🎧: Çağan Şengül, Ben Sana Veda Edemem
Bazen birinde kalabilmek için, ondan gitmen gerekir.
Bunu fark ettiğimde yirmi üçümün sonlarındaydım.
Karşımdaki adamın ciddi olduğunu anlamak için çok düşünmeme gerek yoktu. Karşılaştığımız geceyi bile bilen birini oyunlarla kandıramazdın. Her şeyi düşünmüştü. Birçok şeyi bildiğine göre, demek ki ona yardım eden çok fazla insan vardı.
“İlk işin olanları ona anlatmak olacak çünkü sizde işler böyle işliyor. Birbirinizden pek de bir şey gizleyemiyorsunuz,” dediği ânı hatırladım, artık yüzüne bakamıyordum. “İşleri zorlaştırırsan, Zeliha, ben de senin için işleri zorlaştırırım. Baban, kardeşin, annen, tüm ailen yeni hedefim hâline gelir. Benim için insanları harcamak zor değil, biliyorsun. Ben kendi oğlumu harcadım. Seni harcamam mı sanıyorsun?”
Ona, “Bana zaman ver,” demiştim, ondan istediğim zaman değildi.
Ondan istediğim, onu oyalarken yakalayacağım küçük bir fırsattı. Bir şekilde onu püskürtmemin bir yolu olmalıydı ama bunun için önce onun elinden kurtulmam gerekiyordu; onun elinden kurtulurken onu çok korktuğuma da inandırmalıydım. Evet, korkuyordum ama sandığı kadar büyük bir korku değildi. Beni oğlunu kullanarak mağlup edebileceğinin farkındaydı, evet, mağlup olduğumu iliklerimde de hissetmiştim ama savaş henüz başlamamıştı.
Beni savaş meydanına çekip ilk hamleyi yaptıktan sonra beyaz bayrağı kaldıracak biri sanıyorsa, yanılıyordu.
Gurur’un hayatını mahvetmezdim ve bir başkasının da mahvetmesine izin vermezdim. Düşünmek zorundaydım, mantığım her noktadan çalışmalıydı. Konuyu Gurur’a söylemeden halledebilmenin yolu nereden, neyden geçiyordu? Gurur, bir teröriste boyun eğmezdi, babasının bir de vatan haini olduğunu öğrenecek olursa onu hiçbir şey durduramazdı; ben de buna dahildim. O yüzden Gurur’a bir oyun oynayacağız diyemezdim, bu cümleyi kurduğum an aslında onun hayatıyla kumar oynamış olurdum.
Bana daha soğukkanlı olabilecek bir yoldaş lazımdı.
Gözlerimden devamlı akan yaşlar, o minibüsün içinde akmaya devam ettiler. Babası tek kelime etmedi, tam karşımdaki koltuğa oturdu ve minibüs tenha yollarda ilerlerken, “Bu kadar ağlamamalısın,” dedi. “Gözlerin şişerse bir terslik olduğunu anlar. Tekrar ediyorum. Niyetin olan biteni ona anlatmaksa, büyük hüsrana uğrarsın. Sen nasıl ki onu tanıyorsan, ben de onu tanıyorum. Vatanını oyunlara alet etmez. İşin sonunda yanan yine o olur.”
“Biliyorum,” dedim tükürür gibi. Bileklerimi özgür bırakmasına rağmen sanki hâlâ kelepçeler takılıymış gibi birbirine yaslı duran bilek içlerim ağrıyordu.
“Tim’den ya da Hakan’dan yardım istemeye kalkacak olursan diye söylüyorum, kılıma zarar verilirse tüm basın organlarında saniyeler içinde Gurur’un cinayetine dair görüntüler yayımlanacak ve kimliğim anında ifşa edilerek askerliğine ket vurulacak.” Kelimelerinde tek bir yalan olmadığı belliydi, gözlerimi gözlerine diktim ve ilk kez bu gözlerden nefret ettim.
Oysa bu gözlerin birebir aynısına âşıktım.
Onun gözleri, Gurur’un gözlerinin aksine daha nefretle yüklü bakıyordu, daha alaycıydı, daha caniydi; Gurur’un buz gibi bakan gözlerinin aksine cehennemden daha sıcak görünüyordu. Sanki onun gaddar gözlerinde volkanlar patlıyordu.
“Bunları kırk bin kez söyledin zaten,” dedim burnumu çekerek. Gözlerime bir boşluk yerleştiğinde, yüzümde dolaşan bakışları keskinleşti.
“Bir çıkar yol arıyorsun.”
“Ne yapmamı bekliyorsun?” diye sordum sertçe. “Öylece kabullenmemi mi?”
“Zaman istedin.”
“Düşünmek için. Bir karara varmak için. Bu kararı verene kadar Gurur’u buna sürükleyecek kadar çocuk mu sandın sen beni? Benim ayağıma geldiğine… Pardon, beni zorla alıkoyduğuna göre en büyük umudun benim. Ben kararımı vermeden harekete geçmeyeceksin çünkü Gurur yanarken seni de yakacak, biliyorsun. O yüzden içim rahat. Ben karar verene kadar ona hiçbir bok yapamazsın.”
“Zeki olduğunu tekrar söylemekte fayda var. Ama unutma, Gurur beni ateşe atarken kendisi daha büyük ateşlere düşecek. Bu gerçeği aklında bulundurman kararını verirken sana yardımcı olacaktır.”
“Peki ya ayrılmazsam?” diye sordum. “Madem bana gebesin, ondan ayrılmazsam, kendini de yakmamak için ateşleri ondan uzak tutmayacak mısın?”
Sırıttığını görünce midem düğümlendi. “Çapraz sorguda mıyız yoksa?” diye sorarken sesindeki alay beni tiksindirdi. “Zeliha, zaman geçtikçe Gurur bana biraz daha yaklaşıyor. Sonunda zaten yanacağımı görebiliyorum. Peşimde olduğunu biliyorum. Ondan kurtulabilmemin yolu ya onu oyun dışı bırakacak kadar meşgul etmek ya da ateşe atmak. Bu oyunu o başlattı. Beni öldürmek için gözü döndü, eğer bu olmasaydı ona bulaşmazdım. Sana dedim, onu biraz oyala ve ben de siktir olup gideyim. Sonra istersen barışırsın, umurumda bile değil.”
“İnsanlara zarar veriyorsun ve öylece gitmene izin vereceğim, öyle mi?”
“Gurur için. Üstelik bana yardım etmezsen, Gurur’u hemen ateşe atmasam bile onlarca masumu seve seve ateşe atarım. Senin fitilini ateşlemek kan dökmekten geçiyorsa eğer kızım, inan bana ben kan dökmeyi çok küçük yaşlarda öğrendim.”
Beni dört bir yandan sıkıştırıyordu. Sessizce, “Bunu hemen yapamam,” dedim. “Bana zaman vermek zorundasın. Bu sandığın kadar kolay değil.” Seni saf dışı bırakmak sandığım kadar kolay olmayacak, diyemedim. Seninle savaşa girmeyi göze alabilmem için zamana ihtiyacım var, diyemedim.
“Birilerini bu işe karıştırırsan ne olacağını biliyorsun, değil mi?”
“Evet ama merak ediyorum, birine bunu söylesem bile senin bundan nasıl haberin olacak?” diye sorarak zarfı ortaya attım.
İçeride bir hain mi vardı? Tesiste her gün göz göze geldiğim onlarca askerden biriyle mi görüşüyordu? Muhbirleri her yerde olabilirdi. Belki de bir asker değildi, bir sivildi, belki çevremizdeydi belki de değildi.
“Gözlerim de kulaklarım da ellerim de her yerde ama düşündüğün gibi düşmanı öyle çok da içeride arama,” dedi, sesindeki dürüstlük beni şaşırttı. “Ben Tim’deki heriflere güvenip sırt yaslayacak biri gibi mi duruyorum? Bir askere asla güvenmem çünkü konu vatan olduğunda kendi kafasına sıkacak adamlar, sanıyor musun ki bana yardım eli uzatırlar?”
Gözlerinin içine uzun uzun baktığımda, “Ama Tim sana yardım eli uzatır,” dedi. “Ama o yardım elini tutarsan, Gurur’un infaz kararının altında imzan parlar.”
Tim’in yardım elini tutmamamı söylemişti. Bir başkasının yardım elini değil.
Kendimi sakinleştirmeyi denedim, ağlamamı durdurabilmiştim ama zihnim hâlâ aralıksız çalışıyordu. Bunu karşımda duran adama çaktırmamaya çalışsam da endişemi de, devamlı çatışarak çıkar yol bulmaya çalışan düşüncelerimi de görüyor gibi bir hâli vardı.
“Çok korkusuzsun,” dediğimde gözleri gözlerime pençe gibi geçti. “Ya da çok büyük bir korkak olduğun için bu kadarını göze alabiliyorsun.”
“Bu kadarını göze alıyorum, evet,” dedi alayla. “Ve bak, gördün mü? Söylediğim her şeyi yapacaksın çünkü buna mecbursun. Bazen güç, en güçsüz sanılanın elindedir.”
“Gerçek gücün bu olmadığını seninle tartışacak değilim.”
“Güçsüz taraf olduğun için tartışmak istememen normal.”
“Ne demiştin?” diye sordum tam gözlerinin içine bakarak. “Bazen güç, en güçsüz sanılanın elindedir.”
Bana, ona doğrultulmuş bir silaha bakıyormuş gibi baktı. Gözlerindeki tedirginliğin sebebi gözlerimin tetiğin üzerinde duruyor oluşundan olsa gerekti. Gözümü karartırsam olabilecekleri düşünmüş olmalıydı, elbette bunun için bir planı zaten vardı ama gözüm kararırsa, planı olsun ya da olmasın, zarar göreceğinin farkındaydı.
“İnebilirsin,” dedi bana. “Yapman gerekenleri unutma.”
Eskiden Gurur’u sevmekten korkardım, şimdiyse Gurur’u sevdiğim için korkuyordum.
Başta kendi adıma korkarken, şimdi korktuğum her şey onun adınaydı. Konu o olduğunda, kendimi arkada bırakmaktan korkmuyordum; onu arkada bırakmaktan korkuyordum.
Araçtan inmeden önce son kez onun tanıdık hissettiren ama bir yabancıdan da fazlası, bir cani olan gözlerine baktım. Gurur’un buz sıcağı gözlerini ne kadar seviyorsam, bu adamın cehennem gibi bakan gözlerinden o kadar nefret ettim. Gözlerimde nefreti gördüğünü biliyordum. Elinden sevdiği bir şeyi alındığında herkes böyle bakardı.
Araç beni alıkoyduğu yerde bıraktığında ve son sürat geceye karıştığında, birkaç saat öncesi yüzüme tokat gibi vurmuş oldu. Yerde sefertasları vardı, onun için yaptığım yemekler etrafa saçılmıştı. Birden kendimi o kadar çaresiz hissettim ki, bunu kelimelerle bile ifade edemeyeceğimi fark edip yere çöktüm. Dizlerimi karnıma bastırarak yere düşüp etrafa saçılan yemekleri izlerken tekrardan ağlamaya başlamıştım.
Ağlamanın çare olmadığını çok küçük yaşlarda öğrenmiştim. Kötü anılar öğretmemişti bana bunu, babamdı öğreten; karşıma geçip benimle yapacağı ilk mantıklı konuşmasını yapmış, ağlayarak bir şeyleri halledemeyeceğimi, yok edemeyeceğimi söylemişti. O zamanlar gözyaşlarını kolunun iç kısmına silerek onu dinleyen küçük bir kızdım. Şimdi de babama ihtiyaç duyuyordum.
Kahraman Özdağ karşıma geçip, hiçbir şeyi ağlayarak çözemeyeceğimi söyledikten sonra bana bir yol gösterseydi olmaz mıydı?
Bu yemekleri onun için yapmıştım. Onun gözlerindeki mutluluğu görebilmek için. Koskoca bir adam olmasına rağmen bana bir çocuk gibi bakan gözlerinde mutluluğu görmek istemiştim. Şimdiyse o gözlere acıyı bırakmamı, o gözleri taşıyan adama yıkımı yaşatmamı istiyorlardı. Derimin altında bıçak gibi ilerleyen bu his, beni daha çok ağlattı ve hüngür hüngür ağlarken sadece yere saçılan yemekleri izledim.
Gurur’u mutlu edebilmek çok kolaydı ama biliyordum ki Gurur’u üzmek de çok kolaydı; konu bensem mutluluk ve hüzün ona daima bir adım yakındaydı. Burnumu çekerek yavaşça doğrulup kalktım, ikinci kez yemeklere bakmadım çünkü kaybedişimi görmeyi istemedim. Bunu kendime yediremediğimden değil, bunun beni öldüreceğini hissettiğimden yapamadım.
Eve doğru yürürken yolda rüzgâra kapılıp savrulan bir yapraktan farkım yoktu. Sokak lambalarının altından ışığın bile aydınlatamadığı karanlık bir gölge gibi geçip gittim.
Gurur, bir katil değildi. Buna bile sevinemiyordum. Biri etimi çekerek kemiğimden sökmek istiyormuş gibiydi; aynı anda o eller ruhuma da asılıyormuş gibi hissediyordum. Bir an, gözlerimden hâlâ yaşların boşaldığı bir an duraksadım ve geçmişin sayfaları hızla çevrilirken bir anı tüm gerçekliğiyle zihnimde patlamaya yol açtı.
“Ben katil falan değilim,” demişti aniden, bunu hatırlamak kalbimi tekletti. O zaman, hemen arkasından kurduğu cümleler yüzünden onun bir katil olmama ihtimalini düşünmemiştim bile. Kendini savunmak için sarf ettiği basit bir cümle, başlangıcı sandığım bu şeyin aslında haykırdığı gerçek olduğunu nereden bilebilirdim ki?
“Değilsin,” dedim bükülmüş dudaklarla kafamı kaldırıp oturduğumuz binaya bakarak. Binadaki bazı dairelerin ışıkları yanıyor, bazılarınınsa karanlıklar altında kalmış yanı onları kendime benzetmeme neden oluyordu.
Güvenliğin önünden gözyaşları içinde geçtim ama kulübesinin içinde çay içtiği için beni fark etmedi. Ayaklarımdaki derman çoktan çekilmişti, biri geçerken koluma dokunsa, çekilmiş bir domino taşı gibi devrilerek tüm düşüncelerimi yıka yıka düşmeye başlayacaktım.
Bir plana ihtiyacım vardı. Tutarlı bir plana. Bizi kaosa değil, ışığa götürecek bir plana. Bir askere tüm geleceğini yaktıracak bir karar verdirecek değil, o askerin doğru yolda ilerlemesini sağlayacak bir plana.
Geleceğe izlerini bırakmak isteyen bir avukat olarak değil, sevdiği adamı savunan bir kadın olarak gireceğim o duruşma salonundan onu kurtarmadan çıkmaya niyetim yoktu.
Ağır adımlarım beni önce lobiye, sonra asansörlere götürdü. Yeni fikirleri ağırladığım zihnimin içinde fırtınalar esiyordu, fırtına çok kuvvetliydi ve mantıklı olabilecek tüm fikirlerin altındaki mantıksızlığı görmemi istiyor gibi o fikirleri köklerinden kopararak savuruyordu.
“Yanlış adımlar atmayacaksın,” diye fısıldadım asansör katlar arasında ilerlerken. “Ne tamamen duygularının ne de mantığının esiri olacaksın. Ortak dengeyi bul. Hem vicdansız hem vicdanlı olmayı bil. Kazanmak istiyorsan önce yenilgiyi tatmalısın.” Gözlerimi sıkıca yumduğumda gözlerimden süzülen yaşlar tüm yüzümü yıkadı. “Bu gece yenildin, yarın gece değil. Ondan sonraki geceler değil.” Gözlerimi açmamla, asansörün kapıları kayarak açıldı ve zihnim yeni bir aydınlanmayla kozmik bir patlama yaşadı.
Kime gideceğimi biliyordum.
Kimlere gideceğimi biliyordum.
Adımlarım beni kendi evimin kapısına değil, Cenan’ın evinin kapısına götürdüğünde başka çarem yoktu. Kapana kısılmış biri tüm yolları denerdi, yol olmasa, bir oyuk yaratır, o oyuğun içinden devam ederdi. Yollar tıkanacak olursa o oyuğu yaratacaktım ama yine de Gurur’un içini bile isteye oymayacaktım. O oyukta içi oyulan ben bile olsam.
Zili çalıp titreyen ellerimi geri çekerken yüzümdeki yaşları avuçlarımın dış kısmıyla silmeye çalıştım ama yenileri anında gözlerimin çukurlarına devrilmeye başladı. Gözyaşları tenimi keserek ilerleyen jiletler gibiydi, ağlamak nasıl olurdu da bir insanın tenini böyle acıtırdı? Gözyaşlarım değildi de kanımdı sanki akan. Kirpiklerimden aşağı jiletler düşürüyordum.
Cenan yüzünde dalgın bir ifadeyle kapıyı açtı ve karşısında gözyaşlarına boğulmuş yüzümü bulunca afallayarak gözlerini irice açtı. Dağılmış sarı saçlarını hızlıca atkuyruğu yaparken, “Zeliha,” dedi korkuyla. “Güzelim. Geç içeri. Neler oluyor?”
Hıçkırığımı yutmaya çalışırken çıkardığım garip sese kaşlarını kaldırarak, hayretler içerisinde baktı. İçeri girdiğim an kapıyı hızla kapatıp arkamdan geldi. Bir an nereye gideceğimi bilemeyerek bizimkinin bir kopyası olan evin yan tarafımda kalan koridoruna ve önümde uzanan salonuna kaybolmuş bakışlar attım. Cenan, parmaklarını omzuma bastırarak beni yavaşça salona doğru yönlendirdiğinde ayaklarımın bağı çözülmüş gibi hissettim. Sanki yere devrilip, yere su gibi yayılacaktım.
“Birine mi bir şey oldu?” diye sorarken sesi tedirgindi, sakladığı korkular gün yüzüne çıkmış gibi bana kuşkuyla baktığında dudaklarımı birbirine bastırarak ona baktım ve çenemin titreyişlerine engel olmaya çalıştım. “Zeliha, söyle bana güzelim. Ne oldu? Korkutuyorsun beni.”
“Ben…” Titreyen ellerimi havaya kaldırıp bir süre öyle tuttuktan sonra yumruklarımı sıktım ve dudaklarımı büke büke, “Ben ona yemek yapmıştım, yemek götürüyordum,” diye fısıldadım. Cenan telaşla bana bakmaya devam ediyor, üstüme gelmemek için sadece başını sallayarak devam etmemi istiyordu. “Bir araba durdu yanımda. Gözümü açtığımda bir depodaydım. Bir adam… Onun babası.”
Bu kelimeden sonra hıçkırıklarım yeniden özgürlüğüne kavuştu ve sarsılarak ağlarken yuttuğum kelimelerle zar zor olup biteni Cenan’a en hızlı hâliyle anlattım. Her bir detayda benim gözyaşlarım şiddetleniyor, Cenan’ın gözlerindeki dehşet ifadesinin gölgeleri büyüyordu.
