Kaçmıştım.
Ayaklarımın altı parçalarına ayrılana dek, toprağı çamurlaştıran kanın sahipliğini yapan bedenimi rüzgârda yara yara kaçmıştım. Fakat bilmediğim bir şey vardı. Kaçtığım her coğrafyaya kendimi de götürdükten sonra, ne anlamı kalırdı kaçmanın?
Hiçbir anlamı yoktu.
Kaçarken ona yakalanmıştım ve onda yine kendimi bulmuştum; kendimi hiçbir zaman dışarıda bırakmıyordum, kendimden kurtulamıyordum. İnsanın ailesine, en yakın dostuna, hatta aynanın karşısına geçip kendisine bile açamayacağı derin, ıssız ve karanlık sırları olurdu. Ben sırlarımdan birinin altında kemiklerim un ufak olana dek ezilmiştim.
Yüzümde buzdan bir ifadeyle ucunda durduğum uçurumun dibini izliyordum. Dev dalgalar gökyüzünden aldığı beyazlıkla bir gelinliğin kabarık etekleri gibi sallanarak uçurumun kayalıklarına vuruyordu. Oldukça yüksekte olmama rağmen deniz suyunun küçük damlaları sıçrayarak leke gibi tenime konuyordu. Saçlarım rüzgâra tutunarak sol omzumun üzerinden yana doğru flama misali savrulurken kollarımı bedenime sardım ve ruhumun dibine çökmüş o münferit duygunun beni parçalamak ister gibi pençelemesine izin verdim.
Uçurumun açıkta bıraktığı alanda esen sert rüzgâr bir defa daha saçlarımın arasından tırnaklarını geçirerek geçip gitti. Yağmurun ve karın soğuk kokusu genzimi yakıyordu ama ikisi de yağmayı bırakarak gökyüzünü terk etmişlerdi, geride sadece onlara ait içimi yakan bir koku kalmıştı.
“Sessizsin,” dedi simsiyah gölgesi sırtıma devrildikten saniyeler sonra.
“Kafamın içindeki sesle savaşıyorum,” dedim açıkça, şaşırdığını hissettim ama aldırış etmedim. “Zihnimde bana tıpatıp benzeyen ama düşünceleri benden tamamen farklı olan biri var. Hem onunla hem de seninle savaşmak çok zor.”
“Benimle savaştığını kabul ediyorsun.” O bana doğru bir adım daha attı ve uçurumun eteğine çarpan dalgadan yükselen su damlaları tenime sertçe çarptı. Başımı sallamakla yetindim. Onunla savaşıyordum, bunu ondan hiç saklamamıştım ki. Sakladıklarım başka şeylerdi. “Kafanın içinde sana çok benzeyen biri mi var?”
“Evet,” dedim solgun bir sesle.
“Bana anlatabilirsin.”
Bir an duraksayıp kaşlarımı kaldırarak ona doğru baktım. Sakin mavi gözler bu kez tehlikeyi değil güveni aşılıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra dalgaların uçurumun eteğine çarparken çıkardığı sese kulak kesilerek, “Terapi yapabiliriz yani?” diye sordum. “Ben senin hastan değilim.”
“Bana hasta olduğunu ne zaman kabul edeceksin?” diye sordu muzip bir sesle, bu sorunun esas nedeni beni girdiğim sessizlik çukurundan çıkarmak istemesindendi, kafamı dağıtmak için uğraşıp durmasına şaşırsam da sanırım bu duruma alışmaya başlamıştım.
“Sana hasta olmamı isterdin ama değilim,” diye yalan söyledim, yalan olduğunu muhtemelen gördü ama yine de hakkında uzun uzadıya konuşmayı seçmedi, bunun yerine sessizliğin her yanıma dağılmasına izin verdi. Sessizliği bölmek adına, “Gerçekten varmış gibi hissediyorum,” dedim. “Senin bana koyduğun ismi kimliği olarak kabul etti ve sanki o ismin sahibiymiş gibi davranıyor. Ben Mahinev’im, o Medusa.” Dalgın bakışlarımı derinliğine bakarak bile boğuluyormuş gibi hissettiğim denize indirdim. “Ne düşünürsem tam tersini düşünüp savunuyor, bazen düşüncelerimle dalga geçiyor, bazen beni parçalamak istiyor ama hiçbir zaman bana destek olmuyor. Sanki en büyük düşmanım kafamın içinde yaşıyor.”
“Benim için Medusa sensin,” dedi, bir şey söylemeden gözlerimi ona çevirip yüzüne bir süre baktıktan sonra başımı iki yana sallayarak tekrar önüme döndüm.
“Mustafa canını sıkacak şeyler mi söyledi?” diye sordu, sesi sakindi, bu yüzden bir gerilim çıkmayacağını düşünerek rahatladım ama Mustafa Baba’nın kelimeleri yeniden zihnime süzülerek Medusa’nın yılandan saçlarının arasından dikkatle beni süzmeye başlamasına neden oldu. Bu kez zehir dilli ikizim de afallamıştı, bana ne söylerse söylesin, söyledikleri ruhumdan büyük parçalar koparacaktı ama bu kez onun da ruhundan parçalar kopacakmış gibi tedirgin olduğu için sustu. Sanki bazı kelimeler benim canımı yaktığından daha çok onun canını yakmıştı.
“Hayır,” diye fısıldadım. “Sadece dikkatli olmamı istedi.”
