bir nefesi içime çektim, hemen ardından, “Soğuk zincirlerin nasıl hissettirdiğini iyi bilirim. Yanağımı uzun süre oraya yaslı tutarsam ısınacaktır,” diye mırıldanarak göğsüne baktım. Ne söylemeye çalıştığımı anlamış gibi gözlerini yüzümden çekmeden bana bakmaya devam etti ama ben onun aksine göğsüne bakıyordum. Bir zamanlar o soğuk zincir kendisiydi, yanağımı yasladığım kısmı ise tam göğsüydü ve o göğüs öylesine soğuktu ki kalbinin donuk olduğuna beni inandırırken beni de üşütüyordu. Oysa şimdi göğsüne yaslandığımda ateşi hissediyordum, bana hissettiği tüm sınırsızlıkları hissediyordum; evimde gibi hissediyordum ve anahtarı onda olan bir kapıyı sırf benim açmam için kapının zilini çalmış gibi hissediyordum.
“Soğuk zincirlerin sana zaafı vardır belki,” dedi, “karşı koyulmuyordur belki sana. Demiri ateşe tutarsan sonunda onu lale çevirirsin. Sen o zinciri kendi laline çevirmişsindir belki.”
Her bir cümlesi vurguluydu, ciddi bir şeyden bahsediyor gibi konuşurken gözlerimin içine, ruhuma bakıyordu. Ruhumda ondan başka ne vardı ki?
Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra, “Gözlerinden yorgunluk akıyor,” diye fısıldadım, zor günler geçiriyordu ve bu günlerin ardı arkası kesilmeyecek gibi duruyordu. Gurur bir elini salıncağın zincirine koydu, ardından gözlerini benden uzaklaştırıp ileride bizi izleyen karanlığa çevirdi.
Derin bir iç çekişin hemen arkasından, “Yorgunum,” diye itiraf etti. “Yoruldum.”
Birçok cümle kurmuş, o cümlelerin belki de hepsinde derinden yaralandığımı hissetmiştim veya o cümle bir şekilde içime çok derine inerek dokunmuştu ama bu itiraf, tüm o cümleleri arkasına atarak sert bir tokat gibi ruhuma indi.
Elimi montumun cebinden çıkarıp dizime sürterken, “Daha fazla operasyon olacak mı?” diye sordum sessizce.
“Evet, öyle görünüyor. Onur Kırgız şebekeyi tamamen çökertmek için bizden yardım isteyecek gibi,” dediğinde başımı salladım ama her nedense boğazımdaki yanma hissini durduramadım. Bir gün gurur duyduğum bu görev, bir diğer gün ciğerime ateş olup düşerse, ben ne yapardım? Bunu ona hiç söylemedim ama o, ben bunu söylemesem de bunu anladı, bunu hissetti, bu belki de benim bilmediğim zamanlarda dahi onun bildiği bir gerçekti.
“Emsal konusunda da ne yapman gerektiğini bilmiyor olmalısın,” dedim saklayamadığı, belki de profesyonelce saklasa da benim önüme düşen, ruhunu tanıdığım için sobeleyip durduğum bir gerçeği yüzüne vurarak.
“Ne yazık ki,” diye mırıldanırken hâlâ karanlığı izliyordu. O karanlıkta onu izleyen hangi anısıydı merak ettim ama kafamı çevirip o karanlığa bakamadım.
“Halledebileceğini bildiğimden senin kadar kafaya takmıyorum,” diye yalan söylediğim an, yalan olduğunu bildiğinden burnundan sert bir nefes verip gülerek gözlerini zemine indirdi. Postalının altındaki taşları ileri geri sürüklemeye başladı. İçinde kasırga gibi büyüyerek ilerlemeye devam eden karmaşayı durdurmanın yollarını arıyor gibiydi. Kaygısız bir şekilde başını yastığa koyacağı günün gelmesi için ömrümden binlerce gün verebilirdim; buna hazır hissetmek beni korkuttu.
“Çocuk parkları seninle buluşma yerlerimizden birisi değildi aslında,” dediğinde konudan kopmak istediğini bildiğimden üstüne gitmemeyi seçerek başımı salladım. Başımı salladığımda soğuk zincir yanağımda onun güçlü parmakları gibi dolaştı. Zincir, onun mahlasıydı ve yine zincir, ona çok benziyordu.
“Seninle normal çiftlerin gittiği yerlere gidebilelim, kuytu köşelerde buluşabilelim istedim. Kötü mü yapmışım?”
“Mükemmel yapmışsın,” diye destek çıkması beni gülümsetti.
“Konudan kopmak istediğini bilsem de sana en başında sormam gerekeni sormadım,” dediğimde ne söyleyeceğimi biliyormuş gibi kaşlarını çatıp, omzunun üstünden bana baktı. “Operasyon nasıldı? İzlediğim kayıt ve başarılı olmanız dışında, orada başına kötü bir durum geldi mi? Kötü bir şey yaşadın mı?”
Gözlerimin içine öyle bir baktı ki benden korktuğunu, aynı zamanda bana hayran olduğunu gözlerinde gördüm. Alnının ortasında beliren çukurun derinliklerine gömdüğü o şeyi gördüğümde kalbim hızlandı. Bir şey olmuştu. Olmuştu ve bana söylememişti. Kalbimin atışları tahammül seviyemin altına düşecek şekilde ıssızlaştı. Artık duyduğum yalnızca damarlarımda ilerleyen kanımın uğultusuydu. Gözlerinin içine bir cevap bekleyerek, o cevaba muhtaçmışım, o cevap benim hayati damarımmış gibi baktım. Bakışım onu yaraladı, bunu benden saklamadı ya da saklayamadı; gözlerine çökenin bana hissettirdiklerinin ağırlığından olduğunu biliyordum.
Gözleri yaşanmaması gereken bir gece gibi bakıyordu.
“Bir şey oldu,” diye fısıldadım, kalbimin sızısı tüm bedenime yayıldı, ellerimi uyuşturdu. “Oldu, değil mi? Saklama benden.”
“Görev başarılıydı,” dedi sakince ama sorularımdan saklanamayacağını, cevaplarından beni alıkoyamayacağını biliyordu. Tüm ısrarımla, yana yıkıla gözlerime tırmanan bir hisle ona baktığımda, “Girdap ile birlikteydik,” dedi ve anlatacaklarının güçlü bir rüzgâr olup zihnimin üzerinden beni sarsarak geçeceğini anladığım için hızla zinciri kavradım. Gözleri gözlerimde saplı duruyorken, dudaklarından bana doğru kâğıt kesiği sancılar hissettiren kelimeler akmaya başladı.
Anlattığı her şey, kafamın içinde net bir biçimde canlanırken, onun sesini takip eden rahatsız edici bir sinyal sesi kafamın içini kırıp geçiriyordu. Detay vermeden anlattığı şeyler bile beni bunun içine sürüklüyorsa, o an yaşadıklarının tamamını bilmek bana nasıl hissettirecekti? Zinciri daha sert asılmamla salıncaktan bir ses geldi ve Gurur, son cümlesini ağzının içinde geveleyerek susup önce salıncağın zincirine, ardından tüm gücünü tüketen vücudumun güç dilendiği, zinciri kavrayan ellerime baktı.
“Batıyı vur emrini sen mi verdin?” Sesim titriyordu, sesim bir mum gibi titriyordu. Gurur, gözlerini boynuma indirdi, gözlerime bakmaya yüreği mi yoktu yoksa bana hissettirdiği şeyle yüzleşmek onun boynuna bir kılıç gibi iniyor muydu anlayamadım. Zinciri daha sert kavrayarak, “Bir cevap ver,” diye fısıldadım. “Sen miydin?”
Boğazından kayıp giden yutkunuşun sesi zihnimde sis bulutu gibi asılı kaldığı süre zarfında, “Evet,” diye fısıldadı.
Bu kez kalbime batan kalp atışlarım değildi, kalp atışlarımı boğan benim kalbimdi.
“Batıyı sen tam da oradayken vurmasını istedin,” diye fısıldadım, fısıltım kendime bile ulaşmayı başaramadı ama Gurur, bir feryat koparmışım gibi irkilerek yeniden gözlerimin içine baktı. Oysa öyle sessizdim ki kelimelerim dudaklarımdan kayarken bile ben kelimelerime yabancı ve sağırdım.
“Bu benim görevim, ben bunun için yetiştirildim,” dediğinde doğruluk payını bir kenara atacaksak eğer, şu an yaptığı şey soğuk bir namluyu benim kalbime yaslamaktı, başka bir şey değildi. Ama haklıydı, haklılığı beni öyle çok korkuttu ki yatağın altındaki canavarın varlığından emin olmuş bir çocuk bile belki de o gece benim korktuğum kadar korkmazdı. İhtimaller içindeki bir şeyi öğrenmek korkutucu olurdu. İhtimaller içindeki bir şeyi öğrenmiştim. Gerçekleşen bir şeyi.
“Yaptığım şey, tüm askerlerin o an için yapması gereken şeydi.” Kendini neden savunuyordu? Kendini savunma nedenini, kirpiğime takıldığının farkında dahi olmadığım o gözyaşı birden bir halat gibi kopup yanağıma düştüğünde anladım. Elimin tersiyle gözyaşımı silip sevdiğim adamın gözlerine onun kimliğinden, var oluşundan, bir asker oluşundan kaçmadan baktım. Ve kaçmadığım o şey, beni bir kez daha tam karşısında duruyorken kalbimden vurdu.
Gurur, gözlerini yanağıma indirdi, ardından gözyaşımı silen elime bakıp sertçe yutkunarak, “Bir askeri sevmek zor, değil mi?” diye sordu, sorusu daha çok kendisine yönelttiği bir soruydu sanki ve kendine vereceği tüm cevaplar, benden önce yine kendisini paramparça ediyordu.
Başımı iki yana salladım. Ardından aşağı yukarı salladım. Bu bir reddediş ve aynı zamanda kalbimin attığı çelme yüzünden yere kapanırken yaşadığım bir kabullenişti.
“Hayır… Evet,” dedim birdenbire, ardından, “seni seviyorum ben,” diye devam ettim cümleme ve nokta görevi gören o üç kelimelik cümlem onu şakağından vurmuş gibi sarstı. Göz gözeyken sessizdik. O ne başını salladı ne başka bir şey yaptı. Ne kabullendi ne de reddetti. “Yapman gereken buydu, değil mi?”
“Evet,” dedi.
Benim önüme bir şeyi aldığını hissetmiş gibi utanarak başını önüne eğince, “Ben,” diye fısıldadım, “sen… Sen başını eğdirecek bir şey yapmadın ki.” Kafasını kaldırıp bana bakamadı. Yaptığı şeyden pişman değildi ama kalbi, kalbimin önünde boynunu bükmüştü. Kalbi sanki bir an için benden çok utanmıştı.
“Benim kaderimde sen varmışsın,” dediğimde gözlerini kıstı ama kafasını kaldırıp bana bakamadı, büyük avuçlarını birbirine yaslamış, parmaklarıyla oynuyordu. Bir çocuktan farksız görünüyordu. “Senin kaderinde şanlı bir Türk askeri olmak varmış.” Elimi, elinin üzerine koydum. “Benim kaderimde bir komandoyu sevmek varmış,” diye fısıldadım ve gözlerim yansa da ağlamadan cümleme devam ettim. “Senin kaderinde beni sevmek, vatanını ise her ne pahasına olursa olsun korumak varmış.”
Gözlerini kaldırıp usulca bana çevirirken, ela gözlerinin aynası kırıktı ve ben o aynanın yansımasında onun sevdiği kadınla yüzleşiyordum. Ela gözlerine uzun uzun baktıktan sonra, “Korktum,” diye fısıldadım gerçeği saklamadan. “Ama aynı zamanda ne hissettim biliyor musun?” Bana soran gözlerle baktı. “Gurur hissettim. Senin gibi birini sevmenin gururunu hissettim. Çok korktum ama gururlu hissettim.”
“Daima gururlu yaşamanı sağlamak istiyorum,” dediğinde yaptığı kelime oyununu tam kalbimin ortasında, merkezimde hissettim.
“Bunu sağlayabilecek tek adam olduğunu da biliyorsundur öyleyse.”
“Bunun için sana minnettarım.”
“Ne?”
“Benim gibi birini sevdiğin için sana minnettarım.”
Duvara toslamış gibi hissettiğim o saniyelerde bir elini kaldırıp elimin üzerine koydu ve ellerim iki elinin arasında güvenle sıkıştı. Yavaşça kaldırdığı elimi nefesiyle ısıttıktan sonra öptü, öpücüğü eklemlerimdeki yerini alırken ela gözleri de gözlerimdeki yerini almıştı.
“Çekip gitmek en kolayıydı, sen en zorunu seçtin. Kaldın, benimle devam ettin ve bir armağan gibi beni sevdin,” diye fısıldadı mahcup bir sesle.
“Olması gerektiği gibi,” diye fısıldadım. “Eksiği var, fazlası yok.”
Zihnimin içinde o an orada olmasam da oradaymışım gibi hissettiren, “Batıyı vur,” cümlesinden uzaklaşmak istesem de o cümle boğazıma dolan kan gibiydi. Yine de ona gülümsedim. Bunun kolay olmayacağını ilk andan beri biliyordum ama içindeyken ve bunu yaşarken bilmenin, deneyimlemenin yanında inanılmaz basit kalacağını yeni yeni fark ediyordum.
Birden elimi elinin içinden kurtarıp salıncaktan kalktım. Zincir gürültüyle vurdu, bakışlarım onun gözlerine saplandığında tam karşısında dikiliyordum. Saklayamadığı şaşkınlığın yüzüne mürekkep gibi yayılışını izledim.
“Ben belki seni koruyamam, önüne kalkan olamam,” dediğimde, sanki direksiyonu onun elinde olan bir arabayı karanlığın içine sürmüş gibi baktı gözlerimin içine. “Ki çok isterdim önüne siper olmayı ama biliyorum, sen asla istemezsin bunu.”
Gözleri gece ve gündüzdü, birbirine karışınca şafak doğuyordu. Bakışlarının derin manası altında gitgide daha da ezildiğimi hissederek, “Ama seni koruyabilmeyi bu hayatta istediğim her şeyden çok istiyorum. Önceden babamı mutlu etmek için avukat olmak istiyordum. Şimdiyse seni korumak için avukat olmak istiyorum.” Ona doğru bir adım atıp kafamı indirdim ve yüzüne pürdikkat baktım. “Benim senin kadar büyük ellerim yok, senin kadar uzun değilim, senin kadar güçlü değilim, sen çok savaş gördün belki ama ben ilk kez kanı senin yanındayken gördüm. Sen korumak nedir bilirsin, ben bilmem ama buna rağmen ben, sen benim binlerce adım önümde ilerliyor oluşuna rağmen, seni koruyabilmek isterdim.”
Zihnimdeki ve kalbimdeki karmaşanın yankısıydı belki bu yaptığım, bilmiyordum ama o an ağzıma gelen her kelime, eğer ona söylenmezse, eğer içimde kalmaya devam ederse, ya bir zehir olup kanıma karışacak ya da bir bıçak olup derinlerime saplanacaktı.
“Tüm bunları düşündüğünden mi suspus oturuyordun burada?” diye sorarken, aslında bu soruyu yöneltmesinin esas sebebinin, ne diyeceğini bilemiyor oluşundan olduğunu anladım. Onu ne zaman anlasam, anlamak denen şey bana çok ağır geliyordu, o kadar çok anlıyordum ki kalbim paramparça oluyordu.
Elimi cebime attığımda kaşlarını çatmasına rağmen gözlerini aşağı indirmeden doğrudan yukarıya, gözlerimin içine bakmaya devam etti. Kutuyu avucumun içinde sıkarak, “Ben belki kocaman değilim, senin etrafını saramam, seni koruyup kollayamam, sana zırh olamam ama…” diye fısıldadım. Kutuyu çıkarırken kaşları daha da çatıldı ama hâlâ gözlerime bakmaya devam ediyordu. Kar taneleri ağır ağır, döne döne düşmeye, saçlarıma ve onun kumral saçlarına tutunmaya başlamıştı. Gözlerimiz birbirinden tek bir an olsun ayrılmazken kutuyu ikimizin ortasına getirerek havaya kaldırdım. “Belki bu da benim gibi küçücük bir şey, önüne geçemez, seni saramaz, kaplayamaz, sana siper olamaz ama…” Ne diyeceğimi bilemediğimden susup sertçe yutkundum.
