🎧: Dedublüman, Günü Gelir
GURUR MERT ÇALIKLI
Ona ne zaman âşık oldum?
Dağdaki beyaz gelinciğin bakışlarını hatırladım.
Zaman, bir kaset gibi geriye sarmaya başladığında, o hayatımın tam olarak neresinde hayatımın ta kendisine dönüştü?
Büyük adımlarım dağın karlarına gömülürken o gelinciğin hareketsizce, karların arasına pusmuş beni izlediği ânı hatırlıyorum. Sevimliydi, ona benziyordu, gözleri kocamandı, ona benziyordu, bakışlarında hem korku hem de merak vardı, bu da tıpkı ona benziyordu.
Ona ne zaman âşık oldum? Tam olarak nerede hayatıma girdiği için lanetler okuyacağını düşünüyorken, onu hayatımın tamamına döndürdüm?
Yatağımda uzandığı, derin bir uykuda olduğu an mı? Onunla alay ederken aslında içimin ona dair tüm özelliklere gittiğini ondan saklamaya çalıştığım o an mı?
Gözlerinde lens var diye o derin kahveleri göremeyişimin beni çıldırmanın eşiğine getirdiği anda mı?
Çok daha öncesinde mi?
Ağlayarak gözlerimin içine bu dünyada sevemeyeceği tek insanmışım gibi baktığında, bunun beni kahrettiği o anda mı?
Onu tehdit ederek yanımda tutarken gözlerimin içine bakıp gülümseyerek isteğiyle yanımda kaldığını hayal ettiğim anda mı?
Hangi anda?
Ona ne zaman âşık oldum bilmiyordum, sanki ona her zaman âşıktım.
Onu tanımadığım anlarda bile, sanki yüreğim onu tanıyordu, ben onu arıyordum ve ona âşıktım.
Gelinciğin önünde diz çöktüğümde, kulaklarını geriye yatırıp tehlikeli miyim yoksa zararsız mıyım bunu anlamak istiyor gibi bana dikkatle baktı. Bunu ona benzettim. Gözlerini bana dikişini, hırçın bakışların ardında titreyen ruhunu gördüğüm o ânı hatırladım. Bileğime doladığım zincir dikkatini çekti, o zincirle ona zarar vermeyecektim ama yine de korktuğunu hissettim.
“Ona benziyorsun,” dediğimde, kaçmak için hazırdı ama durmadım, elimi ona uzattım, istese beni paramparça edebilirdi, tatlı suratına rağmen ısırığının ne kadar şiddetli olacağını biliyordum ama yapmadı, korkusuna rağmen, korunma içgüdüsüyle dolmasına rağmen beni ısırmadı.
Bunu da ona benzettim.
Kelimeleriyle beni öldürme gücüne sahip olduğu anlarda bile susup, gözlerimin içine sakince bakıyordu; tıpkı bu gelinciğin beni ısırmak yerine ellerimin arasında savunmasızca beklemesi gibi.
Zaman beni Isparta’nın dağlarından itip merkezine sürükledi, bir evin içine girdim, ev zamanla benim evime dönüştü, yanımdaki yabancıysa tanıştığımız o karanlık geceden ve öncesinden beri zaten benim kaderimde olan kadındı.
Dağda beni ısırmak yerine bana korkarak bakan gelinciği sevdiğim geceden çok sonrasında, bir gece o evin içinde dolaştığımı hatırlıyorum. Salona girdiğimde, orada, salondaydı, cenin pozisyonunu almış uzanıyordu, çok kilo kaybettiği için bedeni iyice küçülmüş görünüyordu. Kilolu olduğu dönem ne kadar güzelse, şimdi de öyle güzeldi ama kaybettiği kilolar canımı sıkıyordu, eriyip gidişini izlemek felaketti ve buna sebep olan ona yaşattıklarımdı, bu yüzden vicdanım harlanmış, kalbimin içinde kömür gibi yanıyordu.
İki büyük adım sonunda salonun içindeydim. Ayaklı lambadan yayılan kızıl-turuncu ışık saçlarına yansıyor, saçları sanki kızılmış gibi parlıyordu; ışık öyle garipti ki çillerini bile yüzünden silip kaybetmişti. Sinirlendim. Çillerini göremediğim için ışığa sinirlendim.
Bunun hastalık seviyesinde olduğunu hissedinceyse durdum, sendeledim ve çaprazında duran berjere oturup onu izlemeye koyuldum.
Mırıltıya benzer bir ses çıkarıp kolunu yüzünün altına aldı ve yanağını koluna bastırıp dizlerini karnına doğru çekti. Şimdi olduğu yerde çok daha küçük görünüyordu. Gülümsedim. Gülümsememek imkânsızdı. Ama sonra durdum, içim sızladı. İçimin sızlamaması imkânsızdı. Ona ne yapmıştım? Onu neyin içine çekmiştim? Onu nasıl bu kadar üzmüş, yıpratmış, hayatını mahvetmiştim? Mahvolan sadece benim hayatım değildi, onun hayatını kendi hayatımın önüne koysam da koymasam da ben aslında en çok onu mahvetmiştim.
Onun uyuduğu uykuların tamamı benimle olsun istiyordum. Bensiz uyuduğu uykular ona sadece dinlenmiş hissettirsin, doymuş hissettirmesin. Benimle uyuduğunda hem dinlenmiş hem doymuş hissetsin; ruhu beni istesin, ruhu bensizken titresin. Bir yatağın üstünde dursun, ona geleceğim ânı beklesin.
O derin uykudayken bunları düşünmek kafamı allak bullak etti, gözlerimi ondan çekmedim, düşünceler de zihnimden hiç çekilmedi.
Onun canının benim canımdan kıymetli olduğunu, onun canı yandığında benim canımın parçalandığını bilseydi ne hissederdi bilmiyordum, belki bunu bilmesi beni bir çocuğu utandırır gibi utandırıyordu, belki de bunu ondan sırf bu yüzden saklıyordum.
Gülümsedim ve zaman bir yel değirmeni gibi dönerek büyük kollarıyla beni başka bir anının içine savurdu.
Onu düşünmeyi durduramadım.
Onu düşünmeyi hiçbir zaman durduramadım. En başından beri. Onu ilk gördüğüm andan beri, onu her gün düşündüm. Onu her an düşündüm. Onu düşünmeyi tek bir an bile durduramadım.
“Zelzele’m, sen benim yüreğimin eşisin,” dediğimde başka bir anının içindeydik, bu kez kollarımda uyuyordu, artık ben onun sığındığı limandım, artık o benim uykularımın sahibiydi. “Bunu yüreğinin eşiğinde durup o eşikten geçemezsem ölecekmişim gibi hissettiğimde anladım.” Uyuyordu, benim koynumda, yüzü boynumda uyuyordu ve ben bunu söylediğimde, beni duymuyordu. Bir gün bunu ona söylediğimde, çok yakında parmağına bir yüzük takacağım demekti, bu cümleyi bir gün o gözlerime bakarken kuracaktım ve çok değil, bir süre sonra sadece yüreğimin değil, benim de eşim olsun isteyecektim.
Gülümsedim.
Yel değirmeni bir kez daha döndü, kolların rüzgârı beni başka bir anımızın içine sürükledi.
Gözlerimiz birbirine dokundu.
Gelinciğin beyaz bakışları, diye düşündüm.
Ona gülümsedim. O da bana gülümsedi.
Ona âşıktım.
Onu ilk kez gördüğüm andan beri belki de ben ona âşıktım.
ZELİHA ÖZDAĞ
Bir adamın gülümsemelerinin altında çok büyük acılar saklanabileceğini Gurur’u tanıdığımda öğrenmiştim.
Hep gülüyordu, hep şakalar yapıyordu, her zaman eğlenceliydi ama bazen bakışları boşluğa düştüğünde, o bakışlarda çok şey görürdüm; öfkeyi, yalnızlığı, acıyı, kederi, travmalarını.
Babası hayatını mahvederken kendi hayatının ortasında bir yabancı gibi durmuş, mahvedilen hayatını sahneye alkış tutarak bakan bir seyirci gibi izlemişti. Tüm hayatı mahvolmuştu, tüm hayatı mahvolurken bir seyirci olmuş, koltuğa oturmuş, o sahneye dağıtılan çocukluğunu sessizlik içinde izlemişti ve hepsinden acısı, buna rağmen gülümsemeyi hiç bırakmamıştı.
Şimdi burada, tam karşımda, onun hayatını çalan, çocukluğunu paramparça eden adam duruyordu ve bu hayatta en sevdiği insan, o adamın elini tutuyordu.
Zamanın kolları etrafa çarparak saniyeleri kül gibi dağıttığında, Gurur’un bakışlarındaki enkaz mıydı yoksa yıkım mıydı? Yıkılan Gurur muydu yoksa yıkımı var edecek olan mı Gurur’du? Enkazın altında kalan mı Gurur’du yoksa enkaz olup üzerine çökeceği kişiye bakan mı Gurur’du?
“Abi,” dedi Eylül, zamanın kolları bir defa daha savruldu ve bu defa dağılan anılardı.
Gurur, bir dağ gibi dimdik durdu ama belki de o dağın içine oyulmuş mağaraların tamamına parçalanan kayalıklar düştü, o mağaralar yıkıldı, kaya parçalarıyla doldu, kapandı; dağ kendi içinde parçalandı ama dışarıdan dimdik kaldı.
İşte Gurur öyleydi, bir dağ gibiydi.
Onu seviyordum ve bu kalbimin en yüksek mertebesiydi. Onu korumak istiyordum ama bu kollarımla, fiziksel gücümle başarabileceğim bir şey değildi; ruhumu ona siper etmek, kalkanı olmak, onu gelebilecek tüm hasarlardan kendimi önüne atarak korumak istiyordum.
Gurur’un dudaklarından dökülecek ilk kelimeyi beklediğim sırada, “Biz geldik!” diye şakıdı her şeyden habersiz olan Eylül. Gurur’un dudaklarında yeşerebilecek her kelime, böylece bir mezar toprağının içine diri diri gömülmüş oldu.
Eylül’ün gözlerine sinmiş, tüm yüzüne yayılmış mutluluğu yok etmekten, büyük avuçlarının içinde un ufak etmekten eminim ki korkuyordu ama Eylül’ün bilmediği bir şey vardı, benim bildiğim, kalbimi yakan bir şey… Çocuk Gurur da çok korkmuştu ve en büyük korkusu burada, evimizin kapısında dikiliyordu.
“Uzun zaman oldu, çat kapı geldik gibi oldu ama… Abi bak, geldi, sonunda burada. Artık sadece mektuplar ve telefonlar yok, o da burada,” dedi Eylül heyecanla.
Kafasında kahraman olarak konumlandırdığı bir canavardı, bir canavarın elini tutuyor, o canavar inimize girdi diye mutlu oluyordu. Bir yanım Eylül’e kızdı, bir yanım ise hiçbir şeyi bilmeyen küçük bir kız çocuğu olduğu gerçeğini bana fısıldayıp durdu.
Emsal’in bakışları Gurur’a saplandığında, mutfağa koşmak, tezgâhtan bir bıçak almak, o bıçağı onun gözlerine hiç durmadan, o bakışların bir daha Gurur’a dokunmayacağına emin olana dek saplamak istedim. Eğer Eylül burada olmasaydı, bunu yapabileceğime neredeyse emindim. Ama artık karşısında o küçük erkek çocuğu yoktu, artık karşısında dağlara gölgesini seren bir komando vardı, yetişkin bir adam vardı, gücün sahibi vardı, tek bir bakışıyla dağ yıkabilecek türden bir adam vardı.
Sırtına balerin sapladığı, müzik kutularını gördüğünde donuklaşmasına neden olduğu, bacağını koparmakla tehdit ettiği o ufak oğlan çocuğuna değil, Dağcı Komando Gurur Mert Çalıklı’ya bakıyordu.
Bakışlar fırtına etkisi yaratabiliyorsa eğer, Gurur’un gözleri şu an seldi, heyelandı, tayfundu, kıyametti.
“Oğlum,” dedi Emsal. Saatler durabilseydi o an dururdu, saatler geriye doğru dönebilseydi, o an dönerdi; anılar duvarlara kan gibi sıçramıştı, hiç şahit olmadığım ama kalbimi kavuran onlarca sahne duvarlarda kan gibi kayıyor, her biri zihnime mıh olup kazınıyordu.
Gurur’un gözlerini tek bir an kırpmadan ona baktığını gördüm. Fırtına koptu, bir şehir yıkıldı, yer küre sarsıldı ama bunu benden ve Gurur’dan başkası hissetmedi.
“Baba, biliyor musun, Zeliha abla abimin sevgilisi,” diyerek içeri giren Eylül, beraberinde Emsal’i de evimize çektiğinde, nefesimi tuttum ama Gurur hiçbir şey yapmadı, sadece öylece durdu ve Emsal’in içeri girmesine göz yumdu. “Gerçi şu an araları biraz limoniymiş ama. Bence bunu hallederiz, değil mi?” Eylül sevimli bir gülümsemeyle bana baktığında, Emsal salonun ortasında durup omzunun üstünden Gurur’a doğru baktı.
“Bana bir hoş geldin yok mu, oğlum?” Gülümsemesini görmek istemesem de göz ucuyla da olsa buna tanıklık etmek midemi altüst etti. Emsal’in gözleri bana çevrilirken Gurur’un yüzüne çizilen ifadelere bakmaya cesaret edemedim. “Olur öyle küslükler, düzelirler. Pek de güzelmiş, maşallah.” İçten gülümsemesi beni şoka sokunca duraksadım, iğrençti, çok iğrençti, ondan fena hâlde tiksiniyordum.
“Hoş geldin,” dedi Gurur. Sesi tekdüzeydi, hislerini gizlemişti, hisleri sanki ortadan kaldırılmış bir insandı ve bir gün cesedi kıyılara vuracaktı. Gurur, metal gibi parlayan buz sıcağı gözlerini kız kardeşine çevirip, “Keşke haber verseydin abim,” dedi düz bir sesle.
“Ani oldu, değil mi?” Eylül utanarak gülümsedi. “Biraz heyecanlanmıştım da. Özür dilerim.” Emsal’in koluna sokulup utangaç bir şekilde yanağını babası denen itin koluna bastırdı. “Heyecanımı mazur görsen olur mu?” Gözlerini bana çevirdi. “Doğru söyleyin, barıştınız mı? Lütfen öyle olsun. Ne diye kavga ettiniz ki?” Eylül dudaklarını bükünce, Gurur dişlerini sıkarak kardeşine baktı.
Ona kıyamıyordu. Ona o kadar kıyamıyordu ki kıyılan kendisine dönüşüyordu.
Birden bu durumdan inanılmaz nefret ettiğimi hissettim ama Eylül’e kızamadım, babasıyla ilgili gerçekleri bilmiyordu ve babasını seviyordu. Ben de babamı çok seviyordum, onu boş bir sayfadan daha temiz buluyordum, kalbim ona duyduğum inançla doluydu ve kendimi tek bir an Eylül’ün yerine koyduğumda, ona öfkelenmek imkânsızdı.
“Bu konular şu an konuşulması gereken konular değil, Eylül,” dedi Gurur, sesi duygulardan uzak olsa da hissettiklerini görebilmek karnıma sancılar ekti.
Emsal, “Sanırım sevgili oğlum beni gördüğüne sevinmedi,” dediğinde, Eylül üzgün gözlerini babasına çevirdi.
Gurur ruhsuzca gözlerini yumup geri açtı, bu sadece bir iki saniyelik bir zaman dilimini kaplamış olsa da gözlerini kapattığında yeniden maruz kaldığı anıların onu yaraladığını hissettim.
“Bu aralar gördüğüme sevindiğim kimse yok. Yani sana özel bir durum değil.” Gurur’un bomboş bir sesle kurduğu cümle, Eylül’ün bakışlarının abisine çevrilmesine neden oldu. Abisine suçlayıcı değil, kırgın baktı ama sonra bu cümleyi aramızda geçenlere yormuş olacak ki sessizce bakışlarını abisinden kaçırdı.
“Sanırım araları cidden bozuk,” dedi Emsal şakacı bir tavırla Eylül’ün başının üstüne başını yaslayarak. “Abinin burnundan soluyuşuna bakacak olursak, evet.”
Gurur ağır adımlarla salonda ilerledi, ben de sessizce salona girdim. “Barışırlar,” dedi Eylül umutla, bu tek kelimelik cümle, bakışlarımın ona çevrilmesine neden oldu. Saf bir gülümseme yüzüne yerleştiğinde, içimdeki kuyunun biraz daha derinleştiğini hissettim. Gözlerini açıp babasının abisine yaşattıklarıyla yüzleştiğinde ne hissedecekti merak ediyordum. “Onlar birbirlerini çok seviyorlar, baba. Onları biraz izleme şansın olursa bunu görürsün. Abim kaybolduğunda Zeliha ablanın ne hale geldiğini gördüm, birlikte kaza yaptıklarında da…”
“Kaza mı?” diye sordu Emsal, sanki bu durumdan haberi yokmuş gibi. Endişeli bakışlarını Gurur’a çevirdi. “Kaza mı yaptın?”
Gurur tekdüze bir sesle, “Geçti gitti,” dedi.
“O süreçte annemden durumu sakladık, sana ulaşmayı denedim ama başaramadım,” diye açıkladı Eylül.
Emsal, “Annene söylememen iyi olmuş,” dediğinde, Gurur’un çenesi kilitlendi, dişlerini sıkmasıyla yüzü kemiklerle dolu karanlık bir mahzene dönüştü. “O çok korkaktır, eminim çok korkardı.”
Gurur’un çocukluğuna ait bir anı, benim hatıralarımda hiç var olmamış olsa da bir şekilde kafamın içinde yer edindi. O anıda, Gurur’un annesi korkuyla bir noktaya bakıyordu ama baktığı yeri göremiyordum, hayallerimde güzel bir kadındı, korku çehresini ateşe verdiğinde bile çok güzeldi. Sonra bir kemer sesi duyuldu ve görüntü kayboldu; korkunun kokusunu aldım ama korkuya neden olan görüntüleri göremedim.
Zihnimin gerilerinden babamın sesi, “Yaralarınla yüzleşmeden onlara kabuk bağlatamazsın,” dedi. “Kanamaya devam eder.”
Gurur’u izlemeye devam ettim. Yarasıyla yüzleşmediği sürece o kan, yarasından usulca sızmaya devam edecekti. Bu belliydi. Gözlerimi Emsal’e çevirdiğimde, Emsal gülümsüyordu. Bu gülümseme, bir yaradan ne kadar yoğun şekilde kan akabileceğinin kanıtı gibiydi.
“Benimle gel,” dedi Gurur birdenbire. Babasına söylediği bu şey, Eylül’ün duraksayıp ikisi arasında gidip gelen bakışlarına endişeyi ekti.
Emsal, bu normal bir baba oğul konuşmasıymış gibi gülümseyerek başını salladı ve Gurur ile birlikte holden geçip mutfağa doğru giderlerken sessizlikle ikisini izledim. Bir zar atılmıştı, zarın üste gelen kısmında kaç nokta vardı göremiyordum ama bir sonraki zar atıldığında, kimin kazandığı ortaya çıkacaktı; zarın Gurur’un avucunda olduğunu biliyordum ama o zar onu hangi sonuca götürecekti işte bunu bilmiyordum.
Eylül, “Sanırım gerçekten konuşmaya ihtiyacı var,” dedi saf saf. Dönüp ona sessizlikle baktım, nasıl bu kadar el değmemiş olabiliyordu anlayamadım. Eğer Emsal’i tanımasaydım, olanları bilmeseydim, ben de Eylül gibi mi hissederdim? Gurur’un konuşmaya ihtiyacı olduğunu mu düşünürdüm? Bunu bilmiyordum. Eylül bana yaklaşırken, “Neler oldu?” diye sordu. “Ayrılmadınız, değil mi? Buna inanmak istemiyorum.”
“Bunları konuşmak istemiyorum, Eylül,” dediğimde gözlerimin içine buruk bir şekilde baktı.
“Abim seni seviyor,” dedi. “Daha önce kimseyi sevmediği kadar. Hatta eminim, senden başka kimseyi sevmedi.” Tam yeniden ağzını açacaktı ki telefonunun melodisi ortamdaki kelimelerin tamamını parçalamaya yetti. Çantasından telefonu çıkarıp ekrana baktıktan sonra, “Cesur,” diye mırıldandı.
“Üst katta konuş istersen,” dediğimde bana duraksayarak baktı. Neden diye sorgulayacağını düşündüm ama başını sallayıp merdivenlere yönelirken telefonu açıp kulağına götürdü ve o gözden kaybolana dek sessizce basamakları izledim.
Ağır adımlarla hole yönelirken aslında bunu yapmakla yapmamak arasındaydım, tereddüt, kanımın rengini belirlemişti. Gurur’un o canavarla aynı havayı soluması bile kalbimi sıkıştırmaya yetiyordu. Koridorda geçmişe ait bir canavardan kaçıyor gibi değil, o canavarın üzerine yürüyor gibi ilerledim.
Tam mutfağın önünde durdum, hafif aralık duran kapıdan içeri baktığım takdirde görebileceklerimden korkuyordum ama ruhum, onu o canavarla yalnız bıraktığından mıdır bilinmez, acı çekiyordu.
Uzun süren bir sessizliğin ardından, “Hangi cesaretle?” diye sorduğunu duydum Gurur’un, sesindeki bariz tehdit, bacaklarımdaki dermanın çekilmesine neden oldu. “Sen hangi cesaretle burada, benim evimde, benim karşımdasın lan?” Kısık sesle, Eylül duyulmasın diye verilen bir savaşla sorulan bu soruyu taşıyan o ses, aslında her ne kadar az duyulsa da büyük bir tehdidi içinde taşıyordu. Sorusu bir bıçaktı ve ortaya koyulmuştu, Gurur alacağı tek bir cevapla birlikte o bıçağı bıraktığı yerden kavrayıp alacak ve karşısındakine saplayacaktı.
“Seninle bir derdim yok. Histerik davranmayı bırak,” dedi Emsal, kanım bir defa daha çekildi. “İçeride Eylül varken bana hiçbir şey yapamayacağını ikimiz de biliyoruz, oğlum.” Alay edercesine kurulmuş bu cümlenin içine aslında birçok korku gizlenmişti. Kuşku içini kemiriyor olsa gerekti. Eylül’ün varlığı Gurur’u durdurur sanıyordu ama içinde bir yerlerde, Gurur’un durdurulamayacak güce ulaştığını da biliyordu.
Gurur’u göremesem de dağları devirecek soğukluktaki bakışlarını hayal edebildim. Yüreğim ağzımda çarpıyordu. Ona bu hisleri eken o rezil insanın canı parmaklarımda solsun istiyordum.
“Buradasın ve bu yaptığın ilk hatalı seçim değil. Eylül’e güveniyorsun, ona ne kadar güveniyorsan, bana o kadar güvenme.” Gurur’un yere düşen adımının sesini duydum. “Bir gece baba, bir gece ansızın, ecelin olup üzerine çökebilirim. Çökeceğim demiyorum, çökebilirim diyorum, bu bile senin her gece başını yastığa korkuyla koymana yetiyor olmalı. Bana baktığında ne görüyorsun? Gördüğün her şeyin bin katıyım. Bu eve geldin, evime girdin, karşıma geçtin, gözlerime bakıp benimle alay edebileceğini zannettin ama bilmediğin bir şey var, bu eve attığın adım senin ömründen uzun yıllar olarak kesildi. Ne kadar yaşayacağı belirsiz bir canlı için oldukça cesur mu yoksa aptalca bir hareket mi bu? İzleyelim, görelim.”
Emsal’in uzun süren sessizliğinden, birbirlerine kenetlenen bakışlarını görmeden de hayal edebiliyordum. Gurur’un kelimelerinin onda büyük ölçüde korku yaratmış olduğunu biliyordum çünkü Gurur sessizken bile Emsal ondan korkuyor, ona saldırıyor, onu yok etmenin planlarını yapıyordu. Şimdiyse Gurur hiç olmadığı kadar gürültülüydü, karşısındaydı ve cümlelerin silah yerine kullanabildiğini o adama kanıtlıyordu.
“Zaman seni kocaman bir adama çevirmiş, oğlum,” dediğinde Gurur’un bakışlarını hayal edemedim. Son kelimenin ruhunu bir taş olup ezdiğini biliyordum ama ifadesi gözlerimin önünde belirginleşemedi. Sıkılı dişleriyle babasına baktığını hissediyordum, hepsi buydu. “Ama yine o zaman, seni kocaman bir adama çevirirken, bir zamanlar karşımda titreyerek duran o küçük erkek çocuğunu yok etmeyi becerememiş. Ben sana bakınca yetişkin bir adam ve hâlâ benim yansımam olan küçük bir canavar görüyorum. O canavarı büyüttün, benden saklayarak bugüne dek getirdin ve şimdi karşındayım. Canavarınla tanışmama izin ver.”
Söyledikleri kafamın içinde uçsuz bucaksız düşünce girdapları yaratırken kaşlarımı çattım. Emsal derin bir nefes aldığında Gurur hâlâ sessizdi.
“Gurur,” dedi Emsal tek nefeste. “Büyümüş, kendine bir balerin bulmuşsun ama unuttuğun bir şey var, sen hâlâ tek bacağı kopuk bir kurşun askersin ve masalın sonu asla değişmez. Senin gibi canavarlar, balerinleri kendilerinden sadece kaçırırlar. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Eylül ayrıldığınızı söyledi. Sana daha fazla katlanamamasına şaşırmadım, ona şöyle bir baktım da, kimse senin gibi hasarlı bir parçayı istemezdi, öyle değil mi?” Bu soru, benim içimdeki yırtıcının dişlerini çıkarmasına neden olduğu gibi Gurur’un içindeki canavarın da zincirlerini zorladı ve bir patırtı sesi duyuldu. Korkuyla geriledim, sonra o sesin sebebini merak ederek aralık kapıya yaklaştım.
Gurur, büyük avucunun içine babasının boğazını almış, başparmağı babasının çenesini tehditkârca ezerken babasının nefesini kesmek ona zevk veriyormuş gibi ruhsuz gözlerini Emsal’in gözlerine dikmişti. Emsal, tezgâha yaslı hâlde, şokla Gurur’a bakarken, bu atağı beklemediği düpedüz belliydi. Eylül evdeyken böyle bir şey olmaz sanıyordu ama olmuştu. Kırması Gurur için oldukça kolay olan boynu, Gurur’un parmaklarının arasındaydı.
“Bana bak,” dedi Gurur gözünü bile kırpmadan babasının gözlerinin içine bakarken. “Senin kim olduğunu biliyorum, senin yürüdüğün karların üzerinde sadece senin ayak izin var sanıyorsun ama ben senin ayak izlerine basarak iz bırakmadan senin arkandan geliyorum. Bu gözlere iyi bak. Sırtında balerin saplı çocuk muyum? Rakı şişesini kırıp boğazına dayadığın çocuk muyum? Bak lan. Sırtında bir şeyleri kırıp durduğun, arkadaşlarının önüne sunduğun, soğukta yalın ayak sokakta bıraktığın, kasığına bıçak soktuğun çocuk muyum?” Bir an irkildim. Yüzü babasının yüzünün sınırlarına girdi. “Haklısın. Ben hasarlı bir parçayım, senin oğlunum, aynaya bak ve yapabileceklerini hatırla, yapabileceğin her şeyin bin katını yapabilirim çünkü senin daha korkutucu olan, nefret dolu yansımanım.”
Emsal’in boğazından kayan yutkunuşu gördüm, o yutkunuş canını yakmış olmalıydı çünkü Gurur’un büyük eli hâlâ onun boğazına sarılıydı.
“O kız mı seni terk etti yoksa sen mi onu?” diye sorduğunda, nefes alamıyor oluşuna rağmen can çekişerek sorduğu bu soru, Gurur’u duraksattı. Gurur iyi bir oyuncuydu, yüzüne yerleşen parçalanmış ifadenin bilerek derisinin üzerine yayıldığını ve gözlerinde sahne almaya başladığını biliyordum. Emsal istediğini almış gibi sırıttı. “Bakışlarından anlıyorum ki o seni terk etmiş. Tam da düşündüğüm gibi. Seninle ne kadar da benziyoruz. Sonunda her zaman terk ediliriz, oğlum.”
“Annem seni neden terk etti, biliyor musun?” Gurur bu soruyu sorduğu anda, Emsal’in bakışlarına karanlık çöktü. Gurur, babasının kulağına yaklaştı ve sinsice, “Çünkü gavatın tekisin, baba,” diye fısıldadı. “Sapık, ezik, aşağılık kompleksi olan, bu hayatta sevgiyi bir kez olsun tatmamış, sevilmemiş, sevmemiş, babası tarafından bile örselenmiş, hiçbir zaman ölen kardeşinin gördüğü değeri görmemiş, ucubenin tekisin. Bense kadınım için ölürdüm. Kadınıma değen gözleri deşer, yuvalarından çıkarırdım. Baba, sen baba sevgisi görmediğini iddia edip her sapkınlığını buna bağlayan bir ucubeyken, ben senin evinde büyüyüp adam olabildim.” Geri çekilip babasına gülümseyerek baktı ama bu gülümseme, ruh hastalığının eşiğiydi; psikopatçaydı. “Sana bakıyorum, yansımama ve aynanın hatalı olduğunu görüyorum. Ne yazık baba, sen benim aynamsan, seni sadece lunaparklardaki şaka aynalarına benzetirdim çünkü sen asıl beni yansıtamayacak türden birisisin. Bana bak da gözlerin adam nedir görsün.”
Emsal’in boğazını bırakıp alaycı bir tavırla parmaklarını babasının çenesine koyup çenesini yana itti. Emsal’in başı yana çevrildiği için artık yüz ifadesini göremiyordum ama hareketsizdi, hiçbir atakta bulunmuyordu, Gurur’un söylediklerini sindirmek için mi susuyordu yoksa korkusundan mı, işte bunu bilmiyordum.
“Değersiz hayatını elinden almam için ayağıma kadar geldin ama kız kardeşime travma yaratmayacağım. Senin bozuk kanın, benim damarlarımı yeterince ağrıttı, onun damarlarına yük etmeyeceğim ulan seni.” Emsal’in yüzüne öfkeyle bakmaya devam etti. “Ama sonunda, tüm kanıtları topladığımda, senin kimliğin artık kaçışın dahi olmadığında, benim bıçağım senin içine ak girecek al çıkacak.”
Emsal’in dudaklarına karanlık bir tebessüm yerleşti. “Ne kanıtı?” diye sordu. Vatan haini olduğunu oğlunun da dudaklarından duymak istiyordu çünkü bir askere kötü hissettirmenin yolu, ona aynı kandan birinin ihanetini hissettirmek olurdu. “Söylesene, ne kanıtı? Söyle oğlum, ne olduğumdan şüpheleniyorsun?”
Gurur’un dudakları yukarı kıvrıldı. “Seni yok etmek benim için çok kolay.”
“Neden yok etmiyorsun?”
“Kim bilir, belki seninle biraz oynamak istiyorumdur.” Gurur geri çekildi. “Şimdi ne yap ne net, ben sakinliğimi yitirmeden, şuradaki bıçağı alıp senin soluk boşluğuna binlerce kez saplamadan evimden git. İyi bir bahane bul ve defol git.”
Emsal, “Eylül olduğu sürece bana elini bile sürmezsin,” dediğinde, “Sürmem mi?” diye sordu Gurur sertçe. “Az önce son nefesin parmaklarımın arasında asılı duruyordu. Öyle kesin konuşma, puşt.” Gurur bir adım uzaklaştı. “Evimden gidiyorsun. Kız kardeşimle arandaki mesafeyi artırıyorsun, bitmiş olsun olmasın, eski olsun olmasın, sevgilimden de uzak duruyorsun. Biten ilişkim hakkında senin o amcık ağzın açılamaz, sikerim o ağzını senin.” Gurur derin bir nefes alıp, yüzüne ruhsuz bir gülümseme ekledi. “Şimdi o küçük beynini çalıştır da siktir olup gidebileceğin bir bahane uydur, bunu yaparken sakın küçük kızımı inciteyim deme.”
Emsal bir şeyler söylemedi, sadece oğlunun gözlerinin içine baktı. Söyleyeceklerinin sonu olabileceğini hissettiğini gördüm. Bir adım geri çekildim, ardından bakışlarım holün öteki ucuna çevrildi ve Eylül’ün merdivenlerden inmeye başladığını fark edince hızla salona yöneldim.
Eylül’ün tedirgin bakışları önce koridora, sonra da bana dokundu ve “Hâlâ oradalar mı?” diye sordu, sesi de bakışları kadar tedirgindi.
“Evet,” dedim. “Neden bu kadar tedirgin görünüyorsun?”
Sorum bakışlarının daha da karmaşıklaşmasına neden oldu. “Onlar pek iyi anlaşamıyor,” dedi, bana kendini açıyor oluşuna şaşırdım. Madem bunu görüyordu, neden babasını buraya getiriyordu? Gözlerine bunu sorar gibi baktığımda, “Kendimi bildim bileli abim, babamdan uzak bir insandı,” dedi her şeyden bihaber olduğunu göstererek. Muhtemelen Gurur o işkenceleri görürken Eylül henüz bir bebek bile değildi. Yaşını düşünecek olursak, evdeki kâbuslardan bihaber olması çok da garip gelmiyordu. Emsal onu sağlam zehirlemişti. Eylül, sessizce bana doğru ilerledi. “Babam da abilerim de birbirlerine karşı çok sessizler. İyi bir şey yapmak istedim. Onları yan yana getirirsem, sizin ayrılığınız hakkında abime akıl verir, baba-oğul olabilirler, sizin aranızı düzeltirken ikisinin arasını da düzeltmiş olurum diye düşündüm. Çok mu çocukça bir düşünceydi? Belki de bencilceydi.”
Eylül gözlerini boşluğa çevirdi, ona karşı içimdeki şefkati tutamadım. Elimi omzuna koyduğumda yeniden bana baktı. “Aralarının neden bozuk olduğunu bilmeden aralarına girip köprü olmaya çalışman hem bencilce hem de çok düşünceli bir davranış,” dedim. “Ama bırak da bunu kendi aralarında çözsünler. Çözülecek bir durumsa, zaten çözeceklerdir, değil mi?”
“Tek istediğim, abime destek olmasıydı. Olmak da istiyordu. Yol boyunca sizi anlatmamı istedi, ilişkinizi dinlerken mutlu görünüyordu. Sonunda abimi mutlu edecek biri olduğu için gerçekten mutluydu,” dedi Eylül, bir an öfke içimde büyüdü ve soğuk bir şekilde elimi geri çekip Eylül’e hissiz gözlerle baktım. Hiçbir suçu olmamasına rağmen içimde asıp kesmeye başlayan o hâkimin sesini durduramıyordum.
“Bence abinle babanın arasına girme,” dedim sessizce.
Eylül gözlerimin içine dikkatle bakarak, “Senin erkek kardeşin ve baban arasında böyle duvarlar yok, olsaydı sen de benim gibi davranırdın,” dedi. “Orada durup yapma demek kolay.”
Cümleleri yumuşak olsa da altında bıçaklar saklıydı, yine de bunu umursamadan sakinliğimi koruyarak onun gözlerine bakmayı sürdürdüm. Eylül göz kontağımızı kesip arkama baktığında, koridordan bize doğru ilerleyen kişinin Emsal olduğunu biliyordum.
“Acil çıkmam gerekiyor,” dedi Emsal yumuşak bir gülümsemeyle. “Zeliha olmalı ismin, seninle tanıştığıma çok sevindim. Umarım yeniden karşılaşırız.”
Ona sadece baktım. Tiksinti kanımın içinde dolaşan bir iğne gibiydi. Eylül huzursuzca, “Baba,” dediğinde bakışlarım ona çevrildi. “Bir şey mi oldu?”
Emsal iki adım sonra Eylül’ün önündeydi. Avuçlarını kızının yüzüne yaklaştırıp, küçük yüzünü avuçladığında içimdeki bulantı hissi soluk boruma yükseldi. Eylül her şeyi öğrendiğinde, yıkım çok büyük olmayacak mıydı? Gurur yıkımı geciktirmeye çalışarak alınacak hasarı daha da büyütmüyor muydu? Birden Eylül’ün çok büyük bir haksızlığa uğradığını hissederek içimdeki merhamet duygusunun pençeleri arasına alındım.
“Abim mi git dedi?” diye sordu babasına sessizce.
“Neden böyle bir şey istesin ki?” Emsal zehirli fakat dışarıdan sıcak görünen gülümsemesiyle kızına baktı. “Hayır, sadece işim var. Tekrar geliriz, olur mu? Zaten bir süreliğine buralarda olacağım.”
Eylül buna inanmamışa benziyordu. Aslında inanmaması gereken bu değildi. Eylül’ün tenine zehir yayan parmaklarına baktım. Şefkat, bir babadan kızına bulaşan şifa gibi görünüyordu ama hayır, bu şifa değildi, bu şifa sanılan şey bir gün Eylül’ü kendi içinde öldürmeye başlayacaktı. Vicdanım göğsümün içinde susturması zor bir çocuk gibi tepinmeye başladığında gözlerimi onlardan ayırdım.
Emsal, “Benimle mi geleceksin, abinle mi kalacaksın?” diye sorduğunda Eylül duraksadı.
“Geleceğim. Beni aşağıda bekler misin?”
“Tabii, çok gecikme olur mu?” Emsal gülümseyerek bana dönünce içimdeki iğrenti hissine rağmen yumuşak bir şekilde ona bakmaya çalıştım. “Seni tanıdığıma çok sevindim. Tekrar görüşmek isterim. Aranızdaki sorunları halledin, olur mu? Oğlum için ne kadar kıymetli olduğunu kızımdan dinledim. Ona iyi geliyorsun, sana çok ihtiyacı var, onu yalnız bırakma.”
Tüm bu cümleler, söylemeye çalıştıklarının tam tersini yansıtıyordu. Oysa kafasının içindeki karanlığı görebiliyor, sesindeki yalanların altına gizlediği doğruları duyabiliyordum. Gurur’a iyi gelen her şeyi onun elinden almak istiyordu, onu yalnız bırakmak, mahvetmek, yok etmek istiyordu. Bir babanın oğlu için istemeyeceği her şeyi, o oğluna yapan kişi olmak istiyordu. Bunu gördüğümü biliyormuş gibi bana daha derin bir gülümsemeyle baktığında, olduğum yere çöküp kusma ihtiyacıyla dişlerimi sıktım.
Emsal evden çıkıp gitti, Eylül geride bizimle kaldı ve kaosun ayak seslerini duymaya başladım. Gurur mutfaktan çıktığında, Eylül hâlâ babasının bıraktığı yerde, yüzünde memnuniyetsiz, hatta kırgınlık dolu bir ifadeyle abisine bakıyordu. Gurur bunu fark etti ama tepki vermedi, sessizce Eylül’ün önüne kadar yürüdü, elini Eylül’ün yüzüne uzatıyordu ki Eylül, bir adım geri çekilip, “Neden?” diye sordu. Gurur da ben de bu sorunun uzun hâlini görebiliyorduk ama Eylül durmadı, gördüğümüzü duymamızı da sağladı. “Tek istediğim ikinizin arasını düzeltebilmekti. Babamla da. Zeliha ablayla da.” Gözlerini abisinden çekmedi. “Babamı o kadar kısıtlı görüyor, o kadar kısıtlı haberini alıyorum ki tek bir an mutluluğumu sana göstermek istedim, babamız burada demek istedim, bak demek istedim, sadece benim için değil senin için de geldi dedim ama Cesur da sen de duvarlarınızın arkasına geçip beni ve babamı dışarıda bırakmayı seçtiniz. Yıllardır olduğu gibi.”
Zehirli kelimelerin Gurur’a neler hissettirdiğini bildiğim için mi kalbim bu kadar kırılmıştı? Yoksa Gurur’un kalbi mi göğsümün altındaydı da kırılan kalbinin ağrısını ben hissediyordum?
Gurur tek kelime etmedi, sadece havada asılı kalan elini indirip kız kardeşinin gözlerinin içine bakmaya devam etti. “Sana destek olmak istedi. Seni mutlu eden biriyle aranı düzeltmek istedi.” Eylül bu cümleleri kurarken abisine saf bir kırgınlıkla bakıyordu ama bu kırgınlık, içimdeki vicdanı beslemiyor, aksine öldürüyordu; artık gözlerimde sadece öfke vardı ve bunu durdurabileceğimi zannetmiyordum. Eylül başını iki yana sallarken, “Onu kapı dışarı ettin, değil mi? Ona neler söyledin kim bilir? Aranızda geçenleri tam olarak bilmiyor olabilirim ama sana yaklaşmaya çalıştığını biliyorum. Sana baba olmaya çalışıyor.”
Gurur buna da cevap vermedi, sadece kız kardeşinin gözlerinin içine bakmaya devam etti.
“Anlıyorum, belki de kırgınsın, gidip gelmediğine kızgınsın, arayıp sormadığına kırgınsın ama…” Eylül sustu, bir süre bekledi, ardından derin bir nefes aldı. “Ona bir şans vermiyorsun. Çabalıyor. Sık sık ortadan kaybolsa bile iyi bir baba olabilmek için uğraşıyor.” Sevginin bir insanın gözlerini nasıl kör ettiğini, işte tam da bu kelimeler zihnime öfkenin hatlarını çizerken daha iyi anlamıştım.
Gurur susmaya devam etti.
“Hiçbir şey söylemeyecek misin abi?”
Gurur, “Seni dinliyorum,” dedi sadece.
“O kadar uzun zaman onsuz kaldım ki… Ara sıra sesini duyarak, bazen mektuplarını okuyarak. Bazen yüzü bile silindi gitti gözümün önünden. Düşündüm abi, çok düşündüm. Acaba benden bu kadar uzak durmasının nedeni sen misin diye düşündüm ve bunu düşündüğüm her gece kendimden nefret ettim. Çünkü sen her zaman hem abi hem baba oldun bana ama babam bana yaklaşamadı çünkü sınırlarımı sen çizdin, dikenli teller ördün etrafıma. O ise dikenli tellere rağmen geliyor, kanamak pahasına bize doğru yürüyor ama sen hâlâ onun yollarına mayın döşemek derdindesin.”
Eylül’ün söyledikleri kanımı dondurduğu için birden bir adım öne çıktım ama Gurur, elini arkaya atıp büyük avucunu şefkatle karnıma bastırıp beni durdurdu. Eylül, Gurur’a öyle dikkatli bakıyordu ki bu teması fark etmedi bile.
“Abi, babam senin düşmanın değil, onu yeniden kaçırma, yeniden hayatımdaki silik bir gölgeye dönüşmesine neden olma. Bunu kaldıramam. Anlıyor musun? Seni suçlamayı ve biraz daha onsuz kalmayı kaldıramam.”
“Eylül,” dedim Gurur’un beni şefkatle durduran eline aldırış etmeden. “Sence de biraz aşırıya kaçmıyor musun? Bu cümleler sağlıklı bir şekilde kurulmuş cümleler değil çünkü.”
Eylül’ün gözleri bana çevrildi. “Seninle değil, abimle konuşuyorum. Araya gireyim deme sakın.”
“Benimle konuşurken, onunla da konuştuğunu var say, Eylül,” dedi Gurur ilk kez, bu, Eylül’ün söylediklerine sustuğu süre zarfı boyunca konuştuğu ilk andı.
“Söylediğim hiçbir şeye verecek cevabın yok ama ona söylediğim şeylere onun yerine cevap veriyorsun, öyle mi abi?” Eylül’ün sesini yükselten bu durum, Gurur’un sakinliğindeki yaprakların birini bile oynatmadı. “Sen ayrıldığın kadını bile babamın, benim önüme koyabiliyorsun. Bunu anladım.”
Bir şey söyleyemedim. Karışmamam gerektiğini bildiğim hâlde atakta bulunduğum için pişmanlık göğsüme huzursuz gölgeler yaymıştı ama bu duruma susmak çok zordu; Gurur’a böyle hissettirilen bir ortamda susmak çok zordu.
“Senin ayrıldığın dediğin kadını hâlâ seviyorum ben, bir ilişki bitince ertesi gün o kişiyi sevmeyi bırakmazsın,” dedi Gurur sertçe. “Senin yerin ayrı, onun yeri ayrı. Ne o senin önüne geçmeye çalışır ne de sen karşımda durup onun önünde olman gerektiğini haykırabilirsin. Karşındaki kız sana kötü tek bir kelime etmedi. Sinirle kurduğun cümleler beni değil, seni de rahatsız edecek, gördü de dur istedi. Ama sen çeneni havaya dikip ona bu cümleleri kurabiliyorsun, onun önünde bana onunla ilgili bunları söyleyebiliyorsun. Ben seni böyle yetiştirmedim, sen kalbin kırıldığında kalp kıran bir çocuk değilsin. Hiç olmadın. Kendine gel.” Eylül duvara toslamış gibi abisine bakakaldı. “Yarın öbür gün hayat bu Eylül, belli olmaz, arkamda duran bu kız yanımda durur, karım olur, senin de yengen olur, ona nerede konuşması, nerede susması gerektiğini söyleyemeyeceğin bir pozisyona düşersiniz, benim olduğu gibi senin de ailen olur, bilemezsin. O yüzden pasif agresif hâllerine bir an evvel son ver, Zeliha’yla da bir daha o tonlamayla konuşayım deme abim.”
Eylül, abisinden ilk kez böyle şeyler duyuyormuş gibi sessizce, şaşkınlığını gizlemeden abisini izlerken, ben de maruz kaldığım bu cümleler karşısında elim ayağım, tüm gücüm çekilmiş gibi hissediyordum. Nabzım, vücudumun her noktasında ölümcül bir virüs gibi hızla dolaşıyordu. Bir yanım, Eylül’e böyle sert konuşmasına üzülüyor, bir yanım ise kurduğu cümlelerin anlamları altında bir buzun güneşin dokunuşları altında eridiği gibi usul usul eriyordu.
“Sen biten ilişkine bile ihtimaller diziyorsun ama babama dair hiçbir ihtimalin yok, abi,” dedi Eylül hayal kırıklığıyla. Bakışları bana çevrildiğinde, o gözlerde nefret göreceğimi sansam da öyle olmadı. “Özür dilerim, Zeliha abla,” dedi içtenlikle. “Benim amacım seni üzmek değildi, kırmak hiç değildi. Sesimin tonunu ayarlayamadım, kusura bakma.” Bir şey söyleyemeden Eylül’e bakmaya devam ettim, o da benden bir şey duymayı bekliyor gibi görünmüyordu. Eylül’ün bakışları tekrardan abisine döndüğünde, “Kafan bu kadar doluyken çocuksu isteklerimle, bencilliklerimle seni zor durumda bıraktıysam özür dilerim,” dedi ama bu cümle, bana kurduğu içten cümlenin aksine sitem yüklüydü. “Bir daha olmaz.”
Eylül kapıya yöneldiğinde Gurur onu durdurur diye umdum ama umduğum gibi olmadı. Eylül kapıyı açıp dışarı çıktığında Gurur olduğu yerde hareketsiz duruyor, kız kardeşinin gidişine dahi bakmıyordu. Eylül kapıyı kapattığı anda Gurur’un önüne geçip, gözlerinin içine bakmaya çalıştım ama bana değil, boşluğa bakıyordu. Parmaklarımın ucunda yükselip çenesine dokundum, köşeli çenesi seğirirken gözlerini usulca bana doğru indirdi. Gözlerimiz birleştiğinde, içindeki yangını gözlerinde gördüm. Ela gözleri geçmişin gölgeleri tarafından boğuluyor, bakışları benden yardım dileniyordu. Birden bu bana saf, içimi delip geçen kahrolası bir ızdırap hissettirdi.
“Geçti,” diyebildim, geçmediğini bile bile.
Bana gülümsedi, geçmediğini bilmeme rağmen onu dindirmek istememe mi gülümsedi yoksa saf mı olduğumu düşündü bilmiyordum ama gülümsemesi içimde çok derinlere dokundu. Parmaklarımın ucunda biraz daha yükselip, kollarımı onun boynuna sardığımda başta ellerini kaldıracak hâli yokmuş gibi öylece durdu, sonra büyük avuçlarını belime yerleştirdi ve güçsüz bir şekilde bana sarıldı. Kafasında ne yapması gerektiğini tartıyor muydu? Yoksa sadece hisleri tarafından ele geçirilmiş, kanıyor, yanıyor ve için için tükeniyor muydu? Parmaklarım ensesinde dolaşırken onu bu hayatta yoran, üzen, tüketen her şeyi yok edebilmeyi diledim. Onu tüketen, yok eden, üzen şey bensem, kendimi bile usulca onun hayatından siler, yok ederdim.
“Sen yanımdasın, sen yanımdayken biliyorum ki geçecek, en geçmeyecek dediklerimi bile geçiren varlığın, biliyorum Zelzele’m, bunu da geçirecek.”
Parmaklarım ensesinde tüy gibi dolaşırken, “Maruz kaldığın her şey adına özür dilerim,” dedim. “Durduramadığım her şey benim de içimde dağ oluyor ama senin içindeki dağları görünce kendi dağımdan bahsetmeye utanıyorum.”
“Bu gecenin yaşanacağını biliyordum,” dedi kısa bir sessizliğin ardından. “Bir sonraki hamlesinin benim kolumu bacağımı kopartmaya çalışmak olacağını biliyordum. Buna hazırlıklıydım.” Eylül’ün gözlerindeki kırgınlığa, sesindeki suçlamaya hazır değildi. Hazır olduğu şey bu değildi. Sessizce ona sarılmaya devam ettim. İhtiyacı olan buymuş gibiydi ama biliyordum, aslında iyileşmek için yeniden doğup, yeniden çocuk olmaya ihtiyacı vardı.
“Keşke seni her şeyden korumanın bir yolunu bulabilseydim,” diye mırıldandım elimde olmadan. Bu, yüzünü boynuma saklamasına neden oldu ve bu hareketi bana çok masum, çok saf hissettirdi; sanki tam şu an gerçek bir çocuktu ve o çocuk bana sığınıyordu.
“Sen yanımdayken daha kolay,” dedi. “Bunu bildiği için seni benden almak istedi. Senin benim zaafım, benim düşkünlüğüm, benim saplantım ve tamamıyla hayatım olduğunun farkına varmış. Beni öldürmektense seni elimden almanın beni daha çok bitireceğini, yok edeceğini biliyor. Ama sen yanımdasın. Ona rağmen buradasın. Bunu başaramadı.” Sessizce, tane tane konuşması göğsümdeki ağrıyı artırdı. Ona duyduğum şefkatin beni öldürebilecek kadar kuvvetli olduğunu ve o şefkatin altında ezildiğimi hissettim. “Sen yanımdayken her şeyle savaşabilirim, bu sorun değil, sorun değil.”
“Eylül, söyledikleri için pişmanlık duymaya başlamıştır bile. O seni çok seviyor, sadece abi gibi değil, baba gibi de görüyor,” dediğimde sessizleşti. Ensesinin üstünde ilerleyen parmaklarım kumral saçlarının arasına süzüldü. Saçlarını içimdeki sevgiyi parmak uçlarımda hissederek okşarken, “Hiçbir şeyi bilmiyor, Gurur,” diye fısıldadım. “Eğer babasının nasıl bir canavar olduğunu bilseydi böyle olmazdı. Sen ve Cesur, o canavarı görmüşsünüz, o ise hep babasını görmüş. Ona gerçekleri borçlusunuz ama biliyorum, bu gerçekler söylemesi öyle kolay şeyler değil.”
“Ona bunu yapamam.”
“Ama…”
“Bir gün o iti yok ettiğimde, Eylül babasının bir yerlerde yaşadığını bilerek yaşayabilir, onu hiç görmeden, sesini duymadan da sevebilir ama olup biteni bilirse, Eylül ölene dek iyileşemez. Çünkü ne kadar bir erkek çocuğu olsam da biliyorum, bir kız çocuğunu babasından başka hiçbir erkek yıkamaz.”
“Eylül’ü kullanıyor,” dediğimde, “Kullanıyor belki ama aynı zamanda Eylül’ü seviyor,” dedi ve bu şaşkınlığımı besledi. Parmaklarım saçlarında daha derine ulaştığında, “Benim ve Cesur’un aksine, Eylül’ü çocuğu olarak benimseyip bağrına basabilmişti,” diye mırıldandı.
Ne diyeceğimi bilemediğimden sustum, o da sustu ve birbirimize yaslanmış hâlde öylece durduk. Kollarımı usulca gevşettiğimde o da yavaşça geri çekildi. Bir adım gerileyip kafamı kaldırdım ve gölgelerin devrildiği gözlerine baktım.
“Senin için yapmamı istediğin bir şey var mı?” diye sorduğumda, dudaklarına buruk, zayıf bir gülümseme çizildi. Dikkatle gözlerimin içine baktı.
“Varlığın yetiyor.”
“Benden bir şey iste,” diye direttim. “Sana çay yapayım mı? Ya da kahve.”
Bir adım yaklaşıp elini bel boşluğuma yerleştirerek beni kendisine çekince bedenlerimiz birbirine yaslandı. Artan nabzımla kafamı kaldırıp şaşkına dönmüş hâlde ona baktım. “Ne istediğim belli değil mi? Bunu sana sık sık hissettirmiyor muyum?” diye sordu, bakışlarına sinen o karmaşanın içinde tutkuya dair gölgeler de gördüm. Tam dudaklarımı aralayacakken, bel boşluğumdaki parmaklarını hareket ettirip tenime tüy gibi dokunuşlar bırakarak, “Kahve,” dedi gözlerimin içine baka baka. “Kahve olur.”
Beni serbest bıraktığında bile dokunuşlarının şaşkınlığını zihnimde ve tenimde hissetmeye devam ettim.
Gözlerimiz birbirinden ayrılmadı. “Kahve?” dedi sorar gibi, başımı hızlıca salladığımdaysa bu çocuksu hâlim onu gülümsetti. Bu, belki de bu gecenin ilk içten gülümsemesiydi. Yavaşça ondan uzaklaşıp mutfağa yöneldiğimde arkamdan gelmedi. Sessizlik içinde ona bir kupa kahve hazırladım, salona döndüğümde koltuğun ucuna oturmuş, şehre çöken karanlığı ve o karanlığı bıçaklarından geçiren sokak lambalarının yarattığı aydınlığı izliyordu. Beni fark etmedi, tam önüne geldiğimdeyse kafasını kaldırıp dalgın gözlerle gözlerimin içine baktı.
Kahve kupasını elimden alırken, “Ayrılığımıza inanıyor,” dedi, bu cümleyi başta algılayamasam da yanındaki boşluğa oturduğumda artık neyden bahsettiğini biliyordum.
“Bunu nasıl anladın?”
“Gözlerinde gördüm. Çocukluğumdan beri onu analiz etme konusunda iyiyimdir. Şüphelerini saklayamaz, hissettiklerini ve korkularını saklamak konusunda da tam bir kalastır. Çözmesi zor bir karakter değil, aksine, benim için o bir çocuk oyuncağıydı ve ben çocukken ondan başka oyuncağım yoktu. Onu çözmek benim için oyun oynamak gibi bir şeydi yani.”
“İnanması bizim için iyi,” dediğimde başını salladı.
“Durmayacak,” dedi. “Senden bir şeyler istemeye devam edecek çünkü benim canımı yakmaya ihtiyacı var.”
Kaşlarım çatıldı. “Bu oyunu sonlandırmak senin elinde.”
Gurur derin bir nefes alıp kahve kupasının içindeki durgun kahveye baktı. “Eylül’ü onun yokluğuna hazırlamam lazım, bunun yanında içinde olduğu şebekeyi de çökertmenin yolu, ona kazandığını hissettirmekten geçiyor. Birden üzerine çullanırsam arkasında bıraktığı pislikler can yakmaya devam edecek. Sadece intikam odaklı ilerleyemem, bu benim onuruma, gururuma ters. İnançlarıma, koruduklarıma, içtiğim antlara ters.”
Sessizce başımı sallayıp bacaklarımı yukarı çekerek bağdaş kurdum. Bir süre hiç konuşmadı, sadece kahvesini içti ve dalgın gözlerini tek bir noktaya sabitleyerek düşündü. Kahvesini bitirdiğinde bir elini dizime yerleştirdi, dizimi okşadı ve “Ver bakayım şunları,” dedi, neyden bahsettiğini anlayamadan bacaklarımı kucağına çekti ve bileklerime, dizlerime masaj yapmaya başladı. Anlam veremediğim bu hareketi anında bedenimi gevşetmiş olsa da yüzümdeki şaşkınlık uzun süre kaybolmadı.