İçine düştüğüm kuyunun ne kadar derin olduğunu ona gösterdiğimde, kuyunun dibinde durup kafamı kaldırdım ve kuyunun başında durmuş beni izlediğini gördüm. Aşağı inmenin bir yolunu arıyor gibi bir süre gözlerimin içine baktı.
“Şimdi eve gidip tüm ışıkları yakıyorsun,” dediğinde Cenan, gözlerimden boşalan yaşları elimin tersiyle silerek ona baktım. “Sonra evden çıkıp, binanın arkasında beni bekliyorsun.”
Burnumu çekip, “Ne yapacağız? Ya delirip her şeyi mahvederse?” diye sordum “Ya fark ederse? Abla, her şeyi biliyor gibiydi. Çok karanlık bir zihni var, yapabileceğim her şeyi biliyor gibi yapabileceklerimi anlattı bana.”
“Dediğimi yap, Zeliha,” dedi Cenan. “Evdeki tüm ışıkları yak ve beni aşağıda bekle. Binanın önüne sakın çıkma.”
“Tamam,” diyebildim, boğazımdaki ağrıyla kapıya doğru yürüdüm. Attığım her adım boşluğa saplanıyordu, ben de o boşluğa saplanıyormuşum gibi hissediyordum.
İnsan bazen düştüğü boşlukta kendini silmeye başlardı.
Bir planı vardı, bunu görmüştüm, gözleri bana bunu ima ederken tehlikelerin de orada olduğunu saklamamıştı. Dediklerini harfiyen yerine getirdim. Evdeki tüm ışıkları yaktım, evden çıkarken gözyaşlarım en nihayetinde dinmiş sayılırdı ama bedenim tir tir titriyordu. Bu titremenin sebebinin soğuk olmadığını biliyordum.
Evin içine girdiği an bile evime gitme isteğiyle donan bedenim, farkında değil miydi evin içinde olduğumun? Kendimi sokağa, yani binanın arka tarafına bıraktığımda iki gölgenin bana doğru geldiğini gördüm. Uzun gölge, kısa gölgenin elini sıkıca tutmuştu. Çok geçmeden Cenan ile Dide’nin yüzleri gecenin içinde iki farklı evredeki ay gibi parladı.
Cenan, “Bu taraftan,” diyerek beni kapalı bir otoparkın girişine yürüttü. Dide sessizce annesinin yanında yürürken sessizdi, sorgulamıyor, sadece bizimle geliyordu. Kapalı otoparkın ışıklarının yanmadığını fark ettim, içerisi zifiri karanlıktı ama Cenan aracın uzaktan kumandasıyla aracın farlarının anlık yanıp sönmesini sağlayınca ne tarafa gitmem gerektiğini anladım.
Ön yolcu koltuğuna oturduğumda aracın içinde sadece saat göstergesinin ışığı yanıyordu. Cenan direksiyon başına, Dide de arka koltuğa oturdu. O sağır edici sessizlik, ilk kez gördüğüm bu hayalet araba sessizce sokağın arka tarafından dolanarak olduğumuz yeri terk edene dek sürdü.
Titreyen ellerimi dizlerime sürterken akıp giden yola baksam da baktığım yerde gördüğüm yol değildi. Gurur’u görüyordum. Bana gülümseyen yüzünü, gözlerimin içine uzun uzun bakışını, saçlarının parmaklarımın arasından kayıp gidişini, başını dizime yaslayışını, koca bedeniyle göğsüme sokulup bir çocuk gibi bana sığınışını… Tüm bunlar bir yüke dönüşerek beni tekrar ağlatmaya başladı ama bu kez gözyaşlarım sessizdi, eğer burnumu çekiyor olmasaydım Cenan da Dide de ağladığımı anlamazdı.
“Zeliha abla,” diye fısıldadı Dide sessizce. “Lütfen ağlama. Neden ağlıyorsun? Seni ağlatan Gurur abiyse, anneme söylerim babamı arar, telefonu alırım ve babama onu şikâyet ederim. Babam ona kızar ve aranızı hemen düzeltir.”
Dudaklarıma bir gülümseme yerleştirmek istesem de bunu yapamadım. Küçük bir çocuğun beni anlamasını, gülümsemediğim için bana kızmamasını diledim. Cenan arabayı şehrin içinde ilerletmeye devam ederken gözleri bana çevrildi ve “Bu konuyu sadece ikimiz çözemeyiz,” dedi, bir an korkuyla ona doğru baktım. Gözlerini bana çevirdi. Anlık bir bakışmanın ardından tekrar yola bakmaya başladı.
“Onun söylediklerini yapmak zorunda mıyım?” diye sorduğumda Cenan kaşlarını çatıp, “Hayır,” dedi.
“Ama Gurur’un hayatını bitirebileceğini söyledi.”
“Aksine, oynamaya çalıştığı bu oyun Gurur’un hayatını kurtaracak.” Cenan gaza biraz daha yüklendi ve kurduğu cümlenin yankısı uzun süre kafamın içinde kaldı. Kesinliği olmayan umudun kalbime çöreklenmesine izin vermek istemesem de bir yanım buna şiddetle ihtiyaç duyuyordu. Nasıl olurdu da bu oyun Gurur’un hayatını kurtarırdı?
“Hayatını mı kurtaracak? Onun askerliğini elinden aldığında, hayatını da elinden almış olacak. Bir askerin babası terör örgütü üyesi olamaz, bu onun askerliğinin sonu olur.”
“O yasa yürürlükten kalktı,” demesiyle kelimelerin her biri bir şimşek gibi beynimin içinde arka arkaya çaktı. Cenan’ın karanlık vaatlerle dolu gözleri bana çevrildiğinde kalp atışlarım yavaşladı ve işte umut yeniden orada, atışları yavaşlayan kalbimin surlarındaydı.
“Ve Gurur, bir veterineri öldürmedi. Yani bir katil değil. Aslında o herif farkında olmadan Gurur’un sicilini ve hayatını kurtardı. Sana tüm bunları itiraf ederek…”
“O yasa değişti mi?” diye sordum sesim titreyerek.
“Yakında bir avukat olacaksın, değişikliklerden, yasalardan, olup bitenden daima haberdar olman gerekir, Zeliha.” Cenan anaç bir gülümsemeyle gözlerini yola çevirdiğinde derin bir nefes alarak sırtımı koltuğa bastırdım. Gözyaşlarım gözlerimi esir almaktan tam da o an vazgeçmişti. Islak, ağrıyan gözlerimi yumup derin bir nefes aldım ve aldığım nefes bu kez canımı yakmadı.
“Teşekkür ederim,” dedim, çaresizlik sesimin iskeletine kaynamış yabancı kemikler gibiydi.
“Önemli olan bu itirafı daha sağlam şekilde kayda alabilmek,” dedi Cenan.
“Gurur’a gerçekleri anlattığım an veteriner ölümlerinin arkasında onun olduğunu düşündürecekmiş.” Durdum, rahatsız bir hisle arka koltuğa baktım. Ölümlerden söz etmeyi, en azından arka koltukta küçücük bir kız çocuğu varken istemiyordum ama şartların bizi sürüklediği nokta, tam da bu noktaydı. “Anlamadığım şu,” diye fısıldadım bakışlarımı Cenan’a çevirerek. “Madem cinayeti işleyen Gurur değildi, neden ilk cinayet çok profesyonelken, diğer cinayetler taklit gibiydi?”
Cevap, daha Cenan ağzını açmadan kafamın içinde belirdi ve parmağımı sertçe şıklatıp, “Çünkü,” dedim dehşet içinde. “Gurur’a gerçek bir katil olduğunu inandırmak istiyordu. Gurur o veterinerin ölmediğine emindi ama profesyonel bir ölüm demek, kendisinin yaptığına inanması demekti. Sonraki ölümler ise tamamen düzmeceydi, katil bilerek profesyonel bir iş çıkarmıyor, taklitçi olduğuna inandırmaya çalışıyordu.”
“Az kalsın beni bile tuzağa düşürüyormuş. Son âna kadar katilin Gurur olduğundan, birinin onu taklit ettiğinden tam anlamıyla emindim,” dedi Cenan çatık kaşlarla. “Bir asker tarafından işlenmiş gibi olan bu cinayeti işleyebilmesi için bu adamın türlü eğitimlerden geçmiş olması gerekir. Bu da demek oluyor ki eğitimlerinde ona yardım eden birisi var ya da birisi onun için bu cinayeti işledi.”
Gergin bir şekilde yola bakıp, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Bizi kimsenin göremeyeceği bir yere. Hakan’a bir mesaj yolladım. Bizi orada bekliyor olacak,” dediğinde sıçrayarak Cenan’a baktım. “Ne? Zeliha, bunu tek başımıza yapamayız. Hakan’ın desteğine ihtiyacımız var. Sadece sen ve benle çözülecek bir konu değil bu, o kaydı alabilmen için Hakan’ın da desteğine ihtiyacın var. Üstelik başına her şey gelebilir ve seni tek başıma koruyamam.”
“Eğer o herif bunu öğrenirse…”
“Öğrenmeyecek,” dedi Cenan. “Güven bana. Hem öğrense bile Gurur’un askerliğine umduğu darbeyi indiremez, söyledim sana.” Araç biraz daha hızlandı ve gecenin içinde sönmek için kayan bir yıldız gibi ilerlemeye devam ettik. “Tek sorun, cinayeti Gurur’un üzerine yıkma ihtimali. Bunu da durdurabilmek için Hakan’a ihtiyacımız var. O, böyle konularda senden de benden de daha profesyonel. Gurur’un suçsuzluğunu kanıtlamak için bu şart. Aksi hâlde askerliğini babası terör örgütü üyesi diye değil, bir sivili öldürdü diye kaybedecek. Üstelik suçsuz olduğu hâlde.”
Dilimi tutmak kolaydı ama kalbimi nasıl tutacaktım? İnsan kelimeleri durdurabilir, hislerini susabilirdi ama kalp hiç susmuyordu; kalbi susturamıyordunuz.
Yol benim için ızdıraptan farksızdı. Göl evlerinden birinin yakınlarında durduğumuzu fark ettiğimde etraf karanlıktı, göle düşen ay yansıması dışında tek bir ışık pıhtısı yoktu. Cenan, farları söndürmüş, sessizlik içinde sürdüğü aracı göl evinin çaprazında durdurmuştu.
Göl evi eski bir barakayı anımsatıyordu, kulübenin gölgelerin ardına gizlenmiş eski ahşap duvarlarını araçtan inip eve yaklaştığımda fark ettim. Gölün soğuğu, dağlardan kopup gelen rüzgârın soğuğuyla kesişip et yakar hâle gelmişti.
Dide, “Anne,” diye fısıldadı. “Babam neden böyle korkutucu bir yerde?”
Cenan buna bir cevap vermedi, tek yaptığı ahşap kapıya tıklatmak oldu ve birkaç saniye sonra ahşap kapı açıldı. İçeride yanan mumun ışığı, duvarlara Basri abinin büyük gölgesini çiziyordu. Basri abi, yüzünde sabit bir ifadeyle Cenan’ın tam gözlerinin içine bakınca, bu evin ikisinin hayatında derin bir yere sahip olduğunu anladım. Bu evde anıları, gözyaşları, birbirine sığınmaları, sarılmaları, belki daha fazlası olmalıydı; sadece ikisinin bildiği bu kulübenin içindeki anıların üzerime yıkılmış gibi hissettirmesinin nedeni, Basri abinin Cenan’a değen bakışları mıydı?
O buz kırağı bakışların içinde yanan alevler vardı, dışı buzla kaplanmış gözlerinin içi biliyordum ki hâlâ Cenan uğruna yangın yeriydi.
Muşta eğilip kızını kucakladı, Dide kollarını babasının boynuna sararken Cenan sessizce kulübeye girdi ve ben de Cenan’ın arkasından kulübeye girip ahşap, gıcırdayan kapıyı yavaşça kapattım. Muşta, kucağında Dide ile bana doğru dönerken şimdi gözlerinde endişe kol geziyordu.
Mavi gözlerine sinen endişe sisini dağıtmadan, “Zeliş?” dedi sorar gibi. “Gecenin bu saatinde seferber olmanıza neden olan önemli konu da ne?”
Cenan, “Gurur’un tesisten çıkmasını önleyecek bir bahane bulabildin, değil mi?” diye sorunca, Muşta ona bakmadan sadece başını salladı. Cenan, Muşta’nın ona değmeyen gözlerine gocunsa da gurur yapmadı, gözlerini Muşta’nın çehresine dikmeye devam etti.
Muşta’nın bakışları yeniden bana çevrildiğinde ortaya dökülüp saçılacak konunun hayatımızda yeni bir yaraya yol açacağını hissetmişe benziyordu. Henüz Dide’nin yarası kabuklanmamışken, şimdi yeni bir yarayla kapısını çalmak başımı önüme eğdirdi.
“Gurur’un babası,” dedim, ilk cümlem buydu ama son cümlem de bu olabilirmiş gibi irkildi; gözlerinin içine baktığımda mavi gözlerine yerleşen farkındalık beni korkuttu. Bir sonraki her cümlenin, akabinde kaosu da içimize getireceğini biliyor gibi bakıyordu. Belki de o adamı tanıdığı için böyle bakıyordu. Belki de o adamın yapabileceklerini biliyordu. Yapabileceği her pisliğin farkında gibi bakıyordu.
“Emsal sana bir şey mi yaptı?”
Bir an beynimden içeri hızla giren bir kurşunun tüm düşüncelerimi kana bulayarak zihnimi paramparça ettiğini hissettim. İsmi bu muydu?
Oysa kafamda bir ismi yoktu. Gurur, bir çocuğun inandığı ve korktuğu canavarı anlatır gibi anlatmıştı onu. Gurur’un hikâyesindeki canavardı, adı yoktu; bir an bile adını merak etmemiştim. Şimdiyse o canavarın, sevdiğim adamın gözlerini aynadaki bir yansıma gibi taşıyan o iblisin adını biliyordum.
Bir an o kadar yıkılmış hissettim ki bir cevap veremedim ama Muşta gözlerimdeki enkazdan cevapları topladı.
Sonunda, “Beni tehdit etti,” döküldü dudaklarımdan. Muşta’nın çivit mavisi gözleri orman gibi yanmaya başladığında, kelimeler dudaklarımın kilidini kırdı ve anılar acımasız cümleler doğuracak harfleri yan yana sıralamama neden oldu. Anlattıklarımın Muşta’nın yüzünün anbean daha da renk kaybetmesine sebep oluyordu. Her bir ayrıntıda benim ruhum, Muşta’nın ise sabrı kan kaybediyordu.
Zaman, mumun alevi gibi yalpaladı ama ne mum söndü ne de zaman durdu; zaman son sürat aktı. Tıpkı yandıkça bitişe yaklaşan o mum gibi, zaman da hızla akarak dudaklarımdan dökülen kelimeleri bitişe taşıdı. Son cümlenin ardından yutkundum, artık ağlamıyordum, daha fazla ağlayamazdım. Muşta’nın gözlerinin içine çarem ondaymış gibi baktım.
“Kansız yavşak,” diyen Muşta’nın gözlerinde ölümün gölgeleri kol geziyordu. Bir an, çok küçük bir an için dizlerimin üstüne çökmek, Muşta’nın bacaklarına sarılarak bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başlamak istedim ama bunu bile yapacak gücüm kalmamıştı. İçimde mütemadiyen bir ateş yanıyordu.
“Cinayeti ona itiraf ettirmemiz gerekiyor,” dedi Cenan, Muşta kaskatı bir çeneyle Cenan’ın tam gözlerinin içine baktı ve o an, Cenan’a hak verdiğini anladım. Bir kurşun gibi ona saplanıp anıları kan gibi akıtan gözlerini yavaşça Cenan’dan ayırarak bana çevirdiğinde, Cenan ona bakmaya devam ediyordu.
“Bu durum ciddi,” dedi Hakan abi bir anda, bunu beklemediğim için umudum başımın üzerinde parçalara ayrılmaya başladı. Gözlerini yüzümden çekmeden, “Atılacak tek yanlış bir adım, Gurur’u da onun geleceğini de kaosa sürükler. Emsal pezevenginin leş bir köpek olması Gurur’u görevinden etmez ama bir sivili öldürmek onu görevinden eder,” dedi. Bir an küfür ettiği için çekinerek kızına baktı ve gözleri yeniden beni buldu. “O yüzden haklı,” diyerek Cenan’ı kastettiğini anladım. “Gurur’un hayatını garantiye aldıktan sonra yapılması gerekeni hızlı bir şekilde yapacağız. Önceliğimiz Gurur.”
“Peki ne yapmalıyım?” diye sordum ellerimi birbirine bastırarak.
Hakan abi, Dide’yi kucağından indirmeden ahşap sandalyeye oturdu, Dide babasını sessizce izlerken Hakan abinin gözleri hâlâ bende asılı duruyordu. “Senden tam olarak istedikleri bunlar mıydı? Gurur’dan ayrılıp, onu hüsrana uğratman mı?”
“Evet.”
“Emsal’in derdi belli.” Dişlerini birbirine bastırınca, dişlerinin arasında küfürleri parçaladığının farkına vardım. Dide’nin yanında daha fazla küfretmek, sesini yükseltip onu korkutmak istemiyordu. “Gurur’un iplerini eline almak istiyor. Fiziksel olarak yıkamayacağını anladı, duygusal olarak yıkmanın peşinde.” Hakan abi gözlerini yere indirip bir süre bekledi, konuşmadı ve onun sessizliği korkularımı besledi. “Ondan elle tutulur bir kanıt almamız şart.”
“Bu, onun söylediklerini harfiyen uygulayacaksın mı demek oluyor?” Sesim her ne kadar titriyor olsa da gözlerime yerleşen ifade, yere düşüp parçalanan gücünü sonunda toplamayı başarmış birinin ifadesiydi.
“Harfiyen sayılmaz.”
“Gurur’a her şeyi anlatıp, sahte bir ayrılık planlasak çok mu saçma olurdu?” diye sorduğumda Hakan abinin gözleri kısıldı.
Aslında ikimiz de bunun cevabını biliyorduk. Gurur, bu oyunu kabul etmezdi, babasının bir vatan haini olduğunu öğrendiği anda dünyası başına yıkılmayacaktı belki ama suçluluk duygusu usulca kanının üzerine bir gölge misali çökecekti. Hırçınlaşacak, yok etmek isteyecekti. Hele babasının beni esir alıp, tehditler savurduğunu öğrenirse, işler daha da karışacaktı. Böyle bir durumda mantığını kullanmasını bekleyemezdi kimse, Gurur, bu kadar ciddi bir konuda mantığını dışarıya bir canavar olarak salar ve ortalığı ateşe verirdi.
Ucunda infaz kararı bile olsa, Gurur bir vatan hainine boyun eğmez, ona oyun oynamayı kabul etmez, onu tek bir an kazandığına inandırmaya tahammül edemezdi. Hakan abi, benim aksime çocukluğundan bu yana tanıdığı o adamın, bu düşüncelere sahip olacağından emindi. Bu kadar kısa sürede bir kitap gibi okuduğum Gurur’u esas tanıyan kişi karşımda duruyordu ve o kitabın özetini ne kadar doğru çıkardığımı onun mavi gözlerinden görebiliyordum.