Gözleri, birkaç saniye daha gözlerimde kaldı. Sanki gözlerimle ellerim arasında bir seçim yapmak zorunda hissediyor, ikisinden de vazgeçemiyordu.
Sonunda elimde tuttuğum kutuya baktı.
“Yine de bizi birbirimize zincirleyen bilekliklerimizin sende olan eşinin yanına çok yakışacağını ve belki ahmakça gelecek ama seni koruyacağını düşünüyorum,” diye fısıldadım güçsüz, küçük bir kız çocuğundan farksız, savunmasız sesimle.
Belki bunu takarsan, bir daha ne batıyı vurmalarını istersin ne de beni kalbimden vurursun, diyemedim.
Kutuyu yavaşça açtığım an, gözleri kutunun içine çevrilmektense tekrar gözlerimi buldu. Şaşkındı, belki gülümsemiyordu ama gözlerinde sanki beni izleyen bir tebessüm vardı; benim için olan bir tebessüm.
“Düşüncem yanlış değildir, değil mi?” diye sormamla, gözleri gözlerime tutunmadı ve avucumda duran kutuya düştü. Tek bir nefes, o nefesle birlikte güçlü göğsü genişleyerek şişti. “Lütfen bunu beğen, olur mu?” Sorumla beraber, gözlerinde gördüğüme yemin edebileceğim o gülümseme dudaklarına da dokundu. Mucizeye bakmak. Göğe bakmak. Onun gülümseyişi, şafak gibiydi ama şafağın en kızıl hâliydi. Lal gök, diye düşündüm. Kızıla boyanmış o eşsiz, mükemmel gök karşımda duruyordu ve ben göğe ilk kez yukarıdan bakıyordum.
“Senin vereceğin bir şeyi benim beğenmeme lüksüm mü olur? Sen bana çöpten çıkardığın bir şeyi getirsen, o şey benim için değeri ne parayla ne de canla ölçülmeyecek büyüklükte bir hediye olur. Armağan olur.”
Gözlerinde lal taşının ışıltıları oynaşıyordu. Elini yavaşça havaya kaldırdı, bileğindeki yarım kalp aşağı doğru sarktı ve gülümsedim ama gülümserken çenem soğuktan mı yoksa duyguların yoğunluğundan mı titredi, bunu bir türlü anlayamadım.
Bilekliği çıkarıp, titreyen ellerimle ona takarken gözünü bile kırpmadan beni izlemeyi sürdürdü. O kadar beceriksizdim ki bilekliğin ucunu geçirene kadar bir süre oyalanmak zorunda kaldım ama bu ona çok sevimli geliyormuş gibi pürdikkat beni izlemiş, sabırla beni beklemişti.
“Lal taşları koruyucu taşlarmış,” derken yüzüne değil, bileğine taktığım taşlı bilekliğe bakıyordum. “Tanıştığım yaşlı kadın öyle söyledi.”
Gurur yüzümü izlemeye devam ettiği esnada, “Tanıştığın yaşlı kadın mı?” diye sordu merakla. Her nedense, onunla bin farklı şekilde yakınlaşmış, bin farklı şey yaşamış olmamıza rağmen, tüm yaşananlardan utanmak yerine, tam şu an kafamı kaldırıp yüzüne bakmaktan utandım. Bunu hissetmiş gibi diğer elini çeneme koyup, parmak uçlarıyla hassas bir şeye dokunuyormuş gibi dokunduğu çenemi hafifçe yukarı kaldırınca gözlerim gözleriyle buluşmak zorunda kaldı.
“Utandığında çok güzel göründüğünü söylemiş miydim?”
Bakışlarımı kaçırmamak için savaş vererek sorduğu soruyu görmezden geldim ve “Gülcan teyze. Merkezde bir dükkânı var. Doğal taşlar ve o taşlardan yaptığı el işi takıları satıyor,” diye mırıldandım.
Parmağı hâlâ çenemdeyken, “Hım,” dedi, gözlerimin içine bakmaya devam ettiği sürece yeniden konuşamayacakmış gibi hissettim. Ağzımı bıçağın bile açamayacağını anlayınca, “Çok beğendim,” diye fısıldadı, fısıltısı yutkunmama neden oldu. “Bileğimden hiç çıkarmayacağım ve bu bileğimde olduğu sürece sen, beni narin ellerinle tutuyor, zarif kollarınla sarıyor, nadide bedeninle zırh gibi koruyor olacaksın.” Başparmağıyla çene çukurumu okşamaya devam ederken gözleri gözlerimde asılıydı ve susmuş olmasına rağmen sanki hâlâ konuşuyordu. “Daima korunmuş hissedeceğim,” diye fısıldadığında dakikalardır bakışıyorduk.
Kar taneleri kalbimin serin bir sağanağı anımsatan atışlarına ayak uydurarak daha hızlı bir şekilde, birbirlerine temas etmeden ama sanki el eleymişler gibi aceleyle, yoğun bir şekilde yeryüzüne düşmeye devam ediyordu.
“Bu, Allah’ın bana verdiği armağandan sonra aldığım en değerli armağan,” dediğinde gözlerim dudaklarına düştü, gözlerine biraz daha baksam, bayılacaktım. “Allah bana armağan olarak seni verdi ve sen de Allah’ın bana armağanı olan sen, benim nadide, eşsiz parçam, kalbimin yüce sahibi olan sen, bana bu bilekliği armağan ettin. Armağanımdan bir armağan.”
“Böyle konuşmayı sürdürürsen düşüp bayılacağım, sonra beni hastaneye götürürken babama haber vermek zorunda kalacaksın ve o da seni beylik tüfeğiyle muhtemelen ağır hasar bırakmasını isteyeceği yerlerinden vuracak. Ağır hasar vermek isteyeceği yerlerini az çok tahmin ediyorsundur,” dedim aceleyle. Panik yüklü konuşmam onu gülümsetti, gülümseyince insanın yalnızca dili değil, içi de lal oluyordu.
Birdenbire alnını alnıma yasladı, sıcak nefesi karın soğuğunu bile sıyırıp attı. Tenimde alev gibi dolaşan o hissin kanımı, derimi, kalbimi ve ruhumu ısıttığını fark ettim.
“Kötü bir gün geçiriyordum, Zeliha Özdağ. Tam anlamıyla berbat bir gündü. Umudum yoktu, pişmanlığım çoktu, önümü göremeyecek kadar karanlıkta hissediyordum ve sonra seni gördüm, umut saklandığı yerden çıktı, pişmanlıklarımın sesi bir nebze olsun kesildi ve birdenbire ışıklar açıldı.” Alnını alnıma sürttü. “Sen parıldıyorsun ve ben kör olmak namına, ışıltından gözlerimi tek bir an olsun çekmiyorum. Çekmeyeceğim.”
Kötü bir gün geçirmesinin nedenini tahmin etmek ağzımda acı bir tat bıraksa da ona kendini daha da çıkmazda, suçluymuş gibi hissettirmek istemediğimden sadece kollarımı beline sardım. Bedenim onunkinin yanında oldukça küçük olabilirdi ama kollarım hâlâ onu içine saklayabileceğim kadar uzundu.
“Kolların beni sardığı için mi kendimi çok güvende hissediyorum yoksa bilekliği bileğime taktığından mı? Yoksa bunun nedeni her ikisi mi?”
Sorduğu soru kar tanelerine karışarak zamanın içine düşerken ona sıkıca sarılmaya devam ettim.
⛓️
Hastanenin önündeki kalabalığın tek sebebi vardı, bu da Yener Açıkgöz’ün bu sabah saatlerinde taburcu olmuş olmasıydı. Tüm askerler, sivil birer kimlik giyinmiş, onu almak için hastanenin bahçesine ip gibi dizilmişlerdi. Şemsiyenin altında durmuş, Eymen ile hemen karşımızdaki coşkulu kalabalığı izliyorduk. Babam migren atağı yüzünden gelmemişti, Gurur’un evinde dinleniyordu. Çolpan, Ayça ve Biricik de buradaydı.
Bu sabah buradan kurtulmuş olan adamın gözlerinin aradığı tek kişi de buradaydı. O kişiye baktım. Kahverengi bir şemsiyenin altında, saçlarını sıkı şekilde atkuyruğu yapmıştı, üzerinde soğuk havaya rağmen kot bir ceket, altında da kot ceketiyle uyumlu bir kot pantolon vardı. Yeşil gözlerini çekmeden coşkulu kalabalığı izliyordu.
Yener’in göğsünde hâlâ bandaj olduğundan duruşu normalden daha dikti ama bedeni ağrıyor olsa gerek, attığı adımların sonunda her seferinde sol kaşı hafifçe seğiriyordu. Üzerinde beyaz bir tişört vardı, tişört normalde giydiklerinden daha büyük bir bedene sahipti ve Muşta onun omuzlarına siyah bir palto atmıştı. Gözlerim Yasemin teyzeyi aradı, kısa süre sonra Yasemin teyzenin Zafer’in koluna girmiş, gülümseyerek oğlunu izlediğini gördüm.
Hastanenin önündeki kalabalık kafeteryadaki ve saçakların altında kalarak yağmurdan korunan banklarda oturan insanların da dikkatini çekmişti. Meraklı bakışlar sık sık Yener ve etrafını çeviren tıpkı onun gibi oldukça cüsseli erkek grubunda dolaşıyordu. Yener’in bakışlarının bize yöneldiğini gördüm, önce bana, daha sonra Simge’ye baktı ve Simge’ye bakışı, herkese dokunan bakışlarının toplamından bile fazlaydı.
Birden tüm o kalabalığın içini âdeta yararak hepsini arkasında bırakıp yürümeye başladığında kaşlarım havaya kalktı. Yağmurun altında ıslanmak biraz bile umurunda olmadan hızlı adımlarla yürüdü. Tam Simge’nin önünde durduğunda zaman da onlar için durmuş olmalıydı ama o an, onlar için duran zaman bizim için hızla akmaya devam ediyordu.
Yener, yağmurun altında ıslanıyordu. Simge, bir adım daha atıp ona yaklaştığında ve şemsiyeyi biraz daha yukarı kaldırdığında, artık şemsiyenin altındaki kişi sadece Simge değildi, Yener de şemsiyenin altındaydı.
Yener, gözlerini Simge’nin gözlerinden çekmeden, “Merhaba,” dedi ve Simge bu beklediği bir şeymiş gibi gülümsedi. Gülümsemesi birkaç saniyenin sonunda sonra erdiğinde o da Yener’e, “Merhaba,” demişti.
Yener önce Simge’nin üzerindeki kot cekete, sonra Simge’nin yeşil gözlerine baktı. “İyi görünüyorsun.”
“Evet, her zaman iyi görünürüm.” Simge alayla gülümsedi. “Sen de iyi görünüyorsun. Sadece epey kilo vermişsin.”
“Verdiğim kiloları alırken bana yardım etmek istersen eğer, beni yemeğe çıkarmana izin verebilirim,” dedi Yener hiç düşünmeden. Simge bu cümle karşısında afalladı çünkü karşısında sessizliği giyinen o adam değil, tam gözlerinin içine bakarak ona doğru adım atan bir adam vardı.
“Ben iyi kalpli bir kızım, yardım etmeyi çok severim,” dedi Simge.
Eymen sorguyla bana baktı, bunu hissettim ama ona bakmaktansa ikisini izlemeye devam ettim.
“Biliyorum, ben de iyi kalpli bir kızın yardımseverliğinden yararlanmaya çalışan ahlaksız adamın tekiyim,” dedi Yener, gözlerini Simge’nin gözlerinden çekmeden. Yağmur şemsiyeye sertçe vurarak yağıyor, bir şemsiyenin altında kendilerine ait bir dünyadaymış gibi hiçbir şeyi umursamadan birbirlerini izleyerek konuşuyorlardı.
Sonunda Yener, “Telefon numarası sihrini unutmadım,” dedi ve aralarındaki o şakaya bir süre gülümsediler. “Yeni bir sihir numarası öğretmek istersen bana, numarandan numarama gelecek bir yemek teklifi mesajıyla başlayabilirsin işe.” Bir adım geri çekildi. “Şimdi gidip hızlıca iyileşmeliyim ki ahlaksız adam olmaya kaldığım yerden tüm gücümle devam edebileyim, değil mi?”
Simge, “Kesinlikle,” dediğinde Yener başını sallayarak bakışlarını bana çevirdi.
Gülümsedi, bu gerçek bir gülümsemeydi; etimi ve ruhumu çekiştirdi.
“Pekâlâ, bir diğer Özdağ kızını yine bir askere kaptırmak üzereyim, abla beni tut yoksa yere çöküp kafamı kaldırım taşına vurmaya başlayacağım. Belki de Aliço gibi kafamı ellerimin arasına alarak ‘Hayır, Özdağ kızlarından biri daha değil’ diye sürekli tekrarlarım, bilemiyorum.” Eymen midesi bulanıyormuş gibi bir ses çıkardı. “Yener’in de o kadar korkunç birine dönüştüğü ânı görecek olursam eğer, işte o zaman ölümüne enişteci bir adama dönüşeceğim. Iy.”
Hissettiklerimi örtbas eden bir gülümsemeyle Eymen’e baktım. “Buna kendini hazırlasan iyi edersin gibi geliyor.”
Eymen bana şokla baktı. “Lütfen kalbime indirecek şeyleri çok normalmiş gibi söyleme bana ya,” diye söylendi. “Bunlarla başa çıkmak için asker olmaya karar verdim. Hem gelecekteki kocan olması çok muhtemel asker birey, bana iyi bir asker olabileceğimi söylemişti.”
“Gurur abi diyordun, asker birey mi oldu?”
“Bizi duyabileceği kadar yakınımıza geldiğinde tekrar abim olacak,” dedi ürpererek.
“Ödleğin tekisin.”
“Neredeyse altıma işiyordum, yalan mı söyleyeyim?”
Gülerek kolumu omzuna attığımda eğilerek yüzünü omzuma gizledi. “Lütfen beni koca canavardan koru,” dedi alayla.
Yener’i bindirdikleri arabayı çok uzun süre izledim. Gidişini izlemek can yakıcıydı ve daha acısı, olası bir gelecekte açacağı gözlerinde acıyı, derin ızdırabı görmek olacaktı. Aracın sürücü koltuğuna binen kişi Hakan Basri Şenkaya olmuştu. Yener’i geleceğe sürecek direksiyonu tutmak, avucunda Yener’in kalbini tutmak kadar zor gelmiş olmalıydı ona.
Gurur, büyük adımlarla bize doğru gelirken Eymen ıslık çalarak yavaşça benden uzaklaştı ama bu bile beni güldüremedi. Simge hareketsizce durmuş, uzaklaşan cipi izliyordu. Kalabalık hâlâ buradaydı ama artık Yener yoktu.
Gurur, yağmurun altında bana doğru yürüdüğünden kumral saçları ıslanarak daha koyu bir renge bürünmüştü. Gergin bir şekilde tam karşımda durup, “Keşke buraya kadar gelmeseydin,” dedi aceleyle. Söylediği şey bana öfkeli hissettirse de sadece gözlerinin içine bakıp sustum. “Yağmur yağıyor, hasta olacaksın. Ondan diyorum. Bildiğim kadarıyla bugün dersin de yoktu.” Durdu. “Var mıydı?”
“Yoktu,” dedim. “Yener’i görmek istedim. Buradan çıkarıldığını görmeye ihtiyacım vardı.”
Ela gözlerini benden ayırıp farklı bir yöne çevirince içimdeki durgunluk daha da arttı. Islandığından elimi kaldırıp şemsiyeyi yukarı ittim ve şemsiyenin altına girmesini sağladım ama koca cüssesi şemsiyenin altına sığmadığından omuzları hâlâ ıslanıyordu.
“Tesise mi götürüyorlar?”
“Lojmana götürülecek önce, orada daha rahat eder,” dediğinde, “Bundan nefret edecek,” dedim.
“Etti zaten. Tesise dönmek istiyor ama döndüğü an yerinde durmadan zıp zıp zıplayacağını hepimiz biliyorduk.” Gurur, bakışlarını Simge’ye çevirdi. Sessizce boşluğu izlediğini, hareketsiz durduğunu görünce sertçe yutkunup yeniden bana baktı. “Sizi eve bırakayım.”
