İyi bir ruhun, kötü bir ruha dönüştürüldüğü o karanlık an…
Gecenin en sessiz anlarında, gözlerinden yaşlar boşalan bir kadının yardım çığlıklarına alamadığı cevaplar sonucu ruhunu kötülüğe satışı. Güzel bir yüzün içinde taşıdığı iyi düşüncelerin, yine güzel bir yüzün zihninde kötülüğün öldürerek iyiliğin yerini aldığı o karanlık gece…
Şeytana cenneti arzulatacak bir melekken, tanrıyı cehenneme çeken bir iblis olmuştu Medusa.
Bir zamanlar onun gözlerine bakanlar denizlere dokunuyor, yağmurun kokusunu içine çekip toprağa basıyorken, artık onun gözlerine bakan herkes tıpkı onun kalbine yapıldığı gibi taşa dönüştürülüyor, ölümü tadıyordu.
Zehri kendisine şifa, karşısındakine veba olmuştu.
Soğuk, yumuşak, siyah ve olabildiğince karamsar renkli çarşaflara sahip büyük bir yatakta, ruhumdaki tüm savunmasızlığı ortaya sererek nefes alan bir ölü gibi uzanıyordum. Gecenin karanlığı, içinde olduğum odayı tıpkı üzerinde uzandığım siyah çarşaf gibi örtmüştü. Uykum yoktu. Bedenim yorgundu ama zihnim hâlâ aktif bir şekilde çalışmaya devam ediyordu. İçinde var ettiği tek şey endişe olsa da…
Hâlâ nerede olduğumu bilmiyordum, bir şeyler yerine oturmuyordu, aldığım her cevap yetersiz geliyordu.
Karnımdaki açlığı hissediyordum, dolunayda dağdan inip şehrin içinde çaresizlikle yiyecek arayan aç bir kurt gibiydim. Yattığım yerden midemden gelen gurultuların ısrarcı tavırlarına karşı koyamayıp sonunda kalktığımda, başımdaki ağrının hâlâ şiddetini koruduğunu fark etmiştim. Efken’in salonda olduğunu biliyordum, ara sıra genzinden gelen erkeksi bir sesle öksürüyordu ve ben o kadar sessizdim ki, odaya onun nefesinin sesi sızarak üzerime gece misali çöküyordu.
Çıktığım oda salona yakın, karanlık koridorun kalbinde bir odaydı. Koridora bir canavarın teni gibi gerilmiş olan karanlık nabzımı hızlandırırken küçük adımlarla salona doğru ilerlemeye başladım. Bir kâğıt sesi duydum, kafamı salona doğru uzattığımda Efken’in önüne dizdiği tarot kartlarına tüm dikkatini vererek baktığını görmüştüm. Yerde bağdaş kurarak oturmuştu, altında siyah bir eşofman vardı ama üzeri çıplaktı ve esmer teni, salondaki loşlukta çağlayan elmas dolu bir şelale gibi parıldıyordu. Benim orada olduğumu hissettiğini biliyordum ama yine de kafasını kaldırıp bana bakmadı, bakışları yoğun bir şekilde kartlara adapte olmuş durumdaydı.
Önünde bir kart destesi olduğunu gördüm, yere üçü düz çevrilmiş yedi kart koymuş olduğunu fark etmiştim. Kartları ortamdaki loşluktan dolayı seçebilmem imkânsızdı ama yine de pürdikkat kartlara bakmaya başladım. Efken’in dikkatle kartlara bakışı bana biraz ürkütücü gelmişti, hemen arkamdaki karanlıkta da sanki enseme çökmeyi bekleyen bir canavar vardı.
Gözlerimi yüzüne çevirdim, kafasını kartlara doğru eğdiği için uzun, siyah kirpikleri gözlerini örtmüştü. Bakışlarını göremiyordum. Dolgun dudakları öne doğru çıkıntılı duruyordu, yüzündeki kemikler sanki karanlıktan feyz alarak daha da belirginleşmiş, yüzü mezar çukurlarıyla dolu bir mezarlığa dönüşmüştü. Bakışlarım sanki üzerine yağ sürülmüş gibi parlayan esmer omuzlarına kaydı, omuzlarının baş kısımları genişti ve teni kesinlikle çok pürüzsüz görünüyordu. Kıvrımlı kaslara sahip, geceye rağmen parlayan kollarını izlemeye başladığımda kalbimde anlam vermem imkânsız bir ritim bozukluğu baş göstermişti.
Benim burada olduğumun farkında olduğuna emindim, çünkü duyuları çok gelişmiş bir adamdı ama nedense gözlerini kartlardan ayırıp bana bakmıyordu bile. Kartlara olan ilgisinin nereden geldiğini merak etmiştim, sonuçta beni de buraya bir kart için esir etmemiş miydi? Düşünceler zihnime karanlık bir duman gibi sızmaya ve zihnimi boğmaya başladığında, deniz zehri rengindeki gözleri hızla beni buldu. Bakışları her ne kadar duygulardan uzak olsa da, kesinlikle insanın aklını başından alabilecek duyguları içine ekiyordu.
O zehirli gözler, bana bir uçurumun kenarındaymışım gibi hissettiriyordu. Canavarların karanlık gölgeleri o gözlerin içindeydi ve o gölgeler üzerime devriliyordu.
“Hayatında hiç seksi bir adam görmemiş gibi bakıyorsun,” dedi, sesi saf bir alayı içinde barındırıyor olsa da yine de semsertti.
Aslında bilmediği bir şey vardı. Ben yirmi bir yıllık hayatım boyunca bir erkeği çok fazla yakından inceleme şansına sahip olmamıştım. O bana baktığında ne görüyordu bilmiyordum fakat durum böyleydi.
Cevap vermeden onu izlemeyi sürdürdüğümde, gözlerinde sabır dilenen bir bakışla beni izlemeye başladı. “Odadan neden çıktın?” diye sordu, sesi granitin yüzeyi gibiydi; sert ve soğuk…
“Çünkü karnım aç?” dedim ona dik dik bakarak.
Kartlardan birinin daha yüzünü kendine doğru çevirdi, kartı zemine sertçe bastırıp gözlerini gözlerimden çekerek karta indirdi. Bir an donup kaldığını fark ettim. Ardından donuk bakışları yavaşça yüzüme doğru tırmandı. Merakla onu bembeyaz eden karta bakma ihtiyacıyla içeri girdiğimde, bedenindeki gerginliği hissedebiliyordum. Gözlerimi parmaklarıyla yere doğru bastırdığı karta çevirdiğimde bir an kalbim ağzıma kadar tırmandı ama hızla çarpmadı, yalnızca yüreğimin ağzıma çok yakın bir yerde olduğunu hissetmiştim.
Bu kart, benim çaldığımı iddia ettiği, sonra da benden alıp beni buraya esir etme nedeni olarak gösterdiği karttı. Azize’ydi.
“Bu kart…”
“Sen kimsin?” Efken’in ani sorusu beni şaşkına döndürdü, gözlerimi gözlerine çevirip ona tıpkı bir aptal gibi baktım. Yolunu kaybetmiş, gideceği yönü bilmeyen, cebinde beş para olmayan bir yabancı gibi…
“Neden durmadan bunu soruyorsun?” diye sordum sertçe.
Gözlerini karta indirdi, ardından bakışları yeniden beni kıskıvrak kavradı. O bana dokunmuyordu ama gözleri gözlerime takıldığı an sanki bir anda beni bileklerimden kavrayarak bir duvara yaslıyordu.
