🎧: Alcest, Le Miroir
O gece, onların timinin adının Alaşafak olduğunu öğrenmeme neden olacak büyüklükte bir savaşın başladığı geceydi.
Gurur, o geceden sonra bir an bakışlarında kana susamış bir ifadeyle boşluğa bakacak ve sesindeki ölüm rüzgârını iliklerimde hissettiğim esnada, “Kınından çıkan kılıç, kana bulanmadan kınına geri girmez,” diyecekti.
Yere saçılan beyaz güllerden bir tanesinin yapraklarına bulaşan kan, Yener’in kanıydı; o gece, orada Yener’in kanına bulunan beyaz gül, Simge’ydi.
Sarsıldı. Omzu geri gitti ve ileri geldi, ardından beyaz tişörtünden dışarı bir kan ırmağı salındı; bu olurken gülen gözleri Gurur’un gözlerine birdenbire harelerini ele geçiren bir boşlukla tutundu.
Islık sesi, kurşun onun içine girdiğinde bile kulaklarımda çınlamaya devam etti.
Gurur, bir anda avucunu kafama bastırıp yere eğilmemi sağladı ve saniyeler birbiri üzerine binerken Yener, dizlerinin üzerine düştü. Dizlerinin üzerinde birkaç saniye bekledi, gözlerindeki boşluk büyüdü ve hemen ardından kahverengi gözleri geriye doğru kaydı. Bir sinyal sesi duyuyordum, her şey ağır çekimdeydi, sinyal sesini sürekli olarak bölen ıslık sesiydi, oysa ıslık sesi çoktan geçmişin içine batıp kaybolmuş olmalıydı.
Gurur avucuyla kafama baskı uygulayıp yere eğilmemi sağlamaya devam ederken Yener’in boşluğa doğru yıkılmaya başlayan bedeninin önünde durdu. Yener’in alnı önce Gurur’un omzuna vurdu, ardından tüm bedeni Gurur’un üzerine yıkılırken, Gurur can havliyle, “Simge!” diye bağırdı. “Yere çök, Simge! Kafanı kaldırma!”
“Yener,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum, benim fısıltım Simge’nin, “Yener!” diye feryat ettiği hançer darbesinden ağır bir çığlığa dönüştü.
“Eğilin!” diye bağırdı Gurur, bağırırken kalın oktavlı sesi çatladı ve çatlayan sesinin içinde parçalara ayrılan tüm duyguların ruhuma battığını hissettim.
Yener, zihnimin içinde güldü ve “Ben onlar gibi değilim ki, olamam, yapayalnız, sevilmeden öleceğim,” dedi, ”çünkü benim hak ettiğim bu.”
Saniyeler zamanın ortasında buz kütlesi misali donup kalmışlardı. Sanki zaman en çok bize akmıyordu, sanki kan en çok bizim olduğumuz yönden akıyordu.
“Yener,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum, sesim bana yabancı geliyor, zaman sanki patlayan mermilerin ağır kovanları gibi kafamızdan aşağı yağıyor ama ne bizi yaralıyor ne de saatin ibresine bir adım attırıyordu.
Simge’nin haykırışlarını duyuyordum, zaman donmuştu ama nasıl oluyordu da Simge donmuş bir zamanın içinde feryat etmeye devam edebiliyordu? Sanki feryadı zaman geçirmiyordu, öyle bir feryat ediyordu ki zaman o feryada dokunamıyordu.
“Kardeşim,” dedi Gurur. Sesinin serinkanlı yükselmesi beni şaşırtamadı bile ama sonra Yener’in sırtına avucunu bastırarak, “Dayan,” dedi ve aslında o serinkanlı sesin içinde ateşlerin çoktan yanmaya başladığını anladım. Çaresizlik bir ses olsaydı, Gurur’un sesi olurdu.
Gurur, “Zeliha,” derken Yener’i tutmaya devam ediyordu. “Paltomun cebinden telefonu çıkar. Ambulansı ara.”
Titreyen ellerimi kaldırdım, indirdim ve tekrar kaldırırken gözlerimden akmaya başlayan yaşlar çenemden boynuma dek süzüldü. Ellerime baktığım an kanı gördüm, telefonu tutan ellerimde Yener’in kanı vardı.
Gurur telefonu elimden aldığında konuşmalar birbirine karışan uğultu seslerine dönüştü, zaman algım yıkıldı ve Yener’in tek bir anlığına Gurur’un üzerine yığılan bedeninin yana düştüğünü gördüm. Yanağı yere yaslanacak şekilde düşen bedenine bakarken zaman yeniden dondu ve Yener, yanağı yere yaslı hâlde gözlerimin içine baktı.
Ağzından kan sızmaya başladı.
Kan zemine damladı, yüzünün etrafını sarmaya başladı.
Ambulansın ışıkları karanlık sokakta kızıl ve mavi gölge oyunları yaparken olduğum yerde hareketsizce Yener’e bakmaya devam ediyordum. Haykırış sesleri, yerde sürüklenen sedyenin tekerleklerinin çığlıkları, Simge’nin feryatları, Yener’e dokunan kime ait olduğunu bilmediğim onlarca el, Gurur’un çatlayan sesi. Hepsi kafamın içindeki kaosa dönüştü.
Gurur’un ellerine baktım. Ellerinde Yener’in kanı vardı. Gurur’un boynuna baktım. Boynunda Yener’in kanı vardı.
Kendi ellerime baktım. Ellerimde Yener’in kanı vardı.
Onu sedyenin üzerine bindirdikleri ânı görmedim, oysa gözlerimi ondan hiç ayırmamıştım ama sedyenin hızla ambulansa götürüldüğü ânı gördüm, oysa gözlerimi yummuştum.
Yener kafamın içinde karanlık bir gecede motosikletiyle son sürat ilerliyordu, nereye gidiyordu bilmiyordum ama kalbimin üşüdüğünü ve bir tırın kornasının o yankılı, kuvvetli sesini duyduğumu hatırlıyordum. Gözlerimi yumup geri açtığımda bir arabanın içindeydim, kanlı avuçlarım yüzüme dönük şekilde ellerim dizlerimin üzerindeydi ve sokak lambaları aracın içini belli aralıklarla aydınlatsa da karanlık benimleydi.
Kafamın içinde Yener oyuncak bir filin arkasından bana muzip gözlerle bakıyor, filin pelüş hortumunu hareket ettirip kahkaha atıyordu.
Gözlerimi yumup geri açtığımızda önümüzde giden ambulansın ışıkları gözümü aldı, ambulansın siren sesi geceyi yardığı gibi göğsümü yardı; zihnim taşmaya başladı. Yener kafamın içinde sessizce avuçlarının içine bakıyor, “Bu eller birinin hayatına dokununca orada sadece kurum lekesi bırakır,” diyordu.
Simge’nin ağlarken çıkardığı hıçkırıkların sesi beni bir hastane koridorunun beyaz duvarları arasına hapsetti. Bomboş bakan gözlerim önümden hızla geçen sedyede asılı kaldı. Gurur hemen önümde duruyor, çaresizce kayıp giden sedyeyi seyrediyordu.
Dağ Aslanlarının kükreyiş sesleri hastanenin koridorunda çınlamaya başladığında ben hâlâ aynı yerde durmuş, artık orada olmayan sedyeden yere damlayan kanı izliyordum. Koridorun zemininde Yener’in kanı vardı. Güvenlik görevlisi Muşta’yı göğsünden tutup iteklerken, diğer dört güvenlik görevlisi olaya müdahale ederek onu kollarından tutup çekiştirdi ama hüzünden aldığı güçten midir bilinmez, Muşta yerinden bir santim oynamadan, “Oğlum!” diye bağırdı. “Oğlum o benim!”
Sanki Yener, koridorun bir köşesinde durmuş, sessiz gözlerle Muşta’nın güvenlik görevlilerinin kollarındaki çırpınışını izliyor, kükreyişini dinliyordu.
Devran’ın birdenbire koşmaya başladığını gördüm, botlarının altına Yener’in kanı bulaştı ve fayanslardaki temiz köşeler de Yener’in kanıyla var olan ayak izleriyle doldu. Devran koşarken Gurur’a çarptı, Gurur dimdik durduğu yerde sarsıldı ama devrilmedi, Devran yanından kayıp geçtiğinde bile öylece dikilmeye devam etti.
Hemen ardından Girdap aynı kana basıp, başka ayak izleri bırakarak koridordan koşarak geçti. Sanki Yener köşede durmuş koşan arkadaşlarını tepkisizce izliyordu ama kimse onu görmüyordu.
Bir adım attım, kana basmamak için gözlerimi yere diktim ve doktorun şok cihazını çalıştırdığını, “150 joule!” diye bağırışının tüm hastanede uyandırdığı yankıyla anladım.
Kalbini attırmaya çalışıyorlardı.
Kalbi mi durmuştu?
“Yener!” diye bağırdı Girdap, ardından Adnan’ın bağırırken çatlayan sesi tüm hastaneye yayıldı. “Kardeşim!”
“Kurşun kalbini deldi,” dedi biri. “Otuz dakika bilinçli bir şekilde kalbi durdurulacak.” Tek duyduğum buydu, karmaşanın içinde yabancı birinin söyledikleri ve yaşanan fırtınanın daha da büyük bir şiddet kazanmasına neden olan cümlelerdi bunlar.
“Getirildiğinde nabzı kırk, küçük tansiyonu dörde düşmüş hâldeydi.” Bu cümle, bir başka yabancının dudaklarından dökülen cümleydi. “Eğer kurtulursa bu bir mucize olacak.”
Eğer kurtulursa bu bir mucize olacak. Yener bu cümleyi hemen yanımda durmuş, sırtı duvara yaslı, bomboş bakan gözlerle dinlemişti sanki ama onu ben dışında kimse görmüyordu.
Yener zihnimin içinde boş araziye düşen kar tanelerini izlerken dalgın bir şekilde, “Mucizelere inanmam, Zeliş. Varsa bile benim için hiç olmadılar,” dedi.
Kapılar kayarak kapandı. Korkunç bir sessizlik, beyaz koridorun duvarlarından üzerimize zuhur etti.
“Keskin nişancının işiydi,” dedi Gurur, “onun kalbini hedef alırken amacı gözdağı vermek değildi, Yener’i öldürmek için oradaydı.”
Muşta, alnını soğuk duvara bastırıp bekledi.
Bir sigara yandı, bir diğeri komandolardan birinin botunun tabanı altında ezildi. Yüzüme ambulansın ışığı vuruyordu. Saatler sürecek bir ameliyatın ne kadarının içindeydik bilmiyordum. Simge tepkisizce acil servisin önündeki sandalyede oturuyor, kucağında kana bulanmış gül buketini tutuyordu. Gözleri boşluktaydı, tepkisizdi, omuzları yavaşça kalkıp iniyor olmasaydı onun nefes alıp vermediğini düşünüp paniğe kapılabilirdim. Belki de kapılamazdım. Ne hissettiğimi bilmiyordum.
“Bunun bir bedeli olacak,” diyen kişi Devran’dı. İri, kara gözleri boşluğa nefretle saplanmıştı. O gözlerde bir kurt, karanlık gecenin içinde gölge gibi ilerliyordu, o gözlerde soğuk bir rüzgâr dağın karları uçurarak esiyordu.
“En ağır şekilde ödetilecek,” diyen kişi Vural’dı, parmak boğumlarına yerleşen kan lekelerine baktım ve duvarı yumrukladığı o kısacık an kafamın içinde belirip kayboldu.
“Bu kez yargı değil, infaz istiyorum,” diyerek ayaklanan Devran’a baktım. Hızla acil servisin kapısından içeri girip kayboldu ama geride is ve kan kokan bir intikam yemini bıraktı.
Kaosun değil, gerçek bir savaşın yaklaştığını hissettim.
Gurur paltosunu omuzlarımın üzerine koyunca boş bakışlarımı kaldırıp ona mıhladım ama gözleri bana dokunmadı. İçinde dolaşan cehennemin kıvamını hissettim, bana bakıp o cehennemi bana sunmak istemedi.
Yabancı, zihnimin içinde, “Kurtulursa bu bir mucize olacak,” deyince ürpererek acil servisin kapısına baktım. Tüm askerler nasıl hem bu kadar acı içindeydi hem de bu kadar serinkanlıydı merak ettim. Bu soğuk damarların içinde kan değil, intikam mı dolaşıyordu? Oysa acı, yere düşen gölgelerini bile daha koyu bir renge boyuyordu.
“Sen üşüyeceksin,” dedim sessizce, paltosu sırtımda ağırlık yapıyordu çünkü paltosunda da Yener’in kanı vardı.
Gözlerini ilerideki karanlıktan çekmeden, “Şu an kan ter içindeyim,” dedi, sesindeki duvarları fark ettim, duvarların bittiği noktada uzun, hançer gibi parmaklıklar başlıyordu. Sanki sesini aşmaya çalışsam o duvar üzerime yıkılacak, o hançerler içime saplanacaktı. Bu durumu garipsemedim. İçinde biriken öfkenin ne kadar yıkıcı olduğunu biliyor, bunu normal karşılıyordum.
Sigarasını yere fırlatıp acil servis kapısına ilerleyince oturduğum yerden kalktım, birden gözüm karardı ve sendeleyerek çaprazımda duran kalın, boyası kavlamış kolona tutundum. Simge hâlâ aynı yerde oturmuş, kucağında kana bulanmış beyaz güllerle zemini izliyordu. Ağzımı açıp ona bir şey söylemek istedim ama yapamadım, gücüm buna yetmedi, kelimeler dilimin ucunda yanıp küle döndü ama dışarı dumanı bile tütmedi. Gözlerim Nihan’a kayınca bana baktığını gördüm. Gözleri kıpkırmızıydı, gözlüklerin arkasından bana ne kadar üzgün olduğunu gösteren bir ifadeyle bakıp, “Sen git,” dedi. Simge’yi işaret etti. “Ben onunla kalırım.”
Kalıp Simge’ye sarılmak istesem de içimde yaşadığım yıkımın henüz sessizlik içinde olsa dahi bir anda şiddetlenerek beni içine çekeceğini bildiğimden bunu yapamadım. Farkındalık içime karanlık gibi çöktüğünde şu an hissettiklerim, o an hissettiklerimin yanında çok küçük kalacaktı, biliyordum.
İçeri girerken hemşirelerin bana merakla baktıklarını gördüm. Ellerimde kurumuş kan lekeleri vardı, sırtımda duran palto da kan revan içindeydi. Gözlerimde akmak için bekleyen gözyaşları duruyor, damlalardan bir tanesi kirpiğimde asılı kalmış idam edileceği ânı bekliyordu ama ağlamıyordum. Donuk bir acı içimde ucu soğuk bir bıçak gibi dolaşıyordu. Koridorda sessizce ilerledim, asansörün önüne geldiğim anda biri arkamdan, “Zeliha?” diye seslendi. Sesi tanıdım ama ifadem değişmedi, donuk bakışlar hâlâ yüzümde put gibi asılı dururken omzumun üzerinden sesin merkezine doğru baktım.
Cenan paltosunun içinde eşofman takımı, dağılmış düz saçlarıyla hemen karşımda duruyor, panik dolu gözlerle bana bakıyordu. Ambulansın olay yerine geldiği o ânı hatırladım, donmuş gibi boşluğa bakarken Cenan bana sürekli, “Zeliha!” diyor, parmağını şıklatarak anın içine çekilmem için uğraşıyordu. Hemen arkasından Ayça ve Çolpan da koridorda belirdiler, yüzlerindeki endişe dakikalardır biraz olsun hafiflememişti. Onlara boş boş bakıp, “Ameliyathanenin önüne gidiyorum, hepsi oraya gitti, herkes gitti,” dedim sessizce.
Cenan tam önümde durup yüzüme düşen saçlarımı soğuk parmaklarıyla geriye taradı, ardından gözlerimin içine bakıp, “Sana su alayım mı?” diye sordu.
“Hayır ama lütfen Simge’ye su alır mısın?” Sessizce asansörün açılan kapılarına baktım. “Simge su içmeli.”
Çolpan, “Nihan onun yanında, ona su da verecek,” dedi sakince ama bakışları tedirgindi. “Sen de su içmelisin.”
Asansörün içine yürüdüm, arkamdan Cenan da asansöre bindi ve kızlara, “Siz Simge’nin yanında kalın kızlar,” dedi. “Ben Zeliha’nın yanındayım, merak etmeyin.”
Sayılardan birine tıkladım, Cenan gözlerini yüzümde dolaştırarak kapıların kapanması için bir başka tuşa bastı ve asansörün kapıları kapanırken Ayça’nın endişe yüklü gözleriyle son kez temasta bulundum.
“Zeliha, ağlamak istiyorsan ağlamalısın,” dedi Cenan, sesindeki endişe gözlerinin içine bakmama neden oldu. Asansörün aynasına sırtını yasladı ve “Yener’in senin yakın arkadaşın olduğunu, onu abin gibi gördüğünü biliyorum,” dedi sakince. “Olay gözünün önünde oldu, bunun seni bu denli etkilemesi çok normal. Ağlamayıp ayakta kalmak için kendini sıkmak, her zaman güçlü olmak demek değildir. İnsan bazen duygularını açıkça ifade edebilmeli güzelim.”
“Şu an bir çocuk gibi ağlamak, ilgiyi üzerime çekmek olurdu. Bunu istemiyorum. Hepsi benim abim gibi, kardeşim gibi oldu ve onlar bu hâldeyken güçlü durmak zorundayım abla,” diye mırıldandım. Asansör durdu, kapılar açılırken Cenan’ın gözlerine yerleşen anlayışla yüzleştim. Bu anlayış her nedense canımı çok acıttı.
“Ortalık çok karışacak,” dedi Cenan açılan kapıdan dışarı çıkarken. “Kan gövdeyi götürecek.”
Sessizce, “Götürmek zorunda,” dedim.
Ameliyathanenin olduğu koridora sessizlik içinde ilerledik. Devran ameliyathanenin çift kanatlı kapısına avuçlarını bastırmış, sessizce beklerken sırtı aldığı öfke dolu nefeslerle seri bir şekilde inip kalkıyordu. Gurur sırtını duvara yaslamış, gözlerini karşısındaki duvara dikmişti, sanki nefes dahi almıyormuş gibi hareketsizdi. Vural’ın koridorda seri adımlarla volta attığını gördüm ve Girdap yere çökmüş, duvar kenarında öylece duruyor, elleriyle oynuyor, çok gergin görünüyordu. Gözlerim diğerlerini aradı ama onları göremedim, sessizce Gurur’un yanına ilerleyip sırtımı onun yaslandığı duvara yaslayarak kollarımı güçsüzce bedenime sardım.
Devran, seğiren bir çeneyle bize doğru döndü, birkaç saniye gözlerini boşlukta beklettikten sonra bize çevirerek, Gurur’a, “Bahsettiğin şeyi erkene çekiyoruz,” dedi, neyden bahsettiğini anlayamadığım için gözlerimi Devran’ın gözlerine sabitledim ama o, bana bakmadı. “Dağın boşluğunda dolaşmaya o kadar alışmışlar ki kurt inine indiklerini fark etmediler bile. Bu saatten sonra durmayacağız.”
Gurur, cevap vermedi; boşluğa bakmaya devam ediyordu.
Vural, adımlarını durdurdu ve ölüm bürümüş gözlerini kısıp, “Bu atağı şimdi beklemiyorduk,” dedi. “Bizi gafil avlamak için yaptılar.”
Gurur, yine cevap vermedi.
“Yener bu ameliyathaneden sağ salim çıkacak,” dedi Girdap yumruğunu dudaklarına götürerek. “Ama onların hiçbirini saklandıkları o deliğin içinden sağ salim çıkarmayacağım.”
Muşta’nın attığı güçlü adımların sesi koridorda bir yankı uyandırdı.
“Önceliğiniz kardeşinizin gözünü açması olmayacak,” dedi Muşta gür, tetikte bir sesle. Sanki sesi bir namluydu ve namlu dosta, düşmana, herkese çevrilmişti. “Önceliğiniz kardeşinizin intikamını almak olacak.”
İşte bu cümle, yaşanacak her şeyin teminatıydı ve gözyaşı, kan ve ölümün kokusunu intikamın kokusuyla bastırıyordu.
Muşta’nın mavi gözlerine baktım. Gökyüzü oradaydı ama gök, yere çökmek üzereydi ve bu olduğunda yeryüzünde tek bir düşmanın dahi nefes almasına izin verilmeyecekti. Cenan’ın kara gözleri Muşta’daydı, sesini bile çıkarmadan sevdiği adamın gözünü bürüyen kanı izledi.
Ecevit, “Vakit intikam vaktidir,” diyerek Muşta’nın arkasında belirdiğinde dikkatimi çeken, kamuflaj yeşili bez maskesini yukarı çektiğiydi; görünen sadece hırsla bakan kahverengi gözleriydi.
“Alaşafak Timi’ni toplayın,” dedi Muşta gözlerini ameliyathanenin çift kanatlı kapısına dikerek. “Oyunu başlattığını sananları oyuncağımız yapmaya, şafağı kana bulamaya gidiyoruz.”
Gurur, bir ölüm rüzgârı olup zihnimin içinde esmeden hemen öncesinde, “Kınından çıkan kılıç, kana bulanmadan kınına geri girmez,” dedi. “Bu gece kılıcı kınından çıkarmamı sağladılar.”
“Kan istiyoruz,” dedi Girdap sessizce.
“Kan,” dedi Vural keskin bir çeneyle.
“Kan,” dedi Ecevit’in arkasında beliren Tayfun, gri gözleri merhametsiz bakıyordu.
Ecevit maskenin boğuklaştırdığı güçlü bir sesle, “Kan,” dedi.
“Kan,” dedi Beyhan hızlı adımlarla Tayfun’un yanından geçerek bize doğru ilerlerken.
“Kan!” dedi Devran hırıldar gibi.
“Kan!” diye devam ettiren Adnan oldu ve Gurur gözlerini kısarak başını yavaşça aşağı doğru eğdi. “Kan,” diye fısıldadı.
Yener, koridorun ucundaydı ama onu kimse görmedi, gözlerimi onun kahverengi gözlerine çevirdim ve orada öfkeyi gördüm. Başını yavaşça aşağı yukarı sallayıp sessizce, “Kan,” dedi ve görüntüsü bir sis gibi dağılarak yok oldu.
Saniyeler yağmur damlaları gibi koridora düşmeye başladı ve bir süre sonra zaman, beklentinin arşa yükseldiği koridorda bir sağanağa dönüştü.
Ameliyat hâlâ devam ederken, Adnan ketum bir sesle, “Söyleneni yaptım,” dediği sırada hastanenin arka terasındaydık, gece bir kıyamet gibi hâlâ gölgelerini gökyüzünde tutuyordu ama şafaktan çok uzak sayılmazdık. Soğuğun beyaz buharı dudaklarımın arasından dışarı süzülüyor, bomboş gözlerle dudaklarımın arasından kayıp giden buharı izliyordum. Hissizlik hâlâ göğsümün içinde nöbetteydi ama aynı zamanda bu nöbetin esas nedeninin bir anda patlayarak etrafa saçılacak hisleri durdurmak için olduğunu da biliyordum.
“Yener’in annesine telefonda haber veremezdik, sağlık sorunları vardı,” dedi Girdap, sesi öyle durgundu ki sanki bir çocuk gibi dizlerini karnına çekecek, sessizce ağlayacaktı ama hayır, çok güçlü görünüyordu. “O yüzden onu almaları için bir ekip yönlendirdik. Özel bir uçakla buraya getirilecek.”
Sessizce dudaklarımın arasından sızan buharı izlemeye devam ettim. Cenan elinde iki karton bardakla terasa çıktı. Bardaklardan birini bana uzattı ama sadece başımı iki yana salladım, bana uzattığı karton bardağı bu defa Muşta’ya uzattı. Muşta, ikinci sigara paketini çoktan açmış, onu da yarılamıştı. Karton bardağa sessizce baktı, sonra gözleri Cenan’a çevrildi ve bardağı ondan aldı ama çaydan bir yudum bile içmedi.
“Gidip Simge’ye bakmalısın,” dedi Cenan bana dönerek. Dalgın bakışlarımı yüzünde dolaştırdım. “Saatlerdir yerinden kıpırdamadan o sandalyede oturuyor.”
Gurur’un paltosunun kenarlarını tutup bedenime örterken Yener’in kuruyan kanı parmaklarıma sert bir baskıda bulundu. Bu bana, onun gözleri gözlerime dokunduğunda hissettiğimden daha ağır bir duygu hissettirdi ama kendimi kolayca toparlayıp terastan çıkarak alt kata indim ve acil servisin önüne çıktım. Simge hâlâ bıraktığım yerde oturuyor, kollarında beyaz gülleri tutuyor, tepki bile vermeden boşluğu izliyordu.
Yavaşça ona yaklaşıp, “Simge,” diye mırıldandım. Bana bakmadı, sanki beni duymuyordu. Gözlerim beyaz, üzerinde kan damlaları olan güllerden bir tanesine kaydı, hepsinden daha kirliydi, kan onu kırmızıya boyamıştı. Ne söyleyeceğimi bilemediğimden elindeki gülleri almaya yeltendiğimde gülleri kalbine bastırıp kaşlarını çattı ve onları elinden almama engel oldu.
“Ellerini yıkayalım,” diyebildim, eklem yüzüklerinde bile Yener’in kanı vardı. Gözlerimi yumduğum o birkaç saniye içinde ambulansın ışıkları yeniden gözlerimi aldı ve o ânı hatırladım; Simge sedyeyle ambulansa taşınan Yener’in kalbine dokunuyor, parmakları onun kanıyla ıslanıyordu. Gözlerimi açtığımda Simge’nin kül grisi yüzüyle karşılaştım. Yeşil gözlerinin beyazına kan çökmüştü.
“Ellerimi yıkayamam,” dediğinde durdum, bu saatler sonra dudaklarından kayıp giden ilk cümleydi. Bana kendimi duvara toslamışım gibi hissettirmesi de cabasıydı. “Ya Yener’e son kez dokunmuşsam? Ellerimi yıkayamam.”
“Simge, ona son kez dokunmadın.” Güllere tekrar dokunmak istediğimde gülleri kalbine daha sert bastırıp kafasını kaldırdı ve bana paramparça olduğunu gizleyemediği, belki de gizlemeye tenezzül dahi etmediği kan çanağı gözlerle baktı.
“Yener bu gülleri o gelene dek kucağımda tutmamı isterdi,” dedi, bir an duraksayıp ona bakakaldım. “Eğer aptalın teki değilse, bana gül aldıktan sonra siktir olup gidemez.” Kaşlarını çattı, kaşlarının bile titrediğini fark etmek kalbimi acıttı. “Gidemez,” diye fısıldarken sesi tüm harflerinden çatladı. “Gidemez!” Kirpiklerinde biriken onlarca gözyaşı damlası arka arkaya göz çukurlarına düştü.
İki gözyaşı birbirini takip ederek sol yanağından kayarken babam zihnimin içinden, “İnsan acı çektiği için ağlarsa, gözyaşı önce sol gözünden akarmış,” dedi ve kalbim deşiliyormuş gibi hissettim.
“Gitmeyecek,” dedim, bu ihtimale tutunmak değil, bu ihtimali gerçeğe çevirmek istiyordum ama ne yazık ki kaderin üzerine kan damlarsa yaşanacaklar bir daha aklanamazdı.
“Benim kalbimi delip, kendi kalbi delinmiş gibi yapıyor,” diye fısıldadı, sol gözünden üçüncü damla da hızla aktı ve diğer ikisine katılarak çene kemiğinde asılı kaldı. Elinin tersiyle çenesini silince kuruyan kan gözyaşına karışarak çenesini damgaladı. “Beni kandırmış olamaz mı? Benim onu sürekli kandırdığım gibi belki de o beni kandırmıştır.” Sertçe yutkundu, bu ihtimalin boğazına takıldığını fark ettim. Güllere daha sıkı sarıldı. “O gelip beni buradan kaldırana kadar hiçbir yere gitmeyeceğim.”
Avucumu saçlarına koyacaktım ama yapamadım çünkü ellerimde hâlâ Yener’in kanı vardı. Durup bir müddet onun rengi solmuş güzel yüzünü izledim.
“Git söyle abine,” dediğinde Yener’in hayatımdaki yeri yüzüme bir tokat gibi çarptı. “Onu burada bekliyorum ben. Gelmeyecek kadar zalim olmasın.”
Söylenecek her şey dilimin altında gömüldü, sanki dilim kelimelere bir mezar oldu. Susup Simge’nin gözlerinden kayıp duran gözyaşlarını izledim ama ne bağırdı ne isyan etti ne de sesini yükseltti; sessiz sessiz, için için ağladı.
Şafak sökerken şehre Yener’in annesi geldi.
Beraberinde gözyaşı, acı dolu çığlıklar ve edilen ahları da getirdi.
Komandoların soğukkanlılığı usul usul kan kaybetmeye başladı, korku çoğaldı ama birileri acil servisin ortasında bayılan kadına yardım etmek zorundaydı. Yener’in annesini kucaklayıp sedyeye yatıran Adnan oldu. Muşta sürekli bir gerginlik çıkararak doktorlara ulaşmayı denedi, denemeleri her seferinde boşa çıktı ve öfkenin dozu biraz daha arttı.
“Oğlum!” diyordu Yener’in annesi her kendine geldiğinde. “Kara toprak alacaksa beni alsın, seni değil. Evlatlar, annelerinden önce ölemez.”
Evlatlar, annelerinden önce ölemez.
Yener sanki oradaydı, beyaz paravanın kenarında durmuş annesini izliyordu.
Sabah 07.21’de ameliyathanenin kapıları sonunda açıldı.
“Yaralıyı solunum cihazına bağlayarak kalbi durdurup ameliyata başlamak durumunda kaldık,” diyen doktor, yüzündeki maskeyi çenesinin altına indirmişti. “Olay sırasında kanamanın başlamasının hemen ardından kalp çevresinde oluşan ince zar doğal bir tampon görevi görerek yaralının hayatta kalmasını sağlamış.”
Hayattaydı.
“İlk yirmi dört saat onun için oldukça kritik. Her şeye hazırlıklı olun.”
Hayatta kalabilecek miydi?
Bir cam kırıldı ama kimin yumruğu, nerenin camını indirdi bilmiyordum. Sadece doktorun gözlerinin içine bakıyordum ama o, ben hariç herkese bakıyor, umutsuz görünüyordu. Oysa saniyeler öncesinde onun hayatta olduğunu söylemişti, saniyeler sonrasındaysa umutsuz bir ifadeye bürünerek bunun kalıcı olamayabileceğini söyledi. Biri bir küfür savurdu ama sesini bile ayırt edemedim, kim küfretti bilmiyordum. Sonra biri koridorda hızla koşarak ilerledi, arkasında bıraktığı rüzgârı hissettim ama koşarak uzaklaşan kimdi bilmiyordum. Doktorun yüzündeki umutsuzluğu izliyordum.
Mucize hâlâ gerçekleşmedi.
Dışarıdaki siren sesinin aslında dışarıdan gelmediğini, benim gri sokağın ortasında durmuş önümden geçen polis otosunu sessizce izlediğimi fark ettim. Ne zaman buraya gelmiştim? Yaşadığım zamanda mı kayma olmuştu yoksa zihnim mi bilinmezliğe doğru kayarken gittiğim yerleri hafızamdan silmeye başlamıştı?
Kar ince ama sık bir biçimde atıştırmaya başladı.
Gözümü açıp kapattım, ardından yeniden açtım ve ekip otosunun geçip gittiği sokakta olmadığımı fark ettim. Hastanedeki boş bir odada, berjerin üzerinde oturuyordum, boş yatağın ucunda oturan kişi Ayça’ydı. Televizyona pürdikkat baktığımı fark ettim ama öncesinde neler gördüğümü, neler duyduğumu hatırlamıyordum.
“Hedeflerinde Türk askeri mi var?” Muhabirin kameranın tam merceğine bakarak sorduğu soru karşısında kireç gibi bir suratla baktığım televizyon kapandı.
Ayça, “Simge’ye bakalım mı?” diye sorunca bakışlarımı ona çevirdim, elinde televizyonun kumandasını tutuyordu. İki gündür bu hastanenin boş odalarında yaşıyorduk, iki gündür hiçbirimiz tek bir an olsun buradan ayrılmamıştık ama anılarım öyle çok parçaya ayrılmıştı ki hangi ânı ne zaman yaşamıştım, sıralama nasıldı hatırlamıyordum.
Simge, yirmi dört saatin sonunda Yener’i beklediği sandalyenin üzerinde otururken bir anda yana doğru düşmüş, göğsüne bastırdığı gülleri bırakmamıştı ama sonunda kaldıramadığı için bayılmıştı. Onu sedyeyle içeri götürdükleri ânı izlerken tepki veremediğimi hatırlıyorum. Sadece ayıldığında yanındaydım, bileğine bağlı bir serumla uzandığı yatakta bilinci kapalıyken ağlıyordu ama bilinci açıldığı an ağlamayı kesti ve berjerin üzerine bıraktığım güllere bakıp, “Onları bana ver, lütfen,” dedi, sonra yine zihnime bir sis bulutu çöktü ve hatıralarım kaybolmaya başladı.
Yener ilk yirmi dört saati atlattı, onun için tehlike geride kaldı sandık ama doktor, “Uyandırılmaz,” dedi. “Nabzı çok düşük.”
Yener’in annesini diyalize bağladılar, böbrek hastasıydı, durumu iç açıcı değildi ve onu ne zaman görsem beni tanımadığı hâlde yumuşak bir gülümsemeyle gözlerimin içine bakıyor, “Yener nerede?” diye soruyordu, cevap veremediğimde ise bir anda ağlamaya başlıyordu.
Kafamın içindeki kaos büyüdü. Bakışlarımı Ayça’nın yüzünde dolaştırırken yaşananlar kafamın içinde sinyal sesine eşlik ederek tekrarlıyordu.
“Gurur nerede?” Sesim güçsüz çıkmıştı.
Ayça gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra, “Hastanede kaldıklarına inanılsın istedikleri için ön kapıdan değil, doktorların kullandığı garajdan çıktılar,” dedi. “Hakan abi kimden bahsediyordu bilmiyorum ama yasta olduğumuzu, hareket dahi edemediğimizi düşünsünler dedi ve sonra hastaneyi gizlice terk ettiler. Şu an burada yalnızca Girdap var. Yoğun bakımın kapısından ayrılmıyor.”
Durmayacaklardı.
“Haberlerde bizim evin olduğu sokağı gördüm,” dedi Ayça gözlerini televizyona çevirirken. “Komandonun bilgilerini paylaşmadılar, neden bilmiyorum ama vurulduğu haberini girdiler.”
“Bu haber boşa yapılmadı,” dediğim anda Ayça bakışlarını bana çevirdi. “Onların kafasına kakıyorlar Yener’in vurulduğunu. Muhabir üzerine basa basa komandonun durumunun iç açıcı olmadığını, yaşama olasılığının düşük olduğunu söyledi.” Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. “Onlara bunu empoze etmek istiyorlar, güçsüz düşsünler, acı çeksinler istiyorlar. Fırsat yaratacaklar.”
“Kimlerden bahsediyorsun?”
Gözlerimde yıkıcı bir öfkeyle kapalı televizyonun ekranına düşen karanlık yansımama baktım. “Emsal ve ekibi,” dedim kendimden emin, karanlık bir sesle.
Ayça sadece, “Ne?” diye sordu ama devamında başka bir şeyler sormadı, söylemedi, susup benim gibi televizyonun kapalı ekranına baktı ve ikimizin yansıması karanlık ekrandan bizi izlemeye başladı.
Saatler sonra Hüsrev elinde bir karton bardakla bana yaklaştığında hastanenin kafeteryasında sessizce oturuyordum. Üzerimde Gurur’un, Yener’in kanına bulanmış paltosu vardı ve karanlık, gökyüzünün üzerinde süzülerek yeryüzüne düşmeye başlamıştı. Kar yağmıyordu ama gündüz yağan kar soğukla birleşince taşlaşmıştı ve kafeteryanın dışındaki buz kalıplarını görebiliyordum.
Hüsrev karşıma otururken, “Durumu yakından takip ediyorum, o iyi olacak, benim buna inancım tam,” dedi. Gözlerimi arkadaşıma çevirip uzun uzun yüzünü izledim. “Ama Simge’yi bir şeyler yemeye ikna etmen gerekiyor. Bunu senden başkası yapamaz. Ağzına tek lokma koymadı, serumlar onu idare edemez.”
“Ne yapılır bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Onu ağlatmaktan korkuyorum.”
“Ağlamaması daha büyük bir sorun, içine atıyor,” dedi Hüsrev çatık kaşlarla.
Kafeteryanın kapısından Cesur’un girdiğini gördüm, kahverengi montunun fermuarını göğsünün ortasına kadar indirip oturduğumuz masaya doğru yürüdü. Yüzü soğuktan kızarmıştı, gözlerinin altında uykusuzluktan emanet aldığı koyu renk halkalar vardı.
Yanımdaki sandalyeyi çekip otururken, “İyi akşamlar,” dedi.
Hüsrev ona gülümseyip, “Çay ister misin?” diye sorduğunda, Cesur başını iki yana salladı.
“Teşekkürler, gerek yok.” Bakışlarını bana çevirdi. “Zeliş, seni eve götürmeye geldim.”
“Anlamadım?”
“Üstünü başını değiştirir, duş alırsın ve bir şeyler yersin,” dedi Cesur, Cesur’a anlamayan gözlerle bakmaya devam ettiğimde, “Abim arayıp seni eve götürmemi istedi,” diye açıkladı.
“Cesur da Gurur da haklı,” dedi Hüsrev. “Gidip biraz toparlan yine gel. Ben buradakilere göz kulak olurum. Hem Girdap da burada.”
Cesur başını sallayarak Hüsrev’i doğruladı. “Sonra seni yine buraya getiririm.” Avucunu omzuma koyup omzumu güç vermek ister gibi sıktı. “Burada durman sonucu değiştirmeyecek, biliyorsun. Seni eve götüreyim, sonra yine geliriz.”
Sessizce, “Simge’yi burada bırakamam,” dediğimde Hüsrev, “Burada olması Simge için daha güvenli. Evde tek lokma yiyeceğini mi sanıyorsun? Burası onun için daha iyi,” dedi. “Travma geçiriyor, gözümüzün önünde olmalı.”