Bir şey söylemedim. Önce Simge’yi evine bıraktık. Yol boyunca sessizlik hâkimdi. Simge pek konuşmadı, genellikle gözlerini cama çevirip akıp giden yolu ve o yolun üzerine yeryüzüne savaş açmış gibi düşen yağmuru izledi.
Arabada sadece Eymen ve ben kaldığımızda gökyüzü o kadar koyu renkti ki sanki geceydi. Araç şehrin içinde son sürat ilerleyip, yağmur birikintilerine çarparak suların etrafa sıçramasına neden olurken Eymen birdenbire, “İkinizin üstüne çöken bu sessizliğin sebebi baban mı?” diye sordu Gurur’a, ardından durup, baban dediğine pişman olmuş gibi, “yani o adam mı?” diye düzeltti sorusunu.
Gurur ile aynı anda, “Hayır,” dediğimizde arka koltukta derin bir nefes çekerek, “Vay be, yeniden aşk senkronizasyonu,” diye mırıldandı. “O herifi haşat ettin, iyi, güzel ama onu teslim etmen ya da her neyse işte, bir şeyler yapman gerekmiyor mu?”
Gurur, “Çok soru soruyorsun,” dedi ketum bir sesle.
“Sorma hakkına sahibim bence çünkü ablam da bu işin içinde,” dedi Eymen ama her ne kadar cesur bir cümle kurmuş olsa da cesareti Gurur’un bakışları dikiz aynasından ona çevrildiği an soldu. Sessizce koltuğa sinerek, “Sen her nasıl Eylül’ü düşünüyorsan, ben de ablamı düşünmek zorundayım,” dedi sessizce.
“Ablanı düşünme demiyorum, düşün. Ama ablanı ben de düşünüyorum. Ben ablanı her şeyden çok düşünüyorum. Şüphen olmasın. Saçının teline bile zarar gelmeyecek,” dedi Gurur kasılan bir çeneyle.
Eymen bir şey söylemedi, aksini düşünüyor olsaydı eğer, Gurur’dan çok korkmasına rağmen eminim ki susmaz, konuşurdu. O yüzden onun Gurur’a güvendiğini anlamak mümkündü.
Eymen, “Beni meydanda indirsene,” dediğinde Gurur bakışlarını tekrardan dikiz aynasından erkek kardeşime çevirdi. Dışarıda yağmur yağmaya devam ediyordu.
“Aklını mı kaçırdın? Donuna kadar sırılsıklam olursun,” dedim Eymen’e doğru dönerek.
“Motorumu meydanda bıraktım. Babam kızıyor bindiğimde,” dedi Eymen omuz silkerek. “Yağmur dinene kadar kafelerden birinde otururum.”
“Hasta olacaksın,” dedim.
“Kuruntu yapmayı bırak,” dedi Eymen gülerek. “Hem bence sizin şu gergin havanızın değişmesi için bu konuşan eşeğin arabadan inmesi gerekiyor.” Parmağını kendi göğsüne bastırdı. “İnsem daha iyi olacak.”
“Islanacaksın,” dedi Gurur çatık kaşlarla. Korumacı bir tavırla kardeşime bakmasının hoşuma gittiğini hissettim.
“Ya inanır mısın Yüce Rabbim’in yağdırdığı rahmetten değil de seninle şöyle aynı arabada olmaktan korkmam gerekiyormuş gibi hissediyorum,” diye alay etti ama bu cümlenin altında gerçek duygular olduğunu da biliyor gibiydim. Gurur burnundan sert bir nefes vererek gülüp aracı biraz hızlandırdı ve tam meydana dönen köşeye saptığımızda araç yavaşladı.
Eymen kapıyı açtığı an yağmurun sesi şiddetle arabaya doldu. Gurur, “Bir şeye ihtiyacın olursa beni ara,” dediğinde Eymen duraksayarak Gurur’a baktı. “Motor sürülmez yağmurlu günlerde. Hem rüzgâr da var. Çek güvenli bir yere, yağmur devam ederse gelir alırım ben seni.”
“Teşekkür ederim, abi. Hava düzelmezse ararım seni,” dedi Eymen, bir an için duraksadım, gözlerim Gurur’un profiline kayarken kalbimin atışları bir bıçak gibi keskinleşmişti. Gurur’un gülümsediğini gördüm. Gerçek bir gülümseme. Sıcacık, şefkatle yüklü, korumacı tavırla sarılmış bir tebessüm. Kalbim yerinden çıkacak sandım.
Eymen arabadan inip saçakların altına koşarken aramızda Gurur’un tebessümüne bağlı duran bir sessizlik oluştu. Arabayı yeniden çalıştırırken, “Tekrar ediyorum,” dedi, “Eymen’e asker olmak çok yakışırdı.”
“Bunu öylesine, onu gevşetmek için söylediğini sanmıştım.”
“Hayır,” diyerek omzunun üstünden bana baktı. “Bu benim gerçek düşüncemdi, Dağ Çiçeği.”
“Eylül’e telefonunu verdim,” dediğimde başını salladı. “Hiçbir şeyi fark etmedi, merak etme.”
“Biliyorum,” diye mırıldandı. Gözlerim direksiyonu kavrayan eline kaydı. Parmak boğumlarının uyguladığı güç doğrultusunda bembeyaz kesildiğini gördüm. Bakışlarımı yeniden yüzüne çevirirken, “Bugün çok mu gerginsin?” diye sordum sessizce.
“Bunu çok mu belli ediyorum?”
“Evet.”
“Tüh, Devran’a sana yansıtmayacağımın sözünü vermiştim.”
Bu gerginliğinden, Yener konusunda bir gelişme yaşanmadığını anlamak mümkündü. Bu yüzden ağzımı açıp tek kelime etmedim çünkü onu daha da kapana kısılmış hissettirmek istemedim.
“Yemek yiyelim mi?” Sorusu üzerine gözlerim çehresinde daha büyük bir dikkatle dolaştı. “Ne? Biz sevgiliyiz ama tesisle ev dışında görüştüğümüz tek yer hastaneydi bu hafta. Bir şeyler yapmıyoruz.”
Biz sevgiliyiz. Cümlesi beni heyecanlandırdı.
Arabanın içinde tam gaz ilerlemeye başladığımızda nereye gittiğimizi bilmiyordum. Ta ki gölü içinde saklayan dağların arasına dalana kadar. Göl kenarındaki bir restorana gelmiştik. Restoranın göle bakan cephesi tamamen camdandı, bu yüzden manzarayı doğrudan içeri alıyordu.
Cam kenarındaki bir masaya geçtik ve garson önümüze menüleri bırakarak bizden uzaklaştı. Gurur, menüyü açmak yerine dirseklerini masanın üzerine koyup gözlerini yüzüme dikerek yüzünü büyük avuçlarının içine aldı. Beni uzunca bir süre seyretti. O beni seyrederken ben menünün sayfalarını karıştırıyordum.
“Bana bakmayı bırakıp yiyecek bir şeyler mi seçsen?” diye sorarken göz ucuyla ona baktım. Gülümsedi ve bu içimi ısıttı. Dışarıda yağan yağmura çevirdim gözlerimi. Göle düşen büyük yağmur damlaları, gölün yüzeyinde küçük su girdapları oluşturuyordu.
“Başını sola çevirince boynunda belirginleşen o kas var ya,” dediğinde gözlerim hâlâ göle düşen yağmur damlalarındaydı. “Tam orada bir ben var, birkaç küçük, rengi kırık çil de var.” Elim istemsizce boynuma gidince güldüğünü işittim. “Ne mutlu bana ki sende, senin bile görmediklerini görebiliyorum. Sende senin bilmediklerini bile bilebiliyorum.”
Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken gözlerim gözleriyle buluştu. Dalgın bakışları boynumdan kayarak gözlerime tırmandı. Durgundu, ne kadar saklamayı denese de gergindi; elini ayağını koyacak yeri bile zor buluyordu belki.
Elimi uzatıp bileğine dokununca elini yüzünden çekti, elimi avucunun içine alıp eklemlerimin üzerini öperken gözlerimde kaybolmaya devam etti. “Ne yapacağımı bilmiyorum,” derken dudakları hâlâ eklemlerimin üzerindeydi. “Bu bana eziyet ediyor.” Cevap vermeden sertçe yutkundum. “Sen de susuyorsun ama içten içe senin de susturamadığın çok şey var, biliyorum,” dedi. “Merak ediyorum, sen de biraz olsun, benim kendimi suçladığım gibi beni suçluyor musun?”
“Hayır,” dedim dürüstçe. “Suçlanacak o kadar çok insan var ki, Gurur. Sen o listede en sona bile layık değilsin. O listede olmaması gereken birisin.” Gözlerimi masaya indirip, “Bir yolu olmalı, tek bildiğim bu şu an için. Birilerini suçlamak yerine bunu düşünüyorum ben,” dedim sessizce.
“Adamlardan birkaçını indireceğiz,” dediğinde gözlerim masanın ahşap yüzeyinden kalkıp onun gözlerine tutundu. “Tetikçileriyle ilgili bilgiler aldım. Aralarında keskin nişancılar da varmış. Birkaç baskın düşünüyoruz. Devran ve ben.”
“Sadece ikiniz mi?”
“Zafer ve Yaman da gölgelerden, yüzleri bilinmiyor, kimlikleri bizimkine oranla daha iyi örtbas edilmiş durumda. Bu yüzden onlar da yardımcı olacak.”
“Bu baskınlardan Muşta’nın haberi olacak, değil mi?”
“Tabii,” dedi sessizce. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra planlarından bahsetti ama çok üzerinde durmamaya, beni detaylarla boğmamaya çalıştı. Garson yeniden yanımıza döndüğünde kendisi için sac tava siparişi verdi, ben de ona uydum ve aynısından istedim.
Yemeğimiz geldiğinde, “Gece babanın yanına uğradım,” demesini beklemediğimden elimdeki çatalı düşürdüm. “İyi mi, bir şeye ihtiyacı var mı diye baktım.”
“Zorluk çıkarmamıştır umarım.”
“Hayır,” diyerek gülümsedi. Gözlerini önündeki yemeğe indirip, “Aslında onu rahatsız etmemek için gidecektim ama beni salona davet etti. Kaçırdığı bir maçın özetini izliyordu, onunla izlememi istedi.” Söylediği şeye karşı yaşadığım şaşkınlık, yüzündeki gülümsemenin aydınlanmasıyla daha da arttı. “Birlikte oturup maç özeti izledik,” dedi ve zaman, gözlerinde usulca kırılmaya başladı.
Tedirgin gözleri evin kapısında, aklı ise bambaşka noktalarda sürüklenir hâldeydi. Elindeki poşeti daha sıkı kavradı ve bir yedek anahtarı olmasına rağmen, evinde ağırladığı adamı rahatsız etmemek adına parmaklarını zile yönlendirdi. Zili çaldığında kafasında yeni bir düşünce belirmişti. Saat geç sayılabilecek kadar ilerlememiş olsa da adamın dinleniyor olabileceği gerçeği onu huzursuz etti. Onu rahatsız etmek istemiyordu.
Yaklaşık bir dakika sonunda kapı açıldı. Kahraman Özdağ, kapı deliğinden baktığı sırada kim olduğunu gördüğünden, kapıyı açınca yüzünde herhangi bir şaşkınlık emaresi bulunmuyordu. Kapıyı ardına dek açarak Gurur’a soran gözlerle baktı ama gözlerini genç adamın tuttuğu poşete indirince bakışları yumuşadı.
“Hayırdır kavak ağacı, gidecek yerin yoktu da evine mi döndün?”
Gurur mahcup bir gülümsemeyle, “Buzdolabındakileri sevmezsiniz diye düşündüm. Sebze severmişsiniz siz, ben pek sebze tüketmiyordum,” dediğinde Kahraman Özdağ’ın bakışları yüzünde dolaşmaya devam etti.
“Karnımı doyurdum ben,” dedi Kahraman Özdağ, “sana zahmet olmuş.” Gurur yerinden kıpırdamadığından, içinde karşısındaki genç adama karşı yumuşak bir his belirdi. Düşündü, ne diye bu kadar ürkekti, bunu merak etti. Ardından sevdiği kadının babasının önündeki ilk hâlini hatırladı, kendini bir anlığına karşısındaki genç adamın yerine koyunca sempatiye benzer bir duygu içinde ilk kulacını attı. “Girsene ülen,” dedi alayla. “Kendi evine girerken de mi iznimi bekliyorsun?”
“Size rahatsızlık vermek istemem. Aldıklarımı bırakayım diye uğradım, bir de hâlinizi hatırınızı sormak istedim.”
“İyi yaptın,” cevabını duymayı beklemiyordu. “Ama öyle kapıda durulmaz. Isparta’nın havası emme de dansözmüş,” diyerek çenesiyle içeriyi işaret etti. “Dışarıda domuz kovalayan soğuğu var valla.”
Benzetmesi birdenbire Gurur’u güldürünce, Kahraman Özdağ duraksadı. Gurur ifadesini hızlıca toplayarak içeri girdiğinde, Kahraman Özdağ’ın kafasında bu adama dair yeni soru işaretleri oluşmaya başlamıştı.
Gurur elindeki poşetleri mutfağa götürdü. Mutfakta hiç bulaşık olmadığını, kullanılan tabakların yıkanarak köşeye koyulduğunu fark etti. Aceleyle kapıda onu izleyen adama dönüp, “Neden yordunuz kendinizi?” diye sordu panikle. “Ben yıkardım.”
“Kendi çıkardığım bulaşığı da sana mı yıkatacaktım, çocuk?” Kahraman Özdağ’ın kaşları sertçe çatıldı. “O kadar da uzun boylu değil.” Buzdolabına ilerleyip kapağı açtığında, Gurur gözlerini adamdan ayırmadan olduğu yerde hazır ola geçti. Adam, dolaptan küçük bir tencere çıkardı ve “Açsındır,” dedi. “Ben bir şeyler pişirdim, kalanı dolaba koydum. Eymen de daha gelmedi ama ikinize de yetecek kadar kaldı. Kaynatalım da ye bunu.”
Gurur, bakışlarına birdenbire sinen o durgun ifadeyi Kahraman Özdağ’dan gizleyemedi. Şaşkınlık, mahcubiyet, beklenmedik yeni bir duyguyla tanışma anı, bambaşka karmaşalar, karışıklıklar, ruhu sızlatan bir ton anı… Gurur’un bakışlarını yakalayan Kahraman Özdağ, derin bir nefes alarak tencereyi alıp kapağı kapattı ve “Sen kendine ekmek çıkar, ben yemeği ısıtırım,” dedi.
Çocuğun bir yarası vardı elbet, görüyordu Kahraman Özdağ, iki evlat sahibi bir baba, yetim kalmış bir adam, yokluk nedir görmüş, feleğin çemberinden geçmiş biriydi; yara görünce tanırdı.
“Biliyon mu?” diye sorduğu sırada ateşi açmış, yemeği ateşin üzerine koymuştu. Gurur hâlâ hareketsizce ona bakıyordu. “Babam bu dünyadan göçüp gittiğinde, annemle çok zorluklar atlattık. Bakma anamın deli deli dolandığına, benim anam çok çekti.” Gözlerini Gurur’a çevirdi. “İlk kez elin evinde yemek yediğimde ben de aynı sen gibi bakıyordum.” Gözlerini Gurur’dan uzaklaştırdı. “Burası senin evin, ben de el değilim. Bakma öyle.”
Gurur, bir şeye tutunma ihtiyacıyla avucunu tezgâha yaslayıp, sözcüklerin içinde başlattığı deli yangını söndürmeyi denedi ama ne mümkündü? Ateş boğazına kadar yükselmişti. Konuşsa bir kor parçası dudaklarının arasından düşecek gibi hissediyordu.
“Yoksa sen kendi evinde bile el evinde gibi miydin?” diye sordu Kahraman Özdağ, yemeği kepçeyle yavaşça karıştırırken.
Gurur, sorunun ağırlığının altında eziliyor olsa da dürüst olmak zorunda hissederek, “Evet,” dedi.