“Senin kim olduğunu çözeceğim,” dedi, sesindeki kararlılık kaşlarımın daha da çatılmasına neden oldu ama bir şeyler söyleyemedim, sanki ona ters bir şey söylesem delirecek ve gerçekten bana zarar verecekti. Bir süre, belki de uzunca bir süre sert bakan mavi gözleriyle yüzümü en ince ayrıntısına kadar inceledi. Bana bakarak kartları hızlıca toplayıp desteye koydu, ardından ayağa kalktı ve bana doğru yürümeye başladı. Onun bana yaklaşan her bir adımı, karnıma sert bir yumruk yiyormuşum gibi acıyla kıvranmama ama yine de ifadesizce durmama neden oluyordu. Aramızda yalnızca iki adımı sığdırabileceğim bir mesafe bıraktı, başını yavaşça eğerek yüzüme bakmaya devam etti. Aramızdaki boy farkından dolayı ona kafamı kaldırarak bakıyordum.
“Ama ben senin kim olduğunu çözene kadar, senin ismin Medusa.”
“Bana şöyle söylemeyi kes,” diye mırıldandım, kalbim korkuyla kasılmaya başlamıştı.
“Ben ne dersem o olmak zorundasın.” Sesi mekanikti, bakışları da bir bıçak gibi içimden geçiyordu. “Hatta o kadar ne istersem olmak zorundasın ki, özünü unutacaksın.”
Ilık nefesini yüzümün kumaşında hissettim; parmak uçlarıma birileri iğne batırarak parmak uçlarıma delikler açıyordu ve akan kan, sayfalara onunla ilgili kelimeler yerleştiriyordu. Gözlerimi gözlerinden çekmeden ona baksam da beni kendisiyle yüzleştirmişti. Söylediği her şeyi yapabileceğini gözlerinde görüyordum ama henüz bana fiziksel bir müdahalede bulunmadığı için ona sonuna kadar baş kaldırmam gerektiğini düşünüyordum.
“Sen bana hiçbir şey yapamazsın,” dedim anlık cesaretle. “Çevrendeki insanları nasıl hizaya getirdin bilmiyorum ama çıkarıp kafama bir silah da dayasan, senden korkmuyorum.”
Dudakları titrer gibi oldu ama bu tamamen alayla doğacak bir gülücüğün temeli gibiydi. Sonra yüzü tekrardan ifadesizliklerle örülüydü. Kapalı bir kutu gibiydi, parçalasan bile açamayacağın, kapalıyken bile tehlikeli olan bir kutu…
“O yüzden mi hâlâ benimle ilgili hiçbir şey bilmesen de karşımda dururken dizlerin titriyor?” Sorusu o kadar gafil avlamıştı ki beni… Durdum ve yalnızca yüzünü izledim. “Neler yapabildiğimi bilseydin, emin ol daha fazla korkardın Medusa. Çok korkardın.”
“Neler yapıyorsun?” diye sordum birden, merak bir çukur gibi içimde kazılıp derinleşmişti.
Acaba babamlar yokluğumu fark edince ne yapmışlardı? Efken’in korku salan bakışlarını onun gözlerinden içerken, aslında aklımdan geçen, kafamı yoran tek şey buydu. Babam ortalığı birbirine katmış olmalıydı, acaba annem ne durumdaydı? Bir köşeye geçip sarsılarak ağladığını hayal edebiliyordum, babam büyük ihtimalle yerinde duramamış, polislerle birlikte beni aramaya koyulmuştu. Ya kardeşlerim?.. Mahzar şehir dışında okuduğu için en geç onun haberi olmuş olmalıydı bu durumdan. Miran henüz olayın şokunu atlatamamıştı kesin. Miraç… İşte o, ortalığı yıkıyor olmalıydı. Miraç, ikizler arasında en öfkeli, en bana bağlı olandı. Annem sık sık Miraç’ın öfkesini yalnızca benim yatıştırabildiğimi söylerdi ve şu an Miraç’ın yanında değildim, öfkesini dindirebilecek, onu dizginleyebilecek kimse yoktu.
“Zamanla öğrenirsin,” dedi Efken umursamaz bir sesle, tam sırtını döneceği sırada bir anda bağırdım.
“Zamanla mı? Sen beni burada daha ne kadar tutabileceğini sanıyorsun? Beni bulmaya gelecekler, seni de hapse tıkacaklar!”
Efken neşesiz, gerçek bir gülücüğe hiç benzemeyen solgun bir şekilde tebessüm ederek, “Hayal kurmaya devam et bakalım,” dedi. “Ama unutma, senin hayallerin, benim gerçeklerimin mezarında çürüyecek Medusa.”
“Bu süslü lafları bir kenara bırak!” diye bağırdım yeniden. “Babam beni bulduğunda, senin en ağır cezayı alman için elimden geleni ardıma koymayacağım. Mahvedeceğim seni.”
“Beni kimse mahvedemez.”
“Yanılıyorsun,” dedim üzerine basa basa. “Seni mahveden ben olacağım.”
Güzel yüzündeki ifade daha da sertleşti. Soluğunun hızlandığını fark ettim, nefesi durmadan tenime darbeler indiriyordu. Bana bir adım daha yaklaştı ve aramızdaki çoktan yıkılmış olan mesafeyi tamamen yok etti.
“Senin o ağzını!..”
“Sakın bana o cümleyi kurayım deme!” diye hırladım onu keserek. “Eğer bana hakaret edecek olursan, beni öldüreceğini de bilsem seni buna pişman ederim!”
“Neyine güveniyorsun sen?” Efken’in sorusu birden farkındalık kazanmama neden oldu. Gözleri gözlerime kanca gibi geçmişti, ruhumdan kan sızıyordu.
“Ben…”
“Bir şey söyledikten sonra öylece geriye yalnızca senin gibi korkaklar çekilir,” dedi Efken. “Sana neler yapabileceğimi hayal edebilirsin ama ben sana yapmadan asla bilemezsin.” Tehditkâr bakışları ruhumu titretiyordu.
“Kafanda kuruyorsun,” dedim.
“Kafamda kurduklarımı uygulamaya başlarsam, nefesin kesilir,” dedi birden, mideme taş gibi bir ağırlık oturtan cümlesi gözlerimin korkuyla kısılmasına neden oldu.
“Hadsiz,” diye fısıldadım.
“Bir daha bana kafa tutmaya çalışırsan, kafanı koparırım,” dedi Efken, mavi gözlerinden alevler yükseliyordu. “Şimdi kaybol gözümün önünden. Mutfak koridorun sonunda, ne zıkkımlanacaksan zıkkımlan, ben konuş diyene kadar ağzını açacak olursan iki dudağını birleştirip dikerim.”
Ona iğrentiyle baktım. Biraz da çaresizlikle… Babam, onun benimle böyle konuştuğunu bilseydi, onun canına okurdu. Ellerimde karşı koyamadığım bir titremeyle salondan çıkarak karanlık koridoru aştım, mutfak olduğunu düşündüğüm kapıyı yavaşça aralarken boğazım kurumuştu. İçerideki çift kanatlı, büyük buzdolabının göstergesinden yayılan ışık belli oranda etrafı aydınlatıyordu. Kenarda bir masa, masanın olduğu yerde de bir pencere vardı. Pencereyi örten tül perde yarım açık duruyordu, cam kapalıydı ve camın yüzeyine soğuktan dolayı buhar oturmuştu. Ayın ışığı, ormanın karanlığını aydınlatmaya yetmiyordu. Loş mutfakta ağır adımlarla ilerlemeye başladım.
Açlıktan düşüp bayılabilirdim, bir an önce bir şeyler yemem gerektiğinin farkındaydım. Çift kanatlı buzdolabını açıp kafamı dolabın içine uzattığımda bir an gözlerim şaşkınlıkla aralandı. Her zaman görmeye alışkın olduğum bir manzara yoktu bu dolapta. Sanırım iki kişi yaşıyor olmalarından dolayı bolca konserve, hazır yiyecekler vardı. Neredeyse hiç sebze ve meyve yoktu ama bolca sos olduğunu fark etmiştim. Acı sos, barbekü sos, mayonez, hardal gibi soslardı bunlar. Bir baklagil konservesine uzanıp konserveyi alırken aniden beynimde siren sesi gibi bir ses yükselerek tüm zihnimi dağıtmaya başladı ve bedenim bir anda kilitlendi. Hareket edemiyor, dolaba doğru eğilmiş şekilde, elimde konserveyle öylece duruyordum; gözlerim, durumun farkında olup yönetebildiğim tek organımmış gibi iri iri açılmışlardı.