“Hüsrev haklı. Simge burada kalırsa daha iyi olacak,” dedi Cesur.
Oturduğum yerden kalkarken gözüm karardı, Cesur hızla kollarını bana sararak düşmeme engel olurken telaşla, “Yenge,” dedi, daha sonra söylediği şeyden hoşlanmayacağımı düşünerek, “Zeliş, iyi misin?” diye sordu.
“Tek lokma yemezsen olacağı budur,” dedi Hüsrev kızgın bir şekilde. “Cesur, sen al Zeliha’yı götür. Buradakiler bana ve Girdap’a emanet.”
“Eyvallah, çok sağ ol.” Cesur beni belimden tutarak çıkışına yönlendirirken kızgın bir sesle, “Kendine bu denli yüklenmemelisin,” dedi. “Yener seni bu hâlde görse ne kadar kızgın hissederdi, biliyor musun?”
“Üzgünüm,” diyebildim sadece.
Cesur beni park hâlindeki beyaz Audi’nin önüne kadar yürüttü. Arabanın önüne geldiğimizde uzağımızda kalan acil servisin giriş kapısına doğru yorgun gözlerle baktım. Cesur bir sigara yakıp çakmağını cebine koyarken, “Eylül arabanın arka koltuğunda uyuyor,” dedi ve Eylül’ün birkaç saat önceki çığlıkları kulağımda çınladı. Yener için öyle çok ağlamıştı ki sonunda sakinleştirici bir iğne vurmuşlardı ona. “Abim, Eylül ve seni yan yana tutmam gerektiğini söyledi.”
Tek kaşım havaya kalkarken yorgun bir sesle, “Neden?” diye sordum.
Cesur, mahcup bir gülümsemeyle gözlerimin içine baktı ve “Çünkü babamın sana zarar vermemesini sadece bu şekilde sağlayabiliriz,” dedi.
Yanımda Eylül olursa, olduğum arabaya bir saldırı düzenleyemezler, olduğum yerlere girip beni hedefleri hâline getiremezlerdi. Anladım. Anlamak acıtıyormuş. Cesur’un gözlerinin içine özür diler gibi baktım çünkü Cesur bunu söylerken çok acı çekiyormuş gibi görünüyordu. Farkındaydı. Babası onu ya da Gurur’u değil, yalnızca Eylül’ü önemsiyordu ve Eylül olmasaydı belki de Cesur ile yola koyulduğumuz bu aracın başına bir şey gelecekti. İhtimaller kan dondurucuydu.
“Keşke böyle bir babaya sahip olmasaydınız,” dediğimde gözlerimin içine uzun uzun baktı ve “Keşke,” dedi. “Gerçek bir aile nedir bilmiyorum ama abim bir babadan daha fazlasıydı bizim için.” Bakışlarını arabaya çevirdi. “Keşke Eylül’ün kalbini kırmadan onu o adamın pençelerinden kurtarmanın bir yolu olsaydı.”
“Size tüm bunları yapanın o adam olduğunu bilseydi, o adamdan nefret ederdi.”
“Ve o adamı babası gibi sevdiği için kendisinden de nefret ederdi,” diye mırıldandı Cesur. “Eylül zor bir çocukluk geçirdi, Zeliş. Sık sık havale geçirirdi, hastalık başından eksik olmazdı. Hiç unutmuyorum, bir gece abim onu battaniyeye sarıp koşa koşa doktora götürmeye çalışmıştı, cebimizde beş kuruş yoktu ve abim biraz yavaş koşmuş olsaydı, sadece iki, üç dakika daha geç kalınmış olsaydı o gece ağır ateşten hayatını kaybedecekti Eylül. O bizim için hassas, kırılgan bir porselen bebek gibi. Gerçekten kırılgan.”
“Çok zorlanacak,” diye fısıldadım.
“Canı çok yanacak,” dedi Cesur çaresizce.
“Yine de gerçekleri bilmeye hakkı var, Cesur. Onu daha fazla bir yalanın içinde yaşamaya mahkûm edemezsiniz.”
Cesur sigarasının dumanını usul usul geceye üflerken, “Biliyorum,” dedi. “Ama onu bu yalanın içinden nasıl çıkaracağız, işte bunu bilmiyorum.”
Sigarasını buz tutmuş yola atınca ateşin cızırtısını işittim. Cesur, “Hadi gidelim,” diyerek araca yöneldi ve yorgun bir şekilde onu takip ederek arabaya bindim. Aracın içi sıcak ve karanlıktı, kafamı çevirip arkama baktığımda Eylül’ün iki büklüm olmuş, küçük bir çocuk gibi yün bir şalın altında uyuduğunu gördüm. Kapı sesleri bir anlık uykusunu bölecek gibi oldu ama kaşları çatılsa da gözlerini açmadan uyumaya devam etti.
Arabanın farları ilerideki karanlığı kırdı ve Cesur aracı geri geri sürerek olduğu yerden çıkarıp yola koyuldu. Evin olduğu sokağa girdiğimizde araç artık yavaş hareket ediyordu ve Eylül de daldığı uykudan uyanmış, sessizce akıp giden yolu izliyordu. Hiçbirimiz tek kelime dahi etmedik. Yas, arabanın içinde de devam etti.
Binanın girişinde dikildiğimde rüzgâr saçlarımın arasından geçerek saçlarımı geriye doğru savurdu ve güvenlik kulübesinden birkaç metre uzaktaki boşluğa baktım. Yener orada vurulmuştu. Ağır adımlarla eve yürümeye başladığımda Eylül arkamdan geliyordu.
Yener’in kanı hâlâ zemindeydi.
Kanının önünden geçerken bakmamak için çok çaba harcadım ama sonunda yeniden gözlerim kuruyan kanıyla buluştu. Yağan kar, onun kanını silmeye yetmemişti.
Eylül’ün hıçkırığını duydum ama dönüp ona bakamadım. Asansöre bindiğimizdeyse ağlayan yüzünden kaçamadım. Hiç konuşmadan sessiz sessiz ağlamaya devam etti. Ve onun gözyaşları, benzinim olup beni daha güçlü yaktı.
Evin kapısını açarken hemen arkamdaydı, içeri girdiğimizde de bir süre arkamda kalmaya devam etti. Pars ve Leon bacaklarıma dolandılar, mamalarına baktım, yeni dökülmüş gibiydi, biri onları tuvalete de çıkarmış olmalıydı.
Sessizce salona ilerlerken Eylül, “Biliyor musun abla,” diye mırıldandı ve omzumun üzerinden ona baktım, “bir zamanlar Yener’i abim gibi değil, başka duygularla seviyordum.” Söylediği şey üstümdeki ağırlığı artırdı. “Bir hayranlıktı, bir çocuğun ilk aşkıydı, ilk heyecanıydı.” Ağır adımlar atarak yanımdan geçip koltuğun kenarına oturdu. “Büyüyünce onunla evleneceğimi düşünürdüm hep.” Dirseklerini dizlerine bastırıp yüzünü avuçlarının arasına saklarken hıçkırdı. “Biliyordu, bence ona ilgimin, hayranlığımın farkındaydı. Beni hep korur, kollar, onun abim olduğunu hissetmem için elinden geleni yapardı. Bir gün gerçekten abim oldu.”
Bir kez daha hıçkırdı.
“O bir çocuğun ilk aşkı, bir genç kızın abisi, yalnız hissettiğim anlarda yanımda olan tek dostum. Onu kaybetmek istemiyorum,” dedi çatlayan sesiyle. “Onu kaybedersem bir sürü anımı kaybetmiş gibi hissederim. Onu ve anılarımızı kaybetmek istemiyorum abla.”
Önünde durup saçlarına dokundum, saçları terlediği için ıslaktı, oysa dışarısı terleyemeyeceğimiz kadar soğuktu. Saçlarını şefkatle okşarken onun gerçekten küçük bir kız çocuğu olduğu gerçeği yüzüme sert bir tokat geçirmişti. “İyi olacak,” dedim, buna inanmaya ihtiyacım vardı. “Yener’i bilmiyor musun? Sıyrılmanın bir yolunu her zaman bulur.”
“Bulur, değil mi?” Avuçlarını yüzünde kaydırıp, kıpkırmızı olmuş suratıyla alttan alttan çaresiz bir bakış attı bana. “Bizi bırakmaz, değil mi?”
“Bırakmayacak.”
Eylül, kollarını belime sarıp yüzünü karnıma bastırarak şiddetle ağlamaya başladı. Gözlerimi boydan cama düşen şehir ışıklarına çevirirken sessizliği giyinip onun saçlarını okşadım, yanında olduğumu dokunuşlarımla, ona sunduğum şefkatle göstermeye çalıştım. Ne kadar başarılı oldum bilmiyorum ama Eylül, dakikalarca karnıma bastırdığı yüzünü oradan çekmeden öylece ağladı.
Duş alıp üzerimi değiştirdim, Eylül de duş aldı ve bana ait birkaç parça kıyafeti ona ödünç verdim. Yemek yapamayacak hâldeydim, bu yüzden ikimize ramen sipariş edip gruba düşen mesajlara bakmak için telefonumu elime aldım. Cesur’un nerede olduğunu merak ediyordum.
Hakan Basri Şenkaya: Siverekli tesise giriş yaptı.
Devran Soydere: Yıldırım’ı almaya gidiyorum, dönüşe hazır.
Adnan Bahtıvar: İnfaz ve Hayalet’i aldım, telefon numaralarını değiştirmişler. Gruba alımlarını yapmadan önce konuşmam gerek. Hayalet’in yarası iyileşmiş.
Devran Soydere: İyi durumda mı?
Adnan Bahtıvar: Evet. Zaten dönmek için hazırlanıyormuş.
Vural Demirezen: Diğer ikisine haber uçurdum, erken dönüşe hazırlar.
Sevgilim: Havadan ve karadan olmak üzere iki grup oluşturulacak.
Kimlerden bahsediyorlardı? Telefona çok uzun süre baktım, hemen ardından telefonum çalmaya başladı. Arayan Cesur’du.
“Bir şeyler yedikten sonra beni arayın, sizi alayım,” dedi Cesur. “Arka kapıya gelin, evden çıktığınız belli olmasın. Araba değiştiriyorum. Sizi tesise götüreceğim.”
“Tamam,” diyebildim. Cesur bir şey diyecek gibi oldu ama bunun yerine derin bir nefes alarak telefonu kapattı.
Ne ben ne de Eylül gelen yemeğe neredeyse hiç dokunmadık. Evden çıkarken onun üzerine siyah bir mont giydirdim çünkü hırkası onu soğuktan korumaya yetmeyecekti. Bana minnetle parlayan yaşlı gözleriyle baktığında yanağını okşayıp ona gülümsedim, şefkate ihtiyacı olan küçük bir kız çocuğuydu ve bu şefkati ondan sakınıp saklamadım.
Holün ışığını Pars ve Leon için açık bırakarak evden çıktık. Evden ışık yayılması iyiydi, eğer izleniyorsak evde olduğumuzu düşünmelerini istiyordum. Eylül neden arka taraftan çıktığımızı sorgulamadı ve telefonunu evde bırakmasını istediğimde beni ikiletmedi. Emsal onu arayacak olursa, nerede olduğumuzu öğrenebilirdi ve bu asla yaşanmaması gereken bir şeydi.
Cesur, bizi siyah bir cipin içinde bekliyordu. Ön yolcu koltuğuna geçmeden önce Eylül’ün arka koltuğa binmesine yardımcı oldum. Elleri titriyordu, bu dikkatimden kaçmamıştı. Yaşananların ne kadar ağır olduğunu onun titreyen ellerine bakarken bir kez daha fark etme şansı bulmuştum.
Otel Barida’nın önünden Biricik’i de alarak yola devam ettik. Araç karanlık dağ yolunda far ışıklarıyla geceyi yararak ilerledi ve nihayet tesise geldiğimizde dağın soğuğu dalıp gittiğim düşüncelerden çıkmamı sağladı.
Tesisin beyaz koridorları ilk kez bana morgu hatırlattı. Soğuk bir morgun içinde ilerliyormuşum gibi hissederek yürüdüm. Biricik, Devran’a doğru koşup onun kollarının arasına girerken Devran, kaskatı bir çeneyle boşluğu izliyor olsa da kollarını sevgilisinin bedenine sarıp onu bağrına bastı.
Biricik, “Yener’den bir haber var mı?” diye sorduğunda, Devran’ın bakışlarının daha da keskinleştiğini gözlemledim.
“Uyutulmaya devam ediyor,” dedi, bu durumu soğukkanlılıkla söylese de içinde kanayan büyük yaranın lav olup ruhunu yaktığını biliyordum.
Yanlarından geçerken tek kelime etmedim. Muşta’nın odasının kapısı açıktı, odası boştu. Yere saçılmış dosyaları, kalem kutusunu ve kalemleri gördüğümde yutkundum. Öfkesini bir türlü durduramıyordu. Öfkesi tüm tesise yayılmış, içeriyi bir morgdan daha soğuk hâle getirmişti.
Adnan’ı gördüm, toplantı salonunun çift kanatlı kapısının önünde durmuş, elleri ceplerinde boşluğu seyrediyordu. Beni fark ettiğinde, “Hoş geldin, Zeliş,” dedi ama tepkisizliğim öyle kuvvetliydi ki ne mimik sergileyebildim ne de tek kelime konuşabildim.
Toplantı odasına girdiğimde, tanıdık yüzlerin arasında iki yabancıya rastladım. Biri esmer tene, kıvırcık ama kısa kesilmiş siyah saçlara, ince fakat uzun ve adaleli bir bedene sahipti; siyah gözlerini bana çevirip sorguyla bana bakmıştı. Diğeri de üç numara kumrala dönük sarı saçların sahibiydi, teni beyazdı, yeşil gözlerini yüzüme diktiğinde onun da Devran ve Gurur kadar iri göründüğünü fark ettim. İkisi de beni tanımadıkları için tehlikeymişim gibi bakıyorlardı.
Uzun masanın önüne ilerlediğimde, yeşil gözlü olan, “Bu kız kim?” diye sorarak gözlerini Muşta’ya çevirdi.
“Gurur’un sevgilisi,” dedi Muşta ve bu ismi duymamla, ismin sahibini aramaya başlamam bir oldu. Burada değildi.
Adam, yeşil gözlerini benden çekerek masaya çevirip önündeki dosyaya odaklandı. Esmer olan da benimle göz kontağını kesmişti.
“Bir süredir yer tespiti için çalışıyordum,” dedi Ecevit önündeki tabletin ekranına dokunup ekrandaki görseli büyüterek. “Giriş ve çıkışları saptadım ama depolarıyla ilgili bir şeye rastlayamadım.”
“Sığınaklarını aynı zamanda silah deposu olarak kullanıyor olabilirler,” dedi yeşil gözlü adam, gözleri hâlâ dosyada dolaşıyordu. “Yener’in göğsünden çıkarılan kurşun 338 Lapua ve çıkışı Savage 110 BA, kurmalıya ait, 2016 ABD yapımı bir tüfek. Yapan bir profesyonel.”
“Bir profesyonel,” dedi Muşta çenesi kasılırken.
Yeşil gözlü adam, başını salladı, kısa kollu kamuflaj tişörtünün örtemediği kollarında çok sayıda dövme olduğunu gördüm. Tekrar adamın yüzüne baktım.
Çatık kaşlarla, “Yine de niyetinin Yener’i direkt öldürmek olduğunu zannetmiyorum,” dedi. “Kalbi hedef almış ama bir şekilde doğal bir tampon görevi görmesini sağlamış, yani Yener’i direkt öldürmek niyetinde değildi. Yener’in bir süre hayatta kalıp öyle ölmesini istedi.” Adam, kaşlarını çattı. “Yani Gurur’un söylediğine çıkıyor. Bu adamlar sadece bizi oyalamanın derdinde.”
“Yıldırım,” dedi Muşta, “bu kadar profesyonel birini nasıl bulur bu itler?”
“Bilmiyorum, baba,” dedi Yıldırım, adı mı Yıldırım’dı yoksa bu onun mahlası mıydı bilmiyordum.
“Medya olayın peşine düştü, onları konudan uzaklaştırmamız gerekiyor,” dedi esmer adam.
“Sizi boşa sona saklamadım,” dedi Muşta gözlerini esmere çevirerek. “Sizi hiçbir zaman bilmediler. Siz onlar için bilinmeyen gölgelersiniz. Onlar üzerimize bir şekilde medyayı salarak bizi oyaladıklarını zannederlerken, ben sizinle onların kuyusunu derinleştiriyor olacağım.”
Gurur içeri elinde neredeyse benim boyumun yarısı kadar olan kocaman bir tüfekle girince yüzümün rengi attı. Tüfeği tek eliyle kaldırıp göğsüyle boynu hizasına getirip, “Hazırsanız,” dedi sertçe, “başlıyoruz.”
“Uzun namlular önce göğe yükselecek, sonra göte doğrultulacak desene,” dedi esmer keyifle; Doğulu olmalıydı, kalın sesine bulaşan Doğu ağzını ayırt edebilmiştim.
Gurur’un gözleri kısaca bana dokundu, gözlerini yumup açarak içime güveni aşıladı. Birden gözüme öyle güçlü göründü ki hiçbir şeyin onu yıkamayacağını, her şeyi ezip geçebileceğini, herkesi yenebileceğini düşündüm.
“Zeliha,” dedi Muşta. “Bunlar da benim oğullarım. Tıpkı Ecevit gibi görevdelerdi, aslında hemen dönmeyeceklerdi ve onları göz önünde tutmayı sevmem çünkü bir göz önünde, bir de gözlerin görmediği silahları olmalı insanın.”
Sadece başımı salladım.
“Bu Yıldırım, yani Zafer,” dedi Muşta yeşil gözlü adamı işaret ederek. “Ve bu da Zifir, ismi Sadullah ama biz ona bazen Siverekli bazen de Zifir deriz.”
“Ekipte onların da olduğunu bilmiyordum.”
“Biz gölgeleriz,” dedi Zafer gözlerini bana dokundurmadan dosyada dolaştırırken. Sonra bakışlarını bana çevirdi. “Düşman içerideki herkesi bilirse, kim onların aralarına gizlice sızacak?”
Cevap vermek yerine Gurur’a doğru döndüm. Elindeki tüfeği toplantı masasının ortasına bırakıp, “Benimle gel yavrum,” diyerek çıkışına yöneldi.
Koridora o önde, ben onun arkasında çıktık. Bir süre sessizce önümde yürümeye devam etti. Üzerinde askerî üniforması vardı ama ceket giymemişti, bunun yerine kalın kollarını açıkta bırakan kısa kollu, yeşil bir tişört giyiyordu. Kemerinin kenarında sallanan silahı görebiliyordum. Adımlarımı hızlandırıp ona yetişmeye çalıştım. Dağı arkasına alan boydan camla kaplı duvarın önüne geldiğimizde adımları kesildi. Burası karanlıktı, çaprazımızda kalan koridordan yayılan ışık parçalanarak belli ölçüde etrafımıza dağılsa da bu ışık yeterli gelmiyordu.
“Bir şeyler yedin mi?” diye sordu, sesindeki yorgunluk muydu yoksa donukluk mu anlayamadım.
“Evet. Hiç değilse denedim.”
Bana doğru dönünce kafamı kaldırıp gölgelerin hapsettiği yüzüne baktım. Buz sıcağı gözleri, karanlığı aydınlatan tek ayrıntıydı.
“Cesur ve Eylül nerede?” Sorusunu sorarken de göz temasımızı bir an olsun kesmedi.
“Koridorda onlardan ayrıldım ama buradalar. Biricik de geldi.”
Başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. Gözlerimi üzerindeki üniformada dolaştırıp, “Keşke sana giyecek bir şeyler getirseydim,” dedim dalgın bir sesle. “Bir şeyler yedin mi?”
“İntikam alınana kadar öfke çiğneyip, nefret içeceğim derler bizim burada,” dedi.
Farkında olmadan avuçlarımı yumruk yaptım, gözlerini ellerime indirdi, bir süre ellerime baktıktan sonra sol elimi avucunun içine alarak yukarı kaldırdı ve göğüs hizama getirdi. “Ellerin üşümüş, Matmazel Zekâ küpü,” dedi, anıların göğsümün kafesinde uyanmasına neden oldu. Sessizce avucunun içinde duran yumruğuma baktım. Parmaklarımı usulca açtı, parmak boğumlarımı okşadı, avucumun içindeki çizgilerde parmak uçlarını dolaştırdı. “Üşümesin bu zarif eller, narin parmaklar,” derken gözleri düşünceli bakıyor, sesi de ne kadar düşünceli olduğunu ele verir gibi dalgın geliyordu.
“Sen nefesini verirsen üşümez hiç,” dediğimde gözlerini avucumdan çekerek yüzüme çevirdi. Bakışlarının derinleşerek beni içine çektiğini hissettim. Sanki o bakışlar bir bataklıktı ve ben son nefesim de o bataklığın içinde soluncaya dek ona batacak, ona saplanacaktım.
“Ciğerimde kalanın son bir nefes olduğunu bilsem, ben yine o son nefesi senin avuçlarına veririm üşümesin diye,” dedi, ardından başını eğip avucumun içine ılık nefesini üfledi. Gözlerimin içine bakarken dudaklarını avucumun içine bastırdı. “Senin ellerini ısıtacaksa son nefesimin ciğerlerimde işi ne?”
Avucumu elinden kurtarıp yüzüne götürdüm, yanağına bastırdım. Köşeli çenesinin keskin dokusunu avucumun içinde hissederken sessizce yutkundum. Yorgundu. Her ne kadar benden saklıyor dahi olsa da aslında gizlenemiyordu.
“Dağ Çiçeği’m,” dediğinde sesinin yorgunluğu yükselerek yüzeye çıktı. “İçime batan bu duyguyu nasıl durduracağım bilmiyorum.”
Sessizce yutkundum, oysa kelimeler saklandıkları yerde onları esir aldığım için bana öfkeliydi, her biri bana bıçağını çekmişti, her biri sesimde can bulup içimden çıkmak istiyordu.
“Yener’e bir şey olursa başımı eğdiğim yerden kaldıramam ben,” dedi sonunda, söylediği şeyin bu kadar sert bir şekilde, bir cam misali içime saplanmasını beklemiyordum. Gözlerimi yüzünden ayıramadım, konuşamayacağımı anlamış olacak ki gözlerini yumup yanağını avucuma iyice bastırdı. “Ona bir şey olursa, olur da gözlerini açamazsa, olur da bir daha bu koridorda onun sesi duyulmazsa, kınından çıkarıp kana buladığım kılıcı kınına geri sokmam, kendime saplarım gibi geliyor. O, orada benim yüzümden yatıyor, ben yanında bile değilim.”
“Sen onun için buradasın,” diyebildim.
“Yakıp yıkmak, her şeyi yok etmek istiyorum. Sonunda yok olacak olan ben bile olsam hepsini beraberimde yok etmek istiyorum,” dedi, sonra eğilip alnını omzuma bastırdı ve kafasının içindeki ağırlığı omzumda hissettim. “Burada biraz böyle dursam olur mu, Gelincik?”
“İstediğin kadar durabilirsin.” Parmaklarımı saçlarının arasında kaydırdım. “Ne zaman işler senin için yolunda gitmese, burada dinlenebilirsin.”
“Yuvam,” dedi Gurur. “Senin omzun, boyun boşluğun, kalbin, varlığın ve kalbin benim yuvam. İnsan çaresiz hissettiğinde en çok yuvasında olmak istiyormuş.”
Gözlerime batan yaşları hissettim ama ağlamadım, sadece karşımda uzanan karanlık dağları izleyip onun saçlarını okşadım. Ne kadar süre öyle, sessizliğin üzerimize yağmasına izin vererek birbirimize sığındık bilmiyorum. Sonunda kafasını kaldırıp gözlerini boşluğa çevirdiğinde orada yeniden soğuk bir ifade vardı. Bu ifadeye onu ilk gördüğüm zamandan aşinaydım.
“Şimdi ne yapacaksın?” Soruyu sorarken sesim sanki bana ait değilmiş gibi kendimin çok uzağından yükseldi. Bir başkasının sesini duymuşum gibi ürperdiğimi hissettim.
“Asıl atak, diğerleri de tesise giriş sağladığında yapılacak ama şimdi Emsal’i bulmam gerek,” dedi. “Onunla konuşacaklarım var.”
“Bu Emsal’i harekete geçeceğiniz konusunda şüpheye düşürmez miydi?”
“Bence bu konu onun bile boyunu aşıyor,” dediğinde kaşlarımı çattım.
“Nasıl yani?”
“İçinde bulunduğu it topluluğunun gözleri üzerimize çevrildi. Emsal tek başına böyle bir karar alabilecek kadar güçlü ele sahip birisi değil,” derken gözünü yeniden nefret bürüdüğünü gördüm. Bir dağ esintisi gibi gözlerinden gözlerime çarpan ayaz beni üşüttü. “O yüzden ilk önce onu aradan çıkaracağım.”
Ona aradan çıkarmanın ne anlama geldiğini sormaya korktuğumu fark ettim. Gurur, düşünceler tarafından esir alınmaya başladığımı fark etmiş olacak ki yavaşça eğildi, dudaklarını çenem ve alt dudağım arasındaki küçük boşluğa bastırıp beni usulca öptü.
Yüzünü yüzümün sınırlarından uzaklaştırırken, “Sana yaşattığım her şey adına köpek gibi pişmanım,” dedi, duraksayarak gözlerinin içine baktım. “Ama bu saatten sonra yaşanacaklardan pişmanlık duymayacağım. Özür dilerim.”
Artık yaşananlardan kaçamazdık, bunu biliyordum.
“Yap,” dedim. “Ne yapılması gerekiyorsa onu yap.”
O gece, belki de Yener için en kritik, bizim için en hareketli geceydi.
Tesis, yıllar sonra Cenan Kaplaner’i içinde misafir ediyordu.
Bu tesis, yıllar sonra içinde yeniden onu ağırlamanın ağırlığıyla sessizdi o gece. Cenan, geçmişin anahtarı avucunun içinde, onun için açılan kapıdan girerken ne hissediyordu bilmiyordum ama askerlerin yüzünde kireç gibi bir ifade belirmişti. Belki de buradaki askerlerden bazıları gittiği günü hatırlıyordu, onu yeniden burada görmenin şaşkınlığıydı yüzlerindeki. Çünkü genç bir kız olarak çıkıp gittiği bu tesise, yetişkin bir kadın olarak geri dönmüştü.
Siyah stilettolarının zemine bıraktığı sesler tesisin duvarlarında yankılar uyandırırken üzerindeki siyah takım resmiyetini gösteriyordu. Buraya sıradan genç bir kadın olarak değil, bir avukat olarak gelmişti.
Muşta, yüzünde buzdan bir ifadeyle onun koridorda ilerleyişini izlerken odasının kapısının önünde dikiliyordu. Cenan, deri bilgisayar çantasını Adnan’a uzattı, Adnan başta duraksasa da ona uzatılan çantayı aldı ve Cenan, blazer ceketinin kollarını yukarı doğru katlayarak, “Zeliha, benimle çalışacaksın,” dedi.
Ne yapacağımızı bilmesem de kabul etmekten başka çarem yokmuş gibi başımı aşağı yukarı salladım. O sırada koridorun sonunda kahverengi saçları, saçlarıyla aynı renk gözleri ve boynunda, çenesinde kahverengi çilleri olan uzun boylu bir adam belirdi. Adam bir doksan beş boylarındaydı ama Gurur kadar iri değildi. Adnan, “Hoş geldin, Oğuzhan,” dediğinde adamdan gözlerimi çekerek Cenan’a baktım. Koridorun ortasında tüm asaletiyle dikilmiş, Muşta’ya bakıyordu.
Devran, “Lodos da teşrif etti,” dediğinde, adının Oğuzhan olduğunu öğrendiğim adamın alayla güldüğünü duydum ama ortamdaki gergin hava bir nebze olsun kırılmadı. Herkes tetikte, herkes yoğun bir şekilde stres altındaydı.
“Kaplaner ve Özdağ için bilgisayar odasının kapılarını açın,” dedi Muşta, çivit mavisi gözleri doğrudan Cenan’a saplı duruyordu. “Bugün tesiste iki avukat ağırlıyoruz.”
Cenan’ın çenesinin hafif bir açıyla yukarı kalktığını gördüm, gözlerinde Muşta’ya kim olduğunu gösteren bir ifade belirmişti. Gururlu, özgüvenli ama karşısındaki adama âşık bir kadın. Cenan Kaplaner tam olarak o kadındı.
“Teşekkür ederim, Şenkaya,” diyerek bakışlarını askerlere çevirdi. “Şimdi kim bu güzel avukatlara bilgisayar odasının yolunu gösterecek, beyler?”
Ecevit önümüzden ilerleyerek, “Gidelim,” dediğinde, Cenan başını aşağı yukarı sallayarak Ecevit’in arkasından yürümeye başladı. Bir an olduğum yerde durup neler olduğunun çıkarımını yapmak ister gibi etrafıma baktım ama sonunda düşünmenin sadece vakit kaybettireceğinin farkındalığıyla Cenan’ın peşine takıldım. Cenan, Muşta’nın yanından geçerken göz ucuyla ona baktı, Muşta ise gözlerini tek bir an olsun Cenan’dan ayırmamıştı.
Muşta, Cenan ondan birkaç adım uzaklaştığı sırada, “İş birliğiniz için teşekkürler, Kaplaner,” dedi mermer gibi bir sesle. Cenan anlık duraksar sandım ama bu olmadı, tek kelime etmeden Ecevit’in arkasında ilerlemeye devam etti. Muşta ise olduğu yerde hareketsizce Cenan’ın attığı güçlü adımları izledi.
Bilgisayar odasının önüne geldiğimizde Ecevit bize doğru dönerek, “Bu gece tüm sisteme erişim hakkınız var,” dedi. “Muşta’nın kesin emri. Bilgisayarları ve sistemi dilediğiniz gibi kontrol edebilirsiniz.” Kapının kenarındaki dijital panele şifreyi tıkladı ve otomatik bir sesin ardından kapının kilidi kendi etrafında üç defa dönüp açıldı. Ecevit kapının kolunu tutup kendine doğru çekerken gözlerini yeniden bize çevirdi. “İhtiyacınız olan herhangi bir şey olursa telsiz telefonu kullanabilirsiniz,” dedi. “Bol şans.”
“Teşekkürler, Ecevit,” dedi Cenan, resmiyeti elden bırakmadan onu başıyla selamlayarak bilgisayar odasına girdi ama ben kapıda dikilmeye devam ediyordum.
Ecevit, “Sen girmeyecek misin?” diye sordu tek kaşını kaldırarak.
“Yener’den bir haber var mı?” Sorum bir süre sessizce gözlerimin içine bakmaya devam etti.
“Onun için oldukça kritik bir gece,” dedi sonunda.
“Girdap hâlâ orada mı?”
“Evet, birazdan biz de hastaneye geçeceğiz.”
Başımı aşağı yukarı sallayıp bilgisayar odasına baktım. “Bu gece ne yapacağımızla ilgili bir fikrin var mı?”
Sorum Ecevit’i gafil avlamış gibi düşüncelere daldırdı, birkaç saniyenin sonunda, “Sanırım Gurur için savunma hazırlayacaksınız,” dedi ve o an, dünyanın başıma yıkılmaya başladığını hissederek dehşetle Ecevit’in koyu kahverengi gözlerine baktım.
“A-anlamadım?”
“Her ihtimale karşı,” dedi Ecevit, gözlerimdeki korkuyu gördüğünde derin bir nefes alarak, “Bak,” diye yeniden başladı cümlesine, “ben insanları rahatlatma konusunda iyi değilim. Lütfen ağlayacakmışsın gibi bakma çünkü ağlarsan sana öküzün trene baktığı gibi bakarım, bu da beni olduğumdan daha büyük bir odun yapar. Lütfen sakinliğini koru. Bunu sadece bir… Olasılık gibi düşün.”
“Olasılıklardan birinde sevdiğim adam için savunma mı hazırlamam gerekiyor?”
Sorum, Ecevit’in yüzündeki sakinliği zayıflattı.
“Bu işlere bulaşırken bir gün bunların yaşanacağını biliyordun,” dedi bana ama cümlesinde yargı yoktu, aksine beni daldığım derin uykudan uyandırmak istiyor gibiydi. “Hepimiz elimizden geleni yaparsak en kötü olasılığın yaşanmasına engel olmuş oluruz.”
“Olasılıkların canı cehenneme, Ecevit, bana sevdiğim adam için savunma hazırla diyorsun,” dedim dehşetle.
“Çünkü olasılıklardan birinde Gurur hâlâ bir katil. Ne kadar kozumuz, delilimiz olursa olsun, Zeliha,” diyerek gerçeği yüzüme sertçe çarpan Ecevit’e hissettiğim çaresizliği saklamadan bakakaldım. “Bakma öyle,” diyerek gözlerini farklı bir yöne çevirdi. “Onu bu işten sıyırabilmemiz için her şeye hazırlıklı olup, her şeyi önceden planlamış olmamız gerek.”
“Korkuyorum,” diyebildim.
Gözlerini yeniden bana çevirirken, “Korkmalısın,” dedi, “çünkü korkan insanın savaşacak gücü daima vardır.”
Ecevit, sessizce benden uzaklaşırken bilgisayar odasının önünde öylece durup boşluğu izledim. Cenan’ın topuklu ayakkabılarından yükselen tıkırtılar zihnime dolduğunda, Cenan, “İçeri girecek misin artık?” diye sordu otoriter bir sesle.
“Ben…” Durdum. İçeri bir adım atıp bilgisayarla çevrili L şeklindeki masaya baktım. Karşımdaki duvarda büyük bir ekran vardı, ekran parçalara bölünmüştü ve her bir parçada güvenlik kamerasının merceğine aldığı başka bir manzara yer alıyordu. Parçalardan birinde Gurur’u gördüm, karşısında sırtı kameraya dönük olan ama daha önce görmediğime emin olduğum bir er duruyordu ve Gurur ciddi bir ifadeyle onu dinliyor, ara sıra konuşarak ona karşılık veriyordu.
“Hadi Zeliha, uyuşukluğu sevmem çalışırken,” dedi Cenan, duraksayarak ona baktım. Normal hayatımızda ablam gibi hissettirse de iş ciddiye bindiğinde o gerçekten otoriter, sert bir insana dönüşüyordu.
Gözlerim bilgisayarlardan birine takıldı ve Yener’in kulak üstü kulağının ekranına takılı olduğu bilgisayarı görünce duraksadım. Bu bilgisayar onun bilgisayarıydı, daha önce de onu bu bilgisayarın önünde çalışırken görmüştüm. İçim sancıyla doldu.
Yener’in bilgisayarının önüne oturup fareye dokunduğum an ekran aydınlandı. Ekranda Yener Açıkgöz yazıyordu ama bilgisayarların tamamının parolaları kaldırıldığı için beni parolasız bir şekilde masaüstüne aldı.
“Kanıtların toplandığı dosyayı görüyor musun?” diye soran Cenan, kendi bilgisayarı ve masaüstü bilgisayarı birbirine bağlamak için ara kabloyu bilgisayarın soketlerine yerleştiriyordu.
Onlarca dosyanın içinde ilerledim. Emsal yazılı dosyayı bulduğumda, “Evet,” dedim.
“Kanıtları düzgün bir dille sunan metin hazırla,” dedi Cenan, duraksadım, Word dosyasını açıp kanıtları ekranın yan kısmına alarak punto ve font ayarladıktan sonra ilk kanıtı açtım.
Kanıt bir ses dosyasıydı.
Sertçe yutkundum. Yener’in kulaklığını alıp kafamın üzerine yerleştirdiğimde Yener zihnimin içinde, “Bilgisayara VPN kursam Muşta ayıkır mı sence ya?” diye sordu, geçmiş bir anıydı belki ama elimde olmadan gülümsedim.
Metni sessizce, ses kayıtlarına kulak vererek hazırlamaya başladım. Her bir kanıtta yazım dilim biraz daha derinleşiyor, suçlamaya yönelik bir anlatım kazanıyordu. Olabildiğince düzgün bir metin hazırlayabilmek için internet kaynaklarına da göz gezdirdim ama büyük ölçüde kendi hukuk bilgimi gözler önüne sermeyi denedim.
Cenan da bir metin hazırlıyordu. Bu metnin ne olduğunu merak etmiyordum çünkü ne olduğunu biliyordum. Cenan güçlü bir avukattı, onun hazırlayacağı savunma, benim hazırlayacağımdan çok daha etkili olurdu ve şu an yürütülen çalışmanın tek bir amacı vardı: Gurur’u bu işin içinden çekip çıkarmak. Çünkü ekip o çeteyi çökerttiğinde Emsal kanıtlara rağmen Gurur’u karanlığın içine çekmek için elinden geleni yapacaktı. Her şeye hazır olmak zorundaydık.
“Nasıl gidiyor?” diye soran Cenan, beni daldığım metnin içinden çekip çıkarmış oldu.
Sandalyenin tekerleklerini geriye doğru sürerek boynumu çıtlattıktan sonra, “Yapabileceğimin en iyisini yapmak için uğraşıyorum,” dedim.
“Tim durmayacak.” Cenan’ın keskin cümlesi beni hazırlıksız yakalayınca bakışlarım onun profilinde dolaştı. Güzel yüzüne bilgisayarın ışığı vuruyor, parmakları klavyenin üzerinde nazikçe hareket ediyordu. “Çeteyi çökertecekler. Medyanın gözünü komandolara çevirmesi iyi olmadı çünkü bu olayın derinine inilirse, Emsal’in planını gerçekleştirme eğilimi daha da güç kazanacak. Gurur’u yanına çekmeyi deneyecektir. O yüzden elimiz çok güçlü olmak zorunda. Medyanın Gurur’u böyle bir olayın içinde anması iyi sonuçlara vesile olmaz.”
“Kanıtlar var,” dediğimde Cenan, “Evet ama bu yine de Gurur’un bu işten leke almayacağını göstermez. Suçsuz olduğu ortaya çıkacak elbette ama yine de bu süreç onun da üzerine çamur sıçratmış olacak.”