Kahraman Özdağ, “Kendi evinde el evinde gibi hissediyor olsan da beni el olarak görme o zaman bu gece,” deyince Gurur ona daha dikkatli baktı. Kahraman Özdağ gözlerini Gurur’a çevirip, “Telefonda kafa sikmeyi biliyordun,” diye söylendi. “Karşında kimin babası olduğunu bile bile kafa sikiyordun, bu beni senin gözünde el mi yapar?”
“Yapmaz,” dedi Gurur, buna inanmak istiyormuş gibi kurmuştu tek kelimelik cümlesini.
Kahraman Özdağ, “Yapmaz,” diye onaylarken başını salladı. “Tabak çıkar bakem.”
Gurur ona söyleneni harfiyen yerine getirdi. Kahraman Özdağ, tabağa yemeği doldurup masayı işaret ederek, “Geç de karnını doyur,” dediğinde Gurur ona söyleneni bir emir gibi algılayınca, “Hooo!” dedi Kahraman Özdağ. “Ben senin komutanın değilim. Sen de benim askerim değilsin.”
Söylenen şey, Kahraman Özdağ için belki çok küçük bir şeydi ama babası evin içindeyken yetim büyümüş bir çocuk için çok büyük bir şeydi.
Karşılıklı oturdukları masada, sevdiği kadının babasının yaptığı yemeği yerken, onun göz hapsinde olmak ona heyecanlı hissettirdiği kadar buruk da hissettirdi. Ama bir o kadar da mutlu hissettirdi. Önemli hissettirdi. Kıymalı patates yemeğinin çok lezzetli bir yemek olduğunu ilk kez o an düşündü. Kıymalı patates yemeği, artık onun için çok önemli bir yemekti.
Yemeği bitirip bulaşığını tezgâha koyarken Kahraman Özdağ’ın masada oturmuş bir sigara yaktığını gördü. Suyu açıp kirlenen tabağı ve kaşığı yıkadı, ardından yıkadıklarını kenara kapatıp, “Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordu. “Siz karnımı doyurdunuz. Ben de bir şey yapmak isterim sizin için. Bu arada ellerinize sağlık. Artık en sevdiğim yemeklerden biri kıymalı patates yemeği.”
Kahraman Özdağ’ın iki kaşının ortasında bir çukur belirdi, sigarayı dudaklarına götürürken içinde bıçak gibi dolaşan acının sebebini düşündü. Bu koca cüsseli adam, neden karşısında bir çocuk gibiydi?
“Afiyet olsun,” dedi çok uzun süre sustuğunu fark edince. Sonra da ona gocunmuş hissettirmemek adına, “Bir çay koy o zaman,” diye devam etti cümlesine.
Gurur, çay için su kaynatırken bir işe yarıyormuş gibi hissediyordu. Bir babanın istediğini yerine getiren o evladın hissettiği gurur, böyle bir duygu muydu? Bunu ilk defa keşfediyordu. İlk defa hissediyordu. Çayı demlerken gülümsüyordu, oysa biraz evvel içinde bir cenaze kalkıyormuş gibi hissetmişti. Ne garipti, Zeliha’nın kanından biri bile onun için hayati önem taşıyor, hayatında bir şeylerin yerli yerine koyuluyormuş gibi hissettiriyordu.
Çayları doldurup Kahraman Özdağ’ın karşısına oturdu. Birlikte çay içerken sessizlerdi ve yeniden Kahraman Özdağ’ın karşısında sigara içmeyi reddetmişti. Kahraman Özdağ ona, “Sigarayla saygı mı olurmuş?” diye sorsa da gülümsemek dışında tepkisi olmamıştı ve o sigarayı alıp içmemişti. Kahraman Özdağ belki bilmiyordu ama Gurur bir babaya nasıl saygı gösterilir bunu öğrenmeye çalışıyordu; Kahraman Özdağ’ın aksine o saygı duyacağı bir babayla büyümemişti çünkü.
Çay içtikleri sırada, “Çok sıkkın canın, görmüyom mu sandın?” diye sordu Kahraman Özdağ. “Arkadaşına üzülüyon, kafanı takıyon, demi?”
Gurur birkaç saniye susup başını aşağı yukarı salladı. Kahraman Özdağ sustu, ne denir bilemiyordu. Sonra çok susmaktan rahatsız olmuş gibi, “Kardeşlerin var idi, demi?” diye sordu.
“Evet, bir kız bir de erkek.”
“Benim de var, Simge’nin babası, Kurtuluş,” dedi ve bir sigara daha yaktı. “Aranız iyi mi?”
“Çok,” dedi Gurur sessizce.
“Babalık etmişin onlara.”
Gurur duraksayarak Kahraman Özdağ’ın gözlerinin içine baktı.
“Ne bakıyon denyo? Seni araştırmıyom mu sandın?”
“Bana sormanız yeterli, ben her şeyi anlatırım ki size.”
“O işin raconu öyle değil işte,” dedi Kahraman Özdağ. “İleride kızın olsun, görürüm ben seni kavak ağacı.”
Söylediği şey, Gurur’un içinde bir işaret fişeği gibi patladı. Zeliha’dan bir kızı olduğunu düşünmek bile göğsünün içini ağzına dek mermiyle dolu bir silaha dönüştürdü. Kahraman Özdağ sigarasını söndürürken, “Bene bak,” dediğinde, Gurur, daldığı düşüncelerden ayrılarak adamın mavi gözlerinin içine baktı. Mavi gözleri Zeliha’nınkilerden çok farklı olsa da Zeliha’nın keskin bakışlarını kimden aldığı alenen ortadaydı. “Geçen gün kaçırdığım maçın özetini izleyecem ama tek başıma izleyesim gelmedi. Eymen de dışarılarda sürtüyormuş, gelmez yakında. Benimle izle.”
Gurur, heyecanla başını sallayarak, “Tabii ki efendim, izlerim,” deyince, Kahraman Özdağ derin bir nefes verdi.
“Efendim demene gerek yok çocuk. Kahraman abi desen kâfi.” Ayağa kalkıp eliyle ileriyi işaret etti. “Hadi bakem, git bize birer bira kap gel de izleyelim şu maçı.”
“Bira mı?”
“Tabii ya len. Onu da içmeyecem deme bene sakın. Bira içmeden maç izlemem ben. Fıstık falan da al. Çiğ badem de al.” Elini cebine götürdü. “Para vereyim sana.”
“Ne parası? Bende sizin paranız geçmez,” dedi Gurur hızla. “Hemen bir koşu alır gelirim.”
“Çattık he!”
Gurur, gülerek kapıya yöneldi. Kahraman Özdağ arkasından bakarken kayıtsızdı ama Gurur evden çıkıp gittiğinde, dudaklarına silik bir tebessüm oturmuştu. İyi bir çocuk, diye düşündü. Yaraları var ama yarasından sızan zehir bile olsa kızıma o zehri değdirmez bu çocuk, diye düşündü. Yanılmamayı diledi. Biraz da merak etti. Bu koca cüsseli çocuğa bakınca neden içi eziliyormuş gibi hissettiğini merak etti.
Yarım saat geçmeden Gurur elinde poşetlerle gelmişti. Gecenin ilerleyen saatlerine dek birlikte oturdukları koltukta bazen hakeme söverek, bazen atılan gollere sevinerek maç izlediler. O gece, Gurur bir babayla yapılan aktivitelerden birini deneyimleme şansı bulmuştu. Kalbinde bir yerlerde Kahraman Özdağ’a sonsuz minnet duyuyordu. Ölene dek de duymaya devam edecekti.
Gurur, babamla izledikleri maç hakkında konuşurken sessizce onu dinleyerek yemeğimi yiyordum. Bu onun için yeni bir deneyim gibiydi, sanki tatmadığı bir şeyi tatmış olmanın heyecanını benimle paylaşıyordu. Biraz olsun kafasındaki karmaşadan uzaklaşarak heyecanını benimle paylaşıyor olması bana kendimi çok huzurlu hissettirmişti.
Restoranın kapısı açıldığında gözlerim tek bir anlığına kapıya kaydı, ağzımda hâlâ çiğnemeye çalıştığım büyük lokma vardı. Lokmanın ağzımda büyüdüğünü hissetmeme neden olan, kapıdan giren isimdi. Onur Kırgız, yanında ondan bir kafa boyu daha kısa, zayıf bir adamla içeri girmişti. İkisi de takım elbiselerinin içinde olduklarına göre yanındaki kişi iş arkadaşı olsa gerekti. Gurur hâlâ babamla olan anısını anlatıyor, bense Onur Kırgız’a kitlenmiş hâlde lokmamı çiğnemeye çalışıyordum.
Onur başta varlığımızı fark etmedi. Garsonun onları yönlendirdiği masaya doğru yürümeye başladı. Çok kısa bir anlığına kafasını kaldırıp göl manzarasına bakmaya karar verdiğinde ise manzaranın tam önünde olduğumuzdan olsa gerek, gözleri gözlerime tutundu. Kaşlarının şaşkınlıkla havaya dikildiklerini gördüm, ela gözlerini gözlerimden çekmeden yürümeye devam etti.
Gurur, “Şşt,” deyince irkilerek ona döndüm. Ağzına lokmasını atarken, “Beni dinliyor musun sen dağ cücesi?” diye sordu homurdanarak.
“Gurur,” diye fısıldadım masaya sokularak. “Onur Kırgız burada.”
Gurur’un kaşları çatıldı, bakışları hızla benden koparak masalara yöneldi ve çaprazımızdaki manzaralı masaya yerleşen Onur Kırgız’a baktı. Gözleri tekrar bana çevrilirken, “Gerilmene gerek yok,” dedi. “Neden gerildin ki?”
“Muşta falan onu kendi tarafına çekmek istiyor ya, ondan biraz şeyim,” dedim. “Bu iyi bir fırsat. Yemekten sonra ona bir selam versene.”
“Ne gerek var?” diye sordu Gurur.
“Ne demek ne gerek var?” Kaşlarımı çattım. “O sizin için iyi bir piyon değil mi?”
“Piyon mu?” Keyifle güldü. “Sen gitgide bana benziyorsun, Gelincik.”
Suyumdan bir yudum alıp, “Bizi gördü,” dedim. “Masamıza baktı.”
Gurur tek kaşını kaldırıp gözlerini yeniden anlık olarak Onur’un masasına dokundurdu. “Birazdan doğal bir şekilde selamlarım, şimdi direkt selamlarsam tuhaf görünür,” dedi. “Sen de bu kadar gerilme.”
“Sizinle iletişime geçti mi hiç?”
“Sanırım Muşta ile geçmiş, detayları göz ardı ettim çünkü düşünecek başka şeylerim vardı.” Yemeğine odaklandı. Nedense Onur ile ilgili konuşup durmam onu germiş ya da durgunlaştırmıştı, tam olarak çözemedim.
“Ne oldu?”
“Hiç,” dedi, “yemeğini yesene.”
Sessiz kaldım, üstüne gitmektense önümdeki yemekle ilgilendim. Gurur hesabı isterken Onur Kırgız’ın masasından kalktığını fark ettim. Büyük adımları restoranın içine düşmeye başladığında Gurur beni izliyordu. Onur birkaç saniye olduğu yerde durup bize doğru baktı, gözlerimiz birleşince başını aşağı yukarı sallayarak beni selamladı ve ben de aynı şekilde başımı sallayarak onu selamladım.
Bununla beraber, Onur bizim masamıza doğru yürümeye başladı.
Sessizce, “Sanırım ilk adımı atmamıza gerek kalmayacak,” dediğimde Gurur gözlerini Onur’a değdirmeden pürdikkat bana bakmaya devam ediyordu.
“Güzel tesadüf,” dediğinde Onur, kafasını kaldırıp önümüzde dikilmeye başlayan adama baktı. Sorgulayıcı ela gözlerinin diken gibi göründüğünü fark edince masanın altından ayağımı Gurur’un ayağına değdirdim ama bu temas, Gurur’un bakışlarında herhangi bir yumuşama yaratmadı. “Çalıklı’ydı, değil mi?”
“Evet,” dedi Gurur. “Onur Kırgız.”
Onur, elini Gurur’a uzattığında Gurur hâlâ gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Elleri birleşti, kısa bir tokalaşmanın ardından Gurur, “Sanırım iş yemeği,” dedi ve Onur tek kaşını kaldırdı.
“İş yemeklerini sevmem. Sadece bir şeyler yemek için buradayım ve arkadaşım da bana eşlik ediyor. Binbaşı Şenkaya ile yakın zamanda bir toplantı yapmayı planlıyoruz. Seni de aramızda görmek güzel olurdu.”
Senli benli konuşmaları dikkatimden kaçmadı. Gözlerimi Gurur’a çevirdim. Gurur adamı masaya davet etme girişiminde bile bulunmuyordu ama bu adam şu an için bize lazımdı ve bu yaptığı bir şeylerin sağlamlığını yitirmesine neden olabilirdi.
“Otursanıza, ayakta kaldınız,” dediğimde Onur gözlerini bana çevirdi, Onur’un gözleri gözlerime çevrildiği an, Gurur’un, Onur’a daha yoğun, rahatsız edici bir dikkatle bakmaya başladığını hissetsem de gözlerimi nezaketen Onur’dan ayırmamaya çalıştım.
“Rahatsızlık vermemek tercihimdir,” dese de Onur, Gurur sert bir çeneyle, “Buyur,” diyerek çaprazındaki sandalyeyi işaret etti. Ona rahatsız etmeyeceğini söylememesi ikinci falsosuydu, hiç değilse adamı masaya buyur etmişti.
Onur sandalyeye oturup, “Geçen sefer konuşmamız yarım kalmış gibi oldu, üzgünüm,” diyerek bana bakınca, Gurur’un bakışlarının bir bıçak gibi Onur’dan kayarak bana saplandığını hissettim. Keskin bakışlarının altında eziliyor gibi hissederek zar zor gülümsedim.
“Hastanedeydiniz, sağlık raporu içindi sanırım,” dedim cümlenin üzerine basa basa. Sadece bir denk geliş olduğunu Gurur’un bilmesini istiyordum, yanlış bir fikre kapılsın istemiyordum çünkü karşısındaki adamı süzecek bir danadan farksızdı şu an.
“Evet,” dedi Onur. “Bölünmüş gibi hissettim. Ani gidişimi saygısızlık olarak algılamamışsındır umarım.” Benimle de senli benli konuşuyordu. Tamam, karşımda bir boğa oturuyor matador ve sen elinde kırmızı bir pelerinle önünde savunmasızca duruyorsun, haberin olsun.
Gurur, “Hastanede mi denk geldiniz?” diye sorunca bunu ona bakmam için sorduğunu anlayıp gözlerimi ona çevirdim. Ela gözlerindeki buz sıcağı bakışların altında dondum, yandım ve küle dönüyormuş gibi hissederken ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerinin içine bakakaldım.
“Evet. Yener’i görmek için oradaydım. Denk geldik.”
“Hım.” Gurur gözlerimin içine ısrarla bakmaya devam ediyordu.
Onur, “Tekrar üzgünüm,” diyerek gözlerini Gurur’a çevirdi ama Gurur Onur’a değil, doğrudan bana bakıyor, Onur’un ona çevrilen bakışlarını doğrudan görmezden geliyordu. Onur’un şaşkınlığı hissediliyordu ama yine de bunu profesyonelce örtbas ediyordu.
Onur, “Üsteğmendi, değil mi? Umarım üsteğmen iyidir,” dediğinde, Gurur gözlerini benden çekmeden, “İyi,” dedi.
Onur, Gurur’un bakışlarının elbette farkındaydı ama profesyonelce bunu görmezden gelmeyi seçiyordu. Ya da belki de Gurur’un deli olduğunu falan düşünüyordu. Bilmediği bir şey varsa, bu da Gurur’un görmezden gelinmekten biraz olsun hoşlanmıyor olmasıydı.
Onur, “Merkezde bildiğiniz kiralık evler var mı acaba?” diye sorduğu an, Gurur ona dikilmiş bakışlarına sonunda karşılık verdi ama ne karşılık… Kaşlarının ortasında bir çukur, gözlerinde yanan bir ateş, keskin duran sivrilmiş bir çene… Onur ise onun aksine sakindi, kayıtsız gözleri Gurur’un gözlerinde asılı duruyordu.
“İlanlara bakmadın mı?” diye sordu Gurur birden çat diye.
