Ve ölüm, zamanın ördüğü bir örümcek ağıydı.
İçinde durduğumuz saniyeler, kül tablasına dökülen ölü küller gibiydi. Bir buz yavaşça eridi, su oldu, su döküldü ve döküldüğü yerde kana dönüştü.
Ölüm zamanın içine karıştı, ölüm kayboldu.
Panik, hızla karmaşayı getirdi. Ama bu uzun sürmedi. İçimi alevlere veren o duygu, kızıl saçların arasından bizi kavrayan, canlı bakan yeşil gözleri görünce birden söndü. Ceyhun, Sezgi’yi kucağına çekerken deliler gibi bağırıyordu ama duyularım kısıtlanmış gibiydi, deli gibi bağırıyor olmasına rağmen ben çıt bile duymuyordum. Sezgi, Ceyhun’u iterek, “Neler oluyor?” diye sordu ve boynunu hafifçe esnetti. Ceyhun ona dehşet içinde bakarken yerde öylece oturuyordu.
“Ne?” diye sordu Ceyhun boğazındaki tüm damarlar dışarı fışkıracak kökler gibi belirginleşmiş hâldeyken. İbrahim dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini ağzına götürmüş, kocaman olmuş ela gözlerle Sezgi’nin canlanan bedenine bakıyordu. Ulaş ise koltuğun üzerine çıkmış yumruğunu ısırarak neler olduğunu algılamaya çalışır gibiydi. “Sezgi,” diye fısıldadı Ceyhun, ardından kızı omuzlarından tutup kendine bastırarak, “Lanet olsun, boynundan gelen sesi duymuştum, yere nasıl yığıldığını görmüştüm, bu nasıl bir şaka? Beni öldürmek mi istiyorsun?” diye sordu.
“O zaten ölmüştü aptal,” dedi Efken kristal kadehini tekrar eline alıp sallayarak. “Ben sana onun yalan söylemediğini kanıtladım. Sevgilin bir cadı. Gerçek bir cadı. Kavga ederken ona seslendiğim türden bir cadı değil, gücünü eğip bükerek götümüze sokabilecek bir cadı.”
“Sen…” Ceyhun birden yerden fırtına gibi kalkıp Efken’in boğazına yapışınca, kadehteki içki yere döküldü ama Efken hareketsiz bir yüzle ona bakmaya devam etti. Ne karşılık verdi ne de kendini savunacak bir şey söyledi. İbrahim yerde elleri ağzında garip sesler çıkararak sallanıyor, “Nasıl ya?” diye bağırıp tekrar inler gibi sesler çıkarıyordu. “O ölüp geri mi geldi? Nasıl ya?”
“Sen nasıl ona bunu yaparsın?” diye kükredi Ceyhun. “Onun… onun boynunu kırdın!”
“Gözlerini ve saçlarını görmene rağmen inanmayacağını düşündüm ve onun gerçek bir cadı olduğunu sana kanıtladım,” dedi Efken umursamazca. “Kıza eziyet edip duruyordun. Bunu hak ettin.”
“Sen…”
“O bir cadı mı?” diye sordu Ulaş kekeleyerek. “Bizim Sezgi… Sezgi gidip geri mi geldi?”
“Onu öldürebilirdin lan!” diye bağırdı Ceyhun, Sezgi’nin geri gelmesini garipsemiyor gibi. “Lan! Sen onu öldürebilirdin!”
“Daha önce bir cadı öldürdüm, nasıl öldüreceğimi biliyorum, idmanlıyım,” dedi Efken sakin gözlerle. Oysa Gabriel’i öldüren benim zehrimdi. “Eğer geri gelmesini istemesem onun gücünün çıkış noktasını devre dışı bırakırdım. Onu öldürmek değil, onun kim olduğunu sana göstermek istedim.”
“Ya ona zarar ver-”
“Ceyhun,” dedim sertçe. “Sezgi iyi ve onun ne olduğunu biliyorsun.”
Ceyhun sarsılarak ellerini Efken’in boynundan çekerken Sezgi yerden kalkmış, afallamış gözlerle etrafındakilere bakıyordu.
“O gerçek bir cadı,” diye fısıldadım.
İbrahim bayıldı.
Ulaş da arkasından bayıldı.
Yaren sanki olan her şeye sağırmış gibi salona yeni giriyordu. Sezgi’nin darmadağın hâlde yerde oturduğunu görünce tek kaşını kaldırdı ve sonra, “Neler oluyor burada?” diye bağırdı. Ulaş ile İbrahim’in baygın olduğunun bile farkında değildi.
“Ceyhun’a bir kanıt gerekiyordu, ben de ona o kanıtı verdim,” dedi Efken. “Sen gidip odanda dinlen.”
“Sonunda Sezgi’nin güçleri olduğuna inandınız mı?” Yaren bu soruyu öyle büyük bir ciddiyetle sormuştu ki bir an donup kaldım, Efken’in bile donup kaldığını hissettim. İbrahim ile Ulaş kendilerine geliyor gibiydiler ama az önce şahitlik ettikleri olay o kadar büyüktü ki sanki ayılmayı reddeden kendileriydi. “Ne bakıyorsunuz? İbrahim ve Mahinev’in bilinmeyen bir şehirden gelmesi normal de Sezgi’nin güçleri olması mı anormal? Ben o gece, depremin olduğu gece Sezgi’nin ne yaptığını gördüm. Ceyhun abim de gördü, reddetse de kulağını anlık sağır eden o olayın depremle sınırlı olmadığını, Sezgi’nin o anki hâlini, hepsini gördü. Ben de gördüm. Sezgi’nin farklı olduğunu her zaman bildim.”