Dalga bir defa daha uçurumun eteklerine sertçe çarptı, saatin ibresi hızla geriye doğru dönmeye başladı ve ateşin çatırtıları ilk duyduğum andaki tazeliğiyle zihnimi doldurdu. Mustafa Baba’nın bakışları yeniden yüzümdeydi, yeniden o divanın ucunda oturuyordum, yeniden kalbim korku kapanına kısılmış, şiddet ve acıyla kasılıyordu, yeniden Efken verandada durmuş telefonda biriyle görüşüyordu. Mustafa Baba’nın gölgesi ateşin hareketleriyle dalgalanıyor, bazen o kadar yükseliyordu ki tüm tavan onun gölgesine boyanıyordu.
“Seni üzmek istemedim,” dedi gözleri üzerimdeyken. Kirpiklerimin arasından onu takip eden bakışlarıma yerleşen hüznü kovmak için çabalıyordum ama sanırım çabalarım ilk kez boşa gidiyordu. İlk defa duygularımı yüzümün üzerindeki mermerden ifadesizliğin altına gömemiyordum. “Üstelik Asreman Yırtığı bu kadar genişlemişken, yapman gereken duygusal kararlar vermek değil, dövüşmeyi öğrenmek olmalı.”
Asreman Yırtığı… Bu içimi sıkıntılı bir tanıdıklıkla dolduran iki kelime bana elmasın fısıldadıklarını yeniden hatırlattı ve kalbimin sıkıştığını hissettim.
“Yüzlerce yıllık mühür kırıldı,” dedi. “Güneş ile ay yan yana geldi, birbirlerine dokundu, tılsımlar parçalandı ve mühür ortadan ikiye ayrıldı. Bu yakaya yasaklanan her şey buraya girebilmenin bir yolunu bulabilecek. Üstelik öyle büyük bir enerji bıraktınız ki göğe, elbet bu enerji bazı mahlukatların dikkatini çekecek ve yırtıktan içeri sızacaklar.”
Düşman… Birden gözlerine öyle bir derinlikle baktım ki, “Çoktan biri içeri sızdı, değil mi?” diye sordu Mustafa Baba buz gibi bir sesle.
“Onu gördüm,” diye fısıldadım. “Depremin olduğu gece bunu yapan oydu, biliyorum. Gökyüzünden geldi. Buna eminim.”
“Depremin doğal yollardan olmadığına emindim.” Şarap testisini yerden alıp testideki yansımasına uzun uzun baktı. “Güneyden gelen kız ne kadar hakim?” Bu soruda saklanan kimliğin Crystal’e ait olduğunu anladığım için kaşlarımı kaldırdım. Onu da biliyordu. Her şeyi biliyor muydu? “Sana bir şeyler öğretirse iyi olur. En basitinden vücudundaki direnci arttırmak bile seni hazır kılar, vücudun ne kadar güçlü olursa savaşmaya o kadar yatkın hâle gelirsin, çevik bir vücudun içinde saklanan güç daha kolay açığa çıkacaktır.”
“Crystal’i bir erkekle dövüşürken görmüştüm,” dedim. “Ormandaydı. Beni korumaya çalışıyordu.”
“Bir erkekle mi? Nasıl bir erkekle?”
“Gümüş rengi saçları olan genç bir erkekti. Her neyse, enerji dedin. Ne enerjisinden bahsediyorsun? Bu enerjiyi Efken ve ben mi sağladık?”
“Evet,” dedi dalgın gözlerle testideki yansımasına bakarken. “Bana o genç erkeği anlatabilir misin?”
“Crystal, yani bahsettiğin kız ona saldırdığında genç erkeğin gözlerinden…” Kaşlarım çatıldı ve Efken’in de gözlerinden sızan ışıkları hatırlayıp yutkundum. “Işıklar çağladı.”
“Güneyden gelen kıza da bakın siz,” dedi dudaklarında hafif bir tebessümle. “Yeterince açılmış. Sana da yardımı olacaktır.” Gözleri cama doğru kaydı. “Eminim Efken’in de bir sonraki planı seni kendini savunabilir hâle getirmek.”
Yutkunup, “O genç erkekle ilgili ne biliyorsun?” diye sordum.
“Benim gibi olduğunu biliyorum,” dediğinde, Mustafa Baba’nın gözlerinden sarıya yakın solgun bir ışık süzüldü ve o an, kalbimin duracağını sandığım andı. Nefesim kesildi, dudaklarım bir şeyler söylemek için aralanacak gibi oldu ama bu ışıltı çok kısa sürdü, zayıflayıp tamamen sönerek gözlerinin gerisinde kayboldu. Dudaklarına ihtiyar bir gülümseme bulaştı. “Hepsi bu kadar işte,” diye fısıldadı şefkatle.
Saatin ibresi bir ok gibi hızla fırlayıp, rakamların sayıya evrildiği o yokuştan hızla tırmanıp dönmeye başladı. Ateşin çatırtıları zihnimden silindi, yerini dalgaların kuvvetli sesi aldı, Efken’in kokusunu soludum, denizin tuzuna karışan tarçının kokusu genzimde soğukla beraber ilerledi ve ürpererek kendime daha sıkı sarıldım.
“Hiç kendin gibi davranmıyorsun,” dedi dikkatli buz yarığına sahip gözleriyle beni süzerken. “Bana anlatmadığın bir şey mi var yılan?”
“Herkesin anlatmadığı şeyler vardır Yıkım Getiren,” diye mırıldandım. “Üşüdüm. Artık eve gidebilir miyiz?”
Bir süre sessizce bana baktı. Beni zorlar, tehditler savurur ve dilimin altına gizlediğim sırları almak için benimle savaşır sandım ama bu olmadı. Kabullendi. Neyi ya da neden kabullendi bilmiyordum ama içimde büyüyen o koca kara delik daha da genişleyip her duyguyu ve düşünceyi içine yuttuğu için kendimi ona bile veremedim.