Verecek cevap bulamadım çünkü panik içime dalga dalga yayılarak beni telaşa sürükledi. Bunu Cenan’a göstermemek için kendimle savaşırcasına gözlerimi bilgisayara çevirdim. Tuşlara basarken parmaklarımın titrediğini fark edebiliyordum. Gece içimdeki korkuyu besliyordu. Çalışma odasının kapısı açıldığında gözlerimi bilgisayardan çekmeden kanıtları metne dökmeye devam ettim. İçeride ilerleyen kişinin ayak sesleri bir anlık dikkatimi dağıtınca bakışlarım omzumun üzerinden gelen kişiye kaydı.
Muşta, elinde iki fincan kahveyle odanın ortasında dikiliyordu. Fincanlardan birini benim önüme bıraktı, diğerini Cenan’a götürdü. Fincanı Cenan’ın yanına bırakırken eğilip, avucunu masaya bastırıp ekrana dikkatlice bakınca birbirlerine olan yakınlıkları Cenan’ın kaskatı kesilmesine neden oldu.
Muşta sessizce, “İyi iş çıkarıyorsun, Şarapnel,” dediğinde Cenan’ın yüzü tamamen kireç rengini aldı ve Muşta yavaşça geri çekildi. “Bir kahveyi hak ettin.”
Cenan öksürüp, “Teşekkürler,” dedi.
“Ne demek.” Muşta sakince onun yüzüne baktı ama Cenan bu bakışlara karşılık vermedi, aslında vermek istemediğinden değil, veremediğinden; utandığını hissettim. Tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi utandı.
Gözlerimi ekrana çevirirken yutkundum. Bir gün böyle bir durumun içine düşeceğimi biliyordum ama bildiğim, sadece kendimi karanlığa sürüklediğimdi; bir gün Gurur için bu kadar endişeli hissedeceğimi hiç düşünmemiştim. O zamanlar benim için ecelimi sırtına almış bana doğru gelen bir ölüm meleğinden farksızdı. Şimdi ise içimdeki yaşamı ona borçlu hissediyordum, yaşadığımı bana hissettiren tek kişi oydu.
Çok uzun süre dosya üzerinde çalıştım, daha sonra Gurur’un savunmasını yazan Cenan’a yardımcı oldum. Benim cümlelerim o savunmadaki belli noktalarda yerini aldı. Her bir cümle onu savunmak uğruna kurulmuş olsa da harflerin gölgelerinde çaresizlik inliyordu.
Bir ara telefonum çaldı, telefonumun o kadar geç saatte çalması beni çok büyük bir korkuya sürükledi. Açtığım telefonun öteki ucunda Gaye’nin yorgun sesi duyuluyordu. Simge’nin hâlâ bir şey yemediğinden, sakinleştirici ve ağrı kesici vurulduğundan, direncinin tamamen düşmemesi için yeni bir serum bağlandığından bahsetmişti. Yener ile ilgili bir şey soramadım ama Gaye beni anladı, soramadığım o sorunun cevabını bana verdi. Durumu hâlâ kritikti.
Kafamı biraz olsun dağıtabilmek için kapılarını bize açtıkları sistemin içinde gezinmeye başladım. Dosyalar arasında turladığım sırada timlerle ilgili bilgilerin olduğu gizli bir arşive eriştim. Alaşafak Timi’nin arşivi diğer tüm timlerden daha dikkat çekici geldiğinden arşive girdim ve kaydırmaya başladım. Bu sırada Cenan yiyecek bir şeyler bulmak için bilgisayar odasından ayrılmıştı.
Video kayıtları, askerlerin isimleriyle oluşturulmuş dosyalar ve fotoğraf albümlerinin yer aldığı arşive uzun süre göz gezdirdim.
ÇEKİÇ, Yener Açıkgöz.
Yaş 31, doğum yeri Balıkesir, boy 1.91, genel görünüm bilgileri, ağırlık bilgileri, aldığı eğitimler… Okuduğu okullar, katıldığı görevler, başarı oranları…
Sertçe yutkunup bilgilerin yer aldığı sayfanın sağ üst köşesindeki fotoğrafına baktım. Vesikalık fotoğrafında bile yüzünde hınzır bir gülümseme yer alıyordu.
YARGI, Devran Soydere.
Yaş 32, doğum yeri Kars, boy 2.01, genel görünüm bilgileri, ağırlık bilgileri ve aldığı eğitimler… Yener’e yazılan birçok şeyin neredeyse bir kopyası Devran’da da mevcuttu.
Tanıdığım askerlerin bilgileri arasında kayarken, Alaşafak Timi’ndeki gölge isimlerle karşılaştım.
YILDIRIM, Zafer Örge.
Yaş 32, doğum yeri Bursa ve diğer tüm bilgiler. Sağ köşedeki fotoğrafa baktığım an, masada oturup bana soğuk bakışlar atan yeşil gözlü adamı gördüm. Timin gölge askerlerinden biriydi.
ZİFİR, Sadullah Gürüz.
Yaş 30, doğum yeri Şanlıurfa/Siverek ve diğer tüm bilgiler. Fotoğraf karesinde, toplantı salonunda gördüğüm esmer adam vardı ama fotoğrafta saçları daha kısaydı, kıvırcık saçlı olduğu belli olmuyordu.
LODOS, Oğuzhan Zileli.
Yaş 28, doğum yeri Samsun. Koridorda gördüğüm kahverengi saçlı, kahverengi gözlü, çilleri olan adamdı bu.
HAYALET, Aytekin Kırsapan.
Yaş 29, doğum yeri Kastamonu. Sağ köşede fotoğrafı yer alıyordu ama fotoğrafında yüzü seçilmiyordu. Siyah beyaz bir maskeyi burnunu da içeri alacak şekilde takmıştı ve tek görünen içleri iri, çekik ve kapkara gözleriydi. Kirpikleri kaşlarına uzanacak kadar gürdü, tıpkı gözleri ve kavisli kaşları gibi kirpikleri de simsiyahtı; bu gözlerinin altına sürme çekilmiş gibi görünmesini sağlıyordu.
MAYIN, Kerim Karakuş.
Yaş 34, doğum yeri Manisa.
Sessizce son askerin üzerine tıkladım ve açılan sayfaya baktım.
İNFAZ, Yaman Rant.
Yaş 28, doğum yeri Kocaeli.
O sırada bilgisayar odasının kapısı açıldı, bakışlarımı kapıya çevirdiğimde ekranda fotoğrafı duran askerin karşımda olduğunu gördüm.
Bir an şokla donup kaldım. Asker tıraşlı kafası, buğday teni, teninin daha açık olmasına tezat şekilde siyah, kısık ama yanlara doğru uzun duran gözleri vardı. Zayıf, uzun bir suratı olmasının yanında, yüzü oldukça kemikli hatlara sahipti. Bakışlarının mahlasının hakkını verir cinsten donuk ve ölüm yüklü olduğunu fark ettim. Gözleri önümde duran bilgisayara kaydı, ekranda kendi fotoğrafını görünce keskin kaşlarından birini havaya kaldırıp gözlerinde daha büyük bir dikkatle bakışlarını bana yöneltti. Düşmanca mı bakıyordu yoksa bu onun genel bakışı mıydı anlamak güçtü.
Kaşı hâlâ aynı şekilde havada duruyorken, “Köstebek misin?” diye sordu, donuk bir sese sahipti ve o donuk ses kesinlikle korkutucu şekilde kalındı. Görüntü olarak yaşını gösteriyor diyebilirdim ama ses tonu kesinlikle daha olgun birine ait gibiydi.
“Köstebek derken?” diye sordum tek kaşımı tıpkı onun gibi kaldırarak. “Sisteme giriş yetkim var benim.”
“Yetki verilmiş köstebek,” dedi bu defa, yine aynı donukluk, aynı düşmanca bakışlarla. Çok uzun boyluydu, hatta belki de Adnan’dan bile uzundu ama Adnan’dan daha zayıftı. Gözlerimi yüzünde dolaştırıp kaşlarımı çatarak önüme döndüm ve sayfayı kapattım.
“Sadece gölge askerlerin kim olduklarını merak etmiştim,” dedim.
“Cenan Kaplaner olamayacak kadar genç görünüyorsun,” dedi bu defa, omzumun üzerinden ona baktım.
“Evet çünkü ben Zeliha Özdağ’ım.”
Boş bir ifadeyle yüzüme bakıp, “İyi, Zeliha Özdağ, aldığın bilgilerle bir magazin sayfası açmazsın umarım,” dedi.
“Aynen, askerî magazin sayfası çok tutar kesin. Denensin,” diyerek önüme dönüp kanıtların olduğu dosyayı yeniden açarak gözden kaçırdığım bir şey var mı diye incelemeye başladım.
İçeri doğru bir adım attığını hissettim ama dönüp ona bakmadım. Bilgisayarların arasında ilerledi, sandalyelerden birini çekip oturdu. Hiçbir şey söylemedi, sessizliği çalışma odasının içine dalgalar hâlinde yayıldı ve varlığının beni rahatsız ettiğini hissettim.
Uzun süren sessizlik, Gurur’un, “Zeliha,” diyerek içeri girmesiyle dağıldı. Sandalyeyi yavaşça döndürüp bakışlarımı ona çevirdim. Üzerinde siyah deri bir ceket, içinde yine yuvarlak yaka kamuflaj tişörtü vardı. Yener’i görmek için hastaneye gidip geldiğini biliyordum, dışarıda yağmur yağıyor olmalıydı çünkü kumral saçları ıslandığı için daha koyu renk görünüyordu.
Buz sıcağı gözleri bana temas edince bütün gece omuzlarıma çöken o yorgunluğun uzaklaştığını hissettim. Oturduğum yerden kalktığım esnada bakışları sandalyede oturan yabancıya çevrildi. “İnfaz,” dedi. “Gelmişsin. Hoş geldin.”
“Yuvaya erken dönüş,” dedi İnfaz, yani Yaman.
Gurur başını sallayarak gözlerini bir kez daha bana çevirdi. Çekingen adımlarla ona yaklaştım, beni kolunun altına çekip gözlerini yeniden Yaman’a çevirdiğinde kolumu beline sarıp yanağımı kolunun altına, göğsünün yan tarafına yasladım. Yaman’ın donuk bakışları ikimiz arasında dolaşırken aramızdaki ilişkiyi anlamaya çalıştığını görebiliyordum. Muhtemelen Gurur’un bir kadınla bu denli yakın olduğunu ilk kez görüyordu. Aksini düşünmek bile istemedim.
“Tanıştınız mı?” Gurur’un sorusu üzerine Yaman kaşlarını kaldırarak bakışlarını benim yüzüme çevirdi.
“Hayır,” dedim.
“Aslında o hepimizi tanıyor,” dedi Yaman yine aynı donuk sesle.
Gurur tek kaşını kaldırarak, “Anlamadım?” diye sorunca Yaman elini ortaya uzatıp, “Sen anlat, Özdağ,” dedi ve Gurur, Yaman’ın soyadımı bilmesine şaşırdığını belli edercesine gözlerini yüzüme indirip sorguyla baktı.
“Beni bilgilerinize bakarken gördü,” dedim çatık kaşlarla. Gurur tek kaşını kaldırınca ona düz düz baktım. “Merak etmiştim.”
Gurur’un dudaklarında zayıf bir gülümseme gördüm. Eğilip dudaklarını saçlarıma bastırırken beni tamamen göğsüne çekip sardı. “Yetkisi var,” dedi. “İstediği her şeye bakabilir.”
İnfaz, cevap vermeden ikimizi izlemeye devam ediyordu. Bu kadar suratsız ve donuk olması şaşırtıcı değildi ama tanımadığı insanlara düşmanca bakıyor olması ürkütücüydü.
“Enteresan,” diyerek oturduğu yerden kalktığında Gurur’un kolunun altından ona bakıyordum. Önce uzun uzun Gurur’a, sonra kısaca bana baktı ve “Sonunda seni kendine âşık edebilen biri geldi demek,” dedi.
Gurur başını aşağı yukarı ağır bir şekilde indirip kaldırdı. Bu verilmiş bir cevaptı. Yaman, tam Gurur’un yanından geçerken durdu, birbirlerinin ters yönlerine baktıkları esnada, “Ona her şeyi emanet ederken bir gün olur da her şey biterse emanet ettiğin şeylerle seni ve bizi harcamayacağından emin ol,” dedi ve yürümeye devam etti.
Gurur tam ona doğru dönecekti ki kolunu sıkarak onu durdurup kendime çevirmeye çalıştım. Gurur, “Mankafalı,” diye tısladı ama onun kolunu daha sert kavrayıp, “Sakin ol,” dedim. “Beni henüz tanımıyor.”
“Seni tanıyıp tanımaması sikimde değil. Kimse seninle ihanet edecek türden biriymişsin gibi konuşamaz,” dedi dişlerinin arasından.
“Beni ilk tanıdığın zamanlar ben senin gözünde de ihanet edecek biriydim, bunu unutma,” dediğimde yüzüne beklenmedik bir sakinlik çöktü ve gözlerimin içine bakakaldı. “Yaman beni tanımıyor, uzun zamandır aranızda da değilmiş, geldiğinde aranızda tanımadığı birini görünce bu tavrı takınması çok normal geliyor bana.”
Haklılığım sessizliği giyinmesine neden olsa da içten içe öfkeli hissetmeye devam ettiğini biliyordum. Gülümseyip avucumu yanağına yaslayarak gözlerinin içine baktım. “En başında neler hissettiğini düşün. Aranızdan hiçbiriniz bana biraz olsun güvenmiyordunuz. Tüm bu yaşananlar Yaman yokken oldu, sonuçları Yaman yokken gördük, beni Yaman aranızda değilken tanıdınız, ona hak vermek zorundasın.”
“Ben onun sevdiği kadına böyle davranmazdım,” dediği anda tek kaşımı kaldırıp, “Davranmaz mıydın?” diye sordum alayla.
Sevdiği kadın. Beni koyduğu yerin kalbimi sıkıştırdığını hissettim.
Bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra, “Bilmiyorum,” diye homurdandı.
“Neden sana savunma hazırlayacağımı söylemedin bana?” Sorduğum soru, gözlerimin içinde kaybolmuş gibi sessizce bana bakmasına neden oldu. Ona her nasıl baktıysam bir an bakışlarımdan kaçmak ister gibi başını çevirip başka bir yöne baktı.
“Her olasılığı düşünmek zorundaymışız, Muşta öyle söyledi.”
“Olasılıklardan birinde televizyonda sana dair söylentilerin olduğu bir haber görmek istemiyorum,” dediğimde boşluğa çevirdiği bakışlarındaki sarsılmaz ifade beni ürküttü. Böyle bir şeye hazırlıklıymış gibi görünüyordu, sanki bu yaşanırsa hiç korkmayacak, hiç endişe duymayacaktı.
Kaşlarım çatıldığında sessizliğimin uzun sürmesinden rahatsız olmuş gibi gözlerini bana çevirdi. “Önemli olan sensin, seni bu işten sıyırayım da bana ne denirse densin, neyle suçlanırsam suçlanayım, sikimde bile değil benim, Zeliha, anlıyor musun? Her şeyi göze aldım. Yeter ki seni koruyabileyim, seni bu işin içinden hasarsız çıkarabileyim.”
“Senin lehine onlarca delil var,” dediğimde bunu biliyormuş gibi gözlerimin içine baktı. “Yani sen de bu işin içinden hasarsız çıkacaksın,” dedim yeniden, tek derdim beni onaylayıp rahatlatmasıydı ama yalan söylemek istemiyormuş gibi sadece uzun uzun gözlerimin içine baktı. Kolunu bırakıp başımı iki yana sallayarak, “Bana bunu yaşatma,” dediğimde ses tonumdaki çaresizlik, onu düşüncelerin içinden çekerek gerçekliğimizin içine düşürmesine neden olmuş gibi kaşlarını çattı. “Kurtulacak olsan bile adın bir anlığına dahi bu lekeyle anılmasın. Bana bunu yaşatma.”
“Yener’in intikamını alacağım,” dedi. Gözlerinin içine baktım. “Bu, hızlı hareket ettiğim için benim aleyhime işleyip adımın yanına leke bile eklese, bunu yapacağım Zeliha çünkü o çocuk benim kardeşim.”
Haklılığı kalbimi dağladı. Ben de bunu istiyordum. Yener’in intikamı alınsın istiyordum. Uyanıp uyanmayacağı düşüncesiyle kavrulduğumuz bu gecelerin hesabı sorulsun, onun göğsünden akan kan, akıtan insanların her noktasından aksın istiyordum. Yener’in yanağı yere yaslı, ağzından kendi kanı sızıyorken bana yönelttiği bakışları hatırlayınca kalbim sızım sızım sızladı.
“Ben de intikamının alınmasını istiyorum,” dedim sessizce. “Alınmalı. Ama karşıma geçip belirsizliklerden bahsetme lütfen. Her şey senin lehine, bunu görürlerse seni bu işe bulaştırmazlar bile. Ya da… Seni bu işe bulaştırmak isteyen herkesi yok et.” Gözlerimde her ne gördüyse duraksayıp yutkundu. Kolunu yeniden kavrayıp tırnaklarımı deri ceketinin kumaşına bastırarak, “Beni duydun mu?” diye sordum. “Söylediğimi anladın mı? Bunu yapabilecek herkesi yok et.”
“Bunları düşünme,” diyerek birden avucunu enseme bastırıp beni kendisine çekti. Dudakları alnıma yaslanırken güçsüz bir şekilde deri ceketinin kumaşına tutundum. Tutunurken bile düşüyormuşum hissi peşimi bırakmadı. “Hepsini halledeceğim,” dedi ama bu bir söz müydü yoksa beni sakinleştirmek için kurulmuş altı boş bir cümle miydi bilmiyordum.
“Gidip Simge’yi görmek ister misin? İyi durumda değildi,” dedi Gurur dudaklarını alnımdan uzaklaştırıp çenesini saçlarıma bastırırken. “Ama önce biraz uyumalısın.”
“Uykum yok,” diye fısıldadım.
“Yorgun düşmeni istemiyorum, Leydi Çalıklı,” dediğinde kalbimin atışları ağırlaştı. “Önce ceylan gözlerini dinlendir. Bu gece benim için yeterince yoruldular.”
“Sen dinleniyorsun da sanki,” dedim suçlayıcı bir sesle.
“Seni böyle kollarıma aldığım an ben dinlenmiş oluyorum. Tüm yüklerimden, düşüncelerimden kurtuluyorum,” diyerek kollarını belime sarıp dudaklarını başımın üstüne bastırdı. “Sen beni düşünme, beni düşünmek istiyorsan da kendini düşün, beni düşünmüş sayılacaksın. Çünkü benim için sen, benden bile önemlisin.”
“Hiç kolay bir şey istemiyorsun, Dağ Domuzu,” diye tısladığımda yorgun bir şekilde gülüp çenesini başımın üzerinde kaydırdı.
“Kendini düşünerek beni düşünmüş sayılacaksın işte, yoksa sen beni düşünmüyor musun?” diye sordu, sesindeki alayın beni yatıştırmak için sahne aldığını biliyordum ama yine de ona kandım, biraz daha sakinleştiğimi hissettim.
Saatler Önce…
İNTİKAM ÇAĞRISI
HAKKÂRİ
SAAT 01:13
Genç adam, bez maskesini yukarı kaldırıp siyah gözlerini, uzaktaki patlamadan saniyeler sonrasında bile havada asılı kalmaya devam eden duman seline dikti. Bir süre yaratılan yıkımı izledikten sonra sırtını mahşer alanına dönerek ileride onu bekleyen tanka doğru ilerlemeye başladı. Üstü başı toz toprak içindeydi, kaşının altında ne zaman kesildiğini bilmediği bir yaradan akan kanın kurumuş izi vardı ve esen soğuk rüzgâra rağmen kaşındaki sızıyı hissetmiyordu.
Olay yerinden uzaklaşırken ruhunun yorgun düştüğünü hissetse de gözleri bir pençe gibiydi, yırtıcı bir şahinin bakışları, onun gözlerinin çukurunda ateş gibi yanıyordu. Geçen süre içerisinde çok sayıda kayıp verilmişti, çok sayıda onurlu vedaya maruz kalmıştı, çok sayıda aileye acı ama namuslu haberi ulaştırmak için üstündeki kirden pastan arınıp üniformasını giyinmiş, kollarında ağlayan yaşlılara, analara, babalara hissettiği acıyı saklayarak liman olmuştu.
Sessizlik vardı, birkaç gündür hiç kayıp verilmemişti ama sayıca fazla leşe sahip olmuşlardı; bunun gururunu yaşasalar da aslında mental olarak hepsi bir buhran içerisindeydi. Şebekelerin çekmediği günlerin ardından nihayet telefonun operatörü birkaç çubuk olsa da çektiğini gösteriyordu. Camı çatlamış telefonuna düşen ilk bildirimi görmezden geldi ama bildirimin hemen arkasından yükselen melodi sesinin beraberinde uğursuz bir haberi ona doğru taşıyacağının neredeyse farkındaydı.
“Hayırdır Örge, sevdalandın da yenge mi arıyor yoksa?” diye soran arkadaşına maskenin ardından görünen gözlerini dikip boş boş baktıktan sonra telefonu kulağına yasladı. Arkadaşları gülüştüler, oysa her birinin yüreği günlerdir derin yorgunluk içerisindeydi ve yüzleri tebessümden uzak, çorak bir araziydi. Ses etmedi o yüzden. Gülsünler, diye düşündü. Çocukların yüzü hanidir gülmüyordu.
“Yıldırım,” dedi hattın ucundaki baba figürü, bir süre sustu, o da sustu; sessizliğin içinde düşündü. Ne kadar uzun zaman olmuştu bu mahlası duymayalı. Burada geçen ayların ardından yeniden kimliğine kavuşmuş gibi hissetse de içine peyda olan tedirginliği de dizginleyemedi. Yine de buzdan soğuk, mermerden katı yüzüne herhangi bir duygu pıhtısı dahi düşmedi.
Hâl hatır sorulmadı, ne zaman döneceği sorgulanmadı, uzunca açıklamalar yapılmadı. Hattın ucundaki o keskin ses, nasıl olursan ol, görev bitmemiş dahi olsa döneceksin, diyordu âdeta.
“Çekiç vuruldu.” Adam gözlerini bir namlu misali ileri doğrulturken işte orada en gerçekçi öfke vardı. Hattın ucundaki keskin ses, “İntikam,” dedi sadece.
Zafer Örge için bu kelime dön demekti, yuvana dönme zamanın geldi, kana bulayacağımız bir şafak olacak, hemen şimdi evine dönüyorsun, demekti.
Adam, başını aşağı yukarı ağır ağır salladı. “İntikam.”
ADANA, İNCİRLİK HAVA ÜSSÜ
SAAT 01:33
Gözleri uzun süre telefonuna düşmüş olan cevapsız çağrıda asılı kaldı. İçinde karanlık bir düşünce dolaşmaya başladı. Devrelerinden biri, “Zileli, bir şeyler yiyecek misin?” diye sorduğunda gözlerini kaldırıp sesin geldiği yöne baktı. Başını iki yana sallayarak sırtını devresine dönüp ilerlemeye başladı. Cevapsız çağrıyı bırakan numarayı ararken yüzünde kaskatı bir ifade belirmişti.
Telefon ikinci çalışında açıldı.
“Lodos,” diyen kişiyi tanıyordu. Çivi, diye iç geçirdi. “Çekiç vuruldu.”
Aniden basılan bir freni, bir bedeni öne savurduğu gibi savrulan düşüncelerini tutmaya çalışarak bedenini dikleştirdi.
Çivi, “İntikam,” dedi ve Lodos, başını aşağı yukarı salladı.
“İntikam,” diye yanıtladı.
Bu, Adana’yı terk etmeden önce dudaklarından dökülen son kelimeydi.
İSTANBUL, TAKSİM
SAAT 01:35
İzbe bir otelin resepsiyonundaki yaşlı adamdan anahtarı alıp mermer merdivenlere yöneldi, merdivenlerin korkulukları ahşaptandı ve basamaklar dönerek yukarı doğru kıvrılıyordu. Üst kattan üzerinde mini eteği ve boyundan bağlamalı payet kumaş, parıltılı bluzu olan bir kadın, ayyaş bir adamın kolunun altında aşağı iniyordu. Kadının mutsuzluğu yüzünden okunuyor olsa da dudaklarında derme çatma, yapay bir gülümseme sahneleniyordu.
Topuklu ayakkabılarının mermer basamaklara çarparken çıkardığı sesler, adamın zihninde uzunca bir süre asılı durdu. İşaret ve orta parmağıyla kulpundan tuttuğu sporcu çantasını sırtına doğru atmış, sallanarak merdivenlerden çıkarken adamdan yükselen alkolün kokusunu net bir şekilde soludu.
Kadının mutsuz yüz ifadesi ona bakarken bir anlık da olsa aydınlandı, onu beğeniyle süzen kadın, karşılık alamayınca kollarının altında olduğu ayyaşa, “Yürü artık be!” diye çemkirdi.
Otel odasına girdiğinde soluduğu ilk şey, lobideki ihtiyarın değiştirildiğini iddia ettiği çarşaflardan gelen yoğun kadın parfümü kokusuydu.
“Ulan bunak,” diye söylenerek çantayı yatağın ortasına atıp pencereye ilerledi. Pencere Taksim’in köhne bir köşesini manzara olarak alıyordu.
Çantadaki telefonun melodisine kulak kesildi, camı açıp odanın içine hava dolmasını sağladıktan sonra yatağa yöneldi. Çevik adımların sonunda yatağın ucuna oturup çantanın içindeki telefonu çıkardı ama arama ekranındaki ismi görmeyi beklemiyordu. Görevi yeni bitmişti, İstanbul’da birkaç gün kaldıktan sonra zaten tesise dönmeyi planlıyordu ama bu denli bir erken çağrı onun için beklenmedikti. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlaması çok kolay oldu.
Telefonu kulağına koyduğu anda, hattın öteki ucundaki tanıdık ses, “İnfaz,” dedi. Ağır adımlarla ilerleyip pencerenin önünde durdu, sokak lambasının aydınlattığı sokakta ilerleyen ayyaşları izlerken karşı tarafın konuşmaya devam etmesini bekliyordu. “Yener vuruldu.”
Soğuk yüzünde cereyan eden anlık bir kaş çatılması oldu.
“İntikam,” diye devam etti hattın öteki ucundaki tanıdık ses.
Beklemedi, üzerinde uzunca düşünmedi, neler olduğunu sormadı, yalnızca, “İntikam,” dedi ve bunu söylerken telefonu avucunun içinde parçalayacak gibi sıkıyordu.
ANKARA, ÇANKAYA
SAAT 01:41
Karanlık dar sokakta ilerlerken elleri montunun cebindeydi. Hard disklerin olduğu çantayı yerine ulaştırmış, bilgilendirici bir mail hazırlamış ve bir hafta sonra başlayacak izni hakkında düşünmeye başlamıştı. Aslında izin istemiyordu, yorgun değildi, kafa iznine ihtiyacı yoktu. Görevi bitirdikten sonra başlayacak iznini boş geçirmek istemediğinden kendine bir uğraş bulsa iyi olacaktı.
Sarman bir kedi çöp kovasının içinden dışarı fırlayınca gözleri kediye takıldı, kedi sokak lambasının altında koşarak karanlık bir sokağa saptı ve gözden kayboldu. Tam o esnada telefonun melodisinin sesi dar sokağa yayılarak yükselmeye başladı. Bir hafta sonra başlayacak kafa iznini hatırlatmak için arandığını düşündü. Çünkü izni reddetmişti ama başları bir süredir dinlenmesi gerektiğinin altını çiziyor, ara sıra onu uyarması adına birini yönlendirerek onunla konuşturuyordu. Oysa biraz bile yorgun hissetmiyordu.
Arayanın Fişek olduğunu görünce kaşları çatıldı. Genelde Yener aramaz mıydı? Telefonda biraz laklak yaparlar, o ne kadar sıkılsa da Yener’in geyiği bitene kadar onu dinlerdi. Daha sonra konuşmaları ciddi bir boyut kazanır, Yener ona sakince kendisini çok yorduğunu, bunu yapmaması gerektiğini söyler, ona akıllar verirdi. Saniyeler önce geyik yapan bir adamdan akıl almak onun için tuhaftı ama yine de onun söylediklerini sessizce dinler, bazen ona hak bile verirdi.
“Vural,” diyerek açtığı telefonun ardında önce bir sessizlik yaşandı. Ardından Vural’ın boğazını temizlemek adına öksürdüğünü duydu. Endişe tam da o anda içine yerleşip filizlemeye başladı. Kaşlarının ortasında bir yarık oluştuğu esnada bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmiş, adımları bir bıçak gibi kesilmişti. Dar, karanlık sokağın ortasında durup Fişek’in konuşacağı ânı bekledi.
“Mayın,” dedi Vural hattın öbür ucunda, sesinde anlaşılması güç bir ağırlık vardı ve bu Mayın’ın hiç hoşuna gitmemişti.
Tek bir cümle ve o anda içinde savaş sirenleri çalmaya başladı.
“Yener vuruldu.”
Bir yutkunuş sesi, gecenin içinde ilerleyen bir arabaya ait fren sesi, bir kadının şehrin diğer ucundan yükselen kahkahasının sesi ve bir adamın öfkeyle ettiği küfrü taşıyan ses; her bir ses birbirine karıştı.
“İntikam,” dedi Vural hattın öteki ucundan.
Karşı tarafın bunu söylemesine gerek bile yoktu, savaş sirenleri az evvel yükselmeye başlamıştı göğsünde ama yine de gözleri patlamak üzere olan bir mayın gibi gerilirken, “İntikam,” dedi.
Bu, geceye karışan, tutulması üzerine büyük bir savaşı başlatmış olacak karanlık bir yemindi.
ŞANLIURFA, SİVEREK
SAAT 00:45
Uzun zaman olmuştu anne yemeği boğazından geçmeyeli. Çardakta oturmuş babasıyla çay içerken, annesinin yaptığı yemeklerin hepsini yediğinden midesinde ağırlık hissediyordu. Bu gece Siverek soğuktu, yıldızlar gökyüzünü işgal altına almış, patlayan bombalar gibi parlıyorlardı. Bir süre yıldızları izledikten sonra babasının sesi onu gerçeğin içine çekti.
“Ne zaman döneceksin? Biraz daha kalırsın?” Sorar gibi kurduğu son cümle, oğlunun dudaklarında buruk bir tebessüm yarattı.
“Muşta çağırınca ya Isparta’ya gideceğim ya da yeni bir görev için söylenen başka bir yere, baba,” dedi.
Babası avucunu oğlunun dizine vurup, “Sadullah,” dedi. “Tek evladım benim, evimin oğlu, yurdumun askeri, gurur duyuyor bu atan seninle. Koru bayrağımızı.”
Sadullah babasının elini tutup öptü, başına koydu ve babasının gözlerinin içine baktı.
“Biz,” dedi, “bir ölür bin doğarız baba, biz olduğumuz sürece bayrak gökte dalgalanacak. İndirme hayali kuranı bekleyen eceldir.”
Son görevinin üzerinden iki hafta geçmişti, ata ocağına kolayca dönememişti çünkü görevde şehitlik mertebesine ulaşan devrelerin ailelerini ziyaret etmiş, her birinin cenaze törenine katılmış, üzerine çöken karanlığın aydınlığa kavuşmasını bekleyip biraz nefes almıştı. Evdekiler onu güçlü, dimdik ayakta görsün istiyordu lakin bazı anlar vardı, en güçlü insanın bile dizleri titriyordu işte. Unutamıyordu küçük bir kız çocuğunun ona gülümseyip, “Babam da sizin gibi asker benim,” dediğini ve bu yaşanırken kız çocuğunun babasının cenaze töreninde olduğunu. Bazı şeyler unutulmuyordu yıllar geçse de.
Telefonu birdenbire çalmaya başlayınca babası kaşlarını çatarak bir dua okudu ve “Hayırlar olsun!” dedi telaşla. Telefonu eline almış oğlunun yüzünde kireçten bozma beyaz bir ifade belirmiş, adam daha da merak ve telaşa bürünmüştü.
Telefonu açıp kulağına götürdüğü an, Muşta’nın kalın ve tok sesi onu karşıladı ama bu karşılama, bir ağıt gibi, bir feryat gibiydi; sessizdi, soğuktu, durgundu ama cayır cayır, alev alevdi.
“Zifir,” dedi karanlık gecenin içindeki savaşçıya. “Yener vuruldu.”
Zifir’in elinin altındaki çay bardağı devrildi, babası telaşla oğlu yanmasın diye üzerine pikeyi atarken Zifir’in bakışları donuktu.
“İntikam,” dedi Muşta hattın öbür ucundan.
Zifir, gözlerini kaldırıp babasının merakla ona bakan gözlerine baktı ve “İntikam,” diye karşılık verdi.
O gece Zifir, bir nefeste Şanlıurfa’ya gitti, bir nefeste babasından helallik isteyerek uçağa bindi, bir nefeste şehri gerisinde bırakarak yuvasına, intikam almaya uçtu. Hepsi bir nefesteydi belki ama karşı taraf için hiçbir şeyin tek bir nefes kadar kolay olmayacağı kesindi.
ANTALYA, KEPEZ VARYANT
SAAT 01:00
Karanlığın içinde bir başına, motosikleti arkasında park hâlinde öylece oturuyor, siyah bez maskesinin yarısını sakladığı yüzünde yalnızca görünen bir ayrıntı olan kara gözleri, şehir ışıklarını izliyordu.
Siyah gözlerinin içinde şehir ışıkları parlıyordu.
Sessizdi, kendi düşüncelerini bile duymuyordu, sadece şehri izliyordu.
Telefonu çalmaya başladığında bir süre telefonun sesini bile duymadı, ta ki kaşlarının ortasında bir çukur belirene, rahatsız bir şekilde başını telefonu koyduğu küçük kaya parçasına çevirene dek… Telefonu eline almadan önce motosiklete binerken giydiği deri eldivenlerden birini çıkardı, ellerinin üzerinde sayısız yara izi vardı ama hepsi eskiydi, beyaz yarıklar gibi görünüyorlardı.
Telefonu kulağına götürmesiyle, Gurur, “Hayalet,” dedi ve Hayalet’in kaşları daha da çatıldı. Durmadı, düşünmedi, açıklamalar yapmadı. Yalnızca, “Çekiç vuruldu,” dedi ve bu cümle zamana parçalar hâlinde dağılırken bir sonraki cümlesi, “İntikam,” oldu.
Maskenin örttüğü yüzün ortasında yanan siyah gözlerde artık şehrin ışıkları değil, karanlığın gölgeleri dolaşıyordu. Oturduğu yerden kalkıp motosikletine ilerlerken, “İntikam,” dedi ve telefonunu kapatıp cebine koydu.
ZELİHA ÖZDAĞ
Beyaz güller solmuştu.
Simge’ye giydirdiğim yeni kıyafetlerin ona biraz bol geldiğini fark ettim, yüzü de çökmüş görünüyordu. Elleri sürekli serum takviyesi yapıldığı için ödem tutmuştu. Sessizdi, travmanın getirisi bu sessizliğin belli aralıklarla gözyaşlarına döndüğünü öğrendiğimde koridorda, yorgun bir şekilde alnım Ayça’nın omzuna yaslı hâldeydi; Ayça bana Simge’nin iyi olmadığını söylerken ağlıyordu.
“Simge sadece Yener’in gelip gelmediğini soruyor, bazen ağlıyor, çoğunlukla susuyor ve hiçbir şey yememeye devam ediyor. Zorluk çıkardığı yok, kendi hâlinde acısını yaşıyor biliyorum ama böyle olması içime dokunuyor,” demişti Ayça. “Yener’i daha ne kadar uyutacaklar?”
Bu soru Ayça’nın dudaklarından dökülmüştü ama sanki benim içinde bir süredir sürekli tekrar ediyordu. Yener’i daha ne kadar uyutacaklardı?
Elimi Simge’nin elinin üzerine koyduğumda gözlerini zar zor açtı. Kirpiklerinin ıslak olduğunu fark etmek sertçe yutkunmama neden oldu. Bir süre sessizce yüzüme baktı, sonra gözleri yeniden kapandı ve bakışlarımı solmuş beyaz güllere çevirdim.
Telefonum çalmaya başlayınca irkilerek çantama yöneldim, çantanın içinden telefonu çıkardım ve ekranda Kurtuluş amcamın adını görünce duraksadım. Simge telefonlarına cevap vermediği için son çare bana yönelmiş olmalıydı. Odadan çıktım ve koridorda telefonu açıp kulağıma yasladığım o süre zarfında amcama ne söylemem gerektiğini düşündüm ama hiçbir bahane üretemedim çünkü zihnim çok yorgundu. Hastane koridorundaki ışıklar kapalıydı, olduğumuz katın lobisinden sızan küçük ışık pıhtısı koridoru az miktarda da olsa aydınlatıyordu.
Amcam, “Zeliha’m,” dedi. “Uyandırmadım seni, değil mi?”
“Yok amca,” diye fısıldadım, sesim pürüzlü geliyordu, oysa ağlamamıştım ama sanki saatlerce ağlamışım gibi boğazım da acıyordu.
“Üç gündür Simge bizi aramıyor kızım, son aradığımda da telefonu kapalıydı,” dedi ve şarjının bittiğini fark ederek yüzümü buruşturdum. “Endişeden öleceğim amcam, nerede bu kız?”
“Finallere çalışıyoruz,” diye bir yalan kaydı gitti ağzımdan. “Ben bile telefonu anca elime alıyorum.” Yalanın ağırlığı omuzlarıma bastırmış da beni olduğum yerde küçültmüş, yerin dibine itmiş gibi hissettim. “Simge de uyuyakaldı sonunda.”
“Kuzularım,” dedi amcam içtenlikle. “Kurban olurum ben size. Bu kadar yıpratmayın kendinizi. Ödüm koptu benim burada. Uyandığında hiç değilse bir mesaj yollasın bana, benim aklım fikrim onda kaldı. Yüreğime indirecek benim.”
“Söylerim amca, çok yoğundu, kesin aklından uçtu gitti,” dediğimde amcam derin bir soluk aldı.
“Bu kız o okula daha yeni geçmedi mi? Hemen derslere mi bıraktı kendini? Ah benim yeşil eriğim, ondan kıymetli mi?” diye ardı arkası kesilmeden sorular sorarak konuştu. Bir şeyler daha söyledi ama dikkatimi veremedim. Sadece onu dinledim. Dualar ederek telefonu kapattığında bile telefon kulağımda yaslı kalmaya devam etti.
