Anılar, sonu mutsuz biten bir romanın sayfaya düşen çaresiz harfleri gibiydi.
Ben o harfleri taşıyan sayfalar gibiydim, kendimde çevirdiğim her bir sayfa bende kapanması güç yaralar açıyordu.
Romanın sonuna kadar yaşar mıydım bilmiyordum.
Ona bakıyordum. Onu ilk gördüğüm anda değildik ama onu ilk kez görüyormuşum gibi bakıyordum.
Onu ilk gördüğümde, hayatımın dönüm noktasının onun gözlerinde başlayarak dudaklarında son bulacağını biliyordum.
Onu ilk gördüğümde, ormanda bir yangın vardı ve yangında ilk ölen ağaçlar olması gerekirken, ilk ölen ben olmuştum.
Onu gördüğümde, ölüm artık benim gölgemdi.
Bakışlarından dökülen anılar üzerimi örtüp beni anılarımızla dolu bir mezarlığa çevirmeye başladığında, ruhumu kazarak içine kendini yerleştiren zehirli kadın, gözlerini dikmiş beni izliyordu ama onun beni izlediğini gören sadece bendim. Tıpkı Efken gibiydi, orada durmuş beni izliyordu, ruhumun derinliklerinde tırnaklarına ait çentikler vardı ve artık beni tükettiğinin farkındaydı.
Efken artık biliyordu.
Ve bunu ona söyleyen ben değil, anılar olmuştu.
Kollarımı yakalayıp beni yerden kaldırdı. Yüzlerimiz aynı hizaya gelecek şekilde başını eğdiğinde soğuk parmakları çenemi kavramış, kafamı kaldırmıştı. Gözlerimiz aynı eksende birbirine yaslı duran gezegenler gibiydi. Bakışlarında sorgu yoktu, bakışlarında şaşkınlık da yoktu; bakışlarında çözümleyemediğim, kimsenin de çözemeyeceği bir şey vardı. Adı yoktu. Sadece oradaydı. Buz yarıklarıyla dolu uçurum mavisi gözlerinin içinden bana uzanan yardım çığlıkları gibiydi ve kalbimi ağrıtıyordu.
Gökyüzünden tanrının yazdığı romanın kâğıt parçalarıymış gibi dökülmeye başlayan kar taneleri onun siyah saçlarına dokunarak orada asılıp kalıyordu.
Etrafımızdaki her şey donmuş gibiydi. Arkadaşlarımızın tepkileri donmuştu, zaman donmuştu; sadece kar taneleri ve biz vardık.
“Ben olduğumu benden sakladın,” derken sesinde öfke de yoktu şaşkınlık da. Hatta anlam veremediğim her duygu oradaydı ama hiçbiri olumsuz değildi. Gözlerimiz birbirinden ayrılmazken ellerimi sıcak kollarına koyup yutkundum. Çenemi biraz daha havaya kaldırdı ve yüzümü büyük avuçlarının içine aldı. “Sen beni mi korumaya çalıştın?”
Dudaklarım tam bir şeyler söylemek için aralanacaktı ki, uzaklardan gelen adım sesleri, sanki o sesler kafamın içinde tepinen gürültülü bir yankıymış gibi irkilmeme neden oldu. Aynı sesleri Efken’in de duyduğunu yumuşak bakan gözlerinin birden sertleşmesini görür görmez anladım. İkimiz de omzumuzun üzerinden ormana doğru baktığımızda, Kar Ormanı’ndaki karanlık ağaç topluluğunun arasından bize doğru gelmeye başlayan turuncu takımlı adamı gördük. Yüzüm hâlâ Efken’in avuçlarının içindeydi ve Efken’in avuçlarının birden cehennem gibi alev içinde kaldığını hissettim.
Korku bir gölge gibi kalbime dolanıp kalbimi sıkıştırdı çünkü tüm arkadaşlarımız buradaydı ve çoğu sanırım normaldi. Efken’in ise normal olmadığını artık biliyordum. Kalbim onun ne olduğunu biliyor, zihnim o kelimeyi içine aldığı hâlde reddetmeyi seçiyordu; yine de biliyordum.
İbrahim, “Bu o bardaki orospu çocuğu,” dedi dişlerinin arasından, sesi ilk kez bu denli ciddi geliyordu.
Adam mesafeye rağmen onu duymuş gibi parmağını kaldırıp dilini şaklatarak, “Çok ayıp,” dedi ve bize doğru adımlamaya devam etti. “Misafirperverliğinize ne oldu sizin sevgili dostlarım?”
Ulaş elindeki arbaleti kaldırıp göğüs hizasına getirirken, “Düşman dediğiniz bu mu?” diye sordu soğukkanlı bir sesle. “Tek bir okla kalbinin içinden geçebilirim.”
“Deneme bile insan çocuğu,” dedi turuncu takımlı adam parmağını uyarıcı bir şekilde iki yana sallayarak. Her bir adımında aramızdaki mesafe uçuruma dönüşüp genişliyor gibiydi. Efken ellerini yüzümden çekti, elini beline attı ve çıplak bel boşluğuna sapı sürtünen silahını çıkarıp adama doğru doğrulttu ama bunun faydasız olacağını biliyordu. Adamın dudaklarındaki sinsi gülümsemeyi gördüm. “O silahtan daha güçlü olduğunu bilmesem yerlere yatıp gülmeye başlardım ama seni hafife almamam gerektiğini biliyorum dostum.”