Yolda sessizdik, hafif bir post-rock parçanın durgunlaştırdığı arabanın içinde cama doğru sokulmuş, altımızda akıp giden yolu ve bir kaybolup bir yeniden var olan kalabalık ağaç topluluğunu izliyordum. Metrelerce aralık bırakarak seyrek bir şekilde yol kenarına yerleştirilen sokak lambalarının güçlü turuncu ışığı bile karanlığı yarmaya yetmiyordu çünkü etraf zifir rengindeydi. Gökyüzünde ne buzdan yıldızlar vardı ne de donmuş ay. Hiçbiri yoktu. Sanki gökyüzü tüm güzelliklerinin üzerine bir perde çekmiş ama Efken’i yeryüzünde unutmuştu. Efken’in gök rengi gözlerine bakmak için bakışlarımı ona çevirmemle onun bakışlarının da beni kavraması bir oldu.
“Ulaş sana ok kullanmayı öğretecek,” dedi ve irkildim, Mustafa Baba’nın söylediklerini hatırladım, sanki bir kâhin gibi Efken’in bir sonraki adımını tahmin etmiş, hatta bilmişti. “İbrahim tam bir salak olabilir ama çok iyi bıçak kullanır. Ceyhun Kızıl Yaka ordusunda görev yapmıştı, çok değil altı ay kadar görevde kaldı ama nasıl tuzak kurulacağını, pusuya nasıl yatırılacağını, nasıl görünmeden saklanabileceğini yani kamuflaj sanatını çok iyi bilir. Onlar da sana bir şeyler öğretecekler.” Sessizce onu dinliyordum. “Crystal sana olduğun şeyle ilgili bilgiler verecek, ona bir mesaj bıraktım ve beni şaşırtmadı, doğrudan kabul etti.”
Başımı salladığımı gördü. Onayımı aldığı için yeniden konuştu.
“Ben sana dövüşmeyi ve silah kullanmayı öğreteceğim.”
Bir an için aramızda uzayan o sessizliğin sebebini ben bile anlayamadım. Silah kullanmayı ve dövüşmeyi öğretecekti. Bana…
Gözlerimi hızla ellerime indirip temiz parmaklarıma baktım. Gabriel’i düşündüm, bu parmakların altında ilerleyen kanı düşündüm, zehrimi düşündüm, bir gün bu parmakların altında dolaşan zehirden fazlasının geleceğini biliyordum, bir gün parmak boğumlarım kan ile dolacaktı.
“Tamam,” diye fısıldadım, kabullenmiş olmam onu duraksatsa da cevap vermedi ve arabayı karanlığa doğru sürdü. Gittiğimiz karanlığın şu an içinden geçtiğimiz karanlıktan daha koyu olduğunu biliyordum. O karanlıktan bir daha hiç çıkamama ihtimalim olduğunu da biliyordum.
Eve gelip sıcak bir duş aldığımda görüntüler artık daha sakindi, hareketini yitirmiş ve donuk bir fotoğraf karesine dönüşerek aklıma ait duvarlardan birine sivri bir iğneyle tutturulmuştu. Islak saçlarımı parmaklarımla tarayarak şekillendirdim ve üzerime bordo, tek omzu düşük bir kazak ile kısa bir şort giyerek mutfağa geçtim. Saçlarım ıslak olduğu için ağırlık yaparak omzuma düşüyor, açık olan omzumu ıslatıyordu. Ev sessizdi, Yaren’in Ceyhun ve Sezgi’nin evinde kaldığını hatırlayınca bu sessizliğin nedenini kavrayabildim. Mustafa Baba’nın gözlerinden taşan viski rengi solgun ışığı unutmaya çalışsam da olmadı. Aynı ışık Efken’in gözlerinde daha şiddetli ve mavi-gümüştü, o genç erkeğin gözlerinde tamamen gümüştü ve Mustafa Baba’nın gözlerindeyse solgun, ölü bir sarı rengindeydi; o kadar da kuvvetli durmuyordu.
Bu konuyu Efken’e açacaktım, bunu bilmesi gerekiyordu, belki kendisi de gözlerindeki sırrı bu şekilde çözebilirdi. Öte yandan kalbim her bir atışından sonra bana bildiğim bir sırrı hatırlatmak istiyor gibi tekliyordu. O kurdun arabanın ön camından bize diktiği gümüş rengi gözlerini anımsayınca dolaptan çıkardığım viski kadehini tezgâhın üzerine koyup avuç içlerimi mutfak tezgâhına yaslayarak karşımdaki mermere düşen yansımamı izledim.
O koca cüsseli kurdun gözleri genç erkeğin gözlerinin hemen hemen bir kopyası gibiydi. Genç erkeğin tuhaf konuşmaları hafızamdan bir geçit açarak zihnime akmaya başladığında gözlerimi kristal kadehe indirerek yutkundum. Olabilir miydi?
Mümkün müydü?
O kurt, o genç erkek olabilir miydi?
O genç erkek, bir Gümüş Pençe olabilir miydi?
Ama öyleyse, Mustafa Baba ve Efken’in de öyle olması gerekmez miydi? Mustafa Baba atletik görünen çevik bedenine rağmen epey yaşlıydı, bedeni bir Gümüş Pençe için uygun muydu? Olamazdı. Crystal’in sesinden dökülen kelimeler hızla bana doğru akın etse de bunu reddettim.
İhtimaller yığılarak içimi ateşe verse de bir yerde aklım bunu reddediyordu. Eleği düşündüm. Kan Yemini’nin zihnime tutturduğu o elek beni bu düşünceden uzaklaştırmaya çalışıyor olabilir miydi?