“Emsal tek bir an şüpheye düşerse, seni korkutmak, sindirmek ve her şeyi yapabileceğini göstermek için daha büyük bir saçmalığa kalkışabilir,” dedi. “Her şeyi yapabilecek türden biri olduğunu hep bildim ama bu kadar ileri gitmiş olma ihtimalini düşünmemiştim. Göz göre göre bir vatan hainine dönüşeceğini hiç düşünmemiştim. Neye şaşırıyorum?” Başını iki yana salladı. “Hayatı boyunca yenemediği büyük bir aşağılık kompleksi vardı. Her zaman olamayacağı şeylere karşı nefret hissetti. Gurur, onun kanından olsa da asla olamayacağı türden bir adam. Bu, Emsal için yeterince onur kırıcı olsa gerek.”
“Sadece oğlundan nefret ettiği için bunu yapacak kadar gözünü karartmış olamaz,” dedi Cenan.
“Elbette olamaz. Ama Gurur’un bir asker olmasını hiçbir zaman istememişti. Yıllar evvel, henüz evlenmeden önce kabul edilmediği bir yerdi tesis. Ankara’daki tesiste olabilmek için çok çabalamıştı ama uygun bulunmamıştı. Çünkü uygun değildi. Bazı komutanlar vardır kızım, gözlerinin içine bakar ve ruhundaki pisliği görür. Onun gözlerinde kimsenin göremediği pisliği görmüş olsalar gerek. Gurur, hayatını değiştirmek için ilk adımı attığında bu adım en çok Emsal’in egosunu zedeledi. Yok saydığı, hor gördüğü, itip kaktığı bir çocuğun onun sahip olamadığı her şeye sahip olduğunu gördü. Şebnem’in sevgisine Gurur sahipti, Emsal’in istediği hayata Gurur sahipti, Emsal’in hayatı kaydığında Gurur çoktan ayaklanıp kendi hayatını sırtına alarak ilerlemeye başlamıştı. Emsal, arkada kaldı ve oğlunun nasıl geleceğe doğru parlayarak gittiğini bir bataklığın içinde izledi. Şimdi onun gibi bir narsistin, kanı bozuğun, leş parçasının bu kadar ileri gitmesi sandığınız kadar enteresan bir durum değil. İçinde uyuttuğun kötülük, bazen dışarı sızmak için küçük bir yırtıkla yetinir. Onun içindeki kötülüğün daha yoğun akmasını sağlayan yırtık belki de buydu.”
“Babacığım,” diye fısıldadı Dide, elini babasının kasılan çenesine koyarak. “Lütfen bu kadar sinirlenmeyin. O kötü kalpli adam cezasını çekecektir, değil mi?”
“Elbette,” dedi Muşta, Dide’nin avucunu dudaklarına bastırıp öpünce, Cenan’ın solgun gülümsemesi kulübenin içini bir deniz feneri gibi aydınlattı.
Öğrendiğim her bir ayrıntı midemdeki bulantının artmasına neden oluyordu. “Bana Gurur’dan ayrılmamı söyleme Muşta, lütfen,” diye fısıldadım.
“Hayır, öyle bir şey söylemeyeceğim.” Kafamı kaldırıp yeniden ona baktığımda derin bir nefes aldı. “Elbette ayrılmayacaksınız. Bu, Gurur’u mahveder. Bir erkeğin mahvolmayacağını sanıyorsan, gözlerime bak.” Cenan, Muşta’nın bu cümlesiyle irkildi ama o tarafa bakamadı bile.
“O zaman ne yapmam gerek? Gurur’a bunu anlatacak mıyız?”
“Gurur bir çuval inciri berbat eder, haklı da. Yerinde olsam yapacağım bir şey,” dedi Muşta ciddiyetle. “Alacağı yıkıcı kararları durduramayacağımız gibi, yargılama cüretinde de bulunamayız. O yüzden elimizde somut bir itiraf olana dek, Gurur’un tüm bu olanları bilmemesi daha iyi, daha sağlıklı. Yoksa onu Emsal değil, kendisi bitirir. Sadece Gurur için söylemiyorum bunu, bu tarz bir tehdit altında olan her askerin seçimi boyun eğmek yerine boyun koparmak olurdu. Gurur mantıklı düşünebilecek eşiği çoktan geçmiş olacak her şey ortaya döküldüğünde…”
“O itirafı alabilmem için, Gurur’dan ayrılmam gerek,” dediğimde Cenan’ın çatık kaşlarının altındaki siyah gözleri bana çevrildi. Duyduklarından hiç hoşnut olmasa da sanırım şimdi o da tıpkı benim gibi düşünüyordu. “Yani bunu mu yapacağım?” Sorum üzerine şimdi Muşta’nın çivit mavisi gözleri de benim üzerimdeydi.
“Anlık gerçek bir yıkım. Emsal, gerçek bir yıkım gördüğünde duracak. İnanacak. Aksi bir durumun olmadığına inanması için, anlık bir yıkıma ihtiyaç var. Sonrasında gerçeği Gurur’a anlatırsın. Ben onu sakinleştirmenin bir yolunu bulana dek, itirafı elimize alana dek.” Muşta, başka bir çare arıyor gibi gözlerini yere indirdi. “Gerçek bir ayrılıktansa, gerçek gibi görünen anlık bir ayrılık. Evet, belki aynı etkiyi görecek ama sonunda gerçekleri öğrendiğinde bu sadece anlık yaşanan bir şey olarak tarihe gömülecek. Emsal’in bu ayrılığa inanması için, o yıkımı anlık da olsa görmesi, o yıkımdan tatmin olması gerek. Gurur bunu bilirse, ona o tatmin olma duygusunu asla yaşatmaz, Zeliş.”
Ellerimi yüzüme götürüp, “Bu ona işkence etmek,” diye fısıldadım ama ufukta bizi gözleyen başka bir çare olmadığının farkındaydım. “Onun bacaklarına sarılıp af dileyeceğim, bunu yapacağım. Ama bunu yapsam da onu kırdığımı asla unutmayacağım.”
“Sadece anlık bir kırılma,” diye fısıldadı Cenan, beni yatıştırmak istediğinin farkındaydım. Gözlerimden yeniden yaşlar süzülmeye başlamadan hemen öncesinde kafamı kaldırıp Muşta’nın masmavi gözlerine baktım.
“O ucubeye bunun bedelini ödeteceğim.”
Muşta’nın dudaklarına yerleşen ölümcül düzlük, öfke dolu bir kıvrımla şekil kazandı.
“Onu un ufak edene dek ezeceğim, Zeliha.”
⛓️
Yağmur, şafağın bile gri görünmesine neden olacak şiddette yağmaya başladığında, birkaç saat geçmişte kalan gece hâlâ tüm tazeliğiyle zihnimi işgal etmeyi sürdürüyordu.
Gizlice süzüldüğüm dairenin ışıklarını söndürdüğümde üzerimde bir gecelik vardı, bunu boydan camın önüne gittiğimde evin izleniyor olma ihtimaline karşılık, saatlerdir evde olduğum izlenimi vermek için yapmıştım. Işıkları söndürüp karanlık salonu gri bir şekilde hafifçe aydınlatan şafağın içine gizlendiğimde, gözyaşlarım yeniden akmasa da kalbimi sızlatan o his daha da güçlenmişti.
Dizlerimi karnıma çekip, çenemi de birleştirdiğim diz kapaklarımın üzerine yerleştirdim ve gözlerim gri gökyüzünü yırtarak yağan yağmura takıldı. Gök, gece boyunca süren gözyaşlarım yüzümden silindiği an görevi benden almış, benim yerime ağlamaya başlamıştı.
Ona yemek yapmış, yemekleri götürememiş, götürdüğüm yemekler sokağın zeminine saçılmış, gözlerimi onun geçmişini bıçak darbeleri vurarak yaralı hâlde ölüme terk eden o canavarın ininde açmıştım. Her şey bir gecede yaşanmıştı. Her şey, tıpkı başladığımız gecede olduğu gibi, bir gecede değişime gitmişti.
Hakan abinin mantığa yerleştiği anda o karanlık odaya ışık dolmuş gibi hissettiren bir planı vardı. Planın etrafına mayınlar döşeyen Emsal denilen ucubeydi ama mayınların ortasında durup asıl bombayı patlatacak olan bendim. Sadece tek bir an vicdansız olmam gerekiyordu, tek bir an, her şeyin gerçek olduğuna Emsal’i inandırmalıydım. Sonrasında her şey yoluna girecekti. Başka yolu yok muydu?
Vardı.
Şansım varsa, Emsal ile ikinci görüşmemde itirafı kapardım ve vicdanımı, aşkımı, ona duyduğum şefkati çiğneyip anlık da olsa onun canını yakmak zorunda kalmazdım.
Eminim ayrılık emrini vermek için yeniden karşıma çıkacaktı, eminim kirli dudaklarından bir şeyler çalabilecektim. Emin olmadığım tek konu, Gurur’un bir kez bile olsa kalbini ayaklarımın altına almak zorunda kalıp kalmayacağımdı; bu koca bir soru işaretiydi ve soru işaretinin kancası boğazıma geçmiş, beni bir ölüm askısı gibi ucundan aşağı sallandırmıştı.
Bir şansım vardı. O şans, bir anlığına onun kalbini tekmeleyecek olmak olabilirdi ama o şans aynı zamanda onun bir katil olmadığının kanıtı olacaktı; o şans, tehdit ettikleri askerliğini kurtarabileceğim bir silaha dönüşecekti. Emsal hem zeki hem de aptaldı. Beni tehdit ettiği şey, aslında Gurur’un kurtuluşu olabilirdi, özgürlüğü olabilirdi ve o bunun farkında bile değildi.
Gurur’un vicdanını özgür bırakabilirdim, bu elimdeydi; ona bir katil olmadığını, işlerin planladığı gibi gittiğini, elinde bir sivilin kanı olmadığını gösterebilirdim. Bu beni hem delice mutlu ediyor hem de paramparça bir şekilde gözyaşlarımda boğulmaya itiyordu.
Şimşeğin sesinden önce ışığı şehri etkisi altına aldı, gök bir anlığına gümüş rengine boyandı ve ışık sönüp gri kasvet göğe asılıp kaldığında, şimşeğin gürültüsü evin içine yayıldı. Dalgın bakışlarımı yağmurdan çekmedim ama anahtarın kapının deliğine girip dönerken çıkardığı sesi duymamla dikkat kesildim.
Kapı yavaşça aralanana dek kalbim kaç bin kez çarptı bilmiyordum ama sonunda içeriye gölgesi düştü ve kalbim bu kez çarpmadı, sustu; kalbimdeki o derin sessizliğin nedeni de oydu, beni delirtecek gürültünün nedeni de oydu.
“Bebeğim,” dediği an gözlerimiz tek çizgi üzerinde birbirine uzandı ve birbirine tutundu. Montunu çıkarıp beyaz, yuvarlak yaka tişörtüyle bana doğru yürümeye başladığında olduğum yerde daha da küçüldüğümü hissettim. Allah’tan şimdi değildi, Allah’tan onu kırıp kendimi parçalamama henüz gerek yoktu. Olmamasını dileyerek kalktım oturduğum yerden.
Olmasın, dedim içimden bin kez, binlerce kez. Lütfen onun kalbini tekmelemek zorunda olmayayım.
Buz sıcağı gözler işte tam da buradaydı. Gri gölgelerin çöktüğü o karanlık evi saniyeler içinde gün ışığıyla doldurmuş, taşırmıştı. O gözlere baktığımda elinde bir çocuğun ve bir kadının kanının bulaştığı bıçağı tutan canavarı değil, sevdiğim adamı gördüm. Gözler aynı olsa da bakışların farklı olması bambaşka bir şeydi. O, elinde bıçakla beni izleyen bir canavar değildi, ona baktığımda bir kahramanı görüyordum. Canavar, onun gibi birinin gözlerini taşıdığı için şanslıydı ama o, eminim bir canavarla aynı gözleri taşımaktan hiç memnun değildi.
Ayağa kalktım, bunu beklemiyor gibi bana daha derin baktı ve birkaç adım sonra onun kollarının arasındaydım. Güvenli limanımda. Kollarındayken asla zarar görmeyeceğimi hissediyordum, kötü olan her şey, onun kolları arasına girdiğim anda bedenimin çok ötesinde, ruhumdan kilometrelerce uzakta kalıyordu.
“Çok mu beklettim seni, yavrum?” Sorusu kalbimin içinde bıçak gibi döndü, hisler içimi kanatacak sandım ama tek yaptığım sessizce onun beline sarılmaya devam etmek oldu. “Kedi gibi sokuldun hemen, Matmazel Zekâ Küpü,” diye fısıldadı içimde fırtınalar estiren kalın sesiyle.
Bir gün bana, ben seninle hiç aynı yaşta olamadım, demişti. Evet, benden tam dokuz yaş büyüktü ama öyle anlar geliyordu ki, ben onun kollarında olmama rağmen o benden de küçük birine, bir çocuğa dönüşüyordu.
“Geç kaldın,” diye fısıldadım, oysa geç kalmasının esas nedenini biliyordum. Her nedense, kalbimdeki durgunluğu hissetmiş gibi bana daha sıkı sarıldı ve aynı durgunluğun onun da ruhuna çöktüğünü hissettim. Sanki bir şekilde birbirimize ait olan her hissi kendimizin sayıyorduk. Sanki Gurur öyle çok benden bir parça olmuştu ki, kalbi bile bilmediği şeylere benimle acımaya başlamıştı.
“Muşta iş kitledi biraz,” derken dudakları saçlarımın üzerine yerleşti. Saçlarımı öptüğünü, kokladığını ve yeniden öptüğünü hissettim. Bu içimi sıcacık yaptı, bu beni uzun uzun gülümsetti, bu beni neredeyse yeniden hüngür hüngür ağlatacaktı. Dudakları tekrar saçlarıma yerleşmeden hemen öncesinde, “Bu karanlık evde öylece durmuş beni mi bekliyordun?” diye sordu kısık bir sesle.
“Senden başka kimi bekleyeceğim ki?” Sorum aramızda bir ceset gibi asıldığında gülümsediğini hissettim ama öyle ağır hissediyordum ki sanki o da benimle aynı ağırlığı yaşıyormuş gibiydi.
Büyük avucu yüzüme kaydı ve yüzüm, onun koca avucunun altında âdeta kayboldu. Gözlerim gözlerine tutununca, ışıksız ortamda bile ışık saçan gözleri olduğu sürece, bir daha hiç güneş doğmasa bile önemsemeyeceğimi fark ettim.
O vardı, gerisi önemli değildi.
Onun kollarındayken hiçbir şey önemli değildi.
“Bu gece bitmek bilmedi bana,” dedi sanki kalbimden geçen kelimeleri duymuş, o kelimelere ses olmuş gibi. “Senin için de bitmek bilmeyen bir gece miydi?”
Sorusuyla yüzümü göğsüne yerleştirdim, avucu göğsüyle yüzüm arasında sıkışırken yutkunup boşluğa baktım. “Sen gelince şafak doğdu. Gece bitti. Nihayet.”
“Nihayet, Zerdali,” diye mırıldandı.
Bir süre hiç konuşmadık, öylece bekledik. Kollarına sığındım ve geçmesini bekledim. Yaşanmamasını umduğum bu gece, usulca silinerek şafağın gelişiyle geçmişin içine bir yıldız misali kaysa da bu gecenin ardında bıraktığı karanlık, uzun süre hayatımızdan sökülmeyecek gibiydi.
Parmak uçlarımda yükseldiğimde, boyu o kadar uzundu ki, ne kadar yükselirsem yükseleyim dudaklarım onun dudaklarına erişemezdi ama ne yapmaya çalıştığımı anladığı anda kafasını eğdi. Dudaklarımız birbirine usulca dokundu ama bu tutkudan uzaktı, bu ateşleri beslemiyordu, bu sadece kalp atışlarımı besliyordu. Küçük bir öpücüğün, ruhumda büyük bir heyelana sebep olacağını ummazdım.
Parmakları ensemden yukarı tırmandı, saçlarımın arasında ilerledi ve biz, birbirimize karışarak başlattığımız o öpücüğün ikimizi usulca yakmaya başlamasına izin verdik. Gözlerim kapalıydı, biliyordum, onun da gözleri kapalıydı ve birbirimize yaslanmış yavaşça öpüşürken diğer eli belime yılan gibi dolanmış, büyük avucu belimi baskılayarak bedenimi yukarı doğru kaldırmıştı.
Onun kalbini kırmak istemiyordum, onun kalbini ayaklarımın altına alıp çiğnemek istemiyordum. Gurur’un üzerine basıp geçmek istemiyordum. Kalbi göğüs kafesinin içindeyken güzeldi, ayaklarımın altındayken değil. Kalp atışları ayaklarımın altında değil, ellerimin arasında çırpınarak çoğalsın istiyordum.
Onu yok etmek değil, her defasında daha da var etmek istiyordum.
Büyük avucu saçlarımdan uzaklaşıp yüzüme geldi, çenemin ucunu tutup yüzümü havaya kaldırdı ve öpebileceği daha fazla alana sahip oldu. Beni öpüşü gitgide daha da yoğunlaşıyordu. Dili, ağzımın sınırlarına girdiğinde güçsüzce kaldırdığım elimi kemikli, güzel yüzüne yerleştirdim ve parmaklarımın altında kemikleri keskinleşen yüzünü hissettim. Birbirimizde kaybolmaya ihtiyacımız varmış, tek ihtiyacımız buymuş gibi açlıkla öpüştük ama bu öpüşme aynı zamanda kırgın, sessiz, dingindi; sanki bu geceye benim gibi o da küsmüştü ama neden küstüğünü bilmiyordu.
Parmaklarım yüzünde tüy gibi dolaşırken beni yavaşça kucakladı. Bacaklarımı ince beline kolayca sardım ve bedenimi yavaşça koltuğa taşırken kollarım boynunu sıkıca sardı. Kucağındayken dizini koltuğa bastırınca, bedenim geriye doğru eğim kazandı. Üzerime abanarak dudaklarıma yeniden açlığını sundu, bu kez öpüşü daha aceleciydi ama o acelede bile kalbimi un ufak eden bir hüzün vardı.
Bedenim yavaşça koltuğa yayıldı ve bir gök gibi üzerime gerilen Gurur da benimle koltuğa uzandı. Dudaklarımız anlık ayrıldı, gözlerini yüzümde hayranlıkla gezdirirken saçlarımı okşadı ve dudaklarımız bir kez daha birleşmeden önce aldığı derin nefesin sesini duydum. Dili yavaşça ağzıma girdiğinde ellerim yoğun, kumral saçlarının arasına girdi. Gür saçlarını avuçlarımın arasında güçsüzce sıkıp kavramaya çalıştım.