Ceyhun bir adım öne çıkıp, “Sezgi!” diye bağırdı verandaya doğru bakmadan. “Hemen eve gir.”
“Cadıyla bir sorunum yok sevgili boşluk,” dedi Ceyhun’a anlaşılmaz bir şekilde. “Benim işim sevgili Medusa ile. Medusa’ydı değil mi? Yanlış seslenmiyorumdur umarım. Şu silahı indirir misin?”
“Beynini dağıtmamı mı istiyorsun?” Efken sorduğu sorunun akabinde beni arkasına saklayarak silahın namlusunu adama doğrultmaya devam etti. Crystal’in bacaklarının hafif aralık durduğunu, bedeninin yeniden yaylandığını fark ettim, bir panterin avını izlediği gibi adamı izliyordu ama adam ona bakmıyordu.
“Biraz güneş ışığıyla beynim geri toparlanacaktır,” dedi adam ve adımları durdu, bakışlarını tek tek üzerimizde gezdirip genişçe sırıttı. “Epi topu bu kadar mıydınız?”
Sezgi’nin Yaren’i kolunun arkasıyla eve doğru ittiğini göz ucuyla gördüm ve içim rahatladı. Yaren’i eve kapatıp verandanın merdivenlerini inmeye başladığında, adamın gözleri verandaya doğru kaydı. Bakışlarında değişen bir şeyler gördüm.
“Amatör bir cadı için fazla iddialı hareket ediyorsunuz, lütfen dikkat ediniz genç bayan.”
“Onunla düzgün konuş,” diye hırladı Ceyhun.
“Boşluktan gelen ses hep bir başkasına ait olan yankıdır,” dedi adam yüzünde ciğerci bir kediyi anımsatan muzip gülümsemesiyle. “Öyle değil mi Ceyhun?”
“Sen benim adımı nereden biliyorsun?”
“Sevgilinin bir cadı olduğunu biliyorken, senin zavallı insan ismini bilmeyecek değildim.” Adam bakışlarını otomatik olarak bana çevirince, Efken tetiğin güvenliğini kaldırdı ve çıkan ses ormana dağıldı. Adam tekrar dilini şaklattı. “Silaha ihtiyacın yok ama böylesi işime gelmiyor desem yalan olurdu.”
Crystal, “Buraya tek başına gelerek başına büyük bela aldın. Çoğu uyanmamış olsa da ben son derece uyanık ve diriyim,” dedi yankı uyandıran bir sesle.
“İstersem Crystal, onların zihinlerini paramparça edebilirim,” dedi elini kaldırıp bir şeyi sıkıyormuş gibi yumruğunu kapatarak. “İyi biliyorsun, değil mi? Bunu ister misin?”
“Tamamını bilmediğin hikâyenin parçası bile değilken hiçbir sik yapamazsın ahmak,” dedi Crystal. “Karşında çocuk mu var sanıyorsun sen?”
“Yalnız geldiğimi sanacak kadar ahmak olamazsın.” Bir an bu cümle duraksamama neden oldu. Efken’in koluna elimi koyup bir adım öne çıkarak Efken’in yanında durdum. Gözleri hızla beni kavradı. “Ama… Eğer o benimle gelirse, asla zorluk çıkarmayacağıma ant içerim.”
“Onu benim elimden ölüm bile alamaz,” dedi Efken silahı indirip, başını ölümcül bir şekilde omzuna doğru eğip tehlikeli gözlerle adama bakarak. “Onu sana vereceğimi mi sanıyorsun?”
“Ah bu kederli âşık erkek sözleri… Daha ona duygularını bile açmadın, değil mi?” Efken dişlerini gıcırdattı ama sinir bozucu gülümsemesi dudaklarındaydı. Sezgi’nin arkamda durduğunu çok sonra fark ettim. “Benimle gelirse hır gür çıkmaz, insancıklar da zarar görmez.”
Ulaş arbaletini göğüs hizasından ayırmadan okunu arbalete yerleştirdi. Adamın gözleri anlık ona dokundu ve “Arbaletini eritmemi istemiyorsan sakin ol çamurdan gelen,” dedi sertçe. “Kızı istiyorum.”
“Buradan giderken buraya ait tek bir kar tanesini bile yanında götüremezsin,” dedi Efken.
“Senin küçük zarif kar taneni götüreceğim ama…”
Bizi yutan, herkesi derin düşüncelere emanet eden bir sessizlik yaşandı. Ama ben durmadım, bir adım daha öne çıktığımda Efken arkamda duruyordu.