Ağzım neredeyse açık kalacaktı ama bunun yerine masanın altından yeniden ayağına ayağımla sürttüm, dokunuşuma karşılık vermeden Onur’un gözlerinin içine bakmaya devam etti. Onur bir an şaşıracak sandım, sorgulayan gözlerle Gurur’a birkaç saniye boyunca bön bön baktı.
“Baktım ama çoğunlukla ilan siteleri yüzeyseldir, çok fazla seçenek olmuyor,” dedi Onur. “Sen lojmanda mı kalıyorsun?”
“Hayır,” dedi Gurur direkt, ardından eli hızla masanın üzerinden kayarak elimi yakaladı. Elimi büyük avucunun içine alırken gözlerini Onur’dan çekmeden, “Sevgilimle merkezde yaşıyoruz. Birlikte,” dedi, bu kez sesi daha dostçaydı, ela gözleri ise muzipçe parlıyordu. Bölgesini işaretleyen yaşlı kedilere benziyordu.
Onur’un gözleri masanın üzerinde birleşen ellerimize anlık olarak dokundu. Gurur, büyük eliyle elimi âdeta kaplamıştı ve kalp şeklindeki bilekliklerimizin birbirini tamamlayan parçaları birleşmişti. İşgüzar, bilerek bu eliyle elimi tutmuş olmalıydı, bileklikleri göstermek en büyük çabasıydı ama bunu çabasız görünmeyi başararak yapmıştı.
Onur bakışlarını Gurur’un yüzüne çevirirken, “Güvenliği olan bir site benim için iyi olurdu,” dedi, Gurur’un söylediklerini tamamen kulak arkası etmiş, görmezden gelmişti. “Isparta’da çok fazla güvenlikli site ne yazık ki yok. İlanlarda da bulamadım. Eğer böyle siteler biliyorsan senden yardım almak isterim, komando.”
“Bizim site öyle,” dedim dalgınlıkla. Gurur elimi daha sıkı tuttu, bu uyarıcı bir dokunuştu ve beni neredeyse kahkahaya boğacaktı.
Onur gözlerini tekrar bana çevirdi. “Ya?” dedi sorar gibi. “Sitenizde boş bir daire olursa bana haber verebilir misin?”
“Ben veririm,” dediğinde Gurur, Onur gözlerini yeniden ona çevirdi. “O ilan tarzı şeylerle uğraşmaz. Okuluyla ilgileniyor. Ben bakarım. Onu böyle şeylerle uğraştırmak tercihim değil.”
“Anladım, eğer bu konuyla ilgilenirsen beni mutlu edersin.” Takımının ceketinin cebinden bir kart çıkarıp masanın üzerine koydu. “Burada telefon numaram mevcut. Boş bir daire varsa lütfen benimle iletişime geç, komando.” Onur oturduğu yerden kalkarken bana nazik bir bakış gönderdi, Gurur’a ise kayıtsız, düz bir bakış… “Sizi görmek güzeldi.” Gurur’u görmekten hoşlanmış mıydı yoksa tam tersi bir durum mu oluşmuştu hiçbir fikrim yoktu şu an. “Afiyet olsun.”
Gurur cevap vermedi, bense başımı sallayıp ona mahcubiyet duygusunun tavan yapışını saklamayı deneyerek baktım.
Onur yanımızdan ayrılıp kendi masasına döndüğünde, “Sırf masamıza gelmek için kalkmış,” dedi Gurur kasılan çenesiyle. “İyi giyimli yavşak. Bir sikime benzese bari.”
Tek kaşımı kaldırıp, “Düzgün konuş, adam ne yaptı sana?” diye sordum. “Seninle diyaloğa girmesi daha iyi değil mi Allah aşkına? Siz bunu istemiyor muydunuz zaten? Seni hiç anlamıyorum.”
“Sence benimle mi diyaloğa girdi, Zeliha?” diye sordu Gurur birden ters bir sesle, aniden bu kadar tersleşmesini beklemediğim için duraksadım. “Benimle değil, seninle diyaloğa girdi.”
“Saçmalıyorsun.”
“Saçmalıyorum?” Burnundan sert bir nefes vererek gülüp garsona yeniden işaret verdi. O hesabı öderken ben de elimi çantama götürdüm ama “Beni ikinci kez germe lütfen,” diyerek kartını cihaza uzattı.
“İkinci kez germe derken?” diye sordum, nabzım yavaşça yükselmeye başlıyordu.
Gurur gözlerini gözlerime mıhlayıp, “Evet,” dedi, “ikinci kez.”
Masadan kalkıp kapıya yönelirken ağzımı bıçak açmadı. Arkamdan kalktı, restorandan önce ben çıktım ve cipin park hâlinde durduğu noktaya hızlı adımlarla yürümeye başladım. Yağmur birdenbire şiddetlendiği için saçlarım saniyeler içinde sırılsıklam olmuştu.
“Bekle,” dedi ama onu duymazdan geldim. Ön kapıyı açıp, arabaya binip sertçe kapıyı kapattıktan sonra ıslanan saçlarımı sağ omzumun üzerine aldım.
Sürücü koltuğuna oturduğu an, “Niye beklemiyorsun?” diye sordu, sesi hâlâ sertti ama az öncekine nazaran daha sakin olduğu kesindi.
“Senin saçmalıklarını dinlememek için.”
Burnundan sert bir nefes verip keyifsizce gülerek, “Saçmalıklarım?” diye sordu.
“Bu saçmaydı. O adamla iş yapacaksınız. Tavrın da saçmaydı. Her şey saçmaydı. Benimle diklenerek konuşman en saçmasıydı,” dedim tek seferde.
Direksiyonu sertçe kavrayarak, “Kusura bakma biri gözünün içine bakarak konuşuyor diye rahatsız olduğum için,” dediğinde göğsüm hiddetle şişti ama ağzımı açıp tek kelime etmedim. Arabayı çalıştırıp geriye doğru sürerken, “Aptal sik kırığı,” diye söylendi, bunu Onur’a söylediğini fark ettiğimden kaşlarımı çatarak ona baktım.
“Yaman’a senin için kibar biri demiştim,” dedim sonunda kendimi tutamayarak.
“Ha?” Omzunun üstünden bana baktı. “Ne sebepten?”
“Çünkü Yaman da Onur’a tıpkı senin gibi davrandı o gün hastanede. Akıl tutulması mı yaşıyorsunuz siz?”
Sorduğum soruyu es geçerek, “Yaman ne güzel yapmış,” deyince gözlerim iri iri açıldı.
“Aptal mısın?” diye sordum sertçe. “Adam kibar davranıyordu. Onun gibiler etrafındakileri ciddiye bile almazlar ama o kibar davrandı.”
“Ciddiye almadığından masaya geldi, he,” diyerek direksiyonu sertçe çevirdi, yola çıkarken boynunu çıtlattı. Birden bakışları tekrar bana dönerken, “Yaman ne dedi ona?” diye sordu.
“Senden farksız davrandı,” dedim homurdanarak.
“Neden ama?”
“Sadece kibar bir şekilde benimle konuştuğu için.”
“Seninle konuştuğu için?” Gurur alayla gülerken öfkesini saklayamıyordu. Gözlerini yola dikerek, “Birinin senin gözlerinin içine o kadar dikkatli bakması beni rahatsız ettiği gibi Yaman’ı da rahatsız ettiğine göre belki de sorun bende ya da Yaman’da değil, o sik kırığındadır.”
“Delirdin mi? Anladık, gerginsin ama şu an verdiğin tepkiler akıl sağlığı yerinde olan birinin vereceği tepkiler değil.” Öfkemi tutmaya çalışsam da ben de onun gibi gergindim, kolay şeyler yaşanmıyordu, bir şeyleri geride bırakması elbette zor olacaktı ve hissedilenlerin bir bedeli olacaktı. Bedellerden biri de kontrolsüzce ilerleyen öfke olsa gerekti. Tutmayı denedim ama tutamadım çünkü tavrını çok saçma ve aşırı buluyordum. Sevimli olmaktan çoktan çıkmıştı.
“Akıl sağlığı yerinde olan birinin vereceği tepkiler değil derken?” Soruyu tehlikeli bir sesle sorsa da tehlikenin uzandığı bıçaktan kollar beni değil, Onur’u hedef alıyordu. Anlamsız kıskançlığı yanaklarımın içini öfkeyle çevirip gözlerimi farklı bir yöne çevirmeme neden oldu. Altımızda akıp giden yolu izlemeyi seçtim, belli aralıklarla yol kenarındaki yerini alan ağaçları izlediğim esnada, “Benim akıl sağlığım yerinde falan değil zaten kızım,” deyince, “Kızım ne be?” diye öfkelenerek ona doğru döndüm. “Babam sanıyorsun herhalde kendini? Kızım ne Allah aşkına?”
“Akıl sağlığımla ilgili yorum yaparken, o akıl sağlığını seni gördüğüm an kaybettiğimi biliyor olman gerekirdi,” dedi öfkeyle, yine de ses tonu benimkinin aksine daha sakindi.
“Romantik olduğunu düşündüğün cümleler kurmayı bırak çünkü bu kez romantik falan değil.”
“Öyle mi?”
“Evet, öyle. Dağ ayısı gibi davranman romantik değil.”
“Romantik olmaya çalışan mı var amına koyayım?” diye patladı birdenbire. “Sence şu an romantik olabilecek bir duygu durumu içerisinde miyim ben?”
Çok küçük bir an için susmak, uzatmamak istedim ama sabrımın sınırlarında dolaşıyordu. “Kıskançlığın bir dozu olmalı.”
“Olur.” Gülerken omzu havaya kalkıp indi, şimdi gözleri sadece yoldaydı ve inatla bana bakmayı reddediyordu. “Sen de bir kadın karşıma geçip gözlerimin içine bakarak konuştuğunda aynısını hissetmeyeceğini söyle bana. Ben de bu anlamsız bulduğun şeyi sonlandırayım.”
Söylediği şeye verecek cevaplar dilimin altında birikti ama ağzımı açıp tek kelime edemedim. Bir kadının gözlerini ona diktiğini, o konuşurken ona dikkatle baktığını düşünmek bir nedenden kanımın çekilmesine neden oldu ve bunu çok sağlıksız buldum. Kaşlarımın ortasında derin bir yarıkla profiline bakmaya başladım.
“Ya,” dedi omzunun üstünden bana bakarak. “Susarsın işte böyle.”
“Daha ne kadar saçmalayacağını düşünüyordum.”
“Yalan.”
“Yalan falan değil.”
“Tek bir an bunu düşündün ve miden düğüm düğüm oldu.”
“Bu çok sağlıksız!” dedim sertçe.
“Olabilir,” derken hâlâ burnundan nefes veriyordu.
“Adamın kötü tek bir niyeti yoktu.”
“Olsaydı boynunu kırmak keyif verici olurdu elbette,” dedi Gurur yeniden öfkeyle.
“O adamla iş yapacaksın.”
“Evet, iş yapacağım. Koynuma alıp yatmayacağım. Yani ona nasıl davranacağım benim kararım.”
“Yapma ya?”
“Aynen.”
“Daha ne kadar saçmalayacaksın?”
“Saçmaladığım falan yok, neden susmuyorsun ki? Çünkü konuştukça benim de çenemi açıyorsun. Büyüsün istemiyorsun ama bıçağını çektin üstüme geliyorsun,” dedi, bu kez sesi daha sakindi, yine de içinde biraz öncekinden daha büyük bir öfke ateşi yandığını hissedebiliyordum.
“Saygısız,” diye homurdandım.
“Kusura bakma ya, takım elbisemi giyip karşında İstanbul beyefendisi gibi konuşmadığım için.”
“Ne diyorsun ya?”
“Takım elbise giydi diye efendi biri olduğunu düşünüyorsun, doğrudur,” dediğinde sinirlerim bozulmuş gibi güldüm.
“Abartıyorsun.”
“Abartıyorum, evet,” diye kabul etti. “Bu elimde olan bir şey değil. Olsaydı, bilmem, belki abartmazdım.”
“Eve gitmek istiyorum.”
“Olur,” dedi sadece, üstüne yorum yapmadı.
Evin olduğu sokağa gelene kadar konuşmadık. Kıskançlığı beni sinir etti, gördüğü şey her neyse benim gördüğüm bir şey değildi, bence görülecek bir şey de yoktu. Araç tam da evin önünde durduğunda emniyet kemerini çözüp, “İyi günler sana,” diyerek kapıya yöneldim.
“Ya ne iyi günleri amına koyayım, ne alaka şu an?” diye çıkıştı sonunda, sessizliğinin sonuna geldiğimizi o an anladım.
“Ne diyeyim?”
“Bu ciddiyet ne?”
“Saçmaladığının farkına varman için bir bonus,” dedim.
“Kendini benim yerime koyduğun o küçücük anda bile nasıl kudurduğunu görmedim de sanki,” diye söylenmesi ona doğru dönmeme neden oldu.
“Onur sadece kibar davranıyordu. Cenan’a davrandığı gibi.”
“Ha Cenan’a da öyle dik dik bakıyor yani? Muşta bundan hiç hoşlanmayacak.”
“Seni mağarada mı doğurdu annen ya?” diye sordum sertçe, bir an boşluğuna gelmiş olacak ki elinde olmadan yüzüme bön bön bakmasının hemen arkasından kahkaha attı.
“Gülmeyi kes, salak,” diye homurdandım.
“Bilmem, olabilir. Seni de mağarada doğurmuş olabilir tabii. Çünkü kıskandın. Birinin gözlerimin içine dikkatle bakması düşüncesinden hoşlanmadın. Yalan mı?”
“İşine geldiği gibi anla zaten.” Evet, hoşlanmamıştım, hem de hiç. Ama bunun sağlıklı olmadığının farkında olacak kadar da aklı başındaydım.
Gurur, “Aşk biraz böyleymiş,” dediğinde gözlerim gözlerine saplandı. “Aklı başından alıp götürür, geriye deliliği bırakır.”
“Bir daha olmasın.”
Gözlerini devirip, “Takım elbiseli heriflerle kişisel sorun geliştirmemi istiyorsan biraz daha azarla beni,” diye mırıldandı.
Kapıya uzanıp, “Seninle tartışmayacağım çünkü Mağaraca bilmiyorum,” dedim.
“Olabilir. Kendi dilinde bana beni sevdiğini söylemezsen ben Mağaraca konuşarak Onur’un ayakkabısına işeyeceğim.”
Gözlerimi devirerek, “Abartılı kıskançlığını bir kenara bıraktığında benden istediğin her şeyi duyarsın,” dediğimde, “Öyle yağma yok,” dedi aceleyle. “Aramızda ne geçerse geçsin, ben sana seni sevdiğimi söylemeden yoluma devam etmezdim.”
Durup küçücük bir an için söylediği şeyin kalbimde yarattığı arbedeyi hissettim. Ardından ona doğru dönerken, “Gurur, yaptığın şey çok çocukçaydı,” diye fısıldadım.
“Beni severken hiç çocuk olmadın mı?” diye sordu sessizce, gözlerime yönelttiği o bakış kalbimin içinde bir zelzele yarattı. Masum. Oysa az önce hiç masum görünmüyordu.
“Birbirimize güveniyoruz, değil mi?”
“Elbette, sonsuz şekilde, daima,” dedi hızlıca.
“O zaman?”
“Sen bana güveniyorsun, değil mi?” diye sorduğunda başımı salladım. “Ama birinin gözlerimin içine baktığını düşünmek bile kalbinin atışını değiştirdi, değil mi?” Sustum, cevap veremedim. “Öyle işte.” Bana doğru yaklaşınca alanıma girdiği için köşeye sıkışmış hissederek gözlerinin içine baktım. Elini yüzüme götürüp, avucunu yanağıma bastırarak büyük eliyle yüzümün yarısını kaplarken, “Kötü niyetim yok benim,” dedi, “belki yanlışlarım var ama seni severken biraz bile kötü niyetli değilim. Nasıl kötü niyetli olurum, Zeliha? Ben sadece seni severken çocuk gibiyim.”
Eğer başka bir gün olsaydı, arabadan inip, o yaptığını fark edene kadar aramıza mesafe koyardım. Bunu istemesem de evet, yapardım ama şu an duygusal olarak sarsıntılı günler geçirdiğini, üzerinde büyük bir ağırlık olduğunu biliyordum. Bu yüzden hissettiği karmaşanın içinde onu yalnız bırakmak istemedim.