“Neden?” diye sorabildim parmakları dizlerimde, dizlerimin altında ve bileklerimde ritmik bir şekilde hareket ederken.
“Sen bana kahve yaptın, ben de sana masaj yapıyorum. Bir sana hizmet, bir de vatana.” Gülümseyerek bana bakıp göz kırptı, bakışlarımı kaçırıp dizlerime indirdim ve o masajına devam ederken sadece ellerini izledim. “Ne o?” diye sordu birdenbire. “Utandırdım mı seni yoksa?”
“Yoo.”
“Gözünü kaçırıyorsun, bakmıyorsun hiç. Utanmışsın demek ki. Çok mu utandın?” Dudaklarında muzip bir gülümsemeyle bacaklarıma masaj yapmaya devam ederken sorusuna bir cevap alamayacağını biliyor olmalıydı. “Isırırım seni he, yüzün de pancara döndü saniyesinde. Boynuna kadar kızardın, bordoya doğru gidiyorsun.”
“Sen de inadına devam ettirme o zaman.”
“Benim hoşuma gidiyor senin kızarıp bozarman, neden devam ettirmeyeyim ki?”
Gözlerinin içine baktığımda, çocuk gibi saf saf bana baktığını görünce yanaklarım daha da ısındı. “Koca dana.”
“Baştaki koca kelimesinden yola çıkarak karım olmak istediğin kanısına varıyorum şu an ya.”
Bacağımı kırıp karnına vurunca gülerek aniden üzerime abandı, bacağım karnının altında kalınca yüzümü buruşturdum ama geri çekilmedi. Dudaklarını yanağıma bastırıp geri çekilirken bir an için bakışları yeniden durgunlaşmıştı.
“Çok yorgun görünüyorsun, komando,” dediğim an gözleri daldığı boşluktan süzülerek bana doğru geldi. “Seni uyutmamı ister misin?”
“Çok yorgunum,” diye itiraf etmesini beklemediğim için yutkundum. “Beni senden başka hiçbir şey uyutmazmış bu gece.”
“Başka gecelerde de seni benden başka bir şey uyutamaz ki.”
Kendimden emin bir şekilde kurduğum cümleyle beraber, birden ayağa kalktı ve hiç beklemediğim bir anda beni kucaklayıp sırtına attı. Artık bu koca bedenin beni birden sırtlamasına alışmaya başladığımdan sesimi çıkaramadım. Bir elini kalçama koyup hafifçe kalçama vurduğunda, bu bana kısık bir çığlık attırdı.
“Öyle bilmiş bilmiş konuşursan seni mideme indiririm,” dedi üst kata uzanan basamakları ben sırtındayken tırmanırken.
“Midene indirmeden önce benim beynimi ağzıma indireceksin galiba ya, başım döndü böyle,” diye söylendim.
“O kadar hoşuna gidiyor ki seni sırtlayıp götürmem, hiç boşuna ağız yapma bana, şu an sırtımda sıvı formuna geçtin.”
“Senin canın benim erimemi istemiş, bunlar hep iftira.”
“Hadi oradan, dilli düdük. Bir şeyleri gizlemeye çalışırken o dilin hemen dışarı çıkıyor. Az önce utançtan sesin çıkmıyordu. Dilsiz Yener’e dönüşmüştün.”
Kalçasına vurma isteğiyle dolsam da yapmadım çünkü bunu yaparsam bana daha fazlasıyla karşılık vereceğine emindim. Yatak odasına girdiğimizde beni un çuvalıymışım gibi yatağa fırlatınca ciyakladım, bu ona keyifli bir kahkaha attırdı. Kalbimin yumuşadığını hissettim, kahkahasını duymak bana ilaç gibi gelmişti ama merak ediyordum, bu gece ben ona ilaç olabilecek miydim?
Yatağın ortasına gidip gözlerimi ona çevirdiğimde, üzerindekini sıyırıp çıkardı, bakışlarım koca bedenine takılıp kalınca burnundan sert bir nefes vererek gülüp, “Çok mu dikkatini çekiyorum?” diye sordu. “O ceylan gözlerini benden tek bir an ayıramıyorsun. Büyülendin galiba sen, Zeliha.”
“Sen sana büyüleneyim diye hep bir şov hâlindesin canım, ne yapayım, daha fazla yerlere yatma diye büyülenmiş taklidi yapıyorum.”
Gözlerini devirerek gülüp altındakini bir anda indirince nefesim kesildi. Onu örten siyah bir iç çamaşırı dışında hiçbir şey kalmamıştı. Gözlerim uzun, kalın, kaslı ve damarların sarmaşık gibi sardığı bacaklarına kaydı. Bakışlarım usul usul kasıklarına dek geldiğinde, bana doğru bir adım atıp dizini yatağa bastırdı ve yatak onun koca cüssesinin baskısıyla çöktü. Gözlerimiz birbirine değdiğinde, o inanılmaz çekim işte yine oradaydı.
“O ağzını kapat, sinek girer, bir şeyler illaki girer,” diye fısıldayınca dudaklarımın aralık olduğunu fark edip sertçe yutkunarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Gülümsemesinin karanlık gibi koyulaştığını fark ettiğimde bana biraz daha yaklaştı, diğer dizini de yatağa koydu ve şimdi iki bacağının arasında, onun altındaydım.
“Sen böyle içinde olduğun odayı, üstünde yattığın yatağı falan cennet mi yapacaksın ya?” diye sorunca gözlerimi kaçırdım ama çenemi tutup bakışlarımı ona çevirmemi sağlayınca göz temasımıza engel olamadım. “Cevap?”
“Bana sarasın mı geldi senin bu gece?”
“Benim senden başka kimseye sarasım gelmiyor.” Aniden yana doğru devrilip yanıma uzanınca sertçe yutkunup tavana baktım. Gurur, “Gel, sarayım bir seni, kendime geleyim, şöyle bir kokunu içime çekeyim, mis,” diyerek kolunu yana doğru açınca, usulca ona doğru dönüp yanağımı göğsüne bastırdım. Çıplak göğsü soğuktu, teni mermer gibiydi, serinliği hep hoşuma gidiyordu. Yüzünü saçlarıma soktuğunu hissettiğim an damarlarımda akan kan değil, saniyelerdi, zaman içime ona ait anıları akıtıyordu. “Mis,” diye fısıldadı burnu saçlarımın arasında gömülü duruyorken. “Bak, nasıl iyi geldin bana gördün mü? Bütün stresimi, sinirimi, içimi siken her duyguyu dağıttı kokun.”
“Salak,” diye mırıldandım.
“Ettin beni,” diye devam ettirdi.
“Ağzın açıldı yine, dilin dışarı çıktı pabuç kadar.”
“Çok hoşuna gitmediğini bilsem susacağım da eriyorsun be kızım…”
Çenemi göğsüne bastırıp ona alttan bir bakış attığımda, o da gözlerini indirip bakışlarıma karşılık verdi. “Sen hiç konuşmadan sadece yanımda durduğunda erimiyorum da sanki,” dememle kaşlarını kaldırması bir oldu. Dudakları bu kez daha sahici bir kıvrımla yukarı büküldü.
“Ağza bak ağza, yerim o ağzı, yutarım,” deyince yanaklarımın mümkünmüş gibi daha da ısındığını hissettim. “Çok konuşma da uyut beni hadi.”
“Dandini dandini dastana diye ninniye başlamamı falan mı bekliyorsun?”
“Hiç fena olmazdı bu arada,” dediğinde güldüm.
“Seni ayağıma yatırıp sallayayım bir de istersen.”
“Dur şimdi kırılan bacaklarınla uğraştırma bizi…” Bana muzip gözlerle baktı. “Ama istersen, yani huzurlu bir uyku uyuyayım istiyorsan, emzirebilirsin beni. Sadece seçenek sunuyorum.”
“Pislikleşme,” diye söylendim.
“Bir memeyi çok görmeni de unutmayacağım, Zeliha Özdağ.” Elimde olmadan kahkaha atıp yanağımı tekrar göğsüme bastırdığımda, büyük avucunu yüzüme koyup parmaklarını tenimde gezdirerek, “Benimle uyu, olur mu?” diye sordu. “Çünkü yorgunluğumu alacak en büyük şeylerden biri de senin dinlendiğini bilmek olurdu.”
“Uyurum,” diye fısıldadım. “Seninleyken ne zaman uyumadım ki?”
Bu cümlem, her nedense ona derin, içli bir nefes aldırdı. Parmakları saçlarımın üzerinde zihnime emanet edilmeyi bekleyen masallar gibi dolanmaya başladığında, ikimiz de gevşemiştik. Yaşanan her şeyin bu odanın kapısının ardında kaldığını hayal ettim, nefeslerimiz birbirine karışırken bu hayal, içimdeki huzuru besleyip büyüttü. Uykuya çekildim, uyku bizi birbirimize karışırken içine çekti.
Ne kadar uyudum bunu hatırlamıyordum, gözümü açtığımda şehrin üzerine şafak yağıyordu. Yüzüm Gurur’un göğsündeydi, saçlarım terden alnıma ve onun terleyen göğsüne yapışmıştı. Bakışlarımı odanın içinde dolaştırırken gözlerimin önündeki puslu görüntü uzun süre kaybolmadı, görüntüler netleştiğinde yavaşça doğruldum.
Üzerimi değiştirdim ve kirli kıyafetlerimi banyodaki kirli sepetine koyduktan sonra alt kata indim. Giydiğim yeni eşofmanın cebine koyduğum telefon titreyince bir an duraksayıp elimi cebime attım. Ayça’dan bir mesaj görmeyi beklemediğim için kaşlarım anında çatıldı.
Ayça Sarıhan: Zel, uyuyor musun?
Saat sabaha çok yakındı ama insanların uykularının derinlerine gömüldüğü zamanlardan birindeydik. Bu saatte böyle bir mesaj atması beni endişelendirdiğinden hemen cevap gönderdim.
Zeliha Özdağ: Şimdi uyandım. Bir sorun mu var?
Ayça Sarıhan: Gurur’un yanında mısın? Sorunlarınızı çözdünüz mü yoksa? Çok sevindim ama sevindiğimi sakın ona söyleme.
Zeliha Özdağ: Hayır, bir şeyleri düzeltmedik. Sen neden bana yazdın, bir sorun mu var?
Ayça Sarıhan: Aşağı insene, parkta oturalım biraz. Olur mu?
Zeliha Özdağ: Tek başına parkta mısın?
Ayça Sarıhan: Hayır, evin önündeyim, tek başıma gidemedim, korktum biraz. Korktuğumu da birine söyleme, özellikle o Domestos Bakterisi sevgiline söyleme. (Sevgilin diyorum, biliyorum ki barışacaksınız)
Zeliha Özdağ: Geliyorum.
Montumu giyip evden çıktığımda, kafamı kurcalayan şey, Ayça’nın neden bu saatte böyle bir mesaj attığıydı. Genelde kendini kötü hissettiğinde yalnız olmayı tercih eder, hissettiklerini insanlardan gizlerdi. Gecenin bu saatinde onu uyutmayan, uyutmadığı gibi sığınacak bir liman aratan o konu neydi, merak ediyordum.
Onu Gurur ile yaşamaya başlamadan önce onlarla kaldığım binanın önünde buldum. Gözlerini yere indirmiş, ellerini montunun ceplerine sokmuş öylece duruyordu. Sokak lambasının altındaydı, tekir bir kedi de hemen yanında uzanmış tüylerini yalıyordu. Başka biri olsa belki eğilir kediye dokunur, kediyle oynardı ama Ayça öyle değildi, saplandığı boşluğa bakarken hiçbir şeyle ilgilenmezdi, kalbi sevgi dolu da olsa o sevgiyi sevdiği hiçbir şeye gösteremezdi. Durgun bir su gibiydi ama o suyun altında aslında vahşi bir nehir sürükleniyordu.
Beni fark edince omzunun üstünden bana baktı. Ellerini ceplerinden çıkarmadan kediyi arkasında bırakarak bana doğru yürümeye başladı. Parka kadar hiç konuşmadan, yan yana yürüdük. Parktaki banka oturduğumuzda sessizlik yaklaşık iki dakika sürdü. Sonunda derin bir nefes alıp, “Beni biliyorsun, hislerimi hiç göstermem, yani insanları önemsesem ya da onlara kırılsam bile bunu saklarım, hep böyle biriydim,” dedi, bu cümledeki tüm kelimeleri içtendi, onun öyle biri olduğunu biliyordum. Başımı salladığımda bir süre sustu. “Biraz vicdan yaptım,” diye fısıldadı. “Birini ne zaman kırsam, kırıldığım anlardaki gibi susamıyorum, içim çok konuşuyor, dışımın da konuşası geliyor. Bunu da biliyorsun, değil mi?”
“Biliyorum,” dedim. “Peki kimi kırdın?”
Ayça birkaç saniye sustuktan sonra, “Artık arkadaş olmaya başladığımıza inandığım birini kırdım, biri de onu kırdığımı bana gösterdi,” dedi.
“Konuyu en başından anlatmanda bir problem var mı peki?”
Ayça gözlerini boşluğa çevirip bir süre sustu ve sonra kelimeler usulca dudaklarından dökülmeye başladı. O kelimeler, beni ait olmadığım bir anın içine, sanki o an oradaymışım gibi önüne kattığı rüzgârla birlikte hızla savurdu.
AYÇA SARIHAN
Kalabalığın içinde gözlerimiz birbirine dokunduğunda, bana baktığında, gördüğü kişinin ben olmadığımı biliyordum.
Bunu garipsemedim çünkü onu ilk gördüğüm andan beri, baktığı her yüzde birini aradığını hissetmiştim ama bugün, bu kalabalıkta, gözlerimiz birbirine değdiğinde, baktığı ben olsam da gördüğü yemin ediyorum ki ben değildim.
Ona doğru yürümeye başladım. Kalabalık usulca dağıldı ve tam önünde durduğumda ikimiz de sessizdik. Gözlerimin içine uzun uzun, o gözlerde başka birini arıyormuş gibi baktı. Aradığını bulamayınca kaşları çatıldı.
“Dövme çocuk, buldum seni,” diye takıldım, morali düzelsin istedim çünkü ona baktığımda yürüyen bir cenaze görüyordum, ayakları üzerinde duran kara bir tabut gibiydi.
“Beni niye arıyordun?” diye sordu.
“Sıkıldım.” Gözlerimi yan tarafımızda duran kitapçıya çevirdim. “Aslında kitap bakacaktım.”
Bir süre afallamış gibi yüzüme bakmaya devam etti. Onu bu kadar sarsan neydi merak etmiyor değildim, ne kadar ilgilenmiyor gibi yapsam da insanların hikâyelerini merak eden biriydim, eşelemesem de duymak, bilmek isterdim.
“Kafan çok dolmuş,” diyerek kitapçıya doğru döndüm. “Gel de biraz kitaplara bakalım. Yetişkin içerikli dergileri karıştırdığını kimseye söylemem, merak etme.”
Cümlem onu güldürür sandım ama sanki beni duymadı bile. Başını salladı sadece, sonra da benimle birlikte kitapçıya girdi. Rafların arasında bir süre sessizlik içinde dolaştık. İlgimi çeken bir kitabın önünde durduğumda bana eşlik ederek o da durdu, ben kitabı alıp incelemeye başladığımda raftaki bir başka kitabı eline aldı ama ilgilenmediği her hâlinden belli oluyordu.
Öylesine bir soru sorma ihtiyacıyla, “İlk dövmeni kaç yaşında yaptırdın?” diye sorduğumda gözlerim hâlâ kitap sayfasındaydı.
“On beş,” dedi. “Senin dövmen var mı?”
Kitabı tutan elimi havaya kaldırıp kazağımı hafifçe sıyırarak bileğimdeki dövmeyi gösterdiğimde, “Bu hangi dil?” diye sordu.
“Latince.” Yan gözle ona bakarken kazağımın kolunu aşağı çektim. “Kendini cehennemden kurtar, anlamına geliyor.”
“Fena değilmiş,” diyerek gözlerini elindeki zerre ilgisini çekmediğini bildiğim kitaba çevirdi. “Başka dövmen yok sanırım.”
“Ben senin gibi her yerimi damgalama fırsatı bulamadım maalesef.”
“Fırsat bulsan yaptıracak mıydın yani?”
“Belki,” dedim omuz silkerek. “Ama senin kadar abartmazdım.”
Bir an durulduğunu hissettim, sessizlik her yanını sardı. Bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdiğimde bu sessizliğin nedenini öğrenme arzusu karnımı pençelemeye başlamıştı. “Senin zevkin sonuçta,” diye bir zarf attım ortaya. “Kendini böyle seviyorsan, mesele yok.”
“Kendimi,” diyerek başını sallaması duraksamama neden oldu. Kitabı rafa yerleştirip, kahverengi gözlerini bana çevirdiğinde, ikimiz de sessizdik ama onun gözlerinde anlatılmaya başlanmış yarım kalan bir hikâye vardı.
“Ne? Kendini böyle sevmiyor musun?” diye sordum çenemle dövmelerini işaret ederek.
“Kendini böyle sevmiyor musun derken biraz ötekileştiriyor gibisin,” dedi anlam veremediğim bir soğuklukla. “Ben kendimi böyle seviyorum, evet,” dedi. “Ama önemli olan benim kendimi böyle sevmem değildi.”
“Anlamadım?”
“Hiç.” Yüzünü raflara çevirip sessizce kitapların sırtlarını incelemeye başladı. “Hiçbir şey.”
Onu neşelendirmek ister gibi, “Boş ver, böyle aynı mafyalara benziyorsun, bir mevzu çıkarsa seni çağırırım ve herkesi korkutursun,” dediğimde gülümseyeceğini sandım, dudağının kenarı anlık yukarı kıvrıldı ve sonra o kıvrım bozguna uğrayarak düzlüğe kavuştu. Yine de neşelendiğini hissettim. Gülümsedim. “Tabii kız babalarının da korkulu rüyası olursun. Tam serseri damat şekli.”
Girdap durdu, zaman yüzünde durdu, hikâyesi zamanın içinde akıp gitti ama Girdap, o hikâyeden bir adım gidemedi. Yüzünde hikâyesini gördüm. Kahverengi gözlerinden taşan o geçmiş, bakışları aniden bana döndüğünde artık bana ait bir hikâyeymiş gibi içinde hissetmeme neden oldu.
Gözlerimin içine öfkeyle mi baktı yoksa kırgınlıkla mı bilmiyordum, sadece içimde bir yerlerde derinden yukarı fırlayan o pişmanlığın boğazıma dek yükseldiğini hissettim. Dudakları bir şeyler için aralanmadı, sadece gözlerimin içine baktı ve birden bana sırtını dönüp kitapçının çıkışına doğru yürümeye başladı.
Tek kelime edemeden arkasından bakakaldım ama onu kırdığımı, bir şekilde onun hayatına ait bir domino taşını çektiğimi ve onu yeniden yıktığımı hissettim.
Arkasından bakakaldığım o saniyelerde, rafın arkasından birinin, “Sen birazcık patavatsız olabilir misin, Tarçın?” diye sormasıyla irkildim ve o anda, rafın diğer ucundan biri eğildiği yerden doğrularak dik konuma geldi. Elinde tuttuğu mangayla bana bakan, yüzü dövmeli çocuktu; sanırım adı Ecevit’ti.
Koyu kahve, siyaha yakın gözleri gözlerime saplandığında, donuk suratında herhangi bir duyguya rastlayamadım. Gözlerim elinde tuttuğu manganın kapağına çevrildi, daha sonra bakışlarımı elimde duran mangaya indirdim ve ikimizin de aynı mangaları tutuyor olduğumuzu fark ettim.
“Sen bizi mi dinliyordun?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Ha?” Şaşkına dönmüş bir şekilde kaşlarını kaldırdı. “Sadece mangaları kurcalıyordum.”
“Orada sessizce dinliyordun.”
Tekrardan, “Ha?” diye sordu. “Ben burada manga ararken rafın arkasına gelip çene çalmaya başlayan sizdiniz.”
Bir süre yüzünü izleyip, “Neden patavatsız dedin?” diye sordum.
“Bazı şakalar, bazı insanları güldürmez, onların yarasını kanatır.” Gözleri anlık olarak elimde tuttuğum, onun elindekiyle aynı olan mangaya kaydı. Birkaç saniye mangaya baktıktan sonra gözlerini tekrar benim gözlerime yöneltti. “Ve sen, onun yarasını kanatacak bir şaka yaptın.”
Sessizliğin kanımın içinde bir hastalık gibi ilerlediği o ânı hatırlıyorum. Yüzü dövmeli çocuk, gözlerimin içine bakıyor, ben susuyor olmama rağmen sustuklarımı görüyordu sanki. Pişmanlık içime birdenbire değil, yavaşça çökmeye başladı ve o an emindim, gece bana uyku uyutmayacak kadar gürültülü bir vicdanla başa çıkmak zorunda kalacaktım.
Yüzü dövmeli çocuk, elinde mangayla dönüp gidiyordu ki birden durdu, omzunun üstünden bana baktı ve “O mangayı al, Tarçın,” dedi. “Pişman olmazsın.”
ZELİHA ÖZDAĞ
Şafak, göğün sınırlarını yakmaya devam etti.
Ayça, “Sence,” diyerek yeniden söze girdiğinde, Girdap’ın yüzü gözümün önündeydi, “ondan özür dilemeli miyim? Özür dilersem daha çok kafasına kakmış gibi olur muyum? Ya da neden özür diliyorsun, ne biliyorsun ki der mi? Yüzü dövmeli çocuk birden kafasını kaldırıp öyle deyince ne yapacağımı bilemedim.”
“Konuyu tamamen bilmediğin için özür dilemen garip olurdu.”
“Ama birine kötü hissettirmiş olma ihtimali bile midemi bulandırıyor,” dedi Ayça ikilemde kalmış bir hâlde. “Dövmeli yüzlü çocuk, öyle bir patavatsız dedi ki konuya tam olarak hâkim olmayışıma rağmen vicdanımın sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor.”
“Dövmeli yüzlü çocuğun adı Ecevit.”
“Ben dövmeli yüzlü çocuk diyeceğim,” diye homurdandı.
“Bence Girdap’a havuçlu kek yapabilirsin, tabii ki içine siyanür koymamak şartıyla,” dediğimde Ayça sırıtarak bana baktı.
“Yok kız, siyanürü Domestos Bakterisi sevgilin için saklıyorum.” Montunun önünü birleştirip derin bir nefes aldı. “Kekle çözülecek bir konudur umarım.”
“Konuyu bilmediğini düşündüğü için kekle çözebilirsin,” dedim. “Senin bu huyunu hep sevmişimdir.”
Turuncu kaşlarını kaldırıp bana yandan tedirgin bir bakış yolladı. “Hangi huyummuş o, domuşuk?”
“Merhametin, vicdanın,” dediğimde gözlerimin içine kayıtsızca bakmaya devam etti. “Ne zaman birini üzdüğünü hissetsen, uykularına savaş açarsın ve sonunda kelimeler kafanın içinde susamayacağın kadar gürültü yapmaya başlar.”
“İnsanlar genelde donuk olduğumu söyler, Zel.”
“Öyle görünmek suç değil. Seni tanıdığımdan beri hep böylesin. Hatırlıyor musun? Reyhan diye bir kız vardı, çok açık sözlü davrandığın ve doğruları söylediğin için onu üzdüğünü fark edip yine böyle geç saatte parkta almıştın soluğu. Üstelik Reyhan sana alınmamıştı bile çünkü senin yapının böyle olduğunu biliyordu. Sen aslında kocaman bir kalp taşıyorsun ve bunu saklamak için işte tam da böyle bakıyorsun.” Parmağımı iki kaşının ortasına bastırarak çatık kaşlarını gevşetmesini sağladım. Ona gülümsediğimde, o da bana içten bir gülümseme sundu.
Ayça, parmağımı tutup iki kaşının arasından uzaklaştırdıktan sonra başını omzuma yaslayıp burnunu çekerek, “Seni de uykundan ettim,” diye fısıldadı. “Zaten o elektrik direği adamla aranız kötü, bir de benim karın ağrımla uğraşıyorsun.”
Vicdan azabı içimde bıçak gibi dolanırken güç bela gülümseyip başımı onun başının üstüne yerleştirdim. “Dostlar ne hâlde olurlarsa olsunlar, birbirlerinin hâllerini önemserler,” diye fısıldadım. “Sen de karnın ağrırken benim karın ağrıma çok koştun.”
“İyi ol, Zeliha. Sen iyi olmayı o kadar çok hak ediyorsun ki…” diye fısıldadığında, çenemi başının üstüne bastırıp, parkın öteki ucundaki salıncaklara baktım. Ruhum ıssızdı, kelimeler sessizdi. “Neler yaşadın anlatmasan da bir şeylerin yaşandığını, kolay olmadığını, sussan da canının acıdığını bildim, hep hissettim. Gurur sana zarar veriyor diye düşündüğüm anlarda Gurur’a diktiğim gözlerim, ondan sana akan büyük bir aşk gördü, şefkat gördü, güzel olabilecek her duyguyu gördü. O yüzden sustum ve bekledim, iyileşmeni izledim. İyi ol lütfen, sen iyi olmayı çok hak ediyorsun. Siz birlikte olmayı çok hak ettiniz.”
Sussam da hiç söylemesem de onların bir şeyleri gördüklerini, hissettiklerini biliyordum ama bunu Ayça’nın ağzından bu kadar net ilk duyuşumdu. Cevap veremedim çünkü ne yalanlamak istiyordum ne de alenen bunu doğrulayabilirdim. Hissettikleri yeter de artardı, hissetmesi benim için büyük bir armağandı.
Bir süre yan yana, sessizlik içinde oturduk. Parktan ayrıldığımızda, binanın önüne gelene kadar okulda olup bitenlerden bahsettik, hocaları çekiştirdik ve eskiden olduğu gibi eğlendik. O gece yaşanmadan önce olduğum Zeliha’nın kalp atışlarını yeniden göğsümün derinliklerinde hissettiğim, maziye gülümseyen bir andı.
“Sen yine onun yanına mı geçeceksin?” diye sordu Ayça, eskiden evimin olduğu binanın girişinde durup bana baktı. “Sanırım öyle yapacaksın.”
İkilemde kalsam da “Evet,” dedim.
Gülümsedi. “Tamam o zaman. Sen binaya girene kadar burada durup bekleyeyim mi? Sen girince ben de girerim.”
“Yok yok, gir sen,” dedim gülümseyerek.
Ayça başını sallayıp kapıya doğru yürürken sırtımı ona döndüm, otomatik kapının açılırken çıkardığı sesi duyduğumda sokağın öteki ucuna doğru yürüyordum. Siteye girecekken, hızlı adımlarla bana doğru gelen kişiyi fark etmek bir an dehşete kapılmama neden oldu. Hiç beklemediğim bir anda beni dirseğimin altından kavrayıp kolumu sıkarak güvenlik kulübesinin arkasındaki duvara yasladığında, şaşkınlığım dudaklarımdan acıyla karışık bir inilti olup döküldü. Emsal’in, Gurur’unkine çok benzeyen ama bu benzerliğe rağmen onunkinde sadece gaddarlığı gördüğüm gözleri yüzüme bıçak gibi saplandığında kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye sorarken sesimde korku olmasa da yüreğim korkuyla sıkışmıştı. Beni duvara biraz daha bastırdığında, “Bırak!” dedim sertçe. “Senin derdin foyanı ortaya çıkarmaksa eğer sana gerek yok, bir çığlığıma bakar!”
“Kes o sesini, beni dinleyeceksin,” dedi yıkıcı bir sesle. Gözlerini bomboş sokakta gezdirdikten sonra yeniden bana baktı. Güvenlik kulübesinin arkasında kaldığımız için binaların kör noktasındaydık ama yoldan geçecek birinin ilgisini çekmememiz imkânsız olurdu. “İyi gidiyorsun ama yeterince iyi değilsin. Senden beklediğim daha sağlam bir performanstı. Etkin sandığımdan büyük, onu kukla gibi oynatabilirsin,” dedi aceleyle. Bir an içimdeki nefret kamçı gibi içimde şakıdı, izini de ben taşıdım, acısını da ben yaşadım.
“Senin derdin onu kukla gibi oynatmak. Benim tek bir derdim var, o da sevdiğim adamı senden korumak. Dediğini yaptım, beni rahat bırak artık.”
Gözlerini kısıp, “Şu an derdim başka,” dediğinde duraksayarak ona baktım. “Eylül mahvoldu. Bundan hoşlanmadım. Benim küçük kızım seni seviyor, abisiyle birlikte olmandan mutluluk duyuyor. Ve sizin ayrılığınız onu üzdü.”
Gözlerinin içine ne istediğini anlayamadığımı alenen gösteren bir ifadeyle baktığımda, “Eylül sizin barıştığınızı sanacak,” deyince, “Sen bizi kuklan mı sanıyorsun?” diye bağırdım öfkeyle.
Kolumu daha sert kavrayınca tenimdeki acı müthiş bir öfkeye dönüşerek damarlarımda alev misali akmaya başladı. “Bu dünyadaki hiçbir şey, kızımdan önemli değil,” dedi sert bir sesle. “Gurur’un seninle birlikte olduğunu görmek istiyorsa, öyle olacak.”
“Hiçbir şey olmamış gibi barışmamızı mı istiyorsun?”
“Hayır,” dedi. “Onunla hâlâ birlikteymişsiniz gibi yapacaksınız. Birlikte olmayacaksınız.”
O korkunç farkındalığın zihnime su damlaları gibi düşmeye başladığını hissettiğimde, gözlerimi Emsal’in iğrenç ruhunu gizlediği gözlerine dikmiştim.
“Eylül biraz bile umurunda değil,” dememle bakışları donuklaştı, şaşkınlık kirpiklerine karanlık gölgeler gibi çöktü. “Sadece bunun Gurur’un daha çok canını acıtacağını keşfettin. Sen elimi Gurur’un göğsüne sokup içini deşeyim istiyorsun. Birlikte gibi davranalım ama birlikte olamayalım, onun gözünün önünde kalayım, ona sonsuz ızdırap vereyim, aklını karıştırayım ve canını acıtayım istiyorsun. Bırak şu kızını düşünen baba ayaklarını. Senin gibi canavarlar, sadece kendilerini düşünürler.”
“Vay canına,” diye fısıldayıp yüzünü yüzüme yaklaştırdığı anda nefesimi tuttum. Çılgınlığın gözlerine çizdiği parıltıları izlemek midemi bulandırdı. “Uzun zamandır beni bu kadar çıplak gören birine rastlamamıştım.”
Gergin bir şekilde başımı duvara bastırıp, tedirginlikle, “Korkunçsun,” diye mırıldandım.
“Kesinlikle,” derken delirmiş gibi gülümseyerek başını salladı. “Kesinlikle ben senin görüp görebileceğin en korkunç şeyim.”
“Kendini bilmen güzel.” Dudaklarıma kirli bir gülümseme yerleştirdim. “Evet, sen bir şeysin. Bir insan değil, bir paçavra.”
Emsal’in gözlerinde öfkeyi de gördüm, tatmin duygusunu da. Bunun onu neden tatmin ettiğiyle ilgili net bir fikrim yoktu, bir insanı korkunç olmak, insandan sayılmamak, canavar olarak adlandırılmamak nasıl tatmin eder, keyiflendirirdi? Onu keyiflendiriyordu bu durum.
“Neyi merak ediyorum, biliyor musun?” diye sorduğumda, bunu gerçekten merak ettiğini o korkunç gözlerinde gördüm. “Senin gibi bir pisliğin kanını nasıl bu kadar berrak taşıyan üç çocuğun oldu?” Bir an sorduğum sorunun onu gerçekten şaşırttığını gördüm. “Senin gibi bir herifin nasıl oldu da Gurur gibi, taşıdığı adı yaşatan bir oğlu oldu?”
Tükürür gibi sorduğum bu sorunun, gözlerindeki şaşkınlığı sildiğini gördüm, o şaşkınlık yerini usulca karanlığa bıraktı. “Zeliha,” dedi adımın üstüne basa basa. “Unutma ki bir canavarın dünyaya taşıdığı her parçası ona aittir, onun gölgesidir, odur. Gurur’a tüm kalbinle inanıp güvenirken onun bir zamanlar bir katil olduğunu düşündüğünü, ondan korktuğunu, hatta tiksindiğini unutuyorsun. Oysa eminim o kalbinde bir yerlerde ve zihninde hâlâ senin ona korkuyla bakan gözlerini taşıyor. Sen bir zamanlar ona canavar olduğunu haykıran kadınken şimdi karşıma geçmiş bana onu savunuyorsun. Unutma, uygun şartlar sağlandığında herkes biraz canavardır.”
“Ben onu tanıyarak onun mükemmel yanlarını keşfettim, senin canavar yanın ise seninle yıllarını geçiren insanların sende gördüğü, bildiği yanındı. Düşünsene, yıllar boyunca bir arada olduğun hiç kimse tarafından sevilmedin. Hiç kimse o aslında böyle biriymiş diyemedi senin için çünkü sen tam da en başta düşündükleri gibi biriydin. Gurur mutlu olmalı çünkü onu tanıyan herkes, onun ne kadar mükemmel olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor. Senin aksine.”
“Ona bu kadar âşıksın demek,” diyerek geri çekilip gözlerimin içine dikkatle baktı. “Büyük kayıp. Senin gibi dişli bir kadın, onun gibi hâlâ içinde büyütemediği, korkak bir çocuk taşıyan o adamla olmamalıydı.”
“Ben senin hiç çocuk olamayan oğlunun içindeki insanlığa âşığım.” Parmağımı sertçe onun göğsüne bastırıp onu itekledim. “Gurur senin en az yüz gömlek üstün.”
Emsal bir adım geri çekilince parmağım havada kaldı. Aramızda düşmanlık dolu bir bakışma uzadı ama sonunda derin bir nefes aldı ve “Söylediğimi yap,” dedi. “İnsanlara barışmışsınız gibi gösterin. Bunu ona sen teklif et. Şu yaşlı anneannen midir babaannen midir nedir, onun çok üzüleceğini, Eylül’ün de üzüldüğünü, bir süre böyle devam ettirip insanları yavaşça ayrılığınıza hazırlayacağınızı falan söyle. Konu Eylül olunca hemen tamam der zaten.”
“Ya bunu yapmazsam?”
Emsal’in gözleri kısıldı. “O zaman yaratacağım kaosun başrollerinden biri olmaya hazır ol.”
Derin bir nefes alıp, “Bunun bir parçası olmak istemiyorum artık,” dedim.
“Olacaksın, Zeliha. Ben senden ne olmanı istersem, bu süreçte sen tam da o şey olacaksın.” Birkaç kalp atışı sonrasında Emsal, “Söylediğimi yap, yoksa kaos kaçınılmaz olacak,” diyerek sırtını bana döndü. Sırtı bana dönük hâlde birkaç saniye durduktan sonra, “Zeliha,” diye tekrardan cümleye girdi. “Ben de bir zamanlar başka bir yol var mı, daha farklı bir adam olabilir miyim diye düşünmüştüm.” İçime çöken huzursuzluğun içimden taşarak tüm bedenimi kapladığını hissettim. “Evlendim, bu işleri tamamen çığırından çıkardı ve evlendikten sonra, bir kadını sevdiğimi düşündükten sonra, iyileşmedim, her şey daha da karman çorman oldu ve içimde yeni bir ben doğdu. Çocuklarım olduğunda fikirlerim değişir, kalbim yumuşar, zarım incelir sandım ama bu olmadı. İçimde günbegün büyüyen bir hırsla yavaşça kendimi ve kendi ateşimle çevremdeki insanları yaktım. Bir insanın ne kadar gaddarlaşabileceğinin, iyileşmenin ne kadar sahte olduğunun kanıtını görmek istiyorsan bana bakabilirsin. Evlilik de aşk da bir çocuğu sevmeye çalışmak da hiçbiri beni kurtarmadı. Bazı insanlar böyledir, kötü bir mayaya bulanık su dökersen, elde edeceğin hamurdan iyi bir ekmek yapamazsın. Benim mayamla, benim suyumla yoğurulmuş bir hamuru önüne almış, ondan iyi bir ekmek olur sanıyorsun ama unutma, Gurur benim oğlum.”
“Kötülüğüne nedenler biçmeye çalışmak yerine kendini kabullen. Dünyaya bıraktığın her parça kötü sanıyorsun ama o parçalar sadece sana ait değil. Ne Gurur sana ait ne de diğer çocukların. Sen tek başınasın ve kendinden sorumlusun. Sen kötülüğü kendin seçtin. Dönüp onlara baktığında, senin tam tersin olduklarını hiç mi göremedin?”
“Sana daha fazla laf anlatmaya çalışmayacağım, çocuk. İnsanların iyi yanlarını keşfetmeye çalıştığın sürece, onların sadece iyi yanlarını görmeye başlarsın. Karanlığı görmeyi reddeden biri için ışıklar hiçbir zaman sönmez.”
Emsal’in ensesine bakarken sertçe yutkunup kaşlarımı çattım. Kendini inandırdığı her şey, karşısındakilerin de inandıklarına dönüşsün istiyordu. Ben, Gurur’un dipsiz, karanlık gecelerinden çıkan kadındım, onun sabahını da biliyordum, şafağını da biliyordum. Ben Gurur’u ondan daha iyi tanıyordum.
“Sana söylenenleri yap,” diyerek ellerini paltosunun ceplerine soktu ve adımları karanlığın içine hızlı bir şekilde düşmeye başladı.
“Ölümün senin kurtuluşun olurdu,” diye fısıldadım beni bıraktığı yalnızlığın içinde. “Sen ölümden daha karanlık bir sonu hak ediyorsun, Emsal.”
Bir süre hareket etmeden beni bıraktığı yerde bekledim. Duruşumu nihayet dikleştirebildiğimde bacaklarımdaki derman çekilmişti, bir adım atsam yıkılacakmış gibi hissediyordum. Tüm bu olup bitenler, bir süre öncesine kadar normal bir hayat yaşayan biri için çok zordu. Bazen tükenmenin bir adım gerisinde hissediyordum, o adımı atsam kendi içimde ve dışımda yanan her şeyin ortasında öylece küle dönüp kaybolacaktım sanki.
Siteye girdiğim anda, güvenlik kulübesinin içinde oturan adamın bakışları beni buldu. Beni tanıdığı için yüzüne samimi bir gülümseme yayıldı ve onu gücendirmemek için her ne kadar hâlsizlik tenime ölüm gibi çökmüş olsa da ben de ona gülümsedim.
Eve ulaşana kadar boşlukta gibiydim ama evin içine girdiğim ve onun eve yayılan parfümünün kokusunu soluduğum an gevşedim. Üst kattan alt kata kadar gelen su sesinden anladığım kadarıyla çoktan uyanmıştı. Olup biteni, Emsal’in yeni planını ona anlatmadan önce, ona bir kahvaltı hazırlama isteğiyle mutfağa yöneldim.
Ben kahvaltıyı hazırladığımda Gurur çoktan alt kata inmişti. Üzerinde yuvarlak yaka, yeşil asker tişörtü, altında kamuflajla mutfağa girdiğinde tezgâhın önünde durmuş, tabağa kızarttığım patatesleri koyuyordum. Dudaklarına anlık şefkat dolu bir gülümseme yerleşti, ardından büyük kollarını belime sarıp boynumu öperek, “Ne o?” diye sordu alayla. “Karım olma düşüncesine adapte mi ettin kendini iyice? Sabahın köründe kahvaltı hazırlamalar falan.” Burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Patates bile kızartmışsın. Sabahları kızarmış patatesi annem yapıyor onu ziyarete gittiğimde,” deyince içimi bir şeyin burktuğunu hissettim. “Severim,” diye mırıldandı.
Beni kendine doğru çevirdiğinde kollarımı kaldırıp onun boynuna sardım. Kahvaltı hazırlarken kazağımın kollarını sıvadığımı, onun gözleri tek bir anlığına dirseğimin iç kısmına kaydığında hatırladım. Bakışlarım onun gözlerini takip ederek dirseğimin iç kısmına dokunduğunda, şaşkınlık gözlerimi hızla esir aldı. Dirseğimin iç kısmı morarmıştı. Gurur’a baktığımda öfkenin hızla çehresini sardığını gördüm, bakışlarını bana çevirip ne olduğunu öğrenmek isteyen gözleriyle gözlerime baktığında afallamış hissediyordum.
“Bu ne?” diye sorup kollarını belimden çekerek bileğimi yakaladı, elimi ensesinden çekerek kazağımın kolunu biraz daha yukarı sıyırdı ve dirseğimin iç kısmına yayılmış morluğa baktı. “Bu ne?” diye sordu bir kez daha, bu kez sesi buzdan daha soğuk, ateşten daha sıcaktı; sesi felaketi müjdeleyen ayak sesleri gibiydi. Gözlerimde her şeyi görmüş gibi, “Bunu sana o amına koyduğumun evladı mı yaptı?” diye sordu kükrer gibi.
Sakince, “Anlatacağım,” dediğimde gözlerindeki öfke daha da büyüdü.
“Hangi ara yapabildi bunu? Sizi tek bir an yalnız bırakmadım.” Aniden geri çekilip kapıya yönelirken, “Amına koyacağım onun!” diye bağırdı.
Arkasından gidip mutfağın kapısının önüne geçerek onu durdurdum. “Sakin olur musun?” diye sordum yine aynı sakinliği koruyarak. “Geç şuraya, kahvaltı yaparken konuşalım.”
“Başlarım kahvaltısına,” dedi hırlar gibi.
“Gurur,” dedim kelimelerin üstüne basa basa. “Geç şu masaya.”
“Bunu sana nasıl yaptı?” diye sordu gözlerini gözlerime saplayarak. Ne bir adım geri gidiyordu ne de gözlerini gözlerimden çekiyordu.
“Anlatacağım dedim sana değil mi?” Sinirlerim boşalmak üzereydi, gözlerine öfkeyle baktığımda bir anlığına duraksadı. “Gurur, ben bunu senden saklayacak değildim zaten. Senden her şeyi saklarmışım gibi bakma bana. Kahvaltı hazırladım, oturup bir şeyler yiyelim, bir anlığına her şeyi kapı dışarı edelim istedim. Sonrasında kursağımızda kalacağını bile bile sana bir şeyler anlatacaktım zaten. Otur şu masaya.”
Dişlerini sıktı, dilini yanağının içinde gezdirirken bir bana, bir dirseğimin içindeki morluğa bakıyordu. Gergin bir şekilde kazağımın kumaşını aşağı çekiştirip morluğu kapattıktan sonra elimi kaldırıp masayı işaret ettim. “Hadi.”
Gurur burnundan sert bir nefes verdi, gözlerini sıkıca yumduğunda bunun kendisiyle arasında geçen kanlı bir savaşın yansıması olduğunu biliyordum. Gözlerini açıp tekrar bana baktığında hâlâ öfkeli görünüyordu ama yine de söylediğimi yerine getirdi, masaya dönüp kendine bir sandalye çekerek oturdu.
Karanlık bir gökyüzü gibi beni altına alan bakışlarından kaçamadım. Karşısına otururken niyetim onu sakinleştirmek değildi, niyetim onu olabilecek her şeye hazırlamaktı. “Şafağa doğru Ayça mesaj attı,” dediğimde bakışlarındaki dikkat, tenimin üzerindeki deriyi sıyıracak kadar keskindi. “Birlikte dışarıda oturduk. Siteye girecekken onu gördüm, beni kenara çekti.”
“Onu gördün, seni kenara çekti?” dedi sorar gibi. Gözleri yeniden dirseğimin içine kaydı ama kumaş orayı kapattığından bir şey göremedi. “Sana dokundu, üzerine canını yakıp sana iz bıraktı,” dedi hiddetle. “Onun canını almak farz oldu. Bu ilk değil. Seni kaçırdı, canını acıttı, korkuttu, sana bunları yapamaz. Kimse benim sevgilime bunu yapamaz.” Oturduğu yerden kalkıyordu ki bileğini kavrayıp onu durdurdum. Kafamı kaldırıp gözlerimi gözlerine diktiğimde bir anlığına durdu.
“Gurur,” dedim çatık kaşlarla. “Şu an ona saldırabilecek pozisyonda değiliz. Ne konuşmuştuk? Şimdilik onu her şeyi kazandığına inandıracaktık, değil mi?”
Aniden masaya doğru eğildi, yüzlerimiz birbirinin sınırlarına girdiğinde, “Senin canını kimse yakamaz,” dedi. “Kimse sana dokunamaz.”
“Kırmızı görmüş boğa gibi burnundan nefes verip durma. Her şeyin bir sırası var. Bunu bana öğreten sen değil miydin?”
“Sırasını sikerler,” dediğinde bileğini daha sert kavradım.
“Eylül’ü kullanmak istiyor.”
“Ne?”
“Sana daha fazla işkence edebilmek adına, Eylül’ü kullanmak istiyor. Eylül’ün ayrılığımızdan çok etkilendiğini, insanlara barıştığımızı söylememiz gerektiğini söyledi. İnsanları barışmışsınız gibi kandırın diyor yani. Bunun nedeni apaçık ortada, seninle beni yan yana tutacak ki sana daha fazla acı verecek.”
“Senin benim yanımda olman, benim için sadece ödül olur. Bilmiyor muymuş bunu?”
“Ayrıyken ödül olmaz,” dediğimde gözlerini kıstı.
“Sen benim karşıma düşmanım olarak geçsen, ben yine seninle göz göze geldim diye ödül almış bir it gibi hissederim amına koyayım, bunu bilmiyor musun? Hadi o amın evladı bilmiyor, sen bilmiyor musun?”
“Demek ki o bilmiyormuş,” diye mırıldandığımda çenemi tutup başımı havaya kaldırdı ve bana daha derin baktı.
“İşime gelir herkese barıştığımızı duyurmak biliyor musun? Böylece bu evden çıkıp gitmek zorunda da olmazsın. İki adım uzağımda olmana rağmen tüm gece ne yapıyor acaba diye kafayı yemek zorunda da kalmam.”
“Oturup bir şeyler ye,” dedim çenemi parmaklarının arasından kurtararak. “Senin için hazırladım o kadar.”
“Senin benim için bir şeyler hazırlayan parmaklarını yerim ulan,” dedi. “Ama önceliğim gırtlağım değil benim. Sensin.” Geri çekilince duraksayarak ona baktım. Mutfaktan çıktı, bir an nereye gittiği konusunda küçük bir panik yaşasam da elinde bir poşetle içeri girince o panik yerini sakinliğe devretti. Poşeti masanın üzerine koyup sandalyesini sürükleyerek benim sandalyemin yanına çekti. “Ver bakalım kolunu,” diyerek poşeti açarken gözlerimin içine bakıyordu.
Kumaşı yukarı sıyırıp dirseğimin iç kısmını açarak ona uzattım. Kremin kapağını açıp buzdan soğuk jeli dirseğimin içine sıkınca ürpererek geri çekilmeye çalıştım. “Hay sikeyim,” diye mırıldanıp parmaklarını jelin üzerine bastırarak jeli tenimde ısıtmaya başladı. “Üşüdün değil mi öyle aniden sıkınca? Kafamı sikeyim.”
“Sorun yok,” dediğimde gözleri dudaklarıma dokundu.
Bakışları yeniden dirseğimin iç kısmına inerken, “Özür dilerim,” dedi.
“Neden özür diliyorsun ki?”
“Benim yüzümden bir sürü şeye maruz kalıyorsun. Bir şey de yapamıyorum. Gidip kafasına sıkamıyorum, hayatını sikemiyorum, bu morarıklığın hesabını ona sorup canına okuyamıyorum.”
“Senin bir suçun yok ki. Onun gibi birinin varlığının suçlusu sen değilsin.” Gülümseyip diğer elimi kaldırdım, onun kumral saçlarına avucumu bastırdığımda gözleri tekrardan gözlerime tutundu. O dirseğimin iç kısmına hafifçe jel sürerken ben onun saçlarını okşadım ve bu süre zarfında gözlerimiz tek bir an olsun birbirlerinden ayrılmadı.
“Sana yemin ediyorum, ant içiyorum,” demeden hemen öncesinde bana sokuldu, parmağı hâlâ dirseğimin iç kısmında duruyordu. Başını iki göğsümün arasına bastırdı ve gözlerini yumduğunu hissettim. “Bunun hesabını öyle bir soracağım ki. Bu morluk silinip gidecek, iki güne izi kalmayacak ama o, senin tenine parmaklarını bastırmanın hesabını öyle bir ödeyecek ki bir ömür izini taşıyacak.”
Dudaklarımı kumral saçlarına bastırıp bir süre bekledikten sonra geri çekilip, “Patatesler soğuyacak,” dedim. “Bak ararım, seni Şebnem teyzeye şikâyet ederim. Oğlun kahvaltı yapmadan evden çıkıyor derim.”
“He,” diyerek geri çekilip bana baktı. “Annemi arayacaksın, beni şikâyet edeceksin, he?”
“Ararım,” dedim çenemi havaya dikerek.
“Utancından felç geçirirsin, kimi yiyorsun sen?” Sırıttı. “Hem teyze deme, teyze anne yarısıdır, benim annem tam anne olmak istiyor belki Allah Allah…”
Gözlerimi kaçırıp, “Çok adisin,” dediğimde gülerek cebinden telefonunu çıkardı ve “Hadi arayalım Şebnem teyzeni,” dedi.
Panikle, “Ne? Bu saatte mi? Saçmalama!” diye bağırdığımda sırıtışı daha da büyüdü.
“O bu saatlerde uyanır. Namazını kılar, evleri havalandırır, Türk kahvesi yapıp oturur ve radyo dinler pencerenin önünde,” dedi.
“Yine de arayacak mısın?” Bileklerini sıkıca kavradığımda başını geriye atarak kahkaha attı. “Ay, hayır, beni kandırıyorsun şu an. Arayacağından değil, değil mi?”
Aniden arama tuşuna basınca gözlerim irice açıldı. Hoparlörü açtı ve telefon çalmaya başladığında hâlâ onun bileğini sıkıca tutuyor, kocaman olmuş gözlerle ona bakıyordum. Bir iki çalışın ardından telefon aniden açıldı ve bir gülme sesinin ardından narin, güzel bir kadın sesi etrafa yayıldı.
“Canım benim,” dedi hattın öteki ucundaki ses. “Uyanmışsın annem,” diye devam etti o narin, güzel ses.
“Uyandım annem,” dedi Gurur gözlerini gözlerime dikerek. “Gelinin kahvaltı hazırlamış bana.” Bir an ağzım kocaman aralandı, Gurur gülmemek için dudaklarını birbirine bastırınca burun delikleri genişledi.
“Sana inanamıyorum,” dedim sadece dudaklarımı oynatarak. “Öldüreceğim seni.”
Keyif dolu bir kıkırtı sesi hoparlörden yayılarak tüm mutfağa dolduğunda gözlerimi telefona indirdim. “Bu saatte kalkıp kahvaltı mı hazırlamış? Kurban olurum ona,” dedi annesi, bir an şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. “Ellerine sağlık canımın.”
“Kızdırdım onu biraz anne,” dedi Gurur gözlerini yüzüme dikerek. “Seni arayıp Şebnem teyzeme şikâyet edeceğim dedi, kahvaltı yapmadan çıkıyormuşum evden.”
“Şebnem teyzesi kurban olsun,” dedi Şebnem teyze telefonun öteki ucunda neşeli neşeli gülerek. “Arasın, niye aramıyor beni? Hem sen kahvaltı etmeden mi çıkıyorsun evden?”
“O bana kahvaltı hazırlar da ben kahvaltı yapmadan çıkar mıyım?” diye sordu Gurur, tekrar göz göze geldik, bu kez alaydan uzak, ciddi gözlerle bakıyordu bana.
“Yanında mı şu an? Ver sesini duyayım bir,” dedi Şebnem teyze, gözlerim yuvalarından çıkacak gibi irileşirken ellerimi Gurur’un bileğinden çekerek iki yana sallamaya başladım.
Gurur sırıtarak, “Hoparlöre aldım annem, duyuyor şu an seni,” dediğinde gerçekten tansiyonumun düştüğünü hissettim.
“Ayy,” dedi hattın öteki ucundaki ses heyecanla. “Baştan söylesene be oğlum.” Bir süre sustuktan sonra, “Zeliş,” dedi ve şaşkınlık tekrar tüm hücrelerimi ateş gibi sardı.
Boğazımı temizleyip, “Şebnem teyze,” dediğimde Gurur’un dudaklarında şefkatli bir tebessüm oluştu.
“Güzelim, nasılsın?” diye sordu bana sevecen bir şekilde. “Üzüyor mu o hayta oğlan seni?”
“Anne, ben de duyuyorum he,” dedi Gurur.
“Sus, kızımla aramıza girme,” diye söylendi Şebnem teyze.
“İyiyim, çok teşekkür ederim, siz nasılsınız?” diye sorarken heyecanla karışık başka bir duygu midemi bulandırıyordu. Utanç mıydı neydi bilmiyordum ama elim ayağım çekilmişti. “Üzmüyor beni hiç.”
“Üzmez, o sana kıyamaz hiç. Ben de iyiyim güzelim benim, çok şükür.” Biraz bekledi. “Böyle telefondan tanışmak istemezdim ben de ama vallahi çok merak ediyordum seni, sesini. Gurur bir fotoğrafını yollamıştı. Maşallah, kırk bir kere maşallah, pek güzelsin, Allah seni kanlı canlı karşımda görmeyi de nasip eder inşallah.”
Yüzümün artık bordo renginde olduğuna emindim. O kadar sıcak kanlı, enerjisi yüksek bir kadındı ki hayret etmiştim. Yaşadığı kötü hayata, ruhuna sinmiş izlere rağmen sıcaklığı insana kendini yuvasında gibi hissediyordu. Onu görmeden, hattın öteki ucundan gelen narin sesini duyarak bile böyle hissedebilirdiniz.
“Isparta’ya gelmeyi planlıyor musunuz?” diye sorduğumda, “Hiç ummadığınız anda kalkıp geleceğim,” dedi gülerek. “Siz de gelin ama.”
Ne diyeceğimi bilemeyerek Gurur’a baktığımda, Gurur, “Geliriz,” dedi.
“Tutmayayım ben sizi, kahvaltınızı edin,” dedi Şebnem teyze neşeli bir sesle. “Kızımı da üzme, uzun bacaklarını çıra diye yakarım senin.” Elimde olmadan güldüğümde Şebnem teyzenin de güldüğünü duydum. “Zeliş, seni tanıdığıma çok mutlu oldum. Telefon numaramı kaydet, konuşalım, olur mu? Kendine iyi bak.”
“Ben de çok memnun oldum,” dedim gülümseyerek. “Kaydedeceğim efendim, siz de kendinize iyi bakın lütfen.”
“Sizli bizli konuşma canımın içi,” dedi Şebnem teyze gülerek.
“Annem, ararım yine seni ben,” dedi Gurur. Gülerek gözlerimin içine baktı. “Görüşürüz.”
Telefonu kapattığı an, avucumun iç kısmıyla omzuna vurup, “Yaptığın düpedüz adilikti,” dedim homurdanarak.
“Dur bir bakayım nabzına,” diyerek parmağını boynuma bastırıp güldü. “180, bayılacaksın şimdi, sakinleş…”
Eline vurup ittiğimde hâlâ gülüyordu. “Hiç de komik değil. Kadın muhtemelen salak olduğumu düşünüyor.”
“Kızım niye salak olduğunu düşünsün? Asıl evladını salak olarak görüyordur kadın. Çünkü salak ettin beni.”
Gözlerimi devirerek oturup tabağıma yiyecek doldurmaya başladığımda, sandalyesini eski yerine sürükleyip karşıma oturdu. Birlikte sessizce kahvaltı yaptık. Masayı toplamama yardım etti, tabaktaki kalıntıları birlikte çöpe boşalttık ve yine birlikte bulaşıkları makineye dizdik.
Evden çıkmadan önce dirseğimin içini öpüp gözlerime baktı ama bir şey söylemedi. Evden çıktığında, yalnızlık beni yine düşüncelerin içine sürüklese de artık eskisi kadar çökmüş hissetmiyordum. Emsal, kaosu yaratacak olan kişinin kendisi olduğunu sanıyordu muhtemelen ama bilmediği bir şey vardı, biz asıl kaosu başlatmak üzereydik.
⛓️
“Ben size ne dedim?” diye sordu Devran dişlerinin arasındaki kürdanı çevirirken. “Ben size bunlar ayrılmadı demedim mi? Dedim. Teşekkür ederim, övgülerinizi daha sonra kabul edeceğim.”