“Benden ne istiyorsun?” diye sordum ve saçlarım, kar soğuğunu içine alan gezgin rüzgâr tarafından yana doğru uçuşmaya başladı. Düşmanın bakışları beni baştan aşağı süzdü, kendi yüzünü bir insanın suretine saklamış olsa da gözlerinin içinde lavlar akıyor gibi görünüyordu, gerçek alevler gözlerinin içinde dolaşıyordu ve bunu fark eden İbrahim ile Ulaş’ın bir adım geri çekildiklerini hissettim. Korku yavaşça damarlarına doğru sürünüp bir yılan olarak kanın içine daldı, yüzmeye başladı. “Sana benden ne istediğini sordum.”
“Sendeki gücü istiyorum,” dedi adam, gözlerindeki alevler harlanınca, bir an nefesimin kesildiğini hissettim. Efken hırlayarak öne doğru bir adım çıktı ve her nasılsa bunun düşmanı ürküttüğünü fark ettim. Sanki ayağı bir adım geriye atmak için havaya kalkmıştı. Efken’den korkuyordu. Hatta ondan korkan İbrahim’den de korkuyordu. “Sen ve ben,” derken sesindeki tereddüdü hissettim. “Çok iyi bir ikili olabiliriz. Sendeki enerjiyle mühürler parçalanıyor, bendeki ateşle evren yanabilir. Sen ve ben çok fazla şeye sahip, çok fazla şeye hakim olabiliriz. Benimle gel ve savaş başlamadan bitsin. Ya da onlarla kal ve ateşimin son harına kadar sizi mahvedeyim.”
“Onunla bu cüretle konuşurken ölümü göze alıyorsun, değil mi?” diye sordu Efken, sesinin ilk kez bu tonda çıktığını fark ettim, sanki o sesin içinde ecel vardı. “Onu kendine isteyerek aslında kendine benim tarafımdan kazılmış bir mezar seçiyorsun.”
Adam tekrar yutkunup, “Siz çömezler, neler yapabildiğimi tahmin bile edemezsiniz,” dedi.
“Sen de benim,” dedi Crystal yavaşça yere eğilip avucunu karların içine batırarak. Yerde gürültüyle ilerleyen sarsıntının adamın ayaklarının altından geçerek bedenini titrettiğini gördüm. Ulaş bu tuhaf görüntüye rağmen arbaletini göğsünün altına çekerek oku tekrar yerleştirip gerdi ve İbrahim de botlarının arkasından iki melek kanatlarına sahip küçük hançer çıkarıp dudaklarına sinsi bir tebessüm kondurdu. Efken boynunu çıtlatıp silahın güvenliğini postalının tabanına silahı sürterek kaldırdı ve karların içinde adama doğru yürümeye başladı.
Sanki perde kapanıyor, oyuncular usul usul dağılıyor, piyesin diğer sayfasına geçiliyormuş gibi kendimi başka bir ânın içinde, kostümümü değiştirip sahneye adım atarken buldum.
Her şey anlık gelişmişti. Her zaman olduğu gibi.
Avucumu yere vurmuş, yere vurmamla beraber parmaklarımdan akan alevler karların içinde sanki takip etmeleri gereken ince bir barut çizgisi varmış gibi hızla ince bir yol çizerek ilerlemeye ve ateş çatırtılar çıkarak adamın etrafını sarmaya başlamıştı. Kaosu başlatmak kolaydı ama kaosu idare edebilmek çok zordu.
Şimdi kaosu başlatıyordum, bunu biliyordum, bu gücü ağırbaşlılıkla karşılıyordum ama kaosu nasıl idare edecektim işte bunu bilmiyordum. Adam etrafını saran alevlere gözlerinde alevlerin yansımaları oynaşırken hem dehşet hem de hayranlıkla baktı.
“Mükemmel bir güç,” dedi adam. “Ama unutma. Ateş ateşten olanı yakmaz.”
Avuç içlerini yere konumlandırıp elleri havadayken zemine yukarıdan müdahale ediyormuş gibi parmaklarını oynattı. Avuçlarımdan akarak karların içinde şeritler çeke çeke ilerleyen ateşler geriye doğru püskürdü ve onun avuç içlerinden yere rüzgâr gibi esen sarı alevleri gördüm. Crystal yere bir defa daha vurdu, sarsıntı hızla geldi, alevleri salladı ve alevlerim yeniden adamın üzerine doğru akın etti ama faydasızdı.
Avucumu yere daha sert bastırıp, Crystal de yeri sarstığı için alevlerin onu sarması daha kolay olur düşüncesiyle daha çok çabalamaya başladım. Bir kâğıdın havaya attığı kesiğin sesini duydum ama avucumu karlardan çekmedim. Düşmanın gözlerini bürüyen korkuyu tam da o anda fark etmiştim. Bakışlarını sabitlediği yere doğru bakmak için kafamı çevirdiğimde İbrahim’in elinde iki küçük melek kanatlı hançerle karların içinde düşmana doğru koşmaya başladığını gördüm. Ulaş bir oku doğrudan düşmana gönderdi ama düşmanın alevleri oku yarı yolda alevden bir mızrağa çevirip küle döndürdü.
Düşmanın gözlerinin ikisinde de olmadığını, başka birinde olduğunu, Efken’in çıplak omuzlarının aldığı derin nefesler sonucu yükselip kalkmaya başladığını fark etmemle anladım.
