Seksen ikinci mekikten sonra karnıma ve göğüs boşluğuma saplanan ağrıyla yırtılıyormuşum gibi hissederek uzandığım karların içinde bağdaş kurarak oturdum ve Efken’e dik dik bakmaya başladım. Üstünde tişört yoktu, çıplak bronz teni karların altında heykel gibi diri ve parlak görünüyordu. Üşümediği belliydi. Sayesinde artık ben de yanıyordum ama uzun süre ısındığım hâlde bir anda aralıksız bu kadar mekik çektiğim için yanıyordum. Başka bir şeyden değil.
Yüzünde, gördüğü manzaradan memnun olduğunu gösteren alaycı bir sırıtışla beni izlerken kaslı kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş, bu yüzden de pazıları patlayacak gibi şişerek damarlarını dışarı doğru kusmuştu. Pantolonunun arkasındaki silahın siyah sapını sanki hiç görmemiş gibi davrandım. Silah, güzelliğini örtmeye yetmiyordu. Görüntüsünün uhreviliğine lanet ederek, “Doğru yaptığına emin misin?” diye sordum. “Beni böyle hırpalarsan karşıma kanatlı bir şey çıktığında o kadar acı içinde olurum ki beni tek bir kanat çırpışıyla gerçekten duvara yapıştırır.”
“Mızmızlanma,” dedi Efken çenesini kaldırıp indirerek. “O ince belini beton gibi sertleştirmek istemez misin?” Kollarını çözüp büyük, dövmeli ve yüzüklü parmaklarıyla karın kaslarını ezdi. “Böyle.”
Gözlerim karın kaslarına kayınca yanaklarıma kan sıçradı. Çizgilerin belirginliği bile baş döndürücüydü. O kadar uzun süre kaslarına baktım ki, “Şşh,” dedi alayla. “Öğle yemeğinde tatlı olarak baklava yemek istiyorsun herhâlde?”
Homurdanarak karların içine yatıp saçlarımın arasından başıma ve sırtıma yayılan yakıcı soğuğu hissettim. Buna rağmen bedenim kan ter içindeydi. Ulaş ile Ceyhun ileride, Kar Ormanı’nın giriş kısmında okları saplamam gereken levhaları ağaçların kalın gövdelerine yerleştiriyorlardı. Ceyhun’un yüzü hâlâ kireç gibiydi, Sezgi’den öğrendiğim kadarıyla belli etmemeye çalışsa da tedirgin ve korkmuştu. Ulaş daha sakin gibi görünüyordu ama verandada kollarını göğsüne başlamış onları izleyen Sezgi’ye doğru her bakışında yerinde sıçrayarak gözlerini kaçırıp bakışlarını ormanın derinliklerine doğru çeviriyordu.
Yaren karların içine batıp çıkarak bize doğru yaklaşırken, “Peki düşman olduğunu düşündüğünüz adam neye benziyordu?” diye sordu bininci kez, bugün sabahtan beri durmadan bu konuyla ilgili sorular soruyordu. Evde bana sesini duyuran bir elmas sakladığımı öğrenirse ne yapardı hiç bilmiyordum, merakı o kadar sonsuzdu ki ona elmas konusunu açmamaya karar vermiştim. Zaten Efken de onu olabildiğince tüm bu olup biten olayların dışında tutmak istiyordu.
“Yaren, daha düşman olup olmadığı bile belirsiz, saçma sapan şeyleri kafana takacağına gidip kitap oku,” dedi Efken ters bir sesle. “Durmadan soru soruyorsun.”
“Sen de durmadan soruları ağzıma tıkıyorsun. Hem de cevap vermeden.”
“Yaren.”
“Ben de dövüşmeyi öğrenmeliyim bence,” dedi Yaren, Efken’in ters sesine aldırış etmeden.
“Ben varken senin dövüşmeye ihtiyacın yok küçük hanım.”
“Mahinev’in var yani,” dedi kaşlarını kaldırıp imayla abisine bakarak.
Efken gözlerini kısarak, “Eve,” dedi, Yaren yanaklarının içini şişirse de sabah yeterince dalaştıkları için konuyu uzatmama kararı almış olacak ki başını iki yana sallayarak sırtını dönüp verandaya doğru yürümeye başladı.
“Sen devam ediyorsun,” dedi Efken gözlerini bedenime indirerek. “Şimdiden pes ediyorsan senin yerine ben dövüşeyim.” Dudaklarında meydan okuyan bir tebessümle bana baktığında içimde çığlık atan o savaşçı gözlerimi kısmama neden oldu. Yeniden mekik pozisyonu alarak karnım yırtılır gibi acıyor olmasına rağmen sayının üzerine basa basa, “Seksen üç,” dedim, gözlerimi doğrudan Efken’in gözlerine dikmiştim.
“İşte böyle fıstık,” diye fısıldadı Efken iç gıdıklayıcı bir sesle.
Patikadan hızla gelen kan kırmızısı spor bir araba tüm dikkatleri üzerine topladı. Doksan birinci mekiğin bitmesiyle beraber durup yaklaşan arabaya baktım. Patikanın temiz yolundan karların içine daldı ve güçlü tekerlekler karları keserek savurmaya başladı. Araba Kar Ormanı’na dönük olarak durduğunda o arabadan inen kişinin Crystal olması beni şaşırtmamıştı. Âdeta yerdeki karları ayağıyla kaldırıp etrafında yağmur gibi yağdırarak hızla bize doğru gelmeye başladı. Deri taytı, deri çizmeleri ve üzerindeki uzun deri ceketiyle siyahlar içindeki bir ölüm perisini anımsatıyordu. Topuklu çizmeleri karların içine saplanıp geri çıktı, adımları hızlandı ve “Sen!” dedi işaret parmağıyla beni hedef alarak. “Sen sırrımızı nasıl açık edersin?”