Sezgi, “Eğer hâlâ aranızda inanmayan varsa,” dedi sonunda kendine gelmiş İbrahim ve Ulaş’a, ardından da sevdiği adama bakarak. “O zaman bunu izleyin.” Parmaklarını havaya kaldırdı. “Tankou anvan!” dedi aksanlı bir sesle, bu sesle beraber, az önce patlayan lambanın yere süzülen kırıkları usulca havaya doğru kalktı ve ortama çöken şokun sessizliği büyüdükçe büyüdü. Cam kırıkları lambaderin krem rengi şapkasının alt kısmına doğru hızla uçuşmaya başladı. Nefesimi tuttum. On saniye sonra cam kırıklarının birbirine dokunup kaynarken çıkardıkları sesi duydum ve bir on saniye sonra ışık yeniden salonu aydınlatmaya başladı. Sezgi, parmağını yavaşça indirdi ve başını yavaşça salladı. “Ben bir Kızıl Cadı’yım,” dediğinde gözlerim ona mıhlanmıştı. “Atalarım İbrahim ile Mahinev’in geldiği dünyada infaz edildi.”
Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Sanki hafızası usulca zihninin içinde parçalanıyor ama parçalanması anıları unutturmuyor, aksine anıların etrafa saçılmaya başlamasına neden oluyordu.
“Bir yetimim. Annemi suda boğdular, babamı yaktılar. Yakarak idam en çok acı veren yöntemdi, Avrupa’daki cadı idamlarında daha çok tercih ediliyordu. Amerika’daki kolonilerde ise daha çok asma tercih edildiğinden soyumun bir kısmı da idamla katledildi.” Gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ederken artık sesi her yerinden çatlamış bir kemik gibi acı içinde titriyordu. “Altmış bin kişi katledildi, bunlardan sadece üç bini gerçek cadıydı, yüzden fazlası benim soyumdandı, diğer soylar sırasıyla Çöl Cadıları, Beyaz Cadılar ve Ölüm Halefileriydi. Ölüm Halefileri bu kaostan kurtulabilir, insanlığın sonunu getirebilirlerdi ama yapmadılar, Beyaz Cadılar karşı koydu, Çöl Cadıları korktu, Kızıl Cadılar ise savaştı. Babam bir savaşçıydı.” Yanaklarından akan yaşları avuçlarıyla sildi. “Babamı bu yüzden yaktılar. Onu daha acılı bir şekilde öldürmek istediler. İyileşmesi dursun diye gücünü devre dışı bıraktılar çünkü yansa bile, küle dönmeden yeniden dirilebilirdi, geri gelebilirdi. Onun güç kaynağını yaktılar. Sonra da tüm bedenini. Tıpkı diğer tüm cadıların gücünü durdurdukları gibi babamın da gücünü durdurup onu en savunmasız hâliyle katlettiler.”
Gözlerim yanıyordu ama yine de onları bir an olsun kırpmadan Sezgi’ye bakmaya devam ediyordum.
“Hatırlıyorum,” diye fısıldadı. “Babil’de çığlık atan çocuk cadıları hatırlıyorum, orada değildim ama hafızama miras bırakıldı. İskoçya’da katledilen kardeşlerimi hatırlıyorum. Salem Cadı Mahkemeleri’ndeki yirmi dokuz kişiden birisinin kuzenim olduğunu hatırlıyorum. Bamberg Cadı Mahkemeleri’nde yüz olarak kayda geçmiş olsa da yüz elli idam gerçekleştirildi, dördü kan bağım olan cadılardı, hepsi suçsuz ve masumdu.” Gözlerini kaldırıp bana baktığında, yeşil gözlerini karnında taşıyan beyazlık artık kan rengiydi. “En çok Almanya ve İsviçre’de kıyım yaşandı. Orayı hiç görmedim Mahinev ama biliyorum. Artık biliyorum.”
Ceyhun yaşadığı şoku durdurmayı deneyerek Sezgi’ye doğru bir adım attığında Sezgi elini kaldırarak onu durdurdu. “Samuel bir Kızıl Cadı değil, o bir Ölüm Halefisi,” dedi. “Kuzenim değil, beni kandırdı ama sanırım sebebini biliyorum. Çünkü o son Ölüm Halefisi.” Gözleri birden bomboş bakmaya başladı. “Ve ben de son Kızıl Cadı’yım.”
“Yani?” diye sordu Efken soğuk bir sesle. “Şimdi söyle. Bu ne demek?”
“Samuel…” Gözlerini Efken’e çevirdi. “Kıyım istiyor.”
“Geldiğim yerdeki insanların canını istiyor,” diye fısıldadım.
“Ve buradaki tüm köklerinin de.” Gözleri beni yakaladı. “Samuel İbrahim’e dokunmadı çünkü onun bir…” Sezgi sustu, o an, Kan Yemini’nin onu da susturduğunu anladım. “İbrahim’in normal olmadığını sanıyor. Ama senin… Senin oradan gelmiş bir insan kızı olduğuna emin.” Sezgi gözyaşlarını yeniden silip saçlarını düzeltti. “Samuel, Mahinev’in canını istiyor.”