Yüzümde duran elinin üzerine avucumu bastırıp, sessizce gözlerinin içine baktım. Sessizce. Aslında bunun ne anlama geldiğini biliyordu.
CENAN KAPLANER
“Siparişinizi alabilirim.”
Saçları kısa kesilmiş, yirmilerinin başında olduğunu düşündüğüm genç çocuğa gözlerimi kaldırıp sakince baktım. Önümdeki bilgisayara öylesine gömülmüş hâldeydim ki çocuğun yanıma tam dört kez geldiğini şimdi fark ediyordum. İşime odaklandığımda etrafımdakilerin hayatı ya da yaptıkları pek umurumda olmuyordu.
İşini yapmaya çalışan birine engel olduğum için vicdan azabıyla dolarak, “Lütfen filtre kahve ve tereyağlı kruvasan, teşekkürler.”
Garson benden uzaklaşırken önümdeki bilgisayara geri döndüm. Beyaz sayfanın üzerinde yazan harflere baktım, sonra bütünü okudum. Her ihtimale karşı sürekli revize ettiğim savunma önümde duruyordu. Her seferinde daha güçlü cümleler kurup, bir diğerini silerek yerine yenisini ekliyordum. Pasajlardan birini tarayıp sildim, daha güçlü olduğunu düşündüğüm yeni bir cümle yazdım ve cümleyi üç kez okudum.
“Umarım buna ihtiyacın kalmaz ve sadece zamanımı çalıyorsundur, Çalıklı,” diye mırıldanarak boynumu esnettim. Eğer Zeliha’yı kız kardeşim konumuna yerleştirmiş olmasaydım o sırık oğlan için bu kadar uğraşır mıydım? Bilmiyordum. Parmaklarımı çıtlatırken ona kan verdiğim geceyi hatırladım. Herhalde uğraşırdım. Sevdiğim adam onu seviyordu, aralarındaki dokuz, on yaşlık farka rağmen onu evladı yerine koyuyordu. O yüzden timdekilere sempati besliyor olabilirdim.
Üç dakika sonra filtre kahvem ve üzerinde dumanı tüten kruvasanım masaydı, dördüncü dakikada yeni bir cümle yazmak için klavyeye uzanmadan hemen öncesinde kahvemden büyük bir yudum almıştım. Kahveden aldığım o yudum, beni uzun zaman sonra tesiste geçirdiğim ilk geceye götürdü; bedenini bedenime yaklaştırıp yüzüme doğru eğilişi ve kahveyle ilgili söyledikleri zihnimde esti. Vücut sıcaklığından çok uzun zaman ayrı kaldıktan sonra çekiciliğini yitirmeliydi belki ama yıllar, aramızda soğuyan o mesafenin kapanmasıyla beraber ortadan kaybolup ateş hattına dönmüştü.
Benden karısı olmamı istiyordu. Normal şartlarda, yıllar önce yaşanması gereken ve eğer yaşanmış olsaydı, beni mutluluktan sarhoş edebilecek güçte bir istekti. Şimdi ise önümü göremiyordum. Bir yanım bunu delice istiyordu, diğer yanım bundan korkuyordu ve saklandığı bahaneler sinirimi zıplatıyordu. Cenan Şenkaya. Dokuz yıl önce bu soyadı için adam öldürebilirdim. Mecazen. Dokuz yıl sonrasında da işler farklı değildi gerçi. Sadece hak etmediğimi düşünüyordum. Bir de bana sunduğu çocukça bahane vardı tabii. Çocukça olmasını umdum, doğru olsaydı ölürdüm; sadece boş bir sebepten bunu istemiş olsaydı ölürdüm. Düşünmek bile istemiyordum. Kahredici bir durumdu.
Kahvemden bir yudum alırken zihnimin içinde eskiye dair bir görüntü öbeği yuvarlandı. Dokuz yıl önceki hâliyle bir anının içinden bana bakıyor, saçlarım büyük ve güçlü parmaklarının etrafını sarıyordu. Sertçe yutkundum. Tam klavyede yeni bir harfe basacaktım ki “Yağmurlu günlerde bir kafenin cam kenarına geçip kahve içmeyi ve bunu yaparken önündeki işe tamamen saplanıp kalmayı çok sevdiğini unutmamışım,” diyen o tanıdık ses, kalbimi yerinden oynattı. “Seni burada bulacağımı biliyordum.”
Kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne baktığımda işte buradaydı, zihnimi ateşe veren, ruhumu parçalara bölen ve kalbimi parmaklarının arasında bir kuklanın iplerini tutuyormuş gibi tutarak o kalbe hükmeden adam.
Kaşlarımın ortasında beliren çukuru durduramadım, sorguyla gözlerinin içine bakarken yanımdaki sandalyeyi gürültüyle çekti. Birkaç kişinin dönüp masamıza bakması beni daha da gerdi. Sandalyeye oturduğunda soğuğun kokusunu da parfüm kokusuna katarak alanıma savurduğunu fark ettim. Siyah paltosunun omuz kısımları dışarıda yağan yağmurun altında az da olsa vakit geçirdiğini belli edercesine ıslaktı, rengi koyulmuştu. Siyah saçları da ıslaktı. Gözlerim gözlerine dokunduğunda, onu baştan aşağı süzdüğümü gördüğünü fark etmek yanaklarımın içini sertçe ısırmama neden oldu. Aynı çocuksu utanç hissi bir yetişkine ait olan bedenimi hızlıca sarıp sarmaladı.
“Neden buradasın?” diye sorarken bakışlarım hâlâ gözlerindeydi. Farklı bir yere bakamayacağımı hissettim. Çünkü onun gözlerinden ilerisi benim için daima eceldi ve o gözlersiz, ecelin koynunda tam dokuz yıl geçirmiştim. Ecelin koynuna geri dönmek niyetinde değildim. Bunu istemiyor, bundan korkuyordum. Bilmesine elbette gerek yoktu ama hissettiği kesindi. Çünkü onu sevdiğimi hiçbir zaman ondan gizleyememiştim.
“Geçiyordum uğradım desem inanmazsın.”
“Beni burada bulacağını bildiğini söylediğine göre evet, bu seni berbat bir yalancı yapardı.”
“Müstakbel kocanla böyle konuşmak da seni terbiyesiz bir kadın yapardı.”
Kurduğu cümle, kalbimde gürültülü bir atışın patlamasına neden oldu. Gözlerimi kaçırmak istedim. Bunu işte tam da o an istedim.
“Seninle evleneceğimi söylediğimi hatırlamıyorum,” diyerek tek kaşımı havaya kaldırdığımda kaşıma baktı, sonra gözlerime.
“Evet, henüz söylemedin. Artık cevabını söylemeye ne dersin?” Birden yüzüme doğru eğildi, nefesimi tuttum çünkü kokusu, aklımın iplerini salıvermeme neden olacak bir zehirdi. “Bir cevap bekliyorum, Şarapnel.”
“Bana bir soru sormadın,” dediğimde tek kaşını kaldırdı. Savaşmak istiyordu ama dokuz yıl önceki kadar güçlü bir savaşçı değildim çünkü o genç kız hisleri artık kanımda bir kadına ait vahşi dürtüler olarak dalgalanıyordu. Oyunlar oynayacak yaşı geçmiştim, o ise oyun istiyor gibi bakıyordu.
“Benimle evlenir misin?” Kalbim tökezledi. “Bu sorudan mı bahsediyorsun?” diye devam ederek oyunu güçlendirdi, kalbim sarsak bir şekilde göğsümde debelenirken ona dik dik baktım.
“Oyun oynayacak yaşı geçtiğimizi düşünüyorum, binbaşı.”
“Kızıma soyadımı vermek istiyorum,” derken gözleri dudaklarıma kaydı, dudaklarıma baktığını düşünmemeye çalıştım.
“Bunu benimle evli olmadan da yapabilirsin.”
“Ve saçma prosedürlerle de uğraşasım yok hiç.”
“Bu senin sorunun.”
“Senin de sorunun çünkü avukatlığımı yapacaksın.”
Gözlerinin içine bakıp, “Yani sen buna gereksiz izinleri almakla uğraşmamam gerektiğini düşündüğünden istiyorsun. Beni düşündüğünden,” dedim alayla.
Elini birdenbire sandalyemin altına koyup, beni sandalyemle birlikte kendine çekince gözlerim irileşti. Yüzü yüzüme çok yakın bir konumdayken, “Başka bir nedenden olmasını mı isterdin, Şarapnel?” diye fısıldadı.
“İnsanlar bakıyor,” dedim dehşetle.
“Kimse bakmıyor, baksaydı da umurumuzda olmazdı. Seninle kampüsün ortasında öpüştüğümüz de olmuştu. Unuttun mu?” Sorusu nabzımı yırttı geçti. “Hatırlatmak çok güç olmazdı,” diye fısıldarken dudakları yüzüme öylesine yakındı ki aklımı kaçıracaktım.
Kendimi zar zor geri çekip, ellerimi dizlerimin üzerine koyarak ona dik dik baktım. Sandalyemi dibine kadar çektiğinden kokusu da çok net içimdeydi. Üstelik dizim dizine değiyordu. Altımdaki kumaş pantolona ve altındaki kumaş pantolona rağmen çok garip bir şekilde sanki çıplak tenini hissediyordum.
“Bana bir cevap ver,” diye fısıldadığında nefesi yakınlığımızdan dolayı yanağımın üzerinde esti.
“Prosedürleri bahane eden bir adama cevap mı vereyim?”
“Bahane mi?” diye sordu alayla ama gözleri farklı bakıyordu. “Öyle olmasını mı umuyorsun yoksa?”
“Dide senin kızın, ona soyadını verebilirsin ama bana soyadını vermene hiç gerek yok, Şenkaya,” dedim gözlerinin içine dikkatle bakarak.
“Sen de benim karım olabilirsin, neden olmasın?”
“Şunu dillendirip durma.”
“Neden? Karım olabilirsin.”
Bakışlarımı camdan dışarıya çevirerek, “Saçma olurdu,” dedim, duraksadığını hissettim. “Sırf birkaç evrakla uğraşmamak için karın olmamı istemen,” diye eklediğimde sertçe yutkunduğunu duydum.
“Evraklarla uğraşmak vakit kaybıdır.” Ona bakmak istedim ama konuşurken nefesi boynuma dokunuyordu, bu dokunuştan hoşlandığım için bakmadım. “Yeterince zaman kaybettiğimi hissediyorum, daha fazla vakit kaybettirecek bir şey olmamalı.” Söylediği şeyin altında yatan anlamlar bana hem çok ağır geldi hem de bir şekilde ruhumu sararak bana kendimi güvende hissettirdi. Yüzünü yanağıma yaklaştırırken, “Vakit kaybettirme bana, Şarapnel,” diye mırıldandı.
Tabaktaki kruvasandan bir parça böldüğünü fark ettim, ardından yüzü hâlâ yanağıma yakınken, “Yeterince tereyağlı mı? Sen öyle seversin?” diye sorarak kopardığı parçayı dudaklarıma yaklaştırdı. “Aç ağzını.”
Bedenimin titrememesini diledim, stilettoların içindeki parmaklarımı içeri çekmeye çalıştım ama sıkı ayakkabı buna engel oldu. “İnsanlar var,” diye fısıldadığım esnada aralanan dudaklarıma parçayı sürttü ve birilerinin dikkatini çekmek istemediğimden ağzımı açtım. Ona bakmadan kopardığı kruvasan parçasını dişlerimin arasında tutarken dudaklarımı sıkıca kapattım. Parmağıyla dudağımın altına düşen küçük parçayı sertçe sürterek süpürüp, “Cevabını bekliyorum,” diye fısıldadı.
“Sürekli papağan gibi evlilik cevabı beklediğini mi vurgulayacaksın?” diye sorduğumda alayla, “Yeterince tereyağlı mı sorusunun cevabını bekliyordum ama sanırım senin aklın hâlâ benim karım olmakta,” dedi.
Öfkelenerek bilgisayarın kapağını sertçe indirdim, evrakları ve bilgisayarı deri çantaya koyarken beni izlemeye devam ediyordu. Çıkardığım parayı masanın üzerine bırakarak sandalyenin sırtına astığım paltomu aldım ve hızla kafenin çıkışına yürüdüm. Oturduğu yerden kalkmadan gidişimi izlediğini biliyordum. Topuklu ayakkabılarımın yere emanet ettiği sesler sinirimi bozdu çünkü ben yürürken sanki tüm dikkatlerin bana dönmesine neden oluyordu.
Dışarı çıkıp kafenin verandasının altında durdum ve çatık kaşlarla ileriye baktım. Arabam boş park alanı bulamadığım için kafeden yüz, yüz elli metre ileride park hâlinde duruyordu ve fena hâlde yağmur yağıyordu. Deri bilgisayar çantasını kaldırıp kafama siper ederek yağmurlu gökyüzünün altına atıldığım an, kafenin kapısının açılıp kapandığını duydum.
“Şarapnel!” Onu duymazdan geldim ama güçlü yağmur sesi bile onun kalın sesini yutmaya ne yazık ki yetmiyordu. “Hey! Şşt!” Topuklu ayakkabılarımın zeminde kaymamasını umarak yürüdüm. Yol bozuktu, o yüzden topuklarım yürüdüğüm yoldaki engebelere takılıp duruyordu. Daha hızlı bir şekilde yürümeye, hatta koşmaya başladığımda, arkamdan onun da koştuğunu hissettim.
Bu garip bir şekilde çok tanıdıktı; dokuz yıl öncesinden çıkıp gelmiş ve günümüzde yeniden nefes almaya başlamış bir anı gibi.
Birden bileğimi kavrayarak beni kendisine çevirdiğinde, deri çantayı tutamadım ama tam düşürecekken havada yakaladım. Gözlerimi yüzüne dikebilmek için ayağımdaki topuklulara rağmen kafamı kaldırmam gerekiyordu. Yolun tam ortasındaydık. Yol tek şeritti ve iki yanımızdan da arabalar geçip gidiyordu.
“Nereye kaçıyorsun?”
“Benimle alay edemeyeceğin bir yere!”
“Alay ettiğim yok,” derken kaşları çatıldı. “Bana bir cevap ver, ben de yakandan düşeyim.”
“Doğru dürüst teklifte bile bulunamıyorsun! Ben prosedür bahanelerinde bulunan biriyle ne diye evleneyim?” diye bağırarak sorarken yağmur sesimi yutsun diye dua ettim ama bu olmadı.
Gözlerimin içine bakıp, “Bu seni incitti mi?” diye sordu.
“Daha düzgün bir şekilde sorsaydın, bu beni incitmezdi!” Bu beni mutlu ederdi, diye devam edecektim cümleme ama gözlerime öyle bir baktı ki tek yapabildiğim susup gözlerine bakakalmak oldu. Yağmur hızla yağıyor, ıslanan saçlarım ve ıslanan saçlarıyla birbirimize bakıyor, akıp giden trafiğin ortasında öylece dikiliyorduk.
Çenesinden yağmur damlası kayıp gözyaşı gibi koparak düştüğünde, “Bana başka yol bırakmıyorsun ki,” diye fısıldadı, ne söylemeye çalıştığını anlamadığım için kaşlarım çatıldı ama o kadar güçsüz hissediyordum ki bileğimi bıraksa eminim dizlerimin üzerine düşerdim.
“Düzgün bir şekilde sor ya da söyle, her ne boksa,” dedim sonunda güçsüz düşmüş, yorgun bir sesle. Alnını alnıma bastırmasını beklemiyordum. Alnında çarpan damarı hissediyordum. Yaşamını, alın yazımda hissetmek karmakarışıktı. “Bahaneler olmadan. Prosedürler diyerek işi bok etmeden,” dedim güçsüzce, gözlerim de kapanmıştı üstelik.
“Cenan,” diye fısıldadı. “Canım, cananım, bahaneler olmadan bunu istemenin bir yolu var mı sanıyorsun?” Kalbimin atışları ağırlaştı, göğsüm öyle bir sızlıyordu ki bilseydi öpmek isterdi. Alnı alnımdan ayrıldığında gözlerimi usulca araladım. Ateş mavisi gözlerinde bir deli rüzgârdım, esip kalbini dağıtıyordum. Bunu gözlerinde gördüm, bunu gözlerinde gösterdi. Çenemi parmaklarının arasına alıp, “Şarapnel,” diye fısıldadığında korna sesleri yükseliyor, tıkamaya başladığımız trafiğin sesi kilometrelerce öteden uğultu şeklinde duyuluyordu. Hislerden ötesine sağır olmuş gibiydim. “Evlen benimle.”