“Seni,” diye fısıldadı, dudakları dudaklarıma sürtünürken, “nasıl sevdiğimi biliyorsun, değil mi?”
Kör bir bıçak içimdeki ateşi etrafa yaya yaya döndü. Gözlerimi usulca araladım ve bana bakan buz sıcağı gözlere baktım. Buz gibi bakan gözler, nasıl olurdu da içimi böyle yakardı?
Tekrar, dudakları dudaklarıma bir nefes mesafesindeyken, “Biliyorsun, değil mi?” diye sordu sessizce.
“Biliyorum.”
Dudaklarım dudaklarına uzanmadan önce paramparça kurduğum tek kelimelik cümle buydu. Dili ağzımın içine benden bir şeyler almak istiyor gibi uzandı, sustuğum kelimeler onun diline bulaşmadı ama beni öyle bir öptü ki, üstüm başım o koktu. Bir elim tişörtünün eteğine gitti, tişörtünün sırt kısmından parmaklarımı içeri ittim ve çıplak sırtına dokunurken öpüşmemiz yavaşladı.
Tırnaklarım tüy gibi gezindi sırtında, izler bırakmadı ama hisler bıraktı.
“Gurur,” diye fısıldadığımda dudaklarımda bir çığ büyümeye başlamıştı. Büyük avuçlarının arasında duran yüzüme dikkatle baktı. Hâlâ üzerimdeydi, hâlâ birbirimize bir nefes kadar yakındık, hâlâ birbirimizi öpmek için yanıyorduk ama sadece birbirimizin gözlerinin içine baktık.
“Güzel kızım,” dedi içimi okşayan sesiyle.
“Biliyorsun, değil mi?” diye sorduğumda, gözlerini yavaşça kıstı ve zaman yavaşladı. “Seni ne kadar çok sevdiğimi.”
Dudaklarımız tekrar birleşmeden hemen önce, “Biliyorum, bebeğim,” dedi ve dudaklarımız birbirine yeniden kavuştu.
Yağmur hızlandı, yağmurun gölgeleri Gurur’un teninde ilerledi ve öpüşmemiz saniyelerin arasından sıyrılarak dakikalara yuvarlandı. Dudaklarım uyuşana, dilimin altına gömdüğüm kelimeler ölene dek onu öptüm.
Eli yavaşça geceliğimin üst kısmına gitti, içeri girdi ve üst kısmı sıyırıp kafamdan çıkardı. Sütyenle yeniden altına uzandığımda yeniden üzerime geldi, dudaklarımız birbirine çarparak buluştu ve geceliğimin üst parçasını salonun ortasına fırlattı.
Kalbimdeki acıya rağmen dudaklarına doğru gülümsedim ve “Neler oluyor, Gurur Mert Çalıklı?” diye fısıldadım alaydan uzak bir sesle. “Birdenbire üzerime çullandın.”
“Birdenbire kucağıma atlayan sendin,” diyerek tekrar dudaklarıma doğru geliyordu ki avucumu göğsüne bastırıp dudak temasımızı durdurdum. Bana, ondan büyük bir şey çalmışım gibi çatık kaşlarla baktı. Belli ki beni açlıkla öpmek, tüketmek istiyordu. Gözlerimin içine ısrarla bakmaya başladığında bu beni daha içten gülümsetti.
“İşten eve aç gelen kocalar gibisin.”
“Sen de kocasının karnını doyurmayan bir kadın gibisin,” dedi, sesi huysuzdu, gözleri yine sinsi bakıyordu.
Bakışları dudaklarıma düştüğünde ona dur diyemediğimi fark ettim. Ne yaparsa yapsın, beni istiyorsa, alabilir gibiydi. Bu hem korkutucu bir düşünceydi hem de bir yanıma savaş açmama neden olacak türden bir düşünceydi.
Dudaklarıma yaklaşırken o kadar sinsi ve sakin davrandı ki, dudaklarımız birbirine değene dek ona karşı koymayı aklımın ucundan bile geçiremedim. Büyük elleri karnımdan yukarı yılan gibi tırmandı, göğüs kafesimin üzerinde gezindi ve içime çektiğim nefesle beraber kemiklerim dışarı vurgu kazandı. Tüm bu etkileri saniyeler içinde yaşatan, ortaya seren onun tek bir dokunuşuydu.
“Sana dokunduğumda, dünya duruyor, insanlar duruyor, zaman duruyor, sadece sen ve ben akıp gidiyoruz,” dedi hırıltılı bir sesle. “Bunu nasıl başarıyorsun bilmiyorum ama parmak uçlarımda sana dokunmak adına bir bağımlılık geliştirdin. Sana dokunmadığımda yoksunluk çekiyorum.”
“Parmak uçlarını beslemek için mi bana dokunuyorsun?”
“Sana dokunmak benim ihtiyacım, anlamıyor musun?”
Kalbimdeki ağırlık yavaşça kalkıp gidecek sandım ama gölgeler hâlâ odanın içindeydi, şafak bile gölgeleri silemiyordu. Gözlerinin içine bakıp, “Sen büsbütün benim ihtiyacımsın,” dedim.
Göz bebekleri genişledi, bağımlılığı olduğumu göz bebeklerinde gördüm.
Ona tüm sevgimi, tutkumu, ihtiyacımı, düşkünlüğümü, muhtaçlığımı gösterirsem eğer, onu yerle bir etmek zorunda kaldığımda bile bilirdi belki. Onu nasıl sevdiğimi, istediğimi, ihtiyacım olduğunu, ona doğru düştüğümü, muhtaç bir biçimde parçalandığımı bilirdi.
Gurur’un parmakları tenimde dolaşırken başını aniden göğsüme koydu.
Yanağını göğsüme sürterek boşluğu izlemeye başlamadan hemen öncesinde, “Burada durmak istiyorum,” dedi sessizce. “Bu şekilde. Seninle. Her zaman bu şekilde kalabilmemizin bir yolu olsaydı, diğer tüm yolları ateşe verirdim.” Kaşlarını çattı. “Aptalca konuşturuyorsun beni. Salak, küçük bir çocuk, bir yeni yetmeymişim gibi konuşturuyorsun.”
“Böyle konuşmanı seviyorum,” dediğimde gözlerini kaldırıp bana alttan alttan baktı. Sıcak nefesi göğsüme, boynuma, tenime yayılıyordu. “Aptalca ya da çocukça değil, bir yeni yetmeymişsin gibi de değil, beni iyileştiren bir ilaçmışsın gibi hissediyorum sen konuştuğunda. İyileştiriyorsun beni.” Bu kadar açık bir şekilde hislerimi dillendirmek yüzümün kızarmasına neden oldu. “Sanırım bu kez çok konuşan ben oldum, değil mi?”
Çenemi parmaklarının arasına alıp kafamı eğmemi sağladı, gözlerini kaldırıp uzandığı göğsümün kenarından beni izlerken, “Konuş,” dedi. “Sen susunca hiçbir şey kolay olmuyor.”
“Bu gece en çok seni özledim.”
Gözlerimin içine baktı, uzunca. “Yanında olamadım, özür dilerim.”
“Elinde olsaydı, eminim yanımda olurdun.” Parmaklarım tekrar saçlarına gitti, yoğun tutamları parmaklarımın arasında çevirerek okşarken, “Yemek yedin mi?” diye sordum, içim pare pareydi ama bilmese de olurdu.
“Yemedim,” dedi sessizce, durdum, oysa ben onun için yemek yapmıştım, kursağından benim yaptıklarım geçmemişti, kursağı bu gece bomboş kalmıştı ama benim kursağım korkularla dolmuştu.
“Sana yemek yaparım istersen,” dedim.
Yaptım, diyemedim. Gurur ben bu gece sana yemek yapmıştım, diyemedim.
“Yemek için biraz geç kaldım,” diye mırıldanırken gözlerimin içine bakıyordu. Sessizce başımı salladım. “Üzülme,” dedi. “Başka zaman bana yine yemek yaparsın. Olmaz mı?”
Gözlerinden kaçmak için bakışlarımı yağmura çevirdim. “Yaparım.”
Parmaklarımı havaya kaldırıp gözlerime bakarak parmak uçlarımı öptü ve “Bu ellerle mi yapacaksın?” diye sordu. Dişlerini aniden parmaklarıma batırdı. “Yerim bu elleri.”
Elimi geri çekip aniden kollarımı boynuna sararak başını göğsüme yaslamasını sağladım. Bunu huşuyla karşıladı, yanağını iki göğsümün arasına bastırıp derin bir nefes alarak gözlerini yumdu. “Çok ağırım,” dedi yorgun bir sesle. “Yoksa tam da burada, senin kollarında, senin kucağında uyurdum.”
“Kocamansın,” dedim. “Ama bana biraz bile ağır gelmiyorsun.”
“Altımda küçücük kaldın, yalancı,” diye söylendi. “Burada, böyle uyumak istiyorum ama altımda ezilirsin.” Dudaklarını göğsüme bastırınca ben de ona daha sıkı sarıldım ve bu onu gülümsetti.
“O zaman yine kollarımda uyu,” dediğimde kaşlarını kaldırarak bana baktı.
Koltukta yavaşça yana kayıp, sırtımı koltuğa yaslayarak ona baktığımda dizlerinin üstünde duruyordu. Gözlerini hemen yanımda açılan boşluğa çevirdi, tekrar bana baktı ve tereddüt barındırmadan rahatça yanıma uzandı.
Sırtını bana dönmesini sağladım, koltuk ile onun sırtı arasında kalmanın verdiği güvenle kolumu bedeninin üzerine atıp onu sardım ve koca cüssesini bana yaslayarak kollarıma sığındı. Ondan bu geceyi saklıyor olmak rahatsız ediciydi, kalbinin derinliklerindeki huzursuzluğu hissetmek rahatsız ediciydi, sanki kafamın içindeki her bir kelimeyi daha düşüncelerime tutunamamışlarken duyuyormuş gibi hissetmek rahatsız ediciydi.
“Gurur,” diye mırıldandım dudaklarımı omzuna bastırarak.
“Bebeğim.”
“Bu şekilde rahatça uyuyabilirsin.”
“Sen yanımdayken dikenlerin üzerinde bile rahat uyurum.”
Kirpiklerime tutunan gözyaşının düşmesinden korkarak yutkunup onun sırtına tamamen sokuldum. Teninin soğuk kokusunu solurken çenemi sırtına yaslamış, gözlerimde asılı duran gözyaşının yok olmasını beklemeye başlamıştım. Uyku üzerimi örtene kadar ona sığındım, onunla kaldım ve o da sırtını bana yasladı, bana sığındı, benimle kaldı.
⛓️
Gözlerimi açtığımda burnuma kahvenin kokusu dolmuştu. Yana döndüm, yanımda değildi. Koltukta tek başıma, dağılmış bir hâlde kafamı kaldırıp etrafa baktım. Yağmur hâlâ yağıyordu, içerisi griydi, saat kaçtı seçilmiyordu ama çok uyuduğumu tutulan ensemden anlamak mümkündü.
İçeriden gelen müziğin sesi dikkatimi yağmurun sesinden hemen sonra çekti. Doğrulup bir süre daha karmaşa içinde etrafıma bakıp gözlerimi ovuşturdum ve yerimden kalkarak koridorda ilerlemeye başladım. Mutfağa yaklaştıkça kokular çoğaldı, ses arttı.
Shyler – Famaous, diye düşündüm. Bu şarkıyı daha önce de dinlediğini duymuştum. Arabada ara sıra açıyordu ama kulak kesilmemiştim. Mutfağın aralık kapısından içeri baktığımda onu gördüm. Pankek pişiriyordu, masaya baktığımda geniş kapsamlı bir kahvaltı masası görmek beni şaşırttı.
Kahvesinden bir yudum alırken tavadaki pankeki çevirdi ve omzunun üstünden bana baktı. Yüzüne bir tebessüm yerleşti, yorgun gözlerindeyse o tebessüme rastlayamadım. İçimde ilerledikçe daha da büyüyen o korkuya rağmen ona gülümsedim.
“Hangi dağda kurt öldü de kahvaltı hazırlıyorsun?” diye takıldım ona.
“Benimle bir şeyler yemek istediğini düşündüm,” dediğinde bir an duraksadım. “Seni yormak istemedim. Yeterince yorgun görünüyordun.”
“Teşekkür ederim.”
“Teşekkürü hak edecek bir şey yapmış değilim.” Pankeki bir kez daha çevirip yeniden bana baktı. “Elini yüzünü yıka, bebeğim.”
Başımı salladım ve mikrodalgaya baktım. Mikrodalgadaki simitleri görünce, “Simit mi almıştın?” diye sordum.
“Evet ama hava buz gibi olduğundan soğudu. O yüzden ısıtıyorum,” dedi.
Sessizce mutfaktan çıkıp üst kata çıktım ve elimi yüzümü yıkadıktan sonra odaya geçip üstümü değiştirdim. Siyah, yüksek bel bir kot pantolon, üzerime de hâkî rengi yumuşak bir kazak giydikten sonra saçlarımı dolayarak topuz yapıp odadan çıktım. Gözlerimin altı çökmüştü, bunun nedenini yorgunluğa bağlamasını umuyordum çünkü tüm geceyi sarsıla sarsıla ağlayarak geçirdiğimi fark ederse bir şeylerin ters gittiğini anlardı. Onu bu işe bulaştırmadan bu işten kurtarmanın bir yolu sahiden yok muydu?
Kafam allak bullaktı. Net olan şeyler de vardı. Bunlar da onu delice seviyor oluşumdu, ne olursa olsun onu koruyacak oluşumdu, ne olursa olsun onun kalbini yerle bir etmeyecek oluşumdu. Basamakları inerken Leon yattığı yerden kalkarak bana baktı, Pars bacaklarıma dolandı ve eğilip sivri kulaklarını geriye yatırarak okşayıp mutfağa geçtim.
Mutfağa girdiğimde Gurur masadaki yerini almıştı. Mutfaktaki boydan camdan içeri dolan gri ışık o kadar renksizdi ki, Gurur aspiratörün ışığını yakmıştı. Sanki geceye çok yakın bir saatteydik ya da sabaha biraz kalmıştı; gün şafağın ortasında mahsur kalmış gibiydi. Karşısındaki sandalyeyi çekip oturduğumda buz sıcağı gözlerini kaldırdı ve bana baktı; göz göze gelmek kalbimi her zaman yaksa da bu defa ateşi daha net hissettim.
Tabağıma hazırladığı kahvaltılıklardan koyarken o beni izlemeye devam etti ama ben gözlerimi kaldırıp gözlerine bakamadım. Labirentimdi o benim, bu konuda haklıydı, ondan bir şeyleri gizleyemezdim; görmesini istemedim. Yaşadığım korkuyu, hissettiğim acıyı, yüzmek için değil boğulmak için bırakıldığım suyun beni nasıl yuttuğunu görmesini istemedim.
“Omleti çok güzel yaptığını söylemiş miydim?” diye sordum sessizce.
“Her şeyi güzel yaparım,” dedi imayla ama yine de çok durgundu sesi, imalarla tenimi yakarken bile durgundu. Ruhu bir şeylerin farkında mıydı yoksa ben mi çok üzgündüm de onu bile dibe çekiyordum?
“Bugün durgunsun,” dediğimde aniden gözlerimin içine baktı. “Çok mu yoruldun dün?”
Çatalımla omleti parçalarken ona bakıyordum ama ona bakarken gördüklerimi göremiyordu. Göremediği için şanslıydı. Çocukluğunun üzerine yığılan canavarla göz göze gelmiştim, çocukluğunun ateşlerini başlatmak için elinde bir kibrit tutan o canavarla tanışmıştım. Canavar olarak gördüğü, adını bile zikretmediği o adamın artık adını da biliyordum, gözlerini de biliyordum.
“Dün seni hemen göremedim, ondan,” dedi, gözlerim gözlerinden düşüp boşlukta asılı kaldığında bana bakmaya devam ediyordu. “Hemen yanında olamadığım için iyi bir gece geçirmedim. Sen de ben yanında değildim diye kötü bir gece mi geçirdin?”
Sorusu tüylerimi diken diken etti.
Kelimeleri yan yana dizsem tek harf etmeyecek babasının yaptıklarının acısını silebilir miydim hayatından?
“Kötü bir gece geçirdim, evet,” dediğimde duraksadı. Gözlerimi gözlerine çevirip ona gülümsedim. “Ama seni gördüm ve geçti.”
“Çok kilo verdin,” dedi konuyu değiştirmek ister gibi. “Daha fazla yemen için durmadan yemek yapmam mı gerekiyor?” Gözlerini tabağına indirdi. “Yaparım istersen.”
Kara zorla yutkundum. Onun modunu düşüren ben miydim, farkında olmadan ruh hâlimi ona mı yansıtıyordum? Onu korumaya çalıştıkça, daha çok inciten taraf mı oluyordum? Kalçamla sandalyeyi itip ayağa kalktığımda bana baktı. Ona doğru yürüdüm, tam önünde durdum ve bir bacağımı kaldırarak üzerinden geçirip kucağına oturdum. Yüzlerimizi birbirine yaklaştırdığımda elindeki çatalı bırakıp parmaklarını belime yerleştirmişti bile. Gözlerime içimi kanatacak kadar derin bir kesik atarak baktığında parmaklarım ensesindeki yoğun saçlarda dolaşıyordu.
Burnumu burnuna sürterek, “Gece yalnız kaldım diye mi huzursuzsun?” diye sordum. Parmakları belimde asılı durdu, dokunuşu tüyden hafifti. Gözlerimi gözlerine indirip, “Sen geldin, geçti,” dedim yeniden.
“Seni yalnız bırakmaktan hoşlanmıyorum.” Dudaklarını çeneme bastırdı, parmakları belimden yukarıya, kürek kemiklerime doğru sürtünerek ilerledi. Dokunduğu her noktada parmak uçlarından akan alevlerin izleri kalıyor gibiydi. O bana dokununca ruhum tutuşuyordu. Ela gözlerine uzun uzun baktım ve “Bak, şimdi yanımdasın,” diye fısıldadım.
“Bugünü birlikte geçirelim mi?” diye sorunca duraksadım, izleniyor olabilir miydik? Zaman istemiş olsam da onunla bu kadar içli dışlı görünecek olursam, Emsal söylediğini yapmak için harekete geçer miydi? Beni tehdit etmek için yapıyordu, tehditleri gerçeğe dökmek öyle kolay olmazdı. Bunu biliyordum.
“Bugün işlerin yok mu?”
“Var ama hiçbir şey senden daha önemli değil.”
Bir an duraksadım, duraksadığımı hissedince kaşlarını kaldırıp neden duraksadığımı sorgular gibi gözlerime baktı.
“O kadar pervasızca hiçbir şey deme.”
Gözlerini gözlerime bu kez inatla dikti ve “Duydukların sana kendini suçlu mu hissettiriyor?” diye sordu.
“Ne?”
“Senin benim için her şey olman, sana kendini suçlu mu hissettiriyor?”
“Evet,” dediğimde bu cevap onu şaşırtmadı. Dudaklarına kederli bir gülümseme yayıldı, gülünce keskin yüzündeki çizgiler belirginleşiyordu.