Güneş doğduğu anda karanlığın gökyüzünden silindiği gibi bir an için mantık da zihnimden silindi. Bakışlarım bir robota aitmiş gibi ağır ağır Efken’e döndüğünde, Efken’in GEBER dövmesini taşıyan yumruğunun sımsıkı kilitlenmiş bir şekilde ineceği yüzü beklediğini gördüm. Sonra bakışlarım yüzüne tırmandı. Duygularını gömdüğü yerden çıkarmış, tüm vahşiliğiyle Sezgi’ye bakıyordu.
“Onun kılına zarar verecek olursa, cadı mahkemelerinde bile göremeyeceği türden bir zulmü tattırırım ona,” dedi Efken gece gibi bir sesle. “Seçimin ne Sezgi? İntikam mı? Dostların mı?”
“Seçimim her zaman sizdiniz,” dedi Sezgi hiç düşünmeden. “Benim ailemi öldüren sizler değildiniz. Ve benim içtiğim bir yemin var. Nasıl var bilmiyorum ama o yemin boğazımı düğümlüyor. Ne zaman ettim bilmiyorum, nasıl ettim ve ederken neredeydim bilmiyorum ama o yemini ettim. Kanla mühürlenmiş bir yemin. Sadakatim tam olmasaydı anılarım geri gelmezdi.”
İbrahim, “Anıların mı? Benim normal olmadığım da ne demek?” diye sordu, zihninde zikzaklar çizen bulanık anılar hâlâ hafızasının içine köklerini salmamış olmalıydı. “Sen hiç gelmediğin, görmediğin, bilmediğin bir yerdeki her şeyi biliyorsun Sezgi. Sen öldün ve geri geldin. Sen az önce gözlerimin önünde kırılan camları birleştirip patlayan ışığı tekrardan yaktın. Şimdi anılar diyorsun, Mahinev ile benden bahsederken benim normal olmadığımdan söz ediyorsun.” İbrahim korkusu birdenbire kaybolmuş gibi salonun ortasına doğru ilerledi. “Burada neler oluyor?”
“Kader bizi yeniden bir araya getiriyor İbrahim.” Sezgi’nin bakışları bana çevrildi. “Lütfen uyan.”
“Sezgi,” dedi Ceyhun, Sezgi’nin yüzünü avuçlarının arasına alarak. “Özür dilerim.”
“Biraz geç bir özür,” diye fısıldadı Sezgi, Ceyhun şaşkınlıkla omuzlarını kaldırıp alnını Sezgi’nin alnına yasladı. “Üzgünüm,” dedi. “Şu an bu bir rüyaysa bile uyandığımda yemin ederim sana inanmaya devam edeceğim.”
“Bunu duymak bana yeter,” diye fısıldadı Sezgi titreyen bir sesle. “Bunu duymak bana artık bir ömür yeter.” Yavaşça Ceyhun’dan ayrılırken, yüzü kireç gibi olmuş Ulaş’a baktı. “Kızıl Cadılarla ilgili bir rivayet hâlâ hatıramda biliyor musun?” diye sordu. “İhanet edenin kellesini tırnaklarını o kişinin çenesinin altına bastırıp yukarı çekerek kopartırlar. Ya burada olan burada kalır ya da zihnine tırnaklarımı sokup hâlâ tam olarak nasıl kullanmam gerektiğini bilmediğim agresif güçlerimi bilinçsizce kafanın içinde kullanarak hafızanı resetlerim.”
“Be-ben sadığım,” dedi Ulaş telaşla.
“Buna sevindim Ulaş.” Derin bir nefes aldı. “Asreman Yırtığı’ndan içeri ciddi bir tehdit sızdı,” dedi, zaten bildiğimiz bu bilgi ortamın ateş hattına dönüşmesine neden oldu. “Türünü bilmiyorum, nasıl göründüğü konusunda hiçbir fikrim yok, özelliklerini bilmiyorum, nasıl saldırır ve amacı ne bilmiyorum ama ya enerjiyi hissetti ya da yırtığı fark edip içeri daldı. Güneş ile bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.”
Yaren, “Bir yaratık mı?” diye sordu heyecanla ama Sezgi onu duymazdan geldi.
“Muhtemelen bu şey Mahinev’in enerjisini hissetti veya Efken’in, bilmiyorum, belki de ikisinin enerjisini birden. Daveti nasıl aldı, gerçekten doğal yollarla mı geldi orası tartışılır ama bir şeyler yapmak zorundayız. O gün depremi durdurabildim, gökyüzündeki kaosu durduramasam da yeryüzüne bıraktığı emareleri silebildim ama ben sadece olduğum kişiyi hatırlıyorum, güçlerimi nasıl kullanacağımı bilmiyorum, neyde iyiyim bilmiyorum, nasıl özelliklerim var bilmiyorum. Bu yüzden gelişmek zorundayız. Çünkü tehdidin tam ortasında duruyoruz ve hepimiz amatörüz.”
Efken, “Ondan haberimiz var,” dediğinde Ceyhun ve Ulaş alık alık Efken’e baktılar ama Efken bu bakışlara karşılık vermedi. “O yüzden olabildiğince hızlı bir şekilde Medusa’nın kendini savunabilecek hâle gelmesini sağlamalıyım.”