Düşüncelerim aklıma tutunamadı ve kafam birden allak bullak oldu. Burnumdan aldığım sert soluklar alnımı yaktığında buzdolabının kapağını sertçe açıp yarıya inmiş viski şişesini aldım ve kapağını hızla açıp kristal kadehi yarısına kadar içkiyle doldurdum. Şişeyi buzdolabına koymak yerine tezgâhın üzerinde bırakarak kadehi elime aldım ve mutfak penceresine doğru yürüdüm.
Perdenin altına girip camdan dışarıyı izlemeye başladığımda Kar Ormanı’na sinen o karanlık ıssızlık derimin altında zehir gibi dolanan bir duyguyu tetikliyordu. Ağaçların kalabalığı arasında beni izleyen gümüş kurdu hatırladım, o kurt gözlerini bize diken kurttu, emindim; cüssesi bile aynıydı. Öte yandan o genç erkek de o ormanda karşıma çıkmış eski, yırtık pırtık bir pantolonun içinde tuhaf konuşan ama beni tanıyor gibi davranan bir yabancıydı.
Crystal’in onun üzerine atmaca gibi atıldığı anlar dün gibi gözümün önünde tüm tazeliğiyle yerini muhafaza ediyordu.
Dalgın gözlerle o kalabalık ağaç topluluğunun ormanı saran büyülü görüntüsünü izledim. O kör karanlığın içine çökmüş beyazlığı öyle uzun süre izledim ki sonunda gözlerimi oraya saplanmış bir bıçak gibi kan içinde geri çektiğimde, düşünceler de kafamın içinde yavaşça dağılmaya başlamıştı. Viskiden bir yudum aldığımda, düşüncelerimi asıp değerlendirdiğim duvara yasladığı zarif sırtını duvardan ayıran Medusa, zihnime ait odalardan birinin kapısını açtı ve içeri girdi. Sessizdi. Sessizliğini koruyarak odanın içinde yavaşça ilerledi, çekmeceleri karıştırmaya ve o çekmecelere saklanmış anıların her birini eline alıp omzunun üzerinden arkaya doğru atmaya başladı. Her attığı anı bir diğer anının üzerine biniyor ve arkasında anılardan bir dağ oluşmaya başlıyordu. Yılan dili sessizdi, sadece anıları arkasında biriktiriyor, sanki bana saklanan bir hatırayı hatırlatmak için çabalıyordu. Viskinin yakıcı tadı önce kulaklarımı etkisi altına aldı ve sıcaklığını kulağımın içinde hissettim. Sonra boğazım yandı, soluk borumdan akıp giden ateş gibi sıvı göğsümü doldurup ateşe verene kadar ikinci yudumu almadım.
Efken’in mutfağa girdiğini hissettim. Hiçbir şey söylemeden ağır adımlarla bana doğru yaklaştı ve perdeyi kaldırıp çekti. Omzumun üzerinden ona bakarken ne kadar dalgın olduğum çehreme sinmiş dikkatsizlikten okunuyor olmalıydı. Okudu ve derin bir nefes alarak bu defa dikkatli gözlerini elimde tuttuğum içki kadehine indirdi. Kristal kadehin üzerinde kıpırdayan ışık yansımalarının sebebi sonunda bulutların arkasından çıkarak parlamaya başlayan buzdan aydı.
“Eğer hâlâ o düşmanı düşünüyorsan düşünme.”
“Düşünüyorum,” dedim. “Ama düşündüklerim sadece bunlar değil.”
“Başka?” diye sordu, sesi yine soğuktu, sanki içinde bir duvar vardı ve o duvarı aşıp yanıma gelemiyordu. Ben de o duvarın arkasına geçip onun yanına gidemiyordum. O duvarın iki yüzünde durmuş birbirimizi göremesek de duyarak öylece bekliyorduk.
“Gabriel’i düşünüyordum,” dedim. “Ona yaptığım şeyi…”
“Ona bir şey yapmadın.” Elimdeki kadehi aldı ve içinde kalan içkiyi kafasına dikip, başını omzuna yatırarak bana baktı. “İçki içtiğinde böyle dökülür müsün?”
“Sadece birkaç yudum almıştım,” dedim yorgun bir sesle. Tekrar cama doğru döndüğümde Efken çenesini omzuma bastırdı ve bu hareketi kalbimin çığlık çığlığa bağırmasına neden oldu.
“Bana o adamı bulduğunu söylemediğin için, bunu benden sakladığın için sana neler yapmak istiyorum bir bilsen,” dedi, sesinde tehdit yoktu, sadece sitem vardı. Sanki bu durum onu kendisinin bile beklemediği şekilde derinden üzmüştü. “Neden benden sakladın?”
“Bazen bazı şeyleri saklarız çünkü kendimizi değil başkalarını korumak isteriz,” dediğimde birden geri çekildi ve panikleyerek ona doğru döndüm. “Hayır Efken, onu korumaya çalışmıyordum. Korumaya çalıştığım sendin.”
Çatık kaşlarının altındaki suçlayıcı çelik gözlerini gözlerimden çekmeden başını eğerek yüzümü izliyordu. Kristal kadehi elinden aldım, içinde hiç içki kalmadığı için pencerenin kenarındaki pervaza kadehi bırakıp yeniden ona doğru döndüm. Geri çekildi, tam benden uzaklaşacaktı ki onu bileğinden yakalayıp önüne geçerek tam karşısında durdum. Bunu yaptığımda gözlerimin içine bakmaya devam etti. Kızgın görünüyordu ama bağırmıyordu. Kırgın görünüyordu ama konuşmuyordu. Yıkmak istiyor gibi baksa da sanki kendi içine yıkılan oydu ve beni kendi enkazından uzak tutmaya çalışıyordu. Gözlerini gözlerimden çekmeden elini eşofmanının cebine attı, cebinden sigara tabakasını çıkarıp gümüş renkli tabakayı kaldırdı, içinden bir sigara çıkardı.