Bir süre Devran’ın keyiften dört köşe olan suratına boş boş baktım. Televizyonda akşam haberlerini veriyorlardı, haberleri sunan spiker ruhsuz bir sesle karşısındaki ekranda hareket eden metni okuduğu sırada odanın büyük kapısı sertçe açıldı ve Yener yere düştü.
Adnan’ın sesini duydum. Şöyle diyordu: “Ulan seni Allah’ın doksan dokuz ismiyle döveceğim!”
Yener’in arkasından Adnan da içeri girdi ve tam elini kaldırıyorken gözlerini kaldırıp, masanın öteki ucunda dehşetle onlara bakan bana baktı. Yener ellerini yüzüne siper etmiş kendini darbeden koruyordu, Adnan’ın bana kitlendiğini fark edince bir an ellerini yüzünden çekip, yattığı yerden yavaşça bana doğru baktı.
“Zeliha, seni her başım dara düştüğünde Yüce Rabbim gönderiyor olabilir mi ya?” diye sordu Yener hayretler içinde.
“Zeliha, özür dileyerek ve artık ailemizden bir parça olduğunu varsayarak, rica etsem şu köpeği dövmeye devam edebilir miyim?” diye sordu Adnan ciddiyetle.
“Zeliha, kurbanın olayım kurtar beni, öldürecek beni, dozer gibi üzerimden geçecek. Ben küçücük kaldım bunun altında görmüyor musun?”
Oturduğum yerden kalkıp, “Adnan, sana hiç yakıştıramadım doğrusu,” dediğimde Adnan elini indirip bana mahzun bir bakış attı. “Hiç şiddet yanlısı birisi olduğuna da inanmak istemiyordum ama ne istiyorsun el kadar komandodan?”
Yener, “Ha?” diye sordu önce, sonra da “Evet,” diyerek Adnan’a döndü. “Ne istiyorsun el kadar komandodan ya?”
“Yazık değil mi?” diye sorarak elimi Yener’e uzattığımda, Adnan utanmış gibi başını önüne eğdi. “Senin dengin bile değil. Fiziksel olarak ona mı yetiyor gücün?”
“Evet, bana mı yetiyor gücün?” diye sordu Yener olayı dramatize ederek elimi tutup ayağa kalkarken.
Adnan, “Ama Zeliş,” dedi çekingen bir sesle. “Ranzamın tavanına ayıp bir fotoğraf yapıştırmış.”
“Ne yapıştırdın?” diye sordum Yener’e dönerek.
“Bir şey yapıştırmadım ya.”
“Yalan atma, satılık,” diye homurdandı Adnan. “Söylesene ne yapıştırdığını. Benim terbiyem müsaade etmiyor.”
“Senin terbiye de attığım porno linklerine tıklamaya müsaade ediyor sadece ha,” dedi Yener, Adnan tam ona tekrar saldırıyordu ki aralarına girip Adnan’a kınayıcı bir bakış attım, Adnan yine başını önüne eğdi.
“Gördün mü, Zeliha?” diye sordu Yener arkama saklanıp, omzumun üstünden Adnan’a korkarak bakarken. “Hep böyle yapıyor bana. Saldırıyor hep.”
“Söylesene lan ranzamın tavanına ne yapıştırdığını!”
“Penis küçültme reklam afişini çıktı alıp yapıştırdıysam bu senin egonu tatmin etmeliydi hayvan!” diye bağırdı Yener ve o an, odanın öteki ucunda sakince dosyaları inceleyen Muşta’nın başı usulca havaya kalktı. Muşta’nın gözleri bize çevrildiğinde, Yener, “Bu da mı buradaydı ya? Ama olan hep mi bana oluyor ya?” diye sordu mırlar gibi.
“Siz iyice zıvanadan çıktınız,” dedi Muşta, çivit mavisi gözlerini tek bir an olsun bizden ayırmadan.
Bir adım geri çekilip, “Beyler, size dedi,” diye mırıldandığımda, Gurur sırtı duvara yaslı hâlde kollarını göğsünün üzerinde toplamış sırıtarak beni izliyordu.
“Zeliha’nın bizi dolar karşısında güçsüzleşen lira gibi bir köşeye atması benim ruhumu incitti az önce,” dedi Yener sessizce.
Adnan, “Bu beni bile yaraladı,” dediğinde onlara yandan bir bakış attım. “Demir elli kuruş gibi hissettim kendimi.”
“Maliyetin varlığından daha pahalı,” dedi Yener.
“Hiç kusura bakmayın, sizi severim ama sizin için kendimi ateşe atmam.”
“Boş verin şimdi Zeliha’nın size ettiği ihaneti,” dedi Devran oturduğu yerde daha da keyifle yayılarak. “Bu ikisi barışmış. Zaten hiç ayrılmamışlardı bence ama neyse.”
Yener, “Harbi mi lan?” diye sordu heyecanla.
“Bunun böyle olacağını biliyorduk zaten,” dedi Adnan. “Çok uzun süre ayrı kalamazlardı. Sizin adınıza çok sevindim.”
“Ee, bunu kutluyor muyuz o zaman?” diye soran kişi Ecevit’ti, bakışlarımı ona çevirdiğimde önündeki dizüstü bilgisayarın kapağını indirip bakışlarını Gurur’a çevirdi. “Shot atmıyoruz bayağıdır.”
“İyi fikir,” dedi Yener parmağıyla Gurur’u işaret ederek. “Tekilalar benden. Toplanalım, takılalım.” Gözlerini bana çevirdi. “Kızları da çağırırsın.”
Kızları çağırırsın derken o kızlardan kastı nedense sadece Simge’ymiş gibi geliyordu.
“Yapalım,” dedi Gurur, bakışlarımız birleşti. “Ne dersin? Kızlar ister mi?”
“İsterler. Uzun zamandır içmiyoruz zaten.”
“O zaman bizim evde toplanırız.”
Bu durumu daha gerçekçi yapabilirdi. Barışmamızın kutlandığını düşünecek olan Emsal’in, amacına ulaştığı için keyifleneceğine bile emindim. Bir süre evdeki toplanma hakkında konuştular. Sonunda toplantı odasından çıktığımda Gurur hâlâ o odadaydı ama Girdap da benimle birlikte çıkmıştı. Koridorda ilerlediğimiz sırada sırt çantamdan Ayça’nın onun için yaptığı kekin içinde olduğu kabı çıkarıp ona uzattım.
Şaşırarak, “Bu ne?” diye sordu.
“Ayça’dan küçük bir özür hediyesi.”
“Özür mü? Ne özrü?”
“O da ne için özür dilediğini bilmiyor ama seni kırdığını hissetmiş. O böyledir.” Gülümseyerek kabı salladım. “Kabul etmeyecek misin? Etmeyeceksen, bir boğa burcu olarak seve seve senin yerine mideye indiririm.”
Girdap içten bir gülümsemeyle bana bakıp, “Ben çok iştahlı biri değilimdir,” dedi ama yine de kek kabını elimden aldı. “Birlikte yiyelim, olur mu?”
“Olur.”
“Bahçeye inelim hadi,” diyerek çenesiyle koridoru işaret etti ve birlikte bahçeye indik.
Cam bahçedeki masaya oturduğumuzda sessizliği dikkatimden kaçmamıştı. Kabı açıp içinden bir dilim kek aldıktan sonra, “Umarım içine siyanür koymamıştır ya,” diye alay edince kıkırdadım.
“Yok, bunu Gurur için planlıyor, rahat ol.”
Kaşlarını kaldırıp, “Çok rahatladım,” dedi.
“Ayça henüz anlamasa da ben anlıyorum, tam olarak kalbini açamasan da kalbini görebiliyorum.” Bir dilim kek alıp gözlerimi onun kahverengi gözlerine sabitledim. “Son zamanlarda daha durgunsun. Kozanı yırtıp çıkacağına o kadar inandık ki sana zaman tanımak bize daha kolay geldi ama sen gün geçtikçe o kozanın etrafını daha sağlam zarlarla örüyorsun sanki.”
Bir süre sustu. Kekten bir ısırık alıp ağır ağır çiğnedi, yuttu ve kafasını kaldırıp bana baktı. “Denedim,” dedi. “Onu unutmayı yemin ederim denedim.”
“Bence ona tutunuyorsun. Anılarınıza, birlikte olduğunuz anlara, onunla ilgili her şeye tutunuyorsun. Onu unutmayı denedin belki ama istemedin. Sen onu unutmak istemiyorsun.”
“Onu unutmayı nasıl isterim, Zeliha? Aklını mı kaçırdın? Onu unutursam yaşamın anlamını unutmuş olurum. Onu unutursam, işte o zaman gerçekten ölmüş olurum. Yaşadığımı, nefes aldığımı, kalbimin attığını hissettiren tek şey onun varlığı. Onu unuttuğum gün ben bunları da kaybedeceğimi biliyorum.”
Yuttuğu lokma boğazında ateşe dönmüş gibi kaşlarını çatıp, bakışlarını bahçenin köşesindeki boşluğa çevirdi.
“Onun peşinden koşacak yüzüm yok, artık onun hayatına dahil olamam, onu kovalayamam, bana uzatmayıp benden sakladığı elini tutamam, ben bir daha onun hayatında bir zamanlar sevdiği Girdap olamam ama onu da unutamam. Hayatına saygısızlık edemem, kararına saygısızlık edemem, evliliğine saygısızlık edemem ama unutamam onu. Onu unutmak saygısızlık etmenin ta kendisiyse bile, ben saygısız olmayı da kabul ediyorum ama onu unutamam.”
“Geri dönüşü olmayacak bir yola girdiğinizi düşünüyorsun,” dediğimde başını sallayarak bu cümleyi onayladı. “Peki sen geri dönüşü olmadığına inandığın o yolda neden kaybolmuş bir şekilde dolaşmaya devam ediyorsun?”
Sorum onu gülümsetti, benimse içimi sızlattı, belki gülümsüyor olmasına rağmen onun da içini sızlatmıştı.
Keki ağzına götürdü, bir lokma almak için ağzını açtı ama sonra o lokmayı almadan ağzını geri kapatıp derin bir nefesi burnundan dışarı bıraktı.
“Engellemek isteyen tarafımla, unutmak istemeyen tarafım arasında yaşamaya devam ediyorum,” dedi. “Onu unuttuğum gün, öldüğüm gün olacak. Yaşamaya merakı olmayan biri için bunu bilip onun anılarına tutunuyor olmak epey trajikomik olsa gerek.”
“Bu senin suçun değil.”
“Bu kimsenin suçu değil. Onu suçlamıyorum. Ona kızgın hissetmiyorum. İçimde bir yerlerde ona kızması gereken bir çocuk var, o çocuk bile onun ismini söyleyerek ağlıyor bana. Ona o kadar kızamıyorum ki onun yerine kendime kızacak, kendimi suçlayacak, suçumu bilmeden kendime ceza kesecek kadar… Ona hiç kızamıyorum.”
“Birine kızmak isteyip hiç kızamamak çok kötü olsa gerek.”
Bütün var oluşu, tek bir kadına bağlı gibiydi. Varlığını o kadına bağlamıştı ve şimdi o varlık, büyük bir yıkımın içindeydi; bu yıkımı durdurmak için de tek çaresi o kadındı. Artık o kadın yoktu ve yıkım hiç durmayacaktı, bunu biliyordu; bunu bilerek nasıl yaşayabiliyordu? İçimde sonsuz bir hüzünle onu izlerken vereceği cevaptan korkuyordum.
Sessizliği saniyelerin dakikalara dönüşmesiyle son buldu.
“Ruhumu ateşe verdi desem ona haksızlık olurdu,” diye girdiği söz beni duraksattı. “O ruhumla birlikte tüm dünyamı, elimi attığım her yeri, her zerremi, aldığım nefesi bile ateşe verdi ve evet, kızmıyorum ona, sanki bu en doğal hakkıydı onun. Sanki bu hakkı ona veren bendim. Sanki ben ondan önce doğmuş olmama rağmen, onun için doğmuştum. O beni yaksın, beni yaşatsın, beni öldürsün, beni söndürsün, bana istediği her şeyi yapsın diye vardım. Tüm yaşantım ondan ibaret gibi hissediyorum.” Keki ağzına götürmeden önce burukça gülümsedi. “Ateş etrafında yakmadığı hiçbir şey kalmadan sönmezmiş. Belki de o sönmesin diye sürekli yanmayı seçen benimdir.”
“Çok şanslı ve aynı zamanda çok şanssız,” dediğimde gözlerime baktı ama tek kelime etmedi, sadece kekten bir parça daha ısırdı. “Çok şanslıymış çünkü öyle bir sevgiye sahipmiş, böyle bir sevgiyi hissederek yaşamış. Çok şanssızmış çünkü hâlâ böyle bir sevgiye sahip olmasına rağmen o sevgiyi ne yaşayabiliyor ne de hissedebiliyor.”
Lokmasını güçlükle, boğazına bir şey takılmış gibi yuttuktan sonra, “Sence bunu umursuyor mudur?” diye sordu. “İma yapmıyorum. Umursamıyor demeye çalışmıyorum. Sadece merak ediyorum, Zeliha. Sence bunu umursuyor mudur? Artık beni yaşayamıyor olmayı, beni hissedemiyor olmayı… Beni… Umursuyor mudur?”
“İçimden bir ses umursadığını söylüyor,” dedim. “Çünkü hiçbir kadın, bu denli sevildiği bir yerin varlığını hiç unutmaz.”
“Hiç unutmasın isterdim, evet. Acımasızlık mı bilmiyorum, kalbi ağrısın hiç istemiyorum ama beni de unutmasın istiyorum.”
İçindeki sevgiyi değiştiremezdi, bu sevgiden kaçamazdı, kalbi o gün geldiğinde seçimini yapıp içine o kadını almıştı ve şimdi o kan kussa da kalbi o kadını dışarı kusamıyordu. Onu sevdiği gerçeğini ne değiştirmek istiyordu ne de o gerçekle hayatına devam edebiliyordu. Ona baktığımda kendi hayatının içine sıkışmış, boğulan, canı acıyan bir insan görüyordum.
“Hiç başka biri olmadı mı ondan sonra?” diye sorduğumda kaşlarını çatıp, bu düşünce midesini bulandırıyormuş gibi dudaklarını büktü.
“Hayır, elbette olmadı.”
“Sen mi istemedin yoksa için mi almadı?”
“Benim kalbim ona dönük duruyorken, ellerim, gözlerim, sesim, yüzüm, tenim başkasına dönmüş ne fayda?” diye sordu dürüstçe. “Kimsenin günahını almak istemiyorum. Kalbim başkasına bakıyorken, gözlerim bir başkasına baksın istemiyorum. Ben gözlerimi yumdum, kör bir adamım. Kalbimle baktığım bir kadın varken, başka bir kadının gözlerine bakmak sadece birinin günahına girmek olurdu.”
“Sen gerçekten çok değerli bir adamsın.” Keki kabın içine geri bırakıp başımı salladım. “Her erkek senin gibi olabilse keşke. Çoğunlukla insanlar yaralarının üzerini örtebilecek bir yara bandı ararlar, Girdap. Sen öyle değilsin. Sen, kim ne derse desin, doğru olanı yapıyorsun. Kimsenin duygularıyla oynamıyor, kendi duygularına ihanet etmiyorsun. Bu nereden bakarsan bak, çok karakterli bir hareket.”
Gülümseyişi gözlerine ulaşmasa da gülümsedi. “Seninle konuşmak bana iyi geliyor,” dedi içtenlikle. “Benden küçük olmana rağmen, harbiden ablamla konuşuyormuşum gibi iyi hissettiriyorsun. Sen kesinlikle insanların güvenli alanısın, Zeliş. Gurur çok şanslı bir adam.”
“Çok gevezesin,” diye homurdandım utanarak. Çenemle kek kabını işaret ettim. “O kekleri bitirmezsen, Ayça bu kez siyanürlü kek yedirir sana, haberin olsun.”
Oturduğum yerden kalkıyordum ki “Zeliş,” dedi Girdap.
“Hım?”
“Şu kutlama zımbırtısına Simge’yi de getir, olur mu?” diye sordu. “Yener pek belli etmese de bu aralar durgun, Simge’yle alakalı diye düşünüyorum. Sanki aralarında bir şey geçmiş de o yüzden bu ıssızlığa bürünmüş gibi. Saçma sapan davranarak kafasını dağıtmaya çalışıyor aklınca. Belki yan yana gelirlerse, aralarında bir husumet varsa düzelir.”
Gülerek, “Sizin de Ayça ile aranızdaki husumet düzelir belki,” dediğimde sırıttı.
“Benim o deli cadıyla aramda husumet yok, eğer olsaydı bu kez kesin yastığıma zehir sürer, Cennet Kalfa’ya döndürürdü beni.”
Bahçeden içeri Gurur girince sohbet bir anlığına dağıldı. Ayaklanıp ona doğru yürüdüğüm sırada o da bana doğru geliyordu. Beni kollarının arasına çektiği an güvenli bölgemde olduğum hissiyle doldum. Büyük eli belime yerleşti ve güçlü kolu beni sardı. Gözleri Girdap’tayken, “O ne?” diye sordu merakla. “Ne zıkkımlanıyor bu zibidi?”
“Ayça ona kek yapmış.”
Gurur bir an kaşlarını havaya kaldırıp bana, sonra da Girdap’a baktı ve “Yedin mi? Yemediğini söyle,” dedi telaşla. “Birader, içinde siyanür olabilir.”
Girdap ile aynı anda, “Onu senin için planlıyor,” dediğimizde Gurur ürperdi.
“O turuncu portakal cinine ne yaptım ben ya?” diye söylendi. Ardından kulağıma eğildi ve sessizce, “Ne ayak bunlar?” diye sordu. “Ayça düne kadar bu çocuğu Cennet Kalfa yapmakla tehdit etmiyor muydu?”
Dirseğimle boşluğuna vurup sırıtarak ağzımın içinden konuştum. “Ayça sandığından daha düşünceli bir insandır.”
“Düşünceli tabii. Her gece yatağına uzanıp tavanı izleyerek beni ve arkadaşlarımı nasıl hayatınızdan kolay yoldan, iz bırakmadan ama ortadan kaldırarak çıkarabilirim diye düşünüyor.”
“Bırak gevezeliği de beni okula bırak hadi.”
⛓️
Havasız, gri renkteki odanın içindeki tek farklı renk, koyu renk perdenin yarattığı küçük aralıktan içeri dik bir şekilde düşen güneş ışığıydı. Işık, bir sütun olarak yere devriliyor, ortamın ne kadar tozlu olduğunu gözler önüne serercesine toz parçacıklarını içinde dans ettiriyordu. Kahverengi, derisi kabarıp kavlamış tekli koltukta oturan orta boylu, sakallı, eğri bir burna sahip olan adamın önündeki eski, meşe ağacından masanın üzerindeki dosyalar dağılmıştı, dosyaların içinde farklı günlerde çekilmiş bir sürü fotoğraf karesi yer alıyordu.
Adam sakalını hışırdatarak kaşıdıktan sonra masanın öteki ucundaki adama baktı. Karşısındaki adam, genç bir adamdı, uzun boyluydu ama gri renkli oda onun yüzünü ve bedenini gizliyordu. Genç adam, emir bekleyen gözlerle ona bakıyor, statüsünün düşük olduğunu hissetmesi için koyulaşmış süngeri söküklerle dolu siyah bir sandalyede oturuyordu.
“Çalıklı…” dedi adam hırıltılı bir sesle. “Bu Çalıklı, bizim için büyük bir sorun olacak.”
“Bir sorun çıkacağını zannetmiyorum, efendim.”
Adam, gözlerini genç adama çevirdiğinde, sol gözünün şehlalığı daha seçilir hâle geldi. “Emsal’den haber yok, hiç sorun çıkmayacağını söylese de gözlerinde korkuyu gördüm. Emsal bir dağ sanırdım, çok da güvenirdim ona ama o dağ, kendisinden daha küçük olan bir dağdan korkuyor. Ne yazık, oysa bir zamanlar o küçük dağ, onun eteklerinde değil miydi? İnsan kendi evladından da korkabiliyormuş.” Genç adam, kayıtsızca karşısındaki adamı dinlemeye devam ediyordu. Adam, dosyalardan birini açtı. Dosyanın içinde sekiz fotoğraf karesi vardı. Fotoğraflarda parmaklarını gezdirirken, “Gafil avlamak lazım,” dedi. “Bu herifler zehir gibi. Gözleri bir açılırsa, gecemizin içine daha büyük bir gece ekmeye gelecekler. Ateşimizi söndürecekler, aşımızı alacaklar, başımızdaki çatıyı yıkacaklar ve dağ olup üzerimize çökecekler.”
Genç adam, derin bir nefes alıp oturuşunu dikleştirirken, “Ne yapmamız gerektiğini düşünüyorsunuz?” diye sordu mesafeli bir sesle. Karşısındaki adam statü olarak ondan büyük olsa da genç adamın egosu bu odadan, bu odanın alt katını doldurmuş silahlardan ve hatta dehşet yüklü planların var edeceği sonuçlardan bile daha büyüktü.
Adam, aralarından birinin kadın olduğu sekiz farklı askerin fotoğrafında parmaklarını gezdirirken, “Kaleye içeriden bir darbe indirip, biraz daha zaman kazanmalıyız. Emsal kendi emelleri uğruna bizim emellerimizi saf dışı bırakıyor, üstelik onun yüzünden bunların hedefi olmak üzereyiz. Belki de olduk…” Parmakları, fotoğraflardan birinin üzerinde durdu. “O yüzden…” Gözlerini fotoğraftaki askerin gözlerine dikti ve gözleri usulca kısıldı.
“Aralarından birinin canını istiyorum.”
⛓️
Şehrin en sıcak gecesiydi. Elimdeki poşetlerle sitenin içinde ilerlemeye başladığımda yanımda Çolpan, Biricik, Simge, Nihan ve Ayça da vardı. Simge’nin bu geceye pek istekli olmadığını görebiliyordum, yine de daveti geri çevirmemişti. Eve girdiğimizde Ayça tüm poşetleri Herkül edasıyla toplayıp mutfağa yöneldi, ben de Simge, Nihan ve Çolpan’dan yardım alarak uzun, katlanabilen masayı ortaya çekip açmaya başladım. Biricik de yardım etmek istedi ama nedense ona kıyamadım.
Pek sağlam bir masa olmamasına rağmen epey uzundu, iş göreceği kesindi. Bu masayı cipinin arkasına atıp buraya getiren Adnan’dı, alkol almak için pikniğe gittikleri zamanlar bu masayı kullandıklarını söylemişti. Adnan’ın tek başına omuzladığı masayı bizim üç dört kişi anca kaldırabilmemiz de epey trajikomikti bu arada. Masanın üzerindeki toz tabakasına bakılacak olursa, uzun zamandır kullanılmıyordu.
Ayça elinde bir bezle salona geri girip masanın üzerini silmeye başladı. “Yas tutmam gerekirken barıştıklarını kutlayacağıma inanamıyorum maalesef,” diye söylenerek masayı silerken Çolpan güldüğü belli olmasın diye dudaklarını sıkıyordu.
“Ee, ne içeceğiz peki?” diye sordu Simge.
“Yener tekila falan almış, buzdolabına bıraktı,” dediğimde Yener ismi onda bariz bir göz devirmeye neden oldu.
“Onlar nerede?” diye sordu Çolpan.
“Hiç bilmiyorum. Malzemeleri bırakıp kayboldular,” dedikten sonra tıpkı masa gibi katlanabilir hâlde duran sandalyeleri açmaya başladım. Bunu yaparken her ne kadar sandalyelere bakıyor gibi görünsem de baktığım yerde gördüklerim çok farklıydı.
İçimde yanardağ gibi kaynayan, patlayacağı ânı bekleyen hisler vardı bu hisleri uzun zamandır bastırdığım için, yanardağ patladığında felaketin boyutu öngörülenden daha fazla olacaktı. Tek bir an gözlerimi yumdum, üç saniye süren göz yumuşum bana binlerce görüntü gösterdi. Annemi gördüm, çardakta oturmuş meyve soyuyordu ve babam, evin kapısının eşiğinden dışarı bir adım atıp gülümseyerek anneme bakıyordu. Eymen, Antalya’nın karanlık sokaklarında motosikletiyle ilerliyor, kaskının camının arkasında parlayan mavi gözleri gözlerime dokunuyordu. Eylül, kırgın gözlerle bu kez abisine değil, bana bakıyordu. Cesur, kafasını kaldırdı ve bir süredir tek başına oturduğu o karanlığın içinden bana baktı. Üç saniyenin sonunda, gördüğüm son yüz Gurur’un yüzüydü ama yüzü şu anki yaşının çok gerisinde bir yaşına aitti; bir çocuğa aitti. Gözlerimi açtığımda zaman akmaya devam etti, kalbimin içinde de gözyaşları akıyor gibi hissettim ama bunu ne dile getirebildim ne de o gözyaşlarını gözlerime miras edinip insanlara gösterebildim.
“Dalgınsın,” diye fısıldadı Çolpan benim gibi sandalyeleri açarken. Gözlerim anlık ona çevrildi ama bana bakmıyordu, işine konsantre olmuştu. “Ani ayrılığınız ve ani barışmanızla mı ilgili?” Sorusundaki ima beni duraksattı, omzunun üstünden bana baktığında bakışlarında sorgu ya da iğneleme görmedim, sanki bir şeyleri yavaşça çözüyordu ve çözmeye başladığını bana göstermeye çalışıyordu.
Yalan söylemekten yorulduğum için sadece, “Öyle,” dedim. Anlayacaksa anlasın, diye iç geçirdim. Madem ben içimi insanlara açamıyordum, bir kez olsun insanlar benim içimi ben açmadan görsün, beni anlasın istedim.
“Kendine yüklenmeyi bırak. Hiç değilse bu gece bırak,” dedi Çolpan, sonrasında doğrulup hiçbir şey konuşulmamış gibi bana sırtını dönerek mutfağa ilerledi. Kapı zili çaldığında olduğum yerde sıçradım, bu ani tepkim ilk Simge’nin, sonra da Ayça’nın dikkatini çekti ama bir şey söylemediler. Sanırım artık herkes farkındaydı. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun, ruhumun ağrıdığının, Gurur ile engebeli bir yolda doğru adımlar atmaya çalıştığımızın ve daha bir sürü şeyin…
“Ben açarım,” dedi Ayça kapıya yönelirken.
Simge’nin son derece dikkat dolu yeşil bakışlarının odağında olduğumu fark ettiğimde yutkunup ona baktım. Gözlerini usulca yumup geri açtı. Bu, sorun yok, demek oluyordu. Gülümsedim. Sorun olmasın diye Allah’a yalvardığımı biliyor muydu? Yalvarıyordum.
Ayça kapıyı açınca şaşkınlık usulca salonuma yayıldı. Kapıda duran kişi Cenan’dı, yüzünde içinde olduğu durum onu da şaşkına çevirmiş gibi afallamış bir ifadeyle bize bakıyordu. Ayça omzunun üstünden bana baktı, ardından tekrar Cenan’a bakıp, “Hoş geldiniz,” dedi, ne diyeceğini bilemediği gün gibi ortadaydı.
“Dide,” dedi Cenan gözlerini bana çevirip, kendini açıklamak zorunda hissediyormuş gibi başını omzuna yatırarak. Ellerini sarı saçlarının üzerinde kaydırıp, “Babam bu gece Zeliha ablamlarda yetişkinlerin eğlendiği gibi eğlenecekmiş, sen de gitmelisin çünkü anne ve babalar her zaman yan yana olmalılardır dedi,” diye mırıldandı. “Babasına da annemi yanına alman gerekiyor diye diretti.”
“Babası bu gece burada mı olacak?” diye sordu Çolpan şaşkınlıkla.
“Babası Muşta,” dediğimde Çolpan öğrendiği gerçeğin onda yarattığı şokla bana baktı.
“Yılan Hikâyesi’ne hoş geldiniz,” dedi Ayça birden kollarını havaya kaldırıp gülerek. Kimse mimik sergilemeyince ellerini yavaşça indirdi ve “Hiç değilse yalandan gülebilirdiniz,” diye homurdandı.
Cenan kaşlarını kaldırıp, “Komandoların dünyasına hoş geldiniz hanımlar,” dediğinde bir an hepimiz suspus olduk.
Ardından Ayça, “Bari buna gülün ya, kadın eşlik etti bana o kadar,” diye söylenince hepimiz gerçekten gülmeye başladık.
“Keşke erkekleri salıp kadın kadına içseydik. Bence bu grubun ciddi bir şekilde birlikte içmeye ihtiyacı var,” dedi Simge yüzünü buruşturarak. “Cenan abla, abla diyorum ama umarım sinirlenmezsin, zaten senin dersinin öğrencisi de değilim, yani otomatik olarak hocam değil, ablam olabiliyorsun. Merak ettiğim bir şey var, bu komandoların telefonları, kartvizitleri olan masajcıların telefonları gibi hiç susmuyor mu cidden?”
Cenan içeri girerken, “Benim komandomun telefonunu susturmayan tek numara, benim numaramdı,” dedi.
Simge, kırlenti alıp yüzüne bastırırken, “Şu şekilde kendimi yok etmeye karar verdim, size iyi eğlenceler!” diye bağırdı, yüzüne kırlent basılı olduğundan sesi boğuk gelmişti.
“Sendeki de şans,” dedi Ayça sırıtarak. “O kadar komandonun içinde git hem en kısasına hem de en ayarsızına…”
Havada uçan kırlent şiddetle Ayça’nın yüzüne çarptı.
“Bugün şamar oğlanı olarak beni mi seçtiniz? Böyle günler için ben Yener var sanıyordu-”
Havada uçan ikinci bir kırlent şiddetle Ayça’nın yüzüne çarptı.
“Sen böyle her Yener dediği-”
Havada uçan üçüncü bir kırlent şiddetle Ayça’nın yüzüne çarptı.
Cenan, Simge’nin yanına oturup, “Sanırım aralarından biriyle ilgileniyorsun,” dediğinde, Simge ürpererek Cenan’a baktı.
“Kim demiş?”
“Kırlentlerin dili olsa, onlar bile anlamış olduklarından hemen söylerlerdi,” diye homurdandı yerdeki kırlentleri toplayan Ayça.
“Aslında ilgi de diyemeyiz,” dedi Simge oturuşunu düzeltip, ciddi bir ifadeye bürünerek. Yeşil, boğazlı bir kazak giyiyordu, kazağın boğaz kısmını oluşturan yünle oynarken, “Sadece arkadaş olmuştuk ama o garip biri ve ben de yeterince garip biriyken, garip olan başka biriyle arkadaşlık bana göre değil,” diye mırıldandı. “Anlaması güç olan şeyleri çekici bulanlar olabilir, ben bulmuyorum.”
“Pekâlâ, onu yeterince çekici buluyorsun demek oluyor bu,” dedi Cenan, sonra da anaç bir tavırla gülümsedi. “Sanırım önce bir kadeh şarap içmemiz gerekiyor.”
Parmağımı kaldırıp, “Sizin için bir şişe şarabım vardı,” diyerek mutfağa yöneldim.
Ayaklarım beni mutfağa götürdü ama düşüncelerimi farklı bir noktaya götüremedi. Kafamın içinde sürekli tekrar eden kelimelerden kaçma isteğiyle buzdolabından bir şişe şarap çıkarıp, kadehleri ince saplarından tutarak mutfaktan çıktım. Cenan, Simge ve Ayça birer kadeh şarap doldurup yerlerine geçtiklerinde sandalyeye oturmuş, yorgun bir zihinle onların sohbetini zihnimin içine almaya çalışıyordum.
Cenan, şarabından bir yudum aldıktan sonra, “Gecenize zorla dahil olmuş gibi oldum, kusura bakmayın,” dedi.
“Ne alakası var? Hiç de öyle olmadı,” dedi Simge gülümseyerek.
“Hakan abiyle nasıl tanıştınız?” diye soran kişi Çolpan’dı, merakla bakan gözlerini Cenan’a dikmiş, hevesle anlatılacak olan hikâyeyi beklemeye başlamıştı. Cenan gülümsedi ama gülümsemesi dudaklarını aşıp ruhuna değmedi, çehresinde bir acının asılı kaldığını gördüm. Çolpan, Cenan’ın nasıl hissettiğini bilseydi, eminim bu soruyu sormazdı.
“Üniversitedeydim,” dedi Cenan. Gözlerini şarap kadehine indirdiğinde, baktığı yerde dalgalanan kırmızı şarap olsa da gördüğünün çok farklı bir şey olduğunu biliyordum. Belki de o şarap kadehinin içindeki şarapta boğulan anılarını izliyordu. “Bir gün kampüse bir yakışıklı gelir, hikâyen başlar işte. Benden bir kalem istedi ve hikâyemiz o noktada başladı.”
“Aynı okulda mı okuyordunuz?” diye sordu Ayça afallayarak.
“Hayır,” dedi Cenan, gülümsüyordu. Sanki bu anılar ona huzur veriyordu. Huzur verdiğini anlamak için kara gözlerini saran yıldızları görmek yeterliydi. “Onun okulda bir işi vardı, ben de onun işinin olduğu o okuldaki basit bir öğrenciydim.”
“Çok romantik,” dedi Çolpan, merakı daha da artmış olmalıydı. “İlk adımı o mu attı?”
“Evet, girişken bir adamdı, kendisinden emindi ve tuttuğunu koparmayı seven bir yanı vardı. Benim gibi sınırları olan bir kadının sınırlarını bile ateşe verebilecek türden bir adamdı.” Cenan, anıların içinde kaybolmuş gibi bir süre susup, şarap kadehinin içindeki kırmızı şarabı izledi, kadehi salladı ve şarap cam duvarlara vurdu; oluşan dalgaları izlerken, hayatını altına alan dalgaları görmüş gibi kaşlarını çattı. “Onu gördüğümde herkes sıfırlandı. Sadece o ve ben kaldık. O, ben ve mavi gözleri. Gördüğüm en mavi gözlü adamdı.” Son cümlesi beni gülümsetti, aynı anda kızların da gülümsediklerini gördüm. “Komik bir cümleydi, kabul,” diye mırıldanıp gözlerini devirdikten sonra şarabından bir yudum aldı. “Ama o yaşlardayken, düşündüğüm tam olarak buydu.”
“Seni görünce kesin çok etkilenmiştir çünkü müthiş derecede güzel kadınsın. Bir adamın seni gördükten sonra unutma ihtimali yoktur,” dedi Simge şarabından büyük bir yudum aldıktan sonra. “Muşta abinin aklını başından aldığına kalıbımı basarım.”
Cenan gülümsedi, bu içten bir gülümsemeydi, şarabından bir yudum alıp bacaklarını koltuğun üzerine çekti. Üzerinde beyaz eşofman takımları vardı, bu onu ilk kez böyle rahat, ev hâlinde görüşüm değildi ama diğer insanların yanında ilk kez böyle rahat görünüyordu.
“Başlarda kaçan kovalanır taktiğini denemedi diyemem,” dedi gülerek, bir an şaşırdım. Gözleri bana dokundu. “Evet, öyle bakma, gerçekten denedi bunu. Sonra sert kaya olduğumu fark edince işler tam tersine döndü. O kovalamaya başladı.”
“Abimi sana taktik yaparken hayal edemiyorum,” dedim gülerek.
“Yapıyordu. Otoriter, istediğini alan, tuttuğunu koparan bir adam olmasına rağmen, başta bir süre bir ileri bir geri yaparak kafamı karıştırmaya çalıştı. Ama öte yandan dedim ya, çok da girişkendi. Beynimi allak bullak etmişti. Bir var oluyordu, bir yok oluyordu, bir gün kapımdaydı, üç dört gün hayatta mıydı yoksa yok muydu belli olmuyordu. Aniden yolumu kesmeleri mi dersiniz, bazen beni yok saymaları mı… Baktı yok sayınca umurumda olmuyor,” durup güldü, “çaktırmayın ama yok sayılınca tırlatıyordum. Ama umursamadığımı düşününce direkt üzerime düşmeye başladı.”
“Hakan abi de olsan taktik kovalıyormuşsun, vay arkadaş,” dedi Ayça hayretle, bir elini çenesinin altına koymuş, merakla Cenan’ı dinliyordu.
“Erkekler biraz şeyler…” dedi Çolpan.
“Gereksizler,” diye devam ettirdi Ayça.
“Peki Hakan abinin ilişkileri nasıldı?” diye sordu Simge, bacaklarını koltuğun üzerine toplamış, bedenini Cenan’a doğru çevirmişti. Bir yudum daha şarap alıp derin bir nefes verdi. “Yani çapkın biri miydi?”
“Yok, onun tek hayatı mesleğiydi, yani beni aldatmışsa bile mesleğiyle aldatmıştır,” dedi Cenan gülerek. “Karmaşık bir ilişki hayatı yoktu yani. Başıma birileri bela olmadı. Gerçi o zamanlar yine bizim kampüste bir kız daha vardı, onu çok beğeniyordu ama benimki ona hiçbir zaman pas vermedi.”
“Aslan Hakan abi be, böyle yiğit olacaksın işte, böyle güvenilir, böyle mert, böyle adam gibi adam olacaksın,” dedi Simge gaza gelerek.
Cenan genişçe gülümseyip şarabını dudaklarına götürdüğü anda kapı deliğine sokulan anahtarın sesini duydum, anahtar çevrilince kilitten tok bir ses geldi ve kapı açıldı. Gurur’un arkasından tüm tim içeri girdi. En son Hakan abi girdi ve bakışları Cenan’ın oturduğu yere kayınca bakışlarına yerleşen o tuhaf ifadeyi izledim. Cenan’ın etrafında olmak bile onun tüm dengesini altüst ediyor gibiydi.
“Ohoo, siz bizsiz başlamışsınız hanımlar,” dedi Gurur, Cenan’ın varlığı onu tedirgin eder sanmıştım ama bu durumun onda herhangi bir duygu değişimine neden olmadığını fark ettim. Buz sıcağı bakışlar bana çevrildi. “Gaye gelmedi mi?”
“Hüsrev’in nöbeti varmış, onsuz gelmek istemedi,” dedim.
Yener’in kahverengi gözlerinin bir anlığına Simge’ye dokunduğunu gördüm. Ortamda ilgisini çeken tek bir şey varmış ve o şeyi sonunda görmüş gibi bir bakıştı ama uzun sürmedi, gözlerini saniyeler içinde geri çekti. Simge o bakışlara yanıt vermemişti, hatta belki de Yener’in ona baktığını fark etmemişti bile. Aralarındaki uçurumun büyüdüğünü hissettim ama bu uçuruma rağmen Yener, bakışlarıyla bir köprü kurmayı deniyordu. Aralarında dengesiz ve sallanan, hatta kopmaya meyilli de olsa onu karşıya, Simge’nin yanına götürebilecek bir köprü…
Derin bir nefes aldığında bu kez ona bakma sırası Simge’deydi ama Yener ona değil, hole bakıyordu. Sonunda boynunu çıtlatarak, “Hanımlara hizmet etme zamanımız geldi, beyler,” dedi ve hole yöneldi. “Şu dolaba attığım tekilaları çıkarma zamanı.”
“Sana yardım edeyim kertenkele,” dedi Ayça, Yener’in arkasından yürürken.
“Arkamdan gelme sebebin umuyorum ki mutfakta beni kıstırıp ekmek bıçağıyla seksen iki yerimden bıçaklamak değildir, katil bebek Chucky Ayça,” diye takıldı Yener, Ayça’ya.
“Yok, bıçakları sevmem. Ben zehir kadınıyım.”
Girdap gülerek, “Evet,” diye seslendi arkalarından. “Genelde yastığa zehir sürer ya da insanları siyanürle zehirleme hayalleri kurar!”
“Haha!” diye bağırdı Ayça, artık onu göremiyordum çünkü hole girip gözden kaybolmuştu.
Hakan abi, masanın etrafına yerleştirdiğimiz sandalyelerden birini çekip otururken, “Dide uyudu mu?” diye bir soru yöneltti ortaya. Sorunun muhatabı, elindeki şarap kadehini dudaklarından uzaklaştırıp Hakan abiye döndüğünde, birbirlerine birkaç saniyelik de olsa son derece dikkatli bir bakış attılar.
“Çizgi film izliyor, bitirdiğinde uyuyacak. Bu onun akşam rutinlerinden biridir. Sen gelince seninle oynadığı için çizgi filmi çok da önemsemiyordu ama bu gece ikimiz burada olduğumuzdan çizgi film izlemek istedi,” dedi Cenan sakin bir sesle.
“Çizgi filmi bitmeden gidip onu bir göreyim,” dedi Hakan abi oturduğu yerden kalkarak. Gurur, kolunu belime sardığında dikkatim anlık dağıldı ve Hakan abinin evden çıktığı ânı izleyemedim.
Gurur yanağıma sert bir öpücük kondurup, ne oldu dercesine göz kırpınca gülümseyerek omuz silktim ve yanağımı onun göğsüne bastırdım.
“Size ne söylemiştim?” diye sordu Devran keyifle. “Yeni barışan insanlar tripleşir, birbirlerine kötü bakışlar atarlar. Bunlara bak, yeni evli gibiler. Hiç ayrılmadılar.”
“Ay sus be sen de artık, takılmış plak gibisin!” dedi Nihan sonunda patlayarak. “Yatıyoruz kalkıyoruz, tesiste, dışarıda, yemekhanede, her yerde bunu tekrarlıyor, kara papağan.”
Vural, “Nişanlım çok haklı, konuş nişanlım,” dedi.
Biricik kıkırdayarak yüzünü Devran’ın göğsüne saklarken, Devran, Nihan’a kötü bir bakış atarak Biricik’in saçlarını okşadı. “Ulan burada sevgiline giydiriyorlar, sen kafanı göğsüme basıp kanarya gibi cikliyorsun.”
“Aşkım ama Nihan çok haklı,” dedi Biricik, kafasını sevgilisinin göğsünden kaldırıp, masum bakışlarını kara gözlere yönelterek.
“Sen bana aşkım dediğin için seni çok fena öpeceğim ve Nihan’la Vural da siktir olup gidecek hayatımızdan,” dedi Devran ciddiyetle.
Vural, “Birader biz ne yaptık ki şimdi?” diye sordu hayretle.
Yener, elinde iki tekila şişesiyle salona girdiğinde konu dağılmıştı. Ayça da bir tepsinin üzerine dizdiği shot bardakları, tuz dolu bir kâse ve limon dilimleriyle Yener’in hemen arkasından içeri girdi; tepsinin üzerinde bir tane daha yan şekilde koyulmuş tekila şişesi vardı. Yener, masanın başında durup shot bardaklarının ağzını tuzla kaplamaya başladığında Muşta yeniden buradaydı.
“Öyle kuru kuru içmeyelim,” diye bir fikir attı Ecevit ortaya. Bir süredir sessizce ortamı inceleyen Tayfun, ölümcül bakışlarını Ecevit’e çevirdiğinde bu fikirden hoşlanmadığını anlamak için aptal olmak gerekiyordu. “Bunu eğlenceli bir aktiviteye çevirelim. Mesela doğruluk mu cesaret mi oynayalım ya da ben daha önce ile başlayan bir cümle kuralım, daha önce o şeyi yapanlar ya da yaşayanlar tekilayı fondiplesin, yaşamayanlar ya da o şeyi yapmamış olanlar içmesin.”
“Bunun sonucunda Yener çok sarhoş olmasın dikkat edin,” dedi Simge sevimli bir gülümsemeyle. “Her şeyi yaptığına inancım yüzde yüz.”
Yener sakince gözlerini Simge’ye çevirip ona baktı ama bakışlarına karşılık alamadı.
Muşta, “İcat çıkarmayın,” dese de Ayça, Çolpan ve Biricik heyecanla avuçlarını birbirine çırpınca sessizleşip, gülümseyerek onları izlemeye başladı. Sandalyelerin etrafına toplandık ama sayımız fazlaydı, o yüzden iki sandalye eksikti. Biricik, Devran’ın dizine oturdu, ben de Gurur’un dizine oturdum ve sandalyelerin sağlam olmasını diledim.
Girdap, shot bardaklarından birini eline alıp ayağa kalkınca tüm dikkatler ona çevrildi. “Ben,” dedi ve kendi hâline gülerek, “çok büyük bir aşk acısı çektim,” diye devam etti cümlesine. Bu cümlenin ardından tekilayı tuzu yalamadan fondipledi.
Masada shot bardaklarına uzanan kişilere baktım. Sadece Cenan ve Muşta, uzun süren kararsızlıklarının ardından shot bardaklarını aldılar ve bardağın üstündeki tuzları yalarken birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Tekilayı fondipledikleri anda bile gözleri birbirlerine tutunmaya devam etti.
Burada onlar dışında aşk acısı çeken biri yok muydu?
Devran, “Gördünüz mü?” diyerek gerilen ortamın atmosferini yumuşattı. “Gurur ve Zeliha içmediler, yani ayrılmamışlar, yani birkaç günlük de olsa aşk acısı çekmemişler. Rica ederim, her zaman haklıyımdır, teşekküre lüzum yok.”
“Vuraca’m şimdi kafana tekila şişesini, şişirdin bizi be,” dedi Vural aniden değişen bir ağızla, bu Ege ağzı değildi, Trakya ağzına yakın gibiydi ama o da değildi, anlık olarak bu tepkiyi verdiğinde bir roman gibi konuştuğunu fark ettim.
Yener, sessizce Muşta ve Cenan’ın shot bardaklarını tekilayla doldurdu ve kendi shot bardağını eline alıp, “Ben daha önce biriyle hiç ciddi ilişki yaşamadım,” diyerek shot bardağını kafaya dikti.
Simge’nin bakışları ona âdeta saplanmıştı.
Ecevit, Çolpan ve Ayça da sakince shotlarını fondiplediler. Ayça tiksinerek bir limon dilimi alıp emmeye başladığında, Ecevit’in gözleri anlık olarak ona dokundu, ardından o bakışları usulca geri çekerek Girdap’a çevirdi.
Gurur, tekila bardağını kaldırıp, “Ben daha önce hiç duşa kabine işemedim,” dedi ve işemediğini kanıtlamak istercesine tekilasını kafaya dikti. Ona temiz biri olduğu için teşekkür etmem gerekiyor olabilirdi ama elim shot bardağıma uzanmadığından teşekkür edemedim. Çünkü kucağında duşa kabine işemiş biri oturuyordu.
Gurur ve Muşta dışında kimse shot bardağına dokunmadı. Gurur’un masasında duşa kabine işeyen bir sürü insan oturuyordu.
Gurur, bana yandan bir bakış atıp, “Duşa kabine mi işiyorsun?” diye sordu fısıltıyla.
“Herkes bir kez yapmıştır.”
“Sadece bir kez duşa kabine işedim sorusu sorarım, eğer yine shot atmazsan kaç kez işediğin ortaya çıkana kadar bu soruyu sayıları değiştirerek tekrarlarım.”
Muşta, “Umarım başka duş kabinlerine işiyorsunuzdur, aksi durumda, tesisteki tüm duş kabinlerini yalatacağım size göt laleleri,” dedi sakince. “Kusura bakmayın kızlar, affedersiniz.”
“Canım ya,” dedi Yener gevşek gevşek. “Çok seviyor bizi. Hakaret ediyor ama kıyamayıp sonuna çiçek ismi yerleştiriyor. Çiçekleri gibiyiz gerçekten.”
Simge, shot bardağını havaya kaldırdı ve “Ben daha önce hiç iki kişiyi aynı anda idare etmedim,” diyerek tekilasını fondip yaptı. Yener hariç herkes tekilasını içti ama Yener, sessizce Simge’nin yüzüne bakarken kendi shot bardağına dokunmadı.
“Yener aynı anda beş kişiyi bile idare etmiştir,” diye takıldı Girdap, Yener’in gözleri bu kez Girdap’a çevrildi ve bir insanın sadece gözleriyle, “Senin ben çenenin yayını sikeyim,” diyebildiğini görmüş oldum.
Devran, “Ben birinden hoşlandığımı gizlemek için ona bok gibi davrandım,” dedikten sonra tekilasına dokunmadan Gurur’un gözlerinin içine baktı. Kimse shot bardağına dokunmadı ama Devran ile Gurur birbirlerine kitlenmiş gibi bakarlarken, Gurur kendi shot bardağını dudaklarına dayayıp tekilayı fondip yaptı.
Gözlerimi Gurur’un profiline diktim. Gözleri hâlâ Devran’daydı, birbirlerine kitlenmiş gibi bakarlarken Devran keyifle sırıtıyordu, Gurur ise sobelendiği için rahatsız görünüyordu. Kolumu onun boynuna sarıp başımı başına yaslayınca parmaklarını belime bastırdı ve bu dokunuş, tenimde ateşlerin patlamasına, elektriklerin saçılmasına neden oldu.
“Ondan takılıyordun demek bana,” dediğimde cevap vermedi, parmaklarını tenime daha net, içimi eritecek sertlikte bastırmakla yetindi.
Yener sakince tekilaları doldurmaya başladı. Simge’nin shot bardağına uzanıyordu ki Simge, shot bardağını masanın üzerinden aldı ve Yener’in gözlerinin içine bakarak havaya kaldırdı. Gözleri birbirine mıhlanmış hâldeyken Yener usulca içkiyle bardağı doldurdu. Bakışlarını sona erdiren Yener oldu, Simge ise inatla, biraz da hırsla bakmaya devam ediyordu.
Cenan sakince, “Ben birini yalan söylediği hâlde sevmeye devam ettim,” dedi shot bardağına dokunmadan. Sanki bu bir cümle değildi de soruydu, Muşta’ya yöneltilmiş bu sorunun cevabı, Cenan için hayati bir önem taşıyor olsa gerekti. Muşta’nın çivit mavisi gözleri masanın üzerindeki herkesi yok sayarak doğrudan Cenan’a saplandığında, masada derinleşen o sessizliğin içinde Gurur tekilasını fondip yaptı, utanarak ona baktım ve birkaç saniyenin sonunda ikinci fondip Hakan abi tarafından yapıldı.
Cenan’a hiçbir şey söylemeden cevap verdi.
Belki de ona, sana âşığım, demenin en sessiz yoluydu bu.
Cenan, uzun süre gözlerini abimden çekmedi, ona baktı, tam gözlerinin içine. Abim de ona bakıyordu ve yaprak bile kımıldamayan gecenin içinde, ikisinin arasında bir fırtına büyüyordu.
Beyhan, “Ben daha önce hiç atılmış bir linke tıklayıp dolandırılmadım,” dedi sırıtarak, ardından tekilasını içip meraklı gözlerini Adnan’a çevirdi.
Adnan, yüzünde gergin bir ifadeyle tekilasına dokunmadan bekliyor, onun dışındaki herkes içkisini sırayla içiyordu. Herkesin ona baktığını fark ettiğinde, “Sadece bir defa,” diye homurdandı.
“Nasıl dolandırıldığını da anlatsana, n’olursun,” dedi Yener sırıtarak.
“Kes sesini, kaypak herif.”
“Anlat,” dedi Muşta gözlerini Adnan’a dikerek.
Adnan, “Dolandırıcı kişi bana Yener’in hesabından yazıyordu. Yani ben öyle sanıyordum. Arkadaşlarım arasında Yener’i görüp onun profilini kopyalamış. Ben de bana linki atan kişi Yener sanıp tıkladım işte,” dedi huzursuzca.
“Kanka yalnız o hikâye öyle değil,” dedi Yener, yüzündeki sırıtış daha da derinleşirken.
“Hikâyenin aslını o kadar merak ettim ki,” dedi Biricik.
Devran, yüzünü Biricik’in sarı saçlarına gömerek, “Tıfılım, çok da ahlaklı bir hikâye değil bu,” dedi.
Adnan’ın yüzündeki rengin usul usul kaybolduğunu fark ettiğimde meraktan çatlayacak gibi hissettim. Yener onu öyle bir baskılıyordu ki eğer hikâyeyi anlatmazsa, bu şanlı görevi Yener’in devralacağını anlamış olmalıydı. Yine de ağzını bıçak açmadı, sessizce masanın ortasına bakıyor, tek kelime etmiyordu.
Yener, “Ben her zaman çok faydalı linkler atarım,” dedi böbürlenerek. “Bilen bilir, oldukça bilgilendirici videolar paylaşmamla tanınırım. Adnan’a sık sık bu tür videolar yolladığım ve Adnan da her seferinde ahlak timsali olan, rafine zevklere sahip, hassas ruhunu içinde taşıyan koca cüssesindeki kürek kadar elleriyle o linklere tıklar… O linke de benim öğretici videolardan birinin linki sanıp tıklamış. Allah işte, böyle çarpılmış, cuma günü öyle linklere tıklamayı niyet edersen, sana böyle tıklarlar işte Adnancığım.”
“Ben sadece önemli bir şey atmış olabilirsin sanarak tıkladım o linke,” dedi Adnan. “Haysiyetsiz, hayasız insan. Benim gibi edepli, kendi hâlinde, bir baba figürüne iftira atarken hiç mi vicdanına dokunmuyor bu durum?”
“Hadi tarayıcı geçmişini aç, on dört saat önce sana attığım linke tıklamış mısın tıklamamış mısın hep birlikte görelim o zaman, ahlak timsali baba figürü,” dedi Yener.
Biricik, Devran’a sokulup, “Şey linki mi?” diye sorduğunda, Devran gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.
“Hanımefendi, hiç ilgisi yok,” diye atladı Adnan. “Şey linki falan değil. İnanın bana.”
“Kardeşim kız şey demiş, porno mu demiş?” diye sordu Yener, Adnan’ı iyice abluka altına alarak.
Adnan utanarak masadaki tüm kadınlara baktı, daha sonra shot bardağını içkiyle doldurup, Yener’in gözlerinin içine bakarak, “Ben daha önce hiç yengemin kuzenini düşünmekten ranzanın demir tavanını izlemeli kafayı kırmadım,” dedi ve tekilayı tek dikişte içti.
İşte şimdi, Yener’in ruh gibi bembeyaz olma sırasıydı.
Herkes, yüzlerinde şaşkın bir ifadeyle tekilasını içerken, Yener de dişlerini gıcırdatarak shot bardağına uzandı ve Girdap sessizce, “Yalancıyı sikmiyorlar tabii,” diye fısıldadı.
Yener, gözlerini Adnan’dan çekmeden tekilasını olabildiğince yavaş bir şekilde yudum yudum içti. Herhâlde yalanları boğazına dolanmıştı…
Çolpan gülerek yeniden doldurulan bardağını kaldırdı ve “Ben âşık olmaktan korkuyorum,” dedi, bunu söyledikten hemen sonra tekilasını içti. Çok kısa bir an, herkes sustu, o sessizliğin sonunda Ecevit, Ayça, Adnan ve Beyhan da Çolpan’a katılarak shotlarını devirdiler.
“Ben,” dedi Gurur, bardaklarımız yeniden alkollerle dolduğunda. “Birine köpek gibi âşığım.” Ve hiç beklemeden, gözlerini gözlerime saplayarak tekilasını fondip yaptı.
Onu takip eden Girdap oldu, Girdap’ı Devran, Biricik, Nihan ve Vural takip etti, ardından sessizlik anlık olarak masayı ele geçirdi. Gurur’un gözlerinin içine bakarak tekilamı fondiplediğimde boğazımı ve kulaklarımı yakan alkol değildi de Gurur’un bana bakışıydı sanki.
Yenilenen o sessizlik, Cenan ile Muşta’nın aynı anda fondip yapmalarıyla çekim dolu bir uğultuya dönüştü.
Birbirlerinin gözlerinin içine sadece birkaç saniye baktılar ama bu bir ömür gibiydi, sanki kaybolan tüm yıllar, birbirlerinin gözlerinden birbirlerinin hayatlarına doluyor, birbirleri olmadan kaldıkları tüm anlara ait açık yaraların üzerleri kapanıyordu. Birbirlerine bakarlarken hem iyileşiyor hem de yaşananlarla yüzleşerek daha da yaralanıyorlardı sanki.
Tayfun, dudaklarında buruk bir gülümsemeyle ilk kez shot bardağını kaldırdığında, çok sık shot atanların dudaklarına sarhoş gülümsemeleri yayılmaya başlamıştı ama herkes hâlâ ayık sayılırdı. Bu gecenin sonunda bizi ne bekliyordu, cidden merak etmiyor değildim.
Tayfun, “Ben terk edildim,” dediğinde bir an herkes gözlerini ona çevirdi, gümüş rengi korkutucu gözlerinde ilk kez buruk bir şeye rastladım ama dudakları, gözlerine yayılan ifadenin aksine tebessümle şekillenmişti; her ne kadar tebessümü de acıyla dolu olsa da. Kızıyla yalnız başına bırakılmış o adama bakarken içimde bir şeylerin sızladığını hissettim.