“Ondan sonra da güçlerini nasıl kullanacağını öğrenmeli,” dedi Sezgi, sanki boynu kırıldığında ve ölüm bedenine hızlı bir giriş yaparak ruhunu tartakladığında, o geri dönüş yolu boyunca tüm bilgiler içine gömülmüştü; şimdi karşımızda yeniden doğmuş bir cadı duruyordu.
“Ben onu gördüm,” dedim. “Neye benzediğini biliyorum. Sen söyleyince taşlar yerine oturdu, evet, o kesinlikle güneşe ait. Vücudu yara ve yarıklarla doluydu, kızıl-sarı tonlarındaydı, hatta turuncu… Yanıyor gibiydi. Kanatları vardı ve…”
İbrahim detayları anlattığım sırada yeniden bayıldı.
Gözlerimi yere yığılmış İbrahim’e indirip, “İnsan formu alabiliyordu,” diye tamamladım cümlemi.
“Kapuçin maymunu, bayılmanın sırası mı amına koyayım?” diye söylendi Efken ayakucuna yığılmış İbrahim’e bakarak.
“Benim de biraz tansiyonum düştü ama bayılırsam eğer Sezgi kızar mı diye düşündüğüm için bacağım koltuğa yaslı şu an,” dedi Ulaş masum masum.
“Peki sen cadıysan, Mahinev ve İbrahim ne?” diye sordu Yaren çat diye.
Derin bir sessizliğin ardından, “Ben bir Mar’ım,” dedim. Bu itirafla beraber, sırların kapalı tutulduğu odalardan birinin daha kolu aşağı doğru çekildi ve aralanan kapıdan dışarı anılar sızmaya başladı. Tüm gözlerin bende asılı kaldığını hissettiğimde bile gözlerimi indirdiğim boşluktan kaldırıp beni izleyen yüzleri incelemek istemedim. Ulaş bu kelimenin anlamını bilmiyordu ama İbrahim gözlerini açıp tavana bakmaya başladığında bakışlarım ona takılmıştı. Sanki bunu biliyormuş gibi ağır nefesler aldıktan sonra yanağını zemine yaslayarak bana doğru baktı.
“Neden zaten bunu biliyormuş gibi hissediyorum?” diye sordu kısık bir sesle.
“Hatıralarının kapısını zorlayıp durma İbrahim. İçeri neyin sızacağını bilemezsin,” dedim ve bakışlarım Efken’e çevrildi. “Madem artık herkes bu saçmalığın içinde, başlayalım Karaduman.”
O gece Ulaş ve İbrahim birkaç defa bayıldı ama sonunda akıllarını topladıklarında ya girdikleri şoktan dolayı ya da bir şeyleri mantıklı bulduklarından kendilerini konuya dâhil edebildiler. Sezgi zihnine kazınan birkaç bilgiyi daha bizimle paylaştı, hepsi cadılarla ilgiliydi, Çöl Cadıları ile bağı olmaması içten içe rahat bir nefes almama neden olsa da insanların onun soyunu böyle kurutmasına rağmen nasıl oluyordu da oradan gelmiş bir meleze yardım etmeyi kabul edebiliyordu anlamıyordum. Sanırım dostluk, sadakat ve vefa böyle bir şeydi.
Gecenin sonunda, gün beyaza dönmeye başlamak üzereyken yatağa artık birilerinin bana inandığını hissedip, yine birilerinin bir şeyleri biliyor olmasının getirdiği huzura bulanarak girdim. Efken aramıza giren sırdan dolayı bana soğuk olsa da o da benimle odaya gelmişti. Sezgi’nin eve bıraktığı yankılar önümüzdeki günlerde de duvarlarda çınlayıp zihinlerimize sızmaya devam edecekti, biliyordum ama şimdilik biraz daha huzurlu hissediyordum. Artık müttefiklerimiz vardı ve müttefiklerimiz dostlarımızdı.
Soğuk yorganın altına girip onu izlemeye başladım. Üzerine kısa kollu, bol bir tişört giydi, tişörtün bant şeklindeki kolları geniş omuzlarını ortaya seriyordu, altındaki eşofmanı çıkarmadan bana doğru döndüğünde merakla onu süzen kızıl gözleri görünce duraksadı. Bakışları büyük bir kazanın içinden en ağır yarayı alarak çıkmak gibiydi. O an, en ağır yarayı taşıyor olmana rağmen, her şey, özellikle de yaran hâlâ sıcak olduğu için acıyı hissetmiyordun ama soğuduğunda ve karmaşa dindiğinde, acıyı iliklerini çınlatacak şekilde hissetmeye başlayacaktın. İşte onun uçurum mavisi gözlerine bakmak da böyleydi. Ağır yaralanıyordun ama uyuştuğun için hissetmiyordun, o an gözlerine bakarken yaran hâlâ sıcaktı, gözleri senden ayrıldığı an ise yaran soğuyor ve acı başlıyordu.
“Ulaş’ın ağzı sıkı mıdır?” diye sordum, aslında sıkı olacağını hissediyordum, hatta korkudan değil ağzını açmak, gözlerini bile oynatmayacaktı ama bu sessizliğin kırılıp parçalanmasını istedim.
“Sıkı olmazsa ağzına dikiş atacağımı bilir.” Efken’in sesinde gizli bir öfke vardı, sakinliğin altına yerleşip gizlenmeye çalışan ama ne kadar saklansa da görebildiğim bir öfkeydi bu. Yatağın üzerine çıkınca yatak onun ağırlığıyla çöktü. Onun ağırlığını özlediğimi fark ettim.