Bir rüzgâr, siyah saçlarımın arasından geçerek onları geriye doğru havalandırdı ve bel kemiğimde hissettiğim kıvrım bir diğer organımın, yani dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Nefes alamıyordum, kafamın içinde susmayan bir siren sesi vardı ve pencere kapalı olduğu hâlde rüzgâr saçlarımı uçuşturuyordu.
“Kaçamazsın,” diye fısıldadı karanlıkta bir ses, tonu yoktu, rengi yoktu, cinsiyeti yoktu, yankıları vardı. Gözlerim aniden karardı, bedenim sarsıldı ama dolabın kapağına tutunduğum için düşmemeyi başardım. “Bu kaderden kaçmana izin verilmeyecek.”
“Ne?”
Cevap alamadım, aniden ellerim çözüldü ve tuttuğum konserve ayaklarımın dibine şiddetle düşerken korkuyla geri adım atıp etrafıma baktım.
“Ne oluyor?” Birden kalbimin içinden geliyormuş gibi yakından gelen erkeksi sesi, korkuyla sıçrayarak ona doğru dönmeme neden oldu. Bu Efken’di ama biraz önceki sesin sahibinin o olmadığına yüzde yüz emindim. Gözlerimdeki korkuyu fark etmiş gibi bir an durup sadece yüzüme baktı, sonra bakışları dolabın açık duran kapağına ve anlamlandıramadığım bir şekilde pencereye doğru kaydı. Tekrar bana baktığında ellerim buz tutmuştu. “Sıkıntı ne?”
“Hiç,” diyebildim, kekelediğimi fark edince kaşları çatıldı, bakışlarındaki kuşku beni iri kollar gibi sarıp sıkıca kavramaya başlamıştı.
“Yüzün bembeyaz olmuş,” derken sesi gergindi. “Ne demek hiç? Bir şey mi saklıyorsun sen?”
“Hayır,” diye mırıldandım şaşkınlıkla. “Bir an korktum, hepsi bu.”
“Benden korkmuyorsun ama karanlıktan korkuyorsun,” dedi alay eder gibi. “Çok aptalsın.”
“Sadece…” Bir şeyler söylemekten vazgeçerek sustum, Efken ise cümlemin devamını bekler gibi yüzüme bakıyordu. Geri dönerek yere düşen konserveyi aldım, izlenmenin verdiği tedirginlikle masaya doğru ilerleyip sandalyeye oturdum. “Bir tane çatal alabilir miyim?”
Birden bu kadar uysallaşmam onu da şaşırtmışa benziyordu ama renk vermedi. Büyük adımları mutfak tezgâhının önüne yöneldi, çekmecelerden birini gürültüyle açıp bir çatal çıkardı, çatalı bana uzattığında hâlâ sessizdim. Birkaç defa ısrarla konserveyi açmaya çalışsam da hem tırnaklarım çok uzun olduğundan, hem de yeterince güç toplayamamış olduğumdan konserveyi bir türlü açamamıştım. Ben çırpınır gibi bununla uğraşırken beni izliyor olduğunu bilmek, işimi daha da zorlaştırıyordu.
“Ver şunu, aptal,” dedi soğuk bir sesle. Elimdeki konserveyi alırken parmakları parmaklarıma dokunmuştu, tenindeki sıcaklık irkilmeme neden olurken kafamı kaldırıp ona baktım. Tek seferde konservenin kapağını kaldırıp konserveyi önüme koydu. “Gelişkin bedenine rağmen güçsüzsün,” dedi. “Cılız.”
“Tenin neden bu kadar sıcak?” diye sordum birden elimde olmadan, sorum onu afallatmış gibi şaşkın şaşkın bana çevirdiği bakışları allak bullak görünüyordu.
“Seninki de çok soğuk, ben neden çok soğuk diye soruyor muyum?” Boş boş yüzüme baktı, ardından çenesiyle konserveyi işaret etti. “Aptal aptal sorular soracağına, ye şunu. Açlıktan beynine kan gitmiyor.”
Şaşkınlıkla, “Tenim çok mu soğuk?” diye sordum, Efken soruma karşılık bana garip garip baktı.
“Evet,” dedi demir gibi sesiyle.
“Küçükken kansızlığım olduğunu söylerdi babam,” dediğimde Efken konuya böyle gireceğimi tahmin etmemiş gibi şaşkınlıkla beni izliyordu.
“Gerçekten bir ailen var,” dediğinde bu cümlesi de tıpkı benim cümlelerimin onu şaşırttığı gibi beni şaşırtmıştı. Gözlerine baktım. Karanlığa rağmen görebiliyordum. Gözlerindeki yel değirmenleri yavaşça dönmeye başlamış, yaşadığı geçmiş, yel değirmenlerinin bıçağa benzeyen uzun kollarına takılarak parçalara ayrılmıştı.
Artık durgun görünüyordu.
“Evet, bir ailem var.”
Gözlerine dolanan sarmaşıklar, bir ağaca sarılan yılanlara benziyordu.
Bakışlarını benden uzaklaştırması, Yaren’in anlattığı hikâyenin zihnimde daha güçlü canlanmasına neden oldu. Bu dünyada Yaren’den başka kimsesi yoktu, her şeye sahipti ama ailesini kaybetmişti. O zaman her şeye sahip sayılmazdı. Ona öfkeli olsam da içimde ona karşı karşı koyamadığım bir yenilgi oluştu, bu yenilgiyi var eden şefkat duygusuydu ve ben bu duyguyu onun için taşımaktan nefret etmiştim.
“Kaç kişisiniz?” diye sordu ilgilenmiyormuş gibi, karşıma oturup masanın kenarındaki metal sigara tabakasından beyaz filtreli bir sigara çıkardı. Tabakanın iç kısmında bir tane de koyu gri zippo vardı. Sigarayı dudaklarının arasına dengeledi, dolgun üst dudağı sigarayı sararken bakışlarım birdenbire dudaklarında takılı kaldı, kalbimin sersemlediğini hissettim. Efken, zipponun ucunda yanan alevle sigarasının ucunu tutuşturdu, alev büyük bir hızla tütüne doğru ilerledi ve gözlerimiz birbiriyle buluştu.
“Üç erkek kardeşim var,” dedim. “Annem, babam ve ben.”
“Üç erkek,” dedi başını sallayarak, sigarayı dudaklarıyla emince, sigaranın ucundaki alev parladı. “En büyükleri sen misin?”
“Evet,” dedim, neden bunları soruyordu bilmiyordum, umursuyor gibi de durmuyordu.
“Peki ailen bir hırsız olduğunu biliyor mu?”
Yanaklarımın içini şişirerek çatalı konserve yiyeceğin taneciklerinden birine batırdım. Ona düz düz bakarak taneciği ağzıma attım, çiğnemeye başladım, Efken hiç de alay ediyor gibi durmuyordu.
“Bu yakada mı yaşıyorlar?”
Gözlerimi yumup, lokmamı yutarak derin bir nefes aldım. “Anlamak istemiyor musun? Bu yaka neresi bilmiyorum, benim ailem İstanbul’da yaşıyor.”
“Kendini neden bu tür bir saçmalığa inandırıyorsun?” Sorusu beni öfkelendirse de öfkemi ona belli etmedim.
“Saçmalık ne biliyor musun?” diye sordum ona dik dik bakarak. “Saçmalık, senin beni burada esir ediyor oluşun ve beni bana hediye edilmiş bir kartı çalmakla suçluyor oluşun.” Gözlerimi kısarak konserveye baktım. “Üstelik Türkiye’nin varlığından bile bihabersiniz güya ama hepiniz bizim dilimizi konuşuyorsunuz.”