Ulaş ile Ceyhun’un panikle bize doğru geldiklerini fark ettim ama bakışlarım Crystal’den ayrılmadı. Efken hırıltılı nefeslerle önüme geçip bana etten bir bariyer olmaya çalıştığında bile bomboş gözlerle yerimden kıpırdamadan Crystal’e bakmayı sürdürdüm. Alev sarısı gözlerinde düşmanca bir ifade vardı, bu daha önce onun gözlerinde rastlamadığım bir ifadeydi.
“Sen bizim ne olduğumuzu nasıl bunlara söyleyebilirsin?” diye bağırdı şiddetle ve sesinin yankısı tüm ormana yayılarak ağaçların içinden geçip karları yere yıktı.
“Ona ne cüretle bağırırsın?” Efken’in sesindeki sakinlik birazdan bu karla dolu arazinin ateşlerin yükseldiği bir mahşer yerine dönüşeceğinin habercisi gibiydi. Ellerimi karlara bastırarak doğruldum, ifadesizliğimi koruyup karların yaktığı avuç içlerimi birbirine sürterek ısıtıp temizledim. Efken hâlâ tam önümde duruyor, beni olası bir tehlikeden koruyordu ama içgüdülerim biliyordu, Crystal buraya bana zarar vermeye değil, beni korumaya gelmişti.
“Aramıza girme,” dedi Crystal ateş gibi bir sesle. “Onun ve benim aramıza girme. O benim kız kardeşim.” Düğüm aramızda titredi, karnımdan karnına giden kordonu hissederek ona baktım, o ise hâlâ öfkeliydi.
“Neyin olduğu sikimde bile değil. Ona bağıramazsın. Onunla konuşurken sesini biraz bile yükseltemezsin. Bunun bedelini sana ödetirim,” dedi Efken, onun arkasına yaklaşıp elimi çıplak ve sıcak koluna koyduğumda bedeninin ne kadar gergin olduğunu parmak uçlarımda bile hissedebildim.
“Sorun yok,” dedim. “Sen bu işe karışma, gerçekten.”
“Ne demek karışma? Sana bağıramaz. Onun çatallı dilini koparırım,” diye homurdandı Efken, Crystal buna pabuç bırakmazdı, biliyordum, gözlerini Efken’e çevirmesiyle göz bebekleri yan yatmış bir elips gibi inceldi. Efken bu görüntüye karşı hiç tepki vermedi, dişlerinin arasından, “Beni bu şekilde korkutabileceğini mi sanıyorsun sen?” diye sordu. “Senin karşında kim var, biliyor musun?”
“Benim damarlarımda dolaşan zehir senin içini ateş gibi dağlar Karaduman,” dedi Crystal çift sesle, bir an durup ona bakakaldım. Gözlerinin içi ateş gibi yanıyor, göz bebekleri gitgide daha da incelerek uzuyordu, sesinde iki kadın vardı, birinin ince diğerinin kalın olan sesleri birbirlerine yaslanarak kelimeleri zamana emanet ediyordu.
Yaren ne olduğunu anlamaya çalışır gibi verandada ilerleyince, Sezgi elini onun önüne koyarak geçmesine engel oldu ve gözlerini Crystal’e dikti. Yaren muhtemelen Crystal’in gözlerini göremiyordu ama çift gelen sesini duyduğu kesindi. Sezgi ile aralarında bir şeyler konuşuldu ama konuşmalar boğuktu, hiçbirini duyamadım, tek duyduğum garip bir uğuldamayla çarpmaya başlayan kalbimin sesiydi.
“Beni tehdit mi ediyorsun Crystal? İnan, seni buna pişman ederim. Buraya onu korumak için geldiğini sakın unutma. Yoksa sana bunu bizzat ben hatırlatmak zorunda kalırım.”
“Onunla,” dedi Crystal öfkesinin arttığını belli eden cızırtılı çift sesiyle, “sakın. Aramıza. Gireyim. Deme.” Her bir kelime tek bir cümle gibiydi. Vurgulu ve haşin, öfkeyle dövülmüş ve hırçın; intikamcı…
Alnıma yükselen ateşi hissettim. Bir romanın sayfasının çevrilirken çıkardığı ses gibi zihnimin içinde çevrilmiş bir sayfanın sesiyle beraber kelimeler içime akmaya başladı. Efken’i kolundan tutmamla yana doğru sertçe itmem bir oldu, nasıl bir güç uyguladım bilmiyordum ama Efken’in bedeni bu güce karşı koyamadan yana doğru sendelemişti. Efken’in şaşkın bakışları bir mızrak gibi sırtımdan girip kalbimden çıktı. Boğazımdan ateş gibi yükselen bir duyguyla Crystal’in tam karşısında durduğumda ayağındaki topuklulardan dolayı benden oldukça yüksekte duruyordu. Kafamı kaldırıp çenemi diktim ve gözlerimin etrafındaki yuvarlağın yukarı ve aşağı olmak üzere iki yana doğru çekilerek uzadığını hissettim. Birkaç saniye sonra gözlerim artık etrafı kızıl görüyordu.