İçimde amansız bir acının hareket ettiğini hissettim.
İçimde çığlık atan şeyleri susturabilmem imkânsızdı.
“Bana doğruyu söyle,” deyince bir an nefesimi tuttum, ondan bir şey sakladığımı bildiğini görmek karnıma arka arkaya atılmış tekmeler gibiydi. “Kızıl gözlerindeki tüm ateşleri söndürmüşsün.” Sert bakan gözleri beni izliyordu. “Sen bir bakışından ne hissettiğini anlayabildiğim, her şeyini baştan sona kadar ezbere bildiğim tek kadınsın. Söyle bana. Aslında neyin var?”
İçimdeki sızı kalbimdeki tortulara kadar sinmişti.
“Efken,” diye mırıldandım çaresizce. “Tüm bunlar bittiğinde, tehlikeler ortadan kalktığında, benimle ne yapacaksın?”
Cevap vermedi ama pürdikkat bana bakıyordu.
“Bu garip şeyler bir gün geçecektir, yani sanırım geçecek. Efken… bir gün bitecek bunlar. Peki ya bittiğinde ikimiz de farklı yerlere sürüklenirsek?” Bu sorum onun için beklenmedik olmalıydı, gözlerini çekmeden bana bakarken ifadesine damlayarak yayılmaya başlayan şaşkınlığı görebiliyordum. “Bir gün bir başkasının elini tuttuğunda bana ettiğin yeminin anlamı kalmaz belki,” diye fısıldadım ve ifadesi öyle bir sertleşti ki bu sertlik kemiklerimi tuz buz edecek sandım. İçim parçalansa da “Bir gün bir kadının elini tutunca…” diye cümleye başlamıştım ki Efken’in büyük eli elimin içine kaydı ve parmakları parmaklarımın arasından geçerken beni yeni bir bilinmezliğe sürüklemeye başladı.
“Peki sen?” diye sordu sertçe. “Her şey bittiğinde tutacak bir el mi isteyeceksin? Öyleyse ben olurum sana el.” Kaşlarını çattı. Bir an Efken Karaduman’ın çaresizliğinin içime damladığını hissettim. “Tam şu anda tutmam gereken eli tuttum. Başka el yok. İstemiyorum. Duydun mu beni? Sen de istemeyeceksin.” Gözleri alev alev baksa da okyanus gibi maviydi. Hem serinletiyor hem yakıyordu. “Tamam mı?”
Sanki güneş sönmüş, ay parçalanmıştı.
Hislerim işte böyleydi.
İçimi ağrıtan duygularla derin bir nefes aldım ve parmaklarımı parmaklarına bastırarak elini sıkıca tuttum.
“Gidersem beni özler misin?” diye sordum, gözlerim dolacakmış gibi hissediyordum, sanki ağlamak üzereydim. Kendime bu işkenceyi neden ediyordum? Gidebilmemin bir yolu mu vardı sanki?
O yol, onun ölümünden geçiyordu.
Gidemezdim ki.
Yine de bir gün başka bir yol olursa, ben gidersem, o kalırsa, her şey nasıl olurdu?
Efken ifadesizdi ama dişlerini sıktığını fark etmiştim. Yüzü âdeta bir kemik mezarlığına dönmüştü. Kalbim sızladı ama alacağım cevap benim için önemliydi. Bir kez olsun dikenli tellerini indirmeli ve bana çıplak gözlerle bakarak açıkça ne hissettiğini söylemeliydi.
Yanağımı yastığa bastırıp yatakta küçülebildiğim kadar küçüldüm. Onun içime ektiği duygular yüzünden aslında ruhumun önünde de tıpkı bu yatakta küçücük olduğum gibi küçülmüştüm. Alamadığım cevap diken olup içime battı. Gözlerim buğulanmaya başladı ve içimde hissettiğim o doluluk bir damla yaşın şakağıma, oradan da yastığa doğru akmasına neden oldu.
Efken’in ilk kez gözlerini o kadar hızlı bir şekilde benden kaçırdığı an, şu andı.
“Özlerim sanırım,” diye fısıldadı, sesi en güçlü güçsüzdü.
“Ne kadar?”
“Başının yastığımda bıraktığı çukur kadar.”
Bir yolu olduğunu, artık onun yanında olmadığımı, onun hâlâ nefes aldığını ama yanında başka bir kadının olduğunu düşündüm. Bu düşünce içime işlediğinde sanki hisleri yaşayan sadece ben değildim, derinlerimde içimi bir baltayla parçalamaya başlayan Medusa da acı çekiyordu.
Onunla geçen zamanımız, onun bana verdiği güvene rağmen bir noktada ona tamamen güvenmemem gerektiğini bana acı bir şekilde öğretmişti ama ben yine de ona ve ona karşı hissettiklerime sığınıyordum. Bu durdurulamazdı. Hissettiklerim avuçlarımı kanatacak kadar keskin olduğu için o hissin adının saklandığı dikenli sandık kapağını kaldıramıyorken bile karnımı deşen o duygunun ne olduğunu biliyordum.
Kıskançlıktı bu.
Onun yanında bir başkasını düşünmek zulümdü. Onun hayatına bensiz bir şekilde devam ettiğini düşünmek zulümdü. Her şey bittiğinde, bir yol daha bulunduğunda, ben gittiğimde, o kaldığında hiç var olmamışım gibi devam etme ihtimalini düşünmek ölümdü.