“Ateşi versene,” dedi sigarayı dudaklarının arasına sabitlemeden hemen öncesinde.
Başımı sallayıp önünden çekilerek tezgâha doğru gittim, tezgâhın kenarında duran lacivert çakmağı alıp ona döndüğümde olduğu yerde durmuş bana bakıyordu. Çakmakla önüne geldim, o bana bakarken elimi kaldırıp parmağımla çakmağın taşını ittim ve alev, rüzgârı anımsatan bir ses ile beraber aramızda fırlayarak yandı. Başını yavaşça eğdi, gözleri gözlerimdeydi, sigarasının ucunu benim yaktığım ateş ile tutuşturup bir süre gözlerimin içine bakarak öylece bekledi, sonra geri çekildi ve sigarayı parmaklarının arasına alıp dumanı yüzüme doğru üfledi.
Bakışları o kadar derindi ki sanki bir kuyuydu ve ben tek bir yanlış adım sonucunda o kuyunun en dibini boylamıştım.
Bu gözlere nasıl hayır denirdi, bilmiyordum.
Yutkunduğunda gırtlağı kalkıp indi. “Sorun benden bir şey saklaman bile değil, onu saklaman,” dedi, birden bu cümle diklemesine kalbime girip kalbimi parçalayarak çıktı ve kalbimin etrafından dışarı çıkmış dikenler gibi kan içinde parladı. “O adamı benden sakladın Medusa. Sanki aranızdaki o eşsiz bağ onu her şeyden korumana neden olacakmış gibi sakladın. Şimdi karşımda durup onu saklamanın sebebinin beni korumaya çalışmak olduğunu söylüyorsun. Neden? Kim bu adam? Tanrı mı?”
“Seni korumaya çalışıyorum derken kastettiğim bu değildi. Yani o adam güçlü ya da başka bir şey diye değildi.” Bana beni anlamaya çalışıyor gibi baksa da yüzünde öfkenin fırça darbeleri vardı. “Seni korumaya çalışıyorum çünkü o adamı öldürürsen kaybolup giderim, bir daha burada olamam ve başına açtığım her şeyle sen ilgilenmek zorunda kalırsın. Yalnız başına.” Bir an kaşlarını kaldırdı, yalanım dilimi ağrıttı, kalbim parçalanıyordu. İçimde büyüyen o hisle, “Seni korumak istedim çünkü seninle kalmak istedim,” dedim kendimi tutamayarak. İşte bu yalan değildi, bu en saf gerçekti ve doğrudan ona söylenmişti.
“Bana bunu yapma,” derken başını öfkeyle iki yana salladı. “Bana bu gözlerle bakıp bunları söyleme.” Yanlış bir şey mi yaptığımı düşündüğüm sırada birden çenemi kavrayıp büzdüğü dudaklarımı ağzının içine alarak sertçe emmeye, beni ihtirasla öpmeye başladı. “Beni,” dedi dudakları dudaklarımda kaybolurken, “böyle çıldırtıp sonra da bir çocuğu sakinleştiriyor gibi birdenbire sakinleştirme.”
Sigarayı tutan elini de yüzüme koyunca sigaranın ucundaki alevin sıcaklığını derimde hissettim. Dikkatle tutuyordu yüzümü, yanmama engel olsa da dumanın kokusu ciğerlerimi deşiyordu. Beni öyle sert öpüyordu ki ayağımın altındaki yerin kayıp gittiğini hissetmeye başlamıştım.
“Söyleyeceksin bana onun kim olduğunu,” diye inledi ve dişlerini alt dudağıma geçirip ayağımdaki prangaların sıkılaşmasına neden olacak bir tutkuyla dudağımı ısırdı. “Onu öldürmeden hayatta tutarak da doğduğuna bin pişman edebilirim. Ona öyle şeyler yaparım ki…” Dili ağzımın içine girip çıktı. Bedenimi geriye doğru iterek beni yürütmeye başladı. Kalçam arkamızda kalan masaya çarptığında durmak zorunda kaldık. “Ölmek için yalvarır ama yaşatırım onu. Ölmeyi dilene dilene yaşar. Ölmek için yalvararak yaşar. Nasıl seninle bağ kurabilir, nasıl?”
Hırıltılı nefeslerini dinlerken başım dönüyor, dudaklarıma yaptığı saldırılara verdiğim karşılıklar bile ona az geliyordu. Bir süre sonra o kadar çok duyguyla doldum ki ona karşılık bile verememeye başladım. Elindeki sigara yere düşüp yuvarlanmaya başlamıştı.
“Medusa, onun kim olduğunu söyle,” diye inledi, dudaklarını dudaklarıma iyice yasladı ve beni birden kucaklayıp masaya oturttu. Aklım başımdan kayıp giderken bile ona direnmek için uğraştım.
Zihnimde anılardan bir yığın yapan Medusa durmuş, omuzları düşmüş bir şekilde yarattığı yığına bakmaya başlamıştı. Benimle savaşacak gücü yoktu, benim de onunla savaşacak gücüm yoktu. Şu an Efken ile savaşıyordum.
Hâlâ elimde tuttuğum çakmak yere düştü ve ellerimi kaldırıp Efken’in gece siyahı saçlarını kavradım. “Olmaz,” dedim. “Seni tehlikeye atmayacağım.”
“Saçma sapan konuşma,” diye hırladı, “tehlikeymiş. Tehlike benim. Söyle.” Dudaklarımı tekrar ısırınca az daha inleyecektim, tırnaklarımı saçlarının derisine sapladım.