“Sakın bir daha yaptıklarımın hesabını bana sorma,” dedim, sesim hem benim sesimdi hem de zihnimden dışarı uzanan zehirli kadının sesiydi; birbirine çok benzeyen iki farklı ses birleşip zehirli bir çifte dönüşmüştü. “Sen ya da bir başkası, benim kararlarımı sorgulayamaz, kararlarımın hesabını bana soramaz.” Boğazımda bir başkasının elleri varmış gibi hissederek kurduğum cümledeki her bir kelime bıçak gibi Crystal’e saplanırken, Crystal’in gözlerindeki dik duran elipsin genişleyerek yavaşça normal bir yuvarlağa dönüşme ânına şahitlik ettim.
Birden tek dizinin üzerine çöktü, başını önüne eğdi.
“Özür dilerim,” dedi saygıyla, sesi şimdi sadece ona aitti.
“Tekrarı olmayacak Crystal. Ne sen ne de diğer kardeşlerim, beni sorgulamayacaksınız.”
Son cümlemle birlikte, boğazımdaki elin hafiflediğini hissettim, artık sıkmamaya başladığındaysa yutkunup elimi boğazıma götürdüm. Efken’in gözlerinin bende olduğunu hissedebiliyordum, gözlerini bana dikmiş az önce yaşanan hadisenin ve dudaklarımdan akan o çift sesin etkisindeymiş gibi sadece beni izliyordu. Ceyhun ile Ulaş’ın, Crystal’i önümde diz çökerken görünce duraksayıp gelmekten vazgeçtiklerini fark ettim. Biraz ileride durmuş sorgulayan gözlerle olup biteni izliyorlardı. “Kalk,” dedim demir gibi bir sesle. “Ne olduğunu bilmediğimiz bir şey yırtıktan içeri sızmış ve dibimize kadar gelmişken kavga etmenin sırası değil.” Gözlerim Efken’e çevrildi. “Birbirinizle dalaşmayın.”
“Düşman doğrudan senin için geldi,” dedi Crystal yerden kalkarken. Bu bilgi Efken’in gözlerinin ona saplanmasına neden oldu. “Tıpkı Samuel yavşağı gibi.” Crystal dizindeki karları silkeleyip gözlerini Efken’e doğrultarak Efken’in bakışlarına karşılık verdi. “O gün düşman göründüğünde İbrahim’in orada olduğunu ve adamın birdenbire ortadan kaybolduğunu söylemiştin Karaduman. Düşman İbrahim’in varlığından dolayı rahatsız olmuş olmalı. O yüzden hâlâ atağa geçemiyor. Çünkü aradığı hazinenin etrafının dolu olduğunun farkında.” Parmağını kaldırıp beni işaret etti. “Ve o hazine de sensin kardeşim.”
“Samuel olayını nereden biliyorsun sen?” diye sordu Efken o aptal herifi hatırlamak cinlerini tepesine toplamış gibi.
“Dur bir bakayım nereden biliyorum?” Crystal parmağını çenesine koyup gökyüzüne bakarak düşünüyor gibi yaptı. “Salak arkadaşın Ceyhun’un yaptırdığı DNA testinin haberi tüm dansçılar arasında yayıldığı için olabilir mi? Test negatif çıkmış. O herif de bir Ölüm Halefisi. Mahinev de onun nefret ettiği insan soyunun fışkırdığı topraklardan geldi. Yani Sezgi ile bir bağı yoksa, dostluk da yoktur? Sonuca gitmek için geri zekâlı ya da Efken Karaduman olmak gerekiyor, değil mi?”
“Benimle düzgün konuş,” dedi Efken sertçe.
“Ne yaparsın? Üst üste dizdiğin cesetlerin arasına mı atarsın beni? Cansız şekilde?” Crystal masum masum gülümsedi. “Efken Karaduman eli silah tutan karanlık adamları öldürür sadece, doğru, pardon. O yüzden karşıma geçip beni tehdit etmek dışında yapabileceğin bir şey yok sanırım psikolog bozuntusu.”
“Crystal,” dedim Efken tam bir adım atacakken elimi Efken’in göğsüne yaslayarak. “Onu kışkırtmayı kes. Konumuz Efken ile girdiğin sidik yarışı değil. Konuşmaya devam et. Demek ki bir şeylere fazlasıyla hakimsin.”
“Dün buraya gelip başına dikilmememin tek sebebi derin bir araştırma üzerinde olmamdı. İz arıyordum, bir şeylerin peşindeydim.” Alev sarısı gözlerini yumup derin bir nefes aldı. “O şeyin türünü tam olarak bilmiyorum, yalamadığım ansiklopedi kalmadı, Efken görüntüsüyle ilgili kısa bilgiler yazmıştı mesajda ama hiç görsel olarak ona benzeyen bir yaratık tasvirine rastlamadım. Onun kim olduğunu anlamam için onu canlı görmem gerek. Ama kırılan mühürlerin açtığı yırtıktan geçen her doğaüstü, o yırtığa sebep olan enerji için gelirmiş. Dolaylı yoldan senin için geldi. O enerjinin açığa çıkma nedeni sendin.”
“Tamamen ben değildim.”
“Nasıl yani?”
“İkimizdik,” dedim Efken’e bakmadan. Efken’in yüzünde galibiyet dolu bir sırıtışla Crystal’e baktığını hissedebiliyordum.
“Süzme gibi gülmeyi kes,” diye homurdandı Crystal. “Evet, tensel yakınlaşma yaşadınız.” Kasılarak ona baktım, o da gözlerini devirdi. “Tamam, o kadar salak değiliz bunu anladık. Ama o enerjinin doğrudan senden sızdığını düşünüyor. Ve muhtemelen ne olduğunu bilen tek kişi de buradaki insanlar ve…” Gözlerini verandadan bizi izleyen kızıl saçlı cadıya çevirdi. “İnsan sayılanlar değil.”