Birden doğruldum ve onun boynuna sarıldım. Bu, Efken için beklenmedik bir andı, sanırım benim için de öyleydi. Yine de beni içine sokar gibi sarıldı, sıcak nefesi saçlarımın arasına girerek düşüncelerimi yatıştırdı. İlk kez şefkati bu kadar dorukta hissetmiştim. Ondan bana çaresizlik akıyordu, benden ona acı…
Sağ göğüs boşluğumda onun çırpınan kalbinin feryatlarını hissediyordum, onun sağ göğsünü de benim kalbimin çığlıkları dolduruyordu.
Öyle bir andı ki, ölsem sorun değildi.
Bir adamın varlığıyla ölümü sevmek vardı.
“Geçecek biliyorsun,” dedi. “Bir rüyadaymışsın gibi düşün. Uyandığında her şey normale dönecek fıstığım.” Kelimeleri yumuşak bir dokunuş gibiydi, şefkatle içime akıyordu. Ona daha sıkı sarılarak kelimelerinin yaralarımı iyileştirmesini bekledim.
Efken yıkımı getirse de yıktığı yerde bir cennet yaratıyordu.
Bazı cennetleri alevler esir alırdı.
Onun cenneti ateştendi.
“Sen bu kâbustan uyanana kadar yanında olacağım. Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Sen her rüyamda, her kâbusumda, sancılı olan her gecemde yanımdaydın. Ben de senin yanında olacağım Asale.” Büyük avuçlarını belime yerleştirdiğini hissettim. “O anılardakilerin kim olduğunu öğreneceğiz, bize çok benzeyen o insanların gerçekten biz mi yoksa birer yabancı mı olduğunu öğreneceğiz. Eğer bizsek, kim olduğumuzu öğreneceğiz.”
Anılardan bahsetmesi içimi acıttı. Acaba neler görüyordu? Acaba o anılarda o da benim gibi birbirimizi sevdiğimizi görüyor muydu? Soramadım. Sessizce beni yatıştıran kelimelerini dinledim.
“Ve sonunda kurtulacaksın,” dediğinde onu itmek, ağlayarak yatağın diğer ucuna kaçmak, hatta yataktan atlayarak bir duvar kenarına kaçıp kollarımı bacaklarıma sararak hıçkırıklara boğulmak istedim. İşte yine bunu yapıyordu. Ona Nigin olduğumuzu söylememe engel olan yeminini ortamıza seriyordu. Üstelik bunu onun kollarına sığınmışken, ona inanmamam gerektiğini düşünürken bile ona delice inanıyorken yapıyordu. Tam şu an ona inanmamaya öyle çok ihtiyacım vardı ki…
Beni kollarının arasından azat etti. Yavaşça yatağa uzandım, üzerimi yorganla örtüp yanıma uzandı ve bakışlarımız birbirine tutundu. Gözlerindeki son buz kırıntıları da eriyip soğuk bir suya dönüşmüştü. O soğuk suda beni boğuyordu ama sorun değildi. Sular ısınana kadar ölmeyecektim, ne kadar boğarsa boğsun ona direnecektim. Şefkatini böylesine hissettirdikten sonra beni geri itemezdi.
“Yıkım Getiren,” diye fısıldadım yanağım yastığa yaslı hâlde onu izlerken.
“Söyle.”
Bir gerçek ve bir yalanın arasında sıkıştığımı hissettim.
En azından bir gerçeği ona verebilirdim.
“Mustafa Baba’nın da gözleri seninki gibi.” Bu kelimeler içime sıkışmış gibiydi, ona doğru bıraktığımda biraz rahatlamış hissettim ama Efken’in yüzünde herhangi bir değişim yaşanmayınca duraksadım. Biliyor gibi bakıyordu. “Zaten biliyordun, değil mi?”
“Hayır,” dedi. “Ama şüphelerim vardı.”
“Ne şüphesi?”
“Bu ışıkların kartlarımla alakası olduğunu düşünüyordum, sonra sen ormandaki çocuktan bahsedince kafam karıştı,” dedi sert bir sesle. “O çocuğun da benim gibi kartlarla ilgilenen biri olabileceğini düşündüm. Sonra biraz daha derine indiğimde, kartlarla ilgilenmese de bazı insanlar tarafından kâhin gibi görünen Mustafa Baba’nın da böyle bir özelliği olabileceğini düşündüm. Bunu ona hiç sormadım, hoş sorsam da söyler miydi bilmiyorum. Realist biri olduğumu düşünüyor, bunlarla dalga geçmemi sevmiyor. Gerçi ben de bir süre öncesine kadar dünyanın en gerçekçi insanı olduğumu sanırdım. Evet, kartlarla oynayan bir realist kulağa tuhaf geliyor olabilir ama öyle. Kartlar benim için manevi değer taşıyan bir şeyden ibaret gibiydi.”
“Artık öyle değil gibi mi?”
“Bilemiyorum,” dedi ifadesiz bir yüzle.
“Tuhaf. Hiç garipsemedin.”
“Beklediğim bir şeydi. Sadece sana nasıl gösterdiğini merak ettim. Ona bir şey mi söyledin?”
“Ormanda gördüğüm çocuktan bahsettim,” dedim. “Çocuğun gözlerinden…”
“Ee?”