“Onun adını bile bilmiyorum,” dedim içim acıyarak. Bu onu hırlattı ve beni daha sert öptü. Onu korumak zorundaydım, onu kendi ettiği yeminden korumalıydım. Parmaklarını bacaklarımın üst kısmına bastırınca şort biraz daha yukarı sıyrıldı ve derimin altına girecek gibi beyazlayan parmak boğumlarının altında vuran nabzı hissettim. İçimi yakan duygularla ona daha sıkı tutunup dudaklarımı dudaklarına yaslayarak bu kez ben onu öpmeye başladım. Bu defa amatör değildim, onu öperek onu nasıl öpmem gerektiğini öğrenmiştim. Bu onu inletti, aklı başından uçup gitmiş gibi elini kazağımın eteklerine götürdüğünde kalbim gümbürtüyle çarptı ama onu durdurmak istemedim bile.
“Efken,” diye inledim ve bu onu çıldırtmış gibi parmaklarını kazağın içine sokarak karnımın çıplak derisine bastırdı. Dokunuşu yüzünden yanmaya başlayan bedenimin içinde zor tuttuğum aklımı korumak için onu öpüşümü yavaşlatmak zorunda kaldım. “Efken, sana söylemem gereken bir şey var.”
“Siktir et,” dedi dudaklarını dudaklarıma daha sert bastırarak. “Seni istiyorum.”
Bu kadar açık bir şekilde söylemesi göğsümün altındaki kalbin ileri doğru abanarak göğsümü dışarı doğru germesine neden oldu. Mutfağın penceresine yansıyan far ışıklarıyla dikkatim parçalanırken Efken de o ışıkları fark etmiş gibi elini karnımdan çekmeden dudaklarını dudaklarımdan uzağa götürdü ve nefes nefese, “Siktiğimin çocukları,” diye inledi. “Şimdi zamanı mıydı?”
“Kim?” diye sordum nefes nefese, dudaklarımın şiştiğini hissedebiliyordum, acıyorlardı.
“Ulaş ve İbrahim’dir,” dedi Efken sertçe yutkunarak. “Bir çalışma planı hazırlayacaklar senin için.” Gözlerini gözlerime mıhladığında aramızdaki elektriğin hâlâ çatırdadığını hissedebiliyordum, o da hissediyordu, gözleri tutkuyla yükselmiş bir deniz gibi kapkaraydı.
“Bu kadar erken mi?” diye sordum, gözleri tüm günün aksine daha sıcak bakıyordu ama yine de buzlar da oradaydı, ondan bir şeyler saklamamdan çok, ondan o insanı saklamama öfkeliydi. Bilmediği bir şey vardı, aynaya baksa o insanı zaten görebilirdi.
“Erken,” dedi Efken. “Şu turuncu takımlı herifin olayını İbrahim’e açmalıyız. Ayrıca… Crystal ile olan olayını da anlatmamız lazım. En azından ona deli diyenler bu konuyla ilgili zırvaladığında onu ciddiye almaz ama yanımızda bir şeylerin bilincinde biri olmuş olur.”
“İbrahim’in anlattığı hikâyeyi hatırlıyor musun?”
Efken benden uzaklaşırken kısa bir an için düşündü, daha sonra, “Evet,” dedi, bana beklentiyle baksa da başka hiçbir şey söylemedim. “Neden sordun?”
Kazağımı aşağı doğru çekerken, “O da Marlardan bahsediyordu,” dedim. “Anlattığı hikâyede.” Efken bir süre sustu, daha sonra o elek onu durduruyormuş gibi derin bir nefes aldı ve yerdeki sigarayı söndürüp mutfağın çıkışına yöneldi. Kafamızın içinde her ne varsa, bizi gerçekten durdurduğunu o an daha net anladım. Bir şey düşünmeme engel oluyor gibi kafamı zonklatıyordu ama ben Efken ile diğerlerinden daha iyi durumdaydım. Yemini ben başlattığım için böyle oluyor olmalıydı.
“Anlaman değil, hatırlaman lazım,” dedi zehir dilli kadın, haklı olduğunu bilen tarafım bunu reddetmek istedi.
Ulaş ile İbrahim eve sessizliği ve soğuğu beraberlerinde taşıyarak girdiler. Efken lambaderin ipini çektiğinde salon aydınlıkla kuşatıldı. Ulaş’ın bakışları evin duvarlarında dolanırken İbrahim üstündeki montun fermuarını indiriyordu. Yaren’in burada olmadığını bildiği kesindi, yine de gözleri kısa süreliğine onu aramıştı.
Efken bar dolabına doğru ilerledi, dolabın kapağını açarken Ulaş ve İbrahim yan yana oturmuşlar, gergin bir şekilde Efken’i izlemeye başlamışlardı. Efken’in her hareketi yavaş ve dikkatliydi ve bu ortamdaki gerginliğin artmasına neden oldu. Efken kristal ve alt kısma doğru kalınlaşan bir viski şişesini çıkarıp şişenin ağzını kapatan kristal topu kaldırdı, kristal kadehlere viski doldurmaya başladığında kapısız girişte durmuş içeriyi izliyordum.
Sonunda İbrahim, “Neden birdenbire buna karar verdin?” diye sordu yavaşça. “Yine bir şeyden mi şüpheleniyorsun ya da saldırıya mı uğradın?”
“Hayır.” Efken ölü gibi bir yüzle onlara doğru döndü, eline aldığı iki kadehi götürüp onlara uzatırken, “Ama ben her an tehdit altındayım, bunu unutma,” dedi, sesi ifadesizdi.