“Ne yapacağız?” diye sordum.
“O senin karşına çıkana kadar, senin de onun karşısına çıkman konusunda seni hazırlayacağız.” Gözlerini Sezgi’ye çevirdi. “Ve inan bana, hazırlanması gereken tek kişi sen değilsin. Cadının neler yaptığını görmemiz gerek. Neler yapabileceğini de öyle…”
“Hâlâ tam olarak hatırlamıyoruz,” dedim.
“Efken’in kafasına vura vura hatırlatmamı istersen, senin için bunu yaparım.”
“Bir kere daha adımı anıp andığın cümle içinde benim canımı sıkarsan bir daha bu araziye bir adım atamazsın,” dedi Efken. “Dene ve gör.”
“Onu korumak için bana yalvarırsın bile.” Crystal’in tokat gibi savurduğu bu cümle Efken’in dişlerini sıkmasına neden oldu. “Ne? Yalanlayamazsın Karaduman. Onun için bana mesaj attın. Sen tüm mal varlığın haczediliyorken avukata bile mesaj atmazsın. O senin için önemli, değil mi? Yirmi yedi yıllık hayatında belki de ilk defa bir zaafın oluyor.”
Bu cümle, o an Crystal için kurulması çok kolay bir cümleymiş gibi dursa da aslında benim hayatımda hiç kapanmayacağını bildiğim bir yaraydı.
Efken’in benim kapanmayan yaram olacağını biliyordum.
“Sen benim hakkımda hiçbir sik bilmiyorsun. Bilebilecek konumda birisi de değilsin. Etkisiz elemansın. Sen sıfırsın.” Efken işaret parmağını sallayarak büyük bir sakinlikle konuşuyordu, Crystal ise bu sakinlikle ona doğrultulan silah misali sözleri çatık kaşlarla dinliyordu. “Sen benimle ilgili yorum yapabilecek birisi değilsin.”
“Kaybetmekten korkuyorsun,” dedi Crystal. “Karşımda kaybetmekten korkan bir adam var.”
“Ben ya kazanırım ya da tecrübe edinirim ama asla kaybetmem. Bunu aklından bir an olsun çıkarma.”
“Bana sıfır diyorsun, peki, tamam sıfır olayım ama unutma, sıfır çarptığı her sayıyı etkisiz hâle getirir. En büyük sayıları bile.”
“Çarpma işlemlerinde evet öyle ama burası gerçek hayat Crystal.” Efken’in bu cevabıyla beraber Crystal dişlerini sıktı ama başka bir şey söylemeye tenezzül etmedi.
Gözlerini bana çevirdiği an, “Saldır bana,” dedi ve dudaklarım aralanırken gözlerim irice açıldı. Crystal boynunu sağa sola çevirip kütletti. “Hadi. Saldır bana. Sana iyi davranacağım. Sadece nasıl saldırdığını görmek istiyorum.”
Birden küçümsenmiş gibi hissettiğim için kaşlarım çatıldı. Az önce kimin önünde dizlerinin üzerine çöktüğünü unutmuş muydu? İçimdeki öfkenin damarlarında akan zehirli kan zamana karıştı. Avucumun içinde dolaşan sıcaklığın sebebi az önce karlara dokunuyor olmam değildi. Başka bir şeydi. Biliyordum. Hissedebiliyordum.
Zihnim her yerdeydi.
Medusa her yerdeydi.
Zaman gibi kocamandı, zaman gibi küçücüktü. Zaman gibi her yere sığıyordu, zaman gibi her şeyi altına alarak üzerini örtüyordu.
Efken, “Saldır,” diye onayladı onu. “Ben varım. Sana elini sürecek olursa onu doğduğuna pişman edeceğimi biliyor. O yüzden hadi, saldır ona.”
“Savunmasız kimseye saldırmam ben!” diye bağırdığım an, sesim öyle güçlü bir yankıyla ormana doğru savruldu ki, uluyan rüzgârını herkes gördü. Ulaş geri çekildiğinde yanından geçip giden bıçak gibi keskin rüzgârı takip eden gözleri şokla irileşmişti. O rüzgâr ormana daldı, köknarları sallayarak ormanın derinliklerine gitti. “Ya karşılık verirsin ya da bu asla olmaz.”
“Sana karşılık veremem,” dedi Crystal, gözleri endişeyle etrafında süzülüp yeniden bana çarptığında tedirginliğini gördüm. “Sana saldıramam. Aklını mı kaçırdın?”
“Bana saldır yoksa asla sana saldırmam. Karşında çocuk yok senin. Sen kum torbası değilsin. Sana vurup kendi gücümü test ettikten sonra bana karşı atak yapmamanı kabul etmek onursuzluktur.”
“Sana saldıramam.”
“Bana derhâl saldır,” dediğimde Crystal yutkunup bir adım geri çekilerek başını salladı. Bu emir boyunduruğu altına girdiği değil, kalbiyle kabul ettiği bir emirdi. Bunu onun üzerinde kullanmak istemesem de o an öylece ağzımdan çıkıvermişti.
“Onlar kavga mı edecek?” diye bağırdı Sezgi verandanın korkuluklarına abanarak.
“Evet Cadı Kız,” dedi Efken. “Sanırım tam şu an bunun için hazırlanıyorlar.”