“Kendini suçlu hissettirdiğim için bana kızıyor musun?”
“Kızıyorum,” dedim kollarımı boynuna sarıp, yüzümü boynuna saklarken. “Böyle şeyler söyleme.”
Parmakları saçlarıma tırmanırken, “Denerim,” dedi. “Sana bakınca çok daha fazlasını söylemek istiyorum.”
Ben de çok daha fazlasını duymak istiyordum.
“Baksana bana.” Çözülmüş gibi, sesiyle beraber ona baktım. Çenem iki parmağının arasında ufacık kaldı ve dokunuşuyla beraber eriyip bittiğimi hissettim. “Disney ceylanı mısın sen, bu gözler ne?” diye sorunca kalp atışlarım hızlandı. Gözlerini kısarak yüzüme doğru yaklaşınca nefesimi tuttum. Dudakları dudaklarıma temas etmeden hemen önce, “Nefesini bırak,” diye fısıldadı ve verdiğim nefesle beraber dudakları dudaklarımın üzerine yerleşti. Beni yavaşça öperken parmaklarını saçlarımın içinde, kafatasımda hissettim. Gözlerini sıkıca yumdu ve beni, benim de onu öptüğüm gibi uzun uzun ama usulca, yavaş yavaş öptü.
Dudaklarımız birbirinden ayrılırken, “Bugün seni bulduğum her yerde öpeceğim,” dedi. Bu cümlesine şaşkınlıkla baktım ama bu kez yüzüme yansıyan şaşkınlık onu eğlendirmedi, bana ciddiyetle bakıyordu. “Seni o kadar öpeceğim ki dudakların benim dudaklarım olacak. O kadar çok öpeceğim.”
“Olur,” dedim çocuk gibi, içimde tutamadığım, durduramadığım bir istekle. Sonra tam gözlerinin içine baktım. “Dışarı çıkalım mı? Sinemaya gideriz, bowling oynarız, başka bir şeyler de buluruz yapacak. Devran ve Biricik’i de çağırırız, olmaz mı?” Hevesim onu gülümsetti, gözlerime uzun uzun baktı.
Yanlış mı yapıyordum? Bu şekilde olmamalı mıydı? Bu, Emsal’i daha da öfkelendirir miydi? Yine de isteğimi durduramadım.
“Olur,” dedi. “Simge ve Yener’e de haber veririz istersen.”
“Adnan’ı çağırsam gelir mi acaba?” diye sordum dudaklarımı büzerek.
“Neden?”
“Çolpan’ı da çağırırdım çünkü. İyi geçinmelerini istiyorum.” Gözlerimi gözlerine saplayıp bir süre ona saplanmış hâlde bekledim. “Bora konusunda birbirlerinden çekiniyorlar gibi, biraz daha yakın olma fırsatı bulurlardı. Arkadaş olabilirlerdi belki?”
Gurur, yüzüme düşen saç telini kenara iterken, “Tek amacının bu olduğunu mu söylüyorsun?” diye sordu. Tek kaşımı kaldırmam onu gülümsetti, bana uzun uzun bakıp, “Kafanın içindeki her şeyi görebileceğimi söylemiştim, hatırlıyor musun? Benden hiçbir şeyi saklayamayacağını. Şimdi söyle, tek amacın onların arkadaş olmasını sağlamak mı?” diye sorunca bir an duraksadım.
Bir labirent gibi etrafımı sarmıştı. Ruhumu, kafamın içini, kalbimi, bedenimi, tüm benliğimi.
“Sen ben söylemeden de görüyorsun,” dediğimde gözleri gözlerimde saplı kalmaya devam etti ama tepki vermedi. “Adnan ve Çolpan iyi hissetsinler istiyorum. Bir yanım… Öyle işte.”
“Adnan bir ilişkiye tamamen kapalı, biliyorsun değil mi?”
Sorusu beni duraksattı. “Öyle mi?”
“Tüm hayatı Bora’dan ibaret.”
Sessizce başımı salladım ama bir yanım Adnan’ın da mutluluğu hak ettiğini düşündü, kalbindeki soğuk buzların erimesi gerektiğini düşündüm, geceleri etrafını saran karanlığı, bir kadın gelsin ve ışığıyla yok etsin istedim. Belki bencilceydi ve Adnan’ın istemediği bir şeydi ama bir yanım, ihtiyacının bu olduğunu söylüyordu. Yaralarını benzettiğim için miydi yoksa Çolpan’ın Bora’ya iyi geldiği gibi Adnan’a da iyi geldiğini gördüğüm için miydi bilmiyordum.
“Yine de çağırırız.” Dudaklarını yanağıma sürtüp yutkundu. “Gruba yaz istersen, sen davet edersen Adnan seni asla reddetmez.”
Kucağında kedi gibi yüzüne bakıp, “Senin telefonunu kullanabilir miyim?” diye sorduğumda güldü.
“Soruyor musun bir de?” Cebinden telefonunu çıkarıp kilidini açarak bana verince, ana ekranda ikimizin geçen gece çektiğim fotoğrafımızın olduğunu gördüm. Bir an donup kaldığımı fark etmek, bu kez imalı bir şekilde sırıtmasına neden oldu.
WhatsApp uygulamasına girerken aklımda asla sohbetlerine bakmak yoktu ama sadece benimle ve gruptakilerle sohbetlerinin olduğunu görünce gülümseyerek ona baktım. Sonsuz güvenimin her bir damlasını hak ediyordu.
Yener Açıkgöz: Alpay’ın bir şarkısı vardır bilir misiniz?
Yener Açıkgöz: GÖZLERİN
Girdap Demiralp: İçim şişti geceden beri gitarımın tellerine kaygısızca vururdum diye mırıldanarak malum bölgene vurmandan…
Yener Açıkgöz: Gitarım varmış gibi yapmıştım.
Girdap Demiralp: Ay yerim o büyük gitarını senin
Yener Açıkgöz: Git Ecevit’in gitarını ye sen.
Girdap Demiralp: Öyle yapacağım zaten.
Girdap Demiralp: ÇÜNKÜ BENİM GÖZLERİM YEŞİL DEĞİL.
Yener Açıkgöz: Napim
Girdap Demiralp: SADAKATSİZ
Yener Açıkgöz: Diyene bak, bana kendimi Adnan Ziyagil gibi hissettirdin sen.
Gurur Mert Çalıklı: GÜÜÜÜNAYDINNNNNN <<<3333
Yener Açıkgöz: ?
Girdap Demiralp: Aşk bunu aşko kuşko günaydın mesajı yazan iki metrelik bir insana çevirdi, inanabiliyor musunuz, kalp koymuş günaydın mesajına
Gurur Mert Çalıklı: Şey
Gurur Mert Çalıklı: Ben
Yener Açıkgöz: ANİME KIZI GİBİ İKİ PARMAĞINI BİRBİRİNE YAKLAŞTIRARAK ŞEYY DEDİĞİNİ DÜŞÜNDÜM GÜLERKEN YARRA
Girdap Demiralp: AŞKIM!!!!! ZELİŞ DE GRUPTA!! GİTARININ ÜSTÜNE DÜŞTÜN DEĞİL Mİ GÜLERKEN? BAŞKA BİR ŞEYİNİN DEĞİL!!!!!!
Yener Açıkgöz: Ayy
Yener Açıkgöz: Evet, gitarrımın üzerine düştüm. Gülerken.
Gurur Mert Çalıklı: Ben Zeliha diyecektim.
Hakan Basri Şenkaya, Yener Açıkgöz’ü gruptan çıkardı.
Hakan Basri Şenkaya: Günaydın Zeliş.
Gurur Mert Çalıklı: Günaydın abi
Gurur Mert Çalıklı: Yener’den başka aforoz edilecek biri varsa ben beklerim…
Hakan Basri Şenkaya: Girdap biraz kaşınıyor gibi
Girdap Demiralp: Yalan
Devran Soydere: Sen Muşta’ya yalancı imasında mı bulundun?
Girdap Demiralp: İnanamıyorum kelek kavun kafalı Devran bu yaptığın şey ihanet
Devran Soydere: İhaneti sen daha iyi bilirsin, malum bir gece Ecevit bir gece Yener.
Girdap Demiralp: Senin sinirin şeyden galiba
Girdap Demiralp: BANA SAHİP OLAMAMAKTAN?
Hakan Basri Şenkaya, Girdap Demiralp’i gruptan çıkardı.
Vural Demirezen, Yener Açıkgöz’ü gruba ekledi.
Vural Demirezen: Şerfsz aldm sni grba hdi sansrsüz hlini at şu vidyonun
Hakan Basri Şenkaya: ?
Devran Soydere: ?
Adnan Bahtıvar: ?
Yener Açıkgöz: Sen neden soru işareti atıyorsun gevşek Adnan, ilk sen istemedin mi videonun sansürsüz halini ASMDFGJDHSAHAGHAGHAHAH
Adnan Bahtıvar, gruptan ayrıldı.
Yener Açıkgöz, Adnan Bahtıvar ve Girdap Demiralp’i gruba ekledi.
Yener Açıkgöz: Kaçma Adnan, nereye? Genelde Behlül’ün kaçması gerekmez mi xd
Adnan Bahtıvar: Kes sesini cenabet it
Vural Demirezen: Vidyo
Yener Açıkgöz: Geri zekalı özelde değiliz gruptayız
Vural Demirezen, gruptan ayrıldı.
Gurur Mert Çalıklı: Bugün bir şeyler yapacağız biz
Yener Açıkgöz: Zeliha bundan bize ne.
Gurur Mert Çalıklı: Kes o kötülük ifritlik saçan çeneni be.
Gurur Mert Çalıklı: Bowling falan oynayacağız, sinemaya gideceğiz. Gelmek ister misiniz? Adnan, müsait misin?
Adnan Bahtıvar: Çok mutlu olurum elbette Zeliha.
Ben mesajlaşırken, Gurur saçlarımı yavaşça okşuyor, yüzüme kayarak düşüp duran telleri düzeltiyordu.
Yener Açıkgöz: Ben de geliyorum muyum
Gurur Mert Çalıklı: Geliyorsun musun?
Yener Açıkgöz: Kimler gelecek?
Gurur Mert Çalıklı: Gelip gelmeyeceğini merak ettiğin tek bir kişi var bence?
Yener Açıkgöz yazıyor…
Yener Açıkgöz yazıyor…
Yener Açıkgöz yazıyor…
Devran Soydere: EĞW EĞW
Gurur Mert Çalıklı: Biricik ve sen de geliyorsunuz, değil mi?
Devran Soydere: Elbette geliriz. Onun için de güzel bir değişiklik olur bu. Derslerinden dolayı yoğun günler geçiriyordu.
Bir süre daha grupla mesajlaştıktan sonra telefonu masaya bırakıp kollarımı Gurur’un boynuna sardım ve her şeyi unutup sadece ona odaklanmayı denedim.
Bakışları her seferinde daha da derinleşiyormuş gibi hissediyordum. Gözlerine bakarken bir kuyuya düşüyordum, kuyunun taşları üzerime düşüyor, kuyu kendi içine yıkılarak beni içine hapsediyordu.
“Hazırlanacak mısın?” Sorusu beni daldığım gözlerinden çıkardı.
“Üstüm iyi sayılır.”
“Daha sıkı giyin, Isparta çok soğuk bugün.”
Dün gece daha soğuktu, diyemedim. Bunun yerine, “Olur,” dedim.
Kucağından kalkacakken belimi kavradı. Durup ona baktığımda, bana bakışı bir an her şeyi, yaşadığımı bile sorgulattı bana. Beni kendine çekip bedenini bedenime yapıştırdı, kaçmadım, kurtulmak gibi bir amacım yoktu.
“Kırmızı giy.”
“Olur,” dedim sessizce.
“Güzel.” Başını sallarken yoğun bakışlarının daha da derinleştiğini fark ettim. Gözleri keskin bakıyordu, yüzündeki sakinlik gözlerindeki pençelere dönüşmüştü âdeta. Bakıyordu, pençeleri ruhuma geçiyordu, pençelerinin sıyırıp geçtiği yerlerden duyguların kanı akıyordu. Onu bu kadar şiddetli hissediyorsam, bu kesinlikle onun suçuydu. “Hadi gidip giyin, tatlı bebeğim.”
“Tatlı bebeğim mi?” diye fısıldadım.
“Sevmedin mi?”
“Sevdim.”
“Güzel,” dedi yeniden, dudakları dudaklarımın sınırına girecekken bir an durdu, burnu burnuma sürttü. “Hadi gidip giyin, yoksa soyunmak zorunda kalacağız.”
“Neden soyunmak zorunda kalacakmışız?”
“Nedenini biliyorsun, duymak istiyorsun.” Dudaklarını kulağımın hizasına getirdi ve “Gidip giyinmezsen soyunacağız, masanın üzerinde ne var ne yoksa savurup seni masaya oturtacağım, içine oturan da benim sikim olacak,” dedi. Bu kadar açık konuşması dudaklarımın aralanmasına neden olurken burnundan sert bir nefes vererek güldüğünü işittim. “Eminim senin de istediğin tam olarak bu. Benim gibi.”
“İstiyorum desem beni soyacak mısın?” diye sorduğumda tek kaşını kaldırarak yüzünü geri çekip çehremi inceledi.
“İstiyorum demene bakar. Söyle ve neler yapacağımı gör,” dedi, kalın sesi sertçe yutkunmama neden oldu.
“Ahlaksız.”
“Öyleyim. Beni terbiye etmek ister misin? Ağzımı terbiye etmeye ne dersin?”
Yanaklarımın içini dişleyerek ona baktım. “Ağzın da amma açık.”
“Sen üzerine otur diyedir belki.”
“Sapık.”
Yavaşça geri kaçıp mutfak kapısına ilerledim. Gurur’un bakışları sırtıma saplıydı ve ben mutfaktan çıkana kadar beni izlemeye devam etti. Titreyen ellerimi bedenime sürterek üst kata çıktım. Elbise dolabını açarken avuç içlerim soğuk havaya rağmen ter içinde olmuştu. Emsal’i kızdıracak bir harekette bulunmak istemeyen tarafımla, Gurur’a iyi hissettirmek, onu düşüncelerden, şüpheden uzaklaştırmak isteyen tarafım kanlı bir savaşın ortasındaydı.
Krem rengi, boğazlı ama mini bir elbise, uzun, krem rengi çizmeler ve açık renk kaşe kabanı giydim. Çizmelerin etiketini çıkarırken dalgın gözlerle yatağın karşısındaki aynaya düşen yansımama bakıyordum. Komodinin üzerindeki telefonumun titremesiyle irkilip oturduğum yerden kalktım.
Cenan Kaplaner: Gurur’un yanında mısın?
Zeliha Özdağ: Dışarı çıkacağız, sinemaya gideceğiz. Bir sorun çıkar mı sence?
Cenan Kaplaner: Bunları düşünme, keyfine bak.
Cenan Kaplaner: Şifreli konuşmamıza gerek yok, Hakan kontrolünü sağlamış, telefonun takip edilmiyor ya da dışarıdan biri telefonunun içindeki bilgilereulaşamıyor.
Zeliha Özdağ: Sana o mu söyledi?
Cenan Kaplaner: Evet
Zeliha Özdağ: Diyalog kurmaya başlamanıza sevindim.
Cenan Kaplaner: Aynısını söyleyemiyorum çünkü kurduğumuz diyalogların normalleşmeye başlaması beni korkutuyor. Onun için herhangi biri olmam düşüncesinin canımı bu kadar acıtacağını düşünmemiştim.
Zeliha Özdağ: Seni hâlâ çok sevdiğini göremiyor musun?
Cenan Kaplaner: Kalbimi paramparça eden bu. Beni sevmeseydi kabullenmek daha kolay olurdu ama seni seven birinin senden yavaşça vazgeçiyor olduğunu görmek, hiç kolay değil. Eskiden her zaman beni seveceğinden emindim, şimdiyse ona baktığımda yavaşça benden uzaklaşan bir adam görüyorum.
Cenan Kaplaner: Seni dertlerimle boğmak istemiyorum, yeterince dertlerle doldun zaten. Ama merak etme, bu işi lehimize çevireceğim. Çevireceğiz.
Zeliha Özdağ: Teşekkür ederim
Cenan Kaplaner: Onu bir ayrılığa alıştırma düşüncesiyle kendinden uzaklaştırmaya çalışma. Belki buna gerek bile kalmaz. Onu üzdüğünle kalırsın. O yüzden, her zaman olduğun gibi davran. Belki de içten içe her şeyden çok sana ihtiyaç duyuyordur.
Cenan Kaplaner: Yirmi üç yaşındaki Cenan olsaydım, bana birinin bu aklı vermesini isterdim, emin ol.
Cenan Kaplaner: İyi eğlenceler güzelim
Telefon hâlâ elimdeyken Simge, Çolpan ve Ayça’ya da birer mesaj yolladım ve biraz makyaj yapmak için yerimden kalkıyordum ki Gurur odaya girdi. Üzerindeki tişörtü kafasından çıkarıp kenara atarken kaslı vücudundaki her bir kas öbeği dalgalandı ve her bir adımında büyük bedeninin kocaman olmasına rağmen nasıl bu kadar zarif olduğunu merak ederek onu izledim. Elbise dolabından siyah bir gömlek çıkardı, siyah kotunu da gömleğin üzerine attı ve altındaki eşofmanı indirirken gözlerim uzun, kaslı ama ince görünen bacaklarında takıldı. Bacaklarından kotu geçirirken yan gözle bana bakmıştı.
“Güzel bir vücut, haklısın. Gözlerini doyurman gerek.” Dudağı yukarı kıvrılırken gömleğini de üzerine geçirdi, gömleğinin manşetlerini düzeltirken hâlâ bana bakıyordu. Gözleri bir anlığına elbisenin boyundan dolayı görünen bacaklarıma kaydı. Uzun çizmelerin tamamen kapatmadığı bacaklarımı süzerken, “Kırmızı giyecektin ama giymemişsin. Dalgınsın.” Duraksadım. Tamamen aklımdan çıkmıştı. Hem de saniyeler içinde. “Öyle üşümezsin, değil mi?” diye sordu.
“Hayır, üşümem.” Toprak tonlarındaki makyajı yaparken fondöten kullanmama nedenim, “Çillerini kapatmasan olmaz mı?” diye sormasındandı.
Her ne kadar yüzümde renk eşitsizlikleri olsa da onun isteğini kıramadım, fondöten sürmek yerine gözlerimin altını hafifçe kapattım ve maskara ile bakışlarıma canlılık kattım. Bundan memnun olmuştu, dudaklarıma sürdüğüm toprak rengi ruja daha yakından bakmak için beni elbise dolabıyla arasına sıkıştırdığında kafamı kaldırıp benden oldukça uzun olan dev cüsseli adama alttan alttan bir kedi yavrusu gibi baktım.
Parmağını çenemle dudaklarım arasında bir yere yerleştirip, “Tadı nasıl?” diye sordu, kalbimin atışlarını derinden etkileyen sorusuna verebildiğim tek tepki, sert ve sesli bir yutkunuş oldu. Dudaklarındaki tebessüm sinsiydi, derinlerde uyuyan tutkusunun yükselerek onun gözlerindeki açıklığı koyuya bulayışını izledim.