Bir kâğıt daha rüzgârı kesti ve kesik sesleri çoğaldı. Karların içinden yükselmeye başlayan kâğıtların, sırtı bize dönük duran tarot kartları olduğunu fark ettiğim an yerde duran elim titredi ve alevler dağınık bir şekilde akmaya başladı.
Kartlar bir hortum, hatta bir girdap oluşturuyor gibi yükselip Efken’in etrafında dönmeye başladı. Efken ise olduğu yerde dimdik duruyor, kartlar teninin etrafında uçuşurken mavi gözlerinin yalnızca beyazı görünüyordu. Sezgi elini omzuma koyunca, avucumun içinden akan ateşler dalgalanarak yükselmeye başladı. Gözlerimi Efken’den ayıramıyordum.
Bu görüntü karşısında düşman, “Lanet olsun,” diye hırladı. Gözlerinin Efken’den bir an olsun ayrılmadığını hissettim. İbrahim ateşlerin üzerinden atlayıp hançeri kaldırarak ona vurmak üzereyken bile o sadece Efken’e bakıyordu. İbrahim ustaca kullandığı melek kanatlı hançeri adamın omzuna sapladı ve alevlerdeki dalgalar arttı. Ulaş arbaletine bir ok daha yerleştirip gerdi, adamın omzundan kan değil lav akmaya başladığında, “Madem kaos istiyorsunuz,” diye hırladı ve gözleri hâlâ Efken’deyken tekrar konuştu: “Güneşin Gölgeleri.” Başını eğip geri kaldırdı. “Sahne sizin.”
İbrahim birden kör olmuş gibi hançeri tutan ellerinin bileklerini yüzüne götürdü.
Birbiri ardına patlayan flaşlarla beraber karanlık bedenlere sahip, içlerinde damarlar şeklinde kökler uzanan ve o köklerde lavlar gezinen bir sürü şekilsiz varlık tam karşımızda belirdiğinde, adam, “Ben Manbel,” dedi yankılı bir sesle. Omzundan hızla akan lava elini bastırdı, gözlerinin dibindeki alevlerin dalgalandığını buradan bile görebiliyor, paniği derinlerimde hissedebiliyordum. “Eğer gölgelerimin elinden sağ kurtulursanız, yeniden görüşeceğiz dostlarım.”
Gözleri son kez Efken’in kartların içinde sapasağlam duran bedenine saplandı ve aniden dışarı fırlayan kanatlarının rüzgârı İbrahim ile beraber alevleri de geri püskürttüğünde Manbel artık orada değildi.
Ama arkasında bıraktığı, içinden lav damarları geçen karanlık silüetler hâlâ buradaydı.
Tarot karları keskin bıçaklar gibi hızla yere düşerek Efken’in ayaklarının etrafına dik bir şekilde saplanmaya başladı. Efken hırlamayı anımsatan bir ses çıkararak kafasını havaya kaldırdı ve bilinci geri geldiğinde gözlerini karşısında duran o şekilsiz silüet ordusuna çevirdi. Silüetlerin yüzleri karanlıktı, sadece bir çift göze benzer lavdan çukur yüzlerinin tam ortasında duruyordu. Bizi görebiliyorlardı ama asla harekete geçmiyorlardı. Sadece orada öylece durmuş bizi izliyorlardı. Sayıları yaklaşık yüze yakındı, birbirleri ile aralarında birer metrelik mesafeler vardı, hepsi aynı boydaydı ama cüsseleri farklılık gösteriyordu.
Sezgi kısık sesle, “Hareket etmeyin,” diye fısıldadı, “sakın yaşam belirtisi göstermeyin.”
Crystal eli hâlâ yerdeyken, “Manbel bir demon. Yani bir tür şeytan,” dedi, alnı ter damlacıklarıyla dolmuştu. Onu gördüğü an, tanımış olmalıydı. “Ona ‘Güneşin Karanlık Yüzü’ diyorlar. Yani eğer bu Manbel, o Manbel’se, buraya tohum gibi bıraktığı bu gölgelerle sayımız bu kadar azken savaşamayız.”
“Böyle bekleyemeyiz,” diye fısıldadım, elim hâlâ yerdeydi, alevler dağınık bir şekilde karların üzerinde geziniyordu. Efken’in olduğu yerde kıpırtısız bir şekilde yaratıklara baktığını fark ettim, sanki bir strateji geliştirmeye çalışıyor gibiydi.
Sezgi, “İbrahim’in hançerleri gümüşten,” dedi, “gümüş bu tür şeytanları ciddi şekilde yaralayacaktır. Öldürür mü bilmiyorum ama ölümcül yaralar açabilir.”
İbrahim’in gözlerinin Sezgi’ye çevrildiğini gördüm, onu duymuş, başını yavaşça, belli belirsiz sallayarak Sezgi’nin ne demek istediğini anladığını göstermeye çalışmıştı.
Ceyhun yerinde kemik gibi duruyorken, “Belimde bir bıçak var,” dedi, oldukça sessizdi. “Gümüşten değil ama gümüşe yatırılmış. İşe yarayacağını söyleyin.”