Muşta acı bir gülümsemeyle shot bardağını dudaklarına götürdü, Cenan yutkundu ama o yutkunuş öyle bir yutkunuştu ki alkolü içen Muşta’ydı da camdan bardağı parçalanmış şekilde yutan Cenan’dı sanki. Cenan da bardağa uzanınca bir an şaşırdım, o da fondip yaptı ve bir gerçek daha yüzüme vuruldu. Giden Cenan olsa da o da terk edilmiş hissediyordu.
Muşta, gözlerini Cenan’a dikip sessizce ona bakarken hissettiklerini gizleyemedi, mavi gözlerinde savaşı gördüm; kendisiyle, aşkıyla, hissettikleriyle ve Cenan’la olan savaşını. Bu savaşın galibi Cenan’dı. Cenan, Hakan abiyi mağlup etmek konusunda ustalaşmıştı.
Girdap, sessizlik içinde tekilasını kafaya dikti.
Tekilalar sürekli olarak bardakları doldurdu, bazıları komik, bazıları sessizli yaratan cümleler kuruldu ve gece daha karanlık bir saate ilerlerken, artık aramızdaki isimlerin çoğu sarhoş, çoğu da çakırkeyif olmuştu.
Vural, telefonundan İzmir gaydası açıp oynamaya başladığında, her zaman ciddi bir surat ifadesiyle oğullarını izleyen Muşta bile kendini âna bırakmış, Vural’a ağır ağır vurduğu koca elleriyle alkış yapıyordu. Vural sarhoştu, bayağı sarhoştu, portmantoya astığı montunu alıp pantolonuna sıkıştırarak ciddi bir yüz ifadesiyle dans sanatını icra ettiği sırada onun ayık olduğunu söyleyebilecek bir Allah’ın kulunu bile bulamazdınız.
Cenan bir köşeye oturmuş, elinde şarap kadehiyle yabancı olduğu bu ortamı sakin gözlerle izliyor, Vural’ın resmî bir ifadeyle gerçekleştirdiği dans gösterisine gülümsemeden edemiyordu.
Nihan, nişanlısının bu hâlinden normal şartlarda rahatsız olabilirdi ama o da çakırkeyif olduğundan Vural’ın alnına yüzlük banknot yapıştırıyor, gülerek ona eşlik ediyordu ama Vural kadar iyi ve profesyonel dans edebildiğini söyleyemezdim.
Bir ara ben de kendimi Gurur’un kucağında kırıtırken buldum, bir eli belimde duruyor, diğer elinde sigarasını tutuyor, duman ela gözlerinin etrafında kıvrılarak süzülürken keyifle beni izliyordu. Bazen o kadar çok kırıtıyordum ki “Yavaş,” diye fısıldıyordu kulağıma. “O öldüğüm kalçayı öyle bastırma lan bana.”
O da sarhoştu ama sarhoşluğunu iyi perdeliyordu. Tüm şişeler bitmiş, kadehlerin dibi görülmüştü ve o da bu gece en çok içenlerden biri olmuştu. Buna rağmen ben onun kucağında şımarık bir çocuk gibi dans ederken, o sakin, ruhumu besleyen gözlerle beni izliyor, bakışları altında beni eritiyordu.
Dudaklarının arasına yerleştirdiği sigarayı ağzından alıp kendi dudaklarıma yerleştirdiğimde, gözlerine yerleşen ilgi kalbimi yakıp kavurdu. Sigaradan uzun bir nefes aldım, gözlerinin içine bakarak içime çektiğim dumanı geri üfledim ve sigarayı yeniden onun dudaklarına yerleştirdim.
“Böyle cesur hareketleri insan içinde değil, yalnızken yap da neler yapıyorum gör,” dedi sinsi bir sesle. Yanaklarımın ısındığını hissettim ama tenimin rengi değişti mi, utandığım onun gözlerinin onun önüne serildi mi bunu bilemedim. Sigarasının dumanını yüzüme üflediğinde artık tenim de yanaklarım gibi yanmaya başlamıştı.
“Gözlerin çok güzel,” dedim kendimi tutamadan, alkolün dilimi çözdüğünü ilk fark edişim değildi.
Kanında dolaşan alkol miktarını ilk kez gösterecek şekilde gözlerini kısıp, bana bir sarhoşun gözleriyle baktığında kalbim yerinden oynadı. Yüzüme düşen saç tellerini geriye itip, parmaklarını çillerimde, elmacık kemiğimde dolaştırırken cevap vermemişti ama gözlerinden gözlerime kelimeler akıyordu. Arka planda çalan eğlenceli oyun havasını bile duymayacak kadar ona odaklandığımı fark ettim. Eğer şu an evde Muşta olmasaydı, insanların varlığını umursamadan onu öperdim. Gözleri dudaklarıma kaydığında, onun düşüncelerimde dolaştığını, düşündüğüm her şeyi duyabildiğini hissederek daha da kızardım.
Sonunda, “Ben,” dedi, “senin gözlerini gördükten sonra, bir daha başka hiçbir gözü güzel bulmadım.”
“Kendi gözlerine daha sık bakmalısın o zaman,” dediğimde gülümsedi, gülümseyişi bile sarhoştu ve bu beni derinden etkiledi. “Aynanın karşısına geçip, ne kadar güzel gözlerinin olduğunun farkına varana dek bu güzel gözlere bakmalısın.”
“O güzel ağzın öyle bir konuşuyor ki biraz daha konuşacak olursa kimseyi sikime takmayıp yapışacağım, eme eme yiyeceğim, bitireceğim o güzel ağzı,” dedi, kısık sesle kurduğu cümlenin yankısı içimde çığlık kadar gür, kuvvetli ve yıkıcıydı.
Gözlerimi kaçırdığımda burnundan sert bir nefes vererek gülüp, “Ne o?” diye sordu yine fısıltıyla. “Utandın mı? Utandığında daha çok yükseliyorum. Daha bir yiyesim geliyor seni.”
“Çok konuştun,” diyerek sigarasını parmaklarının arasından aldım, tekrar dudaklarına yerleştirdim. “İç sigaranı.”
Sigarayı gözlerimin içine bakarak içine çektiği sırada dudakları izmariti kavrayan parmaklarıma temas ediyordu. Yanaklarımdaki ateşin zihnime sıçradığını hissettim. Onunla yakınlaştığımız tüm anlar, yanaklarımdan fırlayıp zihnime yayılan ateşe kapılarak alev alev yanmaya başladı. Gözlerimiz birleştiğinde onun da o anlardan birini düşündüğünü biliyordum.
Sigarayı dudaklarından çeken ben oldum, dumanı yüzüme üflerken gözlerinden gözlerime ahlaksız lakırtılar döküldü. Dudağının kenarında çiçek gibi açan o yamuk gülümseme aklımı başımdan aldı. Gözlerimi kaçırma gereği duydum çünkü ona biraz daha bakarsam, duramazdım ve onu öperdim. Onu öpme isteği içimde ateş gibi yanıyor, gözlerine her bakışımda kirpiklerindeki fırtına o ateşi savuruyor, körüklüyor, büyütüyordu.
Kucağından indiğimde gözlerini bana dikti. “Su içeceğim,” dediğimde o gözler daha da kısıldı.
“Bana da bir kadeh şarap getirir misin?” diye sordu.
Bakışlarım dudaklarına kayarken, “Getireyim,” dedim.
Gözlerinin içindeki beğeni dolu parıltıdan kaçmak ister gibi sırtımı ona dönüp kalabalığı aşarak mutfağa yöneldim. Vural artık kendini kaybetmiş gibi göbek atıyordu, Nihan ona eşlik ediyor, Ayça da ondan beklenmeyecek bir şekilde kâğıt peçeteleri para destesi gibi tutmuş, Nihan ile Vural’ın başından aşağı saçıyordu. Gürültünün içinde ilerlerken kafamın içindeki kaosun zincirlerinin gevşediğini hissettim, karanlık hole saptığımda göğsümde yeniden huzursuz bir his büyümeye başlamıştı. Ne zaman yalnız kalsam, bu huzursuzluk göğsümü kederle mi kaplayacaktı?
Mutfağın aralık duran kapısından içeri girmemle, aspiratör ışığının altındaki iki gölge, tüm dikkatimi parçalara böldü. Tezgâhın üzerinde oturan kişinin Biricik olduğunu omuzlarına doğru dağılmış sarı saçlarından anladım, üzerindeki kazağın omzu neredeyse dirseğine kadar sıyrılmıştı ve bacaklarının arasında duran dev adam, onun küçük yüzünü avuçlarının içine almış, açlıkla öpüyordu. Öpüşmeleri o kadar gürültülüydü ki beni fark etmediler bile. Ben ise şok olmuş hâlde kapıda öylece kalakaldım.
“Burada olmaz,” dedi Biricik çakırkeyif olduğunu belli eden, dağınık bir sesle ama ağzı hâlâ Devran’ın ağzında olduğundan sesi de boğuk çıkmıştı.
Devran bunu önemsemeden onu öperken, “Arabaya ineriz,” dedi, “ya da seni boş otoparka götürürüm, hım? Bu daha önce yapmadığımız bir şey değil, yavrum.”
Şok içinde bir adım gerilememle, sırtım açık duran kapıya vurdu ve kapı duvara çarpınca ikisi de irkilerek bana doğru döndüler.
Yüzüme yakalandığımı gösteren bir sırıtış yayıldı.
Biricik utanarak omzundan aşağı süzülen kumaşı yukarı çekmeye çalışırken, Devran sırıtışıma kayıtsız kalamayıp başta şaşkın bir şekilde bana baksa da sonrasında bir kahkaha koydu.
“Çok yanlış bir zamanda mutfağıma girdiğim için özür dilerim ya,” dedim utancımı saklamak ister gibi gülmeye çalışarak.
Biricik, aspiratör ışığının altında renk değiştirmişti, artık teni tamamen kızıldı. Devran, kollarını Biricik’in boynuna sarıp bana yandan bakmaya devam ederek, “Biz yokmuşuz gibi davran, hiç sorun değil,” dedi. Bu beni biraz daha gevşemiş hissettirdi, utanmamam için geyik yaptığını fark edince daha geniş sırıtıp buzdolabına ilerledim. Şarap şişesini çıkardığımda Devran, “Çok tekila içmediğinden bu gece istediğin kafaya erişemedin galiba?” dedi alayla.
“Gurur istedi.”
“Neredeyse bir şişeyi tek başına içtikten sonra utanmadan şarap mı istiyor? Maymuna dönecek, Zeliha,” dedi Devran tek kaşını kaldırarak.
“Gayet iyi görünüyordu.”
“Maymuna dönmeden önce herkes iyi görünür,” dedi Devran. “Hiçbir sarhoş, götü başı dağıtana dek sarhoş olduğunu söylemez ve iyi olduğu konusunda inatlaşır.”
Elimdeki şarap şişesine bakıp, “Yani ona bir kadeh vermemeli miyim?” diye sordum.
“Kumar oynamayı seviyorsan ver, bize de eğlence çıkar,” dedi Devran sırıtarak.
“Çok kötüsün, o senin en yakın arkadaşın!” dedi Biricik kınayarak.
“Sen de benim biricik sevgilimsin, sana neler yapıyorum, ona mı acıyacağım?” Sorusundaki ima gözlerimi büyütmeme neden oldu çünkü Biricik o kötü şeyleri hatırlamış gibi utanarak yüzünü Devran’ın göğsüne sakladı.
Boş bir kadeh alıp, elimde şişe ve kadehle mutfaktan çıktım. Gurur, onu bıraktığım sandalyede yoktu. Gözlerim kalabalığın içinde dolaştı ama onu göremedim. Bir an nerede olduğunu sorguladım ama sonra lavaboya gitmiş olabileceğini düşünerek masaya doğru ilerledim. Cenan boş kadehiyle bana sokulup, “Bu barışma meselesi de bir oyun mu?” diye sorduğunda, bakışlarım hızla etrafı taradı ve başımı sallayarak Cenan’ın sorusunu onayladım.
Cenan, iki kaşının ortasında endişe dolu bir çukur oluşurken, “Bu herifin derdi ne?” diye sordu.
“Gurur’a daha fazla acı vermek istiyor. Başka ne isteyebilir ki?”
“Ruh hastasının teki,” dedi Cenan, elindeki kadehi masaya koydu ama parmakları hâlâ kadehi sarıyordu.
Muşta, ikimizin tam ortasına eğildiğinde, Cenan nefesini tuttu. “Ne kaynatıyorsunuz?” diye sordu, sesi duygularını ustaca gizliyordu. Masadaki çakmağı aldı, elini kaldırırken parmaklarının dış kısmı, eklem kemikleri bilinçli olduğunu düşündüğüm bir şekilde Cenan’ın kadehi saran parmaklarına sürtündü. Bunu ona temas etmek için bilerek yaptığını düşünmek kızarmama neden oldu. Cenan’ın yüzündeki renk kaybını izledim, bakışları yavaşça Hakan abiye saplandı ama Hakan abi ona bakmadan elini geri çekip, dudaklarının arasına yerleştirdiği sigarayı çakmağın ucundan fırlayan alevle tutuşturdu.
“Şu barışma meselesini konuşuyorduk,” dedim kekelememek için kendimi sıkarak.
Muşta, sigarayı dudaklarının arasında ezerek içtikten sonra dumanı usulca üfleyip, “Gurur anlattı, evet,” dedi. “Artık bu herifin çaresine bakılmasının zamanı geldi.”
“Ne şekilde?” diye sordum merakla.
“Bir planımız var. Çocukları uyandırmadan önce bu planın taslağını hazırlamam gerekecek,” dedi.
“Tehlikeli bir adam,” dedi Cenan sessizce. “Eğer doğru adımlar atılmazsa, zarar gören başkaları olacak.”
“Bunu önlemek için elimden geleni yapacağım,” dedi Muşta.
Cenan’ın bakışları onun yüzünde dolaştı, Muşta da anlık olarak ona baktı ama gözleri birbirlerinde çok uzun süre oyalanmadı. Aniden yana yakıla bağırarak merdivenlerden aşağı koşa koşa inmeye başlayan Yener’e dehşetle baktım.
“Ulan,” dedi Yener yüzü bembeyaz olmuş bir hâlde üst kata uzanan merdivenlere bakıp, işaret parmağıyla merdivenleri göstererek. Merdivenlerin başında, yüzünde hain bir sırıtışla dikilen Gurur’u gördüğümde kaşlarım havaya kalktı. Yener, korku dolu gözlerle Gurur’a bakarak, “Tuvalete gittim, birden arkamdan içeri girdi, banyo karanlıktı ve belimde bir çift büyük el hissettim. Bana arkadan sarılıp Zerda’m dedi bu!” diye bağırdı. Sesindeki dehşete mi yoksa anlattığı absürt olaya mı gülmeye başladık tam olarak kestiremedim ama birden herkes durup kahkaha atmaya başladı.
Gurur alayla Yener’e baksa da kafasının dumanlı olduğu çok belliydi. Yener ona hâlâ korku dolu gözlerle bakıyordu ama Gurur, bu bakışlara gözlerindeki alayı silmeden, kayıtsız kalarak karşılık veriyordu.
“Az daha güme gidiyormuşsun, gel buraya deli çocuk, şefkate ihtiyacın olmalı,” dedi Girdap, Yener’in başını okşayarak.
“Dokunma lan bana. Bu gece hiçbiriniz dokunmayın bana,” dedi Yener irkilerek. “Bir süre bu travmayı atlatabileceğimi sanmıyorum, artık işemeye gittiğimde tuvaletin kapısını kilitleyeceğim.”
Ecevit ruhsuz bir sesle, “Hoş geldin ya tuvaletteyken birden Gurur içeri girer de tam fermuarımı indirecekken bana arkamdan sarılırsa fobisi bebek,” dedi.
Ayça, bu duyduğu en komik şeymiş gibi kahkaha atmaya başladığında, Ecevit bakışlarını ona yöneltti, Girdap da kaşlarını kaldırmış, sırıtarak ona bakıyordu çünkü turuncum kendini yerlere atmış, katıla katıla bu dümdüz espriye gülüyordu.
“Normalde o kadar mahkeme duvarı gibi geziyordu ki…”
“Yeter bu kadar gevezelik,” dedi Muşta. “Daha içmiyorsunuz hiçbiriniz. Tadında bırakın lan.”
“Kırk yılın başında kafa dağıtıyorlar, neden karışıyorsun ki çocuklara?” Sorunun sahibi Cenan’dı, tüm askerlerin dikkat kesilmesine neden olan bu soru, tüm gözlerin de Cenan’a çevrilmesine neden oldu. Muşta’nın çivit mavisi gözleri, Cenan’ın gece kadar kara gözlerine saplandığında, aralarındaki sessizlik evdeki tüm duvarlara yayıldı.
“Onlar benim çocuklarım, nerede durmaları gerektiğine ben karar veririm.”
“Yetişkin, neredeyse seninle aynı yaşta çocuklar, evet,” dedi Cenan gözlerini Muşta’nın gözlerine âdeta çivi gibi çakarak.
“Bu seni ilgilendiren bir mesele değil, çocuklarımı ve beni ilgilendiren bir mesele.”
“Farkındaysan benimle de ortak bir çocuğun var, yani bir anne figürü olarak yanlış yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim.” Cenan parmağıyla şok içinde onu izleyen askerleri işaret etti. “Onlar senden hemen hemen dokuz, on yaş küçükler ve yetişkinler, istedikleri gibi içerler.”
Muşta dişlerini gıcırdatıp birkaç saniye sessiz kaldı. Ardından, “Onlarla benim aramda,” dedi.
“Yorumlamak istedim, yorumladım,” diye diretti Cenan.
“Yorumunu sorduğumu hatırlamıyorum,” dedi Muşta. Aralarında kıvılcım gibi büyüyen bakışmalarını izlerken dudaklarım aralık duruyordu, gözlerimi kaldırıp merdivenlerin tepesindeki Gurur’a baktığımda, yüzünde alaycı bir sırıtışla ikisini izlediğini gördüm. Bakışları anlık bana dokununca göz kırptı, kalbim pır pır etti.
“Yorum yaparken senden izin almam gerektiğini bilmiyordum,” dedi Cenan alaycı bir sesle ama gözleri alev alevdi, Muşta’ya meydan okuyordu ve alaycı sesinin ardında büyümek üzere olan bir yangının alevleri usulca yükseliyordu.
Ayça ve Simge yerde bağdaş kurarak oturdular ve gitgide artan tansiyonu izlemeye başladılar. Ayça, “Kavga çıkıyor galiba,” diye fısıldadı, Simge’ye doğru eğilerek.
“Evet,” dedi Muşta kör bir inatla. “Benden izin alacaksın.”
Cenan, şarap şişesine uzanıp kendine bir kadeh daha şarap doldurdu, bu olurken Muşta gözlerini ona dikmiş, onu izliyor, herkes sessizlikle Muşta’ya katılmıştı ama Muşta’nın aksine Cenan’ı değil, ikisini birden izliyorlardı. Bir yudum şarap boğazından kayıp giderken, “Haklısın,” dedi Cenan, “sen insanların senden izin almalarına o kadar alışmışsın ki aksi seni tetikliyor, öfkelendiriyor. Ama sana kötü bir haberim var, ben senden izin alacak son insan bile değilim.”
“Öyle mi?” Muşta’nın dudaklarındaki alaycı kıvrım, uzun zamandır onda hiç izine rastlamadığım kadar tehditkârdı. “Hafızan zayıfladı sanırım.”
Cenan dişlerini sıkarak gülümsedi. “Anlayamadım?”
“Zaman diyorum, hafızanı zayıflatmış bayağı,” dedi Hakan abi aynı alaycı gülümsemeyle.
“Ya da belki de sen yaşlanmaya başladığın için kafanda olmayan durumları var etmeye başlamışsındır,” dedi Cenan, Muşta’ya dik dik bakarak.
Muşta gözlerini kıstığında, Girdap ve Adnan gülmemek içi farklı yerlere bakmaya başladılar. Kavga gitgide kızışacak gibi görünüyordu.
Aralarında yanan bir ateş vardı. Bu ateşi herkes hissediyordu ama ateşin dışındaydık, ateşin içinde olan onlardı ve yanıyorlardı. Birbirlerinden kaçmıyorlar, birbirlerinin üzerine gidiyorlar, geçmiş o ateşin etrafında benzin gibi ilerleyerek ateşi güçlendiriyor ve yanmalarına rağmen birbirine bakmaya devam ediyorlardı.
“Çocuklarımla arama girme,” dedi Muşta konuyu değiştirme kararı alarak ama Cenan, o alevlerin içinden ona tüm çıplaklığıyla bakmaya devam edip cevap vermeyince kaşları sertçe çatıldı. “Bence artık gidelim.”
“Gidelim mi? Sen ve ben, beraber mi?” diye sordu Cenan kaşlarını havaya kaldırarak, sorusunda şaşkınlık yoktu, kinaye vardı.
Muşta, “Elindeki kadehi bırak, bu kadarı yeterli,” dediğinde Cenan bu kez afallayarak ona baktı. “Gidiyoruz.”
“Gece yeni başlamıştı,” diye dudak büktü Biricik, hangi ara salona dönmüşlerdi bilmiyordum ama sırtını Devran’ın göğsüne yaslamış, kavgaya hazır konumda bekleyen ikiliye bakıyordu.
“Gitmek istiyorsan gidebilirsin, Hakan,” dedi Cenan, şimdi gerçekten öfkelenmişe benziyordu.
“Gidiyoruz,” diye diretti Hakan abi, ardından Cenan’ın yüzüne doğru eğildi ve elindeki izmariti masadaki kül tablasına bastırarak söndürdü, geri çekilirken göz temaslarını bir an olsun kesmemişti. “Birlikte.”
Cenan tam ağzını açacaktı ki Muşta, birden Cenan’ın elindeki kadehi alarak masaya koydu. Cenan’ı bileğinden yakaladığında ortamdaki hava tamamen gerildi, Cenan bileğini geri çekmeye çalışsa da Muşta’nın mahlası kadar güçlü olan dokunuşundan kaçamadı.
“Biz gidiyoruz çocuklar,” dedi Muşta, Cenan’ın gözlerinin içine bakarak.
“Bileğimi bırak.”
“İstesen bıraktırırsın ama içinde hâlâ benim söylediğimi yapmayı seven büyümemiş bir kız çocuğu var,” dedi Muşta kısık bir sesle, bunu onlara yakın olduğum için sadece ben duyabildim.
“Öyle olmasını istediğini bu kadar belli etme,” dedi Cenan, bunu da sadece ben duyabilmiştim.
“Gidiyoruz, Cenan,” dedi Muşta ve bu ismi duymak, Cenan’ın gözlerinde bariz bir şaşkınlığa yol açtı. “Şimdi.” Cenan’ı bileğinden tutarak evin kapısına yöneldiği sırada herkes öyle sessizdi ki sessizliği bozan olursa kanlı bir savaş çıkacaktı sanki.
Cenan hiçbir şey söylemedi. Rüzgâra kapılan savunmasız bir yaprak gibi Muşta’nın onu önüne katıp uzaklara sürüklemesine izin verdi. Evden çıkıp gittiklerinde, arkalarında bıraktıkları sessizlik birkaç dakika daha üzerimizdeki hâkimiyetini korudu.
“Romantik bir film sahnesi gibiydi,” dedi Ayça, başını Simge’nin omzuna koyup sarhoş bir gülümsemeyle kapanalı on dakika olmuş sokak kapısına bakmaya devam ederken.
“Ne yazık,” dedi Simge iç çekip, dalga geçer gibi gülerek. “Hiçbir zaman yaşayamayacağımız türden bir şey.”
Yener’in gözleri, duyduğu cümle üzerine Simge’ye dokundu, birkaç saniye ne hissettiğini ustalıkla gizleyen suratındaki belirsizlikle Simge’yi izledi. Sanki Simge’nin varlığı ona bir şeyleri kanıtlıyor, bir şeyleri gösteriyordu. Olması gerekenleri, olmaması gerekenleri, olduğu kişiyi ve olmak istediği kişiyi… Gözlerini Simge’nin üzerinden çekerken olmaması gerekenlerin farkına varmış gibiydi, olamayacağı kişinin zaten uzun zamandır farkındaydı ama bu yine yüzüne vurulmuş gibi kaşlarını çatarak boşluğa baktı.
Gece biraz daha derinleşti, yelkovan sanki hızla döndü ve akrep de ona eşlik etti. Işıklar kapandığında herkes bir yere yığılmıştı. Adnan, Girdap, Yener, Tayfun ve Ecevit yerde uyuyorlardı. Beyhan sessizce camın önünde dikilmiş, manzarayı izlerken ıssız görünüyordu. Ayça ile Simge sarılarak koltuğa uzanmışlar, o şekilde sızıp kalmışlardı. Biricik ile Devran yoktu, sanırım gitmişlerdi ama evden ne zaman çıktıkları konusunda hiçbir fikrim yoktu. Vural ile Nihan sessizce masada oturuyorlar, karanlıkta fısıldayarak sohbet ediyorlardı. Vural bazen kelimelerinin ortasında duruyor, Nihan’ın yanağını öpüyor, saçlarını okşuyor, sonra fısıldayarak tekrar konuşmaya başlıyordu. Gözüm Çolpan’ı aradı, çok geçmeden mutfaktaki tıkırtıları duydum ve orada olduğunu anlayarak rahat bir nefes alıp üst kata uzanan merdivenlere ilerledim.
Gurur duşa mı girmişti yoksa odaya mı çekilmişti bilmiyordum, tek bildiğim, kanında yoğun şekilde alkol vardı ve muhtemelen bunun farkında olduğu için yalnız kalmayı tercih etmişti. Saçma bir durum yaşansın istemiyor olabilirdi, absürt bir anının daha içinde olmak istemediği kesindi ama Yener ile yaşadığı anı bence yeterince absürt bir anı olarak hafızalardaki yerini koruyacaktı.
Odaya girdiğimde onu yatağın ona ait tarafında yüzüstü uzanırken buldum. Üstündekileri çıkarmıştı, çıplak sırtına boydan camdan içeri vuran sokak lambasının ışığı vuruyordu, altında sadece iç çamaşırı vardı ve bir bacağını yana doğru hafif bir açıyla kırarak açmıştı. Odanın içinde hayalet gibi ilerleyip yatağın ucuna kadar geldim. Yanağını yastığa bastırdığından profili görünüyordu, düzenli nefes alıp verişinden anladığım kadarıyla uyuyordu. Yere saçılan kıyafetlerini toplayıp berjerin üzerine koydum ve yatağın üzerine çıkıp onun sırtına sokuldum.
“Sızdın demek, ayyaş seni,” diye fısıldadım. Parmaklarım kumral saçlarına doğru ilerledi, saçlarına dokunup dudaklarımı omzuna bastırdım. Normalde buz kadar soğuk olan teni şu an sıcaktı, kanındaki alkol vücuduna yansıyordu. “Umarım bu gece biraz da olsa kafan dağılmıştır.”
Çenemi omzuna bastırıp, sokak ışıklarının devrik bir cümle gibi gösterdiği şehre baktım.
“Seni iyileştirebilmenin bir yolu olsaydı keşke, Gurur. Seni iyileştirebilmeyi o kadar çok isterdim ki. Ama geçmişimiz yaralarla doluysa bunun sebebi var, babam hep böyle söyledi, babam bana böyle öğretti. Yaralarımız bizi olduğumuz kişiye dönüştürdü. Senin dönüştüğün adam, çok iyi kalpli bir adam. Bir canavar değilsin, Gurur.”
Gözlerimi ağır ağır yumup, bu kez yanağımı çıplak omzuna bastırdım. Parmaklarım saçlarından kayarak çıplak sırtında turlamaya başladı.
“Hayat sana hep kötü davranmış, içindeki çocuğu büyütmene izin vermemişler, sen de o çocuğu tamamen kaybetmekten korkup bir yere saklamışsın… Şimdi bakıyorum da başta tanıdığım o buz gibi bakan adamın aksine, gözlerinin arkasında o çocuğu görüyorum. Mutluyum, o çocuğu sadece bana gösterdiğin için ya da o çocuğun varlığını sana hatırlatıp, o çocuğu sakladığın yerden çıkarmana vesile olduğum için…”
Zihnimin içine çöken sis, hareket hâlinde kelimelerin etrafını sardı. Parmaklarım Gurur’un kumral saçlarında dolaşırken yanağımı sırtına bastırıp şehrin manzarasını izlemeye devam ettim.
“İyi bir çocukluk geçirdim, güzel anılar biriktirdim, bir çocuk olmak nedir bildim ve o çocuğu bugüne yara almadan getirdim,” dedim bu benim için büyük bir yükmüş gibi. “Bir gün bir çocuk olmanın ne demek olduğunu hiç bilmemiş bir adamla yollarımın kesişeceğini hiç düşünmedim. O çocuğun güvenli alanı olacağımı, herkesten sakladığı o çocuğu bana emanet edeceğini hiç düşünmedim.”
Gözlerimi yumduğumda düşüncelerin ağırlığı şakaklarımı sızlatıyordu. “Bu yüzden iyi bir çocukluk geçirdiğim için mutluyum, Gurur. Ne kadar karşında bunun adına utanıyor olsam da mutluyum çünkü eğer babam sağlıklı bir şekilde büyümemi sağlamamış olsaydı, annem toprağımı en güzel şekilde sulamamış olsaydı, o çocuğa yabancı olsaydım, senin içindeki çocuğun elini tutup onunla oyunlar oynayamazdım. Seni iyileştirebilmem için, iyi bir toprakta büyümüş olmam gerekiyordu.”
Sırtını öptüm, sırtına alnımı yasladım ve derin bir nefes aldım.
“Üzgünüm hissettiklerini hissedemeyip seni o karanlıkta yalnız bıraktığım için ama çok da teşekkür ediyorum bu çocukluğu bana bahşeden aileme, gelip seni o karanlıktan çıkarabileceğim kadar iyi hissettirdikleri bir çocuk olabildiğim için. Ben hasta bir çocuk olsaydım, seninle o karanlıkta kalırdım ve belki de o karanlıkta gün geçtikçe daha da yok oluşuna şahit olurken elimden hiçbir şey gelmezdi.”
Yanağımı yeniden sırtına bastırdım.
“Zamana ihtiyacımız var, seni iyileştireceğim, her şey geride bırakacak ve yaşanmaması gerektiğini söylediğimiz o geceyi unutup, bir başka gecenin içinde el ele durarak birlikte yaşadığımız her şeye şükredeceğiz.” Gözlerimi yumdum. “Söz veriyorum.”
Bunlar uykuya dalmadan önce kurduğum son cümlelerdi. Uykuya yenik düştüğümde birinin bedenimi yavaşça kaldırdığını hissettim ama uyku çok ağırdı, gözlerimi açıp bakamadım, beni kaldıran kolların sahibini tanıdığımı hissettiğim için belki de gözlerimi açma gereği duymadım. O kolların sahibi beni usulca göğsüne çekti, saçlarım onun terli göğsüne yayıldı ve uyku kafamın içinde masallar örmeye devam ederken büyük avucunu omzuma bastırıp beni bağrına bastı.
“Ben de asıl sarhoş olan benim sanıyordum,” dediğini duyar gibi oldum ama ses o kadar uzaktan geliyordu ki anılarıma tutunamadı, uyandığımda o sesi hatırlamayacağımı biliyordum.
O gece bir rüya gördüm. Muğla’daki evimizin büyük bahçesinde, yerde bir ayna duruyordu. Aynanın etrafında kan lekeleri vardı, hepsi kurumuştu. Rüyamda ağlıyordum ama neden ağladığımı bilmiyordum. Babam, kucağında bir bebekle sokak kapısının eşiğinden dışarı çıkıp bana baktığında ağlamaya devam ediyordum, babam gülümsüyordu. “Zeliha’m iyi,” diyordu. “Daha fazla ağlama.”
“Baba,” diyordum, sesimin bir başkasına ait olduğunu tam da o an farkına varıyordum. Babam kucağında beyaz kundağa sarılı yeni doğanla bana yaklaşıyordu, babama doğru yürüyordum ve tam da etrafı kanla kaplı aynanın önünde durup, babamın kucağındaki bebeğe bakıyordum. Beyaz tenli, küçücük, teninde hâlâ kan lekeleri olan bir bebek, yüzünü buruşturarak ağlıyordu.
“Çok güzel, değil mi?” diyordu babam yüzünde bir gülümsemeyle.
Şaşkınlıkla babama bakıyordum, ardından gözüm yerdeki aynaya kayıyordu ve kan lekelerinin olduğu aynada kendimi görüyordum. Yansımam da sesim gibi bana ait değildi.
Aynaya baktığımda gördüğüm Gurur’un yüzüydü. Sesim Gurur’un sesiydi. Şaşkınlıkla yeniden babama baktığımda, babam bir kez daha gülümsüyordu ve “Zeliha iyi dedim ya len, ağlama,” diyordu.
Uyandığımda o rüya kafamın içinde tekrar edip durduğundan uzun süre boşluğu izledim. Gurur yatakta değildi, evdeki sessizliği çok uzun süre kayıtsız bir şekilde dinledim. Sonunda sessizliği kıran sesleri duydum, arkadaşlarıma ait sesler evin içinde bir süre hayalet gibi dolandı, sonra kapı açılıp kapandı ve sesler daha da arttı. Üzerimi örten yorganı ayaklarımla itip yataktan kalktım ve birkaç parça kıyafet alıp banyoya geçtim. Ben banyonun kapısını açtığımda banyodaki suyun sesi daha duyulur hale gelmişti ama umursamadım, suyun altındakinin Gurur olduğunu biliyordum çünkü banyonun girişinde, kenara düzenli bir şekilde koyduğu kıyafetlerini görmüştüm.
Babam zihnimin içinde, “Birini iyileştirmek istiyorsan, önce mikroplu kanının son damlasına dek aktığından emin ol ki yarası kabuk bağladığında mikrop içeriden onu çürütmeye devam etmesin,” dedi.
Gurur’un yarası yıllardır kanıyordu, yıllardır o kanın içinden dışarı mikrop, iltihap akıyordu. Banyonun kapısını kilitleyip üzerimdekileri tek tek çıkarırken gözlerim duş kabininin camının ardındaki bedenindeydi, camın önündeki buhar onun hatlarını gizlemiş olsa da silüetini görebiliyordum.
Son kumaş parçası da ayaklarımın önüne düştüğünde kumaş parçasının içinden dışına bir adım attım ve duş kabinine doğru ilerledim. Kabinin cam kapısını açtığımda suyun sesi tüm banyoyu kapladı. Gurur, geniş omuzlarının üzerinden usulca bana doğru döndüğünde, suyun altında belirginleşen ela gözlerine yeşil sisler çökmüştü. Suya ilk adımımı attığımda saçlarından daha koyu renk olan kaşları çatıldı, bakışları daha da derinleşti. Bedenini usulca bana çevirdiğinde gözleri bedenime kaydı, çıplak olduğumu görmek onu yutkundurdu ama tekrar gözlerimin içine baktığında çıplak olmamdan daha önemli bir şey varsa, bu da onun yanında olmammış gibi bakıyordu.
Ellerim ıslak, geniş göğsüne yerleştiğinde su artık beni de altına almıştı. Bordoya boyalı tırnaklarımın onun teninin üzerinde kan lekeleri gibi parladığını gördüm, tırnaklarımı usulca teninin üzerinde kaydırıp, karnına kadar indirip parmak uçlarımda yükseldim ve suyun altında onu koşulsuzca, değiştirilmesi mümkün olmayan bir istekle öpmeye başladım.
Başta şaşkınlığı belirgin bir şekilde tüm vücudundan vücuduma yayılsa da çok geçmeden bu onun da en büyük isteğiymiş gibi öpüşüme daha sert bir biçimde karşılık vermeye başladı. Suyun yollar çizdiği göğsünde dolanan ellerim arsızdı, istekle ona saldırıyordu; her bir parçasına dokunmak, tenini avuç içlerimdeki çizgilere dahi kazımak istiyordum. Onu istiyordum. Bütünüyle, onu istiyordum ve o da bunun farkındaydı.
Beni yavaşça kendi etrafında çevirdi ve sırtım kabinin soğuk, fayanstan duvarına yaslandı. Parmaklarını belimin kenarlarına bastırarak ağzıma doğru inledi, su onun dudaklarından benim dudaklarıma akın ederken öpüşmemiz daha da şiddetlendi.
“Siktir, Zeliha,” dedi ağzımın içine doğru, bu içimdeki yırtıcının önüne kanlı et parçaları atmaktan farksızdı.
Parmaklarını belimin kenarlarına öyle bir bastırdı ki kıvranarak inledim. İniltim onun daha da başını döndürmüşe benziyordu. Dudakları dudaklarımdan ayrılarak çeneme, oradan boynuma indi. Boynumu öptü, dişlerinin arasına aldı, ısırdı ve yaladı. İz kalmasından çekinerek onu omuzlarından ittiğimde gözlerimin içine asla sönmeyeceğini hissettiren bir ateşle baktı. O bakışma içimdeki duyguları daha da körüklediğinde, bu kez onu boynundan yakalayıp kendime çektim ve çok daha şiddetli bir öpüşmeyi başlatan taraf oldum.
“Seni istiyorum,” dedi dudaklarıma doğru. “Seni öyle çok istiyorum ki… Seni çok istiyorum.” Kelimeleri ruhuma ve bütünüyle onun için kıvranan, ateşler içinde yanan tenime dokunuyordu.
Kollarımı boynuna sarıp bedenimi bedenine bastırdığımda, iki yapboz parçasıymışız gibi birbirimize yerleştik, bedenlerimiz birbirine karışıyor gibi birbirlerine yaslandığında, vücut sıcaklıklarımız ikimizi de inletti. Daha fazlasına ihtiyaç duyduğumuzu biliyordum. İkimiz de ateştik, birbirine değen iki ateştik ve yine birbirimize hissettiğimiz ağır duygular bir rüzgâr olarak o ateşlerin üzerinde esiyor, ateşleri körüklüyordu; ateşler birbirine karışıyor, yangın her yere dağılıyordu.
Suyun altında birbirimize yaslı hâlde çok uzun süre öpüştük, bedeninde meydana gelen her şeyin benim için olduğunun bilincinde olmak damarlarımı yakıp küle çevirdi. Su başımızın üzerinden akıp bizi temizledi ama aslında şu an istediğimiz, birbirimize karışarak kirlenmekti. Başımı geriye atıp boynumda ona yer açtığımda dili boynumdan çeneme dek sürüklendi, çenemi ağzının içine alıp emdi ve bir bacağımı kaldırıp beline sardı. Çıplaklığını bacak aramda hissettim, akıp giden su ateşimin üzerine dökülen benzin gibiydi, beni daha da harlamaktan ileri götürmüyordu. Büyük avucu, tenime dökülen suları etrafa dağıtırcasına tenimin üzerinde hızla geziniyordu.
“Seni bu kadar çok istemek benim sonum olacak,” dedi nefes nefese. Dudaklarımız birbirine bir nefes mesafedeyken gözlerinin içine baktım. Onun gözlerinin içine baktığımda her şeyin zorlaştığı bir evre vardı, şimdi o gözlere baktığımda her şey kolaylaşır sanıyordum ama asıl şu an daha zordu; onu bu kadar seviyorken, bu kadar istiyorken, onun gözlerine bakmak nefes almayı bile zorlaştırıyordu.
“Beni istediğin an alabileceğini bilmenin rahatlığı yok mu sende?” diye sordum soluk soluğa. Tenim öyle bir yanıyordu ki biraz daha dokunacak olursa parmak uçlarında küle dönecektim, akıp giden suya karışarak kaybolup gidecektim.
“Öyle mi?” diye sorarken sesi çok tehlikeli geldi. “Seni istediğim her an alabilirim, öyle mi?” Dudaklarıma yönelince nabzım damarlarımın içinde dağıldı. Dudaklarımız bir kez daha birleştiğinde, bu kez öpüşü çok ahlaksızdı. Dili ağzımın içine başka bir içgüdüyle dalıyor, farklı hisleri karnıma gömerek damaklarımda dolaşıyordu. Nefesim boğazımda düğümlenince geri çekilip, nefes almama izin verip güldü. “Nefesini mi kesiyorum, Özdağ?”
“Kesmiyorsun diyemem.”
“Ev çok kalabalık, yoksa seni nasıl inletirdim iyi biliyorsun,” dedi, dilini yanağıma sürtünce ürperdim. “Ama iniltilerini sadece ben duymalıyım. Çok sızlanmayacağını bilseydim seni burada gizlice mırlatarak boşaltabilirdim.” Ahlaksız kelimeleri karnımdaki sıkışıklık hissini artırdı. “Ama senin sesin çıkmasa bile ben seni parmaklarımın etrafında hissedersem kesin çok gürültülü inlerim.”
Gülerek göğsüne sokulduğumda bir an duraksadı. Parmakları ıslak saçlarıma hareket etti. Yanağımı göğsüne bastırıp gözlerimi yumdum ve başımızdan aşağı akıp giden suya teslim oldum. “Güzelim,” diye fısıldadığında kalbimin içindeki ateşin sahibi olduğunu biliyordum. “Güzel kızım benim.”
“Güzel kızın mıyım?” diye sorup, çenemi göğsüne sürterek ona baktım.
“Öylesin.” Parmaklarını alnımda gezdirdi, ardından eğilip alnımı öptü.
“Başka neyinim?”
“Ara sıra koca götlüm de diyesim geliyor da yaş şakası yaparsın diye diyemiyorum…”
Ona düz düz baktım.
“Öyle güzelsin ki…” Bu kelimelerin ardından bakışlarım hafifledi. “Sana baktığımda hep içim eriyormuş gibi hissettim. Bunun yansıması sana karşı alaycı yaklaşmamdı ama sanırım Devran haklı, sadece beni sobelemenden korkuyordum. Sana nasıl eridiğimi görmenden korkuyordum.”
Kalbim, göğüs kafesimi kırıp dışarı çıkacakmış gibi çarpmaya başladı.
“Hıı, beni çok beğendiğini kabul ediyorsun yani?..”
“Bunu kendi içimde inkâr edemediğim için inkâr edercesine davrandığım çok olmuştur,” dedi dürüstçe. “Ama Devran, dışarıdan bir göz olarak beni anlamış. Kendimi ne kadar saklamaya çalıştıysam o kadar açık etmişim aslında. Seni beğeniyordum, fena hâlde hoşuma gidiyordun.”
Yanaklarımın yandığını hissederek ona daha dikkatli baktım.
“Böyle bakmaya devam edersen çok ayıp şeyler yapmak zorunda kalacağım.”
“Mesela?” diye sordum merakla.
“Mesela altına geçip ağzımı…”
“Tamam, sus,” diyerek yanağımı göğsüne bastırdım.
“Ne yapacağımı biliyorsun çünkü daha önce bunu sana yaptım, değil mi?”
“İnanılmaz ahlaksızsın.”
“Buna bayıldığını biliyorum,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Tıpkı benim sana bayıldığım gibi.”
Kelimeleri kalbimin içinde dans ediyordu.
“Şimdi güzel bebeğimi yıkayalım, her ne kadar temizlenmeye ihtiyacı olmasa da…”
Gülümseyerek saçlarımı şampuanla köpürttü ve sonra uzun parmaklarını saçlarıma yerleştirip saç diplerime masaj yapmaya başladı. Gözlerimi yumup sessizce durdum, o benimle ilgilenip saçlarımı yıkarken kendimi akışa bıraktım. Bana iyi geliyordu, bana iyi geldiği gibi ona iyi gelebilmek istiyordum. İçimde ona her zaman daha fazlasını verme isteği dolaşıyordu; kanım gibiydi bu istek, damarlarımda kanımdan çok bu isteğe rastlanırdı.
Saçlarımı yıkadı, suyun altında duruladı ve köpükler tenimden kayıp giderken çenemi tutup kafamı kaldırarak beni öptü. Bu defa öpüşü yumuşaktı, ruhuma dokunuyor, ruhumu sarıyor, içimi sıcacık yapıyordu. Şefkatinin dudaklarında büyüyüp içime aktığını hissettim. Sevgisini en yalın hâliyle hissettiğim anlardan biriydi.
Beni kuruladı, üzerime kıyafetlerimi tek tek giydirdi. İç çamaşırlarımı giydirirken dudaklarında muzip bir gülümseme vardı. Yine de bakışları uzun süre çıplaklığımda durmadı, muzip gülümsemesi yüzünde asılı dururken gözlerime bakmayı tercih etmişti. Siyah tişörtümü, gri eşofman altımı giydirdi ve en son saçlarımı havlunun içine alıp kuruladı. Tüm bunları beline sarılı küçük bir havlu varken yapması dikkatimi dağıtsa da ona çaktırmamaya çalıştım.
Banyodan çıktığımızda o da giyinmişti. Birlikte alt kata indik ve dün alkol şişeleriyle dolu olan masanın, bu kez tertemiz, üzerinde onlarca çeşit yiyeceğin olduğu bir kahvaltı masasına dönüştüğünü gördüm. Muşta elindeki içi poğaça ve simitle dolu olduğunu düşündüğüm kese kâğıtlarını masanın kenarına bırakırken omzunun üstünden bize baktı ve Dide, babasının kazağının kenarını tutmayı bırakarak bize genişçe gülümsedi. Onu burada gördüğüm için şaşırsam da dudaklarıma anında şefkatli bir tebessüm yerleşti.
“Günaydın, Zeliha abla,” diyerek tekrar babasına doğru döndü. “Babam kahvaltıya beni de getirdi.”
Cenan, masadaki sandalyelerden birine oturmuş, sakin gözlerle kızını ve Muşta’yı izliyordu.
“Günaydın, ben de bu masada ne eksik diyordum. Bal eksikmiş, onu da Muşta getirmiş,” dediğimde Dide utangaç bir kıkırtı çıkarıp yanağını babasının karnına bastırdı.
“Hep birlikte güzel bir kahvaltı yapalım dedik,” dedi Ayça tabağına zeytin alırken. “Mutfağı güzelce temizledim, haberiniz olsun.”
“Öyle bir temizledi ki tuz ruhuyla ovdu gideri. Sıcak suyu birden açıp gidere tutunca ödüm koptu. Ya giderde yavru bir cin varsa ve bu kız o cini yakarak öldürdüyse, annesi olan cin de hepimize musallat olursa?” diye sordu Girdap dehşet içinde.
“Ay bu çocuğun kafası sık sık gidip geliyor,” diye homurdandı Ayça gözlerini devirerek.
“Canım benim ya, hiç değilse gidip gelen bir kafam var…”
“Dide’nin önünde o tür şeylerden bahsetmeyin lütfen,” diye fısıldadı Cenan. “Geceleri uyuyamıyor.”
Muşta, kızını kolunun altına çekip, kaşlarını çatarak Girdap’a baktı ve “Bu kahvaltı, ettiğin son kahvaltı olmasın istiyorsan sus,” dedi.
Girdap, “Cinlerden değil, Çinlilerden bahsediyordum, tamamen yanlış anlaşılma,” dedi sevimli bir gülümsemeyle Dide’ye bakarak.
“Çinliler neden lavabo giderine bebeklerini bırakıyor ki?” diye sordu Dide merakla.
“Kız yarasa yiyen adamlara neden bebeklerini lavabo giderine bırakıyorsun diye mi sorulur Allah aşkına,” dedi Yener, elinde bir tavayla masaya yürürken.
“Yarasa mı yiyorlar?” diye sordu Dide merakla.
“Sadece yarasa değil, bulsalar eti zehirli Yener’i bile yerler,” dedi Adnan homurdanarak.
“Hiç değilse gizli sekmede yemiyorlar Adnan ya, açık açık yiyor adamlar,” dedi Yener pis pis sırıtırken.
Kahvaltı masasına oturduğumda da Adnan ile Yener, Dide var diye üstü kapalı şekilde birbirlerine sataşmaya devam ettiler. Dide, babasının dizinde oturuyordu, fazladan iki sandalyemiz olmadığından Tayfun ve Girdap da tabaklarını alıp koltuğa geçmişlerdi. Masada uzun süredir hissetmediğim türden bir huzur vardı.
O huzur, Yener, “Eylül’ü arayıp barıştığınızı söyledim ve kahvaltıya davet ettim ama işi olduğunu, gelemeyeceğini, barıştığınıza sevindiğini söyledi,” demesiyle parçalara bölündü. Gurur’un yüzü çok hızlı bir şekilde düştü, bunu fark eden sadece bendim çünkü konuyu derinlemesine bilen, olaya şahit olan bendim.
Gurur bir şey söylemedi, Yener de konuyu hemen kapattı. Kahvaltıdan sonra masayı toplamadan bir süre masanın başında oturup sohbet ettik, sohbet daha çok Dide’nin görevlerle ilgili yönelttiği sorular üzerinden ilerlemişti. Askerlerin ona ciddi bir ilgisi vardı ve her sorusunu özenle, keyifle cevaplıyorlardı. Dide, özellikle Tayfun ile çok iyi anlaşmıştı, bu dışarıdan bakınca nadir rastlanan bir olay gibi şaşkınlığa neden olabilirdi ama Tayfun’un bir kızı olduğu durumunu göz önünde bulunduracak olursak, bu çok normaldi.
Bunun dışında masada soğuk rüzgârlar esmeye devam ediyordu. Cenan da Simge de soğuk gözlerle Muşta ve Yener’i izliyorlar, olabildiğince az kelime kullanıp, sessiz kalarak sohbetten kaçınıyorlardı. Sanırım dün gece Cenan ve Muşta arasındaki tartışma eve döndüklerinde de devam etmişti. Simge ile Yener’in mevzusu ise muammaydı, Simge birdenbire Yener’e karşı Çin Seddi örmeye karar vermişti.
Masadaki boşları toplayıp mutfağa taşıdığımız sırada Dide de elinde boş bir çay bardağıyla arkamdan gelmiş, bana yaklaşıp, bir sırrını benimle paylaşıyormuş gibi, “Baksana,” demişti. “Annem ve babam akşam küstüler mi? Gece babamın annemle kavga ettiğini duydum ama bana da kızarlar diye yataktan çıkmadım. Annem her zaman özel şeyleri dinlemenin saygısızlık olduğunu, bir hanımefendiye yakışmadığını söylediğinden onları dinlemedim ama oyuncak kavgası yapan çocuklar gibiydiler.”
Bir şey söyleyemesem de kavgalarının içeriğini az çok biliyor gibiydim. Dün gece yaşanan dikleşmenin bu kapıdan çıktıklarında da devam edeceği zaten belliydi. Öğleden sonra askerler evden ayrıldı ama kızlar benimle kaldı. Çok değil, Gururların gidişinin üzerinden yarım saat geçmemişti ki Gaye çat kapı çıkıp gelmişti, onu gerçekten özlediğim için kapıda durup uzun uzun ona sarıldım ve bu onu gerçekten şaşırttı.
Biricik bizim için oldukça romantik bir film seçtiğinde, yağmur bulutları şehrin üzerine sis gibi çökmeye başlamıştı. Dide yorgun düştüğünden başı annesinin dizinde, üzerine örttüğüm pelüş battaniyeye sarılmış uyuyordu. Bir süre sessizlik içinde film izleyip atıştırmalıklara dadansak da sonunda hepimizin kafasındaki soruyu sese dönüştürüp ortaya bırakan Çolpan oldu.
“Dün gece Hakan abiyle bir sorun yaşamadınız umarım,” dedi çekimser bir sesle.
Cenan, gözlerini kızına indirdi, hâlâ uyuduğundan emin olduktan sonra, “Yıllar önce ne kadar huysuzsa, işte tam da şu an hâlâ o kadar huysuz,” dedi neşesiz bir sesle. “Tartıştık ama çok uzun sürmedi, merak etmeyin. Sizin de tadınızı kaçırdık.”
“Aranızdaki çekimi, sekiz mahalle ötedeki karnına meyve tabağı koyup televizyon izleyen bir teyze bile hissedip, ürperti hissettiğini sanmıştır,” dedi Simge, onun boşboğazlığına hepimiz şaşkınlıkla baktık ama Cenan, bizim aksimize ona kaşlarını çatarak gülümsedi.
“Şu geveze askerle benziyorsunuz,” dedi Cenan, Simge bir anlığına suskunlaşıp Cenan’ın gözlerinin içine baktı. “Sanırım sizin de aranızda problem var. Öyle hissettim.”
Simge, “Bizim aramızda hiçbir şey yok ki problem olsun,” dediğinde, Çolpan kaşlarını kaldırıp ona bu söylediğine hiç inanmıyormuş gibi manalı bir bakış attı.
Gaye, ağzına bir avuç dolusu patlamış mısır sokup, yanakları sincap gibi şişmiş bir hâlde, “Bu aralar sizinle çok takılamıyor olsam da aranızdaki cinsel kıvılcımları ben bile hissediyordum, Simge. Yalana gerek yok sisi,” dedi.
Simge ona düşmanca bir bakış atıp, “O ağzındakiler boğazından güvenli bir şekilde, seni boğmadan insin istiyorsan sus,” dedi.
“Gerçekleri duyunca çirkinleşiyorsun,” dedi Gaye dudaklarını büzerek.
“Çirkinleşince de otaku kızları boğuyorum.”
“Haha.”
“Sus da elindekileri zıkkımlan.”
Cenan, bir abla edasıyla, “Aranızda ne geçti?” diye sorduğunda, Simge bir an afallayarak Cenan’ın koyu renk gözlerine bakakaldı. Cenan ciddiyetle ondan gelecek cevabı bekliyordu. Simge’nin şaşkınlığının biraz daha arttığını hissettim.
“Onunla aramda bir şey geçmedi.”
Cenan dürüstçe, “Pek öyle görünmüyor,” dedi.
Simge’nin iki kaşının ortasında bir düşünce yarığı oluştu. Hemen arkasından, “Nasıl görünüyor?” diye sordu, bunu imayla değil, gerçekten merakla sormuştu.
“Aranızda çözülmemiş bir problem var gibi duruyor. Hatta bu problem onu da huzursuz ediyor gibiydi.”
“O çocuk tam bir umutsuz vaka,” dedi Simge konuyu geçiştirmek istiyor gibi ama yine de Cenan’ın, Yener ile alakalı söylediği şey ilgisini çekmişe benziyordu. Sorular yöneltemedi ama Cenan’ın bu konuyla ilgili yorum yapmaya devam etmesini istiyordu, bunu görebiliyordum. İnkâr etse de Yener ile ilgili göremediği ne varsa, birileri ona bunu göstersin istiyordu.
“Peki sana onun umutsuz vaka olduğunu hissettiren ne?” diye sordu Cenan.
“Söyledikleri ve yaptıkları birbirine uymuyor. Cin gibi bakıyor ama bir o kadar da salak gibi davranıyor. Anlamayı denedim ama anlayamadım, bence o da kendisini anlayabiliyor sayılmaz,” dedi Simge omuz silkerek.
“Mesela ne söylüyor ve onun tersi olarak ne yapıyor?” Simge köşeye sıkışmış gibi hissederek Cenan’a ürkek gözlerle baktığında Cenan ona gülümsedi. “Onunla ilgili kafanda soru işaretleri var ve o sorulara cevap alamadığın için onu kafanın içine en kötü hâliyle davet ediyorsun. Çünkü bir insanın özünü görmek, kötü yanlarını görmekten daha zordur. Yener’in özünü görmekten mi korkuyorsun?” diye sordu bu defa Cenan.
“Bu soruları anlamsız buldum,” dedi Simge sessizce.
“Ya da bu sorulara verecek bir cevap bulamadın.”
Simge soğuk bir sesle, “Ben bir cevap bulsaydım da o adam bu cevapları bertaraf edecek şeyler yapardı,” dedi. Tam aksini istiyor gibiydi. Bir yanı Yener’in gerçek benliğine ulaşmak istiyordu, bir yanıysa o benliğin daha büyük bir hayal kırıklığına neden olmasından korkuyordu.
Cenan, “Bazı adamlara bertaraf olmayı göze almadan ulaşamazsın,” dediğinde, cümlesindeki yorgunluğu hissettim. Yılların yorgunluğu harflerine sinmişti.
“Ben ona ulaşmaya çalışmıyorum,” diye reddetti Simge bunu ama içten içe kendisi de bir şeylerin farkına varmaya başlamış gibiydi. Bu farkındalığın canını sıktığı çok bariz bir şekilde ortadaydı. Bağdaş kurarak oturup, “Zamparanın tekiyle ilgili konuşmanın mantığa sığacak tek bir yanı yok,” dedi.