Crystal bir bacağını geriye atıp öne doğru yaylanarak bana bakmaya başladı. Gözleri düşmanca bakmıyordu ama saldıracağını açık ediyordu, içimde biraz olsun korku yoktu, o gün her şeyi öğrendiğimde ve onu öyle gördüğümde hissettiğim korku içime gömülüp kaybolmuştu sanki. Avuç içlerimi yere gelecek şekilde açıp gözlerimi Crystal’in bedenine indirdim, bedeninin duruşunu kafamın içine âdeta kodlayarak yerleştirdim ve atağının nereden nasıl geleceğini hesaplamaya başladım. Crystal, gırtlağından gelen vahşi bir hırıltıyla bana doğru atılacaktı ki sanki bu hareketini önceden biliyormuşum gibi geri çekildim ve güçlü zarif bedeni hızla karların içine çakıldı. Omzumun üstünden kızın saplandığı kar yığınına baktım, Efken’in bir ıslık çaldığını duydum ve içimde yükselen garip bir içgüdüyle birden Crystal’i ensesinden tutarak kaldırıp yüz yüze gelebileceğimiz şekilde ileri doğru ittim. Crystal ayağında topuklu çizmeler yokmuş gibi karların içinde koşup bana doğru gelmeye başladı, elimi kaldırmamla elini kaldırması bir oldu ve sanki kollarımız birer kılıçmış gibi havada kesişti. Her bir kol hareketinde diğer kolum onu durdurmak için harekete geçiyor ve âdeta ellerimizle kapışıyorduk. Bir adım geri gidiyorsam, hırslanıyor ve onun on adım geri gitmesini sağlıyordum.
“Tüm paramı kızıma yatırırdım,” dedi Efken başını iki yana sallayıp hayranlıkla bana bakarken. “O hareketi gördün mü?” Bunu ne zaman yanına geldiğini anlamadığım Ceyhun’a bakarak söylemişti. “Resmen sarışının içinden geçecek. Benim onu korumama gerek bile yok Cey, şuna bak. Kollarıyla nasıl savunuyor kendini. Müthiş değil mi?”
Kaşlarımı çatarak onu dinlerken dikkatim dağılacak gibi oldu, Crystal hırslanarak kolumu kavrayıp beni ters çevirdi ve sırtım onun göğsüne yaslanırken, “Şşh, bırak onu!” diye hırladı Efken ama daha Efken’in sesi zamana karışmamıştı ki bacağımı arkaya doğru kırıp, ayak tabanımla Crystal’in dizine sert bir tane geçirip onu geriye doğru düşürdüm. On saniye bile sürmemişti ki artık Crystal yerdeydi, ben üzerindeydim ve benim kolum içe doğru katlanmış, tehditkâr bir şekilde onun boynunun altındaki yerini almıştı.
“Pekâlâ,” diye fısıldadı Crystal. “Sanırım seni hafife almışım.”
“Hafife alacağın son insan bile olmamalıyım Crystal.” Dirseğimi boynundan çekip doğrulacaktım ki İbrahim ıslık çalarak bize doğru gelmeye başladı.
“Hayda bre pehlivan, güreşe mi yattınız oraya?” diye sordu keyifli bir sesle.
“Crystal yenilginin tadını alıyordu işte,” dedi Efken böbürlenerek. “Sen neredeydin faydasız?”
“Mahinev’in mekânla ilgili çizimlerini Rıfat Bey’e teslim etmemi istedin ya bunak,” dedi İbrahim, sonra birden korkarak düzeltti. “Yani tabii ki kafanın içi oldukça yoğun olmalı paşam, aşkım, bebeğim, o yüzden unutman gayet normal.”
Ceyhun ile İbrahim birbirlerine baktılar.
“Ne bakıyorsun birader?” diye sordu İbrahim.
“Sen aslında nesin?”
“Neymişim?”
“Nesin işte?”
“Beni tedirgin edecek sorular sorma Ceyhun,” dedi İbrahim. “Cadı falan değilim ben.”
“Tamam değilsin, o zaman nesin?”
“Maymun,” dedi Efken keyifli bir sesle. “Kapuçin maymunu.”
“Şaka yapmıyorum Efken. O gece bu adamın da normal olmadığından bahsedildi, bunu hatırlıyorum.”
“Bakın ben korkunca oturumu direkt kapatıyorum, eğer bayılmamı istemiyorsanız beni bayıltacak cümleler de kurmayın, tamam mı?” İbrahim yerde uzanmaya devam eden Crystal’e baktı. “Senin Facebook profiline bakınca anlamıştım sende bir tuhaflık olduğunu. Yılan olduğun için mi gözlerin öyle çıkıyordu senin fotoğraflarda kademsiz?”
“Ağzını tek kelime etmek için aralayacak olursan içini zehirle doldururum,” dedi Crystal gözlerini İbrahim’e çevirerek.
“Yılan turşusu olmuşsun hâlâ artistlik yapıyorsun bayan, hiç hoş değil. Kız seni resmen dürmüş yere koymuş. Yıkanmaya gidecek halının binanın dışına rulo hâlinde koyulması gibi seni rulo yapıp yere koymuş, öğle sıcağı vurmuş halı gibi birinin seni arabanın arkasına atmasını bekliyorsun orada.” Derin bir nefes alıp burun kemiğini parmaklarının arasına alarak sıktı. “Şu kıza yılan dedikçe kendimi yere atıp bu konuyla alakalı seksen beşinci bayılmamı gerçekleştirmek istiyorum ama ayakta kalıp Efken’ime destek olmam gerek. Sadık bir erkek olmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Bu ilişkiye büyük emek veriyorum gerçekten.”
“Yılan mı?” diye sordu Ceyhun kireç gibi bir yüzle.