“O da bana gözlerini gösterdi işte. Çocuğun da kendisi gibi olduğunu söyledi.” Efken sessizce bana bakarken ağzımı açıp gümüş renkli kurttan bahsedecektim ki bir şey dilimi bağlıyormuş gibi hissettiğim için dudaklarımı birbirine bastırarak sadece onu izledim. Sanki ikimiz de o gümüş kurttan bahsetmek istiyorduk ama bir şey dillerimizi düğüm düğüm ediyordu.
“Demek kendisi gibi,” dedi sadece, sesi düşüncelere bulanmıştı.
“Evet.”
“O nasıl biriymiş ki çocuk da kendisi gibi olacakmış?” diye sordu Efken kendi kendine. “Ya da,” dedi gözleri arkamdaki pencereye takılırken, “Neymiş ki çocuk onun gibi olacak?” diye sordu. Bu soruyu bana değil, daha çok kendine sormuş gibiydi. Cevaplar zihnindeki uçuruma yuvarlandı ve düşüncelerini oluşturan bataklıklarda boğuldu. Sessizliği can yakıcı seviyeye gelene kadar konuşmadım, ben de onunla beraber sustum.
“Mustafa Baba’nın bir sırrı olduğunu düşünüyorum.” Bu kelimeler benim dudaklarımdan, onun sessizliğini kırıp parçalamak adına dökülmüştü.
Efken’in gözleri yavaşça bana saplandı. “Hepimizin olduğu gibi,” dedi. “Birdenbire değil, sırayla çözeceğiz Medusa. Her şeyi aynı anda yapmaya çalışırsan hiçbir zaman sonu göremezsin, bazen elinde olmadan bazı şeyler yarım kalır ve ortada yarım kalmaması gereken şeyler var.”
“Ceyhun ve Sezgi iyi olacak mı?”
“Ceyhun’u zorlu günler bekliyor ama Sezgi artık kendini kanıtladı. Sadece Ceyhun’a değil, kendini kendisine de kanıtladı. Ceyhun biraz fazla realisttir, İstanbul konusunda bile hâlâ içinde şüpheler uyuttuğunu biliyordum ama artık gözüyle gördü, zor bir süreçten geçecek, sonunda da bu sürece uyum sağlayacak. Allah’tan kolay uyum sağlayabilen biri.”
“Peki ya Yaren?”
“Yaren zaten böyle bir şeye hep hazırlıklıydı. Çocukluğu hep bu tür şeylere inanarak geçti. İbrahim’in olayına hepimizden önce inanmış bir kızın şu an olanlara inanmaması imkânsızdı zaten.” Beni bileğimden tutup kendisine doğru çekti, kollarının arasına girip sıcaklığını hissettim. Yatakta onun kollarında uzanmaya devam ederken o da düşünceli bir sesle konuşmasını sürdürdü. “Çok denedim. Her zaman onu korumayı denedim. Daima önceliğim o olmuştu. Yaren’i bana ait karanlıktan hep uzak tuttum, bana benzemedi çünkü hayatın her zaman aydınlık olan kısmında kaldı, onu aydınlığa ben taşıdım. Şimdi ne olduğu belirsiz bir şeyin ortasına onu sürükleyen yine benim. Fevri davrandım. Sezgi’nin ne olduğunu açık etmemeliydim. En azından Yaren varken olmamalıydı bu.”
“Yaren zaten buna inanıyordu, yani sen söylemesen de öyle olduğunu biliyordu Efken. Kendini suçlama.”
“İnanmak ve emin olmak aynı şeyler değil. Artık emin,” dedi, nefesi saçlarımın üzerinden esip geçti. Ona biraz daha sıkı tutundum ve gözlerim arkasında kalan karanlık bir boşlukta asılı kaldı. “Üstelik artık İbrahim’in de öylesine biri olmadığını biliyor. Bu bir noktadan sonra İbrahim’e duyduğu hislerin abartılı bir hayranlığa dönüşmesine neden olur mu bilmiyorum.”
“Yaren İbrahim’i seviyor,” dediğimde vücudu taş kesildi ama kasılması çok uzun sürmedi. “Biliyorum, bundan hoşlanmıyorsun ama gerçek bu. Yaren’in İbrahim’e duyduğu şey hayranlıktan fazlası.”
“O benim için hâlâ bir çocuk.”
“Yaren on sekizini bitirdi,” diye fısıldadım, kaşlarını çattığını hissettim.
“Bu zırvalıklar onun başını döndürmez umarım,” dedi. “Çok meraklı. Bu merakın onun başına iş açmasından kuşkulandım hep. Hem başta İbrahim ile sadece arkadaşlardı, iki arkadaş birbirine zamanla öyle şeyler hissedebilir mi?” Bu soruyu bana sormasına şaşırdım ama tepki vermedim. “İbrahim ilk geldiği zamanlar Yaren ona arkadaşlık ediyordu, İbrahim’in hikâyeleri ona ilginç geliyordu ve İbrahim’in de ona hiçbir zaman arkadaştan fazlasıymış gibi davrandığını görmemiştim. O zamanlar İbrahim benim için sadece kafayı yemiş, zararsız ve çocuksu bir herifti. Yaren ile birbirlerini sevmeye başladıklarını söylemelerinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmedi. Bu kadar yeni oluşmuş duyguların gerçekliği sence de sorgulanmaz mı? Belki de Nigin dediğiniz o sikik şey yüzünden Yaren bir yetişkin olduğu anda birbirlerine karşı aşk duyduklarını sanmaya başladılar. Yani bunun sebebi sadece Nigin ise e-”
“Bunun sebebi yalnızca Nigin ise benim de bağlandığım kişiye âşık olma ihtimalim vardır, değil mi?” diye sordum dilinin ucundaki sorudan emin olduğum için. Bu soru canını sıkmış gibi birden beni bırakıp benden uzaklaşarak yüzünü tavana döndü ve sırtüstü uzanıp öylece tavanı izlemeye başladı.