“İşe yarayacaktır aşkım,” dedi Sezgi sessizce.
“Bir sonraki adımımız ne?” diye sordum gözlerim bizi izleyen korkutucu topluluktayken.
Efken’e bakmasam da gözlerini ayaklarının etrafına bıçak gibi dimdik saplanmış tarot kartlarına indirdiğini hissetmiştim. Efken soğuk bir sesle, “Ulaş,” dedi. “Oklarını kot pantolonuna sürterek yaya yerleştir. Demir büyük bir hızla sürtünürse gümüş etkisi görecektir.”
Ulaş hareket etmeden, “Tamam,” diye fısıldadı.
“Etki etmez ama yavaşlatır,” dedi Sezgi, “bilinçleri yok, bizi anlamıyorlar, konuşmalardan çıkarım yapamıyorlar. Şu an bizi tehdit olarak görmedikleri için de saldırmıyorlar. Hareket ettiğimiz an tehdit olarak algılayacaklar.”
“Plan kurmadan atağa geçemeyiz,” dedi Crystal. “Mahinev’i sağ istese de bu şeyler her şeyi tehdit olarak algıladığı için Mahinev’i de yok etmeye çalışacak.”
Köknarların arasından çıkan gümüş kurdun varlığı, bir zehir gibi zamanın içine damladı. Büyük patisiyle bir adım attı ve araziye doğru çıktı. Tüm soluklar tutuldu. Onu görenin sadece ben olmadığımı anladım. Herkes iri gözlerle köknarların arasından çıkan o dev cüsseli gümüş kurda bakıyordu.
“Hassiktir,” diye fısıldadı İbrahim.
Ulaş ise, “Lütfen sadece bir kez daha bayılmama izin verin,” dedi.
“Bayılırsan hareket edersin amına koyayım, dur öyle,” dedi İbrahim panikle. “Bak, ben bile bayılmıyorum.”
Yaratıklar kurdu fark etmedi ama kurt önce bize, sonra da önümüzde bir ordu şeklinde dizilmiş yaratıklara baktı. Kendi zihnimde tutsaktım. Zincirleri zorladım ve zihnimden çıkmak için uğraştım. Zincirler beni sıktı ve bırakmamak için direndi ama ben de direndim. Kurdun karların içine gömülerek geri çıkan güçlü adımları bize doğru gelmeye başladı. Yaratıkların kırmızı oyuktan lav gibi parlayan gözleri bizi izlemeye devam ediyordu.
“Kurt bizim için burada,” dedi Efken sabit bir sesle. “Yardım etmek için burada.”
Bunu nereden bildiğini ona sormaya cesaret edebilecek hiç kimse yoktu. Zaman donmuştu, biz de zamanla beraber donmuş gibiydik, kar taneleri yangından artakalan küller gibi saçlarımızın etrafında uçuşuyor, saçlarımıza tutunuyordu. Zihnimle savaşmaya devam ediyordum. Başka neler yapabileceğimi bilmek, kendimi, özümü, kim olduğumu hatırlamak istiyordum. Yaratıkların bedenleri titredi, görüntüleri kaydı ve geri geldi.
Gümüş kurt çenesini kaldırdı, alnında gümüş tenine zıtlıkta altın bir hilal parladı ama bu anlıktı. Sanki bize bir işaret vermiş gibi gözlerini Efken’e indirdiğinde Efken de başını yavaşça kaldırıp indirerek onu onayladı ve bundan sonrası, bitmeyecek gibi başlayan koca bir kaostu.
Efken atik bir şekilde yerde dikili duran tarot kartlarından birini aldı ve daha bir saniye geçmemişken kartı bir bıçak gibi sertçe yaratıklara doğru fırlattı. Yaratıklar uyanışa hızlıca geçti ama tarot kartı daha hızlıydı, çoktan dört tanesinin yan yatmış bir şekilde boynundan geçerek başlarını yere düşürmüştü bile. Yere düşen başların ortasında yanan gözler sönmüş, bir süre sonra bedenler kara bir duman olup kaybolmuştu. Ulaş arbaletine okları hızla koyuyor, bize doğru hızla akın etmeye başlayan yaratıklara fırlatıyordu. Efken tarot kartlarını fırlatarak onlara doğru koşarken yere avuçlarımla vurdum ve ateşler yükselerek hızla onlara doğru gidip aralarından birini içine aldı, yandığını görmedim ama dumana dönüşünü izleyebildim.
İbrahim zıplayıp ateşlerin üzerinden geçti, melek kanatlı hançerlerinden birini gölgelerden birinin omzuna sertçe sapladı ve yaratıktan kan değil sıvı kıvamında is sıçradı. Kurdun koca cüssesiyle tek seferde dört, beş yaratığın boynunu kopardığını ve onları kapkara dumanlara dönüştürdüğünü görmüştüm. Crystal gölge gibi titreşen yaratıklardan birinin boynunu arkadan kavrayıp tenine is lekeleri bulaşırken onu kendi etrafında döndürdü ve boynunu güçlü kollarıyla kopardı. Kollarına yığılan yaratık duman olup kayboldu.
“Başarabiliriz!” diye bağırdı Crystal. “Saldırmayı bırakmayın!”