“Türkiye diye bir yeri tamamen kullandığımız dilin isminden yola çıkarak yarattığınız çok belli, kulağa hayal ürü gibi geliyor.” Efken’in sesi bu kez ciddiydi, alay etmek yerine ilk defa ciddi bir şekilde bana cevap verdiğini fark etmiştim.
“Dininiz ne peki?”
“Benim bir dinim yok,” dedi Efken. “Ama çevremde Yahudiler, Hristiyanlar, Müslümanlar ve daha bir sürü dine mensup insan var.”
“Türkçe konuştuğuna göre Türksün yani?”
“İbrahim gibi konuşuyorsun,” dedi Efken yüzünü buruşturarak. “Kafasının bu kadar çalışabileceğini bilsem, seni bana onun gönderdiğini düşünürdüm. Türk diye bir şey de yok burada, kullandığımız dilden yola çıkarak bir şeyler uydurmuşsunuz. Hepimiz insanız.” Durup bir süre bekledi. “Yani çoğumuz.”
“Peki ‘Türkçe’ kelimesinin kökeni sence nereden geliyor?” diye sordum ona dik dik bakarak.
Sıkılmış gibi iç çekerek, “Bilmem,” dedi. “Hiç kelimelerin kökenlerini araştırmadım. Sen çok araştıran bir tip olduğundan mı kafayı yedin yoksa?”
“Mantıksız,” dedim derin bir nefes alarak.
“Evet, sana baktığımda gördüğüm şey tam olarak bu.”
Ona düz düz baktım, sonra yemeğimi yemeye devam ettim ve bu konu hakkında başka bir soru sormamak için kendimi sıktım. Düpedüz kandırılıyormuşum gibi hissediyordum, bunun başka bir açıklaması olamazdı. Bir uzaylı beni kaçırıp başka bir gezegene getirmiş olamayacağına göre bu kesinlikle bir tuzak olmalıydı. Soğukkanlılığımı korumaya çalışıyordum.
Sigarasının dumanı bir fahişenin beyaz teni gibi kıvrılıyordu aramızda. Sonunda dayanamayıp, “Peki başka diller konuşanlar da var mı?” diye sordum. Acaba kafalarında kurdukları bu ütopik yerde işler nasıl ilerliyordu? Bir yerde bir falso illaki verecekti.
“İngilizce konuşanlar var, Almanca, Arapça, Fransızca.” Söylediği saçmalıklara düz düz bakıyordum sadece.
“Peki neden farklı diller konuşuluyor?”
Gözlerini devirdi. “Herkes farklı bir ırktan olduğu için? Atandan ne öğrenirsen, onu sürdürürsün. Başka ülkelerde, farklı yakalarda yaşayan insanların kültürleri ve dilleri farklı oluyor. Sanki bilmiyorsun da… Salak yerine koyup açıklatıyorsun bir de.” Boş boş güldü, gülüşü zehirli bir çiçek gibiydi.
Kaşlarımı çattım.
“Gerçekten benim yerimde olsaydın, neler hissettiğimi anlardın,” dedim kuru bir sesle.
“Asla senin kadar aptal olmazdım,” dedi, sesi düzdü.
“Büyük konuşuyorsun,” dediğimde dudaklarını yalayıp sigarayı tuttuğu eliyle şakaklarını ovaladı.
“Her yerim gibi, sözlerim de büyüktür.”
Onun o güzel burnuna esaslı bir yumruk indirmek istiyordum. Normal şartlarda tanışmış olsaydık ve benimle bu şekilde konuşuyor olsaydı, bu düşünceyi kesinlikle gerçeğe dökerdim ama şartlar çok anormaldi. Ve ne yalan söyleyeyim, onun bir sonraki hareketinin ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
“Merak ediyorum, hep bu kadar saygısız mısındır?” Ses tonum her ne kadar yumuşak olsa da sorumun içine sıkıştırdığım iğneleri ona batırdığımdan bana öfkeli gözlerle baktı.
“Karnını doyuruyorum ve teşekkürü bu şekilde mi ediyorsun?” Sorusu birden sinirlerimin tepeme toplanmasına neden oldu, gözlerime ateş gibi yayılan büyük bir öfkeyi hiç gizleme gereği duymadan uçurum mavisi gözlerinin içine, tam dibine baktım.
“Tutsak ettiğin birinin karnını doyurarak mı böbürleniyorsun? Beni burada benim isteğim dışında tutan sensin, o yüzden karnımı doyurmak zorundasın ve bunun için sana teşekkür etmem gerekmiyor.”
Ona meydan okumam ilgisini çekmiş gibi gür, şekilli kaşlarını çatıp yüzüme dikkatle bakmaya başladı. “Beni gerçekten tanımıyorsun,” dedi, bu cümleyi kurmasını beklemediğim için ona alık alık bakmıştım. “Beni tanıyan birinin benim karşımda böyle durabilmesi, benimle böyle konuşabilmesi, bana bu denli meydan okuyabilmesi için kaçık olması gerekir.” Gözlerini kıstı. “Belki de gerçekten kaçıksındır. Tüm bunlar oynadığın bir oyun değildir, düpedüz delisindir.”
“Seninle oyun oynamıyorum,” dedim üzerine basa basa. “Deli de değilim. Sen beni bu evde esir edene dek sıradan hayatı olan, akli dengesi yerinde normal bir insandım.” Derin bir nefes aldım. “Ama şimdi… Şimdi hiçbir şeye anlam yükleyemiyorum.”
Oturduğum yerden kalktığımda üzerimde bir ağırlık vardı. Ne anlatırsam anlatayım beni dinlemiyordu bile. Neler olduğunu çözmem gerekiyordu, aksi takdirde başıma gelecekleri tahmin etmek bile istemiyordum.
“Her şeye anlam yüklemeye çalışırsan zarar gören yalnızca kendin olursun,” dedi Efken, bakışlarımın ona doğru çevrilmesine sebep olan cümlesi birdenbire üzerimdeki ağırlığın içime akıp içime dolmasına neden olmuştu. “Bir şeye anlam yükleyeceğime ölmeyi yeğlerim.” Efken bunu yüzünü buruşturup, başını iki yana sallayarak söylemişti.
“Senden akıl isteyen olmadı,” dediğimde gerçekten sinirlerim yay gibi gerilmişti. “Sadece evime dönmek istiyorum.”
“Yerinde olsam bu kadar cesur davranmaya çalışmazdım,” demesini beklemiyordum, birdenbire onun gözlerine yansıyan hislerin bile ölümü ne denli çok hatırlattığını anımsayıp güçlükle yutkundum. “Şimdi gidip zıbarsan iyi edersin.”
Sert bakışlarını yüzümde hissetmek, parmak uçlarımda cehennem ateşlerini hissetmek gibiydi.
“Bırak gideyim,” dedim, sesim sancılıydı. “Annem kahrolmuştur.”
Gözlerindeki domino taşları yüzüme doğru devrilmeye başladı. Gözleri benden ayrılarak masaya çevrildi. Sanki ona hiçbir şey söylememişim, şu an burada değilmişim gibi ilgisizce masayı izlemeye başladığını fark ettiğimde, artık omuzlarımı aşağı çeken duyduğum korku değil, hissettiğim çaresizlikti.
“Berbat bir adamsın,” diye fısıldadım mutfağın çıkışına yöneldiğimde ama bunu o kadar sessiz bir şekilde söylemiştim ki, duymasının imkânı neredeyse hiç yoktu. Fakat o cümle dudaklarımdan dışarı devrildiği an onun nefesini ensemde hissettim ve korku, sivri bir kazık gibi sırtıma saplanarak gözlerimin dehşetle aralanmasına neden oldu. Efken beni sertçe kendine doğru çevirdi, ben daha ne olduğunu kavrayamamışken kalbim sanki her şeyin bilincinde gibi paldır küldür göğsüme yığılmış ve göğsümü yumruklamaya başlamıştı.