Biricik, “Yener çapkın biri, bu doğru ama içinde her zaman bir çocuk vardı, o çocuğu saklayamıyor,” diye mırıldandı. “İnsanlar çoğunlukla onda kötü olan şeyleri görür, dikkatli baktığında iyi ve derin yanlarıyla da karşılaşıyorsun.”
“Oturup onun ne kadar iyi bir adam olduğunu konuşmayacağım, ilgilenmiyorum,” dedi Simge oturduğu yerden kalkarak. “Eve gideceğim, bitirmem gereken işlerim vardı.” Simge kabanına yöneldiğinde kapı zili çaldı. “Ben açarım,” dediği sırada kabanını giyiyordu.
Kapıyı açmasıyla, karşısında Yener’i bulması bir oldu.
Simge’nin bir adım geri çekildiğini gördüm, yüzünü göremiyordum ama şaşkınlığın yeşil gözlerine cemre olup düştüğüne şüphem yoktu. Yener de birdenbire karşısında onu görmeyi beklemiyor gibi duraksadı, kahverengi gözleri Simge’nin yüzünde derinleşirken saniyeler düştüğü yerde dakikalara evrilmeye başladı.
“Gidiyor muydun?” diye sordu Yener, diyaloğu onun başlatmasını beklemediğimden kaşlarımı kaldırdım.
Simge düz bir sesle, “Evet,” dedi.
Yener birkaç saniye daha dikkatle, onu anlamaya çalışıyormuş gibi durgun gözlerle Simge’nin yüzüne baktıktan sonra, “Peki,” diyerek yana çekildi.
Simge’nin geçmesi için bir alan yarattığında Simge’deki şaşkınlığı hissettim. Yener’in bakışları kayıtsızca ondan koparak bize çevrildi ve dudaklarına alaycı bir gülümseme yerleşti. Simge onun için açılan boşluktan geçip giderken Yener’in bu tavrının onu şoka uğrattığını biliyordum.
Yener, Simge’nin arkasından içeri girip kapıyı kapattığında tek kaşımı kaldırdım. “Gurur kamuflaj ceketini unutmuş, işsiz güçsüz bir bedevi olduğum için almaya geldim,” dedi neşeyle ama bu neşenin özündeki durgunluğu hissedebildim.
Cenan, “Yaptığın centilmenlikten çok uzak bir hareketti,” deyince, Yener tek kaşını kaldırarak Cenan’a düşmanca bir bakış attı. “Ben senin düşmanın değilim, komando. Bana öyle bakmayı kes.” Cenan çenesini kaldırıp ona dik dik baktı. “Kıza kibarca onu gideceği yere bırakmayı teklif etmeliydin çünkü on, on beş dakikaya kalmaz şiddetli bir yağmur başlayacak gibi duruyor.”
“Cenan Hoca’ya katılıyorum,” dedi Gaye ağzına biraz daha patlamış mısır doldurmadan önce.
Yener, “Benimle konuşmak istemediğini bu kadar belli eden bir kızı neden rahatsız edeyim varlığımla?” diye sorunca Biricik elini ağzına götürerek gülmesini durdurmaya çalıştı.
“Sen ne çeşit bir salaksın ya?” diye sordu Ayça, Yener’e iğreniyormuş gibi bakarak.
Gurur’un kamuflaj ceketini Yener’in koluna sıkıştırıp, “Durakta taksi bekliyordur, hızlı ol,” dediğimde Yener afallayarak bana baktı. “Hadi!”
Anlık bir duraksamanın ardından başını salladı, kamuflaj ceketi aldı ve hızla evden çıktı. Onun arkasından sırıtarak bakıyordum, tıpkı benim gibi kızlar da sırıtıyorlardı.
SİMGE ÖZDAĞ
İnsanın kendi içinde doğurduğu ve hislerinden kopararak beslediği düşünceler büyümeye devam ettikçe, oluşturdukları yük taşınamaz hale geliyordu.
Kollarımı bedenime sarıp, bulutların çökerek griye boyadığı şehri izlerken o düşüncelerin ağırlığını hissediyordum. Onu gördüğümde hissettiğim tek şey tiksinti duygusu olur sanmıştım ama hayır, öyle olmamıştı. Kaşlarım daha da çatıldı ve iki kaşımın ortasında oluşan çukurun derimi acıttığını hissettim.
“Aptal,” diye homurdandım.
Taksi durağının önünde durmuş söylenerek taksinin gelmesini beklerken birkaç yağmur damlası burnumun üzerine düşmüştü. Yaşlı taksici kulübesinin içinde homurdanarak taksinin birazdan geleceğini söylemişti, umarım yağmur sağanak olup beni sıçana döndürmeden önce bunağın söylediği olurdu ve taksi gelirdi.
Gözlerimi yumup başımı geriye doğru attım. Bunu yaptığımda düşüncelerim neden geriye doğru devrilip yere düşmeye başlamıyordu ki? Tüm bu düşünceleri kafamın içinde taşımak çok zordu. Hayatım boyunca hiç bu kadar kafaya takan biri olmuş muydum? Hayır. Peki şimdi neden durmadan düşünüyormuşum gibi hissediyordum? Boktan bir durumdu.
Kafamı öne getirip gözlerimi açmamla, birkaç adım ötemde onu bulmam bir oldu. Neredeyse çığlık atacaktım. Neredeyse.
Tam önümde durmuş, o aptal, yakışıklı suratıyla bana bakarken aklından geçen neydi? Kalbime indirmeyi falan mı düşünmüştü? Bu kızı düşüncelerle öldüremiyorum, bari kalbine indireyim falan mı demişti? Planı bu muydu?
Korkumu içime gömüp, “Ne yapıyorsun burada?” diye sordum sertçe. Sesimin ayarı yine kaçmıştı, bu kadar sert bir soru sormama anlam veremiyormuş gibi uzun uzun yüzüme baktı. O yüzüme uzun uzun bakarken avuç içlerimdeki çizgilerin bile dalgalandığını hissettim. Acaba ona yumruk atmak istediğimden mi öyle oluyordu yoksa başka bir sebebi de var mıydı?
Dirseğinin iç kısmına asılı duran kamuflaj ceketine baktım, hâlâ cevap vermediği için yeniden gözlerine baktığımda kahverengi gözleri canımı sıktı. Göz şekli güzeldi, çekik bir badem gibiydi, içleri iri, kahverengi gözlerine tezat bir şekilde kısık bakışları vardı. Gözleri şüphesiz yüzünün en güzel parçalarından birisiydi. Gamzeli sivri çenesini, düz ve keskin inen burnunu, kavisli kaşlarını, yanaklarındaki belirgin gülücük çizgilerini de güzel parçalar olarak adlandırdığım doğruydu. Aslında o gerçekten güzeldi.
Avel avel bakarken de güzeldi.
Ama ona duyduğum öfkeyi durdurmama yetecek güzellikte değildi. Hoş, ona neden öfkeliydim bunu da bilmiyordum. Çapkın insanlarla bir sorunum olduğu söylenemezdi, onunla da bir problem yaşamamıştık. Ama ona öfkeliydim.
Bir yağmur damlası hızla kirpiğime düştü.
“Nereye gideceksin?” diye sordu, sesinin tonuna dikkat kesilmemek için çabaladım.
“Ne yapacaksın?”
“Seni gideceğin yere bırakacağım,” dedi.
Tek kaşımı kaldırıp, “Bunu senden isteyen kim?” diye sordum.
“Biri istediğinden değil, canım istediğinden.”
Sesi ilk kez sertti, gözleri de sesine eşlik ediyor, meydan okuyarak bana bakıyordu. Afalladığımı ona belli etmemeye çalışsam da karmaşa büyüyerek zihnimi ele geçirdi, gözlerimde bu karmaşayı görmemesine imkân yoktu.
“İhtiyacım yok, teşekkürler.” Nötr olmaya çalıştıkça daha da çok diken fırlatmaya başladığımı fark ettim. Aptal görünmemek için daha sakin bir sesle, “Taksi çağırdım, birazdan gelecek,” diye ekledim.
“Taksi gelene kadar sırılsıklam olmayı mı planlıyorsun?” diye sordu aynı baskın sesi kullanarak. Parmağını kaldırdı, göğü gösterip, “Gökyüzü durup senin taksinin gelmesini bekleyecek gibi görünmüyor çünkü,” demesiyle, gökyüzünde damar şeklinde bir ışık parladı ve saniyeler sonra yeri göğü inleten bir şimşek çaktı.
O cidden Zeus olabilir miydi?
Gözlerinin içine bakarken verecek cevapların hepsi dilimin altında kayboldu.
“Geliyor musun?” diye sordu. Aslında bu soru değildi, bir emirdi; hissettirdiği tam olarak buydu.
Yağmur, gök onun tarafını tutuyormuş gibi hızlanmaya başlayınca bir an kaşlarım çatıldı, bakışlarımı göğe çevirdiğimde burnundan sert bir nefes vererek güldü.
“Bana kızdığın yetmedi, şimdi de göğe mi kızıyorsun?”
Bakışlarımı ona çevirdiğimde kalbimin neden göğsümü delip geçmek ister gibi çarptığını bilmiyordum. Belki de bilmekten kaçıyordum, bilmemek işime geliyordu, bilmemek en kolayı gibi hissettiriyordu.
“Sana neden kızgın olayım?” diye bir soru yatırdım ortaya.
“Bu soruyu bana sorma çünkü ben cevabı bilseydim bu şekilde kalmazdık,” dedi, bir an kurduğu cümleye şaşırarak gözlerinin içine baktım. Kahverengi gözlerinde net, sarsılmaz bir ifadeyle bana bakıyordu.
Onu belki de ilk kez böyle görüyordum. İlk kez bu kadar sert, ilk kez bu kadar net.
Sırtını bana dönüp yürümeye başlayınca konuşma burada sona erdi, benimle uğraşmaktan vazgeçti sandım ama kaldırımdan indiği an, “Hadi,” dedi ve birden kendimi arkasından ilerlerken buldum.
Arabasının önünde durduğumuzda neredeyse bu karardan vazgeçmek üzereydim. Sırtımı dönüp ondan uzaklaşmak istiyordum ama bunu yapacak gücü de kendimde bulamıyordum. Kafamda yarattığı karmaşayı görseydi bununla eğlenir miydi yoksa o karmaşanın içinde o da mı kaybolurdu bilmiyordum. Sanki kafamda verdiğim tüm savaşlardan haberi varmış gibi gözlerini bana çevirdiğinde, kalbimin üzerindeki büyüyen baskıyla yutkundum. Gözlerini gözlerime saplayıp, gözlerinin içindeki anlamları saklayarak ama o anlamlardan kaçmama da izin vermeyerek bana uzun uzun baktı.
Ön yolcu kapısını benim için açıp, “Bin,” dediğinde duraksadım, duraksadığımı fark etti ama geri adım atmadan bana bakmaya devam etti. Yanından geçip arabaya bindim, yolcu kapısını kapatırken son kez gözlerime baktı, ben de elimde olmadan onun gözlerine bakmıştım, bu durdurabileceğim bir şey değilmiş gibi gelmişti o an.
Aracın önünden dolaştı, sürücü kapısını açıp içeri girdi ve kapıyı kapattığında soğuğun kesildiğini, aracın içinin birden ısındığını hissettim. Ön cama düşen yağmur damlalarına baktığım sırada motoru çalıştırdı ve birden bana doğru döndü. Kalbimin vuruşları güçlense de kayıtsız kalmayı denedim. Göz ucuyla ona baktığımda, dirseğini koltuğa koyup arkaya baktığını gördüm ve geriye doğru hareket eden arabayla birlikte aslında bana doğru kasıtlı dönmediğini anladım.
“Eve mi?” diye sordu araç sokaktan usulca çıkarken.
“Evet.”
Bu cevabımdan sonra bir sebepten omuzları gevşedi. Başka bir yere gittiğimi mi düşünüyordu yoksa sadece kafamda mı kuruyordum tam olarak emin olamadım. Araç bir süre ilerledi, o süre zarfında ikimiz de sessizdik. Ne radyo açıktı ne de aramızda bir diyalog oluşmuştu. Sessizlik. Şehri yıldırımlar sararken o gri gökyüzünün altında sessizce ilerliyorduk.
“Daha ne kadar beni görmezden gelmeyi düşünüyorsun?” Sorusu, arabanın içine yarılan gökyüzünden şiddetle düşen bir yıldırım gibi düştü.
Onu görmezden geldiğimi düşünüyordu ama bu görmezden gelmekten farklı bir şeydi, göremiyor muydu bunu? Ateşle oynuyormuşum gibi hissettiriyordu. Parmaklarımı ateşe uzatıyordum, alevler parmak uçlarımdan yukarı tırmanıp tüm kolumu sarıyordu ama yine de o ateşe dokunma isteğinden vazgeçemiyordum. Ona öfkeli olmama rağmen onu merak etmekten vazgeçemiyordum. Bu yüzden kendime çok kızgındım.
Cevapsızlığım bir süre daha aramızdaki sessizliği kanlı et parçalarıyla besledi. Gerildiğini hissettim. Cevap vermediğim her saniye, kafasında sorduğu soru için bir cevap doğuyordu ama cevapların hiçbirini veren ben değildim. Aldığı her cevabın ona yetersiz gelişi bundandı.
“Seni görmezden gelmiyorum,” dedim. “İnsanlarla aramdaki sınırlar bunlar.”
“Dürüst davrandığını düşünmüyorum, Simge,” dedi. Adımı ağzından duymak, içimde cam çerçeve indirdi ama yüzümdeki ifadesizliği sabit tutabildim.
“Sana dürüst davranmamam için bir sebep mi var, Yener?” diye sorduğumda susma sırası onundu, araç biraz daha hızlandığında altımızda akıp giden yolun da aracın hızıyla birlikte gözlerimin önünden hızla silinmeye başladığını fark ettim.
“Bilmiyorum,” dedi sonunda ifadesiz bir sesle. “Belki de ben çok fazla anlam yüklemişimdir senin hareketlerine.”
“Haklısın,” dedim. “İnsan bazen yüklememesi gereken anlamlar yükleyebiliyor, değil mi?”
O derin sessizliğin yeniden doğacağını sandım ama bu kez sessizlik kayboldu. Tıpkı tüm renkler gibi. Gözlerimi ona çevirdiğimde, bana anlam veremediğim bir ifadeyle baktığını gördüm; gözleri her zamanki gibi keskindi, çehresine eşlik eden bakışlarındaki her şey koca bir gizlilikten ibaretti ama yine de o bakışların beni kesip geçtiğini hissettim.
“Bana o gözlerle bakma,” dediğinde ne söylemeye çalıştığını anlayamadığımdan kaşlarım çatıldı. Araç, ışıklarda yavaşladı ve durdu ama o gözlerini benden ayırmadı, ışığı takip etmek yerine gözlerimi takip etmeye devam etti.
“Sana hangi gözlerle bakmayayım? Nasıl bakmayayım?” diye sordum, bakışlarımın da sesim gibi vurgulu olmasını umut ederek.
“Bu gözlerle,” dedi tekrar, sesi bu defa soğuktu ve bu soğukluğun nefesime tıpkı Isparta’nın soğuğu gibi karıştığını hissettim. İçimi yakan bu soğuğun canımı acıtmasının esas nedeni, soğuğu yaratanın onun gözleri olması mıydı bilmiyordum. “Sanki bana baktığında gördüğün şey, hayatın boyunca karşılaşmak istemeyeceğin, yatağın altında saklanıp gitmesini bekleyeceğin bir şeymiş gibi.”
Gözlerinin içine bütün varlığımı gözlerime yatırarak, bunun koca bir yanlış anlama olduğunu göstermek ister gibi baktığımda bunu göremedi. Hissettiklerinin içine batmış gibi kaşlarını çatıp bakışlarını benden çektiğinde, dudaklarım aralandı ama kelimeler dudaklarımın arasından firar edip ona doğru gitmedi.
“Sen öyle bir şey değilsin,” dedim sonunda. “Ama…” Gözlerimi profilinden çekmedim, o bana değil, yola bakıyor, arabayı kullanmaya devam ediyordu. “Her kadınla düşüp kalkmayı seçen sendin. Hep birilerinin vücudunu ödünç aldın.”
“Hep birilerinin vücudunu mu ödünç aldım?” Sorum onu ürpertmiş gibi bana baktı.
“Çapkınsın demek istedim,” diye fısıldadım pişmanlıkla.
“Hayatım boyunca bir çocuk kadar masum olmadım. Bir çocukken bile o masumiyet bende var olan bir şey değildi,” dedi. “Olsun isterdim. Ne bileyim, Vural gibi biri olabileyim isterdim, Muşta gibi, Gurur gibi, Devran gibi… Onlar iyi adamlar. Severler, sevilirler, sayılır onlar.” Araç hareket etmeye başladığında artık bana değil, yola bakıyordu. “İstemez miydim sanıyorsun kızım? İsterdim. Herkesin kötü gördüğü bir adamım. Bilmiyorum mu sanıyorsun? Bunu biliyorum. Hep eksik, hep ıssız hissetmenin ne demek olduğunu biliyor musun bilmiyorum ama ben bunu biliyorum. Yarım yamalak bir çocukluğun içinden istemediği bir adam olarak çıkmış biriyim ben. Kolayıma geliyor belki böyle biri olmak. Belki iyileşmek için hiç uğraşmadım. Belki iyileşmek benim için korkutucu olandı, korktum ve bundan kaçtım. Hasarlı bir parça olarak onların arasında hep sırıttı varlığım, biliyorum.”
İçime yayılan şaşkınlığın ona dair inandığım kötü her şeyi yakmaya başladığını hissettiğimde, gözlerimi kaçırdım ama onun bana bakmaya başladığını hissedebiliyordum.
“Sen beni yeni tanıdın ama senden bile saklayamamışım gerçek yüzümü. İyi biri olabilmenin çok uzağında olduğumun farkındaydım zaten. Ama deniyordum. Mümkün olabilir sanıyordum. Değişebileceğimi umut ediyordum.” Gözlerimizi birleştirdiğimde, o kahverengi gözlerde binlerce anlam gördüm ama hepsi kırgındı; en çok kendisine kırgın olduğunu gözleri ele veriyordu. “Kurum lekesini ne kadar silersen o kadar çok yayılırmış etrafa, bunu unuttum ben,” dediğinde dudağının kenarında yamuk bir gülümseme belirdi. İşte tüm kırgınlıklar, o gülümsemenin oluşturduğu çizgiye gömüldü ve kalbimi yaktı.
Ona, denediğin için mi telefonuna öyle mesajlar geliyor, insanlarla buluşuyorsun, demek istesem de bana kendini açtığını hissettiğim ve kelimeleri kalbime ulaştığı için bir şey söyleyemeden sadece gözlerinin içine baktım. Sessizliğimden anlasın istedim. Hayır, öyle biri değilsin, düşündüğün gibi bir adam değilsin, diyemiyordum ama sessizliğim bunu ona hissettirsin istiyordum.
Araç altımızda hızlandı, sessizlik etrafa kül gibi saçıldı. O küçük sessizliğin içinde benden duymak istedikleri olduğunu biliyordum, hissediyordum ama ne söylemem gerektiğini o an için ben de bilmiyordum.
“Hiç uzun ilişkin olmadı mı?” diye sordum birdenbire.
Araç hız kesmeden ilerlerken artık bana değil, yola bakıyordu. Donuk bir sesle, “Hayır,” dedi.
Bu beni tatmin mi etti yoksa hüsrana mı uğrattı tam olarak bilmiyordum. Bir yanım onu ciddi bir ilişkide düşününce öfkeyle doldu, bir yanımsa hiç böyle bir ilişki içinde olmamasından ürktü. Beni koca bir karmaşaya çeviriyordu, bunu durduramıyordum; benim bu hayatta en korktuğum şey karmaşaydı.
Bir süre sustuktan sonra, “Senin de söylediğin gibi,” diyerek konuşmaya başladı. Sesi hâlâ donuktu. “Başkalarının bedenlerini ödünç alan biriyim. Sürekli bir başkasının bedenini giyinmiş biri, kimsenin hayatında yer edinmemeli.”
“Ben sana böyle bir şey söy-”
Gözlerini birden bana çevirip, “İki üç kez kandırdın diye karşında çocuk var sanıyorsan,” dedi sertçe, “sanma. Ben de kendimi çocuk gibi masum sandım, sonra aynaya bakınca yine gerçekle karşılaştım yavrum.” Gözleriyle âdeta nokta koyup bakışlarını yola çevirdiğinde, susma sırası benimdi.
Araç, evimin olduğu sokağa girdiğinde yavaşlamaya başladı. Gök bir kez daha beyaza boyandı ve damar şeklindeki şimşekler göğü sardıktan saniyeler sonra göğün çığlığını duydum. Sokağın köşesinden dönen bir başka arabanın gündüz vakti açık olan farlarının ışığı gözlerimi yaktı.
Sonunda araç tam evimin önünde durduğunda emniyet kemerimi çözerken, “Peki gittin mi?” diye sordum.
Bir süre duraksadıktan sonra, “Anlamadım?” diye sorup omzunun üstünden bana baktı.
Durgun bir sesle, “O gün benim evdeyken,” diye söze girdim. Gözlerime öyle dikkatli bakıyordu ki konuşamayacağımı düşündüm çünkü bakışlarıyla içimden bir şeyler koparıp alıyor, beni eksiltiyordu.
Aniden bana doğru eğildi. Nefesi nefesime karışmaya başladı. Dünya durdu, nefes alıp verişlerim durdu ve sadece birkaç santim ötemde duran gözlerine bakakaldım. “O gün evindeyken?” diye sordu ve nefesi yüzümde fırtına gibi esti.
Yakınlığımızın parmak uçlarımı bile uyuşturduğunu hissettim. İçimi ona dökmek istesem de yakınlığı eğer dudaklarıma sessizlik mührünü vurmazsam, aramızdaki bu karmaşanın daha da büyüyeceğinin teminatını veriyor gibiydi. Gök bir kez daha beyaza boyandığında gözlerim panikle dudaklarına dokundu, ardından kalp atışlarım zihnimin içine çığlık sesleri gibi dolduğu için korkarak gözlerimi kaldırıp gözlerine baktım.
“O gün benim evimdeyken seni çağıran kızın yanına gittin mi?” diye sordum kendimi tutamadan. Gözleri bir an dudaklarıma kaydı, bir an sonrasındaysa artık gözlerimin içine bakıyordu ve kahverengi gözlerinde şaşkınlığın gece gibi koyulaştığını görebiliyordum.
“O gün beni biri mi çağırdı ki?” diye sordu birdenbire, duraksadım, duraksadığımı gördüğünde o da bana eşlik ederek şaşkınlıkla yüzüme baktı.
“Çağırdı,” dedim kendimden emin bir şekilde. Yakınlığına aldırış etmemeye çalışırken, “Beni kandıramazsın,” diyerek geri çekildiğimde birden bileğimi kavrayıp geri çekilmemi engelledi. Gözlerimi yeniden ona çevirdim, kalbimin atışlarını parmaklarının arasına aldığı bileğimde hissedebiliyor muydu merak ediyordum.
“Seni ne diye kandırayım şimdi ben?” diye sorarken gözlerimin içine, derinlerime, ruhuma bakıyordu.
“Sorduğum soruya soruyla cevap verip zaman kazanmaya çalışıyorsun,” dedim.
Yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırarak, “Anlamaya çalışıyorum, Simge. Görmüyor musun?” diye sorunca parfümünün kokusu ve sıcak nefesi aynı anda tenimin üzerine yayıldı. “Çünkü o gün beni biri çağırmadı ama biri beni kovdu.”
“Çağırmadı mı?” diye sordum alay eder gibi gülerek.
Derin bir nefes alıp, “Söyle,” derken hâlâ bileğimi tutuyordu. “Neyi yanlış anladın?”
“Yanlış mı anladım? Yanlış anladığım şeyin bir çift büyük memesi vardı.”
“Büyük memesi mi?” Anlam veremiyormuş gibi kaşlarını çattı. “Daha anlaşılır konuş kızım, anlamıyorum seni. Yine beni mi kandırıyorsun?”
“Bırak ya,” diyerek bileğimi kurtarıp aracın kapısını açtım ve dışarı çıktım. Beni şaşırtan, onun da kendi kapısını açıp arkamdan dışarı çıkmasıydı.
Hızlı adımlarla binaya ilerlediğim sırada, “Baksana bana bir sen,” diyerek arkamdan geliyordu.
Onu dinlemedim. Adımlarım daha da hızlandı ama o durmadı, onun da adımları hızlandı. Birden bileğimi yakaladı ve beni kendine çevirdi, dokunuşunun yarattığı o inanılmaz manyetik çekimin, bedenlerimiz arasında dalgalanarak tüm sokağa yayıldığını hissettim.
“İnsanı insan yapan nedir biliyor musun?” diye sorarken gözlerime bana savaş açmış gibi bakıyordu. Cevap vermedim. “Konuşabilmesidir. Birbirlerine bir şeyleri anlatabilmeleri ve anlayabilmeleridir. Şu an karşında insan yok gibi davranıyorsun, farkında mısın?”
“Her şeyi kendi isteğine göre yorumlayamazsın,” dedim.
Başını yana eğerek dikkatle bana baktı. “Ne duydun ya da ne gördün? Açık ol,” dedi. “Seni anlamamı sağla. Ben zor anlıyorum. Gerekirse salağa anlatır gibi anlat, tane tane anlat, kafama vurarak anlat ama beni belirsizliğin içinde bırakma. Görmüyor musun? Kayboluyorum.”
Söyledikleri kalbimin atışlarını ağırlaştırdığında ona uzun uzun baktım. “Telefonuna gelen mesajı gördüm. O yüzden sordum,” diye mırıldandım sonunda konuşmaktan başka çarem olmadığını anladığımda.
Tek kaşını kaldırıp, “Telefonuma gelen mesajı mı gördün?” diye sordu. “Hangi mesajdan bahsediyorsun?” Bileğimi geri çekmeye çalıştığımda, “Lan bir dur!” dedi panikle. “Söyle, hangi mesajı diyorsun?” Boştaki elini pantolonunun cebine attı, cebinden telefonunu çıkarırken bileğimi tutmaya devam ediyordu. Ekran kilidini kaldırıp gözlerini bana çevirdiğinde ne yapmaya çalıştığını anlayamadığımdan kaşlarım çatıldı. “Al bak, göster bana hangi mesaj olduğunu.”
Telefonunun açık ekranına bakarken bir an duraksadım. Ekranda bir adam vardı. Bir asker. Fotoğrafın kalitesi düşüktü, eski bir fotoğraf olduğu belliydi. Adam ciddi bir şekilde kadraja bakıyordu ama fotoğrafın düşük kalitesine rağmen tanıdık kahverengi gözleri parlıyordu. Gözlerimi kaldırıp Yener’e baktığım an, fotoğraf karesindeki adamın babası olduğunu ve Yener’in gözlerini babasından aldığını anladım.
“Al,” diyerek telefonu burnumun dibine sokunca bir an ne yapacağımı bilemeyerek telefonu elinden aldım. Ona tekrar şaşkınlıkla baktığımda güldü, gülüşü içtendi. “Gir mesaj uygulamalarının tamamına.”
“Fotoğraftaki kişi baban mı?” diye sorarken gözlerimi usulca ekrana indirdim.
“Evet,” dedi, sesi dakikalardır buz gibiyken, şimdi oldukça sıcaktı. Onu gururlandıran bir şeyden bahsediyor gibi parlayan gözlerle bana baktığını fark ettiğimde göğsüm daraldı.
“Ona benziyorsun.”
Duraksadı, kahverengi gözlerini telefonunun ekranına indirdi ve fotoğraftaki adama baktı. Dudaklarındaki içten tebessümün derinleştiğini gördüm, ince ve güzel yüzünü yavaşça saran çizgileri izledim. “Benziyor muyuz?” diye sordu.
“Gözlerini ondan almışsın.”
“Onun kadar mükemmel değilim,” derken yeniden bana bakıyordu. Bileğimi serbest bırakıp, “Bak,” dedi konuyu değiştirmeye çalışıyormuş gibi. “Mesajlarıma bakabilirsin.”
“Ben… Bunu neden yapayım ki?”
“Çünkü ben öyle istiyorum. Yap.”
Gözlerinin içine bakarken ağlama isteğiyle doldum ama bunu yaparsam ya deli olduğumu düşünecekti ya da beni ağlattığı için kendisinden nefret edecekti. Ne o beni anlayabiliyordu ne de ben onu. Birbirimizde kaybolmuştuk.
Mesaj uygulamalarından birine tıkladığımda, hiçbir mesajı silmediğini gördüm çünkü onlarca kayıtlı olmayan numaradan, onlarda cevaplanmamış mesaj duruyordu. Bir an ne diyeceğimi bilemeyerek parmaklarımı mesajlarda kaydırdım ve o gün, o tarihte gelen mesaja tıkladım.
Kıza cevap vermemişti.
Diğer tüm kızlara cevap vermediği gibi.
Cevap alamayanların bazıları sitem ederek yeniden mesaj atmış, yeniden cevap alamamışlardı. Hiçbirine cevap vermemişti. Bazıları da telefon numaramı mı sildin, fotoğrafın görünmüyor demişti, yani her birinin numarasını mı silmişti?
Gözlerimi ekrandan çekip ona çevirirken ağlama isteği daha da büyüdü. Tek bir kirpik çırpışımda, sanki gözlerimden bir okyanus akacak, yanaklarım gözyaşlarımdan nehirlerle dolup taşacaktı.
“Niye cevap vermedin?” diye sordum, sesimin boynu büküktü, sesim titremiş miydi yoksa suçlu bir çocuk gibi boynunu mu bükmüştü tam olarak anlayamamıştım.
Gözlerimde görmek istemediği, bana asla hissettirmek istemediği bir şeyi hissettirdiğini fark etmesine neden olan bir ifadeyle karşılaşmış gibi duraksadı.
“Niye?” diye sordum yeniden, yağmur damlaları tıpkı gözyaşları gibi yüzüme ve yüzüne düşüyordu.
Gözleri usul usul ciddileşti. Anlam veremediğim bakışları karşısında ağlama isteğim daha da kuvvetlendi. Ona o kadar uzun, gözümü bile kırpmadan baktım ki bu bakışların bir şekilde onu derinden etkilediğini hissettim.
Sonunda sessizce, “Yapma,” diye fısıldadı.
“Neyi?” diye sordum sessizce.
“Bana o başıma bela olacak yeşil gözlerle bakıp, niye diye sorma.”
Bu söylediğini onun dudaklarından, onun sesinden, onun gözlerinden duymayı beklemiyordum. Dudakları aralanıyor, sesi bana ulaşıyor ve gözleri de buna eşlik ediyordu. O ikimizi içine çeken, en başından beri kaçamayacakmışım gibi hissettiğim, onun da kaçsa bile içine geri çekildiği girdap tam ortamızda şiddetle büyüyordu.
“Bunu yapıp bana gösteriyorsan, göreyim diye uğraşıyorsan, bir nedeni olması gerekmiyor mu?” diye sordum sonunda tüm gücümü toplayarak.
Bir adım atması, zaten kaybolan uzaklığın tamamen parçalanıp yok olmasına neden oldu ve şimdi ondan gelen yoğun parfüm kokusunu alıyordum. Yener, benim için tam bir gizemdi. Ve gizemin içinde, çözemedikçe kayboluyor, kayboldukça o gizeme daha da çekiliyordum; şimdi o gizem, bana bir adım gelmiş, beni içinde daha da kaybolmaya davet ediyordu.
“Sen,” dediğinde ses tonu içimi sıkıştırdı, “hep böyle cevabını bildiğin şeyleri mi sorarsın?”
“Ben…” Duraksayıp gözlerinin içine bakakaldım. Çünkü öyle bir bakıyordu ki… Bir çift kahverengi göz nasıl oluyordu da bana göğü gösteriyordu?
“Sen?” diye sorarken nefesinin nefesime karıştığını hissettim. Kafasını eğip, aramızdaki o boy farkını kapatabileceğini sandı ama bu olmadı, kafamı kaldırıp ona aramızdaki boşluğu kapatmak isteyen gözlerle baktım. “Söyle. Sen?”
Bakışlarımı kaçırmak istiyordum ama bunu yaparsam, gözlerine uzun uzun bakmadığım için içimde cam çerçeve indirecektim, bunu biliyordum. Bu ihtimale rağmen göğsüme bıraktığı baskıya dayanamayıp gözlerimi kaçırdım. Yener buna rağmen durmadı. İki parmağının arasına aldığı çenemi yavaşça yukarı kaldırıp, yüzümü mümkün mertebe yüzünün hizasına getirip sessizliği giyinerek gözlerimi esir almaya başladı.
Aramızdaki o son sürat ilerleyen hissin ne olduğunu merak ettim. Bu sadece tutku olamazdı, tutkuysa bile çok güçlüydü ve artık birbirimizden saklanamaz hale gelmiştik.
“Sen benden ne istiyorsun?” diye sordum güçsüz bir fısıltıyla.
“Beni durdurmanı,” dediğinde gök bir kez daha ışıklarını yaktı, söndü, gürültüyle kükredi. “Çünkü ben artık kendimi durduramıyorum.”
Nefesi dudaklarıma değdiğinde, dudakları dudaklarıma değmiş gibi ürperdim. Parmaklarının arasında titrediğimi hissettiğinde yavaşça yutkundu ama çenemi bırakmadı. Gözlerinin içine korkuyla baktım, sanki sobelendiğim için korkuyordum, yakaladığı için korkuyordum, kaçacak yerim olsa bile kaçmayacağımı fark ettiğim için korkuyordum. Sonunda daima arkasına saklandığı o maske düşmüştü, onun gerçekliğini görüyordum ve bu ona acı veriyordu. Kaşlarını çatıp gözlerini yumarak dişlerini sıktığında, bu acının dışarı yansıdığını anladım. Ona acı mı veriyordum?
Güçsüzce elimi kaldırıp bileğine koydum, parmaklarım bileğini sardı ama onu itmek için değil, tutmak için yaptım bunu.
Gözlerini açtığında, içinde sakladığı çocuğu da gördüm, herkesten gizlediği yara bere içindeki adamı da gördüm. İkisi de orada durmuş, benim tarafımdan sobelendikleri için şaşkınca beni izliyorlardı. Alnını alnıma bastırdı, nefesi tüm yüzüme yayıldı ve yaşadığı her şeyi öğrenmek isteyen tarafım, koca pençeleriyle göğsümü deşmeye başladı.
“Kaçma benden,” diye fısıldadı. “Ben kendimden çok kaçtım. Sen de kaçma benden.”
Fırtınanın ortasında, kopup giden parçalarımıza aldırmadan birbirimize yaslanmış öylece duruyorduk sanki.
“Kaçmama izin vermiyorsun ki zaten,” dediğimde burnundan sert bir nefes vererek güldü ama bu gülüş, aslında hissettiği kötü bir duygunun dışa vuruşuydu.
“Belki kendimden kaçmayı çok iyi bilen bana, senden kaçamamak nedir gösterip tüm dengesini yitirtmişsindir.”
Sanki bunu ondan duymaya ihtiyacım varmış gibi, “Benden kaçamıyor musun?” diye sorduğumda, gözleriyle ruhuma baktı.
“Emin olana kadar sürekli sormaya devam mı edeceksin, Ahdar?”
Gözlerinin içine bakarak, “Ahdar?” diye sormamla, çenemi tutup biraz daha kaldırması ve fırtınayı şiddetlendiren o rüzgârı estirmesi bir oldu. Çenemin sol üst köşesine dudaklarını bastırdı. Beni ne dudağımdan öptü ne de çenemden, beni yarattığı bir boşluktan öptü ama bu, beni dudağımdan öpse yaratmayacağı türden bir yıkımı yarattı.
“Yeşil demek,” dedi dudakları hâlâ o boşluğa yakın duruyorken ve gözleri kapalıyken. “Yemyeşil demek.”
Usulca geri çekilirken elimdeki telefonu aldığını hatırlıyorum. Kahverengi gözleri gözlerime değdi, yağmur hızlandı ve arkasını dönüp arabasını yürümeye başladığında, olduğum yerde hareket bile edemeden onun gidişini izlediğimi hatırlıyorum. Arabasına binip sokaktan gittiğinde bile ben hâlâ o sokaktaydım, yağmur yüzüme, saçlarıma, dudaklarının değdiği çene boşluğuma yağıyor, hareket bile etmeden öylece boşluğa bakıyordum.
CENAN KAPLANER
Baktığın yerde görmek istediğin kişi olmadığında, tüm ışıklar sönüyor, ne gecenin bir anlamı kalıyordu ne de gündüzün. Onsuz geçen dokuz yılın her gecesi kayıptım, her gündüzü başka bir kadındım. Kimliğini elinden düşürmüş, kimliksiz bir şekilde şehirlerin içinde ilerleyen, hiçbir yere ait olmayan o yabancıydım.
Onsuz geçirdiğim gecelerde bile onunlaymışım gibi hissettiğim çok olmuştu. İzlediğim boş duvarda onun gölgesi vardı, o gölge beni izliyor, beni koruyor, bazen bana kızsa da o duvardan hiç ayrılmıyordu. Belki de bu yüzden çok uzunca bir süre odamdan hiç çıkmamıştım. Odamdan çıktığım anlarda yokluğu yüzüme daha sert bir tokat olarak vuruyordu.
Gözyaşları yanaklarımdan aşağı devrilirken, Hakan’ın gölgesinin elleri yüzüme uzanırdı, yüzümdeki gözyaşlarını usulca silerdi. Hakan’ın gölgesinin dudakları alnıma uzanırdı, alnımdaki karmaşa çukurlarından öperdi. Hakan’ın gölgesi, yüreğime dolardı, kalbimin onun için daha ne kadar böyle şiddetle çarpacağını düşünür dururdum. Kara sevda böyle bir şey miydi? Dokuz yıl geçtiğinde bile, kalbinin üstünde bir gölgeyle mi yaşatırdı seni? O gölgenin, o adam olduğunu bildiğinden mi o gölgeyi severek kabul eder, dokuz yıl boyunca içinde sesini çıkarmadan, silmeye çalışmadan taşırdın?
Yüreğimi alev alev yakan o adam, şimdi karşımdaydı. Dokuz yılın sonunda gözleri gözlerimdeydi. Odamdaki gölge olmaktan çıkmış, odamdaki adama dönüşmüştü. Bakışlarım yüzündeyken alkol damarımın içinde ilerliyor, anılar da damarımda tıpkı alkol gibi yürüyerek zihnime doluyordu. Şimdi karşımdaydı, bir anıdan ibaret değildi, çatık kaşlarının altındaki demir gibi mavi gözleriyle bana bakarken, artık o hayaliyle yaşamaya çalıştığım adamdan ziyade, yeniden gerçeğimdi.
Alkol tüm duyguları daha da açığa vururken bana kızgın bakan gözlerine rağmen ona gülümserken buldum kendimi.
Durdu, gözleri gözlerimde durdu ve öfkesi yatıştı. Bileğimi yavaşça bıraktığında, ona beni bırakma demek istesem de diyemedim, sadece gözlerinin içine baktım. Karanlık holde öylece duruyorduk. Hisler, onu ilk gördüğüm andakinden daha yoğundu. Zamanla biter sanılan her şeyin aksine, bazı şeyler zamanla daha da çoğalıyordu.
“Çok içtin,” dediğinde gözlerim gözlerinden ayrıldı ve yüzünü turladı. Neden hiç yaş almıyor gibiydi? Neden hâlâ otuzlu yaşlarındaki o adam gibi bakıyordu? Onu ilk gördüğümde onun koca bir adam olduğunu düşünmüştüm, oysa o sadece otuz iki yaşında bir çocuktu; şimdi karşımda hâlâ o yaştaydı.
“Çok içmedim,” dedim, sesimdeki meydan okumayı duyunca kaşları daha da çatıldı.
“Çok içtin. Alkole direncin yok hiç, unuttun mu bunu?” diye sordu azarlar gibi. “Allah’tan kızlar yabancı değildi.”
Bakışlarım yüzünde daha da derinleşti. “Apar topar eve getirdin beni. Ayıp oldu,” dediğimde, söylediği şeyi duymamışım gibi davranmam onu daha da öfkelendirdi.
“Hâlâ o yirmi üç yaşındaki kız gibisin,” dedi burnundan sert bir nefes vererek. “Ele avuca sığmıyor, söz dinlemiyorsun.”
“Hâlâ o kız gibi miyim?” diye sordum şaşırarak.
“Öylesin!”
Kalbimin atışları ağırlaşırken gözlerinin içine gücüm çekiliyormuş gibi baktım. Hatırlıyor muydu? Bir karanlıkta rastlamıştım ona. Dünyasının karanlığı, gözlerinden dışarı sızıyordu. O gözlerdeki karanlığa doğru ateşe giden bir kelebek gibi son sürat kanat çırpıyordum, o karanlığı benden uzak tutmaya çalışıyordu ama ben o karanlığa karışmaya başlıyordum. Onun karanlığında sadece o ve ben vardık. Onun karanlığı yuvam olmuştu benim. Hatırlıyor muydu? Yuvasız kaldığım o gece, göçebe hayatım başladığında ne kadar çaresiz, yalnız, kimsesiz, ölecek gibi olduğumu biliyor muydu?
Gözlerine ne kadar uzun süre baktıysam, gözlerimde gördükleri onu durgunlaştırdı. Öfkesi söndü, ateşi hâlâ yanıyordu, dokunsam parmaklarım küle dönerdi ama artık o gözlerdeki şefkati saklayamıyordu. Ona verdiğim zarara rağmen o beni hâlâ seviyor muydu? Bunu ona sormak istedim. Hakan demek istedim, söyle demek istedim, beni hâlâ seviyor musun Hakan, ne olursun saklama demek istedim ama sessizlik çok uzun zamandır yakın arkadaşımdı. Öptün beni Hakan, sevmesen öyle ilk günkü gibi öper miydin?
“Ne bakıyorsun öyle?” diye sordu sonunda. Eve yayılan sessizliği sert sesi bölmüştü. Sesini hep sevmiştim. Kalın, tok, öfkeli ve şefkatli. Ona bakınca iki insan görürdünüz. Şefkatiyle boğan, öfkesiyle yıkan. Sonsuz bir okyanus gibiydi. Herkes gündüz vakti parlayan o mavi okyanusu görürdü. Bense o okyanusa gece yarısı giren kadındım. Karanlığını biliyordum onun. Tüm renkleri benim içime dağılmıştı. Karanlığı beni örtmüştü.
Birden bana doğru bir adım attı, bir adım geri gittim ve sırtım kapıya yaslandı. Kafamı kaldırıp koca adama baktım. Yıllar önce olduğu gibi karşısında yine ufacık, yine savunmasızdım.
Ellerini kaldırıp başımın iki yanından geçirerek avuçlarını kapıya yasladığında gözlerinin içine bakmaya devam ediyordum. Holün karanlığını yarıp geçen mavi gözleri ışık oluyor da üzerime akıyordu sanki.
“Söyle,” dedi üstüne basa basa. “Ne bakıyorsun bana öyle?”
“Aklıma bir şey geldi. Ondan baktım.”
“Ondan dikiyorsun yani o gece gözlerini?” diye sorarken gözleri gözlerimi bıçak olmuş deşiyordu.
“Evet,” dedim. “Hem insan içinde öyle kolumu çekip götürmenden de hoşlanmadım. Ondan bakıyorum.” Bu yalandı. Bu o kadar büyük bir yalandı ki… Beni çekip istediği her yere götürebilecek tek insan oydu ve bunu biliyordu. Biliyor muydu? Dokuz sene sonunda bunu hâlâ biliyor olabilir miydi?
“O kadar içersen, tutar götürürüm.”
Gözlerinin içine bakmaktan alıkoyabilseydim kendimi, eğer dokuz senenin sonunda biraz silebilseydim onu içimden, elimi göğsüne koyar, onu iter, çeker giderdim. Ama yapamadım. Dokuz senenin her günü onu tam da bu kadar yakınımda hayal ettim. Dokuz senenin her günü onu bir kez görmeden, her gün gördüm.
“Götüremezsin demen gerekmiyor muydu?” diye sordu. Sanki o da merak ediyordu. Hâlâ ne kadar içimde, bunu bilmek istiyordu. Çok içimdeydi. Bir kez olsun içimden çıkıp gitmemişti, onu bir kez bile yüreğimden uğurlamamıştım, bunu bilmiyordu.
“Götüremeyeceğini biliyorsan ne diye tutup götürüyorsun beni?” diye sordum çatık kaşlarla.
Tek bir an gerçekten güleceğini sandım. “Bazı şeyler hiç değişmiyormuş,” dediğinde kalbimin ağırlığı göğsümün taşıyamayacağı cinstendi. “Bunu anladım. Bunu gördüm.”
“Neymiş hiç değişmeyen?”
“Sen,” dediğinde aramızdaki mesafenin azlığından dolayı nefes alamadığımı hissettim. “Hâlâ yirmi üç yaşındaki o inatçı küçük kızsın.”
“Öyle san,” diyebildim, inadım dilimden çıkıp gittiğinde bu kez keyifsizce güldü.
“Öyle sanarak dokuz yıl geçirdim. Yine sanarım.”
Boğazımda kırk düğüm varken, kırk birinciyi onun tek bir cümlesi attı.
Sanki o kırk düğümün sahibi de o değilmiş gibi.
Kapıya yaslı duran ellerinden birini yumruk yapıp, yumruğunu kapıya daha sert yaslarken, “Tek bir soru soracağım, tek bir cevap vereceksin,” dedi emreder gibi. “Tek bir cevap. Uzatmak yok, çevirmek yok, başka yöne çekmek hiç yok. Anladın mı beni?”
“Canım nasıl isterse.”
Gözlerimin içine itirazları bir kibrit ateşiyle küle çevireceğini belirterek baktı.
“Ufuk denen polis memuruyla yakınlık derecen ne?”
Gözlerine yerleşen sorgu beni şaşkına çevirdi. Başka bir adamla olan yakınlığımı merak edecek kadar uzağına düştüğümün farkına varmak, çaresizliğin içimde alev gibi yükselip kalbimi sarmasına neden oldu. Bu kadar mı uzaklaşmıştık? Sınırlarıma başka bir adamı dahil ettiğimi düşünebileceği seviyeye onu getiren ben miydim? Kalbim acıdı.
Tam gözlerinin içine bakarak, “Seni ilgilendirmez,” dedim çünkü eğer farklı bir soru sorsam ya da cevap versem, ızdırabımız büyüyecekti. Onun sınırlarının bu denli dışında kalmışsam, bu denli yabancısı olmuşsam, belki de artık elimi eteğimi çekmeliydim ondan ama kalbim ona doğru son sürat atıyordu. Bu durmuyordu ki.
“Sana dedim ki çevirme, başka yöne çekme, tek bir cevap ver dedim. Sana bunu söyledim,” derken sesinde usulca artan nabız beni bozguna uğrattı. Yüzüme doğru eğildiğinde nefesimi tuttum. “Ufuk denen yavşakla yakınlık derecen ne, Cenan?”
“Ne diye bunu soruyorsun bana şimdi?” Elimi göğsüne koymamla bedeninin kasılması bir oldu. Parmaklarımın altında kasılan vücudunu üzerindeki kıyafete rağmen hissettim. Güç bela onu ittim ama bedeni yerinden bir santim bile oynamadı.
“Soruyorsam cevabını merak etmişimdir.”
“Merak ediyorsan bunun bir sebebi de olmalı değil mi? Özellikle onu sordun, neden?” Dişlerini gıcırdatarak yüzüme baktı. “Söylesene,” dedim alkolün getirdiği o cesareti dilime, kelimelerime, gözlerime bulaştırarak.
“Bir ara çok fazla görüşüyordunuz,” dedi uzunca bir sessizliğin ardından.
“Ve?”
“Ve ben de sana soruyorum işte amına koyayım!” diye bağırmasıyla irkilerek holün öteki ucunda uzanan karanlık koridora baktım.
“Bağırma. Kızı uyandıracaksın.”
“Bağırttırma beni o zaman. Söyle,” diyerek beni iyice sıkıştırınca bakışlarım bir tufan olup ona çevrildi.
“Neyi sorguluyorsun, Hakan? Ufuk’la yatıp yatmadığımı mı?” diye sordum anlık gelişen bir öfkeyle. Yüzüme ona bir yumruk atmışım gibi sarsılarak baktı. Kollarını indirdiğinde artık özgürdüm. Ama asıl tutsaklığım, o kollarını benden çektiğinde başlamıştı.
Gözlerimin içine bakmaktan kaçınıyor gibi bakışlarını koridora çevirdiğinde sorduğum sorunun ağırlığıyla ona bakıyordum. Aniden sırtını bana dönüp hırsla, “Aranızda bir şey var mı?” diye sordu. “Var mı yok mu, söyle işte amına koyayım!”
Bir adım gitmek, avucumu onun sırtına koymak istedim ama olduğum yerde kıpırdamadan duruyordum.
“Neden sana öyle bakıyor? Neden sana öyle bakmasına izin veriyorsun?” diye sorarken onun da zihninin bulanık olduğunu, alkolün kanında usulca dolaştığını fark ettim. Bir adım attım ama elimi uzatıp ona dokunamadım. Dişlerinin arasından, “Kafayı yedirtme bana da söyle!” diye tıslayarak bana dönmesiyle, beni karşısında bulup duraksaması bir oldu.
Birbirimizin gözlerinin içine bakarak geçirdiğimiz saniyelerin ardından, “Bu senin için neden bu kadar önemli?” diye sorup onun kafasının içindeki kelimelere ulaşmaya çalıştım. Hissetmek yetmiyordu belki de. Duymak istiyordum.
Sustu. Sessizlik gözlerinin mavisini bile geceye çevirecek kadar koyuydu. Ne söyleyeceğini o da bilmiyor gibiydi. Uzansam, ona dokunsam, parmaklarım teninde kaybolsa, bilir miydi ondan başka birine hiç dokunmadığımı? Bilsin istiyordum ama bir yanım da bir başka ihtimalin onda yaratacağı hezeyanı merak ediyordu. Çocukçaydı ama bu böyleydi.
“Önemli mi dedim ben sana?” diye sorarken meydan okuyor olmasına rağmen sesi kısıktı. Gözlerinin içine uzunca bir süre baktığımda konuşmayacağımı anlamış olacak ki “Soru sordum, cevap dışında her şeyi söyledin bana. Soruyu soran benken, bir cevap alamayan ve üstüne senden sorular duyan ben oldum,” dedi burnundan sert bir nefes vererek. “Zor değil, tek bir cevap istedim senden. Buna da mı hakkım yok benim?”
İkimiz de yanılmıştık. Yıllar bizi birbirimizden koparır, bir şekilde acımız diner, hislerimiz susar sanmıştık ama şimdi görüyordum ki ne onun içindeki ben ölmüştüm ne de benim içimdeki o tek bir an olsun susmuştu. Birbirimizin içinde hâlâ capcanlı ve gürültülüydük.
“Sen,” dedim suçlayıcı bir sesle. “Sen nelere hakkın olduğunu bilseydin, sen bende nasıl hak sahibi olduğunu bilseydin, bana bu soruyla mı gelirdin?”
Göğsüne ellerimi koymuşum da esaslı bir yumruk indirip onu geriye devirmeye çalışmışım ve bunu başarmışım gibi bir adım geri sendeledi.
“Hakan,” dediğimde hâlâ sorduğum sorunun etkisinde gibi taş kesilmiş bir hâlde gözlerime bakıyordu. “Senin için başka birileri olmuş olabilir. Beni başka tenlerde aramış olabilirsin, belki de beni aramamak için başka vücutlara sindin, belki beni unuttursun diye yaklaştığın kadınlar oldu, belki beni düşünmediğin bir andı ve bir başkasına sindin. Olmuş olabilir, duymak da istemiyorum, düşünmek de istemiyorum, bilmek de istemiyorum.” Kaşları anbean çatılırken sadece beni dinliyordu. “Ben gözlerine baktığımda hâlâ bir parçamı görüyorum, hâlâ beni yaşattığını görüyorum. Yalanlayabilirsin, cevap da vermeyebilirsin.” Dişlerini sıktı. “Ama benim ne kalbime ne de tenime bir başkası hiç dokunmadı.”
Bunu zaten bildiğini hissettim. Gözlerinde kendi yansımamı gördüm. Yıllar önce gözlerindeki yansımam nasıl görünüyorsa, şimdiki yansımam da aynı görünüyordu. Aldığım yaşların hiçbir önemi yoktu. Onun gözlerinde hâlâ o kızdım.
Bir adım attı, geri adım atmadım, alanımı işgal etti ve ardından hiç beklemediğim anda avucunu göğüs kafesime bastırarak beni geriye doğru itti. Sırtım kapıya yaslandığında bu beklemediğim hareketi karşısında dudaklarım aralandı. Nefesi yüzümü yakmaya başladığında onun bana ne kadar yakın olduğunu fark ettim. Farkındalık karnımın içinde bir düzine iğne gibi dolanmaya başladığındaysa, kaçınılmaz son oradaydı, onun dudaklarındaydı. Çenemi parmaklarının arasına alan Hakan olsa da beni öpmeye başlayan Basri’ydi.
Bu kez yıkıldığımı hissettim. Kendi içimde parçalara bölündüm. O beni öperek eksiltiyordu, tüm parçalarım ona gidiyor, ona dönüşüyordum. Birbirimizi terk ettiğimizi sandığımız anların hepsi üzerimize devrilmişti ve bunun sonucunda aslında terk ettiğimiz şeyin birbirimiz olmadığını anlamıştım. Ben kendimi ona, o da kendini bana terk etmişti.
Acıyı hissettim ve o beni çıkmaza sürükleyen çaresizliği. Tüm bunlar birleştiğinde koca bir enkaza dönüşmüştüm. Hangi noktada her şey böylesine derin, yıkıcı bir çaresizliğe dönüşmüştü? Geçmişin derin sularına dalıp nefesim kesilene dek aşağılara doğru kulaç atsam da bunun cevabını bulamadım. O, beni öptü. Bir süre karşılık veremeden bana armağan ettiği yıkımın içinde öylece bekledim, sonra dayanamayıp ve o yıkımı kabul ederek ben de onu öpmeye başladım.
Dudakları acı yüklüydü. Ne arzu ne de tutku yoktu bu öpüşte. Hırçındı, sorgulayıcıydı, öfkeliydi, sitem doluydu; öyle bir öpüyordu ki beni, sanki benden ölesiye nefret ediyor ve bu nefretin asıl sebebini de çok iyi biliyordu.
Ellerim saçlarına kaydığında bileğimi yakaladı, ben saçlarını avuçlarken o benim bileğimi avuçladı ama teması kesmemi sağlamadı. Aksine, teması kesmemem için bileğimi tutuyor gibi bir hâli vardı.
Bir elini belime indirdiğinde onun da savunmasızlaştığını hissettim. Belimi kavradı. Parmakları muştasının içine geçiyormuş gibi derimin içine geçti. Saçını daha sıkı kavradım, bileğimi daha sıkı kavradı, diğer elim yüzüne kaydığında ise belimde duran parmaklarının gerçekten derimin içine saplanacağını sandım.
Kokusu tanıdıktı, dokunuşu tanıdıktı, dudaklarımda bıraktığı hisler tanıdıktı. Öpüşmemizin şiddeti arttığında acının yanında bir şeyin daha durduğunu hissettim. Tutkuydu bu. Birbirimizin etrafındayken çekimine kurban gittiğimiz her şey etrafımızda uçuyor, tenimize çarpıp ruhumuza sızıyordu sanki.
Dudaklarımız ayrılırken nefesi tenimin üzerinde süzüldü. Alnını alnıma bastırıp, “Her şey tükendi, Cenan. Sabrım tükendi, gençliğim usulca tükendi, gücüm tükendi, sen niye tükenmiyorsun?” diye sordu. Daha sonra alacağı cevaptan korkuyormuş gibi geri çekilip bakışlarını farklı bir yöne çevirdi.
İçine düştüğümüz karanlıkta yan yanaydık ama birbirimizi bulamıyorduk.
Salona doğru yürürken ellerim buz kesmişti. Konuşulması gereken daha bir sürü şey varken bunları konuşmak yerine ya kavga ediyorduk ya da farkında olmadan bir temasa kurban gidiyorduk ve zaman donuyordu. Sanki bir zamanlar olduğum o genç kız da karanlık salondaydı, bir zamanlar olduğu o adam da karanlık salondaydı. İkisinin de varlığını hissediyordum.
Hakan bir süre sessizce aynı yerde durdu. Salonda bir hayalet gibi ilerledi, camın önünde durup boydan camdan dışarıya bakarken tenim buz gibiydi.