“Nigin’in o tür bir şeyle ilgisi yoktu, değil mi?” diye sordu Efken, sesi mesafeliydi.
“Sanırım,” dedim, dişlerini sıktı ama konuşmadı.
“İbrahim ve Yaren’in ilişkisini onaylamadığını biliyorum ama öte yandan İbrahim’e güven duyduğunu da görebiliyorum.” Tam karşı çıkacaktı ki, “Hemen yalanlama,” dedim. “Evet, sen kimseye kolayca güvenmezsin, hatta hiç güvenmezsin ama belki de güvenen sen değilsindir, kalbindir.”
“O ruh hastasının attığı kahkahaları duyduktan sonra kalp denen gerzek organın da ona karşı güven duyabileceğine karşı şüphelerim var,” diye homurdandı. “Her neyse. Uyumak istiyorum.” Yeniden bana doğru döndüğünde onu takip eden bakışlarımı yakalayınca gözlerini kıstı, yanaklarımın ısındığını hissettim. “Sen?” diye sordu. Beklentiyle bakan mavi gözlerinin içinde yansımamı görüyordum.
“Dün uykumu alamadım,” diye mırıldandım, gözlerinin daha derin bakmaya başladığını fark ettim. “Çünkü yalnızken korkuyorum.”
“Hadi oradan yalancı sen de.”
“İster inan ister inanma.” Yorganı omzumun üstüne çekerek ona baktım. “Bana kızgın olduğunu biliyorum. Bana kızgın olduğun için odaya gelmediğini de biliyorum.”
“Başka ne biliyorsun?”
“Benimle uyumak istediğini.” Kolunu güçlükle kaldırdım ve altına girip onun göğsüne yaklaştım. Ona karşı bir çocuk gibiydim. Karşısındaki insanı seven ve neden sevdiğini bile bilmeyen, o insana güvenen, güveni parçalandığında bile o insana sığınan bir çocuk gibiydim. Ama o, aynı zamanda bana bir kadın olmam gerektiğini de öğretiyor, o küçük çocuğun elini bırakmama neden oluyordu. Yine de küçük kız oradaydı, onu seviyor, ona güveniyor, parçalandığında sadece ona sığınıyordu.
Belki gitmem gerekirdi ama buradaydım. Efken Karaduman’ın kollarının arasındaydım ve küçük bir kız çocuğunu kalbimin derinliklerinde yaşatsam da artık yetişkin bir kadındım.
“Bak sen,” dedi Efken muzip bir sesle. O kız çocuğu, kalbimin derinliklerinde başını kaldırıp bana minnettar gözlerle baktı. “Demek seninle uyumak istiyorum?” Kollarını bedenime bu sorunun cevabını vermiş gibi sardı ve bana verecek bir cevap bırakmadı.
Ama ben yine de o cevabı onun sesinden duymak istedim.
“Evet. İstiyorsun.” Yutkunup elimi ürkekçe göğsünün üzerine koydum. “İstemiyor musun?”
“Çocuk gibi soracak mısın hep böyle?”
“Cevap vermediğinde evet,” dedim yavaşça. Parmaklarım geniş tişörtün açıkta bıraktığı göğsüne temas ediyor, sıcak teni parmak uçlarımı ateşe değen çıralar gibi tutuşturuyordu. “İstemiyor musun?” diye yineledim soruyu.
“İstemesem şu an kollarımda olmazdın Mahi,” dedi. “İstemesem benim yatağım senin olmazdı, yastığımda başının çukuru oluşmazdı, kokun çarşaflarıma sinmezdi, tenin yorganıma dolanmazdı.”
“Kısaca istiyorum demen yeterliydi.” Gülümsedim, onun da gülümsediğini hissettim.
“O düşük çenen bulaşıcı sanırım, benim de çenemi düşürüyorsun.”
“Senin konuşacağın varmış.”
“Bak sen şu işe,” diye alay ederek çenesini saçlarımın arasına bastırdı. “Uyuyalım.”
“Bu kadar çok istiyorsan olur,” dedim gülümseyerek.
“Alay mı ediyorsun sen benimle?”
“Bilmem, belki.”
“Aptalsın.”
“Sensin o,” diye söylendim, homurdandı ama bir şey söylemedi. Uyku bize yaklaştı, oda sanki biz birbirimize yaslıyken daha da karardı.
Efken bir denizdi, dalga dalga içine çekildiğim…
Ben kendime bir liman arıyorken, boğulmaktan korktuğum o soğuk denizin içindeydim. Bu deniz, demirimi saplayabileceğim bir limandan bile daha sığınılası geliyordu bana.
Ve ben, boğulmaktan korktuğum denizin içinde kulaç atarken bulmuştum kendimi.
🎧: Chevelle, The Red