Ölümü anımsatan gözler gözlerime düğümlendi, beni kollarımın kenarlarından tutarak duvara yasladı ve aldığı öfkeli nefesler yüzüme yanan gökyüzünden yağan küller gibi dökülmeye başladı.
Korku. Hissettiğim en net duygu yine ve yeniden tam olarak bu duyguydu. Korku… İri, kızıl gözlerimi bir an olsun bile onun ölümün soğukluğunu hatırlatan mavi gözlerinden ayıramıyordum. Kafamı gövdemden tek bir hareketle çok rahatça ayırabilirmiş gibi görünüyordu. Gözleri ölümlere sahne olmuş ışıkları kapalı bir tiyatro salonu gibiydi ama kirpikleri gözlerine devrildiği an, hiçbir şeyin oyun olmadığını, o gözlerin gerçek ölümlerle kuşatıldığını, kirpiklerinse ölüm kokan hücrelerin parmaklıkları olduğunu anlayabiliyordum.
“Berbat bir adamım, öyle mi?” Nefesi kin kokuyordu, gözleri ise bir silahın açılan kilidi kadar tetikteydi; bakışları ruhuma sızıyordu. “Henüz beni tanımıyorsun. Bunu söyleyen sensin. Emin ol, beni tanıdığında fikrin asla değişmeyecek ama o kadar çok korkacaksın ki, kendi kendini benim mükemmel olduğuma inandıracaksın. Ve biliyor musun, senin gibi korkakların gözlerinde taşıdıkları o yaşam arzusu sadece midemi bulandırıyor. Evet, mükemmelim ve sen, yaşamak için mükemmel olduğuma inanacak kadar vasat görünüyorsun.”
Söyledikleri beni öfkelendirir, içimde bir ateş yakar ve o ateşi körükleyerek büyütüp zihnimi alevlerin esiri kılar zannetmiştim ama öyle olmamıştı. Göz bebeklerinin ve harelerinin gözlerinin beyazının üzerinde üşüyen bir beden gibi titrediğini görebiliyordum. Sanki gözlerinin beyazı karla kaplı bir göldü ve hareleri o gölün ortasında gökyüzünü yansıtan buz tabakasıydı; göz bebekleri ise o buzun altında esir kalmış karanlık ruhuydu.
Kaşlarım çatıldı, Efken’in gözleri gözlerime bir nefes payı dahi bırakmazken, “Neden bu kadar öfkelisin?” diye sordum sakince, bu sakinlik onu duraksattı ama yine de geri çekilmedi. “Kime, neye, kendine mi?”
Göz bebekleri her büyüdüğünde, karanlık ruhu buz tabakasını itip kırmaya çalışıyor, her küçüldüğünde ruhu yavaşça suların dibine çekilerek boğulacak gibi buz tabakasının arkasından uzaklaşıyordu.
“Gidip uyu,” dedi, göz bebeklerinin genişlediğini fark ettim. Geri çekilip bana bakmadan derin bir nefes aldı. “Hadi.”
Bir şey söylemedim, onu zorlamamam gerektiğinin farkındaydım. En azından şimdilik sakinliği ele almalı, durumun gidişatını izleyerek bir sonraki adımımı ona göre atmalıydım. Yapacağım her yanlış, bu adamın içindeki canavarın bana doğru bir adım daha yaklaşarak gözlerini ölümün bürümesine neden olabilirdi.
Duvardan ayrılarak çıkışa yöneldiğimde, “Bekle,” dedi, bu nefesimi tutmama neden olmuştu. Durdum, ona bakmadan söyleyeceklerinin zihnime akmasını bekledim. “Boynundaki kolye,” birdenbire boynumdaki kolyenin varlığını hatırlayınca kalbim çok hızlı çırpmaya başladı, “o kolyeyi sana kim verdi?”
“Babamın hediyesi,” dedim ona bakmadan. “Bunu da çaldığımı düşünmemişsindir umarım.”
“O kolyenin ucundaki taş ne taşı, biliyor musun?”
“Ay taşı,” dedim, anlık bir sessizlik yaşandı, ona bakmak istedim ama bunu yapmadım çünkü gözlerinin kayalıklarında oturan tek boynuzu kırılmış şeytanla yeniden karşılaşmak istemiyordum.
“Git uyu.”
“Ya sandığından daha fazlası varsa? Ya onlar yalan söylemiyorlarsa?..” Bu ses sürekli olarak zihnimde tekrar eden soruların sahibinin sesiydi, itiraz o kadar kuvvetliydi ki, uyur uykumda kaşlarım çatılmıştı. “Her zaman her şeyi bildiğini düşünüyorsun, sebebi bu kartlar mı?” Ah, evet, şimdi hatırlıyordum. Bu ses Yaren’e aitti. Huzursuz uykum bir bıçak tarafından ikiye bölününce, rüyalarım kanlar içinde zihnimin içine yığıldı ve aralanan gözlerim beni gerçeğin ortasına sürükledi. “Senin hiçbir şey bildiğin yok abi!”
“Kes şunu,” diyen sesin dışarı dökülüş tınısı her ne kadar sakin olsa da içime bir karanlığın çöreklenmesine de neden olmuştu. Ağırlaşan kirpiklerim, gözlerimin üzerine dikilmiş, eriyerek kirpik diplerimde donan mumlar gibiydi.
“Kesmek istemiyorum. İbrahim’in haklı olabileceği gerçeğini neden görmezden gelip duruyorsun? Neden onunla görüştüğüm için bu hayatı bana zindan ediyorsun? Yeterince yalnız değil miyim? Bu yakada garip olan, esrarlı binlerce efsane var. Neden İbrahim’e inanmıyorsun?”
“Adı üzerinde, onlar birer efsane Yaren,” dedi Efken, dişlerini sıkışını onu göremiyor olmama rağmen hayal edebiliyordum.
“Efsane,” diye fısıldadım, sesim uykudan hâlâ kopamamış olan bağlarım yüzünden pürüzlü gelmişti. Yumuşak yorganı ayağımla itip yavaşça doğruldum, bakışlarımı kapıya çevirmeden hemen öncesinde gözlerim yere devrilen sokak ışığına sabitli kaldı. Karanlık odayı az da olsa aydınlatan tek şey pencereden içeri usulca sızan sokak lambasının loş, turuncu ışığıydı ama ışık epey uzakta olduğundan güçlü değildi.
“Ama içerideki kız da İbrahim’in söylediklerini söylüyor, ikisinin de aynı zırvalıkları uydurmalarının imkânı var mı? Üstelik birbirlerini tanımıyorlar bile!”
“Yaren, içerideki kızın kim olduğunu, neyin peşinde olduğunu, neden kartımı çaldığını bilmiyorum ama İbrahim’in aptal herifin teki olduğunu biliyorum ve bu konu gereksiz yere fazla uzatıldı. Sinirlenmeye başlıyorum ve küçük kız kardeşim, bunu gerçekten istemezsin.”
Aniden uykumun bölünmesiyle yükselen öfkemin getirdiği deli cesaretine kapılıp kapıyı sertçe açıp, “Ben senden hiçbir şey çalmadım!” diye bağırınca, salondan yayılan tüm sesler kesildi, salondaki şöminede yükselen alevlerin ışığı koridordaki karanlığı yakmak ister gibi önüme düşüyordu. “Ben hırsız falan değilim.” İçeri girdim, Efken şöminenin önünde dizlerinin üzerine çökmüş, elinde bir çıra parçasıyla omzunun üzerinden bana bakıyordu. Yaren’in tekli koltuğun üzerinde gözyaşlarını sildiğini fark ettiğimde üzerime ani bir pişmanlık çöktü ama bunu belli etmemeye çalıştım.