“Prosedür-”
“Sikimde değil prosedür falan,” dedi birdenbire. “Karım olacak mısın?”
Bileğimi avucunun içinin hapsinden kurtarıp güçsüzce göğsünü yumruklarken, “Olacağım!” diye bağırdım öfkeyle.
ZELİHA ÖZDAĞ
“Binbaşı Şenkaya’nın yayımladığı video ise, tüm olanlara cevap niteliğindeydi,” diyen spikerin bakışları kadrajda uzun süre bekledi ve hemen arkasından kısa bir VTR verildi. Bununla beraber Simge kucağındaki bilgisayarda birkaç tuşa bastı ve “YouTube üzerinden de paylaşılmış açıklama videosu,” dedi düşünceli bir sesle.
Muşta, arkasına beyaz duvar alan bir alanda, taş bir masanın önünde oturuyordu ve Atatürk portresi ile Türk bayrağı hemen arkasında dikilerek birer dağ gibi ona eşlik ediyordu ama olduğu yerin neresi olduğu belirsizdi. Kendi odası değildi. Sırtını verdiği duvar hangi yapının içine aitti bunu bilmiyordum ve emindim, izleyen kimse de bunu bilmeyecekti. Bölgedeki sesler montajla atılmış olmalıydı, adresin tamamen sansürlendiğini buradan anlayabiliyordum.
Yüzü bez maskenin altında gizleniyor, kafasının üzerinde askeri bir kask bulunuyordu ve gözleri de siyah merceklerin arkasındaydı ve rengi bile görünmüyordu. Sesi bez maskenin varlığından olsa gerek daha boğuk ve kesinlikle daha kalın yükseliyordu.
“…başarılı bir operasyonun ardından, Şanlı Türk Komandosu; hainleri, örgütlenmiş paçavraları, utanmanız gereken sebeplerden dillendirmediğiniz, ne olduğunu gayet iyi bildiğiniz, bölücü örgüt üyesi diyerek hafiflettiğiniz fakat terörist oldukları gerçeğini değiştiremeyeceğiniz terör örgütünü etkisiz hâle getirdiğimizi söylemenin gururunu taşıyorum.”
Yüzü gizleniyor olsa da bakışlarındaki keskinliği görebiliyor, hissedebiliyordum.
“Tekrar etmekte fayda var. Onlar bölücü örgüt üyesi değildir, onlar eylemler yapan bir grup insan değildir. Onlar vatan hainidir, masum katilidir ve teröristtir.” Soruların cevaplarını bu zehir zemberek sözlerin hemen ardından soğukkanlılıkla yanıtlayıp, yükselen tansiyonu biraz olsun düşürmeyi başardı. Tehlikenin devam ettiği bir gerçekse bile, Şanlı Türk Ordusu’nun onlara göz açtırmayacağının, ne kadar güçlü olduklarının, neler yapabileceklerinin tamamını insanlara güven vererek aşıladı.
Halka seslenişi sona erdiğinde, kayıt durmadan hemen önce parmağını kadraja doğrultup, son derece serinkanlı bir edayla, “Biz buradayız,” dedi sanki izleyen başka birilerine sesleniyormuş gibi. “Siz saklanmaya devam edin. Türk askeri en büyük kâbusunuz olmaya devam edecek.”
Gülümsediğini hissettim, maskesine rağmen gülümsediğini herkes hissetmiş olmalıydı.
“Şüphesiz ki Türk Silahlı Kuvvetleri, dünyanın en güçlü ordusudur. Türk askeri, dünyanın en güçlü askeridir,” dedi Muşta.
Ve kayıt durdu.
Simge her saniye düşmeye devam eden yorumlara dehşetle bakıyordu.
Kullanıcı884757: Adamın sesi şaka mı? Evin içinde hazır ola geçtim.
Kullanıcı355454: TÜRK ASKERİ OTURDUĞU YERDEN BİLE GÜVEN VERİYOR, İZMİT’E KURT İNMEDİ ARKADAŞLAR BEN ULUYORUM
Kullanıcı958685: Isparta’da çok fazla yakışıklı komando var diyorlar, üniversite seçimleri yaklaşırken yaşanacak arbededen siz sorumlususunuz binbaşı adam
Kullanıcı5865785: Binbaşı Şenkaya, dosta güven, düşmana korku salıyor…
Kullanıcı7958686: Şimdi dağa çıkan fareler düşünsün
Kullanıcı4867475: Kollarını yasladığı masa ne şanslı, ben olsam bacaklarım tutmaz yıkılırdım…
Kullanıcı6857735: Sizin bölükte boşluk varsa gelim mi
“Ona hayranlar,” dedi Simge kaşlarını kaldırarak. “Şu yorumlara bak.”
Gözlerini televizyona çevirdi. Televizyonda da Hakan abi aynı konuşmasını yapmaya devam ediyordu. Kayıt sona erdiğinde spikerin bile gözlerindeki hayranlık alenen ortadaydı.
Dışarıda yağmaya devam eden yağmuru uzun uzun izledikten sonra, “Sanırım bu açıklama, medyanın ilgisini biraz olsun bizden geri çekmesini sağlayacak,” dediğimde, Simge bağdaş kurarak oturup bilgisayarı kenara koydu.
Simge’nin evindeydik. Durgundu, onu biraz neşelendirmek için buraya gelmiş, gelirken kestane almıştım ve onun için biraz kestane pişirmiştim. Gurur ile dünden beri görüşmüyorduk, mesajlaştığımız olmuştu ama neredeyse yirmi dört saattir sesini duymuyordum. Onur’a karşı tutumu hâlâ sinirlerimi zıplatmıyor desem yalan olurdu, onunla aynı konumda olsaydım hissedeceklerimi de düşünüyordum, bu kez kendime de sinir oluyordum.
Gözlerimi Simge’ye çevirip, “Yener’e kolyeyi verdin mi?” diye sorduğumda, Simge bu soruya hazırlıklıymış ama yine de birdenbire duyunca afallamış gibi gözlerini boşluğa çevirdi.
“Hayır. Ona yemek sözüm var, yemeğe çıktığımızda vereceğim. En kısa zamanda. Umarım.” Parmaklarını dizlerinde dolaştırırken yanaklarının içini şişirdi. “İşler sarpa sarmasın, lütfen. Düşünmekten kafayı yiyeceğim.”
Mutfakta, kestaneler suyun içinde kaynıyorken ona söylediğim her şey anlamını yeniden yitirmiş gibiydi. Hâlâ korkuyordu, kafasının içinde şüpheler yer edinmeye devam ediyordu, şayet benim de öyleydi.
Yener’in kayıtlara kalbi delinmiş olarak geçecek olması demek, askerliğinin tam o noktada sona ermesi demekti. Bu dile çok getirilmese ve Yener tarafından bilinmese de hepimizin en büyük korkusuydu.
“Onu ne zaman yemeğe davet edeceksin?”
Simge, yengemin ördüğü pembe patikleri ayağına geçirirken bir müddet sessiz kaldı. Sonrasında, “Lojmanda annesiyle vakit geçiriyordur, engel olmak istemiyorum,” dedi.
Yener’in annesiyle pek vakit geçiren biri olmadığını söylemek istedim ama sonra bu gerçek dilimin üzerinden kayarak boğazıma geri döndü. Boğulur gibi hissettirdi ve sustum.
“Eminim seninle de vakit geçirmek istiyordur.”
“İstiyordur, değil mi?” Simge yavaşça yana devrilip dizime yattı. Parmaklarım saçlarında dolaşırken bir cenin şeklini alışını izledim.
“Elbette istiyordur bebeğim benim, sence bu alenen ortada değil mi?”
“İyi olsun da benimle görüşmek istemese de olur,” diye fısıldarken kirpikleri usulca birbirlerine tutundu, kapalı gözlerinin ardında ne gördüğünü merak ettim. Parmaklarım şefkatle saçlarında dolaştı. Keşke ona daha iyi gelebilseydim. Bir insanın içinde hislerin küflenmesinin ne olduğunu biliyordum, bunu yaşamasını istemiyordum.
Simge uykuya dalana dek saçlarını okşamaya devam ettim. Daha sonra, uykusunun derinleştiği bir anda yavaşça dizimin olduğu yere bir yastık koydum ve ayaklandım. Önce hazırladığım kestaneleri uyandığında yiyebilmesi için bir kenara koydum, sonra salonu sessizce toparladım ve mutfağa gidip bulaşıkları yıkadım. Evden çıkarken Simge hâlâ uyuyordu. Onu uyandırmak istemedim çünkü dinlenmeye ihtiyacı olduğunu benden iyi kimse bilemezdi; yine de bir yabancı bile ona bakınca dinlenmeli diyebilirdi.
Şemsiyemi açarak karşı kaldırıma doğru yürümeye başladım. Gri sokağın ucunda park hâlinde duran cip dikkatimi çekince duraksadım. Zırhlı bir cipe benziyordu. Hızlı adımlarla cipe doğru yürümeye başladım çünkü bu aracın bizimkilerden birine ait olduğuna emindim. Cipin tam önüne geldiğimde sürücü tarafındaki cam otomatik bir ses çıkararak aşağı indi ve aracın içinde Adnan’ın olduğunu gördüm.
“Neden buradasın?” diye sorduğumda şaşkınlığımı yüzümden okuyabiliyor olmalıydı.
“Güvende olduğunuzdan emin olmak için devriye atıyordum,” dedi mahcup bir sesle. “Olay anında Simge ve sen de oradaydınız. Muşta, Simge’ye de göz kulak olmamızı söyledi.” Onlara kızamadım bile çünkü niyetlerinin iyi olduğunu, tek amaçlarının bizi tehlikelerden uzak tutmak olduğunu biliyordum. “Islanıyorsun, Zeliş,” dedi, “lütfen seni eve bırakmama izin ver. Bu havada toplu taşıma kullanmanı istemem. Gurur da istemezdi.”
Derin bir nefes alarak, “Olur,” dedim ve şemsiyemi kapatıp ön yolcu koltuğuna bindim. Emniyet kemerimi tedirgin bir şekilde bağlarken bakışlarının bana dokunduğunu hissettim. Emniyet kemerlerinin bende bıraktığı izin farkındaydı, sesi çıkmasa da benimle birlikte o geceye döndüğünü biliyordum.
Arabayı çalıştırıp sürmeye başlamadan hemen öncesinde, “Gurur ile takışmış olabilir misiniz?” diye sordu. “Niyetim burnumu sokmak değil asla. Seni rahatsız eden bir soru sorduysam lütfen duymazdan gel.”
“Küçük bir sürtüşmeydi,” diye mırıldandım. Sileceklerin ön cama vuran yağmur damlalarını süpürüşünü izlerken, “O, tesiste mi?” diye sordum.
“Evet. Kötü bir haberim var. Yener de tesiste.”
Donuklaşarak, “Ne?” diye sordum.
“Evet. O kadar ısrar etmiş ki erlerden biri onu tesise getirmek zorunda kalmış.”
“Peki bir şey oldu mu?”
“Henüz hiçbir şey bilmiyor,” dedi Adnan keskin çenesindeki seğirmeleri önlemek için dudaklarını birbirine bastırarak.
“Ama bilecek,” dediğimde buna cevap vermedi. Kalbime çöken ağırlıkla gözlerimi yola dikip, “Bunu önlemenin bir yolunu bulamadınız, değil mi?” diye sordum.
Adnan, vereceği cevaptan nefret ediyormuş gibi sertçe yutkunduktan sonra, “Ne yazık ki,” dedi. “Varsayalım ki kuralların canı cehenneme oldu, peki ya sağlığı ne olacak? O bir pilotluk eğitimi almıştı, daha sonra komando olmaya karar vermişti. Timde havacı olmadığı için dağcı olmasına rağmen uçakları kullanmasına izin veriliyordu. Bu saatten sonra dağı bırakıp sadece havacı olabilmesinin bir yolu yok gibi çünkü sağlığını yitirdi. Komando olabilmesi için de uygun şartlara sahip değil. Çünkü her şeyden önce bu onun sağlığı için de sakıncalı olacak. Prosedürler öyle söylüyor.”
“Prosedürler asıl mesleğinden menedilirse olacakları da söylüyor mu peki?”
Sorum Adnan’a duvara toslamış gibi hissettirmiş olacak ki sadece, “Çok üzgünüm,” dedi, “keşke söküp bu kalbi ona verebilsem.”
Keşke söküp bu kalpleri ona verebilsek.
“Tesise gelebilir miyim?” diye sorarken tırnaklarımı avuç içlerime batırıp, avuç içlerime gömülmüş kader çizgilerini sıyırmaya çalışıyordum.
“Elbette,” dedikten sonra aracı hızlandırarak dağ yoluna sürmeye başladı.
Dağ yolunun koruluklar ve yüksek kayalıklarla süslü yolunda ilerlediğimiz sırada, “Çolpan sana mercimek çorbası tarifi yollamıştı, eline ulaştı değil mi?” diye sordum sessizce. Radyoda ruhumu daha da derin bir çukura sürükleyen, ağır bir şarkı çalıyordu.
Adnan direksiyonu daha sıkı kavradı, bunu gördüm. Kayıtsız tutmayı denediği yüz ifadesi, ölçülü bir sesle, “Evet, Bora çok sevdi,” dedi.
“Çolpan, Bora’nın sevmesine çok sevinmiştir.”
Bir an için Adnan duraksadı, yaptığı yanlışı ona sessizce göstermiş olmalıyım ki “Bora’nın çorbayı çok sevdiğini Çolpan Hanım’a söyleme fırsatım olmadı,” dedi. Kaşları çatıldı. “Açıkçası onu rahatsız etmek istememiştim.”
“Rahatsız olmamıştır ama bir teşekkür mesajı ya da araması yapmaman, Bora’nın beğenisini onunla paylaşmaman ayıp olmuş.”
Kaşları daha da çatılırken, “Ne yazık ki çok haklısın,” dedi. “Bu benim eşekliğim. Yalnızca rahatsızlık vermek istememiştim.”
“Rahatsızlık vereceğini düşünseydi seninle ve Bora’yla ilgilenmezdi diye düşünüyorum,” dediğimde, söylediğim şeyin şaşkınlığını uzun süre hissetmiş gibi gözlerini yoldan ayıramadı.
“Bu denli haklı olduğun için şu an şoktayım, cevap vermeyişimi saygısızlık olarak nitelendirme lütfen,” diye mırıldandı, gözleri omzunun üzerinden bana tutundu. “Bir hanımefendiyle diyalog kurmak konusunda iyi birisi değilimdir. İnsanları rahatsız etme düşüncesi beni korkutur.”
“Senin gibi koca bir adam korkuyor mu?”
“Elbette, korkmak cüsseyle ilgili bir durum değildir, Zeliş.”
“Yerinde olsam daha da saygısız davranmayı bir kenara bırakır, Çolpan’dan özür dilerdim ve onun gönlünü alacak bir şey yapardım.”
“Öyle mi yapmalıyım? Bir şey yaparsam bu onu rahatsız etmez mi?”
“Hiç sanmıyorum. Birini incittiğinde onun gönlünü almazsan, asıl o zaman karşındaki insanı rahatsız etmiş olursun, Adnan.”
“Ah. Anlıyorum.”
“Bir çiçek fena olmazdı ya da çorba tarifine edilmeyen teşekkürü telafi edecek bir yemek daveti.” Gülümsedim. “Küçük bir spoiler vermemi istersen eğer, Çolpan şebboyları çok sever.”
Adnan, derin gülümseme çizgilerini belirginleştiren bir tebessümle, “Çok teşekkür ederim, Zeliş,” dedi. “Şebboylar aklımda.”
Zafer yüzünü buruşturup, nedense hiç inandırıcı gelmeyen bir ifadeyle, “Yattı biraderim o ya,” dedi. “Ben sana paranı geri yollarım.”
Adnan, “Tüh,” dedi. “Yok yok, para sende kalsın. İki yüz, üç yüz liranın lafı mı olacak? Sende para yatırdın sonuçta kupona.”