Ulaş’ın pantolonuna sürtüp arbaletine yerleştirdiği, ardından da yaratıklara fırlattığı her bir ok, ölümcül yaralar açamasa da yaratıkları yavaşlatıyordu.
Ceyhun bıçağını öne doğrultmuş, Sezgi’yi korumak ister gibi ona siper oluyordu ve onlara doğru gelen her yaratığa ölümcül kesikler açıyordu, Sezgi ise uçuşan kızıl saçlarıyla henüz zihninde gölgeli hâlde duran büyüleri fısıldıyor, yaralanan gölgeler yaraları iyileşemeden patlayarak dumana dönüşüyordu.
Efken, tarot kartlarından bir tanesini yaratıklardan birinin soluk boşluğuna sapladı ve yaratığın göğüs kafesi olduğunu düşündüğüm noktaya dirseğiyle vurup yaratığı geriye doğru düşürdü. Yaratık dumana dönüştüğünde, yerde dimdik duran tarot kartı savaşı kazanmış bir bıçak gibi is lekeleriyle parlıyordu.
Yerdeki alevlerin mimarıydım, alevleri geri çekmemle ateşin ilerlediği kısımlar kapkara oldu. Karların içinde sayıca hâlâ azalmamış, tekimize on, on beşer gruplar hâlinde saldıran yaratıklara doğru koşmaya başladım. Çığlıklarım tüm ormana yayılıyor, her bir adımımdan sonra avuçlarımdan fırlayan kor alevlerle gölgelere vuruyor, onları düşürüyor, alevlerimin onları patlatana kadar yakmasını sağlıyordum.
“Başarabiliriz,” diye fısıldadım rüzgâra doğru.
Kar taneleri saçlarımın arasında bir yığın oluşturdu ve saçlarımı sallayarak durup iki avucumu birbirine yaklaştırdım, avucumun içinde önce altın rengi, sonra turuncu ardından da kor kızılı olan ve gitgide daha da büyüyen o topu uysallaştırdım, ardından hırçınlaştırdım, ardından da önümdeki on beş yaratığa doğru savurdum.
Ateşten top onlara doğru giderken alevler bir kuyruklu yıldızın kuyruğu gibi onu takip ediyordu. Top onlara çarptığı an geriye doğru savruldular ve gümüş kurt üstlerine atlayarak onları parçalamaya başladı.
Gücü hissettim. Damarlarımı yakıyordu. Kontrol edilmesi zordu, ellerimden kayıp gidiyordu ama yine de peşinden gittiğimde onu durdurabiliyor, yönetebiliyor, daha da delirtebiliyordum.
“İşte böyle!” dedi Crystal arkamda durup yarattığım manzaraya gururla bakarken. “Senin içinde durdurulamayan o güç, eğitilmeye ihtiyaç bile duymuyor. Ye onları.”
Yere bir tekme savurdu ve karlar ikiye yarıldı. Yarık hızla ilerleyen yaratıkların bazılarının dengesini kaybettirdi, gümüş kurt kafasını havaya kaldırıp yüksek sesle ulumaya başladığında, tarot kartını yaratığın gözüne saplayan Efken’in bakışlarının hızla kurda saplandığını fark etmiştim.
Kurt uzun uzun uludu.
Ölümü çağıran bir ulumaydı bu.
İbrahim’in önüne gelen yaratığı keserken arkasında ona doğru gelen yaratığı fark etmemesi, bu ulumanın da yankılarıyla beraber zihnime tırnağını sapladığında, “İbrahim,” diye fısıldadım.
Yaratık İbrahim’i ensesinden kavrayıp yere düşürdü, melek kanatlı hançerlerinden biri elinden fırlayıp metrelerce uzağa savruldu. Efken’in ona doğru koştuğunu gördüm ama yaratık onun elinde tuttuğu bir diğer hançeri almak için onunla savaşıyordu. İbrahim’in bileğini kavrayan kara elinin İbrahim’in bileğinde yanık izleri oluşturduğunu gördüğüm an boğazımdan bir hırıltı yükseldi. Ulaş’ın oku, İbrahim’in üzerindeki yaratığın sırtını deldi ama yaratık bu darbeye hiç tepki vermeden İbrahim ile savaşmaya devam ediyordu, Efken ise yarı yolda sayıca beş olduklarını düşündüğüm, birbirlerine sokulup tek bir bedene dönüşmüş o dev mahlukatla boğuşmaya başlamıştı.
Avucumdan fırlayan alevlerden birini tam önüme gelip beni kıstırmaya çalışan yaratığın yüzüne vurup parmaklarımı kordan gözlerinin içine soktuğumda, yaratığın karanlığı anımsatan çığlığını duydum. Bir uğultu gibiydi. Parmaklarımı göz boşluklarına tamamen bastırmamla çığlıkları ağıta dönüştü ve önce kafası sonra da bedeni patladı. Parmaklarımdaki isi üzerime silip koşmaya başladım.
“Efken!” diye bağırdım onu keskin görünen uzun pençeleriyle yaralamaya çalışan, diğerlerinin üç katı boyundaki yaratığa bakarken. “Göğsünü hedef alacak, tekme at!”