“Sen bizi mi dinliyorsun?” Efken biçimli kaşlarını çatarak bana dik dik bakmaya başlamıştı. Korkudan ellerim buz kesse bile çenemi dikmiştim ve şimdi ben de ona dik dik bakıyordum. “Kadınlara ve çocuklara zarar vermediğimi bildiğin için mi bu kadar cesursun?” İki elinin arasına aldığı çırayı tam ortasından sertçe kırınca göğsüm korkuyla öne doğru atıldı, omuzlarım yukarıya kabardı, sertçe yutkundum. “Bence bu kadar cesur olma. Çünkü buradan baktığımda nefes almayı seven birini görüyorum, seviyorsun değil mi Medusa?”
“Senin tehditlerine pabuç bırakacak değilim,” dedim çenemi biraz daha dikip, ona meydan okuyan gözlerle bakarak. “Hatta biliyor musun? Şimdi çıkıp gideceğim ve sen bana hiçbir şey yapamayacaksın.”
Efken alayla, “Hadi ya?” dedi sorar gibi, bir an gerçekten güleceğini sanmıştım. “Bak sen.”
“Hayır,” diye fısıldadı Yaren. “Hayır, bunu yapmak istemezsin.”
“Yapacağım,” dedim. “Elimi kolumu sallayarak çıkıp gideceğim bu evden.”
Yaren’in başını iki yana sallayışını görsem de buna anlamlar yükleyememiştim. “Madem gitmek istiyorsun, öyleyse şimdi çık git,” dedi Efken beni önemsemiyor gibi şömineye doğru dönerek. Ateşin bir bedende tek tek kırılan kemikler gibi çıkardığı çıtırtı sesleri zihnime dolmaya başlamıştı. Birden Efken’in bu tavrına anlam veremedim, bu tehlikeli bir oyunun habercisi olabilir miydi?
Yaren, “Bu saatte çıkıp gidersen seni paramparça ederler,” dedi korku dolu bir sesle. Gözlerini abisine çevirdi. “Aklını mı yitirdin? Onu bırakacaksan hiç olmazsa hava beyaza döndüğünde sal gitsin. Bu saatte onu özgür bırakmış olmazsın, ölüme yollamış olursun!”
Korku bedenimi ikinci bir deri misali sararken, “Ne demek istiyorsun?” diye sordum. “Hem hava beyazlayınca da ne demek oluyor?”
“Şu an dışarıda canlı olan her kalp buz tuttu,” dedi Yaren yaşlı gözlerle yüzüme bakarak. “Kopartıcılar dışında.”
“Kopartıcılar mı?” İçeriye doğru bir adım daha attım, Yaren sertçe yutkundu. “Ne onlar?”
“Kopartıcılar, ölüm getirenler ya da zedeleyenler. Nasıl istersen öyle seslenirsin.”
“Ne onlar?” diye üsteledim.
“Kurtlar.”
Bir filmin kopmuş bobini dönmeye başladı, beyaz perdeye yansıyan yüzleri izlediğim sırada bir sinema salonunun kapısının önündeydim, tüm koltuklar boştu ama ben her an çıkıp gidecekmişim gibi o yüzleri izlerken avucumun içinde geçmişten kasetler tutuyordum. Kalbim daha hızlı çarpmaya başladı, görüntüler birbirine karışırken dudaklarımdan dökülen her nefes tenimi soğuğa boyuyordu ve birdenbire gözlerimin önünde buz tutmuş bir göl belirdi; gölün dibi simsiyah görünüyordu ve üzerindeki buz tabakası yer yer çatlamış, yarılmış ve açılmıştı.
“Sadece efsane,” dedi Efken umursamadan.
“Ölümleri nasıl açıklayacaksın?”
“Peki.” Efken yerinden kalkıp büyük, yüzüklerin sardığı parmaklarını birbirine vurarak silkeledi. “Aç kurtlar her zaman öfkelidir, bahsettiğin ölümlerin çoğu ıssız yerlerde gerçekleşmedi mi? Hayvanlar soğuk ve açlıkla mücadele ediyor, elbette saldırganlaşacak.”
“Kimseyi yemediler, parçaladılar ve bıraktılar. Bunun açlıkla ne ilgisi olabilir?” Yaren’in sorusunda içimi karanlığa boyayan garip bir şey vardı. “Onlar sadece aç hayvanlar değil abi, onlar başka bir şey.”
“Vahşi doğa senin gibi romantikler için dram olabilir ama bu denge,” dedi Efken ruhsuz gözlerle Yaren’e bakarak. Ben ise gözlerimi bile kırpmadan ona bakıyordum. Kurtlar… Görüntüler çok karmaşıktı ama zihnim o sesi hâlâ içinde bir bant kaydını taşıyan kaset gibi taşımaya devam ediyordu. O kurdun sesini…
“Eğer onu özgür bırakacaksan gün beyaza döndüğünde gitsin,” dedi Yaren tekrardan. “O suçsuz, ben ona inanıyorum.”
Günün beyaza dönmesi… Ne demek istiyordu? Daha önce hiç böyle bir tabirle karşılaşmamış, kimseden buna benzer bir şey duymamıştım. Buz tutan ellerimi üzerimde Yaren’e ait olan kazağa bastırıp sertçe yutkundum. Gitmek istiyordum, Efken buna izin de vermişti ama sokakta gerçekten kurtlar varsa ve biriyle karşılaşacak olursam, o zaman ne yapardım?
“Ee?” dedi Efken, zaten gidemeyeceğimin farkındaymış gibi küçümseyen bakışları kalbimin öfkeyle dolmasına neden oluyordu. “Gidiyor musun? Gitmek istiyorsan seni işlediğin suça rağmen özgür bırakıyorum.”
“Sadece ölmemi istiyorsun,” diye fısıldadım.
Bakışları bakışlarıma süngü gibi geçti, kalbim kaburgalarımı kendine siper etti ama bakışlarının etkisi içimi delip geçerken o siperin hiçbir işe yaramadığını anlayabilmiştim. Bakışlarımız birbirinden ayrılmadığı için korkunun gölgesi ruhuma yayılmıştı.
“Çıplak ayaklarınla, üzerinde bir palto bile olmadan karların arasında ne kadar ilerleyebilirsin, değil mi ama?” Efken’in acımasız sorusu yüreğimi deldi geçti. Uzun boyluydu, omuzları genişti ve bakışları tüm heybetinin farkındaymış gibi güçlü, kendini beğenmiş bayağı da tehlikeliydi. Yaren’in hayret dolu bakışlarının bana çevrildiğini fark ettiğimde ben ona karşılık veremedim çünkü Efken’in gözlerinde gördüklerim bana olduğum zamanı sorgulatıyordu. “Otobanı bulabilsen bile hiç araç geçmez, araç geçse bile o aracı kullanan kişiler hiçbir zaman iyi niyetli olmaz, gerçi otobanı bulabilmen bile bir mucize olurdu. Dışarıda soğuk ve açlıkla mücadele eden yırtıcı hayvanlar olabilir, belki de Yaren haklıdır.”
“Yalnızca beni korkutmaya çalışıyorsun,” dedim kuru bir sesle. Söylediklerine inanmak istemiyordum çünkü bu benim felaketim olabilirdi. Kurtulmak için çıktığımda yapabildiğim tek şeyin kendimi öldürtmek olmasını istemiyordum.
“Başaramadığımı söyleyebilir misin?” Efken başını omzuna doğru eğdi. “Sen bana kendini dürüst bir şekilde anlatmıyorsun. O yüzden ben seni çözene kadar hiçbir yere gidemezsin Medusa.”
“Bana şöyle seslenmeyi kes,” dediğimde Yaren şaşkın şaşkın abisine bakıyordu. “Ben senin evcil hayvanın değilim, bana isim veremezsin, beni korkutamazsın, beni esir alamazsın.”