Zafer, “Bir sonraki kupondan ne çıkarsa kırışacağız,” dediğinde Adnan başını sallayıp boş odalardan birine girdi. Zafer’e bakarken bir an için arka fonda, ‘Benim adım Serdar Tezcan, dolandırıcılar kralıyım,’ repliği çalıyor gibi hissettim.
Gözlerimi ona diktiğimi fark edince donuk bakışları bana dokundu. “Bir şey mi vardı?”
“Adnan’ı dolandırdın, değil mi?”
“Ha?”
“Kupon tuttu bence,” dediğimde tek kaşını kaldırdı. “Nedense dolandırıcıymışsın gibi geldi, poker surat.”
Anlık, küçük bir sırıtış dudaklarındaki yerini aldı ama bu çok kısa bir andı. “Gurur hepimiz hakkında küçük infolar vermiş bakıyorum sana,” derken sesi hâlâ donuktu ama bana bakarken donuk olan gözleri, şimdi biraz olsun arkadaş canlısı bakıyordu.
“Yoo, Gurur bir şey söylemedi. Sen biraz dolandırıcıya benziyorsun.”
“Aman dikkat et, dolandırılma o zaman.” Telefonunu kamuflaj pantolonunun cebine atıp, “Biz yokken burada her şey değişmiş. Kısa zamanda büyük değişikler,” dedi. “Sen de o değişikliklerden en büyüğüsün. Gurur’u nasıl kandırdın?”
“Soruya bak, sanki Gurur parkta oyun oynuyordu da gidip onu kandırıp, elini tutup götürdüm. Allah Allah.”
“Olası bir durum. Bilemiyorum.”
“Dikkat et, biri de seni kandırmasın o zaman.”
“Yok, ben kandıran tarafta olurum genelde.”
“Büyük konuşanlar genelde en büyük vurgunu yiyenler oluyor,” dediğimde bana dik dik baktı ama ağzını açıp tek kelime etmedi.
Yener, “Zeliş!” diye bağırınca olduğum yerde neredeyse zıpladım, Zafer bu hâlime kaşlarını kaldırarak bakıp bakışlarını Yener’e çevirdi. Yener, kamuflaj pantolonunun içindeydi ama üzerinde siyah bir tişört vardı. Ağır adımlarla bize doğru yürürken tesiste olmaktan son derece mutlu bir hâli vardı.
Canım acıdı.
“Vay be, buradasın,” dedim gülerek. “Birader, senin dinlenmen gerekmiyor muydu?”
“Gördüğün gibi mankenden farksızım şu an.” Ellerini beline koyup komik bir şekilde yürümeye başlayınca içimde yarattığı ağrıya rağmen elimde olmadan yüksek sesle güldüm.
Hemen arkasında Yaman’ın olduğunu gördüm. Yaman ağır adımlarla onun arkasında, onu korumak için görevlendirilmiş bir gölge gibi ilerliyordu. Yener, bir anda kolunu boynuma atıp beni kendine çekerek, “N’aber?” diye sorunca canının acımasından korkarak, “Yavaş, deli,” diye homurdandım.
“Yatalak Ali Rıza Bey yerine koyulmaya devam ediyorum yani?”
“Farkın mı var pezevenk?” diye sordu Yaman poker suratıyla. “Az önce kollarını açıp beni kucakla Yaman’ım, hasta biriyim diyordun.”
“Sen de kucaklamadın, götümün kenarı.” Yener, tekrar bana baktı. “Bu var ya, suratında hep şu ifadeyle işte. Kaknem tam.”
“Onu anladım zaten,” diye homurdandığımda Yaman bana boş boş baktı.
“Yuvamı o kadar özlemişim ki,” dedi Yener kafasını kaldırıp tesisin tavanına bakarak. “Biraz sonra Muşta önüme bir paspas atıp, git tuvalet temizle dese, yüzümde en sahici gülümsememle tuvaletleri bal dök yala kıvamında temizlerim. O şekil bir özlem bendeki.”
Yaman’ın donuk gözleri, Zafer’in kayıtsız bakan gözlerine dokundu. Birbirlerine çok kısa bir an için baksalar da ben o bakışların altındaki anlamları gördüm, o anlamların altında kaldım.
Lütfen Yener, yuvanın altı üstüne getirilse bile, kanatlarını buradan ileriye açma, burası senin yuvan, burası için savaş.
“Ağrın sızın var mı?” diye sordum sessizce.
Gözlerimi kaçırıp farklı bir yöne bakmak zorunda hissettim çünkü hissettirdikleri çok ağırdı. Gözlerim Gurur’u aradı, daimî destekçimi, yaslandığım güçlü dağı…
“Odasında,” dedi sessizce, ardından bakışları Yaman’a zorbalık yapan Yener’e kaydı. Yaman ile uğraşırken çok eğleniyor gibi görünüyordu, Yaman ona düz düz baktıkça şakanın dozunu artırıyordu. Girdap, Yener’e bakarken sertçe yutkundu, daha sonra derin bir nefesi içine çekip yüzüne sahte bir gülümseme ekleyerek ona doğru yürüdü.
Hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya başladım çünkü biraz daha kalırsam, tükenişe hızla varacaktım, belki Yener’e sarılıp ona tek bir sebep vermeksizin delice ağlamaya başlayacaktım.
Bunu hak etmiyordu. O, bizim gülen yüzümüzdü, yüzünün hep gülmesi gerekiyordu. O, gülmeyi hak ediyordu. Adımlarım yere daha sert bastı, belki de bunun nedeni içimde ağırlaşan duyguların bedenimi de ağırlaştırmasıydı.
Gurur’un odasının önünde durup avucuma geçirdiğim tırnaklarımı geri çektim, ellerimi kaldırıp avuçlarıma baktım. Avuç içlerimde tırnak izlerim vardı. Kapıyı tıklatmak için yumruk yaptığım elimi tam kapıya vuracakken, kapının aralık olduğunu fark edip duraksadım. Küçük bir aralıktı. Sessizce kapının önünde dikilmeye devam ettim.
Zihnimin içinde Yener, eski bir anıdan kopan sesiyle, “Bu tesis benim yuvam,” dedi, “eğer burası olmasaydı, ben evsiz olurdum. Eğer komando olmasaydım, ben kimsesiz olurdum.”
Boğazıma dolanmış gibi hisseden görünmez ellerin birden sıkılaştığını hissedince yumruğumu duvara bastırıp soluk almaya çalıştım. Panik atak nedir Gurur kaybolduğunda öğrenmiştim, şimdi ona benzer bir hissin usulca bedenime süzüldüğünü, zihnimi alabora ettiğini hissediyordum.
“Özür dilerim, elimden bir şey gelmiyor ki hiç,” diye fısıldadım sessizce, sesim öylesine kısıktı ki bunu ben bile duyamadım. Derken birdenbire, Gurur’un odasından bir camın kırılırken çıkardığı ses gelince irkilerek sıçrayıp bakışlarımı kapıdaki küçük aralığa çevirdim.
Tesisin duvarları üzerime çöküyormuş gibi hissederken paniğin hızla damarlarımda salındığı yok sayılamaz bir gerçekti ve birdenbire titremeye başlamıştım.
Hiç düşünmeden kapıyı itmemle, açılan kapının ardında kırılan aynanın yere devrilmiş kırıklarını görmem bir oldu. Gözlerim anılar gibi etrafa saçılan cam kırıklarından ayrılarak ona çevrildiğinde, işte oradaydı, kırdığı aynanın duvarda kalan birkaç şekilsiz parçasına bakıyor, o parçalardaki görüntüsü bile kırık dökük görünüyordu.
İçeri hızla girerken düşünceler etrafa saçılmıştı, mantık yoktu. Ona doğru yürüdüğümü fark ettiğinde kafasını kaldırıp bana baktı. Üstü çıplaktı, altında kamuflaj pantolonu vardı ve yumruğuna oturmuş kanı gördüğümde kalbim yerinden çıkıp gidecekmiş gibi hissetmiştim.
“Ne yapıyorsun?” diye sorabildim, sesim titriyordu.
Elini avucumun içine alırken, “Cam kırıklarına basma,” dedi ama onu duymazdan gelerek eklem kemiklerini lekeleyen kızıllığa çatık kaşlarla baktım.
“Neden yaptın bunu?” diye sordum ama cevabını zaten biliyordum. Çok sıkışık hâldeydi, ruhu alevler içindeydi, karmaşa dört bir yandan saldıran düşman gibi hissettiriyor olmalıydı. İyi değildi, tüm bu garip ruh hâllerinin sebebi ortadayken bir de ben yirmi dört saat boyunca ona mesafeli davranmıştım. Haklı sebeplerim elbette vardı ama değer verdiğin, önemsediğin insanın içindeki savaşı görmen, bazen ona çatı olman gerekirdi. Birdenbire kendimi çok suçlu hissettim.
Cevap vermedi. Sessizlik. Parmakları buz gibiydi, eklemlerinden kan sızıyordu. Ecza dolabına bakıp derin bir nefes aldıktan sonra, “Otur,” diyerek yatağını işaret ettim. Birkaç saniye sadece yüzüme baktığını hissettim ama kafamı kaldırıp onunla yüzleşemedim. O dediğimi yaptığında ecza dolabından kesikleri temizleyebileceğim birkaç malzeme çıkarıp ona doğru ilerledim.
Yatağın ucuna oturduğumda bakışları zemindeydi. Önce yarasını temizledim, sesini bile çıkarmadı, oysa canının çok yandığını biliyordum. Sonrasında parmaklarımı çenesine yerleştirip kafasını kaldırmasını sağladım. Gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde, o gözlerde ızdırabı görmek içimde ilerleyen o yıkıcı hissi güçlendirdi.
“Kendine çok yükleniyordun, değil mi?” diye sordum, cevap vermedi. Parmağımı çenesine sürterek, “Her şey yolundaymış gibi davranmaya çalışırken kendine çok yüklendin, değil mi?” diye sordum yeniden ve biliyordum ki bu sorum da sessizliğinin gazabına uğrayacaktı. Uğradı.
Beni yerden yere vuran, hiç beklemediğim bir anda çenesini dokunuşumdan kurtarıp alnını omzuma bastırması oldu.
Beni öldüren, omzumda ıslaklık hissetmek oldu.
“Bitti,” dedi, “Eylül’ü bitireceğim, Yener’i zaten bitirdim.” Sesi titriyordu. Parmaklarım güçsüzce kumral saçlarına doğru gitti, saçlarına dokundum, parmaklarımda başak tarlası yanmaya başladı. “Onu, içinde iyileştiği evin kapısını çalamayacak duruma getirdiler. Benim yüzümden.” Gurur yüzünü boynuma saklayıp, sessizce, “Benim yüzümden,” diye fısıldadı.
Ağlıyordu, belki küçük bir iki damla gözyaşıydı ama cehennem onun gözlerinden volkan gibi kalbime akıyordu.
“Onu ateşlerin içinden çıkardılar ama bilmiyorlar, bilmiyorlar, ben onu buz gibi bir geceye terk ediyorum,” dediğinde Yener’in gülümsemesinin onun da zihninin ortasında ucu yanmış bir portre gibi asılı durduğunu biliyordum. “Hayatını bitirdim onun, kardeşim o benim, ben kardeşim dediğim herkese zarar mıyım sadece? Öyleyim, öyleyim.” Alnını omzumun kemiğine bastırıp sürttü ve güçsüzce, “Öyleyim,” diye fısıldadı.
Saçlarını yavaşça okşarken sessizliğim, çeneme dek akan gözyaşlarımdandı.
“Eylül’ü mahvetmenin eşiğindeyim, Yener’i zaten mahvettim. Ben kardeşlerimin eceli miyim?” Gözlerimi yumup sözlerini hazmedemediğim için dişlerimi sıkarak saçlarını okşamaya devam ettim. “O benim için ölmeye daima hazırdı da ne oldu?” diye sorarken kalbim alev aldı. “Ben bir mayın oldum, o üstüme bastı.”
“Ağlıyor musun?” diye sordum, oysa o ıslaklığı hissettiğime yemin edebilirdim, ne diye soruyordum?
Kafasını geri çekmesi için ona dokunduğumda, başını daha da derinime, boynumun girintisine sakladı ve “Ne olursun kal böyle,” dedi, “senden başka sığınacak kimsem yok benim.”
Ellerimi sırtına kaydırıp, çıplak sırtına yavaşça dokundum, teninin altındaki kasılmaları hissettim. Kendini sıkıyordu. Kendini çok sıkıyordu. Ağlamamak için kendisini sıkıyordu; oysa o güzel ela gözlerden biliyordum ki birkaç damla yaş firar etmiş, boynumun girintisine sıcacık akıyordu.
“Senin suçun değil,” dediğimde yüzünü boyun girintime bunu söylememi istemiyormuş gibi daha sert bastırdı. “Uzan,” diye fısıldadım. “Gel.” Bacaklarını yavaşça yukarı çekti, çarşaflara postallarıyla basmasını umursamadı, ben de umursamadım. Yüzü boyun girintimdeyken yavaşça yatağına uzandı. Küçük bir çocuk gibi. Her şeye, en çok da kendisine küsmüş küçük bir çocuk gibi.
Saatler aktı.
Saatler aktı, gözyaşları akamadı.
Sırtını okşadım, başak gibi saçlarını, eğer yapabilsem elimi daldırıp ruhunu da okşayabilmeyi çok istedim.
Ona geçecek diyemedim çünkü bu onu kandırmak olurdu. Onu kandıramadım. Cam kırıklarını izledim ve o, kollarımda sakin nefesler almaya başlayana dek hiç kıpırdamadım. Sanki biraz kıpırdansam yerimde, o hassas bir cam olacaktı ve kırılacaktı ellerimde.
Kayıp giden zamanın içinde önce elini sardım, daha sonra kızarmış yüzünü avucumun içine alıp dudaklarımı alnına bastırdım. Hiç konuşmadık. Bana sığındı, her zaman ona sığınan kadının kollarında bu kez onun için sınırsız bir yer vardı. Bir defalığına dağ olma sırası benimdi.
Üzerine tişörtünü giydirdim, ardından elimi tuttu ve odadan çıkarken, geçip giden saatlerin içinde yepyeni hikâyeler yazıldı belki ama biz bu odada onunla baş başaydık.
Odadan çıktığımızda yine o güçlü adamdı.
Erlerden biri yanımızdan geçerken başıyla onu selamlayıp, “Yüzbaşım,” dediğinde gözlerinde yine o zalim ama muzaffer ifade vardı; yine koruyucu ve güven veren bir edası vardı.
Yener bize doğru gelirken, yüzündeki gülümseme bir daha görebilecek miyim acaba diye sorgulatsa da bana, ben de ona gülümsedim. Gurur’un omzuna elini koyduğunda ve “Kardeşim benim,” dediğinde, Gurur yeniden o soğukkanlı komandoydu, oysa saatlerce kollarımda kalmış çocuk yanını biliyordum.
Yener, tek elinde bir çay bardağı tutuyordu. Çayı kim için aldığını merak ettim. Çünkü kendisi için olsa içerdi. İçim acıdı.
Yener başıyla ilerideki toplantı odasını işaret ederek, “Bizimkiler orada,” dediğinde gözlerim kapısı aralık duran toplantı odasına kaydı. “Bizsiz ne plan projeler yapıyorlar hadi bir öğrenelim.”
Gülerek önümüzden yürümeye başladı.
Her bir adım, bir kalp atışı sesiydi.
Toplantı odasının önüne önce Yener geldi ve sonrası bir kıyametti. Adımları tam kapının önünde durduğunda, omzunun üzerinden son kez bize bakıp gülümsediğinde ve bakışlarını yeniden salonun aralık kapısına çevirdiğinde…
Vural sessizce, “Allah aşkına, Muşta!” diye yakardığında ve “Ona kalbin delindi nasıl diyeceksin, askerliğe uygun olmadığını nasıl söyleyeceksin, kurbanın olayım!” dediğinde…
Yener, yeniden göğsünden bir kurşun yemiş gibi omzu geriye doğru gidip geldiğinde…
Elindeki çay bardağı kayıp düştüğünde, bardak patladığında, cam kırıkları etrafa saçıldığında…
İşte tüm bunlardan sonrası, Yener Açıkgöz’ün kıyametiydi.