Dudakları dudaklarımın yakınına iyice geldiğinde, “Test etmek lazım,” dedi gizemli bir sesle. “Dudakların dudaklarıma değdiğinde, rujun bulaşacak mı? Kalitesi iyi mi? Kötü mü?”
Nefesi dudaklarımı alev alev yakarken bir defa daha yutkundum ve bu onun gözlerine bulaşan muzip bakışların daha da karanlığa gömülmesine neden oldu.
“Neden bakmıyorsun?” diye sordum bir çırpıda ve bununla beraber, aldığı cevabın ona getirdiği tatmin duygusuyla gülümseyerek yüzünü yüzüme tamamen yaklaştırdı.
Başımı elbise dolabının soğuk aynasına bastırdım, bununla birlikte Gurur’un üst dudağı iki dudağımın ortasına yerleşti. Parmak uçlarımdaki uyuşmanın geçmesi adına ona dokunduğumda, parmak uçlarımda geçsin diye dua ettiğim o uyuşma hissi daha da şiddetli bir karıncalanmaya dönüştü.
İki dudağımın arasına aldığım dudağını yavaşça emdim, bu onu usulca da olsa inletti ve o koca cüssenin benim için inliyor olması tüm dengemi kaybetmeme yol açtı.
Dudaklarımız ayrılırken, “Rujun tadını değil de dudaklarının tadını çok sevdim,” dedi, kısık ıslıklı nefesi yüzümün sınırlarını ateşe verirken iri iri gözlerle ona bakıyordum. “Bakma,” dedi içi gidiyormuş gibi. Avucunun iç kısmını elbise dolabının aynasına yasladığında, eli ve yanağım arasında bir santimlik boşluk bile yoktu. “Bana masaldan fırlamış gözlerinle, böyle gerçek şeyler hissettirerek bakma. İçim nasıl gidiyor, görmüyor musun hiç?”
Gözlerimi yana çevirip ondan kaçırdığımda burnunu yanağıma sürterek, “Görmüyor musun?” diye fısıldadı. “Tutuşturduğunu beni… Beni kavurduğunu görmüyor musun? İçime akıyorsun, dolduruyor, dışıma taşıyorsun.”
Yutkundum.
“O kadar seninle doldum ki hep susan dilim nasıl çözüldü? Bir sana. Tek sana. Anlasana. Senden başka kimseye bülbül olmayan dilim sana hiç susamıyor, eskiden bana bakıyorsun diye konuşuyordum, şimdi bir daha bana bakmayacak olsan bile, ben sana susamam, Zeliha.”
Gözlerinin içine baktım.
“Sana susulmuyormuş.”
“Sus,” diye fısıldayarak dudaklarına yeniden saplandım. Bu kez boğazının gerilerinden çıkıp gelen inlemesi zevkten değildi de isyandandı sanki. Parmaklarım ensesine bir diken gibi batarken onu daha istekli, kana kana öpmeye başladım. Onu, rujum çeneme, onun çenesine, tüm çehreme yayılana dek sertçe öptüm. Dudaklarımız ayrıldığında nefes nefeseydik, gözlerimiz ateşten sıcaktı, cehennem yerin altında değil, ikimizin arasındaydı.
Alnını alnıma bastırırken, “Kalacaksın elimde,” dedi.
“Kalmadım mı sanıyorsun?”
“Hadi oradan, cüce, kalsan sesin böyle mi çıkar sanıyorsun?” Gülümsediğini hissettim ama gözlerimi açıp ona bakamadım. Hisleri çok doruklarda, zirvede yaşıyordum. Alevler etrafımı çember olmuştu da sarmıştı sanki. “Hadi çıkalım. Yoksa olay boyut atlayacak, benden demesi…”
Evden çıkarken ikimiz de sessizdik. Gurur aracı çalıştırdığında Simge ile mesajlaşıyordum. Okula uğradığını, bazı evrak işlerini hallettiğini, alışveriş merkezine geleceğini söylemişti. Ayça ve Çolpan da okulda olduklarını, oradan geçebileceklerini ama kesin olmadığını söylemişlerdi. Adnan geleceği için Çolpan da gelsin istiyordum, aralarında küçük de olsa bir arkadaşlığın başlaması için bundan daha iyi bir fırsat bulamazlardı.
Alışveriş merkezine otogar tarafından girdik, yürüyen merdivenlerde yan yana dururken Gurur’un telefonuna baktığını fark etmiştim ama kafamı uzatıp neye baktığına bakmaya çalışmadım. Yemek bölümünün olduğu katı da arkada bırakarak alışveriş merkezinin en üst katına ulaştık. Elini elimin içine kaydırıp büyük avucunun içine hapsettiğinde, kıskanç bakışların hedefi hâline gelmiştim.
Heybetli, yakışıklı görünen bir erkeğin elinin tuttuğu kadına nasıl bakılırsa, öyle bakıyorlardı ama bunu umursamadım. Bakışlarına yerleşen kıskançlık umurumda olmadı, tek umurumda olan onu beğeniyle süzüyor oluşlarıydı. Yan bantta aşağı doğru inen kızlar, biz yukarı çıkarken ona öyle derin bakmışlardı ki, bir an çocuk gibi ayaklarımı yere vurup kızlara bunu kesmelerini söylemek istemiştim.
Gurur, kıskanç bakışların ya da onu süzen gözlerin umurunda olmadığını elimi sıkıca kavrayarak göstermişti. Bir kadın tüm dikkatini ona vererek bize doğru yürürken Gurur elimi kaldırmış, elimin üst kısmını dudaklarına götürürken bakışlarını da omzunun üstünden bana çevirmişti. Kadının yüzüne yerleşen kıskanç bakışlara rağmen dudaklarındaki o hafif tebessümü gördüğümde şaşırdım. Gurur parmaklarımı öptü, elimin üst kısmını öptü ve gözlerini kadına değdirmeden ileriye çevirerek yürümeye devam etti.
“Bu neydi şimdi?” diye sorarak ona yaklaşırken çoktan kadını arkamızda bırakmıştık.
“Ne neydi?”
“Neden öyle elimi öptün bir anda? Kadın sana bakıyor diye mi?” Kaşlarımı kaldırıp sessizce, “O kadını tanıyor musun?” diye mırıldandım. Kıskandığımdan değil, bu yaptığı harekete bir anlam yüklemeye çalıştığımdan sormuştum bunu.
“Flörtlerim, sevgililerim oldu, olmadı değil ama ciddi değildi, tamamen sevgili kalıbına girmedim kimseyle, onlar da bunu hep bildi,” dedi, bu kadar ayrıntı vermesi rahatsızlıkla kaş çatmama neden olduğu gibi, göğsümün de reddetmeye çalışıp kurtulamadığı gaddar bir ağrıyla dolmasına neden oldu. “Kadını soruyorsan tanımıyorum, bir erkek seni beğeniyle süzse onun beynini tuz buz ederdim, kendimi senin yerine koydum ve senin açından düşündüm. Şiddetin her türlüsüne karşı olan ve aynı zamanda gelecek vadeden sicili temiz bir avukat olduğun için -kar topunun içine taş koyup kafamı yarmaya çalışmandan ve beni aniden taşlamaya başlamandan bahsetmiyor, onları tenzi ediyorum- ona en güzel cevabı verdim. Benim kime ait olduğumu gösterdim.”
“Flörtlerim, sevgililerim oldu diye belirtmene gerek var mıydı? Bence yok çünkü.”
“O kadar güzel şey söyledim, sen gidip bunlara mı takıldın?”
Elimi geri çekerken, “O kadar güzel şey söyledim diyorsun da cümleye andaval gibi başladığın gerçeğini değiştirmiyor o güzel şeyler, geri zekâlı,” diye söylendim.
“Elini elimden bir daha çekecek olursan,” dediğinde ona yan yan baktım. “Ben de darağacı ipini boynuma kadar çekerim, haberin olsun.”
Bir an, “Salak mısın be?” diye çemkirdiğimde etrafımızdaki insanlar bize baktı. “Salak salak şeyler söyleme sakın bir daha bana. Böyle espriler yapmanı hiç sevmiyorum.”
“Espri olduğuna inandın yani?”
Bir an durup insanların içinde hareketsizce birbirimizin gözlerinin içine baktık. Ona sormak istedim, bir canavarın karanlık ininden çıkıp ışığa karıştığı o yeniden doğuş ânı nasıldı? Yeniden doğmuştu, kanatları köklerinden koparılmış olsa da o kanlı kökler yeni kanatlara gebe kalmıştı ve şimdi özgürce uçuyordu. Bu nasıl bir histi? O canavarın ininden çıkarak onu aramaya başladığını biliyor muydu? Karanlık, canavarı takip ederek Gurur’a doğru son sürat ilerlerken, karanlığı durdurmak için avuçlarımı o karanlığa bastırıp o karanlığı geriye doğru iterken Gurur’a kaçması için yalvarmak istiyordum.
Gözlerimde her ne gördüyse, kaşlarını sertçe çattı.
Tam bir şey söylemek için dudaklarını aralıyordu ki, “Nerede kaldınız lan?” diye soran kişinin tanıdık sesi ikimizin bakışmasını ortadan ikiye böldü. Kafamı çevirip sesin geldiği yöne baktığımda Girdap sırıtarak bize bakıyordu.
Yener birkaç adım arkasındaydı, gözleri telefon ekranındaydı, Adnan da Yener’in yanında durmuş tam karşısındaki mağazanın vitrinine boş boş bakıyordu. Onları hep görmeye alışkın olduğum şekilde kamuflaj giymemişlerdi, her biri sivil görüntü içerisindeydi. Yener beyaz, yuvarlak yaka bir tişört giyip üzerine deri ceketini geçirmişti ve altında buz mavisi kot pantolonu vardı. Adnan da beklediğim gibi takımının içinde değildi, tıpkı Yener gibi ama daha koyu renk, lacivert bir kot, siyah kaşe kaban giyiyordu. Aralarında kazak giyen tek kişi Girdap’tı, üzerinde ren geyikleri olan yılbaşı temalı bir kazak vardı ve bu kazağı giydiği için gayet mutlu görünüyordu.
“Devran ile Biricik gelmedi mi?” diye sormamla, Yener gözlerini bana çevirdi ve daha sonra birinin daha varlığını arıyormuş gibi sağıma soluma, arkama baktı. Sanki aynı sorunun farklı bir isimle başlayan versiyonunu bana soruyormuş gibi gözlerini gözlerime diktiğinde gülümsedim.
“Devran, Biricik’i almaya gitti, birazdan gelirler,” dedi Adnan elini kaşe kabanının geniş cebinden çıkarıp bana dönerek. “Merhaba Zeliş, elbisen çok güzel.” Ona gülümsedim, benimle resmî konuşmadığı için neredeyse teşekkür edecektim ama bu teşekkürün olayı yeniden resmiyete taşımasından korktuğum için bunu yapmadım.
“Başka kimse yok mu?” diye sordu Girdap, elinde bir kahve kutusu tuttuğunu o zaman fark ettim çünkü pipeti dudaklarına yaslayıp çocuk gibi ses çıkararak içine çektiğinde birkaç kız dönüp ona baktı. Umurunda olmuşa benzemiyordu.
“Kızlar da okuldan çıkıp gelecekler,” dediğimde Yener’in gözleri gözlerimin pervazında daha da derinlik kazandı. Ona bir açıklama borçluymuşum gibi, “Simge’nin okulda bazı evrak işleri varmış. Geçiş yapıyor, malum,” dedim. Girdap bunu merak etmiyormuş gibi kaşlarını kaldırdı ama bunu merak edenin o değil, Yener olduğunu bildiğimden kurulmuş bir cümleydi bu. “Diğerleri gelmedi mi?”
“Ecevit’i kara zorla getirdik,” dedi Girdap. “Tayfun denen terminatör adama gelmesini söyledim ama daha önemli işleri olduğunu söylerken biraz tartakladı beni.”
Gurur, elimi tekrar tutunca kalbim ısındı ve “Ecevit nerede?” diye sorduğunda omzumun üstünden ona baktım. Siyah kaşe kabanı, kabanın içindeki siyah gömlekle her zamankinin aksine bu kez karanlık bir aura salgılıyordu ve bunu sevmiştim. Açık renk giyindiğinde de koyu renk giyindiğinde de yakışıklıydı; renkler onun bakışlarını, duruşunu, aurasını tamamen değiştiriyordu.
Emsal’in bir yerlerde bizi izliyor olma olasılığı kanımın ağır ağır akmasına neden olsa da Gurur’un elini daha sıkı kavradım.
“Ecevit D&R’a girdi, kitaplara bakıyordu,” dedi Adnan. “Kültürlü bir ayı olduğu bilgisine yeni ulaşım sağlıyorum, bu benim için nereden baksan beklenmedik bir durum elbette. Fakat gezdiği rafları görünce daha da büyük sarsıntıya uğradım. Açıkçası siyaset ya da psikoloji ile ilgili kitaplar okur diye düşünmüştüm. Onu manga raflarında görmek beklentimin oldukça dışındaydı. Sanıyorum bir Naruto fanı.”
“Yatağının altında mangalar görmüştüm o otakunun,” dedi Girdap kahvesini höpürdeterek içine çekip, diliyle pipeti döndürdükten hemen sonra. “Merak edip hentai okuyup okumadığını sordum, nedense sinirlendi. Hiç anlamıyorum. Hentai manga okumak bir gurme işidir, ne yazık ki Ecevit sandığım kadar zevkli değilmiş. Yener’i aldattığıma değdi mi? Sanmıyorum.”
Gurur, “Nasıl yani, hentai mangası yok muymuş?” diye sorunca yüzümü buruşturarak ona baktım.
“Hentai mi okuyorsun, pis sapık, kart horoz?”
“Arka arkaya füze attı, pis sapık, kart horoza,” dedi Girdap gözlerini irice açarak. “Ayrıca nasıl yani, sen okumuyor musun yoksa, Zeliha?”
“Ay sus be, hepiniz sapıksınız.”
Gurur, “Duygularımı inciten kelamlarda bulunuyorsun, bu kadar da olmaz,” dedi. Sinemanın az berisinde olan D&R mağazasından elinde bir poşetle çıkan Ecevit’i fark ettim. Kahverengi, boğazlı kazağı, siyah kot pantolonu ve kolunun iç kısmına astığı daha acı kahve tonlarında olan kaşe kabanıyla bize doğru yürürken yüzünde huzurlu bir ifade vardı. Sanırım kitap satın almak ona iyi gelmişti.
“Aa, mendeburun yüzüne renk gelmiş,” dedi Yener, Ecevit’i süzerek.
“Senin de rengin solmuş, ne o, beklediğin kişi gelmedi mi?” diye sordu Ecevit, Yener’e sevimsiz bir gülümseme eşliğinde bakarken.
“Ne alakası var be?” Yener homurdanarak ona dik dik baktı. “Kimi bekliyormuşum ben? Sus, cevap verme. Saçma sapan cevaplarına kalmadım senin.”
“Sinema biletlerini alalım mı?” diye sordum, Gurur’a doğru dönerek.
“Kızlar kesin gelecek mi?”
“Cimri it, gelmeseler bile al biletlerini, ne olacak sanki?” diye sordu Adnan. Sonra, “Affedersin, Zeliş,” dedi mahcup bir şekilde gülümseyerek. “Ara sıra ağzımın ayarını bozuyor bu salak adam müsveddeleri.”
“Yanımda rahat ol,” dediğimde, Yener, “O bizim yanımızda gayet rahat neticede,” dedi. “Bir horlayışı var, yedi başlı ejderha görse kıskanır…”
“Kes sesini.”
“Çok seviyorsun beni.”
“He, çok seviyorum.”
Yener parmaklarını birbirine yaklaşarak bir kalp yapıp, kalbin ortasından bana pis pis sırıtarak baktı. “En iyi kız kankam.”
“Simge değil miydi en iyi kankan?” diye sorduğumda bir an yüzündeki ifade dondu.
“Kankam mı?”
“Evet, en yakın kankası olmuşsun, öyle dedi,” diye kandırdım onu.
Yüzündeki kan çekilirken, “Ne zaman dedi?” diye sordu.
“Seni denedim. En yakın kankan ben miyim diye.”
“Aniden öyle deneme beni,” deyince kaşlarımı kaldırdım.
“Nedenmiş, yüreciğine mi indi yoksa?”
“Bendeki kalp sende olsa taşıyamazsın, Zeliha.”
“Ne diyeceğini bilemeyince çok saçmalıyorsun.”
Adnan, “Kızlar da geldi,” deyince Yener de ben de aynı anda o yöne döndük. Devran ile Biricik el eleydiler, Biricik yine alışkın olduğum vintage görüntüsünün içindeydi; vatkalı, güzel bir gömlek giymişti, sarı saçlarındaki bukleler göğüslerine doğru akıyordu ve kâkülleri de özenle fönlenmiş gibi görünüyordu. Hemen çaprazlarında Çolpan, Ayça ve Simge’nin de olduğunu gördüğümde Devran’ın onlara okulda rastladığı düşüncesi zihnime kolayca oturdu.
Biricik yanağımdan öperken, “Kızlarla okulda karşılaştık, bizimle geldiler,” dedi ve kafamın içindeki düşünceyi doğrulamış oldu. “Merhaba Gurur, nasılsın?” Tekrar bana baktı. “Elbisene bayıldım.”
“Senin de gömleğin çok güzel,” dedim.
Biricik bana bir peri kızı kadar temiz gülümsemesiyle baktı. Gurur ile selamlaştılar ve sinemanın gişesine doğru ilerlerken Simge ile evrak konularıyla ilgili konuştuk. Bu dönemde okul değiştirmek zordu, Simge de hâliyle çok fazla şeyin peşinde koşmak zorunda kalıyordu, evi de henüz yeni taşıdığı için yorgunluğunun iki kat fazla olması normaldi. Hocalardan birinden hiç hazzetmediğini söylerken okuldan geldiğinden beri elinde tuttuğunu fark ettiğim dolma kalemle saçlarının içini kaşımıştı. Bunlar olurken hemen arkamızda ilerleyen Yener’in bakışlarının Simge’de olduğunu hissedebiliyordum ama muhtemelen Simge burnundan soluduğundan bunu fark etmemişti.
Gişenin önüne geldiğimizde Gurur’un elini bir anlığına bırakıp, gişenin arkasındaki büyük ekranlarda fragmanları sessizce oynayan filmlere göz gezdirmeye başladım. Gurur elini bırakmış olmamdan hoşnut değildi, arkamdan gelip filmlere bakarken homurdanır gibi bir ses çıkardığında bunu anlamış, tekrar elini tutup ona kedi gibi sırnaşırken bir an için dün gece yaşanan her şeyi unutmuştum.