Devran, “İyi misin?” diye sorana kadar olduğum yere mıhlı durduğumu, bakışlarımın boşluğa yaslandığını fark etmemiştim bile.
Yavaşça ona doğru dönüp yorgun bakışlarımı yüzünde dolaştırdım. Gözüne uyku girmediğini mor göz altlarından, gözünün kanlanan beyazından anlamak mümkündü.
“Ben iyiyim ama sen pek iyi görünmüyorsun,” dediğimde donuk bakışlarını koridorun öteki ucuna çevirdi.
“Beklemekten hoşlanmıyorum,” dedi. “O uyanmadıkça daha da öfkeli hissediyorum.”
“Tim tamamen toparlanmış,” dedim Yener’in hâlâ uyutulduğu gerçeğinden kaçmak istiyor gibi.
“Evet. Muhtemelen onlara doğru yaklaşan fırtınanın farkında bile değiller.” Soğuk bir gülümseme yüzüne usulca yayıldı. “Ölmeyi dileyecekler.”
“Daha acısını hak ediyorlar,” diyerek Simge’nin yattığı odanın kapısına baktım. “Herkesi perişan ettiler. Peki ne zaman harekete geçeceksiniz?”
“Yarın, alacakaranlık şafağa dönmeden hemen öncesinde başlayacak,” dedi, gözlerinin içine baktım. “Endişelenme, bu bizim için çocuk oyuncağı.”
“Gurur, Emsal ile konuşacağını söyledi.”
“Evet, onu birkaç saatliğine esir alacağız,” dedi Devran, yüzündeki korkunç gülümsemenin gözlerine çizdiği gaddar desenleri izledim.
“Bu umarım işleri zorlaştırmaz.”
“Bu işleri daha da kolaylaştıracak. Gurur’a güvenebilirsin.” Elini omzuma koyup bir abi şefkatiyle omzuma vurdu. “Gurur görüp görebileceğin en iyi komandolardan biridir. Tam bir savaşçıdır ve girdiği hiçbir savaştan mağlup ayrılmaz.”
Söylediği şeyler kafamın içinde ilerledi ama yerli yerine oturmadı çünkü korku hâlâ içimde büyük bir yer kaplıyordu. Bir yanım ortalığı yakıp yıksınlar istiyordu, diğer yanım başlarına gelebilecek şeylerden korkuyordu. Ama benim yüreğimi esir eden korku onlara değil dokunmak, kendini biraz olsun gösteremiyordu bile. Sanki korku duygusu bile onlardan korkarak uzaklaşmış, oldukları yere hiç uğramamaya karar vermişti.
“Yener’in annesi nasıl?”
“İlaçlarla ayakta duruyor ama bizim varlığımız ona iyi hissettiriyor,” dedi Devran düşünceli bir sesle. “Yener uyandığında ağzımıza sıçacak annesini buralara getirdiğimiz için.” Gülümsedi, bu kez gülümseyişinde öfke ya da kötücül bir duygu yoktu; çaresizlik vardı. “Yeter ki uyansın.”
“Uyanacak,” dedim kendimden emin bir şekilde.
Devran bir umuda tutunmak istiyor gibi gözlerimin içine baktıktan sonra başını sallayıp, “Evet,” dedi. “O, her zaman bir yolunu bulur.”
“Evet, her zaman bir yolunu bulur.” Bulmak zorunda.
Simge’nin yattığı odanın kapısı açılınca Devran da ben de şaşkınlıkla açılan kapıya baktık. Simge, üzerinde ona büyük gelen bir eşofman takımı, bir elinde tuttuğu serum askılığı ve bileğine bağlı serumla kapıdan ağır adımlar atarak dışarı çıktı.
Bir sağına, bir soluna, daha sonra yorgun bir şekilde bize baktı ve bir fısıltıdan ibaret sesiyle, “Yener’i görebilir miyim?” diye sordu.
Ben panikleyerek ona yönelirken, Devran ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir adım öne bir adım geriye gittikten sonra, “Doktorla konuşayım,” dedi ve sırtını bize dönüp koridorun sonuna doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.
Simge’nin gözlerinin içine tedirginlikle bakarak, “İyi misin?” diye sordum.
“Onu görürsem daha iyi hissedecekmişim gibi geldi,” dedi sessizce. Bana değil, parlak zemine bakıyordu.
“Şöyle yürüyelim mi?” Sorduğum soruya verdiği karşılık sadece başını aşağı yukarı sallamak oldu. Serum askılığını elime alıp koluna girdiğimde yorgun bakışlarını etrafta gezdiriyordu. Sessizdi, onu uzun zamandır ilk defa bu kadar sessiz görüyordum. Gülümsemeleri büyük bir ağaçsa, sessizliği biliyordum ki o ağacın kırılmayan son dalıydı ve gülümsemelerinin olduğu dallar, o gece birdenbire çıkan fırtınada kopmuş, geriye sessizliğin dalı kalmıştı.
“Yener’in kalbini kırdığımı hissettiğim anlar oldu,” diyerek o sessizliğin dalına asıldı, dalı koparacağını hissederek profiline baktım. İç çekti, ardından burnunu çekip bir müddet daha sustu. “Ona bir canavarmışım gibi baktığımı söylemişti. Öyle hissettirmiş olmalıyım. Seçimleri, bu zamana kadar yaşadığı hayat, dönüştüğü ya da dönüşmek zorunda bırakıldığı insan yüzünden ona kendisini canavar gibi hissettirdim. Ben bunu ona çocukça bir kıskançlıktan yaptım, o da buna çocukça duygularla kırıldı.”
Ben bunu ona çocukça bir kıskançlıktan yaptım, o da buna çocukça duygularla kırıldı.
Bir cümle ne kadar ağır gelebilirse, son cümlesi bana o kadar ağır geldi.
“Ona güvenmemi istiyordu ama bunu nasıl yapacağını bilmiyordu,” diye devam ettiği cümlesinin en çok kendi kalbini kırdığını hissettim.
“Yener güvenilmesi zor bir adam olduğunun zaten farkındaydı, Simge,” dedim. “Senin bir adım gerilemeni normal karşıladığına eminim. Ona kalsa, elinde olsa, yapabilse senden zaten uzak dururdu çünkü kendisine kendi bile güvenmiyorken, senin güvenini kazanmak onun için korkutucu olurdu.” Söylediklerim kalbimi kırmış olsa da bunlar saklanamayacak kadar ortada duran gerçeklerdi.
“Yine de keşke onun çocuk gibi bakan gözlerine bakarken orada bir canavar gördüğüme onu inandırmasaydım.”
Simge’ye uzun uzun baktım ve sustum. Pişmanlığını durduracak, o pişmanlıktan sızan kana tampon yapabilecek kelimelerim maalesef yoktu. Bence zaten o da bunu istemiyordu.
Bir süre koridorda ilerledik. O kısa süren sessizliğin ardından, “Sitedeki binalardan birinin çatısında birini gördüm,” dedi. “Onu vuran kişiydi ama bir gölge gibiydi. Keskin nişancıydı sanırım.”
Derin bir nefes alıp verdim, ona detaylar verip biraz daha yorgun düşmesini istemediğimden sustum. Ona bunu yapan kişiyi bir gölge olarak görmesi bile onun için büyük bir travma olsa gerekti. Yıldırım, yani Zafer, kurşunun tipinden, modeline, çıktığı tüfeğe kadar tüm bilgilere ulaştığından bunu bir profesyonelin yaptığını zaten biliyorduk ama ağzım bu bilgileri ona vermek için açılmadı.
“Sanırım bir askerin hayatını daha iyi anlamaya başladım.” Bu cümlesi beni duraksattı. Farkındalık ağırdı, ruhumda uzun, sivri, öldürücü dişlerini hissettim. Uzun zamandır onların hayatındaydım ama o hayatı yeni fark edebilme, anlayabilme, deneyimleyebilme şansı buluyordum. Yaşananlar çok ağır sanmıştım ama daha ağırlarının kapıda beni beklediğini hiç fark etmemiştim.
Devran’ın bize doğru geldiğini görünce Simge’nin bel boşluğunu yavaşça okşayarak Devran’a baktım. Başını sallayarak, “İçeri almıyorlar ama camdan görebilirsin,” dediğinde Simge için bu bile büyük bir şeydi sanki, heyecanla başını salladı. Yener’in canlılığını görmek istiyordu. Bir yaşam emaresi görmeye ihtiyacı vardı.
Devran, Simge’nin kolunu zarif bir şekilde tutup, “Ben hallederim, Zeliş,” dedi ve elimdeki serum askılığını eline aldı. İkisi yavaşça benden uzaklaşırken durup sırtımda bir ömür taşıyacağımı fark ettiğim bir yükle onları izledim.
Bir ömür, sırtımda bir askeri sevmenin yükünü taşıyacaktım ama bu yük bana hiç ağır gelmeyecekti, sadece korkuyu hissettirecekti.
Attığım her adımda biraz daha dibe battığımı hissettim. Hastanenin zemini bir bataklıktı sanki, ben her adımımda o bataklığın daha derinine iniyordum. Bir askeri sevmek, bir ömür boyu o bataklığın içinde ilerleyerek ona gitmeye çalışmak gibi mi hissettirecekti? Hiç sorun değildi. Bataklığa tamamen saplansam bile onun için değerdi.
Yener’in tutulduğu yoğun bakım odasının önündeki cam dikdörtgen şeklinde ve dardı. Simge o camın önüne getirildiğinde camın altındaki duvara tutundu, bakışları yoğun bakım ünitesine bağlı şekilde yatan askere doğruldu. Sessizlik tekrar onunlaydı ama içinden yükselen çığlıkları duyuyor gibiydim. Kalbinin isyanını işitiyor gibiydim. Ruhunun çektiği ızdırap sanki benim içimde bir bıçak gibi geçtiği her yeri deşerek ilerliyordu.
Simge bir elini yavaşça kaldırıp parmaklarını cama bastırınca Devran başını önüne eğip sertçe yutkundu. Simge’nin dudakları büküldü ama gözlerinden yaş akmadı, alt dudağını ısırıp titreyen çenesini durdurmaya çalışırken, “Güllerim soldu,” diye fısıldadı. “Güllerim soldu ve ben çok üzüldüm. Çünkü kadınlar önemli biri onlara çiçek aldığında o çiçekler solarsa çok üzülür. Ben çok üzüldüm. Bana yenisini alman için uyanman gerekiyor.”
Cama yüzünü de yaklaştırınca yaşaran gözlerimi yumup birkaç saniye bekledim. Gözlerimi açtığımda alnı, tıpkı elleri gibi soğuk cama yaslıydı. Kirpikleri gözlerinin altına yayılmış, gözlerini sıkıca yummuştu.
“Lütfen,” diye fısıldadı. “Ben çok üzüldüm. Güllerim soldu. Lütfen uyanır mısın?” Bir anda çocuk gibi ağlamaya başladı. “Ben uyuyamıyorum, sen nasıl bu kadar derin uyursun? Ben çok üzülüyorum. Uyanır mısın?” diye sorarken bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra, avucunu ve alnını cama bastırarak ağlamaya devam etti.
Devran ona doğru yürüdü ama kolunu tuttuğum an adımları kesildi. Ona dokunmamasını söylemek yerine gözlerimle bunu ona anlattığımda bir an muallakta kalsa da sonunda geri çekilip Simge’nin özgürce ağlamasına izin verdi. İhtiyacı vardı. Gözyaşları, içinde biriken bir zehirdi ve akıtmazsa onu daha da hasta edecekti.
Girdap, Yener’in annesinin koluna girmiş, Yener’in annesiyle bize doğru yürüyordu ama Simge’nin hıçkırıklarını duydukları an ikisi de adım atmayı keserek öylece Simge’ye bakakaldılar. Kadının gözlerinde hem acı hem de merak vardı. Simge’ye dikkatle bakarken şaşkın da görünüyordu.
Girdap, Yener’in annesine baktı, ne diyeceğini bilemiyor gibi gözlerini bir kez daha bize doğru çevirdi. Simge bir çocuk gibi ağlamaya devam ediyordu ve gözyaşlarının arasından sürekli, “Lütfen uyanır mısın?” diye sayıklıyordu.
Yener’in annesi, Girdap’ın onu tutan elini yavaşça okşayıp, avucunun içiyle o eli sıktıktan sonra başını sallayarak Girdap’tan ayrıldı. Gözlerimden süzülen yaşlarla öylece durup, Simge’ye doğru yürümeye başlayan kadına baktım.
Avucunu Simge’nin başına koyan kadının dokunuşu, Simge’yi bir an susturdu. Hıçkıra hıçkıra omzunun üstünden ona dokunan kadına baktı ve kadın da bir anda ağlamaya başladı. Şimdi birbirlerinin gözlerinin içine bakarak ağlıyorlardı. Aynı adam için ağlıyorlardı.
“Lütfen,” dedi Simge kadının gözlerinin içine bakarak. “Söyleyin, sizi dinleyecektir. Siz annesisiniz onun, değil mi? Onu uyandırır mısınız?”
Kadın, Simge’yi kollarının arasına çekip, şefkatle göğsüne bastırarak şiddetle ağlamaya başladığında, Simge de kadının beline sarılarak kadına sığındı. İkisi de öyle çok ağladılar ki gözlerimden akan yaşların onların gözyaşlarının yanında küçük, anlamsız su damlaları olduğunu düşündüm. Hiç konuşmadılar, birbirleriyle tanışmadılar bile. Onları ortak paydada birleştiren acıya ve birbirlerine tutunup sadece ağladılar.
13.06
Cesur, Devran’ın kardeşi Destan’ı, beni ve Eylül’ü hastaneden alıp eve bıraktı. Destan utangaç bir kızdı, ne Cesur’la ne de benimle hiç konuşmadı, Eylül’ün ara sıra yönelttiği soruları cevapladı; bunun dışında sessizdi.
14.02
Destan ve Eylül için yiyecek bir şeyler hazırlayıp çamaşırları makineye attım. Eylül sonunda telefonunun nerede olduğunu sorduğunda şarjının bittiğini, telefonunu şarja takabileceğini söyledim. Uykulu olduğu için hiç düşünmeden kabul etti.
14.12
Basamakların başında durup ona pin kodunu sordum, telefonunu açma düşüncemi iyi niyetli bulup bana şifrelerini verdi.
14.14
Şarj kablosunun çalışmadığını, telefonunun açılmadığını söylemek için basamakları indim. Buna çok aldırış etmedi, üzgündü ve uykusuzdu, koltuğa kıvrılıp uyuklamaya başladı.
14.16
Açtığım telefonun mesaj kısmına girerken kendimi kötü hissetsem de Gurur zihnimin içinde, “Bunun etik olmayan bir tarafı yok, sadece onun yerine bir mesaj yollayacaksın,” dedi, o ânı hatırladım, bunun doğru olmadığını söylerken çekingen gözlerle Gurur’a bakıyordum ama sonunda bunu bana yaptırabileceğinden emindi.
Mesajları bir süre inceledim. Emsal ona her zamanki yerimiz diyerek mesajlar yollamıştı. En başta her zamanki yeri öğrenmem gerekiyordu. Galerisine girdim. Konum kısmındaki mekânları incelemeye başladım. Emsal ile bir kafenin cam kenarındaki masasında oturuyorlar, kadraja gülümseyerek bakıyorlardı ve Eylül telefonu tutuyordu. Fotoğrafı yaklaştırıp kafenin adını okumaya çalıştım, bunu başarsam da fotoğrafa kaydolmuş konumu da kendi telefonuma göndermem gerektiğini düşünerek bunu yaptım ve mesajı Eylül’den sildim.
Ardından Emsal’i ağıma çekmek için o mesajı yazmaya başladım.
Baba, Yener abim vuruldu. Ortalık çok karışık. Son zamanlarda sana yazamadığım için özür dilerim ama çok üzgün hissediyorum. Abim seninle iletişim kurmamı yasakladı, telefonu elimden aldılar ve her yere Cesur ya da abimle gidip geliyorum. Bunu yaratabildiğim küçük bir anda yazıyorum. Telefonu kapatıp kenara bırakacağım, lütfen bana cevap gönderme çünkü bu mesajı sana gönderdikten hemen sonra sileceğim. Seni görmeye ihtiyacım var ama abim sana karşı çok öfkeli. Lütfen beni buradan kurtar. Saat 18.00’da seni her zamanki yerimizde bekliyor olacağım, lütfen abime senin yanında olacağımı söyleme. Seni seviyorum.
Mesaj gönderildiği an Eylül’ün telefonundan silerek telefonu yeniden kapatıp şarj etmek yerine komodinimin çekmecesine koydum. Gurur’a sadece onay anlamına gelen bir emoji gönderdikten hemen sonra alt kata inip Eylül’ün üzerini yün bir battaniyeyle örttüm. Çoktan uykuya dalmıştı.
Destan sessizce berjerde oturmuş Leon’un başını okşuyordu. Kafasını kaldırıp bana baktığında tedirgin gözlerimi ona çevirdim.
“Abla, en son ne zaman uyudun?” diye sordu Destan çekingen bir sesle. Yüzünün Devran’a ne kadar çok benzediğini bir defa daha fark etmenin şaşkınlığıyla onu süzdüm. Bunun onu utandırdığını anladığım an gözlerimi kaçırdım.
“En son Gurur abinle tesiste bir iki saat uyudum,” dedim, evet, öyle olmuştu. Gurur beni çalışma odasından çıkarıp tesisteki odasına götürmüş, sırtımı göğsüne yaslamamı sağlayarak üzerimizi pikeyle örtmüştü ve uykum gelene kadar sessizce saçlarımı okşamıştı. Sadece bir iki saatlik bir uykuydu ama zihnimi de ruhumu da toplamıştı. Sanki içimi saran acıyı benimle uyuyarak paylaşmış, paylaşılan acı biraz olsun zayıflayarak içimdeki keskin varlığını silmeye başlamıştı.
“İstersen gidip biraz uyu, ben evi toparlarım,” dediği anda ona gülümsedim.
“Hayır, sen üst kata çıkıp odada dinlenebilirsin. Zaten birazdan Biricik burada olacak. Ben biraz dışarı çıkacağım.”
Destan nereye gideceğimi sormadı, sadece uysal bir şekilde başını sallayıp sessizce etrafı izledi.
17.02
Biricik’e kapıyı açarken aynı anda üzerime montumu geçiriyordum. Montumun şapkasını kafama takıp dışarı çıktım ve Biricik açtığım boşluktan içeri girerken başını sallayarak beni onayladı. Neler olacağının farkındaydı. Bu yüzden Eylül uyandığında soracağı tüm soruları nasıl yanıtlaması gerektiğini biliyordu.
Karşı evin kapısı açılınca kafamı kaldırıp o tarafa baktım. Cenan gözlerimin içine endişeyle bakıyor, Dide de annesinin bacağına sarılmış beni izliyordu. Cenan, “Dikkatli ol,” dedi, başımı sallayarak Dide’ye gülümsedim ve hızla asansöre ilerledim.
Asansörün kapısı kayarak açıldığında karşımda duran erkek kardeşimdi. Bir an donup kaldım ama mavi gözlerine çökmüş farkındalığı gördüğümde dudaklarım aralandı.
“Sen neden buradasın?”
“Gurur aşağıda seni bekliyor. Arabayı ben kullanacağım.”
Kurduğu cümle karşısında sakinliğim kan kaybetmeye başladı.
“Ne diyorsun sen, Eymen?”
“Başına gelenlerden ne zaman haberim olacaktı benim?” diye bağırmasıyla bir adım geri çekildim. “Sen öldüğünde mi öğrenecektim?!”
“Ey-”
“Hadi,” diyerek asansörün kapanmak üzere olan kapısını eliyle durdurdu. “Bin.”
Asansöre binerken buz kesmiş ellerimi montumun cebine soktum. Sorular dilimin ucunda asılı duruyordu ama ağzımı açamadım. Asansör durduğu an beni binanın arka kapısına yönlendirdi ve o önde, ben onun arkasında ilerlemeye başladık.
İlerideki siyah cip dikkatimi çekti. Cipin ön yolcu kapısı açılıp Gurur içinden çıkana kadar durumun farkına varamadım ama Gurur her şeyi biliyormuş gibi ikimizin ona doğru yürüyüşünü izlemeye başladığında taşlar yerine oturmaya başladı.
“Burada neler oluyor?” diye sorarak Eymen’i işaret ederken öfkem yüzüme yayılmaya başlamıştı.
“Sendeki tuhaflığı fark etmediğimi mi sanıyorsun? Binanızın tepesinde bir keskin nişancı Yener’i vuruyor, her şeyin yolunda olduğunu düşüneceğimi sanacak kadar geri zekâlı olduğumu mu sanıyorsun?” diye sordu Eymen ters bir şekilde.
Gurur sert bir çeneyle, “Ondan daha fazla saklayamazdın,” dediğinde Gurur’a söylediği şeye inanamıyormuş gibi dehşetle baktım.
“Kardeşimi bu işe sürükleyemezsin!”
“Kimsenin beni bir şeye sürüklediği yok!” dedi Eymen sertçe. “Seni sürükledikleri yerde tek başına mı bırakacağımı sanıyorsun?”
“Kimse beni bir şeye sürüklemedi!”
“Aptal mısın sen?” diye bağırdı Eymen söylediğim bu şeyin üzerine.
Gurur, “Ablanla düzgün konuş,” dedi sert bir çene ve donuk gözlerle. “Yoksa o küçük ağzını düzeltene kadar yumruklarım.”
“Aramıza girme!” dedim sertçe ve Eymen’e doğru döndüm. “Bu işten uzak duracaksın!”
“Seni asla yalnız bırakmayacağım!” dedi Eymen aynı sertlikle.
“Ona tüm olanları sen mi anlattın?” diye sorarak Gurur’a döndüğümde sesim otoparkın içinde çınladı. Gurur gözlerimin içine tepkisizce bakmaya devam etti.
“Taşları yerine koyduğumu fark ettiğinde artık saklayamayacağını biliyordu,” dedi Eymen. “Bir anda sevgilin olduğunu söyledin, bir anda hayatımıza komandolar girdi! Sence ben böyle bir şeyi normal karşılayabilecek kadar mı tanımıyorum seni?”
Gurur, “Olan oldu,” dediği anda ona öfkeyle baktım.
“Olan ne? Kardeşimi bu karanlığa dahil ettiğimiz mi?”
“Onu karanlığa falan dahil ettiğimiz yok,” dedi Gurur. “Ben ne seni ne de kardeşini karanlığa götürecek biri değilim. Yapmayacağım bunu.”
Ellerimi başımın üzerine koyup, “Eymen neden sadece normal bir hayat yaşayıp bir şeyleri kurcalama huyundan vazgeçmiyorsun?” diye sordum dehşetle.
“Sen benim ablamsın, benden nasıl bunu beklersin?”
“Arabaya binin,” dedi Gurur, tartışmanın bir sonuca bağlanmayacağının farkındaydı. Ben de farkındaydım ama duygularıma ket vuramıyordum. Öfkeyle Gurur’a ve Eymen’e baktıktan sonra cipin arka kapısını açarak araca bindim. Eymen direksiyonun başına geçerken Gurur kapattığım kapıyı bir defa daha açarak yanıma oturdu.
“Arka koltukta ilgi çekmeyiz,” dedi gözlerini ön cama çevirerek. “Eymen kullanacak.”
Sinirle dişlerimi sıkarak sessizce ön koltuğa yerleşen erkek kardeşime baktım. Emniyet kemerini bağlayıp aracı hızla park alanından çıkardı ve gri gökyüzünün altında son sürat ilerlemeye başladık. Eymen telefonunu arkaya uzatıp, “Konumu haritadan aç abla,” dediğinde yüzümde hâlâ hissettiğim sinir ve endişenin renkleri vardı.
Haritadan gideceğimiz konumu işaretleyerek telefonu Eymen’e verirken, “Arabadan inmeden kuzu gibi bekleyeceksin,” dedim.
“Arabadan inmek istersem inerim ve sen buna karışamazsın,” diye bana karşı çıkınca öne atılıp omzuna sertçe vurdum. Homurdanarak ön dikiz aynasından arkaya baktı. “Başın belada olacak mı? Olacaksa beni hiçbir güç bu bebek gibi arabanın içinde tutamaz.”
“Cip,” diye düzeltti Gurur onu.
17.40
Cip bahsi geçen kafenin olduğu binanın arkasında, çöp konteynerlerinin önünde durdu. Pusuya yatmış bir kaplanın içinde durmuş, onun gözlerinden avını izliyormuşuz gibi hissettim.
“En geç yirmi dakika sonra burada olur, bana kalırsa erken gelecektir,” dediğimde Eymen saat göstergesine bakıp bakışlarını ön camdan dışarı çevirdi. Gurur sessizdi, kafasının içinde hangi çarkı döndürdüğünü merak ediyordum. Yine de öfkesini hissedebiliyordum, teninden tenime doğru yoğun, şiddetli bir elektrik akımı gibi çarpıyordu.
“Şimdi Gurur’un babası da mı o çeteyle alakalı biri?” Eymen’in sorduğu sorunun yüzündeki tüm kasların gerilmesine neden olması panikleyerek Eymen’e dik dik bakmama neden oldu.
“Gurur değil, Gurur abi,” dedim sertçe. “Senden kaç yaş büyük haberin var mı?”
“Doğru, bu yaşlıydı değil mi?” diye soran Eymen’e şokla baktım, Gurur ise kardeşime düz düz bakmakla yetindi.
Birkaç saniye sustuk.
Sonra Eymen, “Peki Eylül biliyor mu?” diye sorunca Gurur’un, Eymen’e neredeyse her şeyi anlattığını fark ederek kaşlarımı çattım. “Babasının böyle bir it olduğunu bilmiyordu sanırım. Bu onun için çok yıkıcı olacak. Yol yakınken o kıza her şeyi anlatmalısın.”
Gurur kaskatı bir çeneyle, “Sesin çok çıkıyor,” dedi.
“Ablam benden kendisiyle ilgili bir şey sakladı, bu beni ne kadar öfkelendirdi gördün mü?” Eymen’in sorduğu soru, Gurur’un bakışlarındaki donukluğu yıkmaya yetmedi. “Sen Eylül’den sadece kendinle değil, onunla ve babanla ilgili bir şey saklıyorsun, ki bu onun için benimkinin yanında çok daha büyük bir şey.”
“Senin gibi bir veletten tavsiye alacak değilim.”
“Görünen o ki bir velet kadar bile düşünebilecek bir yetişkin beynine de sahip değilsin ama,” dedi Eymen sertçe.
“Zeliha, sustur şu kardeşini,” dedi Gurur kemik gibi bir sesle.
Kaşlarımı çatıp, “Onu başımıza musallat eden sendin. Sen sustur,” dedim.
Eymen, “Bana neden herhangi bir kabilenin yaşlı ve musallat olacak beden arayan huysuz ciniymişim gibi davrandığınızı anlayamadım,” diye söylendi.
Gurur ile aynı anda, “Artık şu sesini kesecek misin?” diye sorduk. Eymen şaşırarak bize baktı.
“Aşk zamanla senkronizasyon yeteneği de mi veriyor insana?” diye sordu avel gibi.
Gözüm göstergeye kaydı. “Eymen, sen burada kal,” diyerek kapıyı açmak için Gurur’un üzerine abandım. Saçlarım yüzüne döküldüğü an, saçlarımın kokusunu içine çektiğini hissetmek karnıma ve kalbime aynı anda hızlı, oldukça sert bir ağrı yoktu. Boynumdan bedenime akmaya başlayan sıcak hissin beni tam anlamıyla sarıp kapladığını fark ederken kapıyı açtım. Soğuk hava tenime çarptığında bile sıcak nefesini hâlâ hissediyor olmak, içimde harlanan ateşin sıcaklığını kıramadı.
Gurur saçlarımı yüzünden büyük eliyle çekip, Eymen’in duymayacağı şekilde kulağıma, “Görev anında sarhoş olmamam daha etik olur,” diye fısıldadı. Bedenim buz kesti. Yavaşça araçtan inip omzunun üzerinden aracın içine baktı.
“Hadi Gelincik, orada mı bekleyeceksin sabaha dek?”
Eymen kaskatı olmuş yüzüme bakarak, “Ne dedi o ayı sana?” diye sordu merakla ama cevap vermeden araçtan indim.
Gurur ile binanın arka tarafında ilerlemeye başlamadan önce park hâlinde duran arabanın içindeki kardeşime bakıp el hareketleriyle orada kalmasını belirttikten sonra önüme döndüm ve ellerimi montumun içine gizledim. Oysa Gurur’un büyük ellerini tutmaya ihtiyacım vardı. Ama haklıydı. Görev anında sarhoş olmamamız daha doğru bir karar olacaktı.
Ara sokakta elleri ceplerinde yürüyen Emsal’i gördüğüm an elimi montumun cebinden çıkarıp Gurur’un kolunu kavrayarak onu duvar kenarına çektim. Duvarın kenarına sinen bedenlerimiz bir süre hareketsiz kaldı. Ardından Gurur yavaşça Emsal’in geldiği yola doğru bakıp, “Hayatını sikeceğim, gel,” diye fısıldadı keskin, saplandığı takdirde bedeni parçalayacak bir mermiyi anımsatan sesiyle.
“Bana bırak,” dediğim an duraksadı, tam öne çıkacaktım ki bileğimden yakalayıp, “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordu sert bir ses, onaylamayan öfke dolu gözlerle.
“Sana bana bırak dedim,” diyerek kolumu sertçe elinin hapsinden kurtarıp duvarın önünden ayrıldım. Tam bana doğru atılacaktı ki çoktan Emsal’in görüş alanına girdiğimi anladığından bir adım dahi atamadı.
Emsal, beni gördüğü an duraksadı. Kafasının içinden geçeni gördüğümü hissettim. Eylül’ü takip edip buraya kadar geldiğimi düşünmüş olmalıydı, hatta bu düşünce neredeyse emin olduğu gerçeğiydi ama durum hiç de sandığı gibi olmayacaktı.
Elimi havaya kaldırıp tehditkâr bir şekilde sallayarak, “Buraya gel yoksa kafenin içinde oturmuş seni bekleyen kızın her şeyi öğrenir,” diye seslendim ona. Bir an yüzündeki sersemleyişi gördüm, ardından etrafına bakınıp seri adımlarla olduğum yere doğru yürümeye başladı.
Emsal’e doğru adımladım ve tam önümde durmuş, “Sen burada ne arıyorsun?” diye beni azarlıyordu ki bir adım geri çekilip ona hayatında görüp görebileceği en tehlikeli tebessümle baktım.
“Sahne senin sevgilim,” dediğim an, Emsal’in gözlerinden ölümün gölgelerinin hızla yel gibi estiği andı. Gurur duvarın arkasından tek bir adımda çıktı.
Tek bir adımda Emsal’i yakasından yakalamış ve Emsal elini montundan çıkarana kadar onu çoktan duvara dayamıştı bile. Emsal’in korku yüklü gözleri önce oğlunun ona öfkeyle bakan gözlerinde, ardından köşede durmuş, kollarını göğsüne bağlamış ona acıyarak ama keyifle bakan benim yüzümde dolaştı.
“Si-siz.” Emsal sustu. Bir sonraki cümlede tehditler olursa olabilecekleri fark etmiş gibiydi. Kelimeler dudaklarının gerilerinden içeri dökülerek boğazına, oradan taşa dönmüş kalbine döndü.
“Biz,” dedi Gurur babasının boğazına yasladığı kolunu biraz daha bastırarak onun nefes alıp verişini engellerken. “Daima bizdik.”
“Beni ketenpereye getirdiniz, öyle mi?” diye sordu Emsal, sesi, engellenen nefesi ciğerlerine ulaşamadığından pürüzlü geliyordu.
“En başından beri,” dedi Gurur keyifle. Tıslama gibi duyulan kalın sesindeki tehdit öyle gerçekti ki, Emsal onun kanına dokunacak tek bir kelime ederse, infazının burada gerçekleşeceğinden emin gibi bakıyordu ona. Oğlunun gözlerine çökmüş deliliği görüyordu belki de. Buradan sonrasının onun için karanlık olduğunun farkına varmıştı ama bu farkındalık, geri çekilemeyeceği kadar geç düşmüştü zihnine.
Emsal’in tedirgin bakışlarına, alamadığı nefeslerin vücudunda yarattığı zorlanma da eklendi. Yüzü kıpkırmızıydı, burun delikleri genişlemiş, ağzı tek bir nefese muhtaç gibi aralanmıştı. “Hayatını,” dedi Emsal zorla. “Hayatını… Mahvedeceksin.”
“Benim hayatım, sen benim babam olarak bu dünyaya geldiğinde, ben daha doğmadığım zamanlarda mahvolmuştu zaten lan!”
Emsal, Gurur’un gözlerinin içine büyük bir boşlukla baktı ama o boşluğun derinlerinde, yüzüne vurulmuş bir gerçeğin küçük de olsa yarattığı yıkımı gördüm. Sonrasında gözleri yeniden karanlıkla kısıldı ve nefes almaya çalıştı.
“Keşke bu hayata senin piçin olarak gelmeseydim!” diye bağırdı Gurur, Emsal sert bir tokat yemiş gibi gözlerini yumdu. Artık nefes alamıyordu.
Gurur’un cümlesinin ağırlığını olduğum yerde hareketsizce onlara bakarken derinlerde, çok içeride bir yerde hissediyordum.
“Kardeşimden ne istedin?” diye bağırarak sordu bu kez Gurur onun yüzüne doğru eğilirken. Oğlunun öfkesine kulak veremedi çünkü yüzü artık morarmaya başlamış, alamadığı nefesler onu neredeyse bayıltmanın eşiğine sürüklemişti. “Ne istedin lan? Ne istedin? Kardeşimden ne istedin?”
“Gurur,” diyerek bir adım atıp korkuyla Emsal’e baktım. “Nefes alamıyor.”
“Kardeşimden ne istedin lan?” diye bağırarak sordu Gurur yeniden, gözünü kan bürümüştü.
“Gurur.” Korkuyla sırtına dokunduğum an, kaslarının avucumun altında yükselip alçaldığını, kavislenerek kasıldığını hissettim. Gerçekliğe dönmesi zaman aldı ama sonunda kolunu hafifçe geri çekti. Bu, Emsal’in haykırır gibi soluk soluğa nefes almaya başlamasına neden oldu. Emsal öksürük krizine girdiği sırada Gurur, Emsal’in suratına sert bir yumruk geçirdi ve kırılan kemiğin sesini duydum. Gurur’un eklemlerine babasının kanı bulaştı. Emsal yana düşen yüzünü zar zor çevirip Gurur’un gözlerinin içine baktı.
“Yener’den ne istedin lan amın evladı?” diye sordu Gurur, öyle bir bakıyordu ki sanki yeri yerinden oynatan onun gözleri olacaktı.
Emsal afallamış gibi, “Ben Yener’e bir şey yapmadım,” dediğinde, Gurur babasının yüzüne bir yumruk daha attı. Emsal’in yüzü ikinci yumrukla beraber bir kan arsasına döndüğünde bakışlarımı kaçırıp farklı bir yöne baktım.
“Bir de karşımda durmuş bana yalan mı söylüyorsun ha?”
“Ben Yener’e bir şey yapmadım!” diye bağırdı Emsal, bununla beraber ağzından akan kan çenesinden boynuna dek süzüldü.
“Yürü,” diyerek babasını boğazından kavradı, kafasını önüne eğdirdi ve cipe doğru yürütmeye başladı. “Düş önüme pezevenk!”
Emsal direnirse sonucun daha kanlı biteceğini biliyor gibiydi. Gurur onu ensesinden yakalayıp kafasını tamamen önüne eğmesini sağladığında arkalarında bir hayalet gibi sessizce ilerliyordum.
Cipin arka kapısını açtım, Gurur babasını bir çuval gibi aracın içine itip, yanındaki boşluğa oturarak kapıyı çekip kapattı. Ben de hızla ön yolcu koltuğuna oturdum. Eymen başta donmuş bir hâlde dikiz aynasından Gurur ve yüzü kan içindeki Emsal’e baksa da sonunda arabayı yeniden çalıştırarak sürmeye başladı.
Gurur, tek bir an olsun elini Emsal’in ensesinden çekmedi ve Emsal’in kafasını kaldırıp etrafına bakmasına izin vermedi.
Emsal, kafası önüne düşmüş hâlde, “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordu. “Benden haber alamayınca peşinize düşülmez mi sanıyorsunuz? Gurur, kendi ellerinle askerlik hayatını bitirmeye mi çalışıyorsun?”
Gurur, hiç beklemediğim bir anda belindeki silahı çıkarıp babasının çenesinin alt kısmına silahın sapıyla vurunca Eymen ürkmüş olacak ki gaza basarak aracı hızlandırdı. Emsal’in acı dolu böğürtüsünü dinlerken hiçbir şey hissetmediğimi fark ettim. İçimdeki son insanlığı da alıp götürmüştü.
“Bir sonraki tehdidinde bu silahın şarjörünü ağzına boşaltacağım senin,” dedi Gurur.
“Tehdit değil bu! Gerçekler!” diye bağırdı Emsal. “Ortadan kaybolduğum an seninle ilgili her şeyi yayımlayacaklar!”
“Lan senin yasadan, hiçbir sikten haberin yok amına koyduğumun pezevengi,” dedi Gurur. “Senin delillerinin ne gibi bir hükmü var lan amcık ağızlı herif?”
“Hayatın kayacak,” dedi Emsal.
“Benim hayatımı kurtaracak delillerin her birini bu kıza veren sendin!” diye bağırınca Gurur, Emsal neler döndüğünü anlamış gibi kaskatı kesilip boşluğa bakarak öylece durdu.
Emsal duyduklarının ne anlama geldiğini bilse de bir kart daha sunma ihtiyacıyla, “Benim oğlumsun,” dedi, “bu her hâlükârda senin için askerliğin bitişi demek değil midir?”
“Senin değişen yasalardan biraz bile haberin yok sanırım?” diye sorarak ona döndüğümde gözlerini kaldırıp bana bakmayı denedi ama Gurur silahın sapıyla kafasına vurup, “Ona gözünü değdirirsen gözünün ferini sikerim senin,” dedi sertçe.
Emsal bir süre sessiz kalsa da sonunda yeniden ağzını açıp, “Yener’e elimi bile sürmedim,” dedi.