“Evet,” dedi İbrahim. “Hani dün gece Efken, Sezgi’nin boynunu kırdı, biz bir şok olup kaldık, Sezgi Allah’ına kavuştu sanıyorduk ki geri geldi, sonra Sezgi patlayan ampulü patlamamış gibi tek parça yapıp ışığı yaktı, sonra Mahinev birden ortaya atlayıp bu nikah kıyılamaz siz kardeşsiniz dermişçesine, ben Mar’ım, dedi. Bu arada Mar’ın anlamı ne biliyor musun? Yılan. İşte bu kız,” dedi ve beni işaret etti, ardından parmağını Crystal’e çevirdi, “ve bu kız da yılan.”
Ulaş hâlâ kaçabileceği bir mesafede durmuş, muhtemelen pek duyamasa da ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibi bizi izliyordu. Elinde bir arbalet vardı. Orta Çağ’a özgü olan yayı parlıyordu.
Ceyhun başını iki yana sallayarak, “Onlar insan,” dedi şok içinde.
“Yani yılana dönüşüp kıvrılıyor değiller,” dedi İbrahim, sonra bir an durup gözlerini irice açtı. “Değil mi?” diye sordu Crystal’e onay bekler gibi bakarak.
“Zevzeklik etme,” dedi Crystal burnundan soluyarak. “Ayrıca Efken, yenilmekten söz ediyorsun ama buradaki yenilmiş tek kişi sensin.”
“Az önce beni değil, seni yere devirdiler,” dedi Efken muzip bir sırıtışla.
“Mahinev’i hafife alıyorsan karşısında durmayı dene, bilek gücünü bir kenara bıraktım, müthiş içgüdüsel hareket ediyor.”
“Sen şuna yenilmeyi kendime yediremiyorum desene.”
“Sen şuna Mahinev’in karşısında duramam desene,” dedi Crystal, Efken’e dik dik bakarak.
“Karşısında duramayacağımı düşündüren ne?” Efken bu meydan okumayı yaparken bakışlarım ona çevrilmişti, sanki bilerek bana bakmıyor gibiydi; gözleri Crystal’e saplanmış bir kılıç gibi parlıyordu ve onu izlediğimi bildiği için bana dokunmuyordu.
“Bunu sesli bir şekilde dile getirdiğimde ya kaçacaksın ya da bunu mahvedecek şeyler söyleyeceksin. Seni değil, onu düşündüğüm için susuyorum. Yoksa sen bir şeyleri mahvetmek konusunda zaten yeterince idmanlısın.”
Efken dişlerini sıktı. Ormana yayılan sessizlik birbirlerinin gözlerinin içine düşmanca baktıkları saniyeleri besledi ve korkutucu bir gölgeye dönüştürdü. Sanki o gölge üzerimde duruyor, o gölgenin altında karanlığa bulanıyordum.
“Medusa,” dedi Efken gözleri Crystal’in yüzünü âdeta ateşe verirken. “Bana meydan oku.”
“Ne?”
“Hadi,” dedi Efken ve bana doğru bir adım attı. “Seni en zor rakiple tanıştırayım. Ben.” Gözlerimiz birbirine saplandığı an dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Soğuk o kadar etkisiz hâle geldi ki sanki birden orman yanmaya başlamıştı. “Ben senin görüp görebileceğin en güçlü rakibim.” Efken bana doğru bir adım daha atınca, ayağının altına serilmiş karların alev aldığını düşündüm. Sanki bembeyaz karların değil, yükselerek her yanı kızıla boyayan alevlerin içinde bana doğru geliyordu.
Yumruklarımı farkında olmadan havaya kaldırıp yüzümün hizasına getirdim ve o yumrukların arkasından keskin gözlerle onu izlemeye başladım. Nabzım öyle hızlı atmaya başlamıştı ki sanki dakikalardır hiç dinlenmeden koşuyordum. Bedenim kasılıyor, damarlarımın içindeki kan yılan gibi kıvrılarak cildimi geriyordu.
“İşte böyle.” Efken’in dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. “Şimdi saldır bana.”
“Ona zarar verecek olursan cesedindeki son kan da aksa seni bıçaklamaya devam ederim,” dedi Crystal dişlerinin arasından tıslayarak ama onu duymazdan geldim, Efken de onu duymazdan geldi. Soğuk bir rüzgârın koyu renk saçlarımı uçuşturmasıyla Efken’in burun delikleri genişledi ve kokumu soluduğu an gözleri kısıldı.
“Şike karıştırıyorsun,” diye fısıldadı içimde bir ateş yanmasına neden olan erkeksi sesiyle. “Kokunu savurma bana.”
“Asıl sen şike karıştıran sensin. Böyle şeyler söyleyerek kafamı bulandırıyorsun.”
“Ya da aklını alıyorum.” Birden bana doğru atakta bulununca saçlarımın savrulmasına neden olacak bir hızla yana doğru kaydım ve Efken bu kadar hızlı onun elinden kayarak kurtulmama şaşkınlıkla bakakaldı. “Tıpkı aklımı aldığın gibi,” diye fısıldadı bana dehşetle bakarken.
“Gördün,” dedi Crystal aramızdaki sohbeti duymazdan gelerek. “Onun müthiş refleksleri var.”