“Her an tehdit altındasın ama kızı korumayı şimdi mi akıl ediyorsun?” diye sordu Ulaş tek kaşını kaldırarak. Kahverengi dağınık saçları ve sarı gibi parlayan kehribar gözleriyle yakışıklı bir görüntüye sahip olsa da Efken’in yanında pek şansı olduğunu söyleyemezdim. Efken gözlerini keskin bir virajla Ulaş’a saplayınca Ulaş dudaklarını birbirine bastırdı.
İbrahim, tapınakta yaşananların daha büyük bir kaosun ilk adımları olduğunu anlamış gibi bir süre elinde kadehle yerdeki boşluğa baktıktan sonra, “Yine anlatmayacak, boşa zorlama,” dedi Ulaş’a.
“Ok ve yay konusunda iyisin, sanırım iyi olduğun tek alan buydu,” dedi Efken kemik gibi bir sesle. “Umarım iyi olduğun bu şeyi öğretmekte de iyisindir.”
“Elimden geleni yaparım ama kıza sadece bunları öğreterek onu karanlık işlerinden koruyabileceğini sanıyorsan-”
“Onu kendi karanlığımdan ben korurum, benim onu korumak istediğim karanlık ona ait olan karanlık,” dedi Efken sertçe, Ulaş bu cevapla beraber afallayarak Efken’e bakakaldı. Oturduğu için kafasını kaldırıyordu, Efken ise kafasını indirme zahmetine bile girmeden sadece gözlerini aşağı doğru bir namlu gibi doğrultarak konuşuyordu. “Sorgusuz dediklerimi yapacaksanız içkilerinizi için ve plan yapalım ama hayır, burnumu sokacağım diyorsanız, içkilerinizi içtikten sonra evden ayrılabilirsiniz.” Efken bileğindeki siyah kayışlı saati düzelttikten sonra bar dolabının önüne gitti ve dolabın üzerine koyduğu bir diğer kadehi içkiyle doldurup tekrar arkadaşlarına doğru döndü. Kadehiyle onları işaret etti ve “Seçim sizin beyler,” dedi.
“Söylediğin her şeyi her zaman seni sorgulamadan yaptım. O yüzden açıkçası bu durum da pek umurumda değil. Dediğini yapar, ödememi alırım,” dedi Ulaş omuz silkerek. “Ödeme nedir biliyorsundur umarım, mekânımın sözleşmesinin son tarihi doluyor ve karşı taraf sözleşmeyi uzatmama konusunda kararlı.”
“Olmuş bil,” dedi Efken alayla, ardından kadehini Ulaş’a doğru kaldırdı. “Her zaman çok kolay bir yavşak olmak zorunda mısın?”
“Beni satın alması son derece kolay kardeşim,” dedi Ulaş, tıpkı Efken gibi kadehini havaya kaldırarak. “O hâlde kıza ok ve yayın anasını ağlatmayı öğreteceğim.”
“Kız değil, benim bir ismim var. Mahinev,” diye terslendiğimde Ulaş kaşlarını kaldırarak önüne baktı, gözleri bana dokunmadı. “Burada ben de varım, ben yokmuşum gibi benden bahsetmeniz çok saçma. Saygısızca.” Efken’e doğru döndüm. “Sordun mu hiç ben bu hödükten ders almak istiyor muyum?”
Efken dudağının kenarında tehditkâr bir tebessümle, “Başka şansın var mı?” diye sordu.
“Var,” dedim üzerine basa basa. “Suratının ortasına sağlam bir yumruk atıp kendi başımın çaresine kendim de bakabileceğimi sana gösterdikten sonra bu iki hıyarı da sana yapacağım gibi yumruklamak.”
“İnanır mısın şu an ayağa kalkıp alkış kıyamet seni desteklemek istiyorum, ne güzel dedin ya,” dedi İbrahim. “Kıza geldiğinden beri yılan çıyan isimleri mi koymadınız, o bu şu muamelesi mi yapmadınız? Yeter gerçekten. Tamam, evet kendisinde biraz Ferhunde’lik yok diyemem, var, fakat durmadan da yılan ismiyle çağırmanız hiç hoş değil gerçekten Efken Bey.”
Ne kadar Efken’e karşı koyup diğerlerine uyuz uyuz baksam da Efken’in belirlediği saatlerde yapılan çalışma planının işe yarayacağını düşünüyordum. Ulaş bana ok atmayı, daha doğrusu doğru yere nişan almayı öğretecekti ve İbrahim de kılıç benzeri kesici aletlerde oldukça iyiydi, hatta gecenin ortalarına doğru mutfağa gidip çekmecedeki doğrama bıçaklarıyla bir gösteri bile yapmaya kalkıştı ama Efken’den dayak yiyince küsüp gösterisini yarım bıraktı.
Sezgi ile Ceyhun’un evin ortasına yıldırım gibi düşmesi bu gece beklenen son şeydi. Yaren de sırtında kurs çantasıyla onların arkasından eve girmişti. Sezgi öfkeli görünüyordu, Yaren bu öfkenin farkında gibi kapıda bana kaş göz yaptıktan sonra karanlık holde kaybolarak odasına gitti. Ceyhun ise kendi kabuğuna çekilmiş gibiydi, hiçbir şey söylemiyor, sadece boşluğa bakıyordu ama Sezgi bu sessizlik yüzünden daha da dolmuş olmalıydı.
“Samuel benim kuzenim,” dedi ölümcül bir sessizliğin hemen ardından öfkeyle yanan gözlerini Ceyhun’a dikerek. “Böyle sessiz kalarak bana bunu kabul ettiremezsin.”
“İster et ister etme,” dedi Ceyhun ters bir sesle. “Samuel ile kan bağın falan yok.”
Hissettiğim şok duygusuyla Efken’e bakakaldım, Efken keskin siyah kaşlarını kaldırmış ikisine bakarken içkisinden bir yudum daha aldı ama yorum yapmadı. Ulaş ile İbrahim ne olduğunu kavramaya çalışıyor gibi ikisine bakıyordu.