“Sen dayağa doymuyorsun anlaşılan.” Gurur gözlerini babasının kan leş içindeki profiline sapladı. “Hiç mühim değil, seni son nefesini can çekişe çekişe verene dek dövebilirim.”
“Yener’in vurulduğundan bile son âna kadar haberim yoktu benim!” Emsal’in bir nedenden yalan söylemediğini hissederek kaşlarımı çattım.
“O zaman sandığın gibi lider falan değilsin,” dedi Gurur benimle aynı fikre kapılmış gibi. “Çünkü bu işin sizin başınızın altından çıktığını biliyorum ama haberin yoksa, bu seni nefes aldığın her yerde olduğu gibi onların arasında da vasıfsız bir am feryadı yapar.”
Emsal duyduğu bu cümleyi hazmetmek ister gibi sustu. Daha sonra kendini kanıtlamak ister gibi, “Yanılıyorsun,” dedi. “Benim haberim olmadan kuş bile uçmaz. Benim neler yapabileceğimi bilmiyorsun!”
Eymen sonunda dayanamayıp, “Ya amca kusura bakma da sen hiçbir yarağımı yapamazsın,” dedi kabaca. “Bir sus da şu arabanın tadını çıkarayım. Köteği yiyon yiyon hâlâ konuşuyon.”
Gurur, “Nefes alıp vermeye kaldığın yerden devam etmek istiyorsan şimdi onları arayıp kıllandırmadan bu geceyi Eylül’le geçireceğini söylüyorsun,” dediğinde Emsal kaşlarını çattı.
“Bu bir şeyi değiştirmeyecek,” dedi ama artık söylediklerine kendisi de inanmıyor gibiydi. Sonunda işleri daha fazla zorlaştırmaktan vazgeçmiş olacak ki susup kaderini kabullendi. Kabullenmek onun gibi biri için zor olsa gerekti.
Gurur sessizlik içinde duran arabanın içinde Emsal’in sakince karşı tarafla konuşmasını dinledi. Biraz bile şüphelenmediklerini anlamak kolaydı çünkü telefon kapandığında Emsal’in korkusu biraz daha artmış, sakinliği tüm kanını kaybetmişti.
Gurur sessizdi ve bu sessizlik beni daha da ürkütüyordu çünkü var ettiği sessizlik, tıpkı içinde seni neyin beklediğini bilmediğin karanlık gibiydi. O sessizliği görüyordum ama içinde insanları bekleyen kıyamet herkes için belirsiz olduğu gibi benim için de belirsizdi.
19.21
Eymen, Gurur’un verdiği adres doğrultusunda cipi dağdaki bir hangarın önüne kadar sürdü. Taşlık yolda ilerleyen cip bir nebze zorlanmadı, sonunda araç durduğunda içeriye gecenin sesleri doluyor, biz ise sessizlik içinde çöken karanlığı izliyorduk. Emsal’in üzerinde izlenebileceği hiçbir şey yoktu, bu işleri kolaylaştırıyordu; bunu yapmasının sebebi Eylül ile buluşacak olması olmalıydı. Kızını her şeyden koruyordu. Güvendiği örgütten bile.
Hangarın büyük, neredeyse beş metreye uzanan demir kapısı, çöken karanlığı yaran bir ses eşliğinde açıldı. Kapının arkasında gölge gibi beliren cüsseli askerleri izledim. Biri Yıldırım mahlaslı askerdi, diğeri Adnan’dı, ötekisini ilk kez görüyordum ve yüzü bez bir maskenin ardında yarıya dek gizlenmişti. Gurur kapıyı açınca içeri soğuk doldu, ben de kapımı açıp araçtan indim ve Gurur babasını saçından kavrayarak dışarı çekince Emsal dizlerinin üzerine düşüp kusmaya başladı.
Gurur yüzünde donuk bir ifadeyle Emsal’i izlerken ben gözlerimi bize doğru gelen Adnan’a dikmiştim. Adnan, Emsal’i saçlarından kavrayıp birden doğrultunca Emsal öksürmeye başladı. Gurur gözünü kırpmadan ikisini izlerken, “Geldin mi inimize lan dağ faresi?” diye sordu Adnan kükrer gibi, Gurur bu söylenenden keyif alıyormuş gibi çenesini dikerek Emsal’e üstten bir bakış attı. “Bizim dağımıza girdiysen şayet, bu dağdan çıkış yok.”
Adnan’ı ilk kez başka bir kimlikle görüyordum. Her zaman nazik, nahif biriydi, kocaman cüssesine rağmen kibar ve hassastı. Oysa şimdi karşımda bir ölüm makinesi duruyordu. Emsal’i saçlarından kavradığı gibi çakıl taşlarının içine fırlattı ve Zafer, uzun namlulu tüfeğini çenesinin altına yaslayıp, namluyu Emsal’e doğrultarak ona doğru ilerlemeye başladı.
“Köpeğe ne bir yudum su ne bir ekmek kırıntısı yok!” diye bağırdı Gurur, sesi yankılanarak tüm dağın içinde içilmiş bir ant gibi çınladı.
Emsal etrafına korkak bakışlar attı, ardından yüzündeki kan ve kusmuğu elinin tersiyle silip ona uzanan namluya çevirdi dehşet yüklü gözlerini. Zafer, Emsal’in göğsüne bir tekme atarak onu yere serdi, Emsal sırtüstü uzanmış ona uzanan uzun namlulu tüfeğe bakarken ne yapacağını bilemiyor gibi duruyordu.
Bez maskeyle yüzünün alt kısmını tamamen kapatmış asker, deri eldivenlerle kapattığı ellerinin arasında kalın bir halatı ustaca çevirerek ona doğru ilerledi. Zafer, Emsal’in göğsüne botunun tabanıyla basarken, maskeli asker eğilip halatı Emsal’in boynuna geçirip sıkarak onu doğrulttu. Halatın ucunu çekerek Emsal’i yerde sürüklemeye başladı.
Acıma duyguları yoktu.
Çünkü acımak, Yener’e ihanetti.
Çünkü acımak, vatana ihanetti.
Asker, Emsal’i yerde toz toprak içinde sürükleyerek hangarın içine soktu.
Gurur, “Eymen,” dedi. “Ablanı alıp merkeze indir.”
Eymen şoka girmiş gibi başını sallayıp elini omzuma koyduğunda, omzumu silkerek kardeşimin dokunuşundan kurtuldum ve hiçbir şey söylemeden hangara doğru ilerlemeye başladım. Gurur tek kelime etmedi, Eymen ise beni durdurma girişiminde bulunamadı.
İçeri girdiğim an karanlık hangarın ortasında yanan ateşi gördüm, konteynerin içinde çatırdayarak yanıyordu. Boş hangarın içinde sürüklediği Emsal’i yerde bırakarak dönen askerin bakışları benimkilerle buluştu. Varlığımın onu şaşırttığını hissettim ama bir şey söylemedi. Zafer, uzun namluluyla yeniden Emsal’in kafasının önünde dikiliyor, tek bir hareketi karşısında onu indirecekmiş gibi tetikte görünüyordu.
Devran karanlıktan uğursuz bir gölge gibi çıktı. Gölgesi ateşin ışığına tutunarak önünde büyüdü. Ağır adımlarla Emsal’e yaklaştı ve yavaşça eğilerek, “Cehenneme gitmeden önce, cehennemin fragmanını izletmek istedik sana,” dedi kademsiz bir sesle. “Nasıl? Senin için kurduğumuz oyun alanını beğendin mi?”
Emsal cevap bile veremeden acıyla kıvrandı. Devran alayla gülüp Emsal’in boşluğuna sert bir tekme geçirerek, “Senin Azrail’in ben değilim, Gurur Mert Çalıklı ama Azrail senin üzerine çökmeden önce zebanileriyle biraz oyun oynayacaksın. Oyun oynayacaksın demişim, pardon.” Emsal’in üzerine tükürdü. “Oyuncağımız olacaksın demek istemiştim.”
“Yener’e bunu kim yaptı?”
Gurur’un sorusundaki sakinlik Emsal’i daha da korkutmuş gibi, “Bil-bilmiyorum,” diye kekelemesine yol açtı.
Gurur gözlerinde beliren hasta bir ifadeyle, “Bilmiyorsun?” diye sorup namluyu Emsal’in alnında dolaştırdı. “Emin misin?”
“Yemin ederim ilgim yok benim!”
“Yıldırım!” dedi Gurur gözlerini babasından ayırmadan. “Kurşunu getir.”
Yıldırım, silahını bacağına yaslayıp kamuflaj ceketinin cebinden büyük kurşunu çıkardı. Gurur’a kurşunu uzatırken gözleri tıpkı Gurur gibi tehditle dolu bir biçimde Emsal’in yüzünde geziniyordu.
“Elinizdeki tüm silahları gözünün önüne getir, yoksa gözüne sıkarım,” dedi Gurur parmaklarının arasına aldığı kurşunu Emsal’in yüzüne yaklaştırıp, namluyu da gözüne doğrultarak. “Bu kurşunlardan gördün mü? Daha önce bu kurşundan gördün mü dedim sana?”
Emsal bir süre korkuyla kurşuna bakıp, “E-evet,” diye kekeledi.
“Bu kurşundan gördün, öyle mi?”
“E-evet.”
Gurur namluyu tamamen Emsal’in tek gözüne yaslayıp, “Size ait silah deposunda mı gördün? Sizde olan bir silaha mı ait?” diye sorduğunda Emsal korkuyla başını aşağı yukarı salladı.
“Bu kurşundan çok sayıda gördüm. Hepsi bizim depodaydı.”
“Geçmiş olsun, leş fare,” dedi Gurur. “Seni siklemeyen bir ekiple çalışıyorsun.” Bu cümlenin hemen ardından kilidi kaldırılmış silahı babasının bacağına çevirip, bacağını hedef alarak tetiği çekti.
Emsal’i bacağından vurdu.
Gözümü, Emsal’in bacağının etrafını kaplayan kandan ayıramadım. Eymen korkuyla geri adımlar attı ama ben gözümü bile kırpmadan kana baktım, Emsal’in acı çığlıklarını dinledim.
Bundan haz duydum.
Yener’in göğsüne yayılan kanı gördüğüm anda hissettiğim acıyı geçirmedi bu haz ama yine de bundan haz duydum.
Adnan, bir kova suyu Emsal’in başından aşağı boşalttı, su akarak kanın kızıl renginin etrafa açılarak dağılmasına neden oldu. Emsal birden yüzüne çarpan su yüzünden boğulur gibi bir ses çıkarıp acıyla inlemeye devam etti.
Eymen hangarın dışına çıkmadan önce, “Abla bunu izleme, lütfen,” demişti ama onu duymazdan gelmiştim, Eymen gördüklerine daha fazla katlanamadığı için kendini dışarı atmıştı.
Eziyetin dozu arttı. Gurur, kendini kaybetmiş gibiydi ve Emsal’in çektiği acıdan haz duyduğu her hâlinden okunuyordu. Emsal’den bilgi alırken ona akla gelinebilecek tüm karanlık işkenceleri uygulamaya devam ettiler. Emsal bir süre sonra sadece sorulan sorulara cevaplar vermeye ve acıyla inlemeye ama asla direnmemeye başlamıştı. Çünkü ne zaman dirense, Dağcı Komandolar dehşetin boyut atlamasını sağlıyorlardı.
Sonunda durdular, durmasalardı biliyordum ki Emsal katlanamayacak, son nefesini verecekti ama buna izin vermediler. Cehennemdeki ilk gecesiydi ve bu kadar kolay kurtulmasını istemedikleri kesindi. Her şey yeni başlamıştı.
Gurur, bir iskemle çekip ters çevirdi, sırt kısmına dirseklerini yaslayarak oturduğunda babası yerde kendi kanı ve kusmuğunun içinde uzanıyor, gözünü zar zor açıp kapatabiliyordu. Bir köşede hayalet gibi durmuş bu anları donuk bir yüzle izlerken Yener’in de benim gibi bu karanlıkta bir yerde durup olanları izlediğini hissettim.
Saat 22.34’tü.
Gurur, ilk cümlesini, “Hatırlıyor musun?” diyerek bir soruya ayırdı. Emsal gözlerini zar zor açtı, tepki vermedi ama Gurur’un onunla konuştuğunu biliyordu. “Bir çocukken bana tıpkı o sevdiğim kurşun asker gibi olacağımı, bacağımı koparacağını söylemiştin.”
Emsal kendi kanının içinde zar zor sağa dönüp cenin pozisyonu aldığında, Gurur hiç acele etmeden bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi, avucuyla ateşe siper olup sigarasını tutuşturdu. Sigaradan derin bir nefes aldıktan sonra sigarayı tutan elini kaldırıp dirseğini sandalyenin sırtlığına bastırarak dudaklarının arasından, burnundan usulca süzülen sigara dumanını izledi. Bir anının zihnine tutunduğunu fark ettim.
Gözlerini babasının kan revan içindeki bacağına indirip, “Asla bir kurşun asker olamayacaksın ama bacağını kopardım,” dedi donuk bir sesle. “Bacağını koparmak istediğin çocuk olarak değil, bir Dağcı Komando olarak yaptım bunu.” Emsal inilti gibi bir ses çıkardığında, “Sevilmediğin için buna dönüştüğüne inandırdın belki kendini,” dedi Gurur. “Belki hiçbir zaman olmak istediğin insan olamadığın için buna dönüştüğüne inandın ama hayır, Emsal. Ben senin gölgen altında büyüyüp canavar olmadıysam eğer, senin canavarlığına kılıflar uydurman çok adice olurdu. Çünkü senin mayan değil, çamurun bozuk, sen bu dünyaya gelmek için düştüğün annenin rahminde bile bir canavardın.” Sigarasını dudaklarına götürmeden önce yeniden konuştu. “Bana ne yaptığına bak ulan. Sadece gurur duyacağım bir babam olsun istemiştim.”
Gözlerimi yumup kelimelerin içime açtığı oyuğun kapanmasını bekledim ama sanki mümkünmüş gibi o oyuk daha da derinleşerek içimde koca bir uçuruma dönüştü.
“Sen benden bir çocukluk değil, bir hayat çaldın. Daha da kötüsü ne biliyor musun? Ben çaldığın hayata rağmen belki bir gün öldüğünde arkandan ağlardım ama sen vatanı sattın. Sen öldüğünde arkandan ağlayacak olan ben, şimdi seni öldürüp bundan keyif alan Türk komandosu olacağım.”
Emsal, “Ben,” dedi, sustu, acıyla öksürüp kan kustu. “Ben sana-”
Gurur, sigarayı Emsal’in üzerine fırlatarak sandalyeden kalktı ve sandalyeyi tekmeledikten sonra, “Sen çocuğuna ihanet eden bir baba değil, sen aynı zamanda vatana ihanet eden kalleş bir köpeksin!” diye bağırdı. “Ölümün Türk komandosunun elinden olacak!”
Emsal kalan son kuvvetiyle, “Sen benim oğlum değilsin!” diye bağırdı acıyla, hissettiği acının Gurur’un da kalbini parçalamasını istedi.
Gurur, güldü. “Evet, değilim. Ben bir teröristin oğlu değil, bu vatanın evladıyım. Ben bir Türk komandosuyum.” Ellerini kamuflaj pantolonun ceplerine koyup öne doğru eğilerek babasına küçümseyici donuk bakışlarını sundu. “Ve aynı zamanda, senin ecelinim.” Yavaşça doğruldu. “En acılı ölüm, hiç şüphesiz seninki olacak,” diyerek sırtını Emsal’e dönüp hangarın çıkışına yürümeye başladı. Bir elini kamuflaj pantolonun cebinden çıkarıp avucunu açarak, “Gidelim, Zerda,” dedi ve hiç düşünmeden o eli tutup onunla hangardan çıktım.
Eymen, aracın köşesine sinmiş, ruh gibi bir suratla boşluğa bakıyor, Devran hemen yanında dikiliyor ve sigara içiyordu. Gurur elimi bırakmadan, Eymen’e, “Arka koltuğa geç,” dedi. Eymen onu ikiletmeden arka koltuğa geçerken ilk kez Gurur’u çok ciddiye aldığını fark ettim. Karşısındaki adamın kim olduğunu anlamıştı.
Gurur elimi bırakmadan ön yolcu koltuğunun kapısını açtı, daha sonra binmem konusunda yardımcı olup eğilerek emniyet kemerimi çok sıkı olmayacak biçimde bağladı ve gözlerimin içine bakıp, Eymen’in varlığını umursamadan, “Seni seviyorum,” dedi. Sesi her ne kadar donuk olsa da gözlerinde benim yaktığım ateşi gördüm. Avucumu yanağına bastırmamla gözleri kısıldı ve dokunuşumun onda uyandırdığı hislerin yüzüne yansıyışını izledim. Kaskatı bir çeneyle bir süre yüzüne dokunmama izin verdikten sonra gözlerini açıp, dudaklarını avuç içime bastırıp geri çekildi.
“Vakit gelene kadar belasını sikin. Çıkarken de kafasına en az beş kişi dikin,” dedi kırbaç şakıması gibi hissettiren, gecenin içinde ıslıklı bir şekilde çınlayan sesiyle. Ardından kapımı kapatıp aracın önünden geçerek sürücü koltuğuna oturdu ve cipi çalıştırdı. İlerideki karanlığı oyar gibi öne atılan far ışığının içinde uçuşan kar tanelerini o an fark ettim. Ufak ufak atıştırmaya başlayan kar, altından geçtiğimde tenime dokunamayacak kadar güçsüz görünüyordu.
Gurur arabayı hızla patikadan indirip dağlık yolda sürmeye başladı. Hiç konuşmadık. Arabanın içindeki kızıl gösterge ışıklarını saymazsak, dışarıya yığılan gece kadar karanlık bir ortamdaydık.
Eymen o kadar uzun süre sustu ki sonunda Gurur, “Ne oldu?” diye sordu. “Seni korkuttum mu?”
Eymen sessizce, “Hayır,” dese de asıl cevabın tam tersi olduğunu biliyordum.
Gurur onu gevşetmek istiyormuş gibi, “Eminim yerimde olsan aynısını yapardın,” dediğinde Eymen duraksayıp başını salladı.
“Evet, yapardım.”
“Biliyorum. Buna hiç şüphem yok. Senden iyi bir asker olurdu,” dedi Gurur, Eymen’in biraz daha gevşediğini gözlemledim ama aralarında geçen konuşmaya katılmadım. Sessizce yolu izleyip onları dinlerken kafamın içinde Emsal’in çığlıkları çınlamaya devam ediyordu.
Sanki Yener de arabanın içindeydi ve tıpkı benim gibi sessizdi.
Gurur, Cesur ve Eylül ile kaldıkları evin önünde durduğunda, uzun zamandır burayı görmediğim için çatık kaşlarla evin girişini izledim. Eymen nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyor gibi etrafı kolaçan ediyordu.
Gurur, “Eymen,” dedi. “İçeride dinlenirsin.” Bakışlarını bana çevirdi. “Benim de gitmeden önce dinlenmeye ihtiyacım var.”
Eymen bir şey söylemedi, ben de gözlerimi ondan çekmeden onu izledim. Arabadan sessizlik içinde inip eve ilerledik, evin kapısı açıldığında her şeyin ilk gördüğüm günden farksız olduğunu fark ettim. Cesur burada yaşamaya devam ediyordu, Eylül de tesiste olmadığı anlarda burada kalıyor olmalıydı.
Gurur holün ışığını açınca üzerine sinen kanın rengini daha net gördüm. Kanın kokusuna öyle çok alışmıştım ki karanlıkta olduğumuz o süre zarfında varlığını unutmuştum. Oysa soluduğum havaya demir kokusu gibi yayılan koku aslında kana aitti.
Gurur, Eymen’e, “Şu tarafta banyo var, mutfak da şurada,” diyerek holün ucundaki kapıları işaret etti. “Duş alıp bir şeyler ye, sonra da uyuyacağın yeri göstereyim sana.”
Eymen birkaç saniye sessizce Gurur’a baktıktan sonra başını salladı. Gurur, “Gördüklerinin bir sır olduğunu söylememe gerek var mı?” diye sorduğu anda Eymen, “Yok,” dedi hızlıca. “Benimle mezara gelecek.”
“Güzel, ben de öyle düşünmüştüm.” Bakışlarını bana çevirip uzun uzun yüzümü izledi. “Biraz dinleneyim, Eymen’le eve dönersiniz.”
“Eylül yokluğumu sorgulayacaktır.”
“Hastanede ya da tesiste olduğunu düşünür. Biricik boşuna orada değil.”
Eymen banyoya yönelirken sessiz kaldım. Çok geçmeden su sesi holü kapladı ve dakikalardır olduğum yerde hareketsiz olduğumu o an anladım. Gurur bana dönüp, beni büyük bedeniyle duvar arasına aldığında kafamı kaldırıp buz sıcağı gözlerine tutundum. Gözlerinde bana dair bir yansımayla beni izlerken büyük ellerini duvara bastırmış, iki kolu başımın etrafından bir köprünün uzun kolları gibi gerilerek uzanmıştı. Gözlerimi açık duran çıplak bileğinden dirseğine dek uzanan damarlarda, o damarların yüzeyine sıçramış kuru kan lekelerinde dolaştırıp yeniden gözlerinin içine baktım.
“Bu gece gördüklerini zihninden silebilmek mümkün olsaydı silerdim ama görmek istediğini biliyorum,” dediğinde sertçe yutkundum. “İntikam duygusunun seni de esir ettiğini biliyorum. O yüzden tadını çıkarmanı istedim ama biraz olsun kötü hissettirdiğim bir an olduysa, ben o an adına özür dilerim senden, Zerda.”
“Sen özür gerektirecek bir şey yapmadın. Ben olup biten her şeyi görmek istedim ve gördüm. Belki çok ağır bu söylediğim ama benim içimde o adama karşı küçücük bir vicdan kırıntısı dahi yok,” dedim çekinerek.
O adamın damarlarında dolaşan kanından arınmak istiyor gibi uzun uzun yüzüme baktıktan sonra alnını alnıma yaslayıp, “Ağır falan değil söylediğin şey,” dedi. “Sen benim içimin yansımasısın.”
“Ne kadar sürecek?” Sorduğum sorunun temelinde ne olduğunu biliyor olacak ki sessizce alnı alnımda öylece durup bekledi. Cevap vermeyeceği düşüncesiyle bir defa daha, “Gelişin ne kadar sürecek?” diye sordum sessizce.
“Kısa,” dedi ama onun sözlüğündeki kısanın anlamı, benim sözlüğümdeki kısanın anlamıyla aynı mıydı bilmiyordum; aynı olduğunu sanmıyordum.
“Hepiniz gidiyorsunuz, değil mi?”
“Evet,” dedi. “Yener belki şu an o yatakta yatıyor ama sanma ki bizimle gelmiyor, şafak kana bulanırken o da yanımızda olacak, biliyorum.”
“Bunu kaçırdığına üzülürdü,” dediğimde güldü.
“Uyandığında bunun dalgasını geçeriz.”
Tutunduğum umudun kırılmasından korka korka, “Geçeriz,” diye mırıldandım. Gözlerini gözlerime mıhlayıp bir müddet orada oyalandıktan sonra, “Biraz kollarına sığınayım, sonra gideceğim,” dedi ve söylediği şey, bir canavarın suyun dibine çöktüğü gibi içimin derinliklerine çöktü.
Zor olmalıydı. Bir asker için bir haini, teröristi leşe çevirmek çok kolaydı ama bir oğul için bir babayı leşe çevirmek sanıldığı kadar kolay olmamalıydı. Kalbinde yaşattığı askerlik mertebesinin tüm duygularından daha sağlam, daha güçlü, daha yıkılmaz olduğunu biliyordum ama ruhunun derinliklerinde hâlâ eziyetlerle eksik bir biçimde uyumuş küçük bir erkek çocuğu vardı.
“Tek bir yanlışın yok, tek bir hatan yok, bunu unutma,” dediğim an gözlerine yerleşen o kimsesiz bakış derinleşti. Artık kimsesiz hissetmesini istemiyordum.
“Söylediğim şeyi tekrarlıyorum,” dedi yüzüme eğilerek. “Seni seviyorum, Zeliha Özdağ. Bir babanın eksilttiği çocuk yanımla ve dağda bayrağı dalgalandıran Türk komandosu, seni severek büyüyen bir adam olarak, seni seviyorum.”
Avucumu kaldırıp sakalların usul usul örmeye başladığı güzel yüzüne dokundum. Avuç içime yeni büyüyen sakalları batarken, “Seni seviyorum, komando,” dedim.
Elimi tutup beni salona yönlendirdi. Işığı açmadık, karanlık salonun aralık duran perdesinden sokak lambasının ve dolunayın güçlü beyaz ışığı zemine dökülüyordu. Büyük koltuğa uzanıp kollarımı açtım, hiç düşünmeden kollarımın arasına girip yüzünü boynuma soktu ve sessizlik üstümüzü örttü.
Bir askeri sevmek, herhangi bir adamı sevmekten daha zordu.
Saçlarına dokundum, yüzüne, alnındaki çizgilere; sanki alnındaki çizgiler kaderine beni yazmış gibiydi. Sanki orada adım yazılıydı.
Uyumadı, yine de gözlerini yumup kokumu içine çekti. Gideceği yerde en çok da kokumu arayacak, kokumu hatırlayarak kokumdan güç bulacaktı. Zordu. Bir askeri sevmenin zorluğu göğsümün orta yerinde mahşerden bir cümbüştü, her bir kalp atışımda acı içerime batıyordu ama gurur damarlarımda dolaşarak kanımı ateşe veriyordu. Onunla gurur duyuyor, onun için delice korkuyordum ve bu iki duygu birbirine çarptıkça dibe çöktüğümü hissediyordum.
Eymen’in duştan çıktığını duydum, holde dolaştığını, kapılardan birini açtığını… Sanki yerimizi biliyor, bize rahatsızlık vermek istemiyor gibi salona hiç uğramadı.
00.13
Gurur kollarımın arasından çıkarken, canım da onunla beraber çıkmış gibi hissettim.
00.15
Gurur dış kapının önünde durdu. Eymen hemen yanımda dikiliyor, ayaklarımın altındaki yer kayıyormuş gibi hissederken sessizce sırtını izliyordum.
00.16
Gurur bana doğru döndü. Gözlerine öyle uzun baktım ki kelimeler artık hiçbir şey ifade etmiyordu, konuşmasak da olurdu çünkü gözlerimiz birbirine çok şey anlatıyordu.
00.17
Gurur bana doğru bir adım attı. Ben olduğum yerden kımıldamadım. Yüzümü büyük avuçlarının içine aldı. Kanın değil, buzun ve yaseminin kokusunu soludum.
Dudaklarını alnıma bastırdı. Beni alnımdan öptü. Geri çekilirken gözlerinde yeniden bir âşığın değil, bir komandonun gölgesi vardı.
Eymen’e baktı. “Ablan önce Allah’a, sonra kendisine, sonra da sana emanet,” dedi ve bu, o gece onun dudaklarından duyduğum son cümle oldu.
00.23
Gurur, artık burada değildi.
Gideceği yer, yaşanacak vahşet yüzünden şimdiden merhamet dilemeye başlamalıydı.
GURUR MERT ÇALIKLI
Kılıcı kınından çıkarırken kana bulamadan geri sokmayacağımı benimle beraber tüm tim biliyordu.
“Bu şafak, size kim olduğunuzu hatırlatacak,” diyen Muşta’nın üzerinde çok uzun zaman sonra ilk kez operasyon üniforması vardı. Yüzü, kompozit başlık altında gizleniyordu ve sesi normalden daha kalın yükseliyordu.
Helikopterin pervanelerinin yarattığı rüzgârı yüzümde hissedemedim çünkü benim de kafamda kaskım vardı. Uzun namlulu silahı göğsüme bastırıp Muşta’dan gözlerimi ayırmadan olduğum yerde durdum.
Muşta bağırarak, “Hatırladığınız bir şey var mı? Yoksa o kalın kafalarınıza tek tek sokayım mı yeniden?” diye sorduğu an, önünde dizilen tüm ekiple birlikte aynı anda, “Vur emrinde vururuz, gir emrinde gireriz, öl emrinde ölürüz! Türk komandosu ikinci bir emri beklemez!” diye bağırdık.
Muşta, “Kardeşinize ne yaptılar?” diye bağırdığı an, aynı anda öfkeyle, “İntikam!” diye bağırdık.
“Kardeşinize ne yaptılar?”
“İntikam!”
Helikopter piste indi.
“Kardeşine ne yaptılar, Dağcı Komando?” diye bağırdı Muşta hırsla.
“İntikam!” diye bağırdık boğazımızda yükselen en gerçek öfkeyle.
“Sesin çıksın, Dağcı Komando!”
“İntikam!”
“Sesin çıksın!”
“İntikam!”
“Tek birinizin burnu kanarsa o burnu ben kıracağım, tek birinizin üniformasında leşin değil, size ait kan görürsem o kanı döndüğümüzde ben misliyle akıtacağım lan, anladınız mı beni?” diye bağırarak sordu Muşta.
Sadece, “İntikam!” diye bağırdık.
“Hayalet, adaşın hazır mı?” diye sordu Muşta, bakışlarını kaskın altında gizlenen, normalde de daima bez bir maskenin altında gizlenen surata çevirerek. Aytekin, namıdiğer Hayalet.
Aytekin, “Hazır!” dedi.
Hayalet ve Kaplan bu gece için hazırdı. Tanklar.
“T70 piste iniş yaptı,” dedi Yaman kafasını karanlıkta pusuya yatmış bir canavar gibi görünen helikoptere çevirerek.
“İlk hamleyi yaptığın âna kadar, ne kokun ne ayak izin ne sesin, hiçbiri leş tarafından alınmayacak, solunmayacak, duyulmayacak, Dağcı Komando!” Muşta başını havaya dikti. “Yaktıklarını sandıkları canı onlardan almaya gidiyoruz.”
Helikopter yükselene, tanklar yola çıkana dek, Muşta zihnimde, “Yaktıklarını sandıkları canı onlardan almaya gidiyoruz,” demeye devam etti.
Dağ karanlık ve soğuktu, inim olan dağın güvenini değil, kuşatılmış bir karanlığı perdeliyordu ve hemen eteklerinde itlerin yuvasına yer veriyordu. Rüzgârın uğultusunu duyuyordum, bir kurt çok uzaklarda bizim için uluyordu.
Devran, göğsüne yasladığı uzun namlulu silahla bir adım önümdeydi, iki taşın üzerinden ve ses çıkarmamak için ayağının altındaki yeri bile burada olmadığına inandırdı. Ben uzun zamandır kullanmadığım MPT-55’in kıç kısmını göğsüme bastırıp namluyu ileriye doğrulturken bu gece çok kan dökeceğimi biliyordum. Diğer helikopter görüş alanlarına giremeyecek kadar profesyonel bir şekilde gökyüzündeydi ama son âna dek onun varlığı, her biri için bir sürpriz olacaktı.
Görüş alanım bir an evvel kana bulansın istiyordum.
Vural, parmağını yüzüne yakın bir yere kaldırıp iki küçük hareketle konum bildirdi, ardından kaskın içindeki hoparlörden önce Devran’ın sesini duydum. “İtler batı tarafında topluluk hâlindeler, uyuduklarını düşünüyorum, hareketlilik oranı düşük,” dediğinde bakışlarımı dağın eteğinde gizlendiğini düşündükleri yuvalarına diktim. Muşta parmağını ileri geri hareket ettirerek komut verdi ve dört asker, birbirinin arkasında zincirleme şekilde ilerleyerek karanlığın içine gölgeler gibi dağıldı.
“Giriş aslanıma yakışır,” dediğinde Vural, bakışlarım ona çevrildi, karanlığın içinde bir gölge bile değildi, öyle iyi gizlenmişti. “İşaret fişeğini verdiğim anda Zincir’i takip et, Alaşafak!”
Muşta, “Zincir, başla,” dediği anda ikinci bir emir gerekmiyordu. Başlangıcın sonunun ölüm ya da yaşam, kazanmak ya da kaybetmek olmasını umursamadan harekete geçtim.
“Üst cam panel, uçak camı ama Gurur kırabilir,” dedi Ecevit, başımı aşağı yukarı sallayarak karanlığın içinde yel gibi ilerledim. Fare deliğinin üst katına tırmanırken ilerideki küçük kulübedeki güvenlik için diktikleri leş parçası beni fark etmedi. O beni görebilecek yeteneğe sahip değildi ama Devran, namlusundan yayılan kırmızı küçük ışık parçasıyla onun kafasını hedef alacak kadar yetenekliydi. Küçük bir ıslık sesi ve leş parçası geriye doğru yıkılıp kafasını hafifçe cama çarptı, camdan kayarak düşerken geriye camın yüzeyini kaplayan leş kanının bıraktığı iz kaldı.
“İyi iş, Yargı,” dedi Muşta, sesi cızırtılı bir şekilde kafama dolarken ince ipi sallayıp kancasının en uygun yere saplanmasını umut ederek yukarı fırlattım. Küçük bir tık sesi. Kanca düşündüğüm yere geçti ve bedenimi yukarı kolaylıkla çekmeye başladım.
Yargı, “Kafası nasıl da güzel patladı, gördünüz mü?” diye sorarken ses tonu alayın aksine ciddiyet yüklüydü.
Arkamı kollayan Girdap’tı, bir ip daha yukarı doğru gitti ve kanca doğru yere saplandı, biraz sonra Girdap da benim gibi tavandaydı. Girdap’ın sesi kulaklığın içinden hışırtıyla zihnimde can buldu. “Onlara güzel bir günaydın öpücüğü ver.”
“Daha iyisini hayatları boyunca almamışlardır, hayatlarının son gününe en güzelini sakladım,” dememle elimi kaldırıp Girdap’ı durdurarak kare şeklindeki cam panele baktım.
İpleri belime geçirip kancayı yerdeki halkalara geçirdim ve uçak camını tek hamlede patlatarak içeri doğru düşmeye başlamadan önce, “Günaydın, götünü siktiklerim!” diye bağırarak bedenim cam kırıklarının arasında aşağı inerken yerde birbirinin üstünde yatan itleri taramaya başladım.
Saçılan her mermiyle uykusundan dehşetle uyananlar silahlarına davranamadan kafaları patlayarak geriye devriliyor, uyanamayanlar da bir daha gözlerini açamayacakları sonsuz bir uykuda kilitli kalıyordu. Yirmi beş, otuz yavşak yığını, altmış metre karelik bir odada saniyeler içinde leşe dönerek birbirinin üzerine yığıldı. Bir an sonra it yuvasında bir hareketlilik duyuldu ve helikopterin pervanelerinin sesi, dağın derinliklerinde bir aslana ait kükreme gibi yayılmaya başladı.
Kancaları pantolonumdan çıkarıp leş yığının içinden geçerek kapıya yönelirken şarjör değişimi yaptım, birinin kapıyı açacağını ve elinin boş olmayacağını biliyordum. Düşündüğüm oldu, elinde bir el bombasıyla kapıda beliren piç kurusunun çenesinin altına tüfeğin kıç kısmıyla vurdum, kemiğin kırılma sesi bana tatmin duygusunu hissettirirken, pimini çektiği el bombası hâlâ elindeyken onu odanın içine itip kapıyı kapatarak hızla koridora yöneldim. Patlama sesi arkamda bıraktığım büyük bir izdi ve muhtemelen o odada bir Türk askerinin patlatıldığına hepsi emin olmalıydı.
Dudaklarımdaki ölümcül kıvrımı maskem sakladı. Koridorda bana doğru koşmaya başlayan adamı gördüğüm an hiç düşünmeden namluyu kaldırıp tek seferde adamı alnının ortasından vurdum, geriye savrulup yere serildi ve boynumu esnettim. Dışarıdaki patlama seslerini duyabiliyordum.
“Varan… Kaç oldu?” diye sordum. “Tüh, o kadar çok oldu ki sayamadım.” Ve hemen ardından birini daha diğer leşin bir metre ötesindeyken kalbinin üzerinden vurarak yere devirdim. Ölümcül yerleri onlardan daha iyi bildiğimiz kesindi, bu defterler bu gece bir bir dürülüyordu, sonunda hangisine sokardık dürdüğümüz defterleri, işte orasını bilmiyordum. Hangisinin canı isterse. Hangisi en sona kalırsa.
Girdap tavandaki camlardan birini patlatıp serdiğim leşin üzerine basarak zemine indi. Kafasıyla sağ tarafı işaret edince başımı salladım ve birlikte tetikte bir biçimde koridoru aşıp karmaşaya ilerledik.
“Siz bu helikopterden aşağı sarkanın her deliğe sokabildiğimiz Yener Açıkgöz olmadığına şükredin amına koyduklarım!” diye bağıran Girdap, ilerideki hareketliliğin sebebi olan iki piçi kafalarından tekte vurup yere sermişti.
Muşta, “Yıldırım, patlat,” dediği anda bir patlama sesi hoparlörü patlatırcasına kafamın içine doldu. “Fişek, arkanda,” dedi ve bununla beraber, “Siktiğimin piçi, gel gel,” diyerek birini taramaya başladı. Tüm bunları canlı bir şekilde yanındaymış gibi duydum.
“Orospu çocuklarının sakladığı biri var!” Hayalet’in sesiydi bu, bakışlarımı koridorda karanlık bir noktaya çevirdim. “Özellikle bir alandan uzaklaşıp bizi oradan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. İçerisi boş değil. İçerisi boş değil!”
Girdap, “Kimi saklıyorlarsa, burada bir yerde,” dedi. “Biz hallederiz.”
“Mayın’ı içeri yolluyorum, burası bizde çocuklar!” dedi Muşta. “Tekrar ediyorum, burnunuz dahi kanarsa o burnunuzu kıran ben olurum! Bu piçler tek bir damla Türk kanı dökemez! Dökmeyecek!”
İnfaz, “Az önce komutan dedikleri bir fareyi buldum,” dedi. “Silahsız. Paketliyorum.”
“Çok oynama, İnfaz. Bize de bırak,” dedi Çivi sert bir sesle.
“Öldürmem, merak etmeyin,” dedi İnfaz, bunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordum; öldürmemesi, öldürmekten beter edeceği anlamına geliyordu. Komutan fare, büyük belaya çatmıştı.