“Sana bu kadar yakın olmasına izin veren sensin,” dediğinde sesindeki suçlama beni öfkelendirmek yerine umutsuzlukla doldurdu. Tepkisizce camdan dışarıyı izlemeye başladım. Cevap vermemem onu rahatsız etti, bunu hissettim.
“Gurur’un peşinde miydi?” diye sorarak rotayı değiştirdiğinde derin bir nefes aldım.
“Sadece o değil, ben de sizin ekibin peşindeydim, biliyorsun.”
“Peki neden?” Sorusu ona uymayacak şekilde masum geldi kulağıma ama sesi oldukça baskın çıkmıştı. “Neden ekibin peşindeydin?”
Ona vereceğim nedenlere inanır mıydı? Bilmiyordum. İntikam istediğimi düşünüyor olmalıydı. Babamın intikamı için geldiğimi düşünüyor olmalıydı. Belki normal biri bunu yapardı ama çok âşık biri bazen duygularını birçok şeyin önüne koyabiliyordu.
Ben buraya onun için gelmiştim. Ben onun peşine onun için düşmüştüm. Beni görsün istemiştim, arkamdan gelsin istemiştim, beni sobelesin istemiştim, bir kızımız olduğunu öğrensin ve beni seviyorsa bunu onun gözlerinde yeniden göreyim istemiştim. Bunun için onun başına bela olabilecek kadar gözümü karartmıştım çünkü başına bela olmazsam, beni görmezden gelir sanmıştım.
Sessizliğim keyfini iyiden iyiye kaçırmış olacak ki “Bu gece her soruyu o ağzından kendi ağzımı kullanarak mı çıkarıp almam gerekiyor?” diye sordu. “Neden?” Bana doğru döndü ama ben ona dönemedim. Cama dikkatle baktığımda şehrin manzarasını içeri alan camda onun karanlık yansımasını gördüm. Salona doğru yürürken, “Neden başıma bela olmak için geldin?” diye sordu. “Ekibimi dağıtmak istiyor, beni mahvetmek istiyor gibi bir anda çıkıp geldin?”
“Babamla ilgili gerçeği bilmediğini sandığım zamanlar vardı ama bir yanım da biliyor olma ihtimalini düşündü,” diye itiraf ettim. “Biliyormuşsun gerçi.” Gülümsedim, bunu göremedi ama hissettiğini biliyordum. “Muhtemelen senden intikam almak istediğimi düşündün, değil mi? O yüzden geldiğimi.”
“En mantıklısı bu olmaz mıydı?”
“Öyle mi olurdu?” Ona doğru döndüm. “Buna kim karar veriyor?”
Bakışlarımın hapsindeyken bir süre sustu. “Olması gereken buydu. Ben büyük bir şey yaptım ve bunun bedelini ödemem gerekiyordu, değil mi? Benden intikam almak istemen kadar doğal bir şey olamazdı. Buraya da o yüzden geldiğini düşünmüştüm. Yarım kalan bir meseleyi tamamlamak istediğini, o defteri dürmek istediğini düşündüm.” Gözlerimin içine uzunca bir süre baktı, gözlerinde pişmanlığı ve acıyı gördüm ama pişmanlığını dillendirmedi.
“Ben de büyük bir şey yaptım. İntikamı tek bir an düşünmesem de yaptığım şey büyük bir şeydi,” diyerek hatamı kabullendiğimde sustu.
“Cenan, bu daha kötü değil mi?”
“Ne?”
“Hiç değilse intikam aldım ulan senden diyerek yüzüme tükürseydin, benden babamı aldın ve ben de senden kızını deseydin, bir de tokat atsaydın bana. Sen intikam için yapmadım diyorsun, bu benim içimi nasıl allak bullak ediyor, hiç mi görmüyorsun? Sen intikam için yapmadın, sen intikamı düşünmeden bunu yaptın bana.”
Gözlerime hızla yükselen gözyaşlarını tutmayı denedim. Her an paramparça oluşuma şahit olacakmış ve dizlerimin üzerine çöküp delice ağlamaya başlayacakmış gibiydim. Kendimi tutmak çok zordu. Haklılığı çok zordu.
“İkimiz de birbirimize ciddi zararlar verdik,” diye başladı cümlesine. Sanki ağlayacağımı hissetmiş de suçu üstlenerek beni yatıştırmaya çalışmıştı.
“Senden Dide’yi çalmış gibi hissediyorum,” diye fısıldadığımda bunun hissetmekten fazlası olduğunu, bir gerçek olduğunu biliyordum. Kalbim yanmaya başladı.
Hakan yatıştırıcı bir sesle, “Ben de senden büyük bir şeyi çalmıştım,” dedi ve anlayışlı tavrı, beni sakinleştirmeye çalışması, kalbimdeki yıkımı durdurma isteği beni daha da büyük bir bozguna uğrattı.
Ellerimin yeniden titremeye başladığını hissettim. Tıpkı o gün, balkonda ve o günden önceki bazı gecelerde olduğu gibi. Alkolün damarımdan silinip gitmesini istedim çünkü bu kadar savunmasız hissetmek istemiyordum. Ama lanet olsun ki kendimi çok savunmasız hissediyordum.
Titreyen ellerime bakarken, “Cenan,” dedi. Kulaklarım uğuldadığı için sessizlikle ona bakakaldım ama ellerimin titremesi durmadı. Ağlamak istemiyordum ama ağlamaya çok yakındım. Hakan’ın gözlerine baktığımda onun da acı çektiğini gördüm. Hislerimden yola çıkarak bedenimi saran o yıkımın onu da en az beni yıktığı kadar yıktığını gördüm.
“Özür dilerim,” diye fısıldadım. “Böyle olsun istemezdim.”
Gözlerini sımsıkı kapattı. Ne düşünüyor, ne hissediyordu bilmiyordum ama acı çektiğini saklayamıyordu.
“Yapma,” dediğinde neyi yapmamam gerektiğini bilmiyordum. Yirmi üç yaşındaki Cenan, salondaki koltukta oturmuş, sarı saçları dağılmış bir vaziyette beni izliyor, gözünü bile kırpmıyordu; onun varlığını hissediyordum. Birden o kıza karşı da çok suçlu hissettim kendimi. Gözlerimde biriken yaşlar yanaklarımdan devrilene kadar, o sıcaklığı hissedene kadar, kalbimin yangını ifadelerimi sarana kadar ağladığımın farkında değildim.
Hakan tam önümde bitip beni kendine çekti ve titreyen ellerimi avucunun içine aldı. Ellerim titrerken sessiz olmaya çalışıyordum. Sanki sessizce ağlarsam, ağladığımı asla bilmezdi ama buradaydı, karşımda duruyordu ve ağladığımı görüyordu.
“Yapma,” dedi bir kez daha.
“Ne yapmayayım?” diye sordum çaresizce. Gözlerimden sicimle inen yaşların çenemde toplandığını, daha sonra çenemden kopup düştüklerini hissettim. Gözlerini yüzümden çekmedi, bunun ona ızdırap verdiğini görebiliyordum ve yirmi üç yaşındaki Cenan, hâlâ odanın bir köşesinde durmuş ikimizi izliyordu. Titreyen ellerimi sıkıca tutarak titremeleri olabildiğince azaltsa da içimde yükselen hıçkırıkları azaltamadı. Kendimi çözülmüş hissettim ve çözülmemle eş zamanlı olarak kendi ayaklarımın etrafına yığılacağımı, etrafa saçılacağımı düşündüm.
“Ağlama, bana bunu yapma,” dediğinde, gözyaşlarım bu kelimelere tutunup daha şiddetli kaymaya başladı. Dağılmıştım. Mahvolmuştum. Herkesin yıkılmaz sandığı o kadın, bir zamanlar genç bir kızken dağıldığı o adamın önünde yeniden perişan hâlde, paramparça ve savunmasızdı.
“Yapma,” diyerek ellerimi bıraktı ve şimdi onun kollarındaydım. Yıllar sonra ilk kez onun karşısında böylesine savunmasızdım. Ağlıyordum, neden ağladığımı bilmiyordum çünkü ağlamam için onlarca sebep vardı ve artık hangi birine ağlamam gerektiğini kestiremiyordum. Sadece patlama noktamdaydım. Çenemi onun omzuna yasladım, var gücümle ağlamaya başladım; işte bu, iyileşmek için değil ama sonunda zehrimi akıtmam için bir fırsattı. Sonunda pişman olacak bile olsam, şimdi tüm duygularım dışıma zehir gibi sızarken biraz olsun güvende hissediyordum.
“Cenan,” diye fısıldadığını duydum ama kelimeleri kaybolmuş olsa gerek, ismimden başka hiçbir şey diline dokunmadı, sanki dili de kelimeleri de lal oldu.
“Üzgünüm,” diyerek ona tutundum. Kollarını tek dalımmış gibi tuttum.
Uçurumdan düşerken yakaladığım o dal gibiydi, sanki kopacak kadar kırılgan bir yanı vardı ama benim tüm ağırlığımı taşıyabilecek kadar da köklüydü. Ona tutunup alnımı göğsüne bastırarak ağlarken elleri saçlarıma kaydı, birkaç saniye sonunda kolunu boynuma sararak beni göğsüne sakladı. Sanki, tamam, diyordu bana. Tamam civciv, burada ağla, ağlayacaksan sadece buradayken ağla, diyordu. Anılarımın içindeki mavi gözlerle karşılaştım, karşısındaki yirmi üç yaşındaki kadına gülümsüyor ve civciv diyordu, sonra o gözler bir dalga olup büyüyor, kıyılarıma vuruyor ve kayboluyor, anılarımız siliniyordu. Daha şiddetli ağladım.
“Biliyorum,” diye fısıldarken sesindeki şefkat beni yerle bir etti. “Biliyorum.”
Gözyaşlarım göğsünü bir küveti dolduran su gibi doldurdu, yüzümden çok göğsüne aktı, benim içimden çok onun içini yaktı. Diğer elini belimden yukarı kaydırıp omuzlarımın arasına bastırdı ve beni kendine daha da sert bir biçimde yasladı. Ona tutunup şiddetle ağlarken tırnaklarımın tenine battığını hissettim. Kolunu öyle bir tutuyordum ki sanki onu bıraktığım an düşecektim, o da bunun farkına varmış gibi onu bırakmama izin vermedi.
“Tamam,” diye fısıldadığını duydum. “Tamam, ağlama.”
Hakan beni bağrına basarken hiçbir şeyin geçmeyeceği, yaşananların geride kalmayacağı, ona en büyük kötülüğü yaptığım gerçeği bir bir yüzüme vurdu. Artık babam yoktu. Hakan yoktu. Yirmi üç yaşındaki Cenan yoktu. Hakan’ın kızıyla geçmişe dair anıları yoktu. Her şey mahvolmuştu. Her şeyi ellerimle mahvetmiştim. Her şey mahvolurken öylece durup paramparça bir hâlde sadece izlemiştim.
Hıçkırıklarım daha da şiddetlendiğinde, “Cenan,” dedi bu defa isim içinden kopmuş gibi. “Ağlama gözünü seveyim, gözüm oldun da senden akan yaş önce benim yüzümü ıslatmadı mı sanıyorsun?” Kelimeleri tükenişim oldu, yenilişim oldu, yıkılışım oldu. Gözyaşlarımı tutamadım, oysa tutmak istedim, benim gözlerimden akan yaşlar onunsa eğer ve onun gözleri hâlâ kuruysa, kirpikleri kupkuruyken bile ağlamamış olsun istedim.
“Sana bunca acıyı veren kadına verecek şefkati nasıl buluyorsun?” diye sordum titreyen bir sesle.
“Sana bunca acıyı veren adama akıtacak gözyaşlarını nereden buluyorsan oradan lan!”
Sarsıldım, gözyaşlarım sicimle aktı, durmadım, ağladım. Ona sığındım, onun için, onun yüzünden, ona ağladım. Hakan gözyaşlarımın dinmeyeceğini anladığında beni kucağına aldı. Kucağında bir çocukmuşum gibi küçüldüm. Beni kollarının arasında salondan çıkarıp holde ilerlemeye başladığında, kollarımı boynuna sarıp yüzümü boyun girintisine sakladım ve ağlamaya devam ettim. Gözyaşlarım hiç tükenmeyecekmiş gibi sürekli akıyordu.
Banyonun kapısını açıp içeri girdiğinde hâlâ kucağındaydım. Banyonun ışığını açmadı ama Dide ürkmesin diye açık bıraktığım ara hol ışığı banyoyu aydınlatıyordu. Bir eliyle beni kucağında tutarken diğer eliyle yüzüme yapışan saçlarımı geriye çekti ve musluğu kaldırıp akan suyu avucunun içine tamamen doldurmadan alarak yüzüme sürmeye başladı. Gözyaşlarım suya karıştı, bakışlarım donuklaştı ama o durmadı, avucunun içiyle yüzümü okşar gibi suyu tenimde dolaştırdı. Avucunun içiyle saçlarımı geriye doğru attı ve gözlerimiz bir kez daha buluştu.
“Ağlama artık civciv,” dediğinde kalbim birden boğulduğu sessizliğin içinde bana nabzının sesini duyurdu. Benim kalbim hâlâ yaşıyor muydu? “Harap ettin kendini.” Sessizce gözlerimin içine bakarken mavi gözleri içinde boğulduğum deniz gibiydi. “İçme bir daha böyle,” diye mırıldandı sonunda gözlerimiz arasındaki köprü onu da yaralamaya başladığında. “İçip sikme benim belamı.”
Suyu kapatıp beni kucağından indirmeden banyodan çıktı. Yüzümden sicimle akan suların boynumu, eşofman takımımın üstünü ıslattığının farkındaydım ama aldırış etmedim. Fırtına kasabamı bir anda terk etmiş gibi sakinleşmiştim.
Yatak odasının kapısını yavaşça açarken ona tutunmaya devam ettim. Beni dikkatli bir şekilde odaya sokup karanlık odanın içinde kucağında benimle ilerlemeye başladı. Yatağın önüne geldiğinde dizini yatağa bastırdı ve yatak onun ağırlığıyla çöktü. Beni yatağa bırakırken onu bırakmak istemedim, kollarımı boynuna sarmak istedim ama daha fazlası ona haksızlık olacaktı, bunu biliyordum.
Beni yatağa bıraktıktan sonra sırtını döndü. Gideceğini düşündüğüm için göğsümdeki fırtına büyümek istedi ama elbise dolabımın önüne geçip dolabın aynasından bana baktığında fırtına yeniden duruldu. Birkaç saniyelik o bakışmanın ardından gardırobun kapağını kaydırdı ve bir kazağı katlı duran kıyafetlerin içinden çekip çıkardı. Elinde kazakla yanıma döndüğünde ruhuma çöken sakinlik bakışlarıma da çökmüştü.
“Doğrulabilecek misin?” diye sorduğunda avuçlarımı yatağa bastırıp doğruldum. Karanlığa alışan gözlerim karanlığa hiç alışamasaydı bile onu görürdü sanki. Onu görebiliyordum.
Eşofman üstünün fermuarını indirdi, ceketi çıkardı ve içimde ıslanan ince triko kazağı da yukarı sıyırdı. Tenimi ilk kez görüyor olmasa da damarlarımdaki baskıyı durduramadım. Önünde sütyenimle kaldığımda gözlerini tenime dokundurmadan, o karanlıkta gözlerime bakarak kazağı kafamdan geçirdi ve kollarımı da kazağın içine sokmamı sabırla bekledi. Kazağı karnımdan aşağı çekerken eklemlerini tenimde hissettim.
“Teşekkür ederim.”
“Etme, buna gerek yok.” Gözlerinin içine bakmaya devam ettim. “Uzan,” diyerek avucunu göğüs kafesime bastırdığında ona karşı koyamadım. Bedenim yatağa serildiğinde bana bakmaya devam ediyordu. “Su getirecektim ama içmesen daha iyi olur. Su alkolü tazeler, ayılacağına daha da bulanmasın kafan.” Kelimelerine sessizlikle karşılık verdim. “Beni anladın mı?” diye sordu onu dinleyip dinlemediğimi merak ediyor gibi.
“Anladım.”
“Güzel.”
Rahatsız edici bir sessizlik oluştu ve bu sessizlik süresince yatağın kenarında oturarak beni izlemeye devam etti. Sonunda, “Uyumayacak mısın?” diye sordu ve bu soruyla beraber yatakta cenin pozisyonu alarak ona doğru baktım.
“Uyuyacağım.”
“Güzel,” dedi sadece, hâlâ bana bakıyordu.
Birkaç saniye süren sessizliğin ardından, “Isparta’ya senden intikam almak için dönmedim,” dedim.
Durdu, yüzündeki ifadelerin donuklaşmasını bekledim ama bu olmadı. Söylediğim şeyi düşünüyormuş gibi bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Devam et,” dedi.
Karanlığın içinde birbirimize bakmayı sürdürdük. “Ekibin peşine intikam almak için düşmedim.” Başını aşağı yukarı sallayarak devam etmemi istedi. Bir elimi soğuk yastığın altına sokup yutkundum. “Beni gör diye döndüm,” dediğimde bu kez beklemediği bir şeyi duymuş gibi irkildi.
“Seni göreyim diye dönüp evlatlarımla mı uğraştın yani?”
“Evlatların…” Elimde olmadan gülümsedim. “Hepsi hemen hemen benimle aynı yaşta, çoğu da benden büyük adamlar. En küçüğüyle bile aranda en fazla dokuz, on yaş vardır ama onlara evlatlarım diyorsun. Hiç değişmiyorsun.”
“Hiç değişmiyor muyum?” Merakla sorduğu soru yüzümdeki gülümsemeyi derinleştirdi. “Konuyu dağıtma. Bir şey anlatıyordun. Devam et.”
“Çocuklarınla uğraşmak için dönmedim, senin için dönmüştüm,” diye itiraf ettim. Alkol damarımdan silinip gittiğinde ona böyle büyük bir yük bıraktığım için pişman olacak mıydım merak ediyordum.
“Taksit taksit konuşup susma, Cenan,” derken cümlesi kızgınlıkla kurulmuş gibi gelse de sesinde öfke de yoktu negatif herhangi bir duygu da.
“Beni aramıyordun, sormuyordun, gelmiyordun, sanki artık sevmiyordun,” diye fısıldadım bir çocuk gibi gocunarak. “Sandım ki gelirsem beni yine görmezsin. Senin karşına savaş açarak çıkmazsam beni görmüyorsun. Önceden de savaş açmayı denedim.” Gözlerinin içine beklentiyle baktığımda bana kıyamıyormuş gibi bir ifadeyle beni izlediğini gördüm. “Kendi ayağımla sana geldim, sana ve çevrendekilere savaş açtım. Benim dönüşümün bileti yaşananlardı ve ben o yaşananlara sığınıp geldim, geldim ki beni gör, geldim ki benim peşime düş. Geldim ki bizi öğren. Kızını öğren.” Son cümlem utanarak kurulmuş bir cümle olsa da sakince bakmaya devam ettiğinden içimdeki acı bir nebze olsun azaldı. “Senin beni görmen için benim sana illa savaş mı açmam gerekiyordu, Hakan?”
Sessizliğe gömüldü. Başımı çevirip odamın duvarını kaplayan cama baktım. O beni izledi ama tek kelime etmedi.
“Ufuk bu işin peşindeydi,” dedim dışarıyı izlemeye devam ederken. “Onu kontrolüm altında tutabilmem için onun tarafında olmam gerekiyordu. Zeliha’yı korkutmalıydım ki beni daha da dikkate alsın, sana sığınsın ve senin aklına usulca beni yeniden kazısın.” Gülümsedim. “Sonra onda kendimi gördüm. Yirmi üç yaşındaki Cenan, başka bir bedende karşımdaydı sanki. Farkında olmadan Zeliha’yı sevmeye başladım.”
Sustum, sustu ve o sessizlik, anıların odanın içinde dolaşmaya başlamasına neden oldu. Ayaklarımın ucundaki yorganı tuttuğunda bakışlarım ona kaydı. Yorganı çekip açtı, yavaşça karnıma kadar örtüp gözlerime değil, yorgana bakarak derin bir nefes alıp konuştu. “Cenan, ben seni hep gördüm, sadece sen, benim seni hep gördüğümü hiç bilmedin.”
Cümlesi kalbimdeki ağrıyı çoğalttı ve göğsümü daralttı. Yorgana dalgın ve düşünceli gözlerle bakarken yeniden sessizleşmişti.
“Biraz uyu,” diyerek oturduğu yerden kalkınca yatağa bıraktığı ağırlık kayboldu. Terk edilme düşüncesi, yeniden zihnimin içinde bana savaş açan en azılı düşmana dönüşmüştü.
Sırtını bana dönüp kapıya yöneldi. Yattığım yerde dönerek benden uzaklaşan Hakan’a bakmaya başladım. Kapının kulpuna dokunmadan önce durdu, bir şey söyleyeceğini sandım ama birkaç saniye beklese de hiçbir şey söylemedi. Kulpu indirdiğinde kalbimdeki ağrı daha da arttı, yine de ona benimle kal diyemedim çünkü buna hakkım olmadığını biliyordum.
“Cenan,” dedi ve kapı açıldı. “Senden sonra kimse olmadı.”
Ve odadan çıkıp kapıyı kimsesizliğimin üzerine kapattı.
Yastığa ona sarılıyormuş gibi sarılıp sessizce ağlamaya başladım.
ZELİHA ÖZDAĞ
Gri yağmur bulutları, kafileler hâlinde ilerledikleri gökyüzünü kasvetin rengine boyamıştı. Sakin adımlarla kampüsten çıkıp otobüs durağına ilerlemeye başladığımda elimde girdiğim son derse ait notlarla dolu bir defter tutuyordum ve diğer elimdeki kalemin üstündeki düğmeye basıp, sürekli olarak kalemi açıp kapatıyordum. Hemen sağ tarafımda Çolpan vardı, kulağında kulaklık, elleri ceplerinde sessizce benimle yürüyordu.
Otobüs durağına yaklaşmadan hemen öncesinde büyük bir cip dikkatimi dağıttı. Bizimkilerden birine aitmiş gibiydi çünkü bu kampüse ait durmuyordu. Yeri yurdu dağlar gibiydi. Çolpan da benimle aynı düşünceye kapılmış gibi kulaklığın tekini çıkarıp cipe bakmaya başladı. Cipin kapısı açıldığında yanılmadığımı anladım. Sürücü koltuğunun olduğu taraftan Tayfun indi, ön yolcu koltuğunun olduğu taraftan inen Vural’dı.
Vural beni görünce el salladı, Tayfun ise sakince arka yolcu kapısını açtı ve eğildi. Kucağında küçük bir kız çocuğuyla doğrulup kalktığında bakışlarım altın rengi saçları olan küçük kız çocuğuna odaklandı. Vural’ın bana doğru yürüdüğünü fark ettim ve arka yolcu kapılarından biri daha açıldığında dışarı adımını atan Adnan’dı.
“O kız çocuğu kim?” diye sordu Çolpan sessizce.
Bana yöneltilen bu soruya karşılığım, “Sanıyorum Tayfun’un kızı,” oldu.
Çolpan diğer kulaklığını da çıkarıp kabına koyduğunda Vural hemen önümde duruyordu. “Zeliha, nasılsın?” diye sordu sevecen bir yüz ifadesiyle. Mesajlaşırken ne kadar komik biriyse, yüz yüzeyken o kadar ciddi görünümlü ama sempatikti.
“İyiyim, sen nasılsın?” Arkasındaki tanıdık simalara baktım. “Hangi rüzgâr attı sizi buraya?”
“Nihan’ım hastanede yirmi dört saat çalışıyor bugün, tesise gelmeyeceğinden onu görmeye geldim. Güzelimi görmeden yirmi dört saat değil, yirmi dört dakika yapamam,” dedi gülerek. “Gelmişken Tayfun da kızının rutin kontrollerini yaptıracaktı. Prensesin bünyesi hassastır da biraz. Seni görünce durup bir merhaba diyelim dedik.”
Gözlerimi Tayfun’a çevirdiğimde üzerinde pembe elbisesi, altında beyaz külotlu çorabıyla gerçekten bir masal prensesine benzeyen küçük kızın onun boynuna utangaç bir edayla sarıldığını gördüm. Tayfun’un bronz teninin aksine kızın teni bembeyazdı, babasının siyah saçlarının aksine saçları sarıydı ama gözleri babasının gri gözlerinin âdeta bir kopyasıydı. Eğlenmek için dışarı çıktığımız akşamlardan birinde Berfu da babasıyla birlikte gelmişti ama onunla hiç diyalog kurmamıştık. Kız utanarak yüzünü yeniden babasının boynuna sakladığında Tayfun ile göz göze geldik. Ciddi surat ifadesini kaybetmeden bana gözlerini kırpıp geri açarak selam verdi.
Adnan, “Zeliş,” dedi bayan ya da başka bir şey eklemeden. Onların ailesine katıldığımı hissettiren bu tavrına gülümsedim. Gözleri Çolpan’a çevrildi. “Merhaba.”
“Merhaba,” dedi Çolpan. “Bora nasıl?”
“Sıklıkla seni soruyor,” dedi Adnan, ilk kez birine siz demediğini fark edince gözlerim ikisi arasında zikzak çizdi. “Yakın zamanda müsait olursan sizi görüştürmek isterim. Ama müsait olursan. Seni meşgul etmek ya da bunaltmak istemediğimi bil lütfen.”
“Bunalmıyorum. Ben de Bora’yı görmek istiyordum.” Çolpan’ın güzel yüzüne dağılan gülümsemeyi izledim. “Hafta sonları müsait oluyorum. İstersen Bora’yı sakin bir yere götürebiliriz ya da güvenli alanı olan tesise gelebilirim. Tabii ki tesise gelmemde bir sakınca yoksa.”
“Seni tesiste boğmak istemem,” dedi Adnan çekingen bir sesle.
“Bora kalabalıktan ve yeni yerlerden pek hoşlanmıyordur. Üstelik bunalacak olsam bunu teklif etmezdim.”
Adnan karşısında bu kadar farkındalığa sahip ve anlayışlı birini gördüğü için şaşırarak Çolpan’a baktı. “Öyle diyorsan o zaman…”
“Evet. Eğer Hakan abi sorun etmeyecekse tesise gelmek isterim. Zeliha olmadan gelmem sorun olacaksa Zeliha ile de gelebilirim.” Bana doğru döndü. “Benimle gelirsin, değil mi?”
“Elbette.”
“Senin de tesise girmende bir sakınca yok, neden olsun?” diye sordu Adnan ciddiyetle.
Çolpan, mahcup bir şekilde gülümseyip, “Tamam o hâlde, geleyim,” dedi.
“Seni görmek Bora’yı çok mutlu edecek.” Adnan da mahcup bir gülümsemeyle Çolpan’a bakıp başıyla onu tekrar selamladıktan sonra bakışlarını bana çevirdi. “Geçen gece için sana teşekkür edemedim, Zeliha. Güzel bir geceydi, bizi misafir ettiğin için teşekkür ederim. Artık aranıza kara kedi girmezse mutlu olurum, olur da Gurur ile aranız bir daha bozulursa Yener’i bu kez Ya Kahhar diyerek dövmeyi düşünüyorum. Sen o satılık yer elmasına kıyamazsın, o yüzden aranızı iyi tut.”
Gülerek, “Sen Yener’i bizim aramız çok iyiyken bile döversin,” dediğimde içten gülümsemesi sırıtışa dönüştü.
“Bu konuda yanılıyorsun demek isterdim ama içimden, derinlerimden yükselen bu isteği saklayamadığımın ve her fırsatta dışarı vurduğumun farkındayım.”
Vural, “Hadi artık, Nihan’ımı görmediğim her saniye sinirim artıyor, kendine Yener’i döverken bir ortak daha istemezsin, öyle gerginim ki futbol topu gibi oynarım onunla,” dediğinde güldüm.
“Ne bu özlem? Her gün birlikte değilmişsiniz gibi.”
“Her dakika onunla olmazsam onsuzluk krizine giriyorum, Zeliş. Çok büyük bir aşk bu, açıklayamam,” dedi alay eder gibi.
“Nihan’dan öncesi ve Nihan’dan sonrası olarak ikiye ayrılıyor bu zırtapozun hayatı,” dedi Adnan. “Hayatının önüne Nihan’ı koydu.”
“Nihan hayatımda olmasaydı, hayatımın önüne askerliği koyardım. Şu an en önde Nihan var.” Vural çenesini kaşıdı. “Herhâlde Nihan hayatımda olmasaydı, ona hiç erişemeseydim, erişebileceğim en büyük mertebe olan şehitliği çok isterdim.”
“Nasıl laf o ya?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
“Şehitlik hepimizin ulaşmak isteyeceği bir mertebe,” dedi Tayfun, ardından dudaklarını kızının yanağına bastırdı. “Tabii arkamızda bırakacağımız çok önemli bir şeyimiz yoksa.” Gümüş rengi gözleri bana dokundu. “Bu devirde insanlar, insanları sebepsiz yere arkasında bırakabiliyor. Arkanda bırakamayacağın şeylere sıkı sıkıya sarılmak gerek.”
Gözlerim küçük kızına kaydığında kalbimde bir yük hissettim. Üzerinde düşündüğü tek konu kızıymış gibi bir hâli vardı. Eğer kucağındaki kız çocuğu olmasaydı emindim ki Tayfun’un da bir beklentisi olmazdı, sonraki adımlarının tamamını kızına göre hazırlamış olmalıydı.
“Kızın çok tatlı,” dedim konuyu değiştirmek ister gibi.
“Öyledir benim bebeğim.” Tayfun, kızının sarı saçlarını yüzünden çekip, “Bak Berfu,” dedi. “Gurur abinin kız arkadaşını görmüştün ama onunla tanışmamıştın, değil mi?”
“İsmi Berfu mu?” diye sordu Çolpan merakla.
“Evet, Berfu Asya.”
Berfu Asya’nın babasının bir kopyası olan gözleri bana çevrildi. Utangaç bir ifadeyle beni süzdü ama dudakları kelimeler için aralanmadı. Ona gülümsedim ve “Merhaba, Berfu,” dedim. “Ben Zeliha.”
Asya başını sallayıp yüzünü yeniden babasının boynuna saklayınca onu zorlamamak için sessizce gülümsemekten ileri gitmedim. “İnsanlarla, özellikle de kadınlarla arası pek iyi değil,” diye mırıldandı Tayfun, sanki bunu açıklamazsa bana ayıp olacakmış gibi hissediyor olmalıydı. Kadınlarla arasının neden iyi olmadığını bildiğim için durgun bir şekilde Asya’nın sarı saçlarını izledim.
“Biz artık gidelim,” dedi Vural.
Onlar yanımızdan ayrılıp kaybolana kadar Çolpan da ben de sessizdik. Sonunda gittiklerinde Çolpan, “Tayfun abinin kızının kadınlardan hoşlanmamasının bir nedeni olsa gerek,” dedi düşünceli bir sesle.
Çolpan’ın sorusu beni bir takvim yaprağı gibi geçmişe doğru sürükledi ve zihnim beni karanlık bir gecenin içinde, Gurur ile yatakta yan yana uzanıp tavanı izlediğimiz o âna götürdü. Elim başımın yanında duruyor, gözlerim tavanda dolaşıyordu ve onun varlığını hissettiğim için güvenli alanımdaymışım gibi geliyordu. Sessizliğin içinde bana bir şeyler anlattığı, aralıklarda da susup tavanı izleyerek birbirimizi hissettiğimiz bir andı. O gece, yatakta bana doğru döndüğü ânı hatırlıyorum. Başımı çevirip ona baktığımda ela gözleri karanlıkta siyah görünüyordu.
“Peki Tayfun abinin olayı ne?” diye sorduğumda burukça gülümsedi.
“Az çok biliyorsun. Berfu’dan başka kimsesi yok. Tek dalı kızı. Karısı onları bırakıp gittikten sonra Tayfun hayatına bir daha bir kadın almadı. Hayatı kızından ibaret oldu.” Elini yanağının altına koyup yüzümü incelerken bir müddet sustu. “Kadın sadece Tayfun’u değil, kızını da öylece bırakıp gitti. Berfu, çok uzun süre bir annenin varlığını aradı, bulamadığındaysa sığındığı tek limanı babası hâline geldi ve bir anne olabilecek her kadın ona korkutucu gelmeye başladı. Henüz o yaşlarda küçük bir kız çocuğu için zor olsa gerek. Bir kız çocuğunun en büyük ihtiyacı annesiyken, Berfu en büyük ihtiyacına karşı sadece büyük bir korku beslemeye başladı.”
“Küçük bir kız çocuğu için çok travmatik.”
“Annesiyle bağ kurması gerekirken babasıyla bağ kurdu çünkü babası ona annesinin vereceği her şeyi tek başına vermeye çalıştı. Tayfun’a bakan iri, korkunç bir adam görüyor olabilir ama kızına karşı bir anne de olmak için çok çabaladı.”
Bunun neyi değiştireceğini bilmesem de “Peki kadının gitmesi için bir sebep var mıydı?” diye sordum.
“Bazı kadınlar anne de olamaz, eş de olamaz. Tıpkı bazı adamların baba da eş de olamayacakları gibi.”
Sessizlik bu iki ağır cümlenin ardından geldi.
Gurur gözlerini yumup bir süre bekledikten sonra, “Tayfun çok acı çekti ama dışarıdan bir yaprak bile kımıldamadı onda. Her şeyi tek başına üstlenirken hiç kimseden yardım istememiş. Bu hayatta o kadar yalnız kalmış ki sınırlarından içeri kızından başkasını kabul edemiyor. Çünkü biliyor, kızı dışındaki herkes gider, belki bir gün büyüdüğünde kızı da gidecek ama gitmiş olmasına rağmen sevmeye devam edeceği tek kişinin kızı olacağını biliyor.”
“Gitmesi için bir sebep olmamasına rağmen gitti,” dedim düşünceli bir sesle. “Bazı insanları ve o insanların alabildiği kararları hiç anlamayacağım.”
“Kararları kalbin paramparçayken ve çaresizken de alabilirsin, Minik Leydi,” dedi Gurur. “Ama o kadın bir karar almadı, bir seçim yaptı ve seçtiği kendisiydi.”
Gurur’un göğsüne sokulma ihtiyacıyla yatakta yavaşça kaydığım o ânı hatırlıyorum. Düz bir şekilde uzanıp göğsünü bana sundu ve başımı göğsüne yaslayıp, parmaklarımı çıplak göğsünde dolaştırırken odadaki duvarı kaplayan camdan dışarıya baktım. Sessizlik derinleştikçe yaşananların da derinleştiğini ama Gurur’un yaşananlarla ilgili daha fazla ayrıntı vermeyeceğini hissettim.
Çolpan, “Hey,” dediğinde daldığım anıların içinden yukarı yüzüp yüzeye çıkarak arkadaşıma baktım. “İyi misin?”
“İyiyim,” diye yalan söyledim. “Otobüs geldi, gidelim mi?”
Otobüse bindiğimizde hiç konuşmadık. Çolpan kulaklığını takıp gözlerini yumdu ve olduğumuz dünyadan kopup kendi düşüncelerinin içinde dolanmaya başladı. Duraktan inip eve yürürken bir ara ona Adnan ile ilgili düşüncelerini sormak istedim ama bunun erken olduğunu düşünerek bu soruyu rafa kaldırdım.
Eve giden yokuşu tırmandığımız sırada yokuşun sonunda Eylül ve Emsal’i görmeyi beklemiyordum. Korkuyu hissettim, bu sadece panik değildi. Uzun tırnaklarını göğsüme geçirip aşağı doğru hızla çekiştiren ve göğsümü yırtan bu duygunun adı, kesinlikle korkuydu ve ondan korkmaktan nefret ediyordum. Onu gördüğümde çevremde biri varsa, o insan da tehlikedeymiş gibi hissediyordum. Hemen yanımda duran Çolpan’ın yanımda olmamasını diledim, hemen yanında duran Eylül’ün de onun yanında olmamasını diledim. O tehlikeliydi. Ve yeniden sınırlarımın içindeydi.
Çolpan, “O Eylül değil mi?” diye sorunca gözlerimi kırpmadan Emsal ve Eylül’e bakarak, “Evet,” dedim.
“Yanındaki adam kim?”
“Babası.”
Çolpan buna yorum yapmadı. Yapmamasına sevindim çünkü bu adamın insanların gözünde bir baba figürü bile olmasını istemiyordum, uğruna iyi yorumlar yapılacak birisi değildi benim nezdimde.
Bizi ilk fark eden Eylül’müş gibi görünse de aslında Emsal’in daha ben onu görmeden beni görmüş olduğunu biliyordum. Gözleri her yerdeydi, zihni her yerdeydi, karanlık düşünceleri ve fikirleri her yerdeydi.
“Zeliha abla,” dedi Eylül çekingen bir sesle, aynı anda bana el de sallamıştı. Geçen geceki gerginliğin ardından ondan bir adım görmüş olmak beni rahatlatsa da yanındaki adamın varlığı yüzünden ifadem donuktu.
Çolpan, “Ben gideyim,” diyerek yanımdan ayrılırken tedirgin gözlerle bana baktı. “Bir şey mi oldu?”
Gözlerimi Emsal’den çekmeden, “Yok, sonra görüşürüz,” dedim.
Çolpan’ın tedirginliğini hissettim ama yine de bir şey söylemeden karşı kaldırıma geçerek kızlarla yaşadığım binaya doğru ilerlemeye başladı. Ağır adımlarla Eylül ve Emsal’in yanına yürürken yüzümdeki ifadesizliğin kaybolmasını, bir maskenin bakışlarımı arkasına alarak beni saklamasını istedim ama istemekle kaldım. Çünkü bu herife karşı hissettiğim nefret günbegün büyüyordu.
“Merhaba,” diyerek tam önlerinde durduğum sırada Eylül yüzümdeki sorguyu fark etmiş gibi omzunun üstünden babasına bakıp çekingen bir şekilde gülümsedi.
“Biz de seni görmeye gelmiştik,” dedi Eylül bakışlarını yeniden bana çevirirken.
Neredeyse kaşlarımı çatacaktım ama bir şekilde bunu durdurmayı başardım. “Neden ki?”
Eylül ellerini kahverengi deri ceketinin ceplerine sokup, “Babam o gece sana yaptığım saygısızlığı duyunca bana biraz kızdı da,” diye mırıldandı. “Senden özür dilemem gerektiğini söyleyerek beni buraya getirdi. Şöyle bir düşününce babam haklı, o gün fazla duygusal yaklaşıp sana kaba davrandım.”
Kızını usul usul zehirleyişini izlemek, göğüs kafesime bir yumruk yemek gibiydi. Bakışlarım Emsal’e çevrilince gözlerimdeki kini gördü, kinim onu sadece gülümsetti.
“Sana kırılmadım,” dedim gözlerimi Emsal’den çekmeden.
“Gerçekten mi?”
“Evet.”
“Abimle barışmışsınız,” dediği anda Emsal’in dudaklarındaki gülümseme daha net seçilen bir memnuniyete dönüştü. Göğsümdeki baskının arttığını, korkunun bir köşeye çekilerek yerini nefretin doldurduğunu hissettim. “Bunun beni ne kadar mutlu ettiğini sana anlatamam. O geceki davranışımın ne kadar çirkin olduğunu biliyorum ama yemin ederim sizi yan yanayken görmek beni çok mutlu ediyor.”
Emsal’in bakışları benden ayrılarak kızına çevrildi. Gurur’un bir kopyası olan gözlerinin ilk kez Gurur’un gözleri kadar şefkatle parladığını görünce bir an donuklaştım. Bakışlarım Eylül’e uğradığında, Eylül’ün bana geniş bir gülümsemeyle baktığını gördüm ve kafamın içindeki tüm düşünceler yer değiştirmeye başladı. Tekrardan Emsal’e bakıp bu düşünceleri doğrulamak istedim. Korksam da buna ihtiyaç duydum ve işte oradaydı, kızını gerçekten seven bir babanın gözleri orada, onun gözlerinin çukurunda parlıyordu.
İçim parçalandı.
Kötülüğün içindeki sevgiyi görmek içimi parçaladı.
O, Eylül’ü gerçekten seviyordu.
Birden elini kaldırıp Eylül’ün saçlarına uzandı. Kızının saçlarını kulağının arkasına iterken o gülümseme dudaklarından silinmedi, gözlerine yerleşen o bakış kaybolmadı. Sonra benim varlığımı hatırlamış gibi elini çekip, dudaklarındaki gülümsemeyi yok ederek bakışlarını bana çevirdi. Yakalandığını fark etmek kaşlarını çatmasına neden oldu. İçimde derinleşen o sarsıcı hissin midemi bulandırdığını hissettim. Bir canavarın sevgisini görmek, içimdeki oyuğun daha da karanlıkla boğulmasına neden olmuştu.
Cesur’dan ve Gurur’dan esirgediği sevgiyi Eylül’e besliyordu.
“Biliyor musun baba, Zeliha abla annemle konuşmuş,” dedi Eylül, Emsal’in yüzündeki mimik çizgileri buzlarla doldu. Eylül hâlâ gülümsüyordu. “Annem seni o kadar sevmiş ki… Eğer ayrıldığınızı duysaydı ve barışmasaydınız, bu onu çok üzerdi. Benim annemin kalbi çok hassas.” Emsal’in bakışlarına çöken karanlık beni öylesine rahatsız etti ki gözlerimi ona dokundurmamak için ekstra çaba göstermeye başladım. Gurur’un annesiyle konuşmuş olmam onda şüphe uyandırır mıydı?
“Ben de anneni çok sevdim. O mükemmel bir kadın,” dedim kelimelerin üzerine basa basa.
Emsal, Eylül’ün cevap vermesine izin vermeden, “Gülüm,” dedi Eylül’e. “Bana bir paket sigara alır mısın? Paketimi yanıma almamışım.”
“Alırım tabii ki.” Eylül çaprazımızda kalan markete gitmek için sırtını bize dönünce hissettiğim gerginliğe rağmen maskemi takıp gözlerimi Emsal’e çevirdim.
“Neden buradasın? Durmadan burnumuzun dibine mi gireceksin sen bizim?”
Söylediğim her şeyi es geçerek, “Eylül’le iyi geçin,” dedi birden. “Ne kadar üzüldüğüyle ilgili bir fikrin var mı? Seni kırdığını düşünmek bile onu üzmüş.” Donuk bir suratla ona baktığımı görünce ellerini paltosunun ceplerine sokup, tehditkâr gözlerini gözlerime sapladı. “Senin yüzünden ona kızıyor gibi yapmak zorunda kaldım. Bundan hiç hoşlanmadım, Zeliha.”
“Senin derdin ne?”
“Benim derdimin ne olduğunu, kimle olduğunu az çok anladın sanıyordum. Seni zeki sanırken yanılmış olma ihtimalim mi var yoksa?” Bana bu düşünce aklına yatmış gibi bakınca yüzümde tehditle sarılı bir ifade belirdi. Aniden güldü. “Ne o? Sevgilin yetmedi şimdi de sen mi boğazıma sarılacaksın? Aa, doğru, artık sevgilin değildi, değil mi? Tıpkı eskiden olduğu gibi şimdi de sahte sevgilin.”
“Beni oyuncağın gibi oynatabileceğini sanıyorsun ya hani, dikkat et, Gurur’dan geleceğini sandığın ecel sana benden de gelebilir.”
“Vay canına, çok korktum,” dedi. Bakışları aniden ciddileşince kafasının içinde ne tür bir tilki dolaştığını merak ettim. Merakımın farkına varmış gibi, “Ben de o çilli suratını görmeye meraklı değildim ama Eylül üzgün görünüyordu,” diye söze girdi. “Hem sonra… Kendini kaptırmaman konusunda uyarı yapmam gerektiğini hatırladım birden. Gurur ile barıştığınız düşünülüyor diye ona yaklaşmak, onunla eskisi gibi olmak gibi bir hata yapmazsın sanırım, değil mi? Barışmanızın formaliteden oluşunun bilincinde ilerle.”
“Sen gerçekten hastasın.”
“Bu çok sık duyduğum bir cümle.”
“Siktir git,” diyerek yanından geçecekken birden dirseğimi tutup beni durdurdu. “Bana kafana göre dokunmaya devam edersen o kolunu kökünden sökerim senin.”
“Bana siktir çekerken iki kez düşün,” dedi. “Her şeyin parmaklarımın ucunda olduğunu sakın unutma.”
“Kendi topuğuna sıkmak istiyorsan dene.”
“Bana meydan mı okuyorsun?”
“Aynen öyle,” dedim. “Beni tehdit edip duruyorsun ama o cinayetin arkasında sen varsın, bunu sakın unutma.”
“Cinayeti işleyen ben değilim, neden kendi topuğuma sıkmış olayım ki?” diye sordu eğleniyor gibi.
“Cinayeti işleyen sen değilsen kim?” diye sordum gözlerinin içine bakarak. “Çünkü Gurur’un yapmadığını ikimiz de biliyoruz.”
“Sadece sen, ben ve yapan kişi biliyoruz. Başkası bilmiyor. Yani aslına bakılacak olursa, herkes Gurur’un yaptığını düşünüyor. Ekip arkadaşları bile. Hatta Gurur’un kendisi bile.”
“Hayatını kaydırabileceğim seviyeye gelmemi istemezsin. Beni zorlama,” dedim ama bir yanım bu cinayeti asıl işleyen kişiyi öğrenmek için ona boyun eğmem gerektiğini fısıldıyordu.
“Beni eğlendiriyorsun ama eğlenceden çok da hoşlanan biri değilimdir. Sıkılırsam eğlence biter ve kâbusun başlar,” dedi.
“Cinayeti kime işlettin?”
“Ben işletmedim, kendisi seve seve bu görevi üstlendi,” dediğinde nabzımın yavaşladığını hissettim.
“Kendisi bu görevi seve seve üstlendiğine göre en az senin kadar ondan nefret ediyor, doğru mu?”
Gözlerini beğeniyle kısıp, “Benim tarafımda olsaydın seninle yapamayacağımız hiçbir şey olmazdı, biliyor musun?” diye sordu. “İleride çok iyi bir avukat olacaksın. Tabii böyle bir şey mümkünse.”
“Senin tarafında olmaktansa tüm hayatımı yakarım, ne avukatlık umurumda olur ne de başka bir şey.”
“Şu an benim tarafımdasın Zelihacığım.”
“Kartların ne zaman yeniden dağılacağını bilemezsin,” dedim gülerek.
“Bu bir tehdit mi?”
“Uyarı.”
Karanlık bakışları daha da yoğunlaşırken, “Eğer kartların yeniden dağılacağına inansaydın bunu benimle paylaşmazdın,” dedi kendinden emin bir sesle.
İşte benim yaptığım tam olarak buydu şu an. Buna inanmasını sağlamak için konuşuyordum. Çaresiz olduğumu, sadece onu korkutmak için zarf attığımı düşünsün istiyordum, ki öyle de oluyordu. Dudaklarıma yapay bir gülümseme yerleştirdim.
“Katilin kim olduğunu bana söylemiyorsun çünkü olabileceklerden korkuyorsun, yapabileceklerim seni korkutuyor mu?”
Zarf attığımı düşündüğü için gözlerini devirerek güldü. Eylül’ün marketten çıktığını gördüğü anda dirseğimi bıraktı ama aramızdaki konuşmanın sona ermediğini hissedebiliyordum. Eylül bize doğru yürürken, “Zavallı oğlum,” diye fısıldadı bana bakarak. “Pişirdiğin yemekleri yiyemedi. O kadar değersiz ki, pişirdiğin yemekler ona değil, kaldırım taşlarına daha layıktı.”
Öfke içimde beni yakıp kavuran bir alev gibi sıçrayarak büyüse de bir şey yapamadım.
Eylül’le aramızdaki mesafe kapanmak üzereyken bir kez daha gülüp kulağıma yaklaştı ve “Kim bilir, belki de katil Gurur’a sandığından daha yakın biridir,” dedi ve dünya ayaklarımın altından kayıp gidiyormuş gibi hissederken birden benden uzaklaşarak kızına doğru yürümeye başladı.
Eylül’e sarılışını izledim. Kızının saçlarını öperken bana göz ucuyla keyifle baktı. Babam, zihnimin gerilerinden, “Kalabalık bir zihin mahşer yeridir, Zeliha’m,” dedi. “Bazen o kalabalığı ikiye yırtıp kendi düşüncelerine doğru koşman gerekir.”
Sakin olmak zorundaydım. Sakinliğimi korumak zorundaydım. Korkunun beni yönetmesine izin vermeyecektim, panik duygusuyla hareket edip kasırganın içine savunmasızca koşmayacaktım. Gözlerimi açmıştım. Artık tüm sesleri duyabiliyordum, tüm yolları görebiliyordum, her şeyi bilmiyordum ama acele etmediğim sürece farkındaydım ki öğreniyordum.
Dudaklarıma bu kez gerçek bir gülümseme yerleşti ve Emsal’in yüzüne sinmeye başlayan şaşkınlığı izledim.
Eylül’e el salladıktan sonra, “Benim gitmem gerekiyor,” dedim. “Umarım en kısa zamanda görüşürüz, Eylül.”
“Tamam, ben seni tutmayayım,” dedi Eylül. Onu o canavarın kollarından kurtardığım bir gün olacaktı. O güne kadar zarar görmemesini diledim.
Gurur ile yaşadığımız eve kendimden emin adımlarla yürürken korkunun pullarımmış gibi tenimden dökülerek arkamda bıraktığım bir ize dönüştüğünü hissediyordum ve biliyordum, dökülen pulları geride iz gibi bırakıyor olsam da sonunda onlardan arınıyordum. Korku yavaşça zihnimi terk ediyordu. Kendime inanmak istiyordum. Gurur’a ise kendime inanmadığım kadar çok inanıyordum. Kendime inanana dek savaşıma devam edecek, Gurur’a olan inancıma tutunarak kendimi eğitecektim. Emsal’in istediği zihnimde bir kaos başlatmaktı ama bilmediği bir şey vardı, ben o geceden beri bir kaosla yaşıyordum ve artık kaosla nasıl başa çıkılır biliyordum.
Eve girene kadar başkalarının ektiği düşüncelere değil, kendi düşüncelerime kulak verdim. Eve girdiğimde ise Emsal zihnimde bir kez daha, “Zavallı oğlum. Pişirdiğin yemekleri yiyemedi. O kadar değersiz ki, pişirdiğin yemekler ona değil, kaldırım taşlarına daha layıktı,” dedi. Sırtımı dışarıya açılan kapıya yaslayarak salona bakarken öfkenin yavaşça eriyip kaybolmasını bekledim.
Elimdeki not dolu defteri salondaki sehpanın üzerine bırakıp hızla mutfağa giderken kafamda sadece Gurur ile ilgili detaylar dolaşsın istedim. Onun için yaptığım yemeklerin bile ona ulaşmasına engel olmuştu, Gurur’un kendini önemli hissetmesini sağlayacak her şeyi onun hayatından ateşe vererek yok etmek istiyordu ama boşaydı. Buna izin vermeyecektim. Üzerimdeki ceketi çıkarıp mutfaktaki sandalyenin üzerine fırlattıktan sonra mutfak önlüğünü takıp iplerini sıkıca düğümledim ve telefonu elime alıp mesaj kısmına girdim.
Zeliha Özdağ: Akşam kaç gibi dönersin?
Anında çevrim içi olmasını beklemiyordum.
Sevgilim: Çok geç kalmam, işlerim var onları halledeceğim.
Zeliha Özdağ: Akşam yemeğine evde olur musun?
Bir süre cevap vermeden çevrim dışı şekilde bekledi.
Sevgilim: Olurum yavrum.
Sevgilim: Gelirken almamı istediğin bir şey var mı? İstersen hazırlan dışarıda yiyelim.
Zeliha Özdağ: Ekmek al.
Sevgilim: 🙂
Sevgilim: Olur, alırım.
Çöken sessizliğin içinde durup kendi kalbimin sesini dinledim. Panik yok. Korku yok. Acele yok. Her şey Gurur’un tasarladığı şekilde ilerleyecek. Öndeyiz ama o, önde olduğumuzu hiç bilmeyecek. Panik yok. Korku yok. Acele yok. Buzdolabına yönelip sebzeleri çıkarırken kafamın içinde sürekli tekrar eden üç cümleydi bu, üçü de iki kelimeden oluşuyordu.
Onun için kendini evinde hissedeceği, önemli hissedeceği, eğer böyle bir şey mümkünse huzurlu hissedeceği yemekler yaptım. Biraz şehriyeli pilav, biraz sulu köfte, biraz piyaz ve salata. İşim bittiğinde düşüncelerim o kadar geri planda kalmıştı ki kendimi rahatlamış hissediyordum. Bulaşıkları durulayıp makineye yerleştirdikten sonra duş almak için üst kata çıktım ama geride kaldığını sandığım düşünceler de merdivenleri ters bacaklarıyla tırmanan yaratıklar gibi tırmanarak peşimden üst kata kadar geldiler.
Duştan çıkıp saçlarımı kuruttuğumda üzerimde Gurur’a ait siyah bir kazak, altımda da taytım vardı. Leon ve Pars’ın mama kaplarındaki bayatlamış mamaları bir çöp poşetine döküp kaplara yeni mama doldurdum ve çöp poşetini mutfaktaki çöpe atıp sofrayı kurmaya başladım.
Masayı sakince hazırlarken zihnim sürekli düşüncelerimin kapılarını zorlamaya devam etti. Porselen servis tabağına düşen yansımama bakarken birden hatıralarımda hâlâ capcanlı duran anılardan birinin içine çekildiğimi fark ettim. Gurur o anıların başrolündeydi. Kızlarla kaldığım evdeki küçük odamda perdesi daima çekili olan cam kapıyı, cam kapının ardındaki küçük balkonu gördüm. Bu anı o kadar tazeydi ki sanki zihnimde tek bir an kaybolmamıştı.
Cam kapıyı açıp balkona çıktığımda, onun evimin karşısındaki sokak lambasının altında dikilmiş balkonumu izlediğini gördüm. Bir eli paltosunun içindeydi, kalbini de paltosunu da alıp sokağıma gelmişti ve sokak lambasının altında sigara içerken balkona çıkacağımdan emin gibiydi. Beni gördü ama tepkisiz kaldı, sokak lambasının altında sigarasını içmeye devam etti.
Bir başka anının beni kolumdan tutup çektiğini hissettim, cam kapının içinden o âna ait olmadığımı kanıtlayacak şekilde bir sis bulutu gibi süzülerek geçtim ve girdiğim yerin odam olmadığını fark ettim. O gece, o karanlık sokaktaydım, Gurur büyük adımlarla ilerliyordu ve gözyaşları içinde onun gidişini izlerken durması, bana bakması, yardım etmesi için ona yalvarıyordum; paltosu üzerindeydi ama kalbi yanında değildi.
Avuç içlerimi yemek masasının yüzeyine bastırdım. Porselen tabağın içindeki yansımama daha dikkatli baktım ve bir başka anı rüzgâr gibi eserek zihnimin şeklini değiştirip beni yeni bir görüntünün içine sürükledi. Gurur yağan yağmurun altında gözlerime buz sıcağı gözleriyle bakıyor, çaresizlik ilk defa onun çehresini ateşe vermiş yakıyordu. Beni özgür bırakma isteği ile ilk kez o çaresizlik yüklü bakışlarında karşılaşıyordum, onun tutsağı olduğum gerçeği ise tam da o anda kalbimi yakıyordu.
Anılarımız kafamın içindeki gürültüleri silmeye devam ederken duyduğum tek ses onun sesi oldu, hatırladığım tek yüz onun yüzü oldu, hissettiğim tek ruh onun ruhu oldu.
Kapının zili çalınca gülümsedim. Anahtarı vardı ama kapıyı açanın ben olmamı istiyordu.
Anılarımın içinde yorgun bir sesle, “Anahtarım vardı, Zerda’m,” dedi. “Kapıyı sen aç istedim.”
Kapıyı açtım ve işte oradaydı. Kamuflajının içinde bana bakıyor, kapıyı açan kişinin ben olacağımı biliyor olmanın getirdiği bir huzurla gülümsüyordu. Her zaman donuk bakan o gözlerine yaşamı benim ektiğimi fark etmek, kalbimde yeniden bir ihtilal başlattı.
“Hoş geldin,” diye mırıldandım.
“Sadece sana hoş geliyorum, biliyor musun?” diye bir karşılık verip, sanki son günlerde tüm dünya onun üzerine yıkılıp onu altına almaya çalışmıyormuş gibi kolunu belime sararak beni kapının eşiğine çekti ve alnımdan öptü.