“Kan bağım falan yok mu? Sen kendinde bu haddi nasıl bulursun da ikimizin DNA’larını teste gönderirsin?”
“Haddi nasıl mı bulurum? Sen benim sevgilimsin. Oldukça uzun zamandır. O ise birdenbire kuzenin olduğunu iddia ederek ortaya çıkan bir yabancı. Hem de senin aklını saçma sapan şeylerle dolduran bir yabancı. Gördüğün kâbusların tamamı o sikik herifin seni inandırdığı hurafeler yüzünden.”
Kan bağları yoktu demek. Bir an yeniden Efken ile göz göze geldik, gözlerini yavaşça yumup geri açtı ve gür kirpiklerinin altına gizlediği bakışların anlamını çözdüm. Karışmamam konusunda küçük bir uyarı alıyordum. Bu uyarıya sadık kalmaya karar verdim.
“Kimse beni hiçbir şeye inandırmıyor! Mahinev de buna şahit!” diye bağırdı Sezgi şiddetle. Bir an için Ceyhun duraksadı, bakışları bana döndü ve göz göze geldik. Sezgi ise gözlerini Ceyhun’a dikmiş Ceyhun’a öfkeyle bakıyordu.
“O gün olan deprem senin aklını karıştırdı,” dedi Ceyhun bakışlarını usulca Sezgi’ye çevirerek. “Kendine gel artık Sezgi. O ruh hastasının seni zehirlemesine göz yummayacağım.”
“Sen ne biliyorsun ki? Beni örseleyip durmaktan vazgeçip gerçekten kulak vererek dinlesen belki anlardın! Samuel’i benden uzak tutamazsın!”
“Tutarım!” diye bağırdı Ceyhun, İbrahim ile Ulaş birbirlerine komik bir bakış attılar ama gülemedim. “Sen benim sevgilimsin, o ise senin duygularınla oynayan, seninle hiçbir kan bağı olmayan bir sahtekâr. Onunla bir daha görüşmene izin veremem!”
“Başka kimsem yok, anlamıyor musun?”
“Ben neyim Sezgi? Ben senin için hiç kimse miyim? Neyim ben?” Ceyhun bunu yalvarır gibi sormuştu, içimdeki acıyı örtbas edemeden ona bakakaldım. Ellerini iki yana açıp sitemle, “Ne istediğini anlamıyorum, her zaman yanındayım, seni anlamadığım zamanlarda bile en çok ben anlayabileyim diye beynimi parçalarken bile hep yanındayım. Neden kan bağın bile olmayan, sana yalan söylemiş birini hayatımızda istiyorsun Sezgi? Seni kandırdı diyorum!”
“Sen benim her şeyimsin ama beni dinlemiyorsun bile Ceyhun,” dedi Sezgi, öfkesi alçalmış bir deniz gibiydi, kıyıya vuran dalgaları bile güçsüzdü, bir anda sakinleşmeyi seçmiş, öylece durulmuştu. Ceyhun ellerini saçlarına götürüp parmaklarını saçlarının arasından geçirerek sabır dileniyormuş gibi iç çekti. Sezgi artık öylesine sessizdi ki, kelimeler ruhunu bile terk etmiş gibiydi.
“Sezgi ben neyi dinleyeyim? Sen karşıma geçip bana…” Etrafına baktı, dişlerini sıkarak sustu ve o kelimeyi içinde yok etmeye çalıştı.
“Evet, sana,” diye fısıldadı Sezgi. “Söyle işte. Neden utanıyorsun? Ben sana söylerken utanmıyorum ama sen bana inanmazken bile söylediklerimden utanıyorsun.”
“Senden utanmıyorum. Senin inançlarınla alay eden o herifin sana yaptıklarına engel olamadığım için kendimden utanıyorum ben.”
Çok gürültülü gelen bir sessizliğin ardından, “Samuel benim öz kuzenim olmasa bile bağlı olduğum birisi,” diye fısıldadı Sezgi. “Belki de bana gerçeği öylece söyleyemeyeceği için kuzeniyim gibi davrandı.”
“Hangi gerçeği Sezgi hangi?” diye bağırdı Ceyhun öfkeyle. “Cadı olduğunuz gerçeğini mi?”
Ulaş ile İbrahim ağızlarındaki içkileri aynı anda püskürtürken gözlerimi yavaşça yumdum ve Sezgi’nin birden ağlamaya başlamasıyla içime dolan öfkeyi durdurmaya çalıştım.
Efken ağır adımlarla Sezgi’nin yanına gidip elini kızın omzuna koyarak kızı kendine çekerken, “Evet,” dedi korumacı bir tavırla. “O bir cadı.”
Ve birden lambaderdeki ampul gürültüyle patladı.
Şimdi Sezgi’nin kızıl saçları rüzgâra tutunuyor gibi havada süzülüyor, zümrüt yeşili gözleri ise tuhaf bir şekilde çok parlak görünüyordu.
Efken ölümcül bir sesle, “Ve ben de,” dediğinde bakışlarım ona çevrildi. “Bir cadı avcısıyım.”
Saniyeler kelimelerinin içindeki harflere tutunduğunda, Sezgi’nin ince boynunu avuçlarının arasına aldığını gördüm. Dudaklarım tam aralanacaktı ki, bir çatırtı duydum ve gözlerimi hızla kırpıştırdım. Sezgi’nin boynunu kolayca çevirip kırmıştı.
Saniyeler içime bıçak gibi batarken nefesim göğsümün içinde kayboldu.
Sezgi cansız bir şekilde yere yığıldı.
🎧: Love and Death & Keith Wallen, The Hunter