“İnlerinin doğusunu vurun,” dedi Muşta. “Girdap ve Gurur batı yönünde, doğuyu temizleyin, vurun!”
“Zifir, hedef doğu! Vur!” diye bağırdı Yargı.
Siverekli keyifle güldü. “Alçalarak vuruyorum beyler!”
Bir gümbürtü, ardından in ikiye ayrıldı ve içinde olduğumuz duvarlar çatladı. Kumlar yere dökülürken adımlarımızı hızlandırıp sakladıkları yaratığı aramaya başladık.
“Ayağının dibine attı!” diye bağırdığını duydum Çivi’nin. “Muşta. Ayağının yanında!”
Girdap ile aynı anda birbirimize baktık.
Ve bir patlama sesi duyuldu.
Girdap silahını sıkıca göğsüne bastırarak, “Muşta,” dediğinde, yaşanan sessizlik öyle güçlüydü ki bir an dikkatimin dağıldığını hissettim. Bununla beraber, Girdap’ın arkasında bir elinde keleş, diğerinde halat tutan adamın saklanarak bize doğru geldiğini gördüm. Dikkatsizliğim anlıktı ama çok fazla şeye mal olmadı. “Girdap, eğil!” diye bağırmamla, Girdap yere çöküp sürünme pozisyonu aldı ve hemen arkasında, duvar kenarına saklanan iti vurmak için duvarı hedef alıp zayıflamış taş yapıyı tarayarak çökerttim. Bir an sonra keleşin hedefindeydim ama hedef olmak umurumda değildi. Ondan hızlıydım. Ondan iyiydim. Onun on gömlek değil, yüz gömlek üstündeydim. Tek bir hamle. Ardından alnının ortasından vurularak yana devrilmeye başlayışını ve gözlerinin arkaya gitmesiyle ortaya çıkan beyazlığı gördüm.
“Muşta!” diye bağırdım silahı indirirken. “Devran, Tayfun, Aytekin! Biriniz cevap verin! Muşta iyi mi?”
“İyiyim lan andaval, ne bağırıyorsun? Git herifi bul,” dedi Muşta öksürerek. “Toz yuttum anasını satayım!”
Tayfun, “Olduğunuz alanda sizin dışınızda bir canlılık daha tespit ettim. Termal kamerada biri görünüyor,” dediğinde çenemi havaya diktim. “On, on beş metre ilerinizde. İlerleyin.”
İlerlerken Zeliha’nın yüzünü gözümün önüne getirmemeyi denedim. Dikkatim kafamın içindeyken lazımdı bana. Girdap, parmağını kaldırıp kapılardan birini işaret edince çenemi havaya kaldırdım. Bir süre durup kapının ardındaki sessizliği dinledik ama kulaklarımıza silahların patlama sesleri dolmaya devam ediyordu.
Girdap, “Gurur,” deyince bakışlarımı ona çevirdim. “Bu kapının arkasında bizi bekleyen bir şey var. Olur da bu odadan tek çıkarsan, biliyorum yanlış ama senden bir isteğim var.”
“Saçmalamayı kes,” diyerek gözlerimi kapıya çevirdim. Kapının ardındaki sessizlik, bir kıyamet alameti gibiydi ama bu alameti görmezden gelmeyi denedim.
“Künyemi Mehtap’a ver.”
Durdum, biri göğsüme sıkmış gibi durdum. Bakışlarımı ona çevirdiğimde bu defa kapıya odaklanan oydu.
“Biliyorum yanlış ama her nasıl kalbimin hâlâ onda olması yanlışsa, künyemin de onda olması gerekiyor, ne kadar yanlış olursa olsun.”
“Girelim,” dedim sadece. Kapının kilidine nişan aldığımda Girdap derin bir nefes alarak, “Girelim,” dedi ve silah patladı. Kilit parçalandı, kapı aralanmaya başladı.
Ve karşımızda, kilolarla patlayıcıyı bedenine sarmış, sakallı, orta yaşlardaki o adamı gördüğümüzde ikimiz de anlık donup kaldık.
Asker olmak benim için her zaman her şeyi göze alabileceğim bir tutkuydu. Bu uğurda ölebilirdim, bu uğurda can vermek onurdu benim için. Bu uğurda çok kan dökebilirdim, binlerce leş serebilirdim, yarattığım kan gölünün içinde boğulacak dahi olsam o kanları akıtmaya devam edebilirdim. Ama âşık olmak, planlarım arasında en sona bile oynamıyorken ben, şimdi yaşamak zorunda olduğumu hissettiren bir çift ceylan gözün tutsağıydım.
Bir çift ceylan gözün vurgunuydum.
Bu vatana canımı verirken, zalimin kurmaya çalıştığı düzeni kafasına yıkacak olan bendim. Mazlumun gözyaşında, masumun kanında kurmayı denedikleri saltanatı elbette onların darağacı edecek de bendim. Bir kez ölsem, bin kez farklı bir anadan yeniden dünyaya geleceğimi daha ilk günden beri biliyordum. Ama bir çift ceylan göz vardı. O gözlerden akacak olan yaşlar vardı. Belki de arkamda bırakacağım yarım kalmış bir ömür olacaktı. Tepkisizlik içinde karşımdaki adama bakarken düşünceler kafamın içinde hızla, bir nehir misali akmayı sürdürüyordu.
Girdap’ın da tıpkı benim gibi düşüncelerle dolup taştığını fark ettim ama ikimizin de yüreğinde var olmayan tek bir duygu vardı, o da korkuydu. Korkmuyorduk. Bir Türk askeri asla korkmazdı. Karşımızdaki herif de bunun farkındaydı. Yine de gözlerini dikmiş bize bakarken bir olasılığa tutunuyordu. O olasılığa ne kadar sıkı tutunursa tutunsun, yaratamayacağı tek duygu vardı; korkuydu. Gözlerinin içine baktım. Kötülüğün, masumun kanının, mazlumun ahının o gözlerdeki kötülüğün çatısı altında olduğunu gördüm.
“Gurur,” dedi biri, kulaklığımdan zihnime dokunan sesin kimden geldiğini çıkaramadım. “Girdap?” Ses Tayfun’dan geliyordu. “Yalnız değiller. Bulundukları noktada biriyle birlikteler ve ikisinden de ses çıkmıyor!”
Patlama sesleri. Silahın namerdi delerken çıkardığı onurlu sesler. Koşuşturma sesleri. Helikopterin dönen pervanesinin sesi. Hepsini duyuyordum.
“Hoş geldiniz, Türk askerleri,” dediğinde adam, ses tonuna sinmiş alayın zemininde uzanan korkuyu duyabiliyordum. Bedeni patlayıcılarla çevriliyken bile patlama ihtimalinden değil, bizim varlığımızdan korkuyordu.
Bizi ayıran başlıca özelliklerden biri de buydu işte. O, bedenine sardığı patlayıcılardan değil, bizim varlığımızdan korkuyordu. Biz ise şu an elimizde bir silah olmasa, elimiz kolumuz bağlı olsa, önümüzdeki patlayıcılarla dolu bu herifin bir de uzanmış bir namlusu olsa, yine o duyguyu barındırmazdık. Korku, Türk askerinin kanına sadece aşk uğruna dokunurdu, aksi yoktu, olmayacaktı; Türk askerini sadece sevdası korkuturdu.
“Ne şanlı, sen bize Türk askeri diye sesleniyorsun, biz ise senin ölüne de dirine de leş diyoruz,” dediğimde başını sola yatırıp, “Bana doğru tek adım attığın an, sizi kendimle beraber bir leşe çevirmek benim için onur olacaktır,” dedi.
Devran, “Sesleri geliyor, iyiler,” dedi ama daha sonra onlarla olan bağlantıyı zihinsel olarak kopardım.
Herifi şöyle bir süzdüm.
“Sen onurlu bir davranış gösterebileceğine, onur denen şeyi hissedebileceğine inanıyorsun yani?” diye sorduğumda gözlerimin içine uzun uzun baktı ve “Çalıklı,” dedi. “Ses tonun babanın sesini ne kadar da andırıyor.”
Damarıma bastı, damarımın üstünde leş bir ayak istemediğim için namluyu alnına konumlandırdım ve bakışlarındaki karanlık çoğaldı.
“Bir gün geleceğini biliyordum ama açık konuşmak gerekirse, o günün bugün olacağını hiç düşünmemiştim.”
Kendi ağzıyla yetkisini gösterdiğinin farkında değildi. Gözlerimi kıstım. O, dışarıdaki leşlerin korumak için kendilerini önüne siper edip buraya sakladıkları o avdı.
O, onlar için önemliydi.
Bunun ne anlama geldiğini biliyordum ama bunu ona göstermek yerine, söyleyeceklerine kulak vermeye karar verdim.
“İntikam almak için bu kadar hızlı ayaklandığınıza göre Açıkgöz geberip gitmiş olmalı,” dediği anda Girdap öne doğru atıldı ama avucumu Girdap’ın göğsüne bastırarak onu durdurdum.
“Senin yalnızca o leş vücudunu değil, hayatını infilak ettireceğim yarak kafalı,” dedi Girdap dişlerinin arasından. “Yeryüzünde senin kanını taşıyan herkesin bir bir kafasına sıkacağım!”
“Bu seni de en az benim gibi biri yapmaz mıydı, Demiralp?” Girdap’ı da tanıyordu. Gözlerimi adamdan çekmedim. Küçük, hücre penceresini anımsatan penceresinden sızan ay ışığı ve gümüş mavisi gölgeler adamın sırtına vurarak bedenini karanlığa mıhlıyordu.
“Niyetin ne?”
Sorum ilgisini çekmiş gibi bakışlarını bana çevirmesini sağladı. Bir süre beni izledikten sonra, “Özgürlüğüm ya da ölümümüz,” dedi.
“Özgür kalamazsan kendini havaya uçuracaksın yani, doğru mu anlıyorum?” diye sorduğumda alayla güldü.
“Vay be, akıllı çocukmuşsun. Ee, tabii kimin oğlu…”
“Ben Mustafa Kemal Atatürk’ün evladıyım, senin kimin oğlu olduğun belirsiz olabilir ama bizim babamız belli,” dedim aşağılayıcı bir ses tonu kullanarak. Bu onu sinirlendirmedi, duygularını rahatlıkla örtbas edebiliyordu.
“Yanlış,” dedi, “sen damarlarında benimle aynı kanı taşıyorsun çünkü benim yoldaşımın oğlusun.”
“Yoldaşını ellerimle öldüreceğimi söylemiş miydim?”
Sorduğum soru üzerine, “Baba katili olacaksın, doğru mu?” diye sordu alayla. “Dönmek istediğin bir kadın olduğunu biliyorum, Çalıklı. Ya benimle parçalara ayrılırsın ya da kenara çekilirsin ve dışarıdakilere durmalarını söyleyerek gitmeme izin verirsin. Aksi durumda, arkandan çok ağlayacak.”
“Onunla ilgili konuşurken o dilini çekip dışarı asılacağımı, kökünden koparıp boynuna dolayarak senin götünü dağdaki kurtlara siktireceğimi biliyorsun, değil mi?” diye sordum oldukça sakin bir sesle.
“Zaaflarını mı gösteriyorsun bana, Çalıklı?”
“Eğer burada birlikte öleceksek, zaaflarımı bilmende bir sakınca görmüyorum,” dediğim an, yüzündeki rengin bir ton solduğunu fark ettim. İfadesini çabuk toparladı ama içine ektiğim kuşku, gizleyemeyeceği kadar büyüktü.
“Benimle bir leş olmayı kabul ediyorsunuz, öyle mi?”
Girdap, “Yanlış,” dedi. “Sen bir leş, biz ise iki şehit olacağız. Bizim arkamızdan yas tutacaklar, senin arkandan beddua okuyacaklar. Oh olmuş diyecekler. Keşke diyecekler, keşke o patlarken yanında olsaydık da organlarının etrafa saçılışını izleme keyfine varabilseydik diyecekler. Sonra senin sülalene ulaşacak dostlarımız. İçeride senin düşüncelerini yaşatacak ne kadar kanın, soyun varsa hiç düşünmeden kafalarına sıkacaklar, ağızlarına silahı dayayıp karın boşluklarını mermiyle dolduracaklar. Tam da hak ettikleri gibi.”
Herif duyduklarından hissettiği rahatsızlığı saklayamadı.
“Bizim parçalarımızı toplayıp üzerine kızıl bayrak örtecekler, senin bir kefenin bile olmayacak, çöp poşetinin içine koyup en sevdiğin kimse ona postalayacaklar, son kez çirkin parçalarını görsün diye. Sarılır ağlar,” dediğimde dişlerini sıkarak bana baktı. “Çöp poşetinin içindeki kıymetsiz parçalarına.”
Tam ağzını açacaktı ki “Siverekli,” dediğim anda, durup kaşlarını çattı. “Batıyı vur.”
Sivereklinin donuk bir şekilde, “Ne?” diye sorduğunu duydum ve Girdap gülerek, “Batıyı vur,” diye tekrar etti beni.
“Siz batıdasınız.”
“Doğrudan olduğumuz yeri vur,” dedim adamın gözlerinin içine bakarak.
Herif donmuş bir hâlde, “Ne?” diye sorduğunda, Sivereklinin sesini duyabilmesi için kulaklığı geniş hoparlöre aldım ve Siverekli ciddiyetle, “Türk askeri ikinci bir emri beklemez,” dedi.
İşte tam da o an adam, “Durun!” diye bağırdı telaşla. “Siz çıldırdınız mı?”
Siverekli, “Alçalıyorum, batı,” dedi ve adam üzerindeki patlayıcıları hızla sökmeye başlarken, “Bekleyin, bekleyin! Siz kafayı yemişsiniz, bekleyin!” diye feryat etmeye başladı.
“Ya elin bağlı benimle bu odadan çıkarsın ya da üç dakika içinde bu oda, senin siktiri boktan patlayıcılarına kalmadan Türk askeri tarafından havadan vurulacak,” dedim donuk bir sesle.
Adam üzerindekileri hızla sökmeye devam ediyor, her bir hareketi panik yüklü olsa da dikkati elden bırakmamaya çalışıyordu. Niyeti buydu. Gidebilmek için bizi korkutmak istemişti ama korkan kişi karşımızda duruyordu. Ele başlarıydı, Emsal’den bile daha yetkiliydi ve onu korumak için bizi tufaya bu şekilde düşüreceklerdi; onu içeride saklamalarının sebebi, kaçmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmaya çalışmalarındandı.
Ensesinde silahımın namlusuyla onu batı bölgesinden çıkarırken, Girdap da hemen yanında ilerliyor, ona göz açtırmamak için yüzünü, mimiklerini izliyordu. Adam hiç konuşmadı, yaşanan bu olay onu şoka uğratmış gibiydi. Muşta sürekli bağırıyor, bir şeyler söylüyordu ama ona kulak vermiyordum. Namluyu herifin ensesine biraz daha bastırıp koridoru sapmamla, batı bölgesi şiddetli bir patlama sesiyle birlikte vuruldu.
Korkudan titreyen dizlerini o an fark ettim.
Ciddiyetimi kan gibi içtiği an, o andı.
“Sen,” dedi duyguları birbirine girmiş bir hâlde, “sen delirmişsin, Türk askeri.”
“Aklı başında tek bir Türk’e rastlayabileceğini düşünüyor olamazsın,” dedim. “Sen bize ihanet et, sonra neler yapıyoruz oturup izle.”
“Orada kalsaydık sen de patlayacaktın. Seni kendi mesai arkadaşın vuracaktı,” derken sessizdi, attığı her adımda dizleri titriyordu.
Tayfun, “Canlılar, Muşta. Termal kamerada görüyorum. Yalnız değiller!” dedi telaşla.
Girdap’a, “Bağla,” dediğim anda, keskin misina yüzeyli halatları çıkarıp herifin kollarını arkaya alarak bağladı. Silahının namlusuyla ensesine sertçe geçirip, “Yürü!” diye hırladı.
“Siz delirmişsiniz,” dedi adam yeniden, tek söyleyebildiği buydu. “Kendinizi vurduracaktınız.”
“Yürü,” diyerek silahın namlusunu beynine yasladım. “Yoksa içindeki bilgileri sikime taşağıma sürer, dağıtırım o boş beleş beynini senin.”
Söylediğim şeyi ikiletme şansı olmadığını, ne kadar deli olduğumu, bunu yapabileceğimi anlamış olacak ki önümde tıpış tıpış yürümeye başladı. Moloz yığınının içinden önümde itlerin ele başıyla çıktığımda, şafak gökyüzünün bağrına kızıl lacivert bir leke gibi yayılmıştı. Hemen önümde dizlerinin üzerinde, silahsız, etkisiz hale getirilmiş bir avuç piç kurusu, dizlerinin üzerinde, elleri bağlı, bir paçavra gibi eğilmiş askerlerin botlarının altında ezilerek duruyorlardı. Başlarının önümde kurbanlık bir hayvan gibi çıkartıldığını gördüklerinde şaşkın iniltiler çıkardılar ve Devran, postalının tabanıyla ses çıkaranlardan birinin kafasına bastırıp yüzünü toprağa gömdü.
“Hak ediyor musun lan şu toprağı pezevengin evladı?” diye sorarken çenesi kaskatıydı.
İnfaz, arkasına aldığı yirmi beşe yakın cesedin önünde bizi izliyor, Muşta yere yatırdığı piçlerden birinin boynuna urgan doluyor, diğerleri de paketledikleriyle ilgileniyorlardı. Etrafta çok sayıda leş, çok sayıda teslim alınmış piç kurusu vardı. İçeri girerken bizi bu kadar büyük bir kalabalığın bekleyeceğini düşünmesek de şafak gökyüzüne kanı ve intikamı kızıl, lacivert renklerle çizmeye başladığında her şey bitmişti.
Birimizin bile burnunda kan lekesi yoktu ama döktüğümüz kan, büyük bir çukuru ırmağa dönüştürecek kadar çoktu. Önümdeki piçi itmemle, elleri bağlı şekilde yere yüzüstü düşmesi bir oldu. Alaşafak Timi aynı anda silahlarının namlusunu göğe yükseldi.
Aynı anda bağırdık.
“İntikam!”
ZELİHA ÖZDAĞ
“Söylenenlerin ne kadarı doğru? Türk silahlı kuvvetleriyle mi çalışıyorsunuz?” diye soran gazetecinin uzattığı mikrofona, patlayan deklanşörle birlikte etrafı beyaza boyayan flaş ışığı yansıdı.
“Türk komandosu bu operasyon için ne kadar zamandır hazırlanıyordu?”
Deklanşör sesi. Işık.
“Yakalanan örgüt üyelerinin ifadeleri alındı mı?”
Deklanşör sesi. Işık.
“Örgüt üyeleri sivil halka saldırmak için hazırlanıyormuş, bu bilgi ne kadar doğru?”
Uzanan mikrofonlar. Kanal logoları.
“Canlı bomba tehlikesi devam ediyor mu? Sivil halk tehlikede mi?”
Deklanşör sesleri. Arka arkaya.
“Hakan Basri Şenkaya’nın adını biliyoruz ama yüzünü bilmiyoruz, bu kahramanı ne zaman görebileceğiz? Bu gizlilik neden?”
Patlayarak geceyi aydınlatan ışıklar.
“Operasyona katılan komandolarımızla o gece yaşananlar hakkında konuşma şansımız olacak mı?”
Israrcı bir kalabalık.
“Canlı şekilde ele geçirilen bölücü örgütteki suçluların sayısıyla ilgili bilginiz var mı?”
Cenan birdenbire ona mikrofon uzatan, son sorunun sahibi muhabire döndü ve “O bir bölücü örgüt üyesi değil, onlar terör örgütü üyesi. Terörist!” dedi sertçe.
Muhabir duraksayarak Cenan’a bakıp, “Iı,” diye bir ses çıkardığında Cenan önündeki muhabir yığınını iterek ilerlemeye başladı.
Göğsüme yasladığım dosya yığınıyla onu takip ederken ayak bileklerimin titrediğini hissediyordum. Deklanşörler birkaç kez üzerimde patladı, kameralara ve mikrofonu bana yönelten muhabirlere bakmamaya çalışarak Emniyet Müdürlüğünün merdivenlerini hızla tırmanmaya başladım.
“Sorularımızı yanıtlamalısınız. Yanınızdaki asistanınız mı?” diye bağırarak soran muhabiri duymazdan geldim.
Evet, öğrencisi ve asistanı. Ben şu an buydum. Cenan Kaplaner’in öğrencisi ve asistanı.
X-ray cihazından geçip, bir kadın memur tarafından arandıktan sonra koridorda ilerlemeye başladık. Ayağımın altındaki yer kayıyor gibi hissediyordum. Cenan, “Allah’ın cezaları!” dedi öfkeyle. “Hakan’ı ve diğerlerini buradan bu asalaklara yakalanmadan nasıl çıkaracağız?”
“Medya bu işin peşini bir süre bırakmayacak,” dediğimde Cenan omzunun üstünden bana baktı.
“Sen iyi misin?”
Gözüme uyku girmediği, gözlerimin altına çöken koyu halkaları kapatıcının bile örtbas edememesinden belli olmalıydı. Kan çanağına dönmüş gözlerimi Cenan’ın yüzünde dolaştırıp, “Gurur’u gördüğümde daha iyi olacağım,” dedim.
“Hiç değilse Yener bu sabah tepki verdi,” dedi Cenan beni rahatlatmak ister gibi. “Hayati fonksiyonları normale dönmeye başladı. Bu hepsini rahatlatacaktır.”
Şafak al renge boyanırken, Yener ilk kez yaşamın hâlâ içinde var olduğuna dair bir tepki vermişti.
Telefonum çalmaya başladı. Arayanın babam olduğunu biliyordum ama tek yaptığım elimi kabanımın cebine atıp, yan taraftaki tuşa basarak telefonun sesini kesmek oldu. Gözlerim koridora yerleştirilmiş büyük televizyon ekranına kaydı ve sarışın bir spiker, “Çok sayıda terör örgütü üyesi canlı bir şekilde ele geçirildi,” dedi, o anda saniyeler saçlarımın arasına yağmur damlaları gibi hızla tutunmaya başladı. İçinde bulunduğum anın dışına itildim.
Saatin 06.26 olduğu o anın içinde, elimde telefonla holün ortasında dikiliyorum. Hattın öteki ucundan Nihan, “Yener,” diyor. “Yener parmaklarını oynatıyor!”
Saat 07.25, hastane koridorunun ortasında üçüncü kez gözlerimi kırpıştırıyorum, Simge’nin, “Parmaklarını oynatmış, duydunuz mu? Parmaklarını oynatmış!” diyerek çığlıklar attığını duyuyorum.
Daha sonra hastane koridorunda göğsüme ekilmiş bir yasla öylece dikildiğim o anın girdabında gözlerimi yeniden açtığımı hatırlıyorum. Saat 14.45, telefonum bir defa daha çalıyor, tesiste adını dahi bilmediğim toy bir asker, “Dönüyorlar yenge,” diyor, “dağ aslanları şafağı kana buladı.”
Spiker, “Bunun son zamanların en büyük intikam operasyonu olduğu söylentiler arasında,” dediği an olduğum anın içine geri çekildim.
Cenan’ın topuklu ayakkabılarından dökülen ses kafamın içinde ilerledi, onun arkasında yürürken bu gecenin ne gibi sonuçlara gebe kalacağını merak ediyordum. Merak ettiğim bir diğer şey ise Gurur’du. Kesintisiz bir şekilde ruhumun derinliklerinde onu merak etmenin ağırlığını taşıyordum.
“Cenan Kaplaner?” diyerek odadan çıkan adama çevirdiğim bakışlarımı sabit tutamadım çünkü adamın arkasından iki kişi daha odanın dışına çıktı. “Sizi burada görmeyi beklemiyordum. Sayın Hakan Basri Şenkaya’nın özel olarak sizi talep etmesi şaşılacak şey doğrusu.” Adam mahcup bir gülümsemeyle bana baktı. “Bu genç hanımefendi kim acaba?”
“Asistanım, aynı zamanda öğrencim, Zeliha Özdağ,” diye tanıttı beni Cenan. “Ben ve asistanım, elimizden gelecek bir şey varsa yapmaya hazırız. Acaba tim nerede?”
Adam, “Hakan Basri Şenkaya’nın yüzünü gören cennetlik, hayatımda bir defa gördüğümü söyleyemem. Özel bir alanda tutuluyor. Sadece müdürün ve ekip üyelerinin görme izni var. Ülkemiz için değerli ve korunuyor elbette. Sizinle görüşme sağlayacak mı bilemiyorum ama sizi burada istediğine göre görmek isteyecektir.”
“Ben kendisiyle bizzat yüz yüze tanışıyorum, Ural Savcım,” dedi Cenan ciddi bir ifade takınarak. Adının Ural olduğunu öğrendiğim Cumhuriyet Savcısı’nın bakışlarından geçen sorgu ve merakı okudum, ardından arkasındaki iki adamı takdim ederek, “Ağır Ceza’dan Ünal Tefenni ve eski Büro Amiri Gürdal Dağdelen,” dedi. Adamlar Cenan ile el sıkıştılar ama ben etrafı izlediğim için benimle tanışma girişiminde bulunmaya çalışmadılar çünkü bu ortamın beni ne denli rahatsız ettiği yüzümden anlaşılır durumdaydı.
Bir polis memurunun bize doğru yürüdüğünü gördüm. “Cenan Hanım?” dedi sorar gibi ve Cenan hızla polis memuruna dönerek adamlarla sohbetini yarıda kesip memura doğru ilerlemeye başladı. Hemen arkasında ilerlerken neler olacağını kestirememe durumum devam ediyordu.
Elini önüne doğru uzatıp saygıyla, “Beni takip edin lütfen,” dedi. “Zeliha Hanım sizsiniz, değil mi?” Başımı sallayabildim. Kelimeler hâlâ onları çıkarıp insanlara sunabileceğim kadar hâkimiyetim altında değildi. “Komando Çalıklı özellikle gelip gelmediğinizi sordu. Lütfen siz de beni takip edin.”
Kalp atışlarım vurgun yemiş gibi şiddetle yükselerek göğsümün derinliklerinde büyük bir haykırışa dönüştü. Adımlarım elimde olmadan hızlandı, Cenan’ın gülümseyerek bana yandan bir bakış attığını fark ettim ama o bakışlara karşılık dahi veremedim. Damarlarımda salınan kanın bile heyecanla gürül gürül aktığını, damarımı yırtıp dışarı taşacak gibi taşkın bir seviyeye ulaştığını hissettim.
Bizi önce özel, beyaz bir alana aldılar, ardından o alandan çıkarıldık ve metal, siyah masanın ortada durduğu, sorgu odasına benzer bir odaya sokulduk. Bekleyiş sandığımdan daha uzun sürdü, dakikalar birbirinin üzerine devrilirken Cenan ile karşı karşıya duran iki metal siyah sandalyenin üzerinde oturmuş, sessizlik içinde bekliyorduk.
Kapı açılırken düşünceler artık önünü alamayacağım kadar gürültülüydü. Kapının ardında dikilen adamı gördüğümde artık gürültülü olan sadece düşünceler değildi, kalbimde de kıyamet kopuyordu. Oradaydı. Kaskı hâlâ başında, yüzü askerî bez bir maskenin arkasında, yüzünde toprak ve kan lekeleriyle bana bakıyordu ama yüzüne sıçrayan kan lekelerinin ona ait olmadığını biliyordum. Kafasındaki kaskı çıkarıp bana doğru bir adım atmasıyla oturduğum yerden kalkmam eş zamanlarda oldu. Hızla ona yöneldim, kollarını benim için açtı ve o büyük kolların arasına çarparak girip bedenini yıkmak ister gibi tüm gücümle ona sarıldım.
“Dağ Gelinciği,” diye mırıldandığını duydum bez maskenin altından.
Yanağımı göğsüne bastırdığımda kanın metal kokusu, tozun geniz yakıcı kokusuyla karışarak içime doldu ama o kokuları bile güzel kılan bir koku varsa eğer, o da kesinlikle onun buz ve yasemini hatırlatan ferah, soğuk kokusuydu.
“İyisin,” diye fısıldadığımda bunu kanıtlamak ister gibi bana daha sıkı sarılıp mezarım bellediğim göğsüne gömdü beni.
“Seni gördükten sonra aksi mümkün mü? Sırtımda kırk kurşun yarası olsa, karşımda da sen olsan, ben yine iyi olurdum.”
“Herkes iyi mi?” diye sordum ona daha sıkı sarılarak.
“Herkes iyi, intikam alındı.” Beni kollarının arasından bırakmadan yüzündeki bez maskeyi çenesinin altına indirip dudaklarını saçlarıma bastırdı. “Bak,” dedi, “bak bu saçlarda dağın esintisi var. İçime çekince yuvama dönmüş gibi hissettirmesi de bundandır belki de.”
Sessizce ona sarılmaya devam ettim. Kısa süre sonra Devran ve Biricik içeri girdiler; Biricik, Devran’ın kolunun altındaydı, beline sıkıca sarılmış ürkek gözlerle etrafı süzüyordu. Nihan ile Vural da sarmaş dolaş içeri girdiler. Girdap, Tayfun, Ecevit ve Adnan da içeri girdiler. Gölge askerlerin de içeri girdiklerini gördüm.
İçeri en son Muşta girdi.
Onu ilk kez bir kask, bez maske takarken görüyordum ve üzerinde de operasyonda giydiği kamuflaj üniforması vardı. Binbaşı Şenkaya’yı görevden gelmiş ve hâlâ göreve hazırken gördüğüm ilk andı bu.
Cenan, Muşta’yı görür görmez oturduğu yerden doğrulup kalktı. Muşta’nın bez maskenin üzerinde gök gibi gerilen çivit mavisi gözleri Cenan’a saplanıp kaldı. Çok kısa bir andı ama ikisi için bir ömür sürmüş gibiydi; sadece birkaç saniye birbirlerine baktılar ama sanki yıllardır aynı noktada durmuş birbirlerini izliyorlarmış gibiydi.
Cenan, “Hoş geldiniz, Binbaşı Şenkaya,” dediği anda Muşta’nın mavi gözleri kısıldı.
“Hoş buldum, Avukat Kaplaner.” Bakışlarını bana çevirdi. “Bize iyi haberlerle mi geldiniz?”
“Yener’in durumu iyiye gidiyor,” dedim heyecanla, bunu söylediğim an Gurur beni daha sıkı kavrayarak bağrına bastı. Bedeninin gevşediğini hissettim. Beklediği haberi benim ağzımdan duymak onu rahatlattı.
Girdap sandalyenin üzerine çöküp, “Çok şükür,” dedi derin bir nefes vererek. “Uyandığında çok şey kaçırdığı için hepimize kaprislenecek.”
“Kaprisine başlarım onun,” dedi Muşta.
“Daha ne kadar burada duracağız?” diye sordum beklentiyle.
“Ele başlarının sorgusu başlayacak. Sorgu bitene dek burada durmamız iyi. Çünkü ne söyleyeceğini bilmiyoruz.” Gözlerini Gurur’a çevirince ihtimallerin saklandıkları inden çıkıp bana doğru yaklaşmaya başladıklarını hissettim. “Eğer ihtimal verdiğimiz şekilde ilerlerse burada durup Gurur’u savunmamız gerekecek.”
Cenan, “Elimiz sıkı, durumun aleyhimize dönmesi zor ama yine de kart dağılımını en iyi şekilde yapacağımdan şüphen olmasın. Ele başlarının ismi geldi. Uzun süredir teknik takipteymiş zaten,” dedi Muşta’ya bakarak. “Çalıklı’yı dağdaki iki üç fareye yedirmeyeceğiz.”
Muşta gözlerini Cenan’a dikip, “Hiç değişmeyen bir şey varsa, o da senin hırsın,” dediğinde, Cenan kaşlarını çatarak Muşta’ya baktı. “İleride çok iyi bir avukat olacağına bu yüzden emindim.”
Cenan, “Operasyona dair görüntüleri de soruşturmaya dahil ettirecek misiniz?” diye sorduğu anda kafamı kaldırıp Gurur’a baktım.
“GoPro ile alınmış görüntülerden bazılarını dosyaya dahil edeceğiz,” diyen Zafer’di. “Çünkü silah mühimmatları olduğunu, saklandıkları bir alan olduğunu, bize ne şekilde karşılık vermeye çalıştıklarını göstermemiz gerekiyor. Bunlar büyük deliller.”
“Herif uzun zamandır teknik takipteymiş,” dedi Cenan. “Teslim ettiğiniz, şu üzerine patlayıcı sardığı söylenen adam. Yine de görüntüleri delil olarak sunmakta fayda var. Örgüt kollara ayrılıyor, dışarıda hâlâ elini kolunu sallayarak gezen üyeler olabilir. Bu da tehlike arz eder.”
Muşta, “Görüntüleri ayıklamaları için tesise gönderdim, biraz sonra mailime gönderilecektir,” dedi. “İtin ilk sorgulamasını savcı yapar diye düşünmüştüm ama ileri düzey yetkiye sahip birinin almasına karar vermişler. Sorgulamayı yapacak kişinin son derece profesyonel olması, örgütlerle ilgili durumları geniş çapta bilmesi, bilmiyorsa da öğrenmesi önemli.”
Muşta ayaklanıp Cenan’ın önüne ilerledi. Cenan’ın bilgisayarını işaret ettiği anda, Cenan dizüstü bilgisayarının kapağını açtı. Eğildi, yanağı Cenan’ın yanağına neredeyse yaslı konuma geldi ve tarayıcıyı açıp mailini ve şifresini girdi. Cenan gergin bir şekilde ekrana bakarken bu yakınlığın onda yarattığı hisleri görebiliyordum. “Görüntüler gelmiş,” dedi Muşta dosya ekine tıklayarak.
Askerler ağır adımlarla bilgisayarın önüne ilerledi. Gurur beni kolunun altına çekerek yürüttü. Bilgisayar ekranı önce karardı, ardından karanlığın içinde süzülen görüntü öbekleri ekranda hareket etmeye başladı. Öyle karanlıktı ki kameranın gece görüşü bile etrafı kadraja sığdırmakta zorlanıyordu. Öncelikle içinde barındıkları, gizli olduğu her hâlinden okunan yapıyı çektiler. Silahlı birinin nöbet tuttuğu kulübe de kadraja girdi. Görüntü, karanlığın baskınlığından dolayı piksel piksel olmuş durumdaydı ama çok geçmeden ilk patlamayla beraber aydınlık kadrajın önünü kesti, görüntü netleşmeye başladı.
Tankın önünde duran Hakan Basri Şenkaya’ydı ve başından aşağı kızıl ateşler yağarken gözünü bile kırpmadan karşıya bakıyordu. Karşı tarafın atağı onu durdurmadı, tankın önünde dikildi ve onlara karşılık veren ateşlerin altında, eceli üzerine giymiş bir ölüm meleği gibi ateşlere siper oldu. Çok geçmeden kanlı bir çatışma başladı. GoPro kimin kaskının üzerinde yer alıyordu bilmiyordum ama görüntüleri doğru alabilmek adına son derece dikkatli hareket ediyor, onlara saldıran terör örgütü üyelerinin ataklarını ustaca kayda alırken aynı anda ona doğrultulan namlunun ucundan mermiler patlamaya başlamadan o karşısındakini etkisiz hâle getiriyordu.
Devran’ın ona keleşle yaklaşan birini tam da çenesinin altından vurduğunu gördüm, karşısındaki kişinin beyninin dağıldığı ânı karanlıkta zor da olsa fark edebilmiştim. Muşta küfrederek kaydı durdurup, “Kızlar,” dedi bana dönerek. “Siz hava almak ister misiniz?”
Biricik ile aynı anda, “Hayır,” diye direttik, Nihan bir şey söyleme gereği bile duymadı çünkü zaten buna alışkındı.
“Bu görüntülere bazı sansürler gelmeli,” dedi Cenan. “Onların atağa geçtiği anların daha ön planda olduğu bir kayıt sunalım.” Devran’a baktı. “Eline sağlık.”
Muşta gözlerini yüzlerinin arasında bir iki santim dahi olmayan Cenan’ın yüzünde dolaştırıp kaydı ileri sararak baştan başlattı. Teslim olanların perişan hâlde olduklarını gördüm. Dizlerinin üzerinde duruyorlar, bağlanmış hâlde, ağızlarından ve yüzlerinin çeşitli bölgelerinden kanlar akıyordu. Yaman, silahının sapıyla aralarından birinin ensesine sert bir tane geçirdiğinde yüzüstü toprağa düşen kansızın yanağına postalının tabanıyla basan Adnan oldu.
“Nasılmış?” diye sordu. “Yeri yalamak nasılmış? Yeri senin dilinle, o çirkin suratınla temizleyip tüm yüzünü parçalama düşüncesi beni çok tatmin ediyor. Yapmalı mıyım?”
Yerdeki, “Lütfen,” dedi. “Lütfen, teslim oldum, lütfen.”
Ecevit, “Senin yalvarman bana zevk bile vermiyor, kafanı tek mermiyle parçalayıp dilini yerinden söksem, sesini sonsuza dek kessem, belki tatmin olurdum,” dediğinde sesinin ilk kez bu kadar tehditkâr duyulduğunu fark ettim. “Söyle, kaç sivilin kanına girdin?” dedi Ecevit namlusunu yerdekinin ağzına yaslayarak. “Kaç ananın gözünde yaş, kaç yetimin kalbinde ömür boyu kapanmayacak bir yara oldun sülalesine koyduğumun oğlu?”
“Ben sadece davamız için savaşıyordum,” dedi herif ve o an Gurur, “Davanız için savaşıyordun ha?” diye sorarak kadrajıma girdi, bir an duraksayıp kameraya baktı. “Kaydı durdur.” Bu her şeyin bittiği anlarda çekilmiş bir görüntü olmalıydı. Bir patlama sesi duyduğumda, yerde yatanın son nefesini verdiğini ve o son nefesi ona kimin verdirdiğini biliyordum.
Gurur zihnimin içinde birkaç defa, “Kaydı durdur,” diye tekrarladı aynı tehlikeli sesle.
“Bu kısmı keselim,” dedi Cenan, Muşta başını salladı.
“Neden?” diye sordu Biricik merakla.
Cenan, “Önümüzde bir belirsizlik var. Gurur’u ne kadar az göze sokarsak o kadar iyi,” diye cevapladı. “Yoksa Türk askeri, teröriste istediği hükmü verebilir ve buna hiçbir Allah’ın kulu karışamaz.”