Eli hâlâ belimdeyken çenesini havaya kaldırıp, “Yemek mi yaptın?” diye sordu.
Diğer elinde tuttuğu ekmek poşetine bakıp gülümserken, “Boşuna ekmek al demedik herhâlde,” dedim alay eder gibi.
Karşımda bir adam ve bir çocuktu.
Anılarımın içinde kırgın bir sesle, “Bizim evimizde hiç huzur olmadı, sofraya karnımızı doyurmak için değil, onun öfkesini izlemek için otururduk,” dedi.
Gözlerinin içine uzun uzun baktığımı fark edince, “Ne oldu?” diye sordu. “Canını sıkan bir durum mu var?”
“Seni görünce her şey geçti.”
Beni keyiflendirmek ister gibi sırıttı. “Ne biçim yürüyorsun sen bana öyle ya?”
“Şu şekil yürüyorum,” dedim ve hâlâ kapının eşiğinde olmamızı umursamadan parmak uçlarımda yükselip parmaklarımı onun ensesine bastırdım, başını eğmesini sağlayarak onu çenesinden öptüm. “Hadi içeri gir.”
“Neden dudağım değil de çenem, şunun istişaresini bir yapalım seninle bakayım,” diye söylenerek içeri girip kapıyı kapatırken keyfimi gerçekten yerine getirdiği için gülümsemeye devam ediyordum.
Elinden ekmek poşetini aldım ve “Elini yüzünü yıka da sofraya gel,” dedim mutfağa yönelerek.
Elini yüzünü yıkadı ama kamuflajını çıkarmadı, mutfağa üzerinde kamuflajıyla girip merakla yemek masasının önüne geldi. Yemekleri görünce durgunlaştığının farkına varsam da yorum yapmadım. İçinde bir sürü savaş vardı. Soğuk ve sıcak dengesini kuramadığı zamanları oluyordu, biliyordum, bazen kendiyle olan savaşında kendine de mağlup oluyordu. Onu izlerken mağlubiyetlerinden biriyle daha karşılaşmışım gibi hissetmek canımı yakıyordu.
Hatıralarında çok fazla yara vardı ve biliyordum ki o yaralardan hâlâ kan sızıyordu.
“Tüm bunları benim için mi yaptın?” diye sordu bir çocuk kadar masum bir şekilde.
Belki kendisini asla bir çocuk kadar masum görmüyordu, belki masumiyetten çok uzak bir yerde, kendi savaşının içinde ağır hasarlar alarak büyümek zorunda kalmıştı ama ben ona baktığımda bir çocuk görüyordum.
“Senden başka kimin için yapacağım sanki deli?”
Buz sıcağı gözleri gözlerime takılıp kaldı. Unutmak istemediğim, sürekli hafızamda capcanlı kalsın istediğim gözlerine aynı şekilde baktığımda yüzüne çöken durgunluk benim de içime çökmeye başlamıştı.
“Hadi otur da yemek yiyelim,” dedim, o durgunluğun kaybolması şu an için kabul olmasını istediğim tek dileğimdi.
Sandalyesini çekip karşıma otururken ruhundaki tedirginliği gördüm. Hayatı boyunca hep tedirgin oturmuştu yemek masalarına. Hayatı boyunca pişen sıcak bir yemeğe belki de hiç huzurla ulaşamamıştı. İnsanların yaraları, büyüdüklerinde, yeni yollar çizdiklerinde, hatta tamamen değiştiklerine inandıklarında bile olduğu yerde kanamaya devam ediyordu. Onun ruhuna açılan yarayı iyileştirmenin bir yolu yok muydu?
Servis tabağına yemeğini kendi ellerimle koydum, buna şaşırdı ama şaşırdığını fark etmemden utanıyormuş gibi tepkisiz kalmayı denedi.
Sonunda yemek kaşığını tutan elimi bileğimden kavradı ve sapı kavrayan parmaklarıma dudaklarını bastırıp bana yeniden dikkatli gözlerle baktı. Sanki o da her anımı hafızasına kazımaya çalışıyordu. Sonsuza dek birbirimizin hayatında kalacaksak bile birlikte geçen hiçbir ânı unutmayalım istiyordu.
“Teşekkür ederim,” dedi, beklemediğim bu teşekküre verecek bir karşılık bulamadım.
“Bana teşekkür etmene gerek yok.”
“Ben sana teşekkür etmek istiyorum. Sürekli.” Kaşığı eline alıp pilava daldırmadan hemen öncesinde göz kontağımız yeniden alev aldı. “Sana kızdığımda bile sana teşekkür etmek istiyorum, delilikse delilik.”
“Çok açık sözlü davranıyorsun bazen,” diye mırıldandım karşısına otururken.
“Öyle mi yapıyorum?” Kaşığı ağzına götürdü. Pilavı çiğnerken benden cevap ister gibi bakıyordu.
“Evet.”
“Sana karşı kapalı bir kutu olduğum zamanlar oldu. O zamanlar benim için susmak çok zordu. Kendimle savaşımı en çok seninle verdim.”
Kendisiyle savaşını en çok benim yüzümden mi vermişti? Ona inandım; bu inanç, içimdeki ateşin içine bir sürü çıra attı. Bana en büyük yalanları söylese ve bunların yalan olduğuna adım kadar emin olsam bile ona inanırmışım hissi kalbimi yeniden pusuya düşürdü.
Kaşığı tabağın kenarına koyup bir süre sustuktan sonra, “Elin çok lezzetli,” diye devam etti cümlesine. “Bu yediğim en güzel pilav.”
“Abartma,” dedim.
“Bu yediğim en güzel pilav çünkü bunu sen yaptın,” dedi. Durgun bakışlarını pilava indirdi. “Huzurla akşam yemeği yiyebileceğim bir yemek masası hiç olmaz sanıyordum ama seninle bir sehpanın önüne oturup noodle yemek bile benim için huzurdu. Şimdi senin benim için pişirdiğin yemeği, seninle birlikte oturduğum yemek masasında yiyorum. Bunun nasıl bir huzur olduğunu bilseydin, tek bir an şu an hissettiğim huzuru hissetseydin, mutluluktan delirirdin.”
“Senin için her akşam yemek pişiririm eğer bu seni bu kadar mutlu ediyorsa.”
“Evlenme teklifi ettiğini bu kadar belli etme be kızım,” dedi modumun düştüğünü, onun durgunluğunu hissettiğimi fark etmiş gibi neşelenerek. Kaşığını sulu köfteye sokup, “Daha önce hiç bundan yememiştim,” dedi yemeği incelerken. “Yani buna benzer bir şey yemiştim de o salçalıydı. Bu beyaz.”
“Terbiyeli çünkü bu.”
“Terbiyesiz seviyorum ben,” derken göz ucuyla bana baktı, yanaklarımın ısındığını hissettim.
“Çok konuşma da ye.”
Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. Beni utandırmaktan zevk alıyordu ama eminim utanmadığım anları da seviyordu. Yemekten aldığı ilk kaşıkta onun gerçekten büyülendiğini görmek beni o kadar mutlu etti ki eğer bunun beni utandırmayacağını bilsem, ayağa kalkıp birden dans etmeye başlardım. Onu bir şekilde etkiliyor olmak her zaman hoşuma gidecekmiş gibi geliyordu. Arka arkaya üç kaşık yediği yemeğin tadına inanamıyormuş gibi, “Bence sana olan deliliğimle hiç ilgisi yok bu kadar beğenmiş olmamın, sen gerçekten müthiş hamarat çıktın lan,” dedi.
“Şimdi kendimi övmek gibi olmasın ama…”
“Öv ulan, en doğal hakkın.” Yemekten iki kaşık daha yedi, sonra kaşığını pilava soktu ve “Yediğim en güzel yemek, annem kusura bakmasın,” diye şakıdı.
Yemekte ona eşlik etsem de sanki karnımı doyuran yediğim yemek değil, onun yaptığım yemeği yiyişini izlemem olmuştu. Tabağın resmen dibini sıyırdı, tek bir pirinç tanesi bile bırakmadı ve sonunda doyduğunda koca bir bardak soğuk su içip gevşemiş bir şekilde bana baktı.
“Tamam,” dedi. “Yeter bu kadar sevgililik hayatı. Biz seninle karı koca olmuşuz, haberin olsun.”
Gecenin ilk kahkahası dudaklarımdan döküldüğünde artık durgun değildi, çocuklar kadar şendi. Sanki Emsal gerçeğini ve diğer tüm karanlık gerçekleri evin kapısının dışında bırakmış, evimizin içinde birbirimize karışmıştık.
Gecenin devamında birlikte masayı toparlamış, bulaşıkları makineye yerleştirmiş, aspiratör ışığının altında bizim için yaptığı kahveleri içmiştik. Kahveyi içerken ben tezgâhın üzerinde oturmuştum ve o da bacaklarımın arasında durmuştu. Teması hiç kesmeden tesiste olup bitenlerle ilgili havadan sudan gelişen bir sohbet etmiştik.
Sonunda kahve fincanları tezgâhın köşesine boş bir şekilde koyulduğunda temasın şiddeti değişmişti. Parmaklarım kumral saçlarında, mermer kadar sert teninde ve kamuflajının üzerinde dolaşırken çenemi tutup beni ne kadar sert öptüğünü hatırlıyorum.
Artık önlenemez bir şekilde ona karışmak istiyordum ve biliyordum ki onun da istediği buydu. Her temas, aramızdaki gerilimi biraz daha artırdığı gibi bağımızı da güçlendiriyordu.
“Ben bir duş alayım,” diyerek geri çekilecekti ki bacaklarımı beline sararak onu durdurdum. Bakışlarının karardığı ilk an, işte o andı. “Ne istiyorsun?” diye sorarken sesinin de değiştiğini fark ettim.
Bacaklarımı daha da sıkılaştırmam bedeninin kasılmasına neden oldu. Düşüncelerini tamamen bana çevirmek, zihnindeki tüm kapıları kapatıp arkasında onunla birlikte olduğumuz bir kapıyı açmak istiyordum. Bunu gözlerimde gördüğünü biliyordum. Topuğumu bel oyuntusuna bastırmamla, dudaklarının aralanması bir oldu.
“Sadece beni düşünmeni istiyorum,” diye fısıldadım.
“Aksi olduğunu mu sanıyorsun?”
“Her an,” topuğumu biraz daha bastırdım, “her saniye sadece beni düşün istiyorum. Bu beni bencil biri mi yapar?”
“Bu seni benim yapar,” dedi dudaklarıma yönelirken.
Göz kontağını kesmeden, nefeslerimiz birbirine karışıyorken tam da dudaklarımın önünde durup beni öpmeden bekledi. Bunun bir işkence olduğunu düşündüm çünkü dudakları dudaklarıma değmediği her an bedenimdeki alevler artık ruhumu da yakıyordu.
“Seni benim yaptığı gibi mi?” diye sordum, nefesim nefesine kor gibi karıştı.
Aynı alevlerin içinde onun da çok uzun zamandır yandığını bilmeme rağmen görmek istiyordum. Benim için nasıl yandığını bana izletsin istiyordum.
“Sabrımı sınamak konusunda üzerine yok, hiç korkmuyorsun.” Ne demek istediğini anlayamadığım için kaşlarımı çatınca bedeninin kasılmalarını hissetmemi sağlamak ister gibi kendini bacak arama yapıştırdı. Uyluklarımda hissettiğim gerilme hissi ile farkında olmadan tırnaklarımı tenine sapladım. “Çok tehlikeli sularda yüzüyorsun,” dedi kısık, tehditkâr bir sesle. “Seninle yalnız kaldığımızda aramızdaki çekimi durduramıyorum.”
“Durdurmanı isteyen kim?” diye sordum açıkça.
Yaşanacakları durdurmak istemiyordum. Onun da durdurmasını istemiyordum. Aramızdaki artık durduramayacağımız, durdurmaya çalıştıkça daha da kördüğüme dönüşen bir şeydi. Sanki birbirimize dolanıp bir kördüğüm şeklini almıştık ve o kördüğümün etrafında alevler ilerliyor, düğümü koparmıyor ama düğümü oluşturan bizi kavuruyordu.
Gurur çenemi büyük avucunun içine alıp sıkınca inleyeceğimi sandım ama inlememi durduran, dudaklarının dudaklarımın üzerindeki kayışı oldu. Beni öpmedi. Dudaklarını dudaklarımın üzerinde kaydırıp yangını körükledi. Gözlerimin içine tutkuyla baktığında kalbim artık tüm vücuduma yayılmış, tüm uzuvlarımda atıyordu. Burnunu burnuma sürtüp, “Uslu durmayalım istiyorsun sen,” dedi.
“Sadece beni düşün, bana karış istiyorum ben,” dedim dudaklarına doğru.
Telefonunun melodisi aramızda ip gibi gerilen o çekimi durdurmaya yetmedi ama dikkatimi dağıtmayı başardı. Bacaklarımı istemeyerek de olsa gevşettim ve Gurur da istemeyerek de olsa bacaklarımın arasından çıkıp telefonu açtı.
“Söyle,” derken sesi gergin çıkmıştı, bu gerilimin sebebi olmaktan mutluluk duyuyordum.
Sırtını bana dönüp kulağında telefonla mutfak camına doğru yürüdüğü sırada gözlerim elimde olmadan geniş omuzlarına takılıp kaldı. Uzun boynundan aşağı devam eden o serüveni tamamlayan geniş, oldukça heybetli duran omuzlarıydı. Boynunu çıtlattığında gözlerim kısıldı.
Bir süre karşı tarafı dinledikten sonra, “Ne zaman?” diye sordu. Bir anda tüm dikkatim dağıldı, tek düşündüğüm hattın öteki ucundaki kişinin kim olduğu ve neyden bahsettikleriydi. “Onları çökertmek bizim için çocuk oyuncağı, bunu biliyorsun. Sadece zeminin sağlam olması gerekiyor. Bir sik olacağından değil, her ihtimali düşünmemiz gerektiğinden.”
Paniği kovmaya çalıştım ama kovamadım, korkuyu arkamda bıraktım sandım ama bırakamadığımın farkına vardım.
Gurur, “Bunları konuşalım ama şimdi değil,” dedi. “Tamam. Arayacağım seni.”
Telefonu kapatıp bana döndüğü an, “Konu ne?” diye sordum. İçime çöken huzursuzluğu anlamış gibi başını iki yana salladı.
“Bir konu yok.” Tekrar bacaklarımın arasına girmek için dizlerimi tutup bacaklarımı iki yana açacaktı ki tüm gücümü kullanarak bunu yapmasına izin vermeden inatla gözlerinin içine baktım. “Bir şey olmadığını söyledim, Zeliha.”
Korkum şiddetle çoğalıyordu, buna rağmen sakin göründüğümün farkında bir şekilde gözlerinin içine bakıyordum. İnadımdan hoşlanmadığını fark ettim, kaşlarını çatıp yüzünü ekşiterek, “Şu an bunları konuşmaya gerek yok,” dedi.
“Söyle, Gurur.”
İkilemde kalmış gibi susması içimdeki paniği çoğalttı.
“Bir yola çıkıyoruz,” deyince kalbim sıkıştı.
“Bu ne demek?”
“Bir operasyon için hazırlanıyoruz. Yakında bizimkilere de haber vereceğiz,” dedi. “Telefondaki Muşta’ydı.”
“Operasyon?” Sertçe yutkunup yüzüme düşen saç telini kulağımın arkasına iterken telaşlı görünmemek için kendimi sıkıyordum ama telaşımı gördüğünü, ben saklasam da her şeyi görebildiğini biliyordum. “Babanla mı ilgili?”
“Baban deme şu pezevenge,” dedi hiddetle.
“Onunla mı ilgili?”
“Evet, bağlı olduğu orospu çocuklarını çökerteceğiz.”
Geri çekilip tezgâhın üzerinde duran sigara paketine yöneldi. Paketten bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirirken omzunun üstünden bana bakıyordu. Ateş sigaranın ucuna değdiğinde ve ilk dumanı içine soluduğunda da bana bakmaya devam etti. Ne hissettiğimi, ne düşündüğümü anlamak istiyor gibiydi.
“Harekete geçme zamanı geldi mi yani?”
Sakinliğimin onu şaşırttığını fark ettim. Sigarayı dudaklarından uzaklaştırırken, “Evet,” dedi. “Geç bile kaldık.”
“Bu tehlikeli olacak mı?”
“Hayır,” dese de içimden bir ses tehlikeli olacağını söylüyordu. Sessizliğe büründüğümde, “Susma,” dedi. “Böyle olmanı sevmiyorum.”
“Düşünüyorum sadece.”
“Neyi?”
“İhtimalleri.”
“İhtimallerin her birinin sonunda sana tek parça geleceğimin sözünü veriyorum,” dediğinde gözlerinin içine bundan emin olmak istiyor gibi baktım. Biliyordu, zihnimin içinde taşıdığım her duygudan, her düşünceden haberi vardı. Bu yüzden bana ne düşündüğümü ya da ne hissettiğimi asla sormadı.
“Ortada seni taklit eden bir katil var, o katili bulmadan babanı oyundan çıkarmak doğru bir hamle olacak mı?”
“O orospu çocuğunu bulacağım.”
“Onun sana yakın biri olduğunu ima etti,” dedim kuru bir sesle.
“Bu sence de çok normal değil mi? Bunu yapması… Senin kimseye güvenmeyecek hâle gelmeni istiyor. Onun seninle psikolojik bir savaşta olduğunun farkında değil misin?”
Bir müddet sessizliğin ardından, “Peki ya beni senin etrafından birine yönlendirmeye çalışmıyor da başka bir şey anlatmaya çalışıyorsa?” diye sordum.
Gurur keskin kaşlarını çatıp, “Ne demek istiyorsun?” diye soruma soruyla karşılık verdi.
“Ya benim değil senin tanıdığın birinden söz ediyorsa? Ya ekipten ya da etrafımızdakilerden değil, başka birinden söz ediyorsa?” Çatık kaşlarımın altında dalgın bir şekilde kısılan gözlerimi yere sabitledim. “Enteresan olurdu.”
“Çok yakında her şey ayyuka çıkacak,” dedi Gurur. “O gün kaos daha da büyüyecek ve normal şeylerden konuşma şansımız belki de hiç olmayacak. O yüzden şimdi bunlardan konuşmak istemiyorum.” Sigarasını kül tablasına bastırıp sertçe söndürdü. “Kaos kapıda.”
Bu kadar net bir şekilde bunu dillendirmesinin beni daha da korkutacağını düşünmüştüm ama öyle olmadı. Sakince onu izlerken hislerin kafamın içine saçıldıklarını ve buna kayıtsız kalmaya başladığımı hissettim. Tezgâhtan inip sessizce buzdolabının kapağını açtım, buzdolabının içini uzun uzun izledikten sonra kapağı kapatıp bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim.
Dalgın bir şekilde boşluğu izlediğini gördüğümde onun kafasını daha fazla meşgul etmek istemediğimden sessizce mutfaktan çıkarak üst kata, yatak odasına gittim. Karanlığın sindiği odada çok uzun süre yalnız kalmayacağımı biliyordum. Nitekim, dakikalar sonra onun ayak sesleri odanın içine yayılmaya başlamıştı. Onu yatak odasının içinde hissettiğimde bedenimi usulca ona doğru çevirdim ve gözlerimiz birbirine dokundu.
Birden aramızdaki çekimin ikimizi de öldüreceğini hissettik.
Bakışları buz sıcağı bir sarılıktan koparak, ağustos yangını bir geceye evrildi. Artık gözleri öylesine siyahtı ki sanki hiç ela olmamıştı. Bana doğru bir adım geldi, ondan bir adım geriye doğru uzaklaştım. Durmadı. Bakışları gözlerimde saplı duruyorken, gözleri dalgaları gitgide hırçınlaşan sonsuz, beni boğmak için bana doğru ilerleyen bir okyanusa dönüşmüştü. Bir adım daha attığında, ayağımı geriye atıp bir adım geri gittim ve bu küçük oyunun hoşuna gittiğini, gözlerine yayılan o vahşi tutkudan anladım.
Ceylan ve dağ aslanı. İşte tam şu an, biz buyduk.
Hislerin en yoğun olduğu anlardan birindeydik. Biriken tüm duyguların açığa çıkmaya başlamasıyla birlikte aramızdaki tutku dolu oyun da başlamıştı. Oyun oynayan bir ceylan ve dağ aslanı göremezdiniz, o yüzden şimdi o bana bir adım geliyor, ben ondan bir adım kaçıyorken, aslında biz avcı ve avdan farksızdık ama ben bir av olarak, onu dişlerinin arasına almak isteyen taraftaydım.
Bunu biliyordu, onun cesur kızıydım, buna bayılıyordu. Çoğunlukla onun arsız kızıydım, buna deli oluyordu. Gözlerine fırlayan ateşler, ağustos ayındaymışız gibi ortamın sıcaklığını beşe, ona, belki de yüze katladı. Gözlerine bakarken yanıyordum; biliyordum, o da yanıyordu. Beni istiyordu. Beni çok istiyordu. Tıpkı onu çok istediğim gibi.
Panik, korku ve diğer tüm kötü duygular yeniden sessizliğe gömüldü.
Bir adım daha atarken gözleri ruhumun içine sızdı, bununla beraber, bedenimin de içine sızmak istediği farkındalığıyla kalbimin atışları hızlandı. İkimiz de dönüşün imkânsız olduğunu bildiğimiz bir sokağa el ele sapmıştık. Dilim damağım kurumuş gibi hissederek bir adım daha geri gittiğimde, dudaklarında beliren yamuk, alaycı gülümseme, nabzımın damarlarımın içinde mayın gibi patlamaya başlamasına neden oldu. Tüm bedenim hem uyuşmuş hem de alev almış, küle dönene kadar dinmeyecekmiş gibi yanmaya başlamıştı. Kaçacak bir yerimin kalmadığını sırtımın duvara yaslanmasıyla anladım. Sırtıma yayılan duvarın soğukluğu beni ürpertmedi, aksine rahatlattı, öyle sıcaktım ki bu soğuk dokunuşa ihtiyacım vardı.
Dağ aslanı, ceylanı tuzağına düşürmüştü ama ceylan, bu tuzağa düşmeyi kendisi istemişti.
Muhtemelen dağ aslanı da bunun farkında olduğundan bu denli büyük bir tutku gözlerini ateşe vermişti.
Onu istemem, ondan kaçıyor gibi görünüp aslında ona doğru çekiliyor olmam, ona sınırsız bir haz veriyor olmalıydı.
Bir adım daha attığında, artık aramızda mesafe diye bir şey yoktu ama bu yakınlığın bile bana yetmediğini hissettim. Onu kuşatmak, sarmak, içine dolup ondan bir parça olmak istedim; belki de içime dolup, benden bir parça olması gereken oydu. Benim tüm hücrelerimi, bedenimdeki her kuytu köşeyi, tüm boşluklarımı doldurmasını istiyordum. Bedenimdeki ateşin sırtımı verdiğim soğuk duvarı bile ısıttığını hissettiğimde, nefeslerimiz birbirine karışmaya başlamıştı.
Gözlerini gözlerime saplayıp parmaklarının ucuna aldığı çenemi havaya kaldırdı, yüzümü tamamen kendi beğenisine sundu. Gözlerime öyle bir bakıyordu ki üzerimdeki kumaş parçaları ateşine kapılıp kül olarak yere dökülüyorlardı sanki. Çırılçıplak kaldığımı hissettim. Dahası, o büyük ellerin beni gerçekten çırılçıplak bırakmasını istedim.
“Kaçacak yerin kalmadı,” diye fısıldadı ve sesi tutkudan bir kırbaç gibi ruhuma, tenime, tüm düşüncelerime vurup şakıdı; içgüdülerim alev almış kanatlar gibi çırpınıyordu.
(+18. Lütfen cinsel içerikten rahatsız oluyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya kadar hızla kaydırın. Bu sahneyi okumamanız hikâye akışında bir sorun oluşturmayacak.)
Sesimi çıkarmadan gözlerine baktım. Bakışlarım bir anlığına kuruyan dudaklarına kaydı, bunu yaptığımda parmaklarının çenemdeki duruşu sertleşti. Sertçe yutkunarak baktığım dudakları bu defa, “Ne istiyorsun?” diye sormak için aralandı ve gözlerimi yavaşça yumup geri açarak bakışlarımı kararan gözlerine çevirdim.
“Senin istediğinden farklı bir şeyi değil,” diye mırıldandığımda gözleri kısıldı, kirpiklerinin arasına hapsolan bakışlarındaki tutku başımı döndürüyordu ama dönen başıma rağmen gözlerimi o bakışlardan çekip ayıramıyordum.
“Benim istediğim şeyleri istiyorsan, senin gerçekten küçük, ahlaksız bir kız olduğunu düşüneceğim,” dedi, boğazından ateş gibi yükselerek bana doğru çarpan sesinin kalınlığı, tokluğu ve itaat etmem için âdeta beni büyüleyen tonuyla yutkundum.
Daha fazlasını istiyorsam, nasıl bir kız olduğumu düşünecekti? Merak duygusunun pençeleri derinlerimi kazarken, parmaklarının arasında duran çenemi oynattım, duraksadı ama gözlerini gözlerimden ayırmadı ve dilim dışarı çıkıp çenemi kavrayan parmak boğumlarına uzandığında, işte o an, o gözlerde gördüğüm şaşkınlık değildi, gördüğüm şey hiçbir erkeğin gözlerinde yeşeremeyecek bir şehvet, sınırsız bir tutku, beni tüketen bir şeydi.
Canavar yanıyla ilk göz göze geliş anım, belki de bu andı.
“Cevabını böyle mi veriyorsun bebeğim?” diye sorduğunda bacaklarımın içi uyuşup karıncalandı, çekimi durduramadım, mıknatısların uçları birbirine çarpıp yapışmak istiyordu.
Dilimi arsızca onun eklem kemiklerinde gezdirirken gözlerinin içine ondan saklanmadan, istediklerimi onun gözlerine sunarak baktım ve Gurur belki de ilk kez, henüz kasıklarına dokunmadığım hâlde inledi.
Gözleri daha da kısıldı, göz bebekleriyle aynı renge dönüşen gözlerindeki kara alevlere karıştığımı hissettim. Çenemden sıyrılan parmağını dudaklarıma sürtüp dudaklarımı ezdi, ardından dışarı uzattığım dilime parmağını yaslayıp işaret ve orta parmağını dilimin üstünden boğazıma doğru itti; bu olurken göz gözeydik.
“Biraz daha aç ağzını.”
Emir verir tonda kısık şekilde dökülen sesi, bütün zincirlerimi kopardı ve ağzımı iyice açtığımda, gözlerimin dolmasına neden olacak kadar derinde, boğazımın içinde onun uzun, güzel parmaklarını hissettim. Dişlerini birbirine bastırdığında köşeli çenesi keskinleşti, yüzü çukurlarla doldu ve çatık kaşlarının altında yanan gözleri ağzıma odaklandı.
“Güzel,” dediğinde neredeyse boğazımdaki parmaklarına rağmen inleyecektim. Dolan gözlerimi gördüğünde, parmağını biraz daha derine iterek, “O güzel gözlerin dolma nedeni benim parmaklarım, öyle mi?” diye sordu.
Boğazımdan yükselen bir sesle birlikte gözlerimi kırpıp açarak onu onayladım ve zevk gözyaşları şakaklarımdan kulaklarıma doğru kaydı.
“Of, amına koyayım!” dedi yüksek sesle ve parmaklarını tek seferde boğazımdan çıkardı. Dudaklarımı parmaklarının altında ezdi ve hiç beklemediğim anda çenemi ağız sularımla ıslanan parmaklarıyla sertçe kavrayıp dudaklarıma yapıştı.
Birbirimizin her şeyiymişiz, yaşamı, ölümü, nefesi ve birçok şeyiymişiz gibi, parçalanırsak birbirimiz için olmalıymış gibi açlıkla öpüşmeye başladık. Dili her yerdeydi ama en çok ağzımın içindeydi. Öyle şiddetli bir öpüşmeydi ki bu, damaklarımda bile acısını, uyuşmasını, isteğin ağzımın içinde dolanırken diş etlerimi çekişini hissediyordum. İçimde zelzele gibi ilerleyen o isteğin, yine içimde yıkmadığı hiçbir yer kalmadı.
Elim önce kalın, damarlarla çevrili boynuna kaydı, parmaklarım boynundaki deriyi mühürlemek istiyor gibi o deriye baskı uygulayarak ilerledi, ensesine gitti ve uzun tırnaklarımı ensesine bastırıp dilimi ağzına uzattım. Dilimi ağzının içine çekip, sanki kökünden koparmak istiyormuş gibi hiddetle emmeye başladı. Bunu yaparken bir eli çenemdeydi ama bir diğer eli de birden boynuma dolanmış, büyük parmakları hızla vuran nabzımı ölçmek ister gibi boynumdaki damarları altına almıştı. Bir eli çenemde, diğer eli boğazımda dilimi şiddetle emerken gözlerimin geriye doğru kaydığını hissettim.
Böylesi bir haz, nasıl mümkün olabilirdi?
Boğazımı daha sıkı kavradığında, ağzına doğru istekle, titreyen bir sesle inledim, bu onu çıldırtmış olacak ki dişleri dilimin yüzeyini kazır gibi dilime sürtünüp dilimi sıyırdı. Bacaklarımın arasındaki ateşin karnıma, göğüs kafesime, tüm benliğime sıçradığını hissettim.
Bir eli çenemden ayrılıp bacağıma gitti, bacağımın tekini kaldırıp beline dolarken, diğer eliyle boğazımı kavrayıp beni tutkuyla, vahşice öpmeye devam etti. Bacağımı okşayarak elini kalçama kaydırdığında, duvarla benim aramda kalan elinin gücünü, parmaklarının baskısını kalçamda hissettim ve topuğumu kalçasına sertçe bastırdım.
Gurur, büyük avucunu kalçama bastırıp sertçe sıkarak beni kalçamdan çekti ve alt bedenlerimizi birbirine erotik bir şekilde yasladı. Sertleştiğini hissettim, sertliği belirgin bir şekilde tenimi zorladı ve bu beni onun ağzına doğru inletti. Boğazımdaki parmaklarının içimi titretecek türden dokunuşları usulca gerdanıma, oradan göğüslerime kaydığında, boğazımda onun parmak izleri kalmış mıydı merak ediyordum.
İstek bir fırtına gibi bedenimin çatısını uçuruyordu.
Göğsümü sertçe sıktı. “Gurur,” diye fısıldadım ağzının içine doğru, bununla beraber avucunun içine aldığı kalçamı sıktı ve bu beni daha da yüksek sesli inletti.
Konuşmama izin vermeden ağzını genişçe açıp dudaklarımı içeri aldığında tüm dengemi yitirdiğimi hissettim ve göğsümdeki elini çekip kalçama yerleştirerek beni kucağına aldı. İki avucunun arasındaki kalçalarımın moraracak kadar sert sıkılması üzerine ensesindeki saçları çekiştirdim ve saç diplerine tırnaklarımı saplayarak ağzının içinde inledim.
Kalçalarımı sıkarak beni tüketir gibi öperken sırtımı da duvardan tam anlamıyla ayırdı ve kucağında benimle yatağa döndü. Nefesimi kesen, her attığı adımda dudaklarının dudaklarımda daha da vahşileşiyor oluşuydu. Ona hücrelerimin derinlerinde bile sancıyan bir muhtaçlık hissediyordum ve biliyordum ki koca adamım da bana muhtaç hissediyordu.
Tüm hislerin aynı anda hissedilmesiyle, ya yıkılıp parçalanacaktım ya da fırtına olup her şeyi yıkan kişi olacaktım. İkincisi olacakmışım gibi hissetsem de beni parçalamasını da istiyordum.
Onun bedenine, ruhuna, kalbine, gözlerine mecburdum. Delirmiş gibi istiyordum onu, her yerimde olsun istiyordum; tıpkı kalbimde, düşüncelerimde, ruhumda, kelimelerimde olduğu gibi tüm bedenimde olsun istiyordum.
Sanki kafamın içindeki tüm düşüncelere hâkimmiş gibi ağzımın içine inleyerek, “Benim bebeğim,” dedi. “Benim, sadece bana, sadece benimle.”
Gözlerimi döndüren her bir kelimesi vurguluydu, bir gerçeği hem kendine hem bana hem de bomboş, bizim anılarla dolduracağımız duvarlara söylüyordu. Duvarlar biz bu odada değilken bile onun bu söylediklerini yaşatacaktı.
Ben her an sadece onun, sadece ona, sadece onunla olacaktım. Ensesine topladığım dokunuşlarımı bir kez daha saçlarına taşıdım, kumral saçlarını çekiştirdiğimde bu onu dağıtmış gibi inledi. Bir adım sonrasında, eğildiğini hissettim ve ona dolanan bedenim de geriye doğru yattı. Sırtımı yatağa değdirdiğinde artık bacaklarımın arasındaydı; yatakta uzanıyordum ve üzerimde o vardı.
Ellerini başımın iki yanına koyduğunda, altındaki savunmasız bakışlarım onu çıldırtmış gibi çenesini dikerek bana üstten, hükmedici bir bakış atıp alt dudağını sertçe ısırdı. Isırdığı dudağına kitlenen bakışlarımı kendisine çevirmek için tek elini kaldırıp tekrar çeneme koydu ve başımı kaldırıp boynumu iyice açarken gözlerimizi birleştirdi.
“Canavar zincirlerini kırdı,” dediğinde gözleri gözlerimden ayrılmıyordu. Bedenimdeki alevlerin yatağa yayılıp altımdaki yatağı da ateşe vereceğini düşündüm. “Ve sen de kaçmaktan vazgeçtin gibi duruyor.”
“Altında çırpınmamı mı isterdin?” diye sorarken gözlerim dudaklarına dokunup tekrar gözlerine tırmandı. Bakışmamızı böldüğüm için kaşlarını sertçe çatsa da yüzündeki o muhteşem çizgileri gösteren gülümsemesi dudaklarına bu kez daha erotik bir şekilde dağılmıştı.
“Altımda benden kaçacak delik arayacaksın, Zelzele,” dediğinde kasıklarım istekle sızladı. “Bunu ben senin deliğindeyken yapacaksın.” Yavaşça eğilip nefesini yeniden nefesime karıştırarak, “Sana hep Zelzele diyordum ya hani,” dedi kısık bir sesle. “İşte o zelzeleyi sana da hissettirmemin tam zamanı.”
“Lütfen,” dedim bilinçsizce, bu onun başını döndürmüş gibi dudaklarını ısırarak yüzüme yaklaşıp gözlerime hayranlıkla baktı. Ellerimi güçsüzce boynuna, oradan ensesine kaydırıp parmaklarımı ensesinde dolaştırırken altında huzursuzca kıvrandım; huzurumu sağlaması için bana daha fazlasını vermesi gerekiyordu.
“Lütfen ne?” diye sorarken büyük avuçlarını başımın etrafına sabitleyip, başımı ellerinin arasına nazikçe aldı ama biliyordum ki asla nazik olmak istemiyordu. O da benim gibi sert olmak istiyordu.
“Lütfen,” diye fısıldarken tırnaklarımı ensesine âdeta saplayıp onu inlettim. “Bana seni ver.”
“Siktir, Zeliha,” diye fısıldarken gözlerinin içinde deliliğe çok yakın bir şehvet parıldadı. “Sana kendimi son damlama kadar veririm. Her parçamı bebeğim, sana her parçamı, tüm zerremi veririm.”
Bu cümleler, dudakları yeniden dudaklarıma kapanmadan öncesinde onun ağzından ruhuma süzülen son cümlelerdi. Saçlarını asıldığım süre boyunca devamlı olarak ağzıma inledi. Bacaklarımı beline sarıp topuğumla bel boşluğunu eşeler gibi okşarken altında eriyordum.
İnleyerek öpüşüyorduk, bu tüketici bir şeydi; bu yakıcı, yıkıcı, kül edici ama bir yandan da yeniden var eden bir şeydi. Mahvoluyordum fakat mahvoluş bu kadar güzel miydi? İnanamıyordum.
Muhtaçlıkla inlediğimde, “Zeliha,” diye fısıldadı ve ismim dudaklarının arasında yüce bir yakarışa dönüştü.
Dizlerinin üzerinde yükseldiğinde hâlâ bacaklarımın arasındaydı. Gözlerimi bedenine çevirdiğimde, iri yapılı vücudu başımı döndürdü. Beni altında parçalayacak kadar heybetli görünüyordu. Üzerimdeki ona ait kazağı çıkardı, saçlarım omuzlarıma dökülürken kazağı odanın bir köşesine fırlattığını gördüm.
Kalbim onu izlediğim süre zarfında duracakmış gibi çarpmaya başladı. Kamuflaj pantolonunun üzerine giydiği beyaz tişörtü uçlarından kavramasıyla, dirseklerimi yatağa bastırarak hafif bir açıyla doğruldum ve hiç beklemediği anda tişörtünü ucundan yakalayıp yukarı çeken ben oldum. Karnı ve göğsünü aşan tişörtü kafasından çıkarmam için biraz daha eğildi, tişörtü sıyırıp kenara attım ve koca kolları gördüm; inanılmazdı.
“Büyüleyicisin,” diye fısıldadım kendimi tutamayarak, göğüs kasları kasılınca alt dudağımı ısırıp ona baktım.
Üzerime kapanacak gibi eğildi, dirseklerim düzleşti ve yeniden yatağa uzandığımda tekrardan gök olup üzerime gerilmişti. Başımı öne uzatıp, dudaklarımı onun göğsünde dolaştırdığımda boynunu gerip başını kaldırarak dişlerini sıktı. Dişlerimi göğsünün sertliğinde dolaştırdım, onu ısırmadım ama tehditkâr bir şekilde derisini sıyırdım.
“Kocamansın,” diye fısıldayarak dilimi göğsünün sertliğinde kaydırdım, memesinin halkasını yaladığımda bunu garipsemiş gibi duraksadı ama ben durmadım, küçük meme ucunun etrafında dilimle bir daire çizip onun göğüs ucunu ağzıma aldım ve inledi.
“Bunun hoşuma gitmesi garip mi?” diye sordu hırıltılı bir sesle, zevk aldığını sesinden anlamak beni daha fazlasını yapmam için resmen tetikliyordu. “Senin için kendime dokunduğumda elimi karnımda, göğsümde gezdirip bunu senin yaptığını düşünmüştüm. Karnımın üstünü senin için döllerle doldurmadan hemen öncesiydi.”
Kelimeleri kadınlığımın öyle şiddetli kasılmasına neden oldu ki dişlerimi göğüs ucuna sertçe saplayıp inlerken buldum kendimi. O da acıyla uzun uzun inleyip saçlarımı kavradı, bileğine sardığı saçlarımı asılmasıyla ağzım meme ucundan ayrıldı ve tekrardan öpüşmeye başladık.
Öpüşmelerimizin şiddeti azaldığında, “Benim için mi boşaldın?” diye sordum ve “Senden beri başka kimse için boşalmadım ben,” diye inledi dudaklarıma. “Sadece sana. Sadece seni düşünerek.”
İtirafları kasılmalarımı çoğalttı. Artık daha aceleci olmak istiyordum ama bir yandan birbirimizi böylesine tüketmek, kasıklarımıza istekleri dikip istekten ağrılar çekmek beni daha da delirtiyordu.
“Sadece beni düşünerek aktın demek?” Çenesinden başlayıp sus çizgisine dek yaladığımda, gözlerini sıkıca yumup dişlerini sıktı. “Bu gece de benim için akacaksın Gurur ama karnına değil.” Gözlerini açtığında ve bana baktığında, o gözlerde şehvet vardı. “İçime.”
“İçine akıtmamı istiyorsun demek?” diye sorarken, sesindeki tını ona ait değil gibiydi, işte şimdi o canavarın sesini duyuyordum. Beni dişlerinin arasına alıp parçalamak isteyen o canavar, tam da karşımda duruyor, beni altına almış yemek için hazırlıyordu.
“Seni paramparça etmemden korkmadan büyük büyük konuşuyorsun, büyük büyük alabilecek misin peki?” Sorusu kanımı kızıştırdı, içimdeki çarpık isteklerin düğümlerini çözdü ve onun tam da istediğim gibi bir adam olduğunu fark ettim. Kulağıma yaklaşıp fısıldadı: “Çünkü seni paramparça edene kadar sikeceğim, Zelzele’m.”
“Beni altında paramparça etmekten korkmadan-” diye mırıldanıyordum ki cümlenin devamını beklemeden, hiç beklemediğim anda bacaklarımı çekip beni ters çevirdi ve şimdi yüzüm yatağa dönük hâldeydim.
Arkama kara bir gölge gibi çöktü, yatağı çökerten ağırlığı bedenimi ezercesine altına aldığında gözlerim kısıldı. Onun ağırlığını hissetmek müthişti, tüm damarlarımın alev almasına yetecek kadar etkiliydi. Saçlarım bileğine sarılı bir şekilde başımı geriye yatırdığında yutkundum. Yanağını yanağıma yaslayıp sertliğini kalçalarıma bastırdı, kumaşa rağmen hissetmek delirticiydi.
“Gurur,” diye inlediğimde bu bir yakarıştı, o da bunu biliyor, bundan büyük bir haz alıyordu. Saçlarımı tamamen geri çekip yanağını yanağıma sürtünce bakışlarımı ona çevirmeye çalıştım ama yapamadım, beni öyle bir kavramıştı ki kafamı hareket ettiremiyordum. Hisler içimi çalkalayıp kalbimin kanını köpürtürken, Gurur birdenbire dilini boynuma yasladı. O ıslak, sıcak ve uzun dil şiddetle boynumdan yukarı kaydı, çene kemiğimi aştı, elmacığıma kadar sürüklendi ve şakaklarımda durdu. Beni boydan boya yalarken saçlarımı kavramış olması daha da ıslanmama neden oldu.
“Siktir,” diye fısıldadım istekle ve buna karşılığı, “Bana kendini,” oldu.
“Yap,” dediğimde kumaşa rağmen seğiren aleti kalçalarımın arasındaydı. “Gurur,” dedim kendimi kaybetmişken. “Si-” Ve beni yine susturdu ve aniden üstümden kalkıp dizlerinin üzerinde durdu. Kafamı çevirip ona baktığımda saçlarım hâlâ bileğine sarılıydı ama çekmiyordu.
“Domal,” dedi içimi yakacak kadar erotik bir sesle.
“Gurur…”
“Domal dedim.” İçimi yakan o istekle neredeyse inleyecektim, kalçamı hafifçe yukarı ittiğimde gözlerini kalçalarıma indirdi. “Öyle değil,” demesiyle, avucunu belime bastırıp belimi yatağa yapıştırması ve kalçalarımı tamamen yukarı dikmemi sağlaması bir oldu. Nefesim kesilirken ona yandan bir bakış attım. “İşte böyle, sevgilim,” dedi. “İşte böyle.”
“Ne yapıyorsun?” diye sorabildim.
“Ceylanı pençelerimin arasına alıyorum.” Gözlerini kalçalarıma indirdiğinde nefesim kesildi. “Senin her zerreni istemek bana kafayı yedirecek. Sen bana aklımı sıyırtacaksın yavrum, beni delirteceksin.”
“Zaten delirmedin mi?”
“Delirdim amına koyayım, senin için, sana, senin olan her şeye, her zerrene ben aklımı yitirdim.”
Eğildiğinde gölgesinin bedenimi örttüğünü hissettim. Tüm vücudum ızdırap verici bir istek tarafından kuşatıldı. Ruhumdan bedenime sızan o sancıtan isteğin artık tamamen bana hükmettiğini hissediyordum. Söylediklerine cevap bile veremeyecek hâldeydim çünkü büyülenmiştim. Dudaklarını çıplak sırtıma bastırınca belim kıvrıldı ama izin vermedi, büyük avucunu belime bastırıp belimi yatağa yasladı ve kalçamı yeniden yukarı dikmemi sağladı.
Sert davranışları aklımı başımdan söküp alırken, dudaklarını sırtımda kaydırarak, “Her zerrene tapıyorum,” diye fısıldadı. “Sana tapıyorum.”
Ne diyeceğimi bilemeyerek sadece adını inledim ve bunun bile ona kurabileceğim olası tüm cümlelerden daha fazla haz verdiğini hissettim.
“Seni hem tüketmek hem de bir yıldızdan daha parlak hale getirmek istiyorum, sanki ışığın gözlerimi kör edecek kadar güçlü değilmiş gibi,” diye fısıldadı karanlık, irademin sonuna dayandığımı hissettiren bir sesle.
Elleri taytımın lastiklerine uzanınca ürperdim, dokunuşu bile yanıyordu. Yukarı kaldırdığım kalçamdan kolaylıkla sıyırıp bileklerime dek indirdiği taytı, birkaç saniye beklemenin ardından bileklerimden de söküp alarak kenara fırlattı. Şimdi önünde sadece sütyen ve külotla öylece duruyordum, oldukça uygunsuz bir pozisyonda kendimi ona sunuyordum. Ama utanmıyordum, sadece istiyordum, beni çılgına çeviren o tutkunun içinde usul usul eriyip yok oluyor gibi hissederken onu delice istiyordum; Gurur Mert Çalıklı’yı tüketmek istiyordum. Hiçbir şeyi onu istediğim kadar istememiştim ve içimde hiçbir şeyi beni istediği kadar istemediğini biliyor olmanın getirdiği bir rahatlık vardı.
Dudaklarını yeniden sırtımda, sonra da belimde, bel boşluğumda, kıvrımımda hissettim. Dudakları iç çamaşırımın örtemediği kısımlardan kalçalarıma sürtündüğünde çenemi havaya kaldırdım ve gözlerimi tavana dikerek nefesimi tutup inlememek için kasıldım. Tavanın su gibi dalgalandığını gördüm, sanki tavana değil, beni altına almak için dalgalarını yükselten okyanusa bakıyordum.
Gurur bu kez iç çamaşırımın lastiklerinden parmaklarını geçirdi ve kendimi akışa bırakıp hiç sesimi çıkarmadan ne yapacağını beklemeye başladım. Külotu usulca kalçalarımdan sıyırırken bu durum yanaklarıma utancı eker sansam da bu olmadı, utanç tıpkı sesim gibi uzak bir yere savrulmuştu, hiç konuşamıyor, anın getirdiği baş dönmesiyle tavandaki dalgalı suyu izliyordum.
Gurur, kalçalarımın alt kısmına dek sürüklediği külotun iplerini hiç beklemediğim anda tek seferde koparınca gözlerim irice açıldı, bedenimdeki kasılmaların şiddetlendiğini o da görüyor olmalıydı. Parçaladığı kumaşları kenara attıktan hemen sonra büyük ellerini kalçalarıma yerleştirip, kalçalarımı aralamak istercesine sıktı ve parmaklarının tenime gömülüp derimi aşındırmasıyla başımı tamamen geriye atarak inledim.
Saçlarım belimi süpürürken, “Siktir,” döküldü dudaklarımdan ve küfrümü örten, usulca yükselerek eğilip dudaklarımı ters bir şekilde öpmesi oldu. Bunu yaparken eli yine çeneme, oradan boynuma inmişti ama öpücük bittiği an yeniden geri çekilip kalçalarıma doğru gitti. Parmakları bir defa daha kalçalarımı kavradığında ve beni araladığında, tüm mahremimi gördüğünü biliyordum. İstekten bulanıklaşan görüş alanım netleşsin diye sürekli gözlerimi yumup geri açtım ama netlik kazandıramadım.
Öpücükleri gökten yere düşmeye başlayan yağmur damlaları gibiydi. Bu yağmur damlaları yoğun bir sağanağa dönüşene dek durmadı. Kalçalarımı parmaklarıyla tamamen araladığında, artık belimi yatağa yapıştırmasına gerek yoktu çünkü ben bunu çoktan yapmıştım, artık kalçalarım havada, belim tamamen yatağa yaslanmış hâlde rahatlıkla durabiliyordum. Dilini kalçalarımın arasında hissettiğimde, gözlerimin önünde beyaz bir ışık patladı.
Saçlarım bir kırbaç gibi sırtıma vurduğunda, başımı deli gibi geriye doğru attığımı bilmiyordum, bunu saçlarım tenime sertçe döküldüğünde fark ettim. Dudaklarımdan haz dolu bir, “Ah!” döküldü. Tanıdık gelmeyen ama tanrıçaymışım gibi hissettiren, karmaşık, bir düğüm gibi içimde sürüklenen o hissin geçmesini istemedim.
“Lütfen,” dedim, neden böyle söylediğimi bilmiyordum, “Gurur,” diye inledim, neden ismini söylediğimi biliyordum çünkü ona âşıktım. Dili bir girdap olup kalçalarımın arasını dağıtmaya başladı. İnanılmaz derecede yasak ve ahlaksız bir histi, bir o kadar da içgüdülerimi uyandırıyor, karanlık tarafımın dışarı yansımalar hâlinde dökülmeye başlamasına neden oluyordu.
İniltisini tam orada hissettim. O kadar yoğun bir şekilde yalıyordu ki gözlerim kararmaya başlamıştı. Dudaklarımdan sürekli iniltiler yükseliyordu. Her, “Ahh,” diye inlediğimde, onun ağız sularının kalçalarımın arasından akıp kadınlığıma yayıldığını hissediyordum. Yüzünü tam olarak kalçalarımın arasında hissetmek beni zıvanadan çıkardığında, elimi geriye atıp onun saçlarını yakaladım, kumral telleri parmaklarımın arasına alıp çekiştirerek onu kalçalarıma iterken artık yüksek sesle kalçalarımın arasına doğru inliyordu. Diğer elim kendi boğazıma gitti, parmaklarımı karanlık bir içgüdüyle boğazıma sarıp onun elleri olduğunu düşünerek saçlarını daha sıkı kavradım.
Boğazımdaki parmaklarım yavaşça çeneme yükseldi, gözlerimde buğulu bir bakışla kendi parmaklarımı dudaklarımdan içeri gönderirken onun saçlarını sıkıca tutmaya devam ediyordum. Dili oradan aşağı indi, kasılarak sızlayan, tükürüklerinin sürekli aktığı ve çoktan sırılsıklam olduğunu bildiğim vajinamı buldu. Dilini vajina dudaklarımdan içeri kaydırdığında nefesim boğazımda düğümlendi ve kendi parmaklarımı yalayarak, “Siktir, evet,” diye inledim bilinçsizce. Dudaklarının tam orada yukarı kıvrıldıklarını hissettiğimde, şefkat parmak uçlarımda yeniden canlandı ve onun saçlarını şefkatle okşadığımda, kadınlığıma doğru inleyip, “İyi çocuk da diyecek misin bana?” diye sordu. Nefesi orayı yaktı, yıktı, tüketti.
“İyi komando,” diye fısıldadım titreyen bir sesle, parmağımı yeniden ağzıma aldığımda, duyduğu şey onu çıldırtmış olacak ki klitorisimi ağzının içine resmen çekerek alıp vakumlar gibi emmeye başladı; bu durum gözlerimin geriye doğru kaymasına, delirmiş gibi inlemeye başlamama neden oldu.
“Bu iyi komandoya eşsiz amını yedirmeye devam et o zaman,” dediğinde klitorisimi serbest bırakmış olması aldığım zevki bölmedi. Aksine sesini, nefesini ve kelimelerini tam orada hissetmek beni dağıtmaya yetti. Dudakları bir defa daha oraya saldırdı, oraya ve biraz üstüne… Dili sürekli olarak ikisi arasında kayıp beni çıldırtmanın eşiğine sürüklediğinde artık saçlarını tutamıyordum, iki elimi de yatağa yaslamış, çarşafı sertçe kavrıyor, sıkıyor, âdeta pençeliyordum.
Yüzü kalçalarımın arasından çıktığında, kalçama bir şaplak attı ve bu bana keyifli bir çığlık attırdı. “Kalçalarından gözlerimi alamadığım her an, yüzümü aralarında hayal ediyordum,” dedi iniltiyi anımsatan bir sesle. Büyük avucunun sancısı kalçama yayılıp bambaşka bir zevkin kapısını aralarken bu kez eğildi, şaplakladığı yere dudaklarını bastırıp, diliyle kızarıklığın üstünden geçti. Keyifli çığlığım, yerini haz dolu bir iniltiye bıraktı. “Ve şimdi tadını biliyorum. Artık yüzümü sürekli arasına sokmak isteyeceğim kadar bağımlılık yaratıcı.”
“Bana istediğin her şeyi yapabilirsin, karşılığında sana istediğin her şeyi yapabileceksem eğer,” dedim zar zor yutkunarak.
“Sen,” dedi büyülenmiş bir sesle. “Kesinlikle benim için yaratılmışsın yavrum.”
“Sen de,” dedim bilinçsizce, ardından tekrar inledim ve “Sen istediğim her şeyin toplamısın, Gurur,” diye fısıldadım. Bu söylediğimin ona haz verdiğini biliyordum. Sessizce, “Lütfen,” dediğimdeyse, hazzı hiddetli bir vahşiliğe dönüştü. Dizlerinin yatağa yaptığı baskıyı hissedebiliyordum ama dönüp ona bakamadım.
“Bak,” dedi emrederek. Gözlerimi omzumun üstünden güçlükle ona çevirdiğimde, kamuflaj pantolonunun önündeki fermuarı usulca indirdiğini gördüm ve nabzım boynuma boğazımı sıkmak isteyen sıkı bir el gibi yayıldığını hissettim. “Bu iyi komando şu an pek de iyi değil, ha?” diye sordu delirtici bir tonlamayla. Göz bebeklerimin küçülmesine neden olacak irilikteki aletini fermuar boşluğundan dışarı bıraktı. İç çamaşırının kumaşının bir kısmı da görünüyordu ama aletine bakarken ayrıntılarda boğulamadım. “Beni o kadar azdırdın ki senin karşında kötü bir komando olmak zorunda kalacağım.” Parmakları damarların sardığı aletini kavrayınca alt dudağımı ısırdım.
“Geri çekil,” diye fısıldadım.
Bana kararmış gözlerinde parlayan anlık bir şaşkınlıkla baktı. Hiç beklemediği anda ona doğru döndüm, dizlerimin üstünde durdum ve bakışlarım vahşilikle onun yüzünde gezinip avucunun içine aldığı aletine kaydı. “Yataktan in, yatağın ucunda dur,” dedim.
Dizini geriye atarken gözleri bendeydi, benim gözlerimse tüm vücudundaydı. Siktir, o kadar iriydi ki. Yataktan inip ucunda durdu, gözlerimi kaldırmak zorunda kaldım çünkü o, çok uzundu. İri, uzun, koca adamım. Yatağın üstünde emekleyerek ona sokulduğumu gördüğünde boynundaki damarların bile kasıldığını gördüm. Tam yatağın ucuna geldim, kafamı kaldırdım ve ona baktım, bu olurken aleti neredeyse yüzümün sınırlarındaydı. Gözlerinin içine bakarak bir kedi gibi sakince dilimi aletinin başına sürttüğümde gözleri kısıldı, uzun kirpiklerinin arasında kaybolan gözlerine yerleşen bakışların daha da vahşileştiğini hissettim.
“Beni yemek mi istiyorsun?” diye sordu ama cevap veremedim çünkü ağzım onun sınırlarını belirliyordu. “Ya da belki de beni öldürmek istiyorsundur bebeğim.”
Dudaklarımı aralayıp onu ağzıma aldığımda, başını geriye attı ve boğazını saran o damarların derisini yırtacak kadar belirginleştiğini gördüm. Gırtlağından yükselen iniltiyi tutmadı, benim için inledi ve bu beni dağıttı. Onu daha derine alabilmek istedim. Boğazımı aşıp geçsin istedim. Elleri saçlarıma hareket etti, saçlarıma dokundu. Parmakları saçlarımın arasında ilerlerken, “Benim için o güzel ağzını daha fazla aç,” dedi, bu bir emirdi ama öyle yumuşak ifade edilmişti ki o emir, sanki benim için lütuf gibiydi. Saçlarıma önce şefkatini, sonra hiddetini verdi. Parmaklarının arasına aldığı saçlarımı toparladı, bileğine sardı ve içimde patlayan hislere kapılıp aletini yarıya kadar ağzıma almaya başladım. Çenemin gerildiğini, dudak kenarlarımın acıdığını hissediyordum ama tüm bu zahmetin yanında onun tadını alıyor olmak, kıvranışlarını hissetmek beni derin bir haz denizinin içinde sürüklüyordu.