İnsanlar garipti, unutuyorlardı. Onları derinden sarsan bir acıyı bile unutabiliyorlardı. Böyle zamanlarda insan olduğum gerçeğiyle daha sert çarpışıyordum ve bu gerçek bazen fena hâlde ağzımı yüzümü dağıtıyordu. Gurur’un parmaklarını okşayarak elini tutarken geleceği düşünmek istemedim, geçmişi de unutmayı denedim, sadece hissetmek önemliydi; o an için tek önemli olan, onun yanında olmaktı, onu hissetmekti, onun elini tutmaktı.
Simge, parmağıyla soldan ikinci ekranı işaret ederken, “Korku filmi,” dedi gözlerini büyüterek. Korku filmlerinden pek hoşlandığı söylenemezdi, korktuğundan da değildi. O benim aksime daha az korkardı. Eskiden birlikte korku filmi izlediğimizde tuvalete gideceğim zaman ona benimle gelmesi için yalvarırdım, o ise hiç umursamadan karanlık odasına döner, tek başına uyurdu. Sanırım korkmadığı için korku filmlerini sevmiyordu ama bu kez seçiminin bir korku filminden yana olması beni şaşırtmadı desem yalan olurdu.
“Bunu izleyelim mi?” diye sorarken Ayça’ya baktığını gördüm.
Ayça, “Benim için hava hoş ama bu filmden sonra Zeliha’nın tüm gece kedi yavrusu gibi Gurur’a sokulacağı fikrinden hoşlanmadım,” dedi turuncu kaşlarını çatarak. “Eskiden korku filmi izledikten sonra odamın kapısına dayanıp onunla uyumam için miyavlardı. Şimdi bu koca kazık çocuğa yalvaracak olması kalbimi kırmaktan öte, gururumu da incitti sanırım.” Elini kalbine koyup, kalbini yokladı. “Şuralara bir yerde hâlâ kırılabilen bir parça varmış, az önce bir ihtimal yüzünden o da kırıldı.”
“Drama Queen,” diye homurdandı Girdap.
Ayça, “Aa, sen burada mıydın, damgalı eşek?” diye sorunca, Girdap parmağını göğsüne doğrultup kendini işaret ederek, “Bana mı dedin?” diye sordu. Ayça cevap vermeyince Girdap bu kez, “Dövmelerimden dolayı mı damgalı eşek dedin bana?” dedi homurdanarak.
“Bak nasıl da anlıyor. Bu çocuk var ya, grubunuzun en zekisi kesin.”
“Ayça, kocama sadece ben hakaret edersem iyi olur, aksi senin turuncu portakal kafanı rondodan geçirme isteğimi tetikliyor çünkü,” dediğinde Yener, Simge bir an şaşırarak Yener’e baktı ve Yener, “Kocamanıma yani,” dedi elini Girdap’ın sırtına atıp, Girdap’ı öksürük krizine sokacak bir darbe vurarak. “Maşallah, şuna da bakın, kocaman.”
“Kocama dedin sanki,” dedi Simge.
Yener donuk bir şekilde, “Kulak burun boğaza görünmelisin, tamamen yanlış duymuşsun, kulakların tıkanmış olabilir mi? Yakın zamanda uçak yolculuğu yaptın mı?” diye arka arkaya birkaç saçma soru savurdu. “Kocama demedim, kocaman dedim.”
“Öyle diyorsan…”
“Şüphen mi var?”
“Yok, bana ne sizin aranızdaki ilişkiden?” Simge kafasını yeniden ekranlara çevirince, Yener ona dik dik baktı ama bir şey söylemedi.
Çolpan, ellerini gişenin büyük masasına koyarken, “Dram filmi de gelmiş,” dedi, onun da gözü ekranlardan birindeydi. “Bu filmle ilgili yorumları okumuştum. Merak ediyorum.”
“İki gözümüz iki çeşme mi ayrılalım filmden? Ne yaşansın istiyorsun, Çolpan?” diye sordu Girdap, dram filmine öcü görmüş gibi bakarak. “Beni sikseler o filme girer miyim? Girmem.”
“Korku filmi olsun,” dedim. “Eğer hepiniz için uygunsa korku filmine girelim.”
Çünkü çok ağladım, hâlâ bir yanım içinden ağlıyor, yine ağlamak istemiyorum, biraz daha ağlamama neden olacak bir şeyin içinde bulunmak istemiyorum, daha üzgün hissedemem ama biraz daha üzgün hissetmek istemiyorum.
Gurur, “Dram filmi daha iyi olmaz mıydı?” diye fısıldadığında göz ucuyla ona baktım. “Daha rahat ağlamaz mıydın?” Ürpermeme neden olan sorusu, ona doğrulttuğum bakışlarda büyük bir şaşkınlık doğurdu.
Bana yan gözle bakıp, “Bu aralar daha duygusal görünüyorsun,” dedi. “Ağlamaya ihtiyacın varmış da üzülmeyeyim diye ağlamıyormuşsun, eğer dram filmine girersen ağlamak için bir nedenin olacakmış gibi.”
“Korku filmi daha iyi,” diye fısıldadım sadece. Ağlayıp seni üzmek istemiyorum, gözyaşlarımın benim içimi yaktığından çok, senin içini yakacağını biliyorum.
“O zaman korku olsun,” dedi Biricik. “Dev’e sarılmam için iyi bir bahane.”
Devran, şefkatle gülümseyerek sevgilisini kolunun altına çekerken, “Bana zaten istediğin her an sarılabiliyorsun, Sarışın,” dedi.
“Ben sana durmadan sarılmak istiyorum belki.”
Devran kaşlarını kaldırarak, “Bak sen,” dedi kelimeleri uzatarak.
Gurur ve Adnan biletleri alıp yerleri seçerken Simge ile filmin fragman videosunun altındaki konu bültenini okuyorduk. Kısa süre sonra biletler alındı ve sinemaya girdik. Adnan, Ecevit ve Yener patlamış mısır ile içecek almak için büfeye ilerlerken biz de bekleme alanındaki masalara ilerledik. Film afişlerinin olduğu bölümün az ilerisinde büyük, tüm duvarı kaplayan bir kütüphane, kütüphanenin haznesindeyse saymanın saatler alacağı kadar çok kitap vardı. Kitaplara doğru ilerlediğim sırada Yener elime kutu içeceklerden birini tutuşturdu ve kutu içeceği açıp pipeti içine sokarken kütüphanenin önünde durup kitapların sırt kısımlarındaki yazıları okumaya başladım.
Yener, “Canın mı sıkkın senin?” diye sorduğunda bej rengi bir kitabın sırtına yerleştirilmiş koyu kahverengi renkteki yazıları okuyordum. İçeceği verdikten sonra gittiğini düşünmüştüm ama hâlâ yanımda olması beni ürpertti, korkarak ona doğru döndüğümde yüzümde rastladığı şey kaşlarını daha sert çatmasına neden oldu. “Her şey yolunda mı?”
“Evet,” diye geçiştirsem de bana dik dik bakmaya devam ettiği için huzursuzluğumun artmasına engel olamadım. Yener’in beni bu kadar net görebilmesi rahatsız edici miydi yoksa mutluluk verici miydi tam sağlamasını yapabilecek kafa düzlüğüne sahip değildim şu an.
“Gurur’la mı tartıştınız? Gerçi öyle olsa el ele gelmezdiniz,” dedi, bu kez tek kaşı havaya kalkmış, ruhunun derinlerine gizlenen o dedektif gün yüzüne çıkarak beni sorgu masasına oturmaya zorlamıştı. “Bir sorun olmadığına emin misin?”
“Evet, sadece biraz yorgunum,” dedim, aksi olduğunu o da biliyor gibiydi ama üstüme gelmemeye karar vermiş olacak ki, tek yaptığı başını sallamak oldu. Hemen yanımda durup benimle birlikte kitapları inceledi, yorumlarda bulunmadı, yeni sorular sormadı, sadece her hâlükârda yanımda olabileceğini hissettirircesine tam yanımda durdu ve benimle sessizliğimi paylaştı.
Yener, sahip olduğum bir erkek kardeş gibi, hatta yaşı dolayısıyla abim gibiydi. Yine de bana abilik taslamıyordu, tam yanımda duruyor, bana kardeşlik yapıyordu.
Filmin başlamasına yakın büyük salona girdik. Her koltuk çift kişilik deridendi, her birine iki kişi oturabiliyordu ve diğer koltukla arasında birkaç santimlik mesafe vardı. En arka ortadaki çift koltuğuna Gurur ve ben, çaprazımızdaki koltuğa Devran ile Biricik, bir diğer çaprazımızdaki koltuğa Simge ve Ayça oturmuştu. Simge ile Ayça’nın yan tarafındaki koltukta Yener ile Girdap oturuyordu. Yener, Simge’den tarafa doğru oturmuştu ama yine de aralarında birkaç santimlik mesafe vardı. Adnan ile Ecevit çok daha iri olduklarından tek koltuğa birlikte sığamadılar, bu yüzden Çolpan ve Adnan tek koltuğa otururken, Ecevit tek başına koca bir koltuğa oturmuş oldu.
Reklam boyunca aramızda fısıltıya dayalı bir sohbet akmaya devam etti ama film başladığı anda ön koltuklardan birinde oturan yaşlı bir adamın uyarıcı öksürüğüyle beraber hepimiz sessizliğe gömülerek gözlerimizi büyük ekrana diktik. Gözüm ne zaman yan taraflarıma doğru kaysa, salona yayılan karanlığa rağmen arkadaşlarımı görebiliyordum.
Çolpan çok gergindi, küçük bir yer kaplıyor olmasına rağmen Adnan oldukça büyüktü ve bu yüzden neredeyse iç içe görünüyorlardı. Adnan, Çolpan’ı rahatsız etmekten korkar gibi geri çekilmeye çalışsa da iki metreden uzun, koca cüssesiyle Çolpan’a temas etmemesi imkânsızdı. Yener ise bacaklarını onun kucağına atan Girdap ile ilgilenmiyor, hemen yan tarafında oturan Simge’ye kaçamak bakışlar atıyordu.
Dudaklarımı birbirine bastırarak filme döndüğümde Gurur elimi kavradı. Parmaklarımız birbirine karıştı ve bu bana kendimi huzurlu hissettirdi. Dünün aksine. Yaşadığım dehşetin aksine. Onu yıkacağım düşüncesinin aksine. Onun kılına dokunmadan da bu işi halledebileceğimi düşündüm. Ondan ayrılmama gerek kalmadan Emsal’den itiraf alabilirdim, bu itirafı kaydedebilirdim, Emsal hayatımızdan çekip gidebilir, Gurur tüm suçlamalardan azat olabilirdi.
Gurur, filme bakıyor olmama rağmen düşünceden düşünceye sürüklendiğimin farkındaymış gibi omzunun üstünden bana bakınca, gözlerim ona çevrildi ve yüzümüze filmin ışığı vururken sadece yutkundum.
Diğer elinde tuttuğu patlamış mısır kovasını bana doğru uzatınca gözlerim bir an kovaya, ardından tekrar onun gözlerine çevrildi ve kovadan bir patlamış mısır alıp ağzıma attım. Gurur dudaklarıma baktı, ben patlamış mısırı çiğnerken tüm dikkati ağzımdaydı.
“Filmi izle, beni değil,” dedi sonunda. “Yoksa ikimiz film çekmek zorunda kalacağız.”
Gözlerimi kaçırırken, “Deli,” diye fısıldadım. Burnundan sert bir nefes vererek güldü ama bu söylediğime bir cevap vermedi ya da yorum yapmadı.
İlk yarı film çok da korkunç değildi. Molada tekrar içecek almak için dışarı çıktığımda, masaların olduğu alanda bir kadının beni çok dikkatli bir şekilde izlemesi tedirginliğimin artmasına neden oldu. Belki öylesine bir kadındı, belki sadece insanları incelemeyi seven biriydi, belki bir yazardı ve kişileri analiz ederek romanı için yeni karakterler yaratıyordu ama yine de bana saplı duran bakışlarından hiç hoşlanmamıştım.
İçeceğin ücretini ödeyeceğim sırada Ecevit tam arkamda dikildi ve ben parayı kasiyer kıza uzatamadan benim yerime o bir banknotu kıza uzattı. Kız benden izin bekleyen gözlerle banknota uzanırken kaşlarım çatıktı ama Ecevit elini sallayarak, “Arkadaşıyım,” dedi kıza ve kız banknotu alıp kasaya atarak para üstünü saymaya başladı.
Omzumun üzerinden Ecevit’e bakıp, “Ben öderdim,” dedim.
“Ama ben senin yerine ödedim,” dedi düz bir sesle.
“Teşekkür ederim.”
Ecevit elini kafamın üzerinden uzatarak para üstünü aldı ve “Rica ederim,” diyerek kafasını masaların olduğu yöne çevirdi. “Kimi izliyordun?”
Masaların olduğu tarafa yeniden baktığımda kadın orada değildi, gözlerim tekrar Ecevit’e çevrildiğinde, “Hiç,” dedim. “Bir kadın dikkatimi çekti.”
“Gurur daha hemcinsleriyle olan problemlerini çözememişken, bir de yarış alanına kendi hemcinslerini ekleyecek olursan kalbine iner,” dedi, sesinde alay olmasa da söylediği şey beni güldürdü. Ecevit genel olarak sert bir yapıda gibi görünüyordu. Mesajlaşırken eğlenceli olsa da yüzünde hep ketum, mesafeli bir ifade vardı ve çoğunlukla ciddi mi şaka mı yapıyor ayırt edemiyordunuz.
Elimde içecekle bir adım öne gidip, “Yüzündeki dövme sorun olmuyor mu?” diye sordum merakla. “Bir asker açısından.” Ecevit’in gözünün altında küçük bir yazı dövmesi vardı. Sanki o dövmenin varlığını unutmuş gibi parmağını gözünün altına götürürken, “Bu mu?” diye sordu. Başımı salladığımda, “Neden sorun olsun ki? Girdap’ın da dövmeleri var,” dedi.
“Ama yüzünde değil, vücudunda.”
“Benim de vücudumda var.”
“Tamam işte, sorun olmuyor mu?” diye sordum gülerek.
“Bilmem,” derken kafası karışmış gibiydi. “Oluyor mudur?”
“Yani askersiniz ya,” dediğimde kaşlarını kaldırdı. “O açıdan demiştim.”
“Polislerde hâlâ sorun teşkil ediyormuş sanırım ama ben şu âna kadar dövmelerim yüzünden hiç laf işitmedim. Acemi birliğindeyken komutanımdan birkaç araba dayak yemiştim ama onu saymıyorum. Ağaç yaşken sikili-” Durdu. “Eğilir.”
Gülerek etrafıma bakındım. Ecevit tam yanımda durdu, birkaç adımı aynı anda attık ve bir anda, “İster tam bir sinsi olduğumu düşün istersen de gözlem yeteneğimin çok yüksek olduğunu,” dediğinde yeniden omzumun üstünden ona baktım. “Biraz üzgün görünüyorsun, belki bana öyle gelmiştir ama her zamanki gibi gülümsemediğini fark ettim. Gülümsemen biraz… Gerçekçi değil gibi geldi. Bunu hakaret olarak algılamazsın umarım çünkü kötü niyetle söylemiyorum. Sahtesin demeye çalışmıyorum.” Elini ensesine attı. “Biraz önce bu durumu Girdap’a sorduğumda aynı göründüğünü, iyi olduğunu, kafamda kurduğumu söyledi, umarım öyledir.”
Kalp atışlarım seyrekleşirken, “Biraz yorucu bir gece geçirdim,” dedim sadece.
“Sınavlardan falan mı?”
“Sınav sayılır.”
Ecevit cevabımı garipsemiş gibi kaşlarını çatınca, gözünün altındaki dövme gerilerek biraz daha üste kaykıldı. “Gurur gibisin,” dedi, bu cevap beni şaşırttı ama renk vermedim. “İkinizin de verdiği sinyaller garip. Ne düşündüğünüzü ne hissettiğinizi güzel örtbas ediyorsunuz ve bunu sen nazikçe gülümseyerek, o da sana hiç göstermediği soğuk yüzünü kullanarak yapıyor. Ama derinlere inildiğinde, aynı insanmışsınız gibi.”
“Sen de öyle sayılırsın,” dediğimde kaşları iyice havalanmıştı.
“Nasıl yani?”
“Ketum ifaden yüzünden ne zaman espri yapıyorsun ya da ne zaman ciddisin anlayamıyorum.”
İlk kez küçük bir tebessümün yüzünde dallanıp budaklandığına şahit oldum. “Çoğunlukla espri yaparım.”
“Bu ciddi surat ifadenle mi?”
Kaşlarını çatıp mahsustan ciddi bir ifadeye bürünüp, “Evet, bu ifademle,” dedi kızgın kızgın.
Bu kez daha içten gülümsedim ve gülümsememi fark edince parmağıyla yüzümü işaret etti. “Bak, işte şimdi gerçekten gülümsedin.”
Ayça ve Girdap’ın sinema salonunun kapısının çaprazında yan yana durmuşlar, duvarda asılı duran filmin bültenini okuduklarını gördüm. Çolpan ve Adnan da tam kapının önünde karşılaşmışlar, Adnan, Çolpan’a yol vermeye çalışırken Çolpan da aynı şekilde ona yol vermeye çalışmaya başlamıştı. Yaklaşık bir dakika boyunca bu şekilde devam ettiler ve sonunda Adnan da Çolpan da bu savaştan vazgeçerek yan yana salon kapısından girdiler ama Adnan iri olduğu için Çolpan’ı neredeyse kapının pervazına yapıştıracaktı.
Salona girdiğimde en arka koltuklarda sadece Yener ve Simge’nin olduğunu gördüm. İkisi de kendi koltuklarında oturuyorlardı ama yan yana sayıldıkları için birbirlerine bakıyorlardı. Simge ne anlatıyordu bilmiyordum ama Yener sessizce onu izlerken tamamen ona odaklı görünüyordu. Gözlerim bir an Gurur’u aradı. Gurur’u bulamayınca Ecevit’i arkamda bırakarak salondan çıktım ve gözlerim Gurur’u aramaya başladı.
Lavaboların olduğu tarafa doğru yürürken içime düşen sıkıntıyla kaşlarımı çattım. Sigara içmek için terasa çıkmış olabilirdi, belki de lavaboya gitmişti ama yine de içime çöken huzursuzluğu durduramadım. İzleniyor olmamız ihtimali bile gerilimi arttırıyordu. Ağır adımlarla yürürken biri aniden bileğimi yakalayınca dudaklarımdan bir çığlık döküleceğini sandım ama o çığlık, çekildiğim alandaki kapıya yaslandığım anda dudaklarımın altında kayboldu. Elimdeki içecek yere düşüp arkamda kalmıştı. Lavabonun kapısına yaslı duran sırtımla kafamı kaldırıp beni tutan ellerin sahibine baktım. Gurur gözlerini kısmış, yüzüme dikkatle bakıyordu.
“Ödümü kopardın,” diye fısıldadım.