Biricik korkarak Devran’ın göğsüne sindi. “Anladım, özür dilerim. Saçma bir soruydu.”
Cenan ona şefkatle gülümseyerek, “Hayır, saçma bir soru değildi bebeğim,” dediğinde Biricik de utangaç bir gülümseme takındı.
Devran gülümseyerek Biricik’in saçlarının üzerini öptü. Biricik ona sessizce, “Sen kahramansın,” dedi ama sessizce söylediğini sandığı bu şeyi aslında hepimiz duyduk.
“Senin kahramanın mıyım peki?”
“Sen hem vatanımızın hem de benim kahramanımsın,” dedi Biricik yanağını Devran’ın göğsüne yaslayarak.
Odanın kapısı tıklatıldı, yüzünde bez maske olan asker, kapıyı açıp dışarıda duran, yüzünü göremediğim adamı dinledi. Adam, “Şafaktan önce şehirde olamayacakmış,” dediğinde kimden bahsediyordu bilmiyordum ama karşısındaki asker sadece başını aşağı yukarı sallamakla yetiniyor, adama cevap vermiyordu. Asker kapıyı kapattığı anda Muşta ona döndü.
“Aytekin, ne diyor o uğursuz herif?”
Maskeli, Aytekin isimli asker, “Sorguyu yapacak kişi şafaktan önce şehirde olmayacakmış, sorgunun yarın akşama ertelendiğini, gidip biraz dinlenebileceğimizi, gazetecilerin dikkatini dağıtacaklarını söyledi, baba,” dedi ketum bir şekilde.
Muşta boynunu çıtlatıp, “Gelen velet çok taşaklı, methini duymuştum,” dedi, o sırada Cenan, Muşta’nın boynunda belirginleşen kasa bakıyordu. “İyi oldu, gidip şu kayıtların son düzenlemesini yaptırırız. Hem oğlumu da görmek istiyorum.” Gözlerini Cenan’a çevirdi. “Kızımı da özledim.”
Cenan duraksayarak, “Dide de seni özledi,” dedi.
“Hastaneye getirme, Yener’i sevmişti, neler olduğunu tam anlamıyla bilmemesi daha iyi olacak.” Derin bir nefes aldı. “Ben eve gelirim hastaneden çıktıktan sonra.”
Cenan, Muşta’nın gözlerinin içine bakarak, “Tamam,” diye mırıldandı.
“Dışarıdaki medya maymunlarından nasıl kurtulacağız?” diye soran Vural’dı, çenesi kasıldı. “Tüm çıkışlara bir tane muhabir dikmişlerdir illaki.”
“Zeminin bir alt katındaki otoparkta bizi bekleyen bir araç var,” dedi Muşta, Cenan’ın bilgisayarının kapağını indirirken. Dikkat ettiğim ne mailinden çıkış yapmıştı ne de sayfayı kapatmıştı. Cenan da bunu fark etmiş gibi kapağı kapatılan bilgisayara baktı uzun uzun. “Hüsrev’den ricada bulunmuştum. Buradan ayrıldığımızda haber verecektim, bizi doktorların kullandığı otoparktan içeri alacaktı. Göze batmamış oluruz.”
Gurur’un büyük eli elimi kavrar kavramaz, bilekliklerimizin uçlarındaki figür birleşerek kalbi yarattı. O an bile bilekliği takıyor olduğunu fark etmek beni duraksattı ama o, durmadı, elim büyük avucunun içindeyken yürümeye başladı ve bizi odadan çıkardı. Koridorda kan ve intikama bulanmış bir komandonun elini sıkıca tutarak ilerledim. Hakan abi bizimle çıkmadı, anladığım kadarıyla buradaki herkesten kimliğini gizlemeyi sürdürüyordu. Otoparka indiğimizde Hakan abi de oradaydı, yüzü görünmesin diye maskesini burnunun üzerine çekmiş, kaskını takmıştı ve görünen sadece mavi gözleriydi. Bizim için tahsis edilen araçlardan birine bindik, timin gölge askerleri ve Tayfun ile Girdap da bir diğer araca bindiler.
Olduğumuz yerden hayalet gibi ayrılırken gözlerim karanlık camın ardındaki kalabalığa takıldı. Israrcı kalabalık bu gece buradan ayrılmayacak gibiydi. Hakan abiye dair bir görüntüye, askerlerden gelecek bir açıklamaya ve ellerine ne geçecekse ona ihtiyaçları vardı. Haber kanallarının tamamının gözlerini Isparta’ya çevirdiğini fark ettim.
Ne üstlerini başlarını değiştirdiler ne de tek lokma yemek yediler, ilk işleri hastane koridorunda tüm ihtişamlarıyla yürüyerek Yener’i görmeye gitmek oldu. Simge amcamla zor da olsa konuşmuş, her şeyin yolunda olduğuna onu inandırmıştı ama haber kanallarında beni gören babam durmamıştı, koridorda Gurur’un ihtişamlı yürüyüşünü izlediğim sırada telefonum yeniden çalmış, babam hattın öbür ucundan, “Oraya geliyorum,” demiş, cevap bile vermemi beklemeden telefonu kapatmıştı.
Süslü Maria, yani babaannem buradaydı. Simge akıp giden zamanın içinde ilk kez tepkisiz gözlerle bakmak yerine, meraklı gözlerle askerlerin koridordaki ilerleyişini izliyordu. Kollarında o kadar çok iğne deliği vardı ki eğer amcam bu durumu görseydi, korkudan ne yapacağını şaşırırdı. Şimdi daha iyi olmasının tek sebebi, Yener’den hayati fonksiyonlar almaya başlamış olmamızdı. Yine de hâlâ dokunsam yana devrilecek, yere düşüp, düştüğü yerde sessizce ağlamaya başlayacakmış gibi duruyordu.
Eylül’ün, Cesur ve hemen yanlarında Destan ile koridordaki deri koltuklara oturmuş beklediklerini gördüm. Eylül abisini gördüğü an ayağa kalkmıştı ama Gurur ne ona ne de Cesur’a bir şey demeden sadece başını aşağı yukarı sallayarak yürümeye devam etmişti. Eylül, abisini tek parça görmenin mutluluğundan mıdır bilinmez sarsılarak ağlıyor, Destan ise yanından geçip giden abisine gülümseyerek bakıyordu.
Süslü Maria, “Yener’in ellerini görmeliydin,” dedi beni neşelendirmek ister gibi koluma dokunarak. “Narin, kibar ve güzel ellerini böyle oynattı, bak.” Ojeli parmaklarını kaldırıp, kırışıklıklarla kaplı güzel parmaklarını oynattı. “Buradayım ve maniküre ihtiyacım var, Maria, der gibi kıpırdattı hem de.” Simge gözlerini babaannemizin eline indirip parmaklarına uzun uzun baktıktan sonra buruk bir şekilde gülümsedi. “Gözlerini hayırlısıyla bir açsın, ona manikür borcum var. Güzel yüzüne de bir maske yapacağım, güzelim cildi nasıl kurumuş, canım benim,” dedi babaannem, üzgündü, hatta dokunsam ağlayacak gibiydi çünkü o genç insanların ölüm ihtimalinden hep çok korkardı; hep derdi ki onlar öleceğine ben öleyim.
“Babaanne, endişelenme,” diye fısıldadım, “Yener çok güçlü biri.”
Babaannemin ellerinin titrediğini fark ettim. Gözlerim ellerine dokunduğu anda bakışlarımı fark etmiş olacak ki ellerini geri çekip parmaklarını avuç içlerine bastırarak gülümsedi. “Biliyorum yahu, ben ellerini kıpırdattığında buradaydım,” dedi. Sonra elini tekrar kaldırıp, Yener’in parmağını oynatışını yeniden taklit etti. “Bak, böyle oynattı. Sanki bu ışıkları kapatın, ışıklardan rahatça uyuyamıyorum yahu der gibi kıpırdattı.”
Simge, babaannemin elini tutup dudaklarına götürdü ve “Artık iyi, Maria,” dedi sessizce.
“Ay, elimi öptün sen de benim. Yaşlıyım da sanki ben,” dedi babaannem panikle. Elini geri çekerken gerçekten üzgün olduğunu gözlerinde de görme şansı buldum. “İyi tabii ki de. Sen de o kadar hastalandın, yataklara düştün. Hoşlanıyor musun yoksa kız sen Yener’den?”
Simge uzun uzun susacak zannettim ama sadece, “Evet,” dedi. Maria bu zaten bildiği bir şeymiş gibi gülümsedi, ben de buna cevap vermese bile cevabı bildiğimden tepkisizce Simge’nin yüzünü izledim.
Adnan’ın ağır adımlarla bize doğru geldiğini gördüğümde babaannem ile Simge’den uzaklaşarak Adnan’ın yanına yürüdüm. Koca cüssesi yalpalıyordu, çok yorgun olduğuna emindim, çok uzun süredir uykusuzlardı ve sadece küçük bir kaydını gördüğüm koca bir kaosun içinden çıkıp gelmişlerdi.
Boynunu esnetip, “Doktoruyla görüştük,” dedi. “Normale dönmeye başlamış çok şükür.”
“Çok şükür,” dedim, ardından Adnan’a daha dikkatli baktım. “Adnan, biraz uyuman gerek.”
“Bora tesisi ayağa kaldırmış. Günlerdir Yener’i görmüyor, onu nasıl kandıracağımı şaşırmıştım, bir de üstüne ben de ortadan kaybolunca çığırından çıkmış,” dedi Adnan.
“Doğru ya, Yener’e çok düşkündü,” dedim başımı sallayarak. “O hâlde tesise mi dönüyorsun?”
“Evet, gidip toparlamam gereken bir oğlum var.” Buruk bir gülümseme dudaklarındaki yerini aldı. “Nasıl toparlayacağımı bilemesem de.”
Çolpan’ın varlığını, “İstersen seninle gelebilirim,” dediği anda fark edip bakışlarımı ona yönelttim. Kollarını bedenine sararak hırkasını tüm bedenine tamamen dolamıştı, kıvırcık saçlarını topuz yapmıştı ve bir iki kıvırcık saç teli de yüzünün iki yanından aşağı su misali akıyordu. Adnan, aldığı teklif karşısında duraksadı, beklemediği açık ve netti. Yorgun bakışları Çolpan’ın yüzünün sınırlarında dolaştı. Hatta ilk defa Çolpan’ın yüzüne bu denli uzun baktığını düşündüm. Gözleri gözleriyle buluştuğunda ise bir süre sessizlik yaşandı.
Sonunda, “Size zahmet olmasın?” dedi sorar gibi, yeniden sizli bizli tavrını takınmış, resmiyeti dilinin ucuna mühürlemişti ama Çolpan, bu durumu garipsemedi. Her zamanki Adnan’dı işte. Koca cüsseli ama hassas, güçlü ama nazik.
“Bana zahmet olacak olsaydı bunun teklifinde dahi bulunmazdım.”
Adnan yeniden Çolpan’ın gözlerinin içine durduramadığı bir karmaşayı dışarı taşırarak baktı. Ardından başını salladı ve “Bu Bora’yı çok mutlu eder,” dedi. “Fakat elbette sizi alıkoymak isteyeceğim son şey olacaktır.”
“Endişen olmasın.” Çolpan avucunu boynuna koyup başını geriye atarak ince boynunu ovalarken Adnan’ın bakışları, Çolpan’ın yüzünden ayrılarak anlık olarak boynuna dokundu, gözleri çok kısa süre Çolpan’ın narin boynunda asılı kaldı ama sonra bu temasın hiç doğru olmadığını fark etmiş gibi kaşlarını çatarak bakışlarını farklı bir yöne kaçırdı.
“O hâlde gidelim,” dediğinde hâlâ başka bir tarafa bakıyordu.
Çolpan gülümseyerek başını sallayıp yanımdan geçmeden hemen öncesinde kolumu okşadı ve “Seni ararım bebeğim,” dedi. “Lütfen bir şeyler ye.”
Başımı aşağı yukarı sallayıp ikisinin koridorda usul usul benden uzaklaştığı ânı izledim. Nihan ile Vural olduğum yere geldiklerinde Nihan elinde bir karton bardak tutuyordu, sıcak bardağı bana uzatıp, “Biraz çay seni yatıştırır,” dedi. “O kadar yıprandık ki bu süreçte.” Vural’a baktı. “Senin de gidip üstündekilerden kurtulman, duş alman ve biraz uyuman gerek koca adam.”
“Dinleneceğim, sevgilim benim,” dedi Vural. Nihan’ın başının üstüne başını yasladı ve bana bakıp, “Zeliş, sen de ne yap ne et Gurur’u eve götür, yarın akşama kadar dinlensin bu adam. Yarın sağlam bir kafayla orada olması onun kârına olacak çünkü,” dediğinde Vural’ın haklılığı damağımın üzerinde bir kesik varmış, dilim o kesiğe değdikçe kesiğin ağrısı tüm bedenime yayılıyormuş gibi hissettirdi. Konuşmadım, konuşursam o kesiğin acısını artıracakmışım gibi geliyordu.
Çaydan bir yudum aldım.
Vural ile Nihan gitti, ben olduğum yerde kaldım.
Gurur, önce Cesur ve Eylül ile konuştu, onlara sarıldı, bir şeyler söyledi, sonra bana doğru yürümeye başladı. Kaç dakika boyunca olduğum yerde hareketsiz beklemiştim bilmiyordum ama Gurur yanıma geldiği anda elimi hızla onun elinin içine yaslayıp, “Lütfen,” dedim, “sabaha kadar elimi tutar mısın? Varlığını hissetmeye ihtiyacım var.”
Başlangıç, karanlık bir sokakta, yaşanmaması gereken bir gecenin içindeydi; büyük ellerini paltosunun cebine sokmuş bana doğru yürüyordu. Son ise karşımda duruyor, gözlerimin içine bakıyor, ellerimi tutuyordu. Başlangıç ve son, benim için en başında da aynı kişiydi, en sonunda da aynı kişi olacaktı.
Çünkü insan bir gün birini severdi, bir daha başkasını asla sevemezdi.
Elimdeki karton bardağı alıp kenara bıraktıktan sonra, “İyi misin çiçeğim?” diye sordu, iki elimi de büyük avuçlarının arasına aldı. Gözlerinin içine günlerdir içimde gizlediğim korkuyu daha fazla saklayamadan endişeyle baktığımda dişlerini sıktı, sakalların sarmaya başladığı güzel yüzünde derin kuyular açıldı ve çene kemiği keskinleşti. “Benimki de soru,” dedi kendisine kızarak. “Elbette iyi değilsin.” Ellerimi bırakmadan beni kendisine doğru çekip göğsüne yaslayınca tüm duygularımın birbirine girmiş ip yumağı olmaktan çıkarak çözüldüklerini hissettim. Çenesini başımın üzerine yasladı, derin bir nefes aldı ve göğsünden yükselen kalp atışları göğsümdeki boşluğa yaşam katarken, “Söyle, Dağ Çiçeği’m,” dedi, “seni iyi yapabilmenin bir yolu var mı? Sana nasıl daha iyi hissettirebilirim?”
“Bana kendimi bencil hissettirme, ne olursun,” diye fısıldadım kırılgan bir sesle.
Dudaklarının arasından çıkan bir cıklama sesi duyuldu. “O nasıl söz öyle? Senin bencil olmadığını benden iyi kim bilebilir ki?”
Kamuflaj kumaşını avucumun içine alıp çaresizce sıkarak, “Ben öyle hissettim,” diye mırıldandım, sesimin titrediğini ikinci kez, “lütfen böyle kalabilir miyiz?” diye sorduğumda anladım.
“İstediğin kadar, istediğin zaman,” dedi sadece.
Sessizce kalp atışlarına kulak verip, “Babam gelecek,” diye mırıldandım. “Öyle söyledi telefonda. Beni haberde görünce endişelendi herhâlde.”
“Bu mu endişelendirdi seni? Neden endişeleniyorsun bebeğim benim, ben konuşur hallederim,” dediğinde ona biraz daha sıkı sarıldım. Yanımızdan gelip giden insanların varlıklarını biraz olsun umursamadım. “Hayatındaki bütün sorunları gerekirse ben konuşur, ben halleder, ben çözüme ulaştırırım. Sen yeter ki şöyle sokul göğsüme, gerisi bende.”
“Ben kendim de hallederim ki.”
“Çocuk gibi ki eki koyma o cümlenin sonuna, tek lokmada yutmayayım o kafanı senin.”
“Tek lokmada yutman fena bir fikir değilmiş,” dedim ortamı yumuşatmak ister gibi çünkü duygularım onu daha fazla çıkmaza sürüklesin istemiyordum. “Eve gidip dinlenelim mi biraz?”
“Yorgun düştün, değil mi?” diye sorunca kızgın hissetsem de kendimi tuttum.
“Yorgun düşen ben değilim, sensin. Niye hâlâ beni düşünüyorsun?”
“Çünkü sen bende benden bile üstünsün.”
“Öyle konuşup kızdırmasana beni.”
Başımın tepesini sertçe öptü. “Kızma sen de her şeye. El kadarsın, boyundan büyük kızıyorsun,” dedi, aslında sesi hâlâ donuktu, ruhunda hâlâ kan lekeleri vardı ama yine de bana alışkın olduğum Gurur’u vermek için çabalıyordu.
O kadar yorgundu ki yorgunluğu ne uyuyarak geçecekti ne de başka bir şeyle; bu yorgunluğu sadece intikam geçirebilir sanmıştım ama o da geçirememiş gibi duruyordu.
Onu izledim. Güneş başımızda dikiliyorken bile soğurdu bazı şeyler, hayret ettim; çünkü buzların içinde, güneşin uğramadığı bir zemheriye bile tutulsam, ona soğumazdı içim. Sanki o, hep yüreğimde yanacak bir ateşti.
“Eve gidelim, Zerda,” dediğinde başımı salladım.
Eylül’ün bize doğru geldiğini gördüm. Yavaşça abisinin kollarının arasına girip başını göğsüne yaslayarak, “Telefonumun şarjı yok, kapalı olduğu için sizin evde bıraktım. Bana ulaşmak istersen Cesur abimi ara olur mu?” diye sordu, sessizce Gurur’un yüzünü izlerken suçluluk duygusu omuzlarıma ağırlık gibi çöktü.
“Olur güzelim,” dedi Gurur, kız kardeşinin omzunu okşadı. “Sen de daha fazla burada durup yıpratma kendini. Yener abin uyanınca mesaini onu beklemeye ayırdığını duyarsa, sana bu mesaiyi güzel kızların telefon numarasını almaya ayırmadığın için kızar çünkü.”
Eylül hüzünlü bir gülümsemenin ardından, “Doğru diyorsun,” diye mırıldandı. Gözlerini bana çevirdi. “Abla, sen de çok yıprandın ama bak abim burada, Yener abim de iyileşiyor. Gözüne rahat bir uyku girecektir artık.”
Yorgun bir nefes alıp vererek Eylül’e doğru ilerledim, beklemediği bir anda onu kollarımın arasına çektiğimde duraksadığını fark ettim ama bu duraksama çok uzun sürmedi, sonunda kollarını kaldırıp bedenime sararak bana karşılık verdi. Her ne yaşanmış ve yaşanacak olursa olsun, o baba eksikliğiyle büyümüş, gerçeklerden bihaber olan küçük bir kızdı ve kalbim ona kızgın kalmayı başaramıyordu.
Her şeyin sonunda öğreneceklerinin onu yıkacağını biliyordum ve biz o sonun önüne gelmiştik. Artık gerçeklerden ne kadar saklayabilecektik ki onu? Gerçekler onu sobelemek için ona doğru gelmeye başlamıştı bile.
Eylül’e sarıldığım esnada Gurur’un dalgın gözlerinin yüzümde dolaştığını gördüm. Gözlerimin içine uzun uzun baktı. Eylül’ün saçlarını okşayarak yavaşça ondan uzaklaşıp, “Şu dümbük Yener iyileşsin de hep birlikte kahvaltı yapalım,” dediğimde Eylül başını hızlıca salladı.
Topuklu ayakkabıların zemine bıraktığı tıkırtı sesi dikkatimizi anlık olarak dağıttı. Cenan’ın göğsüne yasladığı dosyalar, koluna taktığı takımına uyumlu çantasıyla koridorda ilerlediğini gördüm. Hemen arkasından yüzünü hâlâ maskenin ardına gizleyen Muşta ilerliyordu. Muşta’nın arkasında Girdap, Ecevit, Yaman ve Tayfun vardı ama onlar, Muşta’nın birkaç metre gerisinde kalmışlardı. Sanki Cenan ile Muşta arasında bir konuşma geçeceğinin farkında gibiydiler, hızlarını düşürme nedenleri de bu olsa gerekti.
Muşta, “Kaplaner,” dediği anda, Cenan zaten arkasında ilerlediğini bildiği Muşta’nın sesi onun için bir dur emriymiş gibi olduğu yerde hareketsiz kaldı. Kafasını çevirip Muşta’ya bakmadan, koridorun öbür ucundaki bize bakarak söylenecek bir diğer cümleyi beklemeye başladı.
“Bana doğru dönecek misin yoksa önüne gelip mi devam edeyim konuşmaya?” diye sordu Muşta.
“Seni dinliyorum,” dedi Cenan derin bir nefes alıp boynunu esneterek.
“Sanıyorum seni istediğim anda, istediğim yerde sadece avukatım olarak tutamayacağım, avukatlara bile belli yetkinin dışındaki yetkiler verilmiyor,” dedi Muşta. Kaşlarımın ortasında beliren bir yarıkla Cenan’a baktım. O da kafası karışmış gibi tek kaşını kaldırdı ve tam Muşta’ya doğru dönüyordu ki Muşta, “Karım olursan her türlü yetkiye sahip olursun ve seni istediğim yere istediğim anda getirtebilirim. Hiç kimseye de bir saat boyunca o benim avukatım olacak açıklaması yapmak zorunda kalmam,” dedi sanki çok normal bir şeyden bahsediyormuş gibi sakin bir sesle.
Cenan’ın elindeki dosyalar patır patır yere dökülürken, Cenan’ın bedeninden yükselerek hepimize çarpan o şaşkınlık dalgası, herkesi alabora etmişti.
Cenan, bedeninin yarısını Muşta’ya çevirip, “Efendim?” dedi sorar gibi.
“Efendin değil, kabul edersen kocan olayım diyorum,” dedi Muşta kurşungeçirmez bir sesle.
Askerlerin birbirlerine baktıklarını fark ettim, bense şaşkınlıkla Muşta’ya bakıyordum. Muşta kararında son derece ciddi olacak ki Cenan’a doğru yürümeye başladı. Eğilip yere düşürdüğü dosyaları topladı, dosyaları ona geri uzatırken gözlerinin içine bakıp, bez maskeyi aşağı çekerek, “Bizim bir kızımız var, ona soyadımı vermem de daha kolay olmaz mıydı bu şekilde?” diye sordu ama sunduğu her bir bahanenin aslında göğsünde uyuyan isteğin kalp atışları olduğunu anladım. Cenan tereddütte kalmış ve şoka uğramış gözlerle Hakan abiye bakmayı sürdürüyor ama ağzını açıp tek kelime edemiyordu.
Bu gece, ondan duymayı bekleyeceği en son şeyin bu olduğunu biliyordum ama olmuştu, duymayı ihtimaller arasına bile koymayacağı bu şeyi duymuştu.
“Bu seni korkuttu mu?” Muşta bu soruyu sorarken başını hafif bir açıyla sağa yatırıp Cenan’ın gözlerinin içine baktı. “Merak etme, sadece resmî kuruluşlarda karım olduğunu bilecekler. Medyanın gözünü sana ve kızıma dikmesine göz yumacak değilim ama seni çağırdığımda yanıma gelmenin bu kadar uzun sürmesine neden olacak prosedürlerle uğraşmak istemiyorum.”
Cenan, dosyaları Muşta’nın elinden alırken gözlerini çivit mavisi gözlerden çekmedi. Gözleri ‘Sadece bunun için mi?’ der gibi bakıyordu, sorular kara gözlerinden Muşta’nın mavi gözlerine sicim gibi akıyordu ve elbette emindim ki Muşta, bu soruları onun gözlerinden zaten içiyordu.
Yaşadıklarını geride bıraktıkları karanlığın içinde unutma ihtimalleri yoktu, gittikleri yere kadar tüm anılar da onlarla birlikte gidecekti. Cenan’ın acıları onları takip edecek, Muşta’nın yenilgileri onların yakasından düşmeyecekti ama sonunda belli olan bir şey varsa, o da tüm bunlara rağmen ikisi her seferinde, aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, yüzlerini yine birbirlerine dönük bulacaklar, elleri yine birbirlerinin ellerine uzanacaktı.
Muşta, uzun uzun Cenan’ın gözlerinin içine baktı ve “Kararını ver,” diyerek bez maskeyi burnunun üzerine dek çekip yüzünün yarısını kapattı. “Cenan Şenkaya olursan, beni prosedürlerle uğraştırmamış olursun.”
Muşta birkaç saniye daha Cenan’ın karşısında dikildi ve sonra şaşkınlığı içine yıldırım gibi düşürdüğü kadının yanından kayıp koridorda yürümeye başladı. Muşta koridordan çıkıp kaybolana dek kimse konuşmadı, hatta kafamızı çevirip ona bakamadık bile. Geride kalan sessizlik, Cenan dakikalarca koridorun ortasında dikilirken ve kalabalık onun yanından geçip giderken de sürdü.
Hastaneden Gurur ile el ele ayrıldık.
Cipi kullanırken sessizdi, el ele eve girdiğimizde sessizdi, üst kata gittiğinde, tenine çarpan suyun sesi eve yayıldığında ve suyun sesi kesilip geriye sessizlik kaldığında da ağzını açmamıştı. Alt kata inerken altında siyah bir baksır, üzerinde beyaz, yuvarlak yaka tişörtü vardı. Bileğine saatini taktığını gördüm. Son basamağı da indikten sonra Pars’ın başını okşadı ve salona yöneldi. O sırada salondaki sehpanın üzerine onun için yaptığım mercimek çorbasının olduğu kâseyi bırakıyordum.
Koltuğa oturup çorbanın yanındaki kaşığı çorbanın içine sokarak karıştırmaya başladığında yanında oturmuş onu izliyordum. “Muşta ve Cenan evlenecek mi sence?” diye sorduğum sırada çorbasından ilk kaşığını almıştı.
“Eline sağlık,” diyerek bana döndü. “Elindeki balı kâseye boşaltmışsın yine.” Gözlerini yüzümde dolaştırdı. “Öyle görünüyor. Cenan’ın cevabına bağlı.”
Bağdaş kurup, “Afiyet bal şeker olsun,” dediğimde güldü.
“Yener’i hatırlattın bana.”
“Ne konuda?”
“O da hep bal şeker der birine bir şey ikram ettiğinde,” dedi ve söylediği şey donuklaşmama neden oldu.
Eski bir anı gün yüzüne usulca yükselerek çıktı ve kalbimi deşip geçti. Yener bana bir elma uzatıyordu, elmaları çok seviyordu, elmadan bir ısırık alıp, “Çok güzelmiş,” dediğimde de “Bal şeker, Zeliş,” diyordu gülerek.
Başımı önüme eğip gülümsedim. “Biraz hızlı iyileşsin, yoksa yoğun bakımın önüne bir bidon benzinle gidip onu kendimi yakmakla tehdit ederek uyandıracağım az kaldı,” dedim Gurur’un keyfini yerine getirmek istercesine. Gurur çorbadan bir kaşık daha alıp gözlerini bana çevirdi. Bakışlarında hâlâ bir şahinin pençeleri, bir aslanın sivri dişleri vardı; bir nedenden içindeki intikam ateşinin hâlâ sönmediğini fark ettiğimde, “Ne oldu?” diye sordum merakla.
“Leşini çıkardığım farelerin içinde bir tane bile keskin nişancı olabilecek kapasitede herif yoktu,” dediğinde duraksadım. “Aralarında iyi silah kullanan ibne evlatları vardı ama kimse Zafer’in bahsettiği türden bir makineyi kullanamaz, buna eminim. Elebaşları dışındakiler sorguya çekildi ve sorgulanırlarken onları izleme şansı buldum. Sorgulananlar arasında da Yener konusuna hâkim tek bir kişi dahi yoktu. Elebaşları dışında bu olayı bilen yoktu ama o herifin de keskin nişancı olmadığına eminim. Onu konuşturup o keskin nişancıyı bulmam gerek.”
“Bunu teslim etmeden önce yapman gerekmez miydi?” diye sorarken tedirginlik göğsümün çorak arazisine çok hızlı çökmüştü.
“Gerekirdi ama o an gözümü bürüyen kan önümü görmeme engel oldu.”
Dirseğimi koltuğun sırt kısmına yaslayıp yanağımı avucuma bastırarak Gurur’un gözlerinin içine baktım. “Muşta sorgu için gelecek olan kişinin işinde çok iyi olduğunu söyledi,” dedim. “Belki o sorgu esnasında bunu öğrenebilir.”
Gurur, derin bir nefes aldı. “Gelecek olan kişinin bizim çıkarlarımız doğrultusunda hareket edeceğini sanmam,” dedi, “onun tek görevi var, o da sorguyu tamamlamak.”
“Diğerleri ifadelerinde sen ve Emsal ile ilgili bir şey söyledi mi?”
“Hayır. Sanırım çoğu bizim aramızdaki kan bağından bihaber ama elebaşları biliyor. Her şey yarın akşamki sorgudan sonra belli olacak.” Gurur çorbasından bir kaşık daha alıp kaşığı kâsenin içine bırakarak, “Tekrar ellerine sağlık yavrum, zahmet ettin,” dediğinde kaşlarımı çattım.
“Ne zahmeti? Saçmalama. Keşke daha fazlasını yapsaydım.”
“Benim daha fazlasına değil, sadece sana ihtiyacım var, Zelzele. Bunu unutma.”
Koltukta yavaşça kayıp ona sokuldum, bacaklarımı bacaklarının üzerinden ileri doğru atıp kucağına yaklaştım. Yanağımı omzuna koyarken parmaklarım sakallarında dolaşmaya başladı. Bu yakınlığın bana hem heyecanı hem de huzuru aynı şekilde şiddetle hissettirdiği değiştirilemeyecek bir gerçekti.
Sessizlik içinde, “Sana masaj yapmamı ister misin?” diye sorduğum anda göğsünden yükselen boğuk bir gülücük sesi zihnimin içinde çınladı. Parmakları sırtımda dolaştı, beni yatıştıran dokunuşlarının aynı zamanda beni mayıştırdığını da hissettim.
“O güzel parmaklarını yormana gerek bile yok, bana böyle sokulman masaj kadar etkili.”
“Hadi, dön ve yüzüstü uzan,” diyerek oturduğum yerden kalktığımda kafasını kaldırıp bana uzun uzun baktı ve derin bir nefes aldı.
Elimi tutarak, “Gel yavrum kucağıma, yorma hiç kendini,” dediğinde kaşlarımı çattım.
“Kırk yılın başında senin için bir şey yapmak istiyorum işte, ne diye oyunbozanlık yapıyorsun?” diye sordum.
Büyük elini ensesine atıp ensesinin üst tarafında kalan saçları kaşırken ikiye katlanan kalın kolundaki pazular şişti, pazularındaki kalın damarları izledim. “Tamam tamam,” diyerek boynunu esnetti. Üzerindeki tişörtü çıkarmak için tişörtü boyun kısmından kavrayıp yukarı çekti ve göğsü ile karnındaki kasların kasılarak oynadıklarını gördüm. Tişörtü kenara bırakıp koltuğa yüzüstü uzandı.
Gözlerimi sırtında dolaştırdım. Çok geniş bir sırtı vardı, omuzlarının belirginliği ve büyüklüğü insana kendi bedenini, dünyadaki yerini sorgulatıyordu çünkü ona baktığım an kendimi küçücük hissediyordum. Bakışlarım siyah baksırına kaydı ve kalçalarının da kas öbekleriyle kaplı olduğunu gördüm. Kalın, uzun ve damarları belirgin, kaslı bacakları vardı. Baksırın kumaşını tok bir şekilde dolduran kaslı formuna bir süre bakakaldım. Kollarını yüzünün altına almış, yandan bana baktığını fark edince afallayarak yavaşça koltuğun üzerine çıkıp bacaklarının üzerine oturdum. Ağırlığım onun için hiçbir şeymiş gibi sessizce durdu. Parmaklarımı bel boşluğuna bastırdığım an tenindeki buz sıcaklığı parmak uçlarımı yaktı. Sanki dokunuşumla beraber bir elektrik akımı aramızdan geçip gitti ve anlık olarak o elektriğin beni titrettiğini fark ettim. O da aynı elektriğin onu çarptığını hissetmiş olmalıydı.
Sırtında o geceden kalma derin tırnak izleri vardı.
Parmaklarımı belindeki çukura bastırmak benim bedenimde de sanki onunkinde yarattığım o etkileşimi yarattı. Çukur öyle derin ve kavisliydi ki nasıl bu kadar güzel bir bele sahip olduğunu sorguladım. Parmaklarım o çukurdan yükselerek belinin ortasına ilerledi, tıpkı kanat gibi ikiye ayrılarak genişleyen sırtına dokunup o yüksek kas dağlarında parmaklarımı gezdirmeye başladım. Her bir dokunuşumda nefesi usulca harlanan bir alev gibi hızlanıyordu.
Biraz daha yukarı kayıp sert kalçasının üzerine oturdum. Parmaklarımı açıp iki elimi de belinden yukarı, sırtına doğru sürüklemeye, her seferinde derisine biraz daha bastırmaya başladım. Parmaklarımın altındaki derisi kızarıyor, parmak izlerim derisinin üzerindeki yerini alıyordu ve çok değil, birkaç gece önce yaşadıklarımızın hatırası olan tırnak izlerim, parmaklarımın baskısıyla belirgin bir biçimde sanki kanlanıyordu.
“İyi geliyor mu?” diye sordum sessizce.
“Vücudumun her noktasında dokunuşlarını hissediyorum, o kadar iyi geliyor.”
“Nefesin hızlandı,” dediğimde, “Nabzım da hızlandı,” diye cevapladı beni tek seferde. Parmaklarımı omuzlarına çıkardım, omuzlarını sıkmaya başladığımda içimi ürpertecek bir mırıltı çıkardı; bundan hoşlandığını fark etmek beni besledi ve farkında olmadan omuzlarını daha sert sıkmaya başladım.
Hiç beklemediğim bir anda, üstünde olmama aldırış etmeden bana doğru döndü, sırtüstü koltuğa yatarken artık kalçasında değil, kasıklarının üzerinde oturuyordum. Bu denli hızlı hareket etmesi artık beni şaşırtmıyordu, bunu normal karşılamaya başlamıştım. Gözlerini gözlerime dikerek, ellerini sırtımdan kaydırıp kalçalarıma doğru indirdi, parmaklarını eşofmanımın içine sokarak büyük avuçlarını kalçalarıma yerleştirdi ve beni kalçalarımdan kavrayarak kendisine doğru çekerken, “Bedenin ne durumda?” diye sordu boğuk bir sesle. “Ağrın oldu mu?”
Sertçe yutkunarak dudaklarına bakarken, “Olmadı,” diye mırıldandım.
Buz yangını gözlerinden akıp gidenler kalbimi hızlandırdı. Sanki o gece yaşananları onun gözlerinden izliyormuşum gibi hissederek alt dudağımı ısırmamla, “Üzerine çok düşünme şansım olmadı, olsaydı sürekli tekrarını isterdim çünkü,” dedi açıkça. “Ama ellerini tenimde hissedince düşünmeyi durduramadım.”
“Ben sadece durumumuz düşünmeye elverişli olmadığından aklıma dahi getirmedim, aksi hâlde tek bir an olsun aklımdan çıkmazdı,” diye fısıldadım, bu cesur cümle, gözlerindeki karanlığı bir ton daha koyulttu. Parmaklarını kalçalarımın çıplak kısımlarına sertçe geçirdiğinde kalbimin atışları kulaklarımı tırmalayan yakıcı bir ezgiye dönüşmüştü.
“O ağzını böyle cesur cesur aralarken olabilecekleri de aklında bulundurman gerek çünkü beni tetikliyorsun şu an,” diyerek dudaklarıma yöneldi. Kafasını kaldırıp dudaklarıma uzanıyordu ki geri çekilip ona üstünlük taslayan gözlerle baktım. Parmaklarını kalçalarıma daha sert saplayıp, beni kalçalarımdan tutarak kucağında kaydırıp kendine yaklaştırınca yüzüm aşağı doğru indi ve ben daha ne olduğunu anlayamadan alt dudağımı ağzının içine alarak dişledi.
Dişlerinin arasında uzayan alt dudağımdaki sızı büyüdü, dudaklarımı serbest bırakırken, “Bana üstünlük taslayacaksan bunu kucağımda beni içine alarak da yapabilirsin. Üstte olmayı mı seviyorsun?” diye sordu boğuk, kısık, imalar yüklü yakıcı sesiyle. “Eğer üstte olmak istiyorsan altında ezilme düşüncesi beni azdırabilir.”
“Hangimiz altta ezilirsek ezilelim, bu durumdan ikimiz de çok zevk alacağız, buna eminim,” dediğim anda, “Altımda ezilirken çok zevk aldın demek, doğru mu anlıyorum?” diye sorarak parmaklarını kalçalarımda dolaştırdı.
“Eşofmanımı genişleteceksin,” diye söylendim.
“Genişleteceğim tek şey eşofmanın olmayacak,” dedi gözlerini gözlerime dikerek.
Dudaklarım yukarı kıvrılırken, “Hadi ya?” diye sordum. “Neyi genişleteceksin?”
“Açıkça söylemem seni sırılsıklam yaptığı için mi soruyorsun? Ahlaksız konuşmalardan hoşlandığını tahmin etmiştim zaten,” dedi gözlerini yüzümde dolaştırarak. “Çok daha ahlaksızlarını duymaya hazırmışsın gibi geldi.”
“Çok daha ahlaksızları? Daha ahlaksızı da var demek.”
“Kategorize ettim, gitgide daha da ahlaksızların olduğu kategorilere doğru son sürat ilerliyorsun.”
Altımdaki baskıyla, “Bacağın batıyor, daha rahat bir şekilde oturtamaz mısın?” diye sorduğum an gülerek, “O bacağım değil,” dedi.