“Siktir, bebeğim,” diye fısıldadığında gözlerimi kaldırıp ona baktım. Aleti ağzımda seğiriyorken gözlerimiz birleştiğinde dünyam durdu. Zevk ve aşk bir aradayken seni çılgınlıklara sürükleyebilirdi, bunu onun gözlerinde gördüm ve onun da tüm bunları benim gözlerimde gördüğünü hissettim. Aletinin etrafında dilimi gezdirerek yalayıp onu boğazımın derinliklerine gönderdiğimde, saçlarımın sarılı olduğu büyük elini kafama bastırdı, daha derine gitmek istediğini anladım, umursamadım, boğulacak gibi hissetsem de kendini daha derine gömmesine izin verdim.
Kafamı sertçe geri çektiğinde ağzımın sıvıları yatağın ucundan yere kadar aktı ve nefes nefese, kıpkırmızı olmuş bir yüzle ona baktım. “Of amına koyayım,” dedi içi gidiyormuş gibi kaşlarını çatıp, yüzüne muhtaç, dizginleyemediği çıldırmış bir ifade ekleyerek. “Öldüreceksin sen beni. Şu hâline bak. Şu güzelliğine bir bak.”
Söyledikleri kalbimin heyecanla çarpmasına neden olurken, gözlerimi gözlerinden ayırmadan kamuflajını bacaklarından sıyırdım. Kamuflaj pantolonu yere temas ettiğinde artık kalın damarlarla çevrili sert kasıklarını, sıkı ama kalın bacaklarını görebiliyordum. Seğiren aleti de bu iri görüntüye eşlik ediyordu. Gözlerimi kasıklarından karnına, oradan da yüzüne çevirdiğimde, hayranlıkla beni izlediğini gördüm.
“Gurur,” diye fısıldarken aletini parmaklarımın arasına aldım, ıslak aleti parmaklarımın arasında seğirirken gözlerini anlık sıkıca yumdu, geri açtığındaysa o gözlerde gördüğüm çölde çıkmış bir fırtınaydı.
“Yavrum.”
“Seni istiyorum,” dediğimde göz bebeklerindeki karanlık, tüm gözlerini esir aldı. Sessizce, tek kelime etmeden, hayranlığın ve hoyratlığın esir aldığı gözleriyle beni izlemesi içimdeki sıkışıklık hissini büyütmeye devam ediyordu. “Gurur,” dedim yeniden kıvranıyor gibi, dizlerimin üstünde havaya kalkıp aletinden çektiğim ellerimi çıplak göğsüne koyduğumda yüzlerimiz arasındaki mesafeye rağmen artık bakışlarımız birbirine daha yakın duruyordu.
Eli saçlarımdan enseme kaydı, beni ensemden kavrayıp daha da yukarı çektiğinde gözlerimle ona resmen yalvarıyordum; dahası, onun da gözlerinde yalvaran, emirler yağdırsa da benden beni dilenen bir ifade vardı. Bir eli boynuma yerleşti, boğazımı kavradı ve diğer eliyle ensemdeki saçları tuttu. Başımı geriye doğru yatırdığında, bana üstten üstten yönelttiği o bakışların altında eridiğimi hissettim.
“Beni istemiyor musun?” diye sorarken gözlerinin içine beni istememesinin imkânsız olduğunu biliyor gibi tatmin dolu gözlerle baktım.
“Hiçbir şeyi seni istediğim kadar istemedim. Ne yaşamayı ne de ölmeyi.” Sertçe yutkundum ama o susmadı. “Seni bu gece, bizim evimizde, bizim odamızda, bizim yatağımızda…” Dudaklarıma yaklaştı, nefesi nefesime karışırken fısıldadı. “Sikeceğim.”
Kalp atışlarım şimdi vücudumun her noktasındaydı. Kalbim göğsümün altında atıyordu, damarlarımın içinde atıyordu; kalbim gözlerimde, avuç içlerimde, karnımda, kasıklarımda, bacaklarımın arasında, tüm noktalarımdaydı. Şiddetle çarpan kalbimin sebebine, Gurur Mert Çalıklı’ya baktım.
Ona güveniyordum. Onu seviyor ve yine onu en vahşi hâliyle istiyordum.
Kelimeler dilimin altında toplandı, kalp atışlarımın karıştığı titreyen sesimle, “Bu gece bizim evimizde, bizim odamızda, bizim yatağımızda sik beni,” diye fısıldadım.
Açıkça dile getirdiğim, ahlaksızca söylediğim bu şey belki saatler sonra beni utandıracak, yüzümü bir yere saklama ihtiyacıyla dolduracaktı ama şu an hissettiğim tutku, her şeyin önüne geçiyordu. Gurur, duyduğu şeyin etkisiyle önce gözlerini yumup inledi, sonra gözlerini açtı ve karanlığın nasıl yakıcı bir ateş olduğunu bana gözleriyle gösterdi. Daha sonra parmakları boğazımı ve saçlarımı sarıyorken aniden beni kendine bastırıp şiddetle öpmeye başladı. Öpüşmemiz diğerlerinden farklıydı çünkü bu kez o öpüşmede sadece tutku yoktu, sadece duygular da yoktu; bu defa öpüşmemizde kaderimiz vardı. Birbirine karışan kaderimiz.
Ellerim çıplak göğsünde kaydı, boynuna gitti, parmaklarımı boynundaki damarlara gömdüğümde ağzımın içine uzun, içimi titreten bir inilti bıraktı. O kalın, buğulu sesiyle inlemesi dehşet vericiydi; beni delirtecekti. Parmaklarımı boğazına sardığımda, damarlarının vuruşları parmak uçlarımı küle çevirecek zannettim.
Boğazımda sarılı duran parmaklarını gevşetmeden ağzıma doğru, “Yeterince nefesimi kesmiyormuşsun gibi,” diye fısıldadı. Ardından cevap bile vermeme izin vermedi, ağzını genişçe açıp dişleriyle dudaklarımı ısırdı. Dizini yatağa bastırıp üzerime doğru gelerek beni açlıkla öperken ona karşı koyamıyordum. Tırnaklarımı boğazına bastırıp, derisinin içini tırnaklarımın ucunda hissetmenin getirdiği açlıkla beni öpüşüne karşılık veriyordum. Beni yatağa yatırıp bacaklarımın arasına doğru geldi, bu olurken hâlâ birbirimizin boyunlarını sarmaşık misali sararak çılgınlar gibi öpüşüyorduk.
Dudaklarımız ayrıldığında alnını alnıma bastırdı ve “Bunun hakkında uzun uzun düşündüm, her seferinde sana en iyisini verebilmeyi istedim, her seferinde sadece iyi hissetmeni istedim,” diye fısıldadı nefes nefese. Dudaklarımız kısa bir anlığına birleşti ama öpüşmeyi sonlandıran yine o oldu. “Canını yakmayacağım diyemiyorum çünkü canını yakacağım,” dediğinde, her nedense bu içgüdülerimi daha da ateşledi. Gözlerinin içine buğulanmış gözlerimden taşan istekle bakmam onu delirtmiş olacak ki alnını alnıma sürtüp, “Bakma öyle,” dedi. “Sanki sana vereceğim her şeye razıymışsın gibi…”
“Bu saf istek,” diyebildim arzuyla. “Seni istiyorum.” Ereksiyonu tam da bacak arama değiyorken söylediğim bu şey, aletinin seğirmesine neden oldu.
Bir bacağımı diz kısmımdan kırıp yukarı kaldırdı, bacağımı beline dolamamı sağladı ve üzerimde yükselip, göz kontağımızı kesmeden elini ikimizin arasından kaydırıp kasıklarına indirdi. Aletini girişime konumlandırdığında, dudaklarından koca bir, “Siktir,” döküldü. “İnanılmaz ıslak.” Gözlerimin içine bakarken bakışları kısıldı. “Tükürmem gerekmeyecek mi?”
Dudaklarım istekle aralanırken derin bir nefes aldım. Elimi boynundan uzaklaştırıp dudaklarıma götürdüğümde ne yapacağımı anlamaya çalışıyor gibi bana bakıyordu. Parmaklarımı yaladığımda alt dudağını sertçe ısırdı. Gözlerim dudakları ve gözleri arasında mekik dokurken ağzımın içine alıp ıslattığım parmaklarımı aramızdan kaydırıp aşağı indirdim ve aletinin başını parmaklarımla ıslatıp, aletini tutarak girişime yaklaştırdım. Nefesi kesilmiş gibi kasıldı. Kaçamayacağımız, sonunda bizi sobeleyen o sona doğru ilerliyorduk. Benim için yepyeni bir deneyimdi, vücudumun bunu nasıl karşılayacağını bilmiyordum, benim için ilkti ve nasıl hissettirecekti bilmiyordum ama bilmediğim bir şeyi delice istiyordum.
“Beni içine almayı bu kadar istediğini bilseydim, kendime bu eziyeti yapmazdım,” dediğinde alt dudağımı ısırdım. “Şimdi,” diye fısıldadı. “Al beni içine yavrum.”
Bir eli yatağın üzerine koyduğum elimin üzerine ilerledi ve bilekliklerimiz birden tok bir ses çıkararak birleşti; yarım kalpler bir bütün oldu. Bununla beraber, girişime yaslı duran aletini içime hafifçe itti ve birbirine mühürlü duran gözlerimizin kurduğu bağı koparan ben oldum; gözlerim geriye doğru kayarken dudaklarımdan küçük bir çığlık koptu. Çenem havaya kalkarken attığım bu çığlığın arasından, onun dudaklarını çenemde hissettim ama çığlığım sönerken buna karşılık veremedim.
Sanki kalbim, ruhum ve düşüncelerimi doldurmamış gibi, şimdi bedenimin içindeydi ve usulca doluyordum. Bir eli yavaşça yüzüme geldi, yüzüme dokunup saçlarımı geriye doğru attı, yüzümün sınırlarında burnunun ucunu gezdirmeye başladı. İçimdeydi. Hareketsizdi.
Sınırlarımın tamamen ötesine geçmemiş de olsa onu hissediyordum. Bedenimde ilk kez meydana gelen bu durum düşündüğüm kadar acı verici olmasa da sızısı usulca kasıklarıma yayılmıştı. Anlık bir acı olduğunu söyleyebilirim sanmıştım ama sızı usulca kasıklarıma küçük yıldırımlar gibi düşerek ateşler yaktığında nefesim kesildi. Bir şeyler söylüyordu ama onu duyamıyordum; birleşmiştik, sızıyla birlikte onu hissediyordum ve başım dönüyordu.
Bir elim yüzüne giderken gözlerimiz buluştu, kasıklarımdaki sızı hâlâ oradaydı ama tutku o kadar yoğundu ki sızıyı unutup usulca kısık kısık inledim. Yüzünde acı, öfke, haz ve şefkat aynı anda sahne alıyordu. Çığlığım canını yakmıştı, kendisine karşı yoğun bir öfke besliyordu ve şefkat, işte o, ona bir silah bile çeksem bana baktığı sürece yüzünden silemeyeceği tek şeydi. Canavar da oradaydı. O canavar, derinlerime sert vuruşlar göndermek istiyordu. Tam da benim istediğim gibi.
“Bana ait,” dedi üstüne basa basa. “Sana ait her şey. Sana ait olan her şeyim gibi.” Kelimelerinin ardından gözlerini yumup parmak uçlarımdaki dokunuşları hissetti.
Parmaklarımı gözlerinin altında, elmacıklarında gezdirirken, “Gel bana bebeğim,” diye fısıldadım. “İçimi seninle doldur.” Gözlerindeki canavarın gölgeleri yüzüme düşerken söylediğim şeyin onu ne kadar tahrik ettiğini hissettim. Aletinin sadece başını içimde hissediyordum ama o başın bile şişip zonklayışını hissetmek beni kıvrandırdı; doluluk hissi bir zehir gibi acıyı ve zevki içime yaydı.
“Seni altımda, üstümde, önümde eğilirken, kucağımda, her şekilde istedim,” dediğinde şimdi o canavarın sesini duyuyor gibi hissettim. “Senin içine her şekilde girdiğimi düşündüm ama deliğinin bu kadar tamamlanmışım gibi hissettirebileceğini hiç düşünmemiştim.” İşte bu cümlenin sonunda, “Al beni yavrum,” diye inledi ve aletinin bir kısmını daha içime itip yavaşça geri çekti, ardından yeniden itti; her iki vuruşta da kısık, çığlıkla karışık iniltiler dudaklarımdan döküldü. “Siktir, evet,” derken ağırlığını yavaşça daha da artırarak bedenimi ezdi, nefesim boğazımdan yukarı yükselerek içimden dışıma ateş gibi taşarken elim yüzünden ensesine, oradan omuzlarına gitti. Tırnaklarımı acımı resmetmek istercesine sırtına saplayıp onu inleterek omzunu çizdim. “Siktir amına koyayım, evet, işte böyle,” diye inlemeye başlaması kadınlığımın kasılarak ona karşılık vermeye başlamasına neden oldu.
Bilekliklerimiz usulca ayrıldı ama biz ayrılmadık.
İki elimle hırçın bir şekilde sırtına saplandım, diğer bacağımı da kaldırıp beline sardığımda artık aletinin bir kısmı içime saplanıp geri çıkıyor, tamamen içimi boş bırakmadan yeniden içime giriyordu. “Ahh!” diye inledim bilinçsizce, içimde yükselen duygular her yere çarpıyor, her yeri sular altında bırakıyor gibi hissediyordum.
Gurur’un gırtlağından yükselen iniltinin ardından, “Off,” diyerek hırıltı çıkardığını duydum. “O kadar sıkısın ki hareket etmeme izin bile vermiyorsun amına koyayım!”
Göz bebeklerimin önünde uçuşan renkli noktacıklara anlam veremedim. Topuğumu onun kalçasına bastırarak sırtına tırnaklarımı gömüp sızının ve hazzın nasıl bu kadar büyük olabildiğini sorgular gibi, “Gurur,” dedim iniltiyle. “Evet, lütfen!”
“Lütfen, ne?” diye sormasıyla, içime bir kez daha vurması bir oldu. “Söyle. Lütfen ne?”
Emir verir tondaki iniltileri beni kendimden geçirdiğinde, “Durma,” dedim. “Off, evet.”
Birden bacaklarımı avuç içleriyle yatağa bastırarak ayırınca gözlerim irice açıldı. İçimden çıkmadığı için vajinam tam anlamıyla gerildi ve aletinin o inanılmaz baskısını daha fazla hissettim. Yatağa bastırılan bacaklarımın etkisiyle daha da sıkılaştığımı, bedenimin gerildiğini hissettim ve sıkı kalçalarını kasarak kendini içime vurup geri çıkarışını daha derinlerimde hissetmeye başladım. Benim için bir ilk olmasına rağmen bedenim ona uyum sağlamaya başladı. Gurur, sert parmaklarını bacaklarıma bastırarak içime biraz daha sert vurmaya başladığında, çığlıklarım artık zevk dolu iniltilere dönüşmüştü, altında kendimi kaybetmiş gibiydim; sanki tavan üzerime çöküyor, duvarlar dalgalanarak daralıp beni sıkıştırıyordu. Acı yok diyemezdim ama zevk öyle çok yerimdeydi ki acı bile kendi varlığını sorgulamaya başlamıştı.
Bedenim bu denli büyük bir hazzın varlığına anlam veremiyordu, aynı zamanda içime yayılan o sızıyı da tüm hücrelerimde hissediyordum. Aleti içimin biraz daha derinlerine geldiğinde başımı geriye atarak, “Gurur,” diye inledim bilinçsizce. “Çok dolu-” diyebildim, hatta diyemedim, sesim parçalara ayrıldı.
İçime kasıla kasıla vuran aletinin derinlerimde binlerce duyguyu harekete geçiriyor oluşu akılalmazdı. Dizlerimi iyice büküp beklemediğim anda kendi göğsüne yasladığında gözlerimiz birleşti ve içimdeki derinliği artınca, “Ahh!” diye bağırdım, bu sesin hemen ardından bacaklarımı ikimizin arasına alarak beni ezerken dizlerimi öpmeye başladı.
Ellerim yüzüne taşındı, avuçladığım yüzünü kendime çekip dizlerimi iki yana açtım ve aramızdaki engelleri iki yana ayırarak kaldırmış oldum. Kendimi ayırışım onu delirtmiş gibi inlerken, “Off, yavrum benim,” diye hırladı ve avuçlarımın arasındaki yüzü yüzüme iyice yaklaştı, öpüşmemiz kirli bir melodi gibiydi. “Çok sıkı amına koyayım, içine tamamen gömülmem mümkün değil, biliyorum ama kökümü kasıklarında hisset istiyorum.”
Bilinçsizce konuşurken kelimeleri ağzımın içine dökülüyordu, kelimelerinin hemen ardından beni daha aç, daha vahşi, kanıma susamış gibi öpmeye başladı.
“Ez beni,” diye fısıldadım nefes nefese. “Hep istediğin bu değil miydi? Ez beni.”
Dudakları dudaklarıma yaslı duruyorken avuç içlerini bacak içlerime bastırarak beni kendisi için gerdi ve içimdeki varlığı daha da sıkıştığında, ikimiz de çılgına dönmüş gibi birbirimizin ağzının içine doğru inledik.
“Ezilmek mi istiyorsun?” diye sorarken aletinin içime vuruşlarının daha da sarsıcı olmasına neden olan, damarlarının içimde genişlediğini hissediyor olmamdı. “Böyle mi ezeyim?” Belini sert bir kıvrımla geri çekti ve içime yeniden vururken dudaklarımdan haz dolu bir çığlık parçalanarak zamana yayıldı.
Bacak içlerim büyük ellerinin hükmü altında acısa da vajinamdan kasıklarıma yayılan hazzı düşünmekten ileri gidemedim. Bilinçsizce, “Çok iyisin,” diye inlediğimde bir kez daha içime vurdu. “Siktir, evet, çok iyisin. Lütfen. Gurur! Ahh!”
Alnındaki ter damlaları alnıma düşerken gözlerimizi tek bir an olsun birbirinden çekmedik. “Bak,” demesiyle aniden beni boynumdan kavrayıp hafifçe doğrultması bir oldu, dirseklerimi yatağa bastırıp daha da gerilen vajinamdaki kasılmalarla inledim. Tekrardan, “Bak,” dedi. “Beni nasıl içine yiyorsun, görmelisin. Tam olarak nereye kadar giriyorum, göreceksin.”
Onu karnımın içinde hissettim. Karnımın içinde saplı duran bir bıçak gibi. Bakışlarımı indirdiğimde, birleşme noktamız o kadar erotik görünüyordu ki bu beni neredeyse ağlatacaktı. Sert, damarlarla kaplı belirgin kasıklarını bana yapıştırmak istercesine içimi dolduruyordu. İri aleti içime girerken kasıklarındaki seğirmeleri görmek kanımın ters yöne akmaya başlamasına neden oldu. Gözlerimi kendi kasıklarıma çevirdim, kasıklarımı zorlayan aletinin karnıma dek uzandığını gördüm.
Kendi izini tenimde çıkarırken çenemi yakaladı ve “Bu kadar yeter,” diye inledi. “Seni sikerken gözlerimin içine bak.”
Ellerini tutup boğazıma yerleştirdim ve gözlerine bakarak, “Beni sikerken boğazımı daha sert kavra, Gurur,” diye inledim.
Parmakları boğazımı sardığında gücünün vücuduma yayıldığını, onun gücüne sahip olduğumu, parmaklarından akan o gücün içimi doldurarak benim gücüme dönüştüğünü hissettim. “Arsız,” diye inlerken bundan keyif alıyordu. “Bunu sevdin, öyle mi?” Her sorusunun arkası, bir çarpışmaydı, her çarpışmanın arkası ise ruhumun bedenimden anlık olarak çıkıp inine geri dönüşüydü.
Parmakları boğazımda beni hıncahınç doldururken tırnaklarım onu çizmeye devam etti. Onu kanattım, bu farkındalık onu inletti, acıyı hissedemeyecek kadar kör olsa da akan kanının tırnaklarımın içine dolduğunu bilmek onu paramparça etti.
Vücudum, yıllar süren düşünden uyanıp gerçeğiyle yüzleşiyor gibi hissediyordum. Gurur, bana kendimi geri kazandırıyordu. Hiç bilmediğim bir versiyonuma dönüşürken hiç olmadığım kadar özgür, dişi ve güçlü hissettim.
Boğazımı daha sert kavradı, kafamı kaldırmamı sağladı ve şiddetle çarpışan dudaklarımız kirli bir öpüşmenin ilk adımlarını attı. Dili ağzımın her noktasındaydı. Damaklarımdaydı, dişlerimdeydi, dilimin üzerindeydi, daha da ileri gidebiliyordu, beni dehşete düşürüyordu ama zevkimin de katlandığını hissettiriyordu. Baskı büyüdü, durdurulamaz bir seviyeye ulaştığında birden tırnaklarımı kasıklarına bastırdım, onu kasıklarını tırnaklayarak itmeye çalıştım çünkü parçalanmanın eşiğinden çoktan geçmiştim.
Şaşkınlık dolu bir inilti kopardığı esnada daha önce hiç yaşamadığım bir şey yaşadım. Şoktan irileşen gözlerim uzun süre şaşkınlığı içinde tutamadı, göz bebeklerim eriyormuş gibi hissederken fışkırdım. Şiddetliydi, nedenini anlayamıyordum ama içimden dışıma şiddetle fışkıran suları hissediyordum. “Squirt?” dedi sorar gibi, ardından bu onu mahvetmiş gibi, “Siktir amına koyayım,” diyerek kasılmaları beni delirmenin eşiğine getirmiş vajinama tekrar yerleşti. Hâlâ içinden dışarı atmak istediği bir zevk varmış gibi kasılan vajinam onunla dolunca güçlü bir çığlık dudaklarımdan dökülür gibi oldu ama dudaklarımızı birbirine mühürleyerek bu çığlığın şiddetini azalttı.
Öpüşmemiz onun küfürleriyle son buldu, ahlaksız her bir kelimesinin ardından kasıklarımızı birbirine yapıştırmak istiyormuşçasına içime çarptı. İçim onunla doldu, her bir parçamın titremeye başladığını hissettim. Yeniden içimde kabarmaya başlayan o zevkin, bir dalga olup kıyılarımı yıkıp geçeceğini ve beni yeniden fışkırtacağını hissettim. Gurur sürekli, “Ahh,” diye inliyordu ağzımın içine doğru, bu kaçınılmaz son gibiydi, içimde yükselen o hissin daha da şiddetle büyümesine neden oluyordu. “O arsız, benim için fışkıran deliğin beni eritiyor, beni öyle bir sıkıyorsun ki.”
Bilinçsizce, “Yine olacak,” dediğimi hatırlıyorum, sonra Gurur, parmağını klitorisime bastırıp aletini şiddetle içime çarptı ve karnımdan göğsüme yayılan o his, kasılan vajinamın kalp gibi atmaya başlamasına neden oldu. “Siktir, bunu durduramıyorum!” diye çığlık attım. Birkaç saniye sonunda Gurur’un aletini içimden şiddetle iten o patlamayı yaşadım, kadınlığım onu baskıladı ve hissettiğim zevk dışarıya şiddetle fışkırdı. Bunun boşalmak olduğunu fark ettiğimde dünyam parçalara bölünmüştü ve o dünyanın her bir parçasında Gurur vardı.
“Bana aklımı kaçırtacaksın!” diye hırladı, hırlamadı, resmen genzinden gelen o kükremeyi duyurdu ve bağırdı. Her şeyi bulanık gördüğüm için onu seçemedim, bedenim titriyor, bacaklarım seğiriyordu ve ne bacaklarımı kapatabiliyor ne de hareket edebiliyordum. Beni ayak bileklerimden kavradığı gibi yatakta ters çevirdi ve yüzüm yatağa yapıştığında, büyük avucunu belime bastırarak kalçamı havaya dikmemi sağladı. Üzerime abandığında işte şimdi boğazımdan dökülen iniltilere haykırışlarım karışıyordu çünkü o arkamda bir dağ gibi yükselerek kendini içime iterken onu karnımın derinliklerinde, tüm detaylarıyla hissediyordum.
Parmaklarını kalçalarıma bastırıp, “Hayranım bunlara,” diye inleyerek kendini içime sürekli olarak itmeye başladı.
Sona yaklaştığını hissediyordum ve ben de parçalara bölünerek sona yaklaşıyordum. Gurur’un iniltileri aklımı başımdan alan uğultulara dönüşmeye başladığında dişlerini ensemde hissettim, büsbütün olduk. Artık hareket eden sadece onun kalçasıydı ve karnını bel boşluğuma yapıştırmış hâlde sürekli içime vuruyordu. Sıcaklığı hissettim, içime şiddetle dolan o sıcaklık gözlerimin kaymasına neden oldu ama o sıcaklık içimi delice doldurup içimden sızarken bile Gurur durmadı, içime sürekli olarak sertçe çarpmaya, kendinden geçmiş gibi inleyerek beni doldurmaya devam etti.
Dünyamın düzünü tersine çevirişini iliklerimde hissettim. Kasılmalarım çoğaldı ve o ikinci kez içime boşalana kadar ben onun altında dört, belki de beş kez daha sona gelip başa döndüm. Her seferinde beni yeniden sona taşıyan vuruşlar yaptı. Birbirimize karıştığımızı hissettim.
“Hissediyor musun?” diye soruyordu. “Beni iki kez boşaltmana rağmen, içinden taşıyor olmama rağmen ne kadar sertim, seni nasıl istiyorum, içini nasıl dolduruyorum hissediyor musun?”
Bir parçam ona, bir parçası bana karıştı ve bunun sonucunda büsbütün olduk. Onu hissettim. Ruhumun damarları vardı sanki ve o, ruhumun damarlarına kan gibi doluyordu. Bedenim infilak ediyormuş gibi hissediyordum. Bir yandan da olması gereken tam da buymuş gibi geliyordu.
“Zeliha,” diye inlerken nefesi tenimin her yerinde dolaşıyordu. Artık birbirimizden kaçamıyorduk, saklanamıyorduk, sobelenmiştik ve durduramıyorduk. “Tapıyorum sana.”
Bu beni birden içimden çıkmadan kendisine çevirip altına almadan önce kurduğu son cümleydi.
Gücü çekilen kollarımı zorla kaldırıp yüzünü avuçlarımın arasına aldığımı hatırlıyorum. Dudaklarımızı birleştirmek için kafamı kaldırdığımda beni çok zorlamadan eğildi ve kalan son kuvvetimizle öpüşmeye başladık.
Hala içimdeydi, hâlâ o güçlü, derinlemesine vuruşları hissediyordum ama artık yavaşlamıştı. İkimizin de günahları birbirimizin kasıklarına karışmış gibi hissediyordum. Öyle bir öpüyordu ki beni, ruhum ruhuna karışıyor, düşüncelerim düşüncelerine tutunuyor ve biz birbirimize aitten öte, birbirimize sahip oluyorduk.
Son damlamıza kadar, bu böyle sürdü.
Parmaklarım yüzünden kulaklarının arkasına, oradan da saçlarına doğru süzülürken durmadı, beni açlıkla öpmeye devam etti. Öpüşü vahşi değil, muhtaçtı. Sanki birbirimizi paramparça etmemişiz gibi, benim karşımda savunmasızmış gibi, onun en büyük zaafı benmişim gibi öpüyordu beni.
Teni tenime izlerini, tıpkı ruhunun ruhuma izlerini bıraktığı gibi bıraktı. Nefesim normale döndüğünde onun göğsünde uzandığımı hatırlıyorum. Yanağım göğsüne yaslıydı ve parmaklarım yüzümün hemen dibinde, onun göğsünün diğer köşesinde dolanıyordu. Tırnak izlerim göğsündeki yerlerini almıştı. Ay ışığının sızarak griye boyadığı yatağın üzerinde birbirimize tamamen karışmış, birbirimizin kokusuna bulanmış hâldeyken sanki biraz önce birbirimizi parçalamaya çalışmıyormuşuz gibi sakince uzanıyorduk. Kolunu iyice bedenime sarıp dudaklarını saçlarıma bastırdığında bedenimde süregelen o değişim ve ağrı hissinin kaybolduğunu fark ettim. Dudaklarında şifa olduğunu söylesem bana güler miydi bilmiyordum ama öyle olduğunu düşünüyordum.
Parmakları tüy gibi kolumda dolaşırken, dalgın bir sesle, “Sen de hissettin mi?” diye sordu.
Dudaklarımı göğsüne bastırıp yanağımı yeniden dudaklarımı bastırdığım noktaya yaslayarak, “Neyi?” diye sordum.
“Birbirimize karıştığımızı.”
Kafamı kaldırıp yüzüne bakarken saklanan tüm duygular usulca saklandıkları yerden çıkmaya başlamışlardı. Gözlerini indirip bakışlarıma karşılık verdi. Çenemi göğsüne bastırıp ona gülümsediğimde bakışları dudaklarıma dokundu ve o da bana aynı tebessümle karşılık verdi.
“Birbirimize karıştık,” diye fısıldadım gülümsemesini izlerken.
“Canın acıyor mu?”
Yalan söyleme gereği duymadan, “Evet,” dedim.
“Dürüstüz bakıyorum.” Bakışları hayranlıkla yüzümün her köşesini gezindi. “Bir hayvanlık yaptıysam, ki yaptığımı biliyorum, kasıtlı olarak canını yakmak istemedim.”
“Yaptığın şeylerin benim de ne kadar hoşuma gittiğini gördün.” Parmaklarımı göğsündeki çiziklerde dolaştırdım. “Ben de senin canını yaktım sonuçta, değil mi?”
Genzinden gelen o içten gülüş sesinin bedenimdeki sızının yeniden fırtınaya dönüşmesine neden olduğunu bilmiyordu. Dudaklarını dudaklarımla buluşturmak için eğildiğinde bu bana verdiği büyük bir ödülmüş gibi hissettim. Sızlayan dudaklarım dudaklarıyla buluştuğu anda gözlerim otomatik olarak kapandı ve birbirimizi öperken yeniden birbirimize karışmaya başladığımızı fark ettim.
Öpüşmemiz çok derindi, sakince ilerliyor olmamıza rağmen hislerimi kazıyarak ruhuma ulaştığına yemin edebilirdim, öyle bir öpüyordu ki dudakları yalnızca dudaklarımda değil, ruhumda da turluyordu.
Parmaklarım yüzüne kaydığında pürüzsüz teninde yeşermeye başlayan sakalları parmak uçlarımda hissettim. Yüzü tertemiz görünse de sakallarını kesmediğini, onları uzatmaya başladığını fark ettiğimde kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Üzerimize örttüğü beyaz, saten çarşafın tenimden kayıp uzaklaştığını hissettiğimde işte şimdi yeniden onun kucağındaydım, kasıklarına oturmuş, çıplak göğüslerimi çıplak göğüslerine bastıracak şekilde eğilmiştim ve onu çok daha büyük bir açlıkla inleyerek öpmeye başlamıştım.
Altımda sertleştiğini hissettim ama parmaklarını belime yerleştirerek ona sürtünmeme engel oldu. Dudaklarımız birbirine ihtirasla karışmaya devam etse de hareketimi engellediği için kaşlarım çatılmıştı. Dudaklarımızı usulca ayırıp alnımı alnına bastırarak, “Neden?” diye sordum kısık, titreyen bir sesle.
“Seni altıma alıp köpeğinmişim, itinmişim gibi delirerek içini doldurmak istiyorum ama olmaz,” dedi acı çekiyor gibi. Konuşurken nefesi içime doluyordu. “Çok zorladım seni. Bedenimden aldığın en büyük şey zevk olsun istiyorum, acı değil.”
Dudaklarına doğru mırlar gibi bir ses çıkardığımda avucunu kalçama koyup çıplak kalçamı sıkarak, “Kedi gibi mırlarsan ağlatana kadar miyavlatırım seni,” diye inledi. Ardından kafasını kaldırıp dudaklarını dudaklarıma mühürledi.
(+18 Sahne sonu.)
Öyle bir öpüşüyorduk ki sanki bedenlerimizi değil, ruhlarımızı birbirine sunuyorduk. Bu gece bedenlerimiz birbirine dolandığında, ruhlarımızın da bininci kez birbirine dolandığını hissetmiştik. “Zelzele’m,” diyerek ağzıma doğru konuşunca burnumu burnuna sürttüm. “Sen benim yüreğimin eşisin.” Sanki bu cümle içime bir bıçak olup saplandı. “Bunu yüreğinin eşiğinde durup o eşikten geçemezsem ölecekmişim gibi hissettiğimde anladım.”
Yüzümü avuçlarının arasına alıp ben hâlâ kucağındayken ve saçlarım salınarak yüzünün etrafından başını koyduğu yastığa yayılırken gözlerimin içine zamanı siliyor gibi baktı.
Sanki bu cümleyle bana bir sürü şey anlattı.
Parmaklarımı saçlarından daha koyu renk, neredeyse siyah olan kirpiklerinde gezdirip, gözlerine değil ruhuna bakarken, “Gurur sen benim ruhumun eşisin,” diye fısıldadım.
“Ruhumun, yüreğimin, beni ben yapan her şeyin eşisin,” dedi yüzüm hâlâ avuçlarının arasındayken. “Hiçbir şeyi seni istediğim kadar istemedim. En başından beri seni öyle çok istedim ki, hayatım mutlak karanlığa saplanacak ve her şey benim için son bulacak bile olsa, seni öyle istedim ki yanımda biraz daha kalman için buna razıydım.”
Gözlerim dolmasın diye onları yumduğumda gülümsediğini hissettim. Kafasını kaldırıp alnımı, gözlerimin çukurlarını, burnumu ve dudağımın üstündeki sus çizgisini sırayla öptü.
“Yat göğsüme, evine,” diyerek başımı yavaşça göğsüne doğru bastırdı. Hiç karşı çıkmadan yanağımı göğsüne yaslayıp huzurun nasıl bu kadar somut olabildiğini sorgulamaya başladım.
Komodindeki sigara paketine uzanırken bedenini çok hareket ettirmemeye çalıştı. Rahatımı bozmak istemediğini bildiğimden gülümsemem derinleşti ve yanağım göğsüne yaslı durduğundan gülümsediğimi anlamış olacak ki “Gülme öyle, içim gidiyor,” dedi.
“Görmedin bile.”
“Seni hissetmek bana yetmez mi sanıyorsun? Ben seni görmeden de hissederim, görmeden de içim gider benim sana.”
Sigara paketinden bir sigara çıkardı ve dudaklarının arasına yerleştirip sigarasını yaktı. Çenemi göğsüne sürtüp gözlerimi sigarayı tutan uzun, güçlü parmaklarına çevirdim. Bir elinde sigarasını tutuyor, diğer eliyle omzumu okşamaya devam ediyordu. Sigarayı dudaklarına götürürken alttan alttan bana bakarak göz kırptı. İçimi kıpır kıpır etmek için bunu yapması bile yetiyordu.
Sigaranın dumanını dışarı üflerken gözlerini kısıp bana daha dikkatli bakıp, “Yavrum biraz daha öyle bakarsan ben duramam biliyorsun, değil mi?” diye sordu.
Gözlerimi kısarak, “Duramaz mısın?” diye sordum muzip bir sesle.
“Yarın o güzel götünün üzerine oturabilmek istiyorsan beni kışkırtma.” Gözlerini daha da kıstı. “Hoş,” dedi. “Yarın o güzel götünün üzerine her oturuşunda uyluklarına yayılacak o acı sana beni hatırlatacak. Seninle nasıl siki-”
“Köpek,” diye homurdanarak yüzümü göğsüne gömdüm ve birden kahkaha atmaya başladı.
“Havlayayım mı sana?”
Yüzüm göğsüne gömülü hâlde, “Uludun zaten az önce!” diye bağırdım, sesim bu yüzden boğuk çıkmıştı.
“Kızım ben sana havlarım bile amına koyayım.” Dudaklarımı göğsüne bastırıp sadece gözlerimi kaldırarak ona baktığımda, içi gidiyormuş gibi gözlerini yumup derin bir nefes aldı. “Bakma sevgilim,” dedi. “Öyle bakma.”
Parmağımı göğsü boyunca sürtüp çenesine, oradan burnunun ucuna ve gözlerine dek sürükledim. Sol gözünün altındaki çukura dokunup, “Sakal mı bırakmaya karar verdin sevgilim?” diye sordum.
Gözleri kapalıyken dudaklarının yukarı kıvrılışını izlemek, yaşamımın üzerine güzellikleri ekti.
“Hemen fark etmişsin.”
“Parmaklarıma battı.”
“O zaman keserim.”
“Kesme,” dedim birden heyecanla ve heyecanım onu tekrar güldürdü.
“Sen de amma heyecanlısın ha.” Sigarayı tutan parmaklarını yüzüme uzatıp serçe ve yüzük parmağıyla yanağımı okşadı. Duman süzülüp saçlarımın, yüzümün etrafını sardığında derin bir nefes aldı.
“Zeliha…”
“Hım?”
“Çok fenayım, belayım, ölecek gibiyim sana. Niye böyle? Sen ne yaptın bana?”
“Sen bana ne yaptıysan, ben de aynısını sana yaptım.”
Sigarayı dudaklarına götürüp uzun uzun susarak beni izledi. Dumanı tam üfleyecekken beni ensemden tutup üste doğru çekti ve dudakları dudaklarıma yerleşirken dumanı taşıyan nefesi, ağzımın içine dolmaya başladı. Ondan aldığım dumanı kendi içimde bekletip dudaklarımdan dışarı bıraktığımda, büyülenmiş gibi bakan buz sıcağı gözleri beni mengene gibi kıstırıp içine hapsetti.
Buzdan bir ateş gibiydi. Onu ilk gördüğümde ne kadar soğuksa, ben kollarında çırılçıplak ve savunmasızken işte tam da şu an o kadar sıcaktı, o kadar yakıyordu beni. Buz sıcağı gözleri içime açılmış bir yaranın bile ulaşamayacağı derinlikteydi.
Uyku zihnime usulca yaklaşmaya başladı. Gözlerimi yummamak, uykuya teslim olmamak için çok savaştım. Bedenimdeki yorgunluğa direndim ama sonunda zihnim, içindeki kaosu ve anıları sessizliğe büründürerek açtığım savaşa kayıtsız kaldı. Uykudan kaçamayacağımı anladım. Onu her gün hissedebileceğim, her gün yaşayabileceğim ihtimalinin gücüne rağmen şu ânı o kadar derinlerimde hissettim ki bu ânı hiç unutmamak istedim.
Keşke hep bu anda kalsaydık, diye iç geçirdim.
“Uyu güzel kızım,” dediğini duyduğumu hatırlıyorum ama bedenim sızıya, zihnim de eriştiği rahatlama hissine daha fazla direnemedi ve kendimi derin bir uykuya teslim ettim.
Ne kadar süre uyudum bilmiyorum ama gözlerimi açtığımda odaya akşam mı yoksa şafak mı olduğunu ayırt edemediğim bir mavilik doluşmuş, yatağın üzerine sızan o şafak beni kundak gibi sararak altına almıştı. Çıplak vücudumun beyaz, saten çarşafa sarılı olduğunu fark ettiğimde çarşafı göğüslerimin üzerine çekerek odanın içine baktım. Yavaşça yan döndüm ve bedenim sızlanmama neden olacak bir ağrıyla bana karşılık verdi. Kısık bir iniltinin ardından gözlerimi tavana çevirip, elimi başımın yanına koyarak alt dudağımı ısırdım.
Gece olanlar odanın içinde yaşanmaya devam ediyor gibiydi. Duvarlarda iniltim, iniltisi, birbirimize fısıldadığımız kelimeler, çarpışan tenlerimizin çıkardığı sesler yankılanıyordu sanki. Kaburgamı ağrıtacak kadar derin bir nefes alıp gözlerimi yumduğum an onun terli saçlarını, arzudan kararmış gözlerini, aralanan dudaklarını hatırladım; hatıralarımda canlanan görüntüsüne, birleşmemize ait görüntüler eşlik etmeye başladığında kalbim son sürat çarpmaya başladı.
Onunla büsbütün, birbirine karışmış ve sonunda birbiri olmuş iki insandık; tek insandık.
Gözlerimi tekrardan açtığımda bakışlarımın odağına almak istediği tek şey oydu ama odada değildi. Oda derli topluydu, etrafa saçılan kıyafetlerimiz yerde olmadıkları gibi sanırım odada da değillerdi. Doğrulup sırtımı yatak başlığına yaslarken bedenimdeki sızı kendini bir defa daha hatırlattı ama bu kez hazırlıklı olduğumdan sesim çıkmadı. Gözlerim karşımdaki boy aynasına kayınca alt dudağımı ısırdım. Neredeyse karanlık odaya rağmen boynumdaki morlukları, tenimdeki zedeleri görebildim. Sanki sevişmemiş de savaşmış gibiydik. Aptal bir gülümsemenin dudaklarıma yayılmasına neden olan bu durum, normal şartlarda beni utandırmalı mıydı bilmiyordum ama utancı hissetmiyordum. Aidiyeti hissediyordum. En yalın hissim buydu.
Odanın kapısı yavaşça açılınca bakışlarımı kapıya çevirdim. Elinde bir tepsi, altında sadece siyah iç çamaşırı ve üzerinde beyaz bir tişörtle kapıda dikilmiş bana bakıyordu. Göz göze geldiğimizde o yoğun çekimi bir kez daha tüm hücrelerimde hissettim. İkimizin de karman çorman duygularla dolmaya başladığını, dışarıdan bize bakan biri çok rahat anlayabilirdi.
“Güzelim güzellik uykusundan uyanmış,” dedi sanki utanmamdan çekiniyormuş gibi beni süzerek.
“Ne kadar zamandır uyuyorum?” diye sordum pürüzlü bir sesle.
“Sabah oldu, öğlen oldu ve şimdi sırada akşam var,” diyerek gözlerini cama çevirdi. “Dinlenmiş hissediyor musun?”
“O kadar çok mu uyudum?”
“Evet,” dedi, tepsiyle içeri girerken gözleri hâlâ benim üzerimdeydi. “İyi misin?”
“Evet.”
Gözlerini boynuma indirdiğini gördüğümde bu kez gerçekten kızardım. “Ben sana dışarıdan bakan bir göz olarak söyleyecek olursam, kesinlikle iyisin demezdim.”
“İyiyim,” diye bastırdım.
Yatağın ucuna oturup tepsiyi kucağıma koyduğunda şaşırarak tepsiye baktım. Güzel bir kahvaltı tabağı hazırlamıştı. Tepsinin kenarına yerleştirilmiş mavi orkideleri görünce kaşlarım havalandı. “Mavi orkideler mi?”
“Mavi orkideler,” dedi başını sallayarak.
“Bunları nereden buldun?”
“Uzun zamandır aklımda olan bir şeydi.” Çatalı alıp salatalık dilimine batırdı ve ardından ağzıma uzatıp gözlerimin içine baktı. “Aç güzel ağzını.”
“Kendim yiyebilirim.”
“Aç,” dedi otoriter bir sesle.
Söyleneni bir kez daha tekrarlatmadan yaptığım için memnun olmuş bir ifadeyle gülümseyip salatalık dilimini ağzıma uzattı. Sessizce onu çiğnediğim sırada bu kez çatalı peynire sapladı. Beni bir çocuğu besliyormuş gibi beslemesine karşı çıkmadan bana uzattığı her şeyi sakince yedim. Tabağın neredeyse tamamını bitirdiğimde, “Seni duşa götürelim mi?” diye sordu.
“Gurur, bacaklarım tutuyor.”
Burnundan sert bir nefes alıp alayla gülerken, “Emin misin?” diye sordu bana.
“Evet.”
“Geceden beri henüz hiç ayağa kalkmadın.”
Üzerimde çarşafla yataktan kalktığımda çarşafın kumaşı bir elbise gibi bacaklarımdan aşağı süzülüp yerde sürüklendi. “Bak,” dedim huzursuzca. “Gördüğün gibi şu an ayaktayım.”
“Aferin benim güzelime,” dedi alayla. “Hadi bir yürü de endamını görelim.”
Ona meydan okuyarak ilk adımı atmamla kasıklarımda bir sızı hissedip duraksamam bir oldu. Yüzündeki alay kaybolurken ciddiyet çehresini bir anda sardı. Ayağa kalkıp, “Sana söyledim, değil mi?” diye homurdandı öfkeyle. “Yavaş yavrum.”
“Bu normal, değil mi?”
“Sayılır,” dedi tereddütte kalmış gibi. Bileklerimi tutup beni usulca kendine çekip, hiç beklemediğim bir anda kucaklayınca şaşkınlıkla ona bakakaldım. “Ilık bir duş tüm kaslarını gevşetir, sızını dindirir, sana kendini daha iyi hissettirir bebeğim.”
“İyi hissediyorum,” diye homurdandım.
Beni kucağında odadan çıkarırken, “Evet evet,” dedi gözlerini devirerek. “Tıpkı yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibi iyi hissediyor olmalısın.”
Kollarımı boynuna sarıp kucağında rahatça uzanırken ayaklarımı sallayarak, “Keyfin bilir delikanlı, taşı o zaman beni,” diye şakıdım ve bu onun keyfini yerine getirdi.
“Seni her zaman taşırım, bana yük olursun sanıyorsan polisi arayıp seni bu kadın beni kendinden mahrum bırakıyor diye şikâyet ederim, dava edilirsin.”
“Kilomla alay ederken de böyle diyor muydun ya?”
“Sus, dava edildin.”
Beni duşa sokup tüm bedenimle yakından ilgilenerek, kırılacak değerli bir parçaymışım gibi ılık suyun altında yıkadı. Benimkinden çok da farksız olmayan vücudunun tırnak izleriyle, morluklarla dolu olduğunu fark ettiğimde kendimi suçlu hissetsem de ona bıraktığım izler onun vücuduna çok yakışmıştı.
Sırtında uzun, derin, açık duran tırnak izleri vardı ve boynu, kolları, hatta çenesi de o tırnaklardan nasibini almıştı. Boynunun sol tarafı mosmordu, içindeki yeşil lekeleri görebiliyordum, onu âdeta çürütmüştüm. Kaslı göğsünde de dudaklarımdan kopup onun teninde can bulan morluklar vardı. Karnında ve hatta kasıklarında bile tırnak izlerim duruyordu.
Havluyla beni kuruladığı sırada bıraktığım izleri keyifle izlediğimi görüp, “Ne o?” diye sormuştu. “Kedi saldırısına uğramış olmam pek bir hoşuna gitmiş gibi duruyor, Leydi Çalıklı.”
Leydi Çalıklı… Tepki veremesem de önümüzdeki birkaç gün olduğum yerde ayılıp bayılmama sebep olacak hitap şekli tam olarak buydu.
Alt kata beni sırtına alıp indirmesini beklemiyordum. Koşarak basamakları indiği sırada, “Düşersek bir yerimiz kırılır!” diye bağırmıştım ama buna zerre aldırmamıştı. Üstümde ona ait bir kazak, altımda bol bir eşofmanla koltukta oturduğumda fark ettiğim şey, benden önce kalkıp evi temizlemiş olmasıydı. Ev mis gibi kokuyordu, tek bir toz parçası bile bulmak imkânsızdı, üstüne gidip benim için mavi orkideler de almıştı.
Onunla büsbütündük. Birleşmiştik. Artık o ve ben, tek parçaydık.
Bu düşüncenin beni utandırdığını fark ettiğimde tekli koltukta, hemen çaprazımda oturuyor, beğeniyle beni izliyordu.
“Kulaklarına kadar kızardın.”
“Hiç de bile.”
Sırıttı.
“Neden mavi orkide?” diye sordum birden pat diye.
“Aşkların en büyüğü demek çünkü.”
Yanaklarımın içini dişlerken, “Hım,” diye mırıldandım.
“Evet, domates kadın.”
“Gıcık.”
“Öf ya, iki kızarttırmadın bana rahat rahat seni. Gece o güzel götünü nasıl da mis gibi kızartmıştım oysa.”
Kırlenti ona fırlatıp dizlerimi karnıma çekerek, “Adisin sen adi,” diye söylendim.
“Öyleyim.” Kırlenti kucağına koyup gözlerimin içine baktı. “Bir anlamı daha var.”
“Neyin?”
“Mavi orkidelerin.”
“Ne?”
İçine dolan nefesin göğsünü nasıl şişirdiğini gördüm.
“Umut,” dedi.
Burnumun direği, beni duygularımı içine koyarak yaktığı ormanın külünün kokusunu içime çekmişim gibi sızladı.
Birden duraksayarak, “Gurur,” diye fısıldadığımda o hayran bakışlarının üzerindeki keskin kaşlar sorguyla havaya kalktı. “Bir şeyi unuttuk.”
“Neyi bebeğim?”
“Biz korunmadık.” Gözlerimi kaçırıp ellerime indirdim. “Ve…”
“Ve içine boşaldım.”
“Ayı!” dedim birden yükselerek. “Öyle mi söylenir?”
“Başka nasıl söyleyecektim ya?”
“Korunmadık yeterli bir kelime bence,” dedim gözlerimi devirerek. “Ertesi gün hapı için geç olmadan eczaneye gitmemiz gerekiyor.”
Uzun bir sessizlik oldu. Bir yanım merakla kavruldu çünkü sessizliği beni şaşırtmıştı. Bir süre pürdikkat gözlerimin içine baktıktan sonra, “İstiyorsan gidelim,” dedi sanki bunun kararını bana bırakıyormuş gibi.
“Gitmemiz gerek.”
Ne kadar senin babası olduğun bir çocuğu istesem de onu kaosun ortasına getirmek ikimizin de hakkı değil, diyemedim ama bunu gözlerimden okumuş gibi başını sallayıp bana şefkatle gülümsedi.
“Ben gidip geleyim istersen. Zaten Yener de gelecekti, muhtemelen karşılaşmış olurum onunla.”
“Ben de geleyim, hava almak istiyorum hem. Birlikte gidelim mi?”
“Öyle çocuk gibi sorarak bana her şeyi yaptırabileceğini bilmiyormuş gibi konuşmaz mı bir de düşük çeneli,” diye söylenerek oturduğu yerden kalktı. “Ağrın sızın varsa gelme.”
Vardı ama umurumda bile değildi. Direteceğimi anladığından çok üstelemedi, bunun yerine ceketimi giydirdi, önümde dizlerinin üzerine çöküp spor ayakkabılarımın bağcıklarını bağladı ve ayağa kalktığında yüzümü avuçlarının arasına alarak dudaklarımı sertçe öpüp elimi tutarak beni evden çıkardı.
El ele, sanki dünya yansa o ateşi izlerken bile gülümseyecekmişiz gibi hissederek sokakları gezdik.
O sokaklar bizi bir eczaneye çıkardı. Bir çocuğumuz olsaydı nasıl olurdu düşüncesinin ikimizin de zihninde koca bir kuyu kazdığını bilmenin ağırlığıyla, benim için aldığı pet şişedeki suyu dilimin ucuna koyduğum hapı yutmak için içtim. Suyun son damlasını yuttuğumda alnını alnıma bastırıp, büyük elleriyle yüzümün tamamını kaplayarak bir süre bekledi. Konuşmadık.
Sokak lambalarının altında, hikâyemizin yanlış bir şekilde başladığı o şehirde, yeni bir hikâye yazmaya başladık.
Ellerimiz yeniden birleşti. Isparta’nın dik yokuşlarını birlikte tırmandık, güldük, bir şeylerden bahsettik, bazen birleşmemizi hatırlamış gibi ikimiz de çekingen bir sessizliğe kapıldık. Ve sonunda evimizin olduğu sitenin önüne geldiğimizde Yener’in, sitenin önünde sırtı bize dönük bir şekilde beklediğini gördük.
Arkasından yaklaşıp aniden sırtına bir tane geçirdiğimde sendeleyerek bana dönen Yener’in yüzünde günler sonra ilk kez huzurlu bir ifadenin olduğunu görmek, içimdeki mutluluğu katladı; artırdı.
“Ne yapıyorsun lan bir tanecik danam?” diye sorup beni kolunun altına alarak yanına çektiğinde, Gurur ikimizi gülerek izliyordu.
“Keyfin yerinde şekerim,” diye şakıdım tek kolumu onun beline sararak.
“Bu garibanın da keyfi ara sıra yerinde olmasın mı şekerim?” diye soruma soruyla karşılık verdi.
Gurur’u arkamızda bırakarak kol kola binaya doğru yürüdüğümüz sırada Gurur, aniden önümüze geçip bizi durdurdu ve “Bıraksana lan sevgilimi,” dedi alayla. Ardından beni bileğimden tutup kendi tarafına doğru çekti. Yener bir an için önce Gurur’un çenesine, ardından boynuna baktı, daha sonra kaşlarını kaldırıp gözlerini bana çevirdi ve telaşla boynumu ceketimin yakalarının arkasına gizledim.
“Ne fındıklar kırdınız kız siz?” diye sorarken gözlerini şüpheyle kısmıştı ama bir yandan da sırıtıyordu.
Gözlerim iri iri açılırken Gurur, “Sana ne lan satılık dangalak?” diye sorarak homurdandı, beni kolunun altına çekti.
“Kız adama ne yaptın?” Yener, elini uzatıp Gurur’un boynunu işaret edip, “Aboo,” diyecekti ki Gurur, Yener’in eline vurarak elini indirmesini sağladı.
“El kol yapma, sikerim bacağını.”
“Az daha yapıyordun zaten ama bacağımı değil,” dedi Yener donuk bir surat ifadesiyle. “Zeliha, sevgiline söyle bir daha o kadar içmesin. Durduğumuz yerde götümüzden oluyorduk.”
“Bu zibidinin harbi keyfi tıkırında gibi,” dedi Gurur tek kaşını kaldırarak. “Hayırdır, yine kiminle fingirdeştin de yüzün gülüyor senin?”
“Öyle şeyler yok artık kardeşim, ben uslu bir çocuğum.” Beyaz tişörtünün yakasını düzeltip, deri ceketinin omzundaki tozu silkiyormuş gibi omzuna vurdu.
“Hangi dağda kurdu siktiler?” diye sordu Gurur alayla.
“Hangi dağdaki kurda ne yapmışlar bilemem de birileri senin boynuna fıkfık yapmış.”
“Anlat bakalım, dökül,” diyerek araya girdim yoksa ikisi arasındaki çekişmenin sonucunda pancara dönecek olan bendim.
“Birilerinin gönlünü kırmışız bilmeden, kafamızı kırsa haklıymış, biz de biraz gönlünü yapalım dedik kardeşim,” dedi Yener gülerek.
“O ne demek?”
“Bir demet beyaz gül masumiyet kanıtlamaz belki ama ak pak olurum, temizlenmeye çalışırım manasına gelebilir, ha?” diye sordu Yener, tıpkı bilmece gibi konuştuğundan kaşlarımı kaldırıp ona sorgu dolu gözlerle baktım.
Ben Yener’e dik dik bakarken, Gurur’un “Anlaşıldı beyaz gül muhabbeti,” dediğini duydum. Gözlerim tek bir anlığına sitenin girişindeki güvenlik kulübesinin önünde beliren tanıdık yüze takıldı. Simge, elinde bir demet beyaz gülle, ağır adımlarla bize doğru yürürken şaşkın görünüyordu. Bakışlarımı yeniden Yener’e çevirirken Simge kadar ben de şaşkındım.
Zamanın zayıfladığını hissettim. Yener, yanaklarındaki gülücük çizgileri belirginleşecek kadar derin ve içten bir şekilde gülümsüyor, Gurur’un sesi Yener’in gülümsemesine karışıyor, Simge ağır adımlarla bize doğru yürümeye devam ediyordu ama Yener arkası ona dönük olduğu için onun geldiğini göremiyordu. Tek bir anlığına gözümün önünde kırmızı bir nokta belirdi, tek bir anlığına zaman daha da zayıfladı, yelkovan kötürüm bir adım attı ve beyaz kumaşın üzerinde titreşerek hareket eden kırmızı nokta şeklindeki ışığa odaklandım. Yener’in beyaz tişörtünün üzerindeki kırmızı nokta bir kez daha titrediğinde farkındalık zihnime karanlık olup çöktü.
Kırmızı nokta, Yener’in göğsünün üstünde sabit durdu.
Islığa benzer bir ses rüzgâr olup üzerimizden estiğinde her şey için çok geçti. Gözlerim Yener’in yüzüne doğru titreyerek hareket ederken her şey bulanıktı; sesler yoktu, renkler sönmeye başlamıştı, sadece rüzgârın uğultusunu duyuyordum.
Yener’in gülen yüzü birden donuklaştı.
Kan, beyaz kumaşın altından yukarı tıpkı mürekkebin beyaz sayfaya yayıldığı gibi yayılarak ortaya çıktı.
Simge’nin kucağındaki beyaz güller tıpkı zaman gibi yere saçıldı.
Yener, göğsünden vurulmuştu.