“Kes sesini,” dedi Efken gözlerini gözlerimden çekmeden. Çenesini yukarı dikip, “Belki de sana çok yumuşak davranıyorumdur Medusa,” diye fısıldadı ve büyük kolları beni yakalamak için bana uzanırken hızı kafamı karıştırdı. Bakışlarım gözlerinden sıyrılarak çıplak göğsüne, oradan da kaslı karnına kaydı ve onun hızlı elleri beni kavrayamadan olduğum yerde dönerek tam karnına sert bir tekme geçirdim. Ben daha bacağımı indirmemiştim ki Efken’in bedeni geriye doğru sendeledi, kuvvetli tekmem onu yere yıkmaya yetmedi ama bakışlarına yayılan dehşet o kadar güçlüydü ki yere çakılsa böyle bir etki altına girmezdim. Gözlerine bulaşan dehşete bakakaldım. “Bu da neydi?” diye sordu. “O kadar hızlı olamazsın.”
“Olamam mı?” Kaşlarımı çattım. “Sen beni mi küçümsüyorsun?”
“Çekirdek var mı ya?” diye sordu İbrahim zevzek zevzek ama onu kimse önemsemedi. Efken’e doğru yürürken dişlerimin arasından âdeta tıslayarak, “Beni küçümsüyor musun?” diye sordum. “Seni pataklayamayacağımı mı düşünüyorsun?”
“Düşünüyorum,” dedi gözlerinde saf bir alayla, sanki beni tetiklemeye çalışıyordu, gücümle oynuyordu, bunu fark etmeme rağmen hırsın beni etkisi altına almasına engel olamadım. “Neler yapabilirsin, başka ne maharetlerin var, hadi göster bana. En büyük rakibine göster.”
Aynı zamanda en büyük düşmanımdı, bunu biliyor muydu?
Birden elimi ona doğru uzatmamla beni bileğimden nazikçe kavrayıp kendi etrafımda döndürmesi bir oldu, sırtım onun kas kütlesi sıcak göğsüne yaslanırken burnumdan sert bir nefes verdim.
“O bir sefer olur fıstığım,” diye fısıldadı kulağıma. “O sadece bir sefer olur.”
Benden kopan anılardan biri daha zihnime hızla geri dönüp kırılmış bir camın eski hâline dönmesi gibi koptuğu kısma sertçe oturarak eski yerini aldığında, saatin ibresi bir adım geri çekildi ve takvim yaprakları koparıldıkları mukavva yüzeye geri yerleşmeye başladı. Yağmurun yüzüme konan soğuk dokunuşlarını hissettim. Ağırlaşıp, ıslandığı için daha da koyulaşan saçlarım çıplak omuzlarıma kırbaç gibi vuruyordu ve ben savaşıyordum.
Birileriyle değil, biriyle.
Biriyle değil, onunla.
Efken Karaduman beni kendi etrafımda döndürdüğünde yağmurun ıslatıp koyulaştırdığı saçlarım onun yüzüne çarparak benim tenimde şakıdı ve burnumdan hırs dolu bir nefes verdim. “O bir sefer olur Mar,” dedi düşmanca bir sesle. “O sadece bir sefer olur.” Ona attığım yumruğu hatırlayınca dudaklarıma bir sırıtış yerleşti, tam arkaya doğru bir tekme atacaktım ki beni sertçe kendine doğru çevirdi ve iki kolumu bilek kısmından kavrayarak havaya kaldırıp beni âdeta karşısında çarmıha gerdi. Gözlerine nefretle bakıp yüzüne tükürdüğümde dudaklarında zaferin çağladığı alaycı bir tebessüm oluştu. “Vay canına, dövüşürken fark etmek zordu çünkü bir vahşi gibi hareket ediyordun ama oldukça güzelsin.”
Bu, onu gördüğüm ilk andı.
Bu, düşmanımla dövüştüğümüz ilk andı.
Bir gün birbirimizi delice seveceğimizi bilmeden birbirimize açtığımız ilk savaştı.
Zaman bir masaydı ve anılar o masanın üzerinde birleşmeyi bekleyen yapboz parçalarıydı, ben o parçalardan birini daha yerine yerleştirmiştim. O anıdan dışarı itilmeden önce düşmanımın mavi gözlerinde kaybolduğumu hatırlıyorum. Sanki tüm anılar içimden öylece koparılmadan önce ona hem ilk hem de son bakışımdı.
“Aptal Pençe,” dedim ona ve anı beni hızla geri tükürdü. Gözlerim anılardan kopup karşımda parçalanmış bir bütün gibi beliren mavi gözlere takılıp kaldığında Efken beni kendine doğru çevirmiş ve bir zamanlar hafızamda yaşayan o an gibi, bileklerimden tutarak önünde çarmıha germişti. Kollarım havada ona öyle bir bakmıştım ki, öyle bir acıyla, öyle bir farkındalıkla, Efken’in şaşırdığını görebiliyordum. Mavi gözlerinin içindeki buzdan yarıklar genişliyor, gözleri sanki parçalara ayrılıyordu. Gözlerinde yüzen buz beyazı adaları izlerken suskundum.
Pençe. Ona söylediğim şeydi bu.
“Ne?” dedi Efken afallamış bir hâlde. “Gördün mü?”
“Evet,” diye fısıldadım.
Bileklerimi tutmaya devam ederken, “Devamını görmek istiyorum,” dedi gözlerimin içine bakarak. “O şeyin devamını görmek istiyorum.”
“Ben…”
Bakışlarımız birbirindeyken, “Pes mi ediyorsun Mar?” diye sordu şu ânıma ait olan Efken.