“Çüş!”
“Sanki görmedin ya, şov yapma hiç,” diyerek kalçalarımdan kavrayarak göğsüne sokulmam için beni ileri itti.
Hiç beklemediğim bir anda dudaklarım dudaklarına çarptı ve beni nefes nefese bırakacak o alacalı öpüşme başladı. Bir elim yüzüne tutundu, yanağına dokunup parmaklarımın uçlarında sakallarının pürüzünü hissederken dili ağzımdan içeri bir yılan gibi kıvrılarak süzüldü. Dişlerimi, damaklarımı yaladı, daha sonra daha derine ilerledi. Sanki uzun dili gırtlağıma dek uzanacaktı, bunun hastalıklı olduğunu, bu öpüşme şeklinin çok ahlaksız olduğunu düşündüm ama duramadım çünkü öpüşmek bile bana zevk veriyordu. Çene kaslarının elimin altında hareket ettiğini hissettim, dişleriyle dudaklarımı sıyırarak emip içeri çekti, dudaklarımın içeri doğru vakumlandığını hissedince tırnağımı hafifçe çenesine batırdım. Bu onu ağzıma doğru inletti. Bir nedenden duramadım ve ben de onun ağzına doğru inledim.
“Siktir, inleme öyle, köpek gibi azdırdın zaten beni,” dedi nefes nefese, her bir kelimesi nefesine tutunarak onun ağzının sularıyla ıslanmış ağzımdan içeri döküldü. Algılarım tamamen kapandı, tüm benliğim onun sınırlarında küle dönme ihtiyacıyla alev almaya başladı.
Sonra Leon birden havladı ve ikimiz de irkilerek nefes nefese çekilip birbirimizin gözlerinin içine baktık. Leon, sehpanın önünde oturmuş endişe içinde ikimize bakıyordu. Muhtemelen iniltilerimizin sebebini başka bir şeye yorduğu için korkmuştu… Kahverengi, dik kulaklarından birini aşağı doğru kırmış, iri gözlerinde korkuyla önce bana, sonra Gurur’a baktı ve tekrar havladı. Pars, köşede durmuş Leon’a tuhaf tuhaf bakıyordu. Sanki o, durumun farkındaydı ve bakışlarıyla Leon’u âdeta yargılıyordu.
Gurur ile aynı anda kahkaha atmaya başladık.
“Oğlum gördün mü? Anan babanı altına almış şiddet uyguluyor ona,” dedi Gurur, Leon bir kez daha havladı ve Pars, beklenmedik bir şekilde Leon’un boynundaki zinciri ağzıyla tutup Leon’u çekmeye başladı.
“Sanırım Pars kardeş istiyor,” dedi Gurur bu defa.
“Ya da belki de tok açın hâlinden anlamaz, bakın dalganıza diyordur,” dediğimde Gurur gülerek bana baktı. “Ne? Pars bir süredir çiftleşmek istiyor gibi huysuz. Dişi köpeklere havlıyor. Leon ise dişilere küsmüş gibi. Açıkçası çiftleşmek çok da umurunda değil. E hâliyle Pars babasının hâlinden anlıyor…”
“Kıyamam lan, Pars’ım çiftleşmek mi istiyor?” Gurur, Pars’a baktı. “Babası kurban. Hemen bir gelin bulayım oğluma. Aynı kendisi gibi kara, zehir gibi bir güzellik. Dede mi yapmak istiyorsun sen babanı?”
Bu kez Pars havladı.
Gözlerimi devirerek gülerken yanağımı Gurur’un göğsüne yasladım ve “Elini artık götümden çeker misin?” diye sordum. “Sohbet bahanesiyle hâlâ mıncıklıyorsun çünkü.”
“Ne ilgisi var? Masaj yapıyorum sadece…”
“Len başlatma masajına, çek şu patilerini.”
“Stres topu gibi götün olması benim suçum mu? Hem niye baban gibi len diyorsun? Birden burada sandım, elimi senin götünden çekip kendi götüme sokabilirdim korkudan,” dedi bu kez Gurur, sonra son kez kalçamı sıkıp alnımı sertçe öptü. “Uykun geldi mi?”
Yarın yaşanacakların gerginliğini hissediyor olsam da bunu ondan saklama ihtiyacı duyarak, “Evet,” diye mırıldandım. “Böyle uyumak çok güzel olurdu.”
“O zaman böyle uyu.”
“Her yerin ağrısın diye mi?”
“Sen kucağımdayken sırtım dikenlere yaslı dursa da gül yapraklarında uyumuşum gibi gelir,” dedi abartılı bir şekilde, gülerek yanağımı göğsüne daha sert bastırdım. Bir müddet öylece uzandık. Daha sonra, “Emsal’i henüz teslim etmeyeceğim,” dedi ve söylediği şey, duraksayarak gözlerimi aralamama neden oldu. “Çünkü önce Eylül’e her şeyi uygun bir biçimde açıklayarak anlatmam gerek. Ve henüz ondan öcümü almadım.”
“Eylül’e sen anlatacaksın, değil mi?”
“Başka birinin anlatması doğru olmazdı,” diye mırıldanırken aynı anda sırtımı okşuyordu.
“Onun için çok zor bir süreç başlayacak.”
“Bizim için hayat her zaman zordu ama az yara alması için Cesur da ben de elimizden geleni yaptık.”
“Onları korumaya çalışırken en büyük yaraları sen aldın,” diye fısıldadım.
“Annelerin ağladığı evlerde çocuk olmak çok zordur,” diye mırıldandı, daha sonra başka hiçbir şey söylemedi, uyku ikimizin arasına çökene dek sessizlik içinde birbirimize sığındık.
Rüyamda, karanlık bir odanın ortasında dikiliyordum ve sadece beni altına alarak yukarıdan üzerime yağan gümüş rengi ışık, hemen önümde duran Türk bayrağı ile örtülmüş bir tabutu da aydınlatıyordu. Sadece o görüntüyü hatırlıyordum.
Gözlerimi açtığımda şafak usulca söküyor, gök lacivert bir örtünün içinden sızan kan rengi ışıkla aydınlanıyordu. Üzerimde bedenimi altına alan pelüş bir battaniye vardı, holün ışıkları söndürülmüştü ve içeri şafak ile hâlâ sönmeyen sokak lambalarının ışıkları devriliyordu. Algılarım kapalı bir hâlde ışığın pıhtılar hâlinde dağıldığı gökyüzüne bakarken gözlerimi birkaç defa kırpıştırdım. O sırada Gurur’un sesini duymaya başladım. Sesin yönünü kestiremedim ama olduğum yerden gelmediği kesindi, etrafıma baktığımda gri bir şekilde aydınlanan odanın içinde onu göremedim. Pars holün girişinde, Leon merdivenlerin önünde uyku hâlindeydiler.
Seslere dikkat kesilerek battaniyeyi çenemin altına dek çektim. Gurur, “Sizi anlıyorum efendim ama kolay günler geçirmiyor,” dediğinde tek kaşımı kaldırdım. “Elbette babası olarak endişelendiniz, elbette neler olduğunu anlamıyorsunuz ve elbette öfkelisiniz ama şu an Zeliha’nın onu sorgulayan değil, ona kollarını açan bir babaya ihtiyacı var. Yener onun en yakın arkadaşlarından birisi.” Gurur, babamla konuşuyordu. Afallamış bir hâlde kaşlarımı çattım. “Beni dilediğiniz kadar suçlayabilirsiniz, size hak veriyorum. Size verdiğim sözü tutacağım. Sizin istekleriniz benim için emir niteliğindedir çünkü siz benim sevdiğim kadının babasısınız,” dedi Gurur, “ama ağır şeyler yaşayan benim sevdiğim kadınsa, durdurmam gereken babasıysa bile durdurmak zorundayım. Beni lütfen anlayın. Zeliha’yı sıkıştırmayın. Ona sadece destek olun.”
Boğazımın acıdığını hissederek gözlerimi etrafta gezdirdim. Başucuma bırakılmış su şişesini fark edince doğruldum ve şişenin kapağını açıp sudan birkaç yudum aldım. Gurur gece yediği yemeğin kirlilerini götürmüş, bir de benim için bir şişe su getirmişti. Sessizliği boyunca babamdan azar işittiğini biliyordum.
“Onu asla tehlikeye atmam,” dedi Gurur birden. “Onun için canımı bile veririm, onu asla tehlikeye atmam.”
Babam onu mu suçluyordu? Yener’in hemen önümde vurulduğunu öğrendiğinde beyninden vurulmuşa dönmüş olmalıydı. Detayları Gurur’dan öğrenmeden telefonu kapatmayacağından emindim, bu demekti ki biliyordu. Yener’in yerinde olabileceğim düşüncesinin onu ne kadar gaddar cümleler kurmaya iteceğini bildiğimden huzursuz bir şekilde oturduğum yerden kalkarak mutfağa yöneldim.
Gurur, “Vereceğiniz her cezaya tamam, ne isterseniz yaparım ama ne Zeliha’dan uzak durabilirim ne de Zeliha’yı benden uzak tutabilirsiniz,” dedi tek seferde. “Ben sizin kızınızı seviyorum. İster onay verin, ister vermeyin, ben sizin kızınızla evleneceğim.”
Olduğum yerde durdum.
“Haddimi biliyorum efendim, size saygım sonsuz, hürmette de kusur etmeyi asla istemem ama Allah’ın bildiğini de kulundan gizleyemem. Ben sizin kızınızla evleneceğim.”
Sertçe yutkundum.
“Gelecekmişsiniz, size gelmeyin demedim, size sadece Zeliha’yı destekleyin dedim. Çünkü Zeliha’nın babasının kollarında ağlamaya ihtiyacı var, babasının ona soracaklarına vereceği cevapları bilemediğinden endişe duymaya değil.”
Belki de geçen zamanın içinde ilk kez gözyaşlarımı durduramadım. Günlerdir içimde tuttuğum her şeyi dışarı kusmam gerekiyordu. Gözlerim birdenbire doldu ve gözyaşları yanaklarımdan kayıp giderken ifadesiz yüzümün ortasında duran gözlerim, aslında hissettiklerimle alakalı çok şey anlatıyordu.
Babam her ne dediyse, Gurur cevap olarak, “Evet efendim,” dedi. “Ne zaman geleceksiniz? Sizi gelip ben alabilirim.” Babamı dinledi. “Tamam efendim. Anlayışınız için çok teşekkür ederim. Söylediklerime kulak verdiğiniz için sağ olun. Teşekkür ederim, iyi sabahlar efendim.”
Telefonu kapattığını masanın üzerine bir şeyi sertçe bıraktığında anladım. Çakmağın sesini duydum, daha sonra sigarayı içine çekerken çıkardığı o derin nefes sesini ve sigaranın ucunda yanan alevin çatırtısını… Kapıyı aralayıp içeri baktığımda karanlık mutfağın camından içeri şafak sızıyor, buzdolabının ışıklı panelinden dökülen kızıl ışık Gurur’un sırtına çarpıyordu. Üzerine yeniden geçirdiği beyaz tişörtüyle mutfak masasına yaslanmış, camdan dışarıyı izleyerek sigara içiyordu.
Ağır adımlarla ona doğru ilerledim, yaslandığı yerden doğruldu ve hiç beklemeden, bana doğru dönmesine izin vermeden beline sıkıca sarılarak yanağımı sırtına bastırdım. Güneş, şafağın üzerinde süzülüp gökyüzünün gerdanına asılana dek öylece kaldık.
Gün batarken, Cenan ile bizim için tahsis edilmiş siyah camlı büyük vip aracın içinde dosyaları gözden geçiriyorduk. Araç, sorgunun yapılacağı binanın otoparkında park hâlindeydi. Göz ucuyla Cenan’a bakıp, “Muşta’nın teklifiyle ilgili ne düşünüyorsun?” diye sormadan önce kahvemden bir yudum aldım.
Gözünü dosyadan çekmeden, “Susup incelemeye devam et,” dedi. “Baban gelecekmiş, geldi mi?”
“Hem susmamı söylüyorsun hem de soru soruyorsun…” Gurur, babamın bam teline nasıl dokunmuştu bilmiyordum ama babam öğlen beni arayıp şefkat dolu bir ses, destekleyici cümlelerle kendimi daha iyi hissetmemi sağlamış, beni görmek için buraya geleceğini söylemişti. Kafam o kadar doluydu ki uzun uzun bundan bahsetmek yerine gözlerimi Cenan’a çevirip, “Eğer Muşta’nın teklifini kabul edersen belki bir şeyleri yoluna koyabilmek için yeniden şansınız olur,” dedim sessizce.
Cenan kâğıtları dosyanın içine yerleştirip telefonuna baktı ve “Bunu sonra konuşalım, beklenen kişi gelmiş,” diyerek yerinden kalktı. Aracın kapıları açılırken son kez içinde bulunduğumuz soluk renklerle aydınlatılmış eski otoparka baktım. Araçtan inerken kalbimin atışları yeniden seyir değiştirmeye başlamıştı.
Otoparkın içinden girmek yerine binanın önüne çıktık çünkü dikkatleri üzerimize çekecektik, böylece askerlerin giriş yapması daha kolay olacaktı. Muhabirler ikimizi yan yana gördüğü anda flaşlar patlamaya başladı ve kalabalık bize doğru koşar adımlarla yaklaştı.
“Hakan Basri Şenkaya’nın avukatı olduğunuz doğru mu? Kişisel avukatı mısınız? Onu daha önce gördünüz mü?” diye soran muhabir, elindeki mikrofonu Cenan’ın ağzına sokacak kadar yakınına getirince Cenan muhabire öfkeli bir bakış attı.
“Hakan Basri Şenkaya, bu gizli kahraman nasıl görünüyor? Nasıl biri?”
Patlayan ışık ve deklanşör sesleri gitgide artıyordu.
“Cenan Hanım, Ankara’dan Hakan Basri Şenkaya’nın avukatlığını üstlenmek için mi geldiniz? Ayrıca bu terör olayında yeriniz nedir?”
“Kısa bir açıklama alabilir miyiz?”
Adımı öğrenen muhabirlerden biri, “Zeliha Hanım, siz de bir avukatsınız sanıyorum?” diye sorunca bir an ifadelerim beton kadar sert bir hale geldi. “Komandolarımız ve Hakan Basri Şenkaya ile görüşme şansı bulan sadece ikinizsiniz. Küçük bir açıklama alabilir miyiz? Operasyon için son zamanların en büyük intikam operasyonu olduğunu söylüyorlar. Türk askeri bu operasyonu ne kadar zamandır planlıyordu?”
Basamakları koşar adımlarla tırmandık, kapıdaki güvenlik azgın kalabalığın içeri hücum etmesini engellemek adına önlerine etten duvar ördü ve bu kez yaşanan arbedede zarar görmememiz adına üstümüzü aramadan bizi doğrudan içeri aldılar.
“Kahraman Hakan Basri Şenkaya’dan bir açıklama alabilir miyiz?” diye bağıranlar oldu ama bizden aldığı koca bir sessizlikti. Arkamızda kalan uğultuya aldırış etmeden yürümeye başladık, bembeyaz koridordan geçtik.
Komandoların tamamı oradaydı. O boş koridor, onlar için ayrılmış gibiydi ve etrafta onlar dışında kimse yoktu. Bir odaya alındıklarını gördüm. Gurur beni gördüğü için duraksamış, onlara yetişmemi beklemişti. Büyük eli elimi sıkıca kavradığında, parmaklarımız birbirine sarmaşıklar gibi dolandığında, başımı dik konuma getirdim ve bir komandonun sevgilisi olmanın getirdiği gurur, gözlerimdeki ifadelerin aydınlanmasını sağladı.
Yaklaşık on beş dakikanın sonunda odaya giren yabancı, hikâyemize dahil olan yeni bir yüzdü ama onu son görüşüm olmayacağını, onu daha ilk gördüğüm andan itibaren biliyordum.
Bir doksandan uzun, kalıplı, siyah saçları, ela gözleri olan siyah takımının içindeki adam, kendini şu şekilde tanıtmıştı.
“Onur.”
Sonra odadan çıkıp gitti.
Ve sorgu başladı.
YENER AÇIKGÖZ
Ölümü kendim seçtiğim çok oldu ama öleceğimi hissettiğim hiç olmadı. Ölüm, eğer ben onu seçecek olursam gelecek bir şey gibiydi. Ben ona gitmezsem, o bana hiç gelmez diye düşünmüştüm.
Karanlık bir odada gözlerimi araladığımda sessizlik beş duyu organımda da hissettiğim tek şeydi. Dokunduğum yerde sessizlik, baktığım yerde sessizlik, duyduğum koca bir sessizlik, tattığım sessizlikti; sessizliğin kokusunu alıyordum. Ölüm böyle bir şey olabilir miydi? Herhâlde böyle bir şeydi. Göğsümde bir delik olması gerekirdi ama yoktu, çok kan akması gerekirdi ama kanın kokusunu alamadığıma göre kan da yoktu. İçeride bir yerde bir odanın kapısı açıldı, bunu duyduğumda sessizlik sonunda kırılmıştı. Oturduğum sırtı da kendisi gibi ahşap sandalyenin üzerinden kalktım. Eski sandalye gıcırdadı.
Kapıyı buldum. Açtım. Bir koridor önümde uzandı. Tesisin koridoru değildi, bir hastane koridoru hiç değildi. Bu, bir evin koridoruydu. Bu, babamın şehit haberini aldığımda son kez duvarlarının arasında yürüdüğüm koridordu. Havayı kokladım. Portakallı kek kokuyordu.
İçeride bir oğlan çocuğu, “Anne!” diye bağırınca kafamı çevirip omzumun üzerinden koridorun sonuna baktım. Oğlan çocuğunun bedeni duvarın arkasındaydı, yarısını görebiliyordum; ellerinde bir oyuncak tilki tutuyordu, tilkiyi arkasına saklamıştı. “Anne, babam bu gece bizi arayacak mı?”
Çocuğun annesi, “Bilmiyorum, Yener, herhâlde bugün vakit bulamaz ama yarın ilk işi bizi aramak olacaktır,” dediğinde çocuğun omuzları düştü. Ne hissettiğini biliyordum, yıllar önce hissettiğim bir şeyi hâlâ ilk günkü gibi göğsümde hissediyordum. Göğsümde hissettiğim sadece bu olmadı. Bir acı çok ani gelerek tüm bedenimi kapladı ve çıkış noktası sol göğsümdü.
“O zaman babam arayana kadar telefonun önünde oturabilir miyim?”
Sorusuna gülümsedim.
“Hayır, uyumazsan nasıl kızar, bilmiyor musun? Söz, yarın oturup onun aramasını seninle birlikte bekleyeceğim,” dedi çocuğun annesi.
“Onu kandırma,” dedim sessizce. “Beklemeyeceksin, anne.”
Çocuk bir an cevap vermek yerine, duvarın arkasına doğru eğilip bana baktı. Bir an donup kaldım, tanıdık iri gözlerle karşılaşmak benim için beklenmedikti; o gözlerde yıllar sonra otuz yaşını aşmış yansımamı görmek daha da beklenmedikti.
Kaşlarını çatıp, “Sen kimsin?” diye sordu ama annesi onu duymadı, bedenini bana doğru çevirip meraklı gözlerle bana, sonra göğsüme baktı ve “Abi,” dedi korkuyla, “senin göğsün kanıyor.”
O bunu söylediği an gözlerim üstümdeki beyaz tişörte indi ve evet, söylediği doğruydu; çocukluğumun önünde duran adamlığım kanıyordu. Üstelik bu kan, otuz yılı aşkın süredir içimde usul usul büyüyerek tüm ruhumu kaplayan yaradan da akmıyordu. Zihnimin içinde ıslık sesine benzer bir ses ilerledi, o ses göğsümü deldi geçti.
Çocuk bana doğru yürüdü. Kendimle yüzleşmek istemiyor gibi bakışlarımı ondan kaçıracaktım ama o buna mâni oldu. Küçük eli, büyük elime yaklaştığında geri çekilebilirdim ama ona sırtını dönen bir de ben olmak istemedim. Çünkü biliyordum, bir süre sonra yapayalnız hissetmeye başlayacaktı, bir süre sonra onu bekleyen hayatın farkına varacaktı, bir süre sonra çok küçük yaşta bir adam gibi hissetmek zorunda kalacaktı.
Henüz bir çocukken, hâlâ bir çocuk gibi hissedebiliyorken, kalbi hâlâ masumiyetle çarpıyorken ve ruhu bedenini de lekeleyen bir kurum lekesine dönmemişken, onun elini tutup masumiyetini bir nebze olsun hissedebilmek istedim çünkü o masumiyetten yıllarca uzaklıktaydım.
Ben bir daha geri dönemeyecek, bir daha o olamayacaktım ve o, şu an o olmanın ne denli kıymetli olduğunu bilmiyordu.
Elimi tutup, “Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sordu gözlerimin içine bakarak.
Boğazımdan kayıp giden yutkunuşun kelimeleri de beraberinde içerime sürükleyip kalbime sapladığını hissettim. Bir çocuğun gözlerinin içine bakıp, “Çok yardıma ihtiyacım var, Yener,” diyebilecek gücüm olsaydı keşke, belki kalbim koca bir kuruma dönüşmeden hemen öncesinde bana söyleyebilecek kurtarıcı birkaç cümlesi olurdu. Saçma, çocukça cümleler olurdu belki bunlar ama ruhuma iyi gelirdi, belki beni kurtarırdı.
“Anneme söyleyeyim, sana yardım etsin,” dedi, tam elimi bırakacaktı ki bu defa ben o küçük eli sıkıca kavrayıp, diğer elimi dudaklarıma götürerek ona susmasını istediğimi belli ettim. Dudaklarıma bastırdığım parmaklarıma uzun uzun baktıktan sonra sanki ruhu, ileride dönüşeceği ruhu tanımış gibi başını anlayışla salladı.
Yener, söylesene, yok mudur bir kurtuluş yolu artık kurum lekesi olmak istemeyen biri için?
Belki de tek kurtuluş yoludur ölüm.
Elimi daha sıkı tutup, “İyileşmezsen kötü şeyler olabilir. Büyük adamlar öldüklerinde şehit olurlarmış biliyor musun? Babam öyle söyledi,” dediğinde gözlerinin içine uzun uzun baktım. “Şehit olmak istediğin için mi yardımı kabul etmiyorsun?”
“Şehitler senin için ne ifade ediyor, Yener?” diye sorduğumda, elindeki oyuncağı göğsüne bastırıp elini tutan elime baktı.
“Hepsi kahraman,” dedi. “Büyük adamlar, iyi kalpliler, güçlüler.”
“Kötü adamlar da şehit olamaz mı?”
“Olmazlar, iyi adamlar şehit olur,” dediğinde ona gülümsedim. Göğsümden akan kanın karnımdan bacaklarıma doğru ılık ılık kaydığını hissettim. Bana rahatsız olmuş gözlerle bakıp, “Ölmeni istemeyecek insanlar vardır,” dedi. “Şehit olman sana güzel geliyor ama ya arkandan ağlarlarsa? Biliyor musun, geçen ay Refik amcam şehit oldu, babamın arkadaşıydı ve bana doğum günümde oyuncak tren hediye etmişti. Babam sakın ağlama dedi ama ben çok ağladım çünkü Refik amcam iyi birisiydi. Senin de arkandan ağlarlar. Olma, tamam mı?”
“Benim de arkamdan ağlarlar mı?”
“Ağlarlar.” Elimi daha sıkı tuttu. “Hem babam çok kızar sana. Çünkü Refik amcama içten içe çok kızmıştı. Odada tek kalınca ‘Ulan Refik’ diyerek elini alnına koyup ağlamamak için kendini sıkmıştı ama çocuklar babalarının ağlayacağını hisseder, babam ağlayacak gibiydi biliyor musun? Babam sana da kızabilir.”
“Baban bana kızmasın, Yener,” diye mırıldandım.
“Şey,” dedi Yener, sonra etrafına baktı. “Babam burada değil, korkma, şu an sana kızamaz.”
Gözlerinin içine uzun uzun baktım.
Biliyorum Yener, babam uzun zamandır burada değil. Yine de yarın seni arayacak, onunla konuşacaksınız, kartının bitmesine yakın sana döndüğünüzde kayak yapmaya gidebileceğinizi söyleyecek, heyecanlanacaksın, gelince de götürecek seni. Hatta inanır mısın, bacağını da kıracaksın, sırtında taşıyacak seni. Ve Yener, babanın geldiği o gün, geleceğe saate yakın yine tencereyi kucaklayıp çatıya kaçacaksın. Çünkü çok seviyorsun değil mi aşağıdan sana bağırıp çağırmasını, tüm ilgisini sana çevirmesini? Biliyorum Yener, merak etme, baban sana geri dönecek; ama Yener, babam uzun zamandır bana dönmedi.
“Gözlerin neden doldu?” diye sordu Yener. “Canın çok mu acıyor?”
“Çok acıyor, Yener,” diyerek gülümsedim.
“Çatıya çıkalım mı? Belki baban gelip sana da ‘İn aşağı lan hergele’ diye bağırır,” dedi gözlerimin içine bakarak. “Babalar çatılardan pek hoşlanmıyor.”
“Sadece düşmenden korkuyor,” dediğimde kaşlarını çattı.
“Niye ki? Hem düşsem de o hemen tutar beni. Benim babam kocaman. Kolları da kocaman. Annem bile kollarının içinde küçücük kalıyor.” Gülümsedi. “Ben de büyüyünce onun gibi kocaman olacağım.”
Sertçe yutkundum, söyledikleri boğazıma diken gibi battı. Yener canımın acıdığını gördüğünden midir bilinmez, dolmuş gözlerle baktı bana. Kurum lekesi, kalbin bir zamanlar bir çocuğun gözyaşı kadar ak ve temiz miydi?
Yanağımdan çeneme dek akan, keskin çenemde asılı kalan o gözyaşına uzun uzun bakıp, “Boyum yetişmiyor, gözyaşını silemem ki. Babam olsa ‘Ne ağlıyorsun, erkek adam ağlar mıymış kerkenez’ derdi sana ama ben gözyaşını silmek istedim. Canın çok mu acıyor?” diye sordu.
“Çatıya çıkalım mı?”
Sorduğum soru onu afallattı, sonra, “Aa!” dedi heyecanla. “Annem et kavurdu, tencereyi kaçırırım, sen çık çatıda bekle beni. Yara bandı da getiririm abi.”
Yüzüne uzun uzun bakıp başımı sallayarak ona sırtımı döndüm.
Yener, “Abi,” dediğinde durdum. “Baban da gelir belki.”
“Bilmem,” dedim yürümeye başlamadan önce. Duymayacağı bir şekilde fısıldadım: “Baban gelir mi?”
Evin kapısını açtım, dışarı çıktım ve bir anda gece oldu, şafak söktü, sabah oldu, öğlen oldu, akşam çöktü, gece geldi, yeniden şafak söktü ve bunları apartman boşluğundaki pencereden dışarıyı izlerken birkaç saniye içinde yaşadım.
Merdivenleri tırmanmaya başladığımda, kaç gündür kapıda dikildiğimi merak ettim. Şafak bir defa daha söktü, güneş geldi, bulutların ardına gizlendi ve yağmur başladı. Çatıdan aşağıya bakıp, çocukluğumun ilk adımlarını, genç bir delikanlı oluşumun serseri koşuşturmalarını anı gibi sırtlayan o sokağı izledim.
Gözlerimi yere çevirdiğimde, orada bir yara bandı gördüm.
İçimde bir şeyler çökmeye başladı.
Yener, elinde bir tencere yemek, kolunun altına sıkıştırdığı bir ekmekle çatıda bana doğru yürümeye başladı. “Yaran hâlâ iyileşmemiş,” dedi sessizce. “O gün beni kandırdın gittin.” Elindeki tencereyle yere bağdaş kurarak oturdu.
“Et mi kaçırdın yine?” diye sordum tencerenin içine bakarak.
“Et seviyorum sadece. Etli her şeyi çok severim.” Gözlerini sokağın sonuna çevirip uzun uzun sokağı izledi. “Heh, gelir şimdi.”
Gülerek bakışlarımı sokağın sonuna çevirip derin bir nefes aldım. “On ikiyi on geçe şu ara sokaktan dönecek, siyah Sedan kullanıyor, ön camdan kafasını eğip çatıya bakacak çünkü seni nerede bulacağını iyi biliyor.”
O tanıdık sesi duyduğumda, kurum lekesiyle kaplı kan kaybeden kalbim şiddetle vurdu. O arabanın sesini ne zaman unutabilirdim ki? Yener de heyecanla yerinde kıpırdandı ve biliyordum, ak bir gözyaşı kadar temiz kalbi, benim kirli kalbim gibi vurdu.
Aynı anda, “Baba,” dedik, aynı anda sertçe yutkunduk, araba köşeyi döndü, aynı anda gülümsedik. “Baba.”
Araba yavaşladı, sonra durdu, ön camdan bizi izlediğini bildiğim gözleri görmek istedim. Kapı açıldı. Aydın Açıkgöz, yavaşça ayağını dışarı attı, büyük bedeni aracın içinden süzülerek dışarı çıktı ve kamuflajlarının içinde bir dağ aslanı gibi karşımda dikilip çatık kaşlarla çatıya baktı.
Yener, elindeki tencereyi karnına bastırarak gülümsedi. Gülümsedim.
“Ulan eşek!” diye bağırdı babam, sesi geçmişin içinden sert bir tokat gibi yüzüme çarptı. “Lan ben sana demedim mi, demedim mi lan çıkmayacaksın oraya diye? Ne yapıyorsun lan orada it?” Homurdanarak eliyle aşağı işaret etti. “İn aşağı. Kudurttun yine ananı, değil mi? Lan beni yukarı çıkarma, sırıtıyor bir de. Lan koca tencereyle işin ne senin orada?”
İnsan gülümserken hıçkıra hıçkıra ağlayabiliyormuş.
Kanlı ellerimle sürekli gözlerimi siliyor, deli gibi gülüyordum. Deli gibi ağlıyordum.
Yener, “İnmeyeceğim,” dedi inatla.
Babam, “Şarap çanağına sıçarım senin!” diye bağırınca Yener ekmeğini ete bandırıp babasının gözlerinin içine baka baka lokmayı ağzına attı. “Ulan çocuk, sen benim damarımla oynamak için mi yapıyorsun lan?”
Burnumu çekip güldüm, yüzüme çizgilerin yayılmasına neden olan bir gülücüktü. Elimin tersiyle gözümü silip gülerek babama bakmaya devam ettim.
Çok küçük bir an. Babam Yener’e değil, bana baktı.
İfadem dondu, elim dondu, gözyaşım dondu. Ben dondum.
Babam, gözlerimin içine tüm savaşları kazanmış ama gözünden sakındığı bir şeyi kaybetmiş gibi baktı.
Baktı ve “Kocaman olmuşsun,” diye fısıldadı.
“Güllerim soldu,” diye fısıldadı narin, ağlamaklı bir kadın sesi. Duydum ama tepki veremeden babamın gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
Bir adım öne gittim, babam hâlâ gözlerimin içine bakıyorken bir adım daha attım. Neredeyse aşağı düşeceğim o kısa anda, Yener kan leş içinde kalmış beyaz tişörtümü kavrayıp beni durdurdu. Omzumun üstünden kısa boylu, küçük erkek çocuğuna baktım.
“Geri dönmeni bekleyen hiç kimse yok mu, Yener?” diye sordu ve o an, o küçük erkek çocuğunun beni tanıdığını anladım.
“Güllerim soldu,” diye fısıldadı o narin ses, sanki sesi tüm sokakta bir şimşeğin sesi gibi yankılandı.
Gözlerimi Yener’den ayırabildiğim, tekrar babamın olduğu sokağa çevirdiğim o küçük anda, bir kadının narin hıçkırık sesleri sokakta büyümeye devam ediyordu ve artık babamın arabasının olduğu yerde üstü Türk bayrağı ile örtülü bir tabut duruyordu. Babam ise orada yoktu.
Yener tişörtümü daha sert kavrayıp çekti ve “Yener, geri dönmemizi bekleyen hiç mi kimse yok?” diye sordu küçük bir çocuğa ait olan sesiyle.
Ağzımı açamadım.
“Yener,” dedi küçük erkek çocuğu. “Bizi kurtaracak biri yok mu?”
Bakışlarımı babamın tabutunun olduğu sokağa çevirdiğimde, o tabutun yanında, içi boş bir tabutun daha olduğunu gördüm.
Uzaklardan bir ses yeniden bu kez son gücüyle, “Güllerim soldu,” diye fısıldadı.
Ve küçük erkek çocuğunun gözlerinin içine baktığım o saniyeler saatin ibresini parçalayarak akıp giderken, kulaklarıma belli aralıklarla yükselen mekanik bir ses dolmaya başladı. Kendi kalbimin sesini uzun süre dinledim.
Beyaz bir şimşek tüm göğü kapladığında, gözlerimin önüne beyaz bir perde indiğinde, Yener tişörtümü bıraktığında ve o beyazlığın içinde kaybolmaya başladığımda bile kafamın içinde aynı kadının sesi kendini tekrar ediyordu: Güllerim soldu…
Gözlerimin aralandığını hatırlıyorum.
Bembeyaz bir odada gördüğüm ilk şey tavandı, yüzümdeki maskeye usulca dökülen soluğumun yarattığı buhar ise gördüğüm ikinci şeydi.
Bakışlarımı usulca yana çevirmeyi denedim. Başardım.
Onun için tek tek seçip, parmaklarıma batan dikenleri umursamadan elimle yaptığım bukette kana bulanmamış tek bir solmuş beyaz gülle, işte oradaydı. Yanağını yatağımın kenarına bastırmış, gülü tutan, dikenlerin yırtarak çizdiği elini yatağın kenarına, yüzünün yanına koymuştu. Uykuya yeni dalmış olmalıydı.
Güller solmuş, diye düşündüm.
Seni nasıl soldurmadan seveceğim ben, diye düşündüm.
Bir yolunu bulmak zorundaydım.
SİLİNEN GÖRÜNTÜLERDEN
REC 0001
00.13.12
Adamın tam karşısında dururken havadaki gerginlik kameranın merceğini buğulandıracak kadar ağırdı. Ayağını yere güvenle bastı, yüzündeki kendinden emin ifade profilinden dahi okunuyordu. Hareketleri keskin, hızlıydı ve karşısında silahsız duran düşmana silahla saldırmamak konusunda ısrarcıydı. Türk askerinden böyle bir atak beklediği için işinin kolaylaşacağını düşünen adam, karşılık vermeye hazırlandı. Kendini savunma pozisyonuna geçerken aslında kaybettiğini biliyordu, karşısındaki öylesine bir asker değildi. Askerin ela gözlerinde bunu zaten görüyordu.
Gurur Mert Çalıklı, Krav Maga tekniğinde oldukça iyiydi.
Aniden saldırıya geçti, hızlı bir şekilde tekme savurdu ve savurduğu rüzgâr gibi esen tekme, adamın göğüs kafesinde bir bomba gibi patladı. Adam hazırlıksız yakalandı, karşılaştığı gücün şiddetiyle sarsılırken bunu beklemiyordu ama bir komandodan daha azı da beklenmemeliydi. Rakip olarak dahi görmediği leşi arka arkaya yumruklamaya başladı, yumruklarının hedefi bir kez olsun şaşmadı.
Dağın derin karanlığında arkadaki askerlerin, “Vur, vur, vur Dağcı Komando!” nidaları yankılanıyordu.
Ucu bucağı olmayan, sonu bulunmayan bir güçle yumruklarını savurmaya devam etti. Adam, aldığı her darbede biraz daha güç kaybediyor, yine de askerin karşısında durabilmek için çaba sarf ediyordu ama bunlar boşaydı. Gurur Mert Çalıklı, adamın açığını kolayca yakalamıştı ve o açıktan sızan kan göle dönene dek durmayacaktı. Karşısındaki adam, dövüş kurallarına hâkimdi, asker bunun farkındaydı ve bu onu daha da şevklendirmişti. Öfkesini, yumruklarını yaratan eklemlerine yerleştirip saldırılarını hiç durdurmadı.
“Koy amına pezevengin evladının!” diye bağırdı Soydere, bağladıkları avlardan birinin kafasına geçirilen silah namlusunun sesiyle beraber, avın çığlığı duyuldu ve Devran, “İzle,” dedi. “Türk komandosunu tanı. İzle bak nasıl sikiyoruz yandaşının hayatını.”
Gurur Mert Çalıklı, final darbesini vurmak için geri çekildi ve adamın karnına tüm gücüyle bir tekme geçirdi, bu son atak, adamın dizlerinin üzerinde yere çöküp, birkaç saniye boşluğa baktıktan sonra yüzüstü toprağa düşmesine neden oldu.
Gurur ağır adımlarla yere yığılan kişinin önüne kadar yürüdü, toza bulanmış postalının altına aldığı kafayı sertçe ezerken, “Bu kadar kolay mı?” diye sordu acımasız bir sesle. “Bu kadar kolay mı lan sizi dizlerinizin üzerine düşürmek amına koyduklarım?”
“Silahım yok,” dedi adam yanağı kum ve çakıllara yaslı hâlde. “Teslim oldum. Dur artık.”
Gurur eğilip adamı saçlarından kaldırıp buz gibi bir gülümsemeyle, “Yok öyle yağma,” diye mırıldandı ve gözlerini GoPro ile kayıt almayı sürdüren arkadaşına çevirdi. Kameranın merceğiyle buluşan gözleri sanki karşısında duran bir insana bakıyor gibi anlamlarla yüklüydü.
Adamın saçlarını kavrayıp kafasını sertçe yere vurdu. Bir çığlık. Gözlerini kameranın merceğinden çekmedi.
Adamın saçlarından kavrayıp kafasını yukarı kaldırdı, tekrar yere vurdu. Bir çığlık. Gözlerini kameranın merceğinden çekmedi.
Kafasını kaldırdı, yere vurdu, kaldırdı, yere vurdu; bunu adamın çığlıkları boğuk iniltilere, ardından koca bir sessizliğe dönene dek devam etti.
Ve gözlerini kameranın merceğinden bir an olsun ayırmadı.
Kayıt durdu. On iki suçsuz sivilin ölümüne neden olan eylemcinin kalbi zayıf bir şekilde atıyor olmasına rağmen yaşamsal fonksiyonlarının durması gibi.
İntikam.