Efken, dev yaratığın karanlık bacaklarından birine vurup karların içinde takla attı ve yaratığın arkasına geçip sırtına atladı. Yaratığı omuzlarından tutup geriye doğru çekerken dudaklarının arasına aldığı tarot kartı düşmesin diye ekstra çaba sarf ediyordu. İbrahim’e doğru koşmaya devam ettim ama gözlerim bir an olsun Efken’den ayrılmadı.
“Medusa!” diye bağırdı Efken koca yaratığın sırtındayken. “Uzaklaş!”
Onu dinlemedim, karların içinde fırtına gibi eserek ilerledim ama Efken ile koca mahlukata doğru gelen bir sürü yaratık olduğunu görünce bakışlarım Efken ve İbrahim arasında mekik dokudu. Tam bu sırada İbrahim yüksek sesle kahkaha atmaya başladı. Bu kahkaha o kadar kuvvetli ve sinir bozucuydu ki, arazideki tüm yaratıklarla beraber onun bileğini yakarak ona abanmaya devam eden yaratık da donup kalmıştı. İbrahim hırıltılı nefesler alıp tekrar kahkahalara boğuldu ve bununla beraber Sezgi ellerini havaya kaldırıp o karmaşık kelimelerin birbirine sokularak bir bütün oluşturduğu garip tılsımı okumayı hızlandırdı.
“Her ne yapıyorsa onları durduruyor!” diye bağırdı Ceyhun ve bıçağını bir tanesinin boynunda kaydırıp kellesini eliyle iterek yere düşürdü. “Ulaş, izlemeyi bırak da onları yaralamaya devam et!”
Ulaş irkilerek arbaletine bir ok daha yerleştirip yayı iyice gerdi, İbrahim’in kahkahaları karları yerden yükseğe uçuşturup bir toz fırtınasına çevirdiğinde, Efken sırtına tırmandığı koca mahlukatın kafasını tarot kartlarına gerek bile duymadan iki eliyle kavrayıp sertçe çekti ve kopardı. Kafa yere düşüp karların içinde yuvarlanmaya başladığı anda beden de yıkıldı ve Efken bedenin üzerinden çevik bir şekilde sıçrayarak hızla ağzındaki tarot kartını çıkarıp önünde duran bir yaratığı başından ayağına doğru ikiye yardı.
İbrahim, kahkahalarının ardından bir an susup gözlerini dikkatlice onu altına alan yaratığa dikti ve avucunu açtı. Avucunu açmasıyla, elinden fırlayan bir diğer melek kanatlı hançer yerde süründü, akılalmaz bir hızla havalanıp İbrahim’in avucunun içine yerleşti. İbrahim bir kahkaha daha attı, o kahkaha ölümün kahkahasıydı. Bıçağı doğrudan yaratığın kafatasına sapladı. Fışkıran is kan gibi boşalarak İbrahim’in yüzüne akmaya başlamıştı.
İbrahim’in susan kahkahası, yaratıkların şaşkınlığının dağılmasına neden olduğunda artık ortalık daha da kızışmıştı. Kaçacak hiçbir yerimiz yoktu çünkü yaratıklar bizi kendi evimizde avlamaya karar vermişti. İçimde durdurak bilmeyen o kuvvet, amatörlüğün de getirdiği cesaretle harlandığında artık önüme gelen her yaratığın kafasını avuçlarımın içine alıyor, avuç içlerimde güneş varmış gibi düşünerek onların kafataslarını eritiyor, patlatıyordum.
Yaren, “İbrahim!” diye bağırdı, zaman ikiye yarıldı, yankılar her yanı sardı. Kaosun ortasına cemre gibi düşen korku Yaren’e aitti ve Efken o korkunun sahibinin sesini duyduğu anda paniğe kapılmıştı.
“Yaren, hemen eve gir! Hemen gir!” diye bağırdı Efken öfkeyle, o sırada ona doğru hızla gelen yaratıklardan biri onu omzuna çarparak yere düşürmüştü ama o aldırış etmeden kız kardeşine doğru bakmaya devam ediyor, “Yaren!” diye haykırıyordu. “Hemen eve gir!”
Avuçlarımın arasında bir yaratığın karanlık kafası varken Efken’e bakakaldım, bunu fırsat bilen yaratık dev pençelerini karnıma saplıyor, beni yukarı doğru acımasızca çiziyordu ama sesimi çıkaramıyordum; sanki korku beni felç etmişti. Efken’e baktığım sırada göz bebeklerim gözlerimin içinde infilak etmek üzere olan bir bomba gibi şişip genişlemişti.
Acı çok yoğun bir şekilde geldi. Tüm hücrelerimi baştan yaratmak zorundaymışım gibi, her bir santimimde beni parçalamak için ilerliyormuş ve beni sona yaklaştırıyormuş gibi geldi. Yaratık pençelerini daha ileri ittiğinde hırlayarak, “Efken,” dedim.