Düşünceler kafamı kargacık burgacık ederken, “Asla,” dedim ve bileklerimden kaldırılarak gerildiğim çarmıha aldırış etmeden ayaklarımı onun dizlerine koyup âdeta ona tırmandım ve sert bir tekmeyi omzuna geçirdim. Elleri beni içgüdüsel olarak serbest bırakırken sırtüstü yere düşmeye başladım. O da yere düşmüştü. Yere düşmemle bacaklarıma gücümü vermem ve kendimi öne doğru iterek birden zıplayıp yerden kalkmam bir oldu. Bu hareket bedenimin alışkın olmadığı bir hareketti ama kolaylıkla altından kalkmıştım, sadece kaslarımın anlık olarak yırtılacak gibi acıdığını, bel kemiğimin sızladığını hissetmiştim. Ama ayaklarım yere bastığı an bu acı geçti ve bir alkış tufanı duydum.
Ulaş bile korkuyu bir kenara bırakıp arkadaşlarımızın yanına gelmiş, arbaletini kenara bırakarak alkış tutmaya başlamıştı.
Devamını görme isteğiyle Efken’in üzerine çullandığımda, bana zarar vermeyeceğini bilmeme rağmen bana meydan okuması tuhaftı. Sanki o an olduğu gibi yeniden düşmandık. Kollarımı bir kılıç gibi kaldırıp onun kollarına saldırdığımda, o da kollarını bir kılıç gibi kullanıyordu. O kolunu önümüze koyup ona vurmama engel oluyor, ben bir diğer kolumla ona vurmak için yeniden saldırıyordum.
Sonunda dizine sert bir tekme geçirerek onu geriye doğru ittim ve kendi etrafımda dönmemle bedenimin sertçe havalanması bir oldu, karların benimle beraber havalandığını hissettim ve sert bir tekmeyi tam ona geçirecekken ayak bileğimi tutarak beni yere düşürdü. Bedenim karlara saplanır saplanmaz üzerime yattı ve kollarını başımın iki yanına alarak beni sıkıştırdığında, bakışlarımız arasında fırtına öncesi bir sessizlik büyüdü.
Yeniden yağmurun sesini duymaya başladım.
Biliyordum ki o da duyuyordu.
Sonra yağmuru hissettim.
Anılar çatırdadı, bir parçayı daha bulup masanın üzerinde parmağımın altına alarak sürükleyip yerine götürdüm ve yerine yerleştirdim. Anı aniden başladı.
Şimdi şu ânıma ait olan Efken’in aksine uzun, siyah saçları çenesine kadar inen o mavi gözlü adam üzerimdeydi. Kollarıyla beni kıstırmış, saçları yüzüme sarkarken tehlikeli mavi gözler beni seyrediyordu. Çırpındım, tekme atmaya çalıştım ama bunu yapamadım. “Çırpınma zehirli yılan,” dedi muzip bir sesle. “Burada bir sen varsın bir de ben. Ve ben senin en güçlü rakibinim.”
“Sen benim karşımda durabilecek biri değilsin,” dedim öfkeyle, gözleri içimi deliyordu, avuçlarımda ateşlerin büyümesini bekledim ama ateşlerimi kendi ateşleriyle söndürüyordu. “Gücün buna mı yetiyor? Karşımda durup benimle savaşmaktansa beni böyle sıkıştırmayı mı seçiyorsun?”
“Hoşuna gitmediğini söyleme.” Efken’e çok benzeyen o adam üzerimden kalkarken çamura bulanmış elbiseme ve yerde parlayan zirkon taşlarla süslü kılıcıma baktım. Efken’in kılıcı kabzasının içinde, Efken’in belinde duruyordu. Ayağa kalkıp tam önümde durarak bana kendini beğenmiş bakışlar attığı sırada dişlerimi gıcırdattım ve beklemediği bir hız göstererek elmas zirkonların süslediği kılıcımı kavradım. Kılıcımı ona savurmamla, kılıcın ucundaki gümüş uzun bıçak birden gümüş tenli bir yılana dönüştü ve yılan tıslayarak Efken’e doğru atıldı.
“Sinsi!” diye bağırdı Efken öfkeyle, avucunu yılanımın kabaran boynuna sardığında yılanım zehirli bir tıslama çıkardı. “Koparırım onun kafasını! Bana bununla mı meydan okuyorsun? Bu çatal dilli soğuk yaratıkla mı?”
“Kes sesini!” diye bağırmamla, birden Efken’in gölgesi gibi görünen o adam susup kaldı. O an, emrin bizi etkisi altına aldığı ilk andı.
Nigin Bağı’nın farkında olmadığım ama o andan beri bizi birbirimize bağladığının göstergesi olan özelliğin açığa çıktığı andı.
Emretmiştim ve susmuştu.
Birden bileğimin içinde bir acı hissettim, bir yanmaydı bu. Aynısını uzun saçların sahibi olan Efken’in de hissettiğini kılıcını yere fırlatıp yılanımı bırakmasından yola çıkarak anlamıştım. Gözlerimiz aynı anda bileklerimizdeki etrafı kanlanıp ateşle dağlanıyormuş gibi var olan kar tanesi dövmelerine saplandı ve saatin ibresi ileri doğru bir adım attı.
Yerde uzanıyordum, şu andaydım, öylece Efken’e bakıyordum. Tam önümdeydi ve ayaktaydı, bileğinin içine bakıyordu.
O da görmüştü.
Biliyordum.
“Seni seviyordum,” dedi Efken bileğinin içine bakarken. “Sen benim en büyük rakibimdin ve ben seni seviyordum.”
Herkes sustu.
Zaman bile.
Gözlerimiz buluştu.
“Sakladığın adam benim,” dedi yavaşça. “Nigin’in benim.”
🎧: J2 & Eivør, Fire Burning in My Heart