“Yapar,” dedi Yaren, sesi tedirgindi, durmam gerektiğini bana hatırlatmaya çalışıyordu sanırım. “Onu tanımadığın için bu kadar rahat konuşuyorsun ama onun nasıl bir adam olduğunu bilseydin, söylediklerinin lafta kalmayacağını anlardın.” Yaren oturduğu yerden kalkıp elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. “Seni özgür bırakacağına inandırır, sonra da seni en büyük tutsağına dönüştürür. Abim böyledir. Eğer işler istediği gibi gitmezse, tüm tabularını yıkar, hatta seni öldürür.”
Yaren’in söyledikleri içime ruhumu kesmek için dik şekilde düşen kılıçlar gibi düşerek ruhuma saplanmıştı. Efken, Yaren tüm bunları söylerken ifadesiz gözlerle ona bakıyor, konuşmuyor, bir mermer, bir duvar, buzdan tutmuş bir göl gibi öylece onu izliyordu.
“Onu duydun,” dedi Efken sonunda konuştuğunda, eğer buzun bir sesi olsaydı, o ses bu ses olurdu. “Haklı. Yaparım.”
“Beni mahvediyorsun,” dedi Yaren başını iki yana sallayıp, kapıya yönelirken. “Beni ve çevrendeki herkesi mahvediyorsun. Tıpkı bir zamanlar kendini mahvettiğin gibi.”
Efken’de bir şeyler görmeyi bekledim. Bir duygu belirtisi. Belki pişmanlık. Öfke ya da kırgınlık? Yüzünde bunlar yoktu. Baktığı yerde koca bir boşluk, anlamını yitirmiş bir mezar, varlığı zamanla unutulmuş bir ölü görüyormuş gibi bakıyordu. Sanki yüzü gerçekten buzlarla kaplıydı, esmer yüzüne dokunsam parmak uçlarım yanacaktı ama bu yangının asıl sebebi de soğuk olacaktı.
“Odana git,” dedi Efken.
“Başka gidebilecek bir yerim varmış gibi.”
“Hemen.” Efken gözlerini Yaren’den çekti, kafasını çevirip şöminenin içinde cayır cayır yanan ateşe baktı.
“Keşke bir gün bu evden de çıkıp gitmemi söylesen.” Yaren’in son sözü bir sitemden fazlasıydı. Yumruğunu cam sandığı ama aslında soğuyarak var olmuş bir buza indirmiş, buzu parçalamış ve bunu yaparken hiç yara almamış gibiydi. Yaren gittiğinde arkasında koca bir sessizliği bize emanet etmişti. Efken şömineye doğru döndü, çıplak sırtı önüme bir kalenin güçlü duvarı gibi dikildi. Büyük, güçlü ellerini ceplerine soktuğunu gördüm, aldığı hafif nefesler omuzlarını belli belirsiz hareket ettirmese onun ayakta ölmüş bir adam olduğunu düşünürdüm.
“Aranız hep böyle bok gibi midir?”
Sorum, sırtının kasılmasına neden olsa da bir süre pek konuşmadı. Sonunda başını geriye atıp tavana bakarken, “Bundan sana ne aptal?” diye sordu.
“İnsan gibi konuşabildiğin tek bir an bile yok mu senin?” Kaşlarımı çatıp başımı iki yana salladım. “Kıza hak vermemek imkânsız.”
Kafasını iki yana sallayıp, burnundan sert bir nefes vererek güldü ama bu beni ürpertmişti. “Bu dünyada zarar vermeyeceğim tek insan o.”
“Ama ona zarar veriyorsun,” dedim açıkça. Bu söylediğim onu öfkelendirir sanmıştım ama olmamıştı, elleri ceplerinde, sırtı bana dönük bir şekilde uzun uzun bekleyip sonunda derin, sesi zihnime dolan bir nefes aldı. Ona doğru bir adım daha yaklaştım, ona yaklaştığımda kalbim korkuya yeniliyor ve küt küt atmaya başlıyordu. “Ona karşı çok korumacısın sanırım ve bu ona zarar veriyor.”
“Sana ne ya?” Omzunun üzerinden ölümcül bakışlar gönderince afalladım. “Seni neden ilgilendiriyor? Diyelim ki ben ona zarar veriyorum, sen bu konunun neresindesin de fikir beyan ediyorsun? Ben sana böyle bir hak mı verdim?”
Sinirlenmemek için kendimi sıkarak, “Kabuğunu bana karşı kullan, ben bir yabancıyım ve bu normal sayılabilir ama bu kabuğu ona karşı kullanman anormal. Aranızda olup bitenleri bilmiyorum ama ona baktığımda gördüğüm şey, onun kırgın bir kız çocuğu olduğu,” dedim. “Ve sen onu devamlı olarak kırıp, iyileşmesine engel oluyorsun gibi duruyor.”
“Oldu olacak bana bir sakinleştirici de yaz,” dedi kükürt kokan sesiyle. “Gitmek mi istiyorsun? Bak, kapı orada. Çık git, seni parçalamaları ya da kötü niyetli götlerin eline düşmen umurumda bile değil.”
“Gün doğduğunda gitsem?”
“Gün beyaza döndüğünde bu evden dışarı ölün bile çıkamaz,” dedi gaddar bir tonlamayla.
Her şeye, bana verdiği korkuya bile baş kaldırarak ona doğru bir adım daha attım. Bunu beklemiyormuş gibi çatık kaşlarının altına yerleştirdiği buz yarıklarıyla dolu mavi gözlerini gözlerime dikti. Sırtı hâlâ bana dönüktü, omzunun üzerinden bana bakmak için döndürdüğü boynundaki kalın damar şişmiş, derisini dışarı doğru kavislendirmişti.
“Sana böyle sorular sormamdan nefret ediyorsun biliyorum ama,” diye fısıldadığımda gözleri kısıldı, “günün beyaza dönmesi ne demek?”
Onu gafil avlamışım gibi yüzünü buruşturdu. “Bunun da mı ne demek olduğunu bilmiyorsun? Hiç pencereden dışarıya da mı bakmadın kızım sen?”
“Burada sabah oldu falan mı demek?”
Efken burnundan içeri çektiği nefesle eş zamanlı olarak gözlerini yumup sabır dileniyormuş gibi dişlerini gıcırdattı. “Varta, yani burası iki yakadan oluşur.” Gözlerini aralamadan başını şömineye doğru çevirmişti, artık onu göremiyordum ama gözlerini aralayıp zehir mavisi gözlerini ateşe diktiğine hemen hemen emindim. “Kızıl Yaka’da yani diğer yakada güneş hep gökyüzündedir, geceleri her yer karanlığa gömüldüğünde güneş ışık vermeyi keser ama gökyüzünde asılı kalır. Burada, yani Mavi Yaka’da güneş hiç kendini göstermez, bu yakada görünmez, geceleri ay gökyüzüne çıktığında her yer karanlığa gömülür ama gece bittiğinde gün doğumu hiç gerçekleşmez. Şafak sırtında beyazı getirir, gökyüzüne bırakır ve gökyüzü neredeyse hep beyazdır, ay ise hep gökyüzündeki yerini korur.”
Duyduklarım bende kısa bir şok etkisi yaratırken, dudaklarımın aralık kaldığını yalnızca Efken bana doğru dönüp, yüzümdeki sersem tavra şaşkınlıkla baktığında fark etmiştim. Tek kaşını kaldırdı, kaşının üzerinden şakağına inen dikiş izinin daha da belirginleşmesini sağlayan mimiği dikkatimi dağıtmıştı.
“Böyle bir şeyin olması…” Sertçe yutkunup birkaç saniye bu düşünceye alışmaya çalıştım ama olmadı. “Bu doğaya aykırı, böyle bir şey olamaz. İkisi her zaman gökyüzünde aynı anda kalıyor olamaz.”
“Bunu daha önce hiç görmemişsin,” dedi yüzünde karmaşık bir ifadeyle. Bana inandığını hissettiğim nadir anlardan birindeydik ama buna sevinmek yerine yaşadığım şoku gizleme gereği duymadan ona bir adım daha yaklaştım.