Gümüş kurt, Efken’in üzerinde onu pençeleriyle parçalamak isteyen yaratığı öyle hızlı bir şekilde kaptı, öyle hızlı bir şekilde karların içinde yuvarlayarak savurdu ki göz bebeklerim birden küçüldü ve acı içimde haykırıyor olmasına rağmen huzurla gülümsedim.
Efken, karnında iki büyük yarıkla ayağa kalktı. Kan kara damladı.
Kar kana boyandı.
Yaralıydı ama hayattaydı.
Yaratık pençelerini daha sert bir şekilde karnıma ittiğinde avuçlarımın içindeki ateş beynine akmaya devam ediyordu. Beynini patlatmak üzereydim, sonunda parçalanıp un ufak olacak ve geberip gidecekti ama direniyordu. Sanki yaramdan besleniyordu. Efken’in gözleri kısa bir anlığına verandada çığlıklar atan Yaren’den uzaklaşıp bana çevrildi.
Gözlerimiz birleştiği an, elinin kendi yarasına gittiği andı.
Ve gözleri gözlerimden koptuğunda, artık benim yaramdaydı.
Mızrak gibi karnıma saplanan çaresizliğin yerleştiği o çöküntü, omuzlarımdan aşağı sarkan kanatlarımın benden koparıldığı zamana aitti. Tüm zerremden masumiyetin söküle söküle koparıldığını hissedebiliyordum. Kötülük şiddetle içime doluyordu.
Gözlerinin içinde zaman boğuluyordu.
“Asale,” diye fısıldayıp bana doğru bir adım atacağı esnada bir yılanın dilinin ucundaki zehirli ses zamanı ikiye yardı.
Büyük, mavi parıltılara sahip siyah bir yılan usulca yaratığın bacaklarına dolanıp yukarı tırmanmaya başladı. Gözlerim Efken’den ayrılmadı ama o an, onun gözlerinde bile o yılanı görebildim.
Yılan, yaratığın boynuna sıkıca sarıldı, boynunu sıkmaya başladı ve o an, gözlerim yavaşça yılanın safir taşlarıyla süslü siyah bedenine dokunup tıpkı benim gözlerim gibi kızıl tonlardaki gözleriyle buluştu.
Yılan yaratığı benim gözlerimin içine baka baka boğdu.
Yaratığın içimden çıkan pençelerinin yarattığı boşluktan kan şarıl şarıl akmaya başladığında bile yılana bakmaya devam ediyordum.
“Ateş sensen, gölgeler kaybolur,” dedi genç bir kızın yabancı ama bir o kadar da tanıdık sesi. Gözlerim hâlâ yılandayken Efken’in beni belimden yakalayarak çektiğini hissettim. Yılan yaratığı sertçe boğmaya devam etti, gözleri bendeydi, bedenim ondan uzağa sürükleniyordu. “Senin için hep burada olacağım.” Aynı sesin kurduğu son cümle buydu.
“Medusa,” diyordu Efken arkamda çaresizce. “Medusa!”
“Yeter!” Alnımdan terler boşalırken kafamı kaldırıp bembeyaz gökyüzüne baktım ve yağanların bembeyaz kar taneleri değil, yangının cesedinden kalan küller olduğunu gördüm. İçimde büyüdü ve onu tutmadım. Yaramdan akan kan çoğaldıkça, ben de zamanda kaymaya başladım.
Ateş bendim.
Yaratıklar ateşe ait gölgelerdi.
“Size durmanızı emrediyorum!” diye çığlık attım Efken’in dudakları saçlarımın arasında, büyük avuçları yaramın tam üzerinde durmuş, akan kanı durdurmak için oraya baskı uyguluyorken. “Pārtrauciet tūlīt!” diye bağırdım. Hemen durun!
Yaratıklar bir bir dizlerinin üzerine çöktü.
Bir bir bana ait kullarmış gibi, hepsi dizlerinin üzerine çöktü ve kordan gözlerin tamamı artık bendeydi.
Yaramdan akan kanlar Efken’in dövmeli parmaklarının arasından taşarak onun parmak boğumlarında gözyaşı gibi ilerliyor, kar tanelerinin arasına usulca damlıyordu.
“Ej mājās!” diye bağırdım öfkeyle. Eve dönün!
Duman olup uçtular, küle dönüp dağıldılar, bir bir silindiler, tek biri kalmayana dek kayboldular.
Efken parmakları hâlâ yaramdayken bir şeyler söyledi ama duyamadım. Alnımdan boşalan terleri hatırlıyorum.
Ve karların arasına yığılmış, gümüş kürküne kan yayılmış o kurdun parlayan gözleriyle beni izlediğini… Yaralıydı.
Gözlerim karların içinde yavaşça kıvrılarak ormana doğru ilerleyen, derisi safir taşlarla süslü kara yılana takıldı ve “Efken,” diye fısıldarken bilincim yavaşça bir adım geri düşüp karanlıkta boğulmaya başladı. “Bu doğru. O adam sendin.”
Karanlığa teslim oldum, sonrası ise benim için tamamen boşluktu.
Uzaklardan tanıdık bir ses fısıldadı:
“O çok kanıyor. O tıpkı babam gibi, çok kanıyor…”
🎧: Eivør, Trollabundin