“Böyle bir şeye hiç şahit olmadım, çünkü böyle bir şey olamaz,” diye fısıldadım, gözlerimi yumduğumda düşündüğüm her şey doğaüstü geliyordu bana ve bu kesinlikle ürkütücüydü. Kirpik diplerimde bir sızı eşliğinde gözlerimi aralayıp Efken’e baktım. “Kopartıcılardı, değil mi? Kurtlar. Ne zamandan beri varlar?”
“Bu tarz efsaneler hep vardı, çıkış noktasını, yerini ya da zamanını hatırlamıyorum,” dedi düşünceli bir sesle. “Sadece aç birkaç vahşi hayvan.”
“Ama onlara kopartıcı demenizin bir sebebi olmalı.”
“Çünkü saldırdıkları her canlının bir uzvunu kopartmadan,” dedi ve ekledi, “özellikle kalbini. Asla geri çekilmezler.”
Efken’in verdiği dehşetin bel kemiğinden var olmuş bilgilere karşı bile bomboş hissettiğimi fark ettim. Aslında korku büyüktü, biri benzini içime boşaltıp ruhumu ateşe vermiş gibiydi ama yanmaya alışan ruhum uyuşmuştu ve artık tepki vermiyordu sanki. Duyduklarım karşısında bir adım geri çekilirim sanmıştı ama olduğum yerde öylece durmuş onu izliyordum.
“Yalan söylemediğini görebiliyorum,” demesini hiç beklemediğimden kafamı kaldırıp gözlerine daha dikkatli baktım. Tanrım, gözleri gerçekten uçurum mavisiydi. O gözlerdeki ölümcül siyah çizgiler uçurumun dibinde buz tutmuş okyanusun üzerindeki yarık izleri gibiydi. “En azından şu an sende gördüğüm şey yalan değil. Daha önce burada hiç bulunmadığına inanıyorum.”
“Sahiden mi?” diye mırıldandım.
“Sahiden,” dedi ama durmadı ve ekledi, “ama bu seni özgür bırakmam için yeterli bir sebep değil.”
Lanet olsun ki beni bırakmayacağını zaten biliyordum. Onun gözlerine baktığımda bile içinde buz tutmuş zincirlerin olduğu karanlık bir mahzen görüyordum ve bulunduğum yer, tam olarak o gözlerdeki mahzenin kalbiydi.
“Kartı çalmadım,” dedim bana inanmasına ihtiyaç duyuyormuşum gibi. “Sana yemin ederim, çalmadım. O kartı bana babaannem verdi, bir kitabın ayracıydı.”
“Bir kitabın ayracı mıydı?..” Bana garip garip baktı. “Ciddi bir soru soracağım Medusa,” dedi Efken, birden bana bu isimle seslenmesi, geçmiş birkaç adım arkamda olmasına rağmen o geçmişten binlerce ışık yılı uzaktaymışım gibi hissettirdi. “Azize kartını babaannen bir şekilde ele geçirmiş olabilir mi? Uzun yıllar önce…”
“Neden birine ait bir şeyi ele geçirsin ki? Hem babaannem burada bile değil. O İstanbul’da.”
Efken şimdi gözlerimin içine daha sakin baksa da pusuya yatmış öfkesinin kalbini zehirli bir sarmaşık gibi sardığını biliyordum. Sanki o hiç içten gülümseyemezmiş gibi geliyordu bana. Bana kalırsa o hep somurtuyor ya da ifadesiz, soğuk gözlerle bakıyordu. Ya bakışlarıyla karşısındakini kasıp kavuruyor ya da üşütüp buz tutturuyordu.
“Şu kolye,” dedi parmağıyla boynumu işaret ederek, “onu sana babanın verdiğini söylemiştin, değil mi?”
Parmaklarım kolyenin ucundaki ay taşına tutunurken, “Evet,” diye mırıldandım. “Neden sordun?”
“Sadece merak,” dedi, gözleri gözlerime dokunmadı, bir süre parmaklarımın arasına aldığım kolyenin ucunu izledi. Tekrar bana baktığında gözlerinde kar fırtınası vardı. “Ben seninle ilgili gerçekleri öğrenene kadar uslu durmanı istiyorum. Eğer uslu durur, sözümden çıkmazsan seni incitmem ama beni yılan gibi sokmaya çalışırsan ben de seni ısırırım. Ve emin ol, senin gibi bir yılanın ısırığı, benim gibi bir adamın ısırığının yanında çok masum kalır. Sen zehirlersin, ben ise öldürürüm.”
Kafamı karman çorman ediyordu. “Seni anlamıyorum,” diye fısıldadım.
“Sadece dikkatli ol,” dedi. “Çünkü ben, çok dikkatliyim.”
Tam yanımdan geçeceği sırada, “Efken,” dedim ve adını mırıldanmam onu durdurdu. Omzunun üzerinden bana baktı, omzumun üzerinden ona baktım, aramızdaki boy farkının ne kadar fazla olduğunu en net şimdi görebiliyordum. “Yaren’e karşı biraz daha anlayışlı olmazsan ellerinden kayıp gidişini izlemek zorunda kalırsın. Onun yaşlarında kardeşlerim var, bazı şeyleri çok uçlarda yaşarlar.”
“Senden akıl isteyen olmadı,” dedi kaya gibi bir sesle, bu tavrı beni dumura uğratırken yanımdan kayıp geçti. Bakışlarım onu son gördüğüm noktada sabitli kalırken ne bir adım ileri gidebildim ne de bir adım geri, zamanı tek bir cümleyle durdurup beni arkasında bırakarak çekip gitmişti. Tam onunla iletişim kurabilmenin bir yolu olabilir diye düşündüğüm anda bir anda yine bulunduğu ortama buz tutturuyordu.
Efken’in ne düşündüğünü bilmiyordum. Neler yapabileceğini de bilmiyordum. En azından neler yapabildiğini gözlerimle görmüş olsaydım, ileride yapacakları için de bir şekilde tahminler yürütebilirdim ama o şu an dibinde ne olduğunu bilmediğim bir uçurumdu ve ben o uçuruma doğru son sürat hiç durmadan koşuyordum.
Kafamda dağ gibi yükle salondaki tekli koltuğa oturdum, şömineden yükselen alevler bir ormanı saran yangın kadar büyümüş görünüyordu. Gözlerimin ateşe daldığı an, düşüncelerin bir bıçağa dönüşerek ruhuma saplandığı andı. Bilmediğim bir yerde, tanımadığım bir adamın yanında, o adamın zoruyla bu evin içinde tutsaktım. Adamın gözlerinde ölüm vardı, çözülmesi imkânsız, güneşi bile söndürecek buzlar vardı, adamın gözlerinde benim dünyamda hiç var olmamış gerçekler vardı. Belki de bir gün beni özgür bırakma düşüncesi bile kafasından silinip gidecekti ve beni öldürecekti. Artık yapmamam gereken şeyler açıktı ama yapmam gereken şey, tümünden daha ağır basıyordu.
Kaçmalıydım.
Bakışlarımı ateşten uzaklaştırıp perdeleri iki yana doğru açılmış kollar gibi görünen pencereye baktım. Camın yüzeyinde buğu oluşmuştu. Dışarıda hafif hafif attıran kar, döne döne yeryüzüne dökülüyor, gökyüzü hâlâ zifir kadar karanlık görünüyordu.
Birden biri üzerime bir mont atınca oturduğum yerde sıçrayarak kucağımdaki monta, sonra da bu siyah montu bana atan kişiye baktım. Efken girişte dikiliyordu, kaşlarım çatıldı.
“Yürü bakalım kara yılan, seni kendi yöntemlerimle özgürleştireceğim.”
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum montu kucağıma doğru çekip gözlerimi Efken’e sabitleyerek.
“Seni gökyüzünün karanlık gardiyanıyla tanıştıracağım.”
🎧: Lorn, Acid Rain