Yüzünü yüzümün sınırlarına yaklaştırırken birbirimize kilitlenmiş hâldeydik. Gözlerimi anlık olarak gözlerinden çekerek arkasına baktım ve içeride birilerinin olmadığından emin olduktan sonra tekrar onun buz sıcağı gözlerine baktım. Gözlerinde gördüklerim, kalbimin yerinden oynamasına neden oldu. Onun çekimine her zaman olduğu gibi kolayca kapıldım, her zaman olduğu gibi ruhumu ona teslim ettim ve yüzü yüzüme aniden yaklaştığında kasılan kalbimin derinliklerinde onu hissettim.
Başımın hemen yan tarafında duran elini yumruk yaparken, “Senden bu kadar uzak duramamam normal mi?” diye sordu ve sorusu henüz bir cevapla taçlanmamışken dudakları dudaklarıma yerleşti. Bu, bir çarpışma gibiydi. “Seni seviyorum ve bu benim kalbimin en yüksek mertebesi.”
Dudaklarımız birbiriyle savaşırken benim için kurduğu bu cümlenin, hayatın her noktasında beni takip edecek bir koruyucu olduğunu bilmiyordu ama onun kelimelerinin eti vardı, kemiği vardı, ruhu ve bilinci vardı; beni koruyan bir yanı vardı.
“Seni görüyorum, beni nasıl istediğini, sevdiğini, senin içindeki her şeyi görüyorum,” diyerek dudaklarıma doğru konuştuğunda parmaklarım güçsüzce kaşe kabanının kenarlarına tutundu. “Sen de beni görüyor musun?” Dudaklarını geri çekip gözlerini gözlerime sabitlediğinde başımı salladım. Başımı hızlıca sallamam yamuk bir gülümsemeyle yeniden dudaklarıma yönelmesine neden oldu.
Yana yana ve yan yanaydık.
Bundan daha güzel ne olabilirdi? Öte yandan, bundan daha korkutucu ne olabilirdi? Bir gün bunun olmayacağı düşüncesi, elimden bu hislerin alınacağı düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyordu.
Gurur’un büyük eli yüzüme gittiğinde, “Birileri gelecek,” dedim. “Hem… Film de başlamak üzere. Belki başlamıştır.” O sırada salonun numarasını belirten mekanik bir ses, filmin başlamak üzere olduğunun anonsunu geçti ve gözlerimi gözlerine dikerek parmağımı kaldırdım. “Gördün mü? Film başlamak üzere. Hadi hemen gidip filmi izleyelim.” Tam arkamı dönecektim ki vücudunu vücuduma bastırıp beni durdurdu, ucuna ateş temas etmiş bir çıra gibi şiddetle yanmaya başladım.
Burnunu burnuma sürterek, “Filmi sevmedin,” dedi, ateşimin doruklara ilerlediğini hissederek kirpiklerimin altından ona baktım. “Dokunuşlarımı, sana yaslanmamı, beni hissetmeyi sevmenin aksine, filmi hiç sevmedin.” Kendini bana biraz daha bastırınca sırtım tamamen kapıya yaslandı. Biri kapıyı itse, içeri dahi giremezdi ama yine de birinin gelme ihtimali kalbimin atışlarını daha da arttırıyordu. Haklıydı, onun dokunuşunu, bana yaslanmasını, onu hissetmeyi seviyordum ve filmi sevmemiştim ama onun bu kadar yakınındayken düşünmek çok karmaşık bir şeyi yapmaya çalışmak gibi geliyordu.
“Seninle vakit geçirmek istiyorum,” dediğinde o ateş artık kasıklarımda dolaşıyordu. “Senin yanında olmak, tenine temas etmek, kokunu solumak, seninle kalmak istiyorum.” Her bir kelimenin üzerinden geçen kalın sesi başımı döndürmeye başlamıştı. “Sadece seninle kalmak istiyorum.” Dudakları boynuma gelirken nefesi kızgın bir demir gibi içimi oyup geçti. Dudaklarını boynumda gezdirip çene kemiğime dek çıkardı ve gözlerini kaldırıp yüzüme bakarken bizi bağlayan hislerin kuvvetine kuvvet kattığını hissettim.
“Birileri gelecek,” diye fısıldadığımda bu onu gülümsetti ama gülümsemesi derin değildi, daha çok alayla kaplı ve imalarla ateş ateş yanan bir gülümsemeydi.
“Sessiz oluruz o zaman.”
Bir an ona dehşetle bakmama daha içten gülümsedi ve bileğimi tutup hızla lavabonun içinde ilerlemeye başladı. Son kabin kapısını açıp beni içeri çekerken o kadar şaşkındım ki tek kelime edemedim. Klozetin kapağını kapatıp üstüne oturmasıyla, beni bacaklarımı açmamı sağlayarak yüzüm onun yüzüne dönük şekilde kucağına oturtması bir oldu.
“Bugün bana doyamadın sen,” dedim, dudaklarıma yerleşen tebessüme bakarken gözlerini kısmıştı. Küçücük tuvalet kabininde onun kucağında oturuyordum ve bundan çok memnun gibi bir hâli vardı.
“Seninle yalnız kalmak istiyordum ama bir çocuk gibi heveslendiğin için diğerlerinin gelmesine bir şey demedim,” dedi, sesindeki ciddiyet duraksayarak ona bakakalmama neden oldu. “Acaba benimle yalnız kalmak istemiyor mu diye de düşünmedim desem yalan olur.” Parmakları kalçalarıma doğru indi, dokunuşunun beni ufaladığını hissettim. “Sonra gözlerindeki ifadeyi hatırladım. Masal gibi bakan gözlerin gerçekleri hiç gizleyemiyor. Beni yana yana yanında istiyorsun. Kimseyi değil, bir beni görüyor gözlerin. Yalan mı?”
“Yalanlamadım bunu hiç, saklamadım da.” Kollarımı boynuna sarıp burnumu burnuna sürterken sertçe yutkundum. “Sana kötü mü hissettirdim?”
“Hayır. Seni yaşam doluyken görmeyi seviyorum. Gözlerinde yaşamın parıltısını görmeyi, canlılık dolu enerjini görmeyi seviyorum. İnsanların senin parıltını görmesi bazen beni kıskandırıyor olsa da bu böyle.” Alnını alnıma bastırdı. “Seni tek bir an bile sessizlik içinde, keder içinde, dalgın, kafası bir şeye takılmış, üzgün görsem nasıl hissettiğimi nasıl anlatabilirim sana? Bazı gecelerden sağ çıkamayacağını hissettiğin olur. Sen benim içinden sağ çıkacağıma emin olduğum gecelerimsin. En kötü anlarımı bile yaşamla dolduruyorsun. İstiyorum ki ben de senin en kötü anlarını yaşamla, mutlulukla doldurayım ve hepsini yok edeyim. Çok mu şey istiyorum?”
Kalbim suçluluk duygusunun altında ezildi. Söylemek istedim.
Canım, diye başlamak istedim cümleye. Ben sana böyle hissettirmemek için kendi kalbimi taşla ezerim, sen böyle hissetme diye, ben kalbimi paramparça edene kadar ezerim.
Bir insana canım diyebilmek, bunu gerçekten içinden kopa kopa, kalbinin yerinde o varmış gibi içtenlikle söyleyebilmek çok zordu ama o benim öyle bir canım olmuştu ki, göğsümün içinde bir kalp değil, o vardı.
“Sen neden,” diye fısıldadığımda, yarım bıraktığım cümle onu duraksattı ve birden gözlerimden akmaya başlayan yaşlarla beraber gözlerinin irileştiğini gördüm. “Sen neden…” Avucumu ikimizin göğsü arasına sokup kendi göğsüme bastırırken gözyaşlarım yüzümden sicimle iniyordu. “Sen neden benim kalbim oldun?”
“Zel…” Bir an sustu. Söyleyecek tek kelime bulamıyormuş gibi ellerini yüzüme uzattı ama yüzüme dokunamadı. Elleri titredi. Ellerini geri çekti, tekrar yüzüme uzatacakken duraksayıp, “Ağlama,” diye fısıldadı ne yapacağını bilemiyormuş gibi. “Zerda, ağlama.”
Gözyaşlarım daha şiddetli akarken bir elimi yüzüme götürüp avucumun dış kısmıyla gözlerimi mahşer yerini terk etmeye çalışan insanlar gibi terk eden yaşları sildim. Gözyaşlarım durmadan yeniden aktı, hiç durmadan aktı, aktıkça daha da sarsılmaya başladım ve Gurur büyük avuçlarının içine aldığı suratımı havaya kaldırıp gözlerime baktığında dudaklarım büküldü.
“Yemin ederim seni çok sevdiğimden,” dediğimde sertçe yutkunduğunu duydum.
Ne yapıyorsam, yapacaksam, sana zarar gelmesin istediğimden, seni köpek gibi sevdiğimden, senin için, için için öldüğümden. Hep seni sevdiğimden.
Bunları söylemedim ama kurduğum tek cümle, her nasılsa onun da kalbindeki yangını büyüttü ve parmaklarına akan gözyaşlarım ateş olup onu yakıyormuş gibi yüzünü buruştururken alnını alnıma bastırdı.
“Bütün gün bu gözyaşlarını mı sakladın benden?” diye sorması canımı daha da acıttı.
Evet, bu gözyaşlarını saklamıştım. Daha da acısını saklamıştım. Onun için. Başka çarem olsa yapardım, durdurabileceğimi bilsem, onu durdurmak elimde olsa, her şeyi ilk ona anlatmaz mıydım ben? Gurur, durdurulamazdı. Tıpkı benim ona olan sevgimin durdurulamayacağı gibi.
“İçimi böyle sikmekten korktuğun için mi bu gözyaşlarını sakladın benden?” diye sorarken yüzüm onun büyük, güzel kokan avuçlarının içindeydi. Burnumu çekip, bükülen dudaklarımı birbirine bastırmaya çalıştım ama bu onun içini daha da deşmiş gibi kaşlarını çatıp yeniden yutkundu. “İçimi böyle sikeceğini bildiğinden mi ağlamadın? İçimi nasıl bu kadar acıtabilir bir kadının gözyaşları? Annem değilsin sen benim, onun gözyaşlarının bir çocukken yaktığı içim kadar, senin gözyaşların koca bir adamken içimi nasıl böyle yakar?”
“Sana böyle hissettirdiğim için özür dilerim,” dedim gözlerimden akan yaşları durdurmak ister gibi yüzümü onun göğsüne yaklaştırıp, avucumu göğsüne yaslayarak. Yüzümü onun göğsüne yasladığım avucumun dış kısmına bastırıp sertçe yutkunarak gözyaşlarımın dinmesini bekledim.
“Ne oldu?” diye sorarken sesi dalgındı, parmakları usul usul sırtımda kayıyor, saçlarıma tırmanıyor, küçük bir kız çocuğuymuşum gibi bana şefkatini aşılıyordu. “Anlatmayacak mısın bana?”
“Olmadı bir şey,” diye yalan söylerken yüzümü elimden çekerek bu kez göğsüne bastırdım ve Gurur derin bir nefes alınca, göğsü başımı yukarı taşıdı.
“Çok yalancısın,” diye fısıldadı. “Bir şey olmasa gözlerindeki yakutlar göğsüme dökülür müydü?”
Kollarımı güçsüzce ona sardım.
“Söylemeyecek misin ne olduğunu?” diye sorarken sesi ruhumu okşayacak kadar sakindi. Çenesini başımın üstüne yasladığını hissettim. “İşleri benim için daha da zorlaştırıyorsun, Matmazel Fındık Burun.” Parmakları saçlarımın arasında hareket ederken sertçe yutkundu. “Hıçkırmasana öyle, salak,” diye mırıldandı. “Seni üzen ne varsa toprağın altına gömerim. Seni ben üzüyorsam, kendimi toprağın altına yine kendim gömerim.”
“Sen üzmüyorsun beni,” dedim sessizce. “Birikti bir şeyler,” diye yalan söyledim yeniden ama sesim öyle bir titriyordu ki, bir şeylerin birikmediği, taştığı alenen görünüyordu. “Ondan böyle.”
“Yalancı,” diye mırıldanarak saçlarımı okşamaya devam etti. “Yalvarsam da söylemeyeceksin, değil mi?”
“I-ıh,” diye fısıldadım.
Parmakları yeniden saçlarımda dolaştı, çenesini bir kez daha başımın üstüne yaslamadan önce saçlarımı öptü ve “Peki,” diye mırıldandı. “Öyle olsun, dağ gelinciği.”
“Beni seviyorsun, değil mi?” diye sorarken yüzüm hâlâ göğsüne saklı duruyordu.
“Evet,” dedi hiç düşünmeden, bir an bile duraksamadan. “Ağladığın zaman, gözyaşının akmasına neden olan benim kanımdan biri, benim canımdan, çok sevdiğim biri bile olsa, onunla aynı kanı taşıyorum diye damarlarımdaki kanı boşaltacak kadar çok seviyorum seni. Benim yüzümden ağlamıyorsun değil mi? Eğer öyleyse, yine damarlarımdaki tüm kanı feda ederim sana. Biliyorsun, değil mi? Benim kanım sensin, canım sensin, damarlarım sensin, yaşamım ve ölümüm sensin.”
Lütfen benimle hissediyor gibi, biliyor gibi, kalbin her zaman doğru yolu sana ben söylemeden gösteriyor gibi konuşma, ne olursun.
Bunu ona söylemedim.
“Seni bu kadar ağlatan sadece öylesine bir şeylerin birikimiyse bile, bil diye söylüyorum, Zeliha, sen böyle ağlayacağına benim başıma bin türlü felaket gelsin. Hiçbir şey beni senin gözlerinden akan yaşları gördüğümde yıktığı kadar yıkamaz çünkü.”
“Bir daha öyle söyleme. Senin başına hiçbir şey gelmesin. Senin başına hep güzel şeyler gelsin,” dedim göğsüne doğru.
“Senden daha güzel bir şey gelmedi ki benim başıma.”
Yüzümü göğsüne sürterek gözlerimi kaldırdım ve ona alttan atabileceğim en muhtaç bakışı attım. “Yoluna köpek olmuşum, senin yüzünden bin kere hoşt demişler, bin kere taş atmışlar, umurumda mı bu saatten sonra?” diye sordu gözlerimin içine ciddiyetle bakarak.
Yüzümü tekrar saklamadan önce, “Senin kollarında ağlamak bile iyi geliyormuş,” dedim sessizce.
“Bana olan aşkından ağlıyorsun diye yorumladım.”
“Hemen de kendini beğenmişlikler yap zaten.” Burnumu çektim. “Erkekler tuvaletinde olmaktan memnun değilim. Biri gelirse rezil olacağız.”
“Ağlıyorsun, sümüklerin göğsüme akıyor ama sorun birinin seni erkekler tuvaletinde görmesi mi? Ben yanındayken cehenneme bile benimle girebilirsin, kimse kafasını kaldırıp sana bakabilir mi sanıyorsun?”
“Bakamaz mı?”
“Bakamaz,” dedi keskin bir sesle. Parmakları tekrar çeneme geldi, çenemi tutup kafamı kaldırınca ona yaşların yaktığı gözlerimle baktım. “Şu gözlerinin hâline bak, yavru kedi. Bu ne şimdi?” diye sorarken sesi sıkıntılı geliyordu. “Ağlanır mı hiç öyle? Bu gözlere bu kadar kıyılır mı hiç?”
Başımı iki kez iki yana salladığımda bu hareketim onu şefkatle gülümsetti.
“Çocuk seni,” dedi. “Hâlâ bir yanın o kadar çocuk, bana o kadar çocuksun ki, elimi ayağımı birbirine dolandırıyor, beni de bir çocuğa çeviriyorsun. Karşında ne kadar çaresizim farkındasın, değil mi? Bana yaptıklarının farkına var.”
“Dilli düdük,” diye mırıldandım.
“Sen dillendirdin beni.”
“Gevezesin,” dedim bu kez utanarak.
“Hastasın ağzımın bu kadar çok laf yapmasına.”
Evet, hastaydım ama bunu bilmesine şimdilik gerek yoktu. Zaten biliyordu, ağzımdan duyup beni daha çok utandırmasını istemiyordum. Aslında istiyordum, kedinin fareyle oynadığı gibi benimle oynamasını istiyordum ama kazanan her zaman fare olurdu, bunu biliyordu.
Dudaklarımı boynuna bastırdım ve “Artık çıkabilir miyiz?” diye sordum.
Biraz daha burada, bu şekilde kalacak olursak daha çok ağlamaktan, gözyaşlarım sonucunda istemeyeceğim şeylere neden olmaktan korkuyordum. Onu sürüklediğim yer karanlık değil, ferah bir aydınlık olsun, kalbi acılar uğruna değil, güzellikler uğruna çarpsın istiyordum. Bu işten ona yara vermeden, gözlerinde hayal kırıklığına sebep olmadan, öfkesinin onu yakıp geleceğini de beraberinde ateşe vermesine engel olarak sıyrılmak istiyordum.
“Burada, bir tuvalet kabininde kalıp seninle olmak, sikik bir filmi izlemekten daha güzel.”
“Filmi izlerken de yanında olacağım zaten,” dediğimde dudaklarının yukarı kıvrıldığını göremesem de hissettim.
“Yoksa o karanlıkta istediğimiz gibi cilveleşebileceğimizi mi ima ediyorsun?”
“Hasta,” diye söylendim.
“Senin hastan, sana hasta.”
“Filmi izleyecek miyiz?” diye sorarken burnumu çekiyordum.
Parmakları sırtımda turladı ve “Filmin ikinci kısmının ilk on beş, yirmi dakikasını kaçırdık,” dedi. “Artık pek anlamazsın. İstersen onlar çıkana kadar D&R’ı gezelim.”
“Olur.”
“Kitap da alırız sana,” dediğinde gözlerinin içine bakıp başımı salladım.
“Olur.”
“Çocuk gibi olur deyip durma, ağzını ağzımın içine alır, sündürene kadar emerim. Mosmor olur o ağzın, haberin olsun.” Gözlerimin içine ciddiyetle baktı. “Anladın mı?”
“Anladım.”
“Serseri seni,” derken gözleri kısılmış, dudaklarına silik bir tebessüm yerleşmişti. Artık ağlamadığım için daha iyi hissediyor gibiydi, gözyaşlarım onun tek derdi miydi bilmiyordum ama en büyük derdi olduğu kesindi.
Yavaşça doğrulup kucağından kalktım, gözlerimi kabin kapısına çevirdiğimde onun da ayaklandığını hissettim.
“Çıkalım o zaman. Yoksa seninle biraz daha kapalı alanda durursam, kapatamayacağım kadar belirginleşecek bazı yerlerim…”
“Adisin,” diye fısıldayıp kabin kapısını yavaşça araladım, tam kapı aralığından dışarı bakacaktım ki suyun açılma sesini duyduk ve Gurur kabin kapısını sertçe kapatıp, “Şş,” dedi. “Yakalanacaksın, fındık faresi.”
“Sen soktun, sen çıkar,” dediğimde kulağıma doğru keyifle güldü.
“Daha böyle bir şey söz konusu olamadı ama…”
“Aa!” İrkilerek ona baktım. “Ayıp be.”
“Neyi soktuğumu düşündün ki?” diye sorarken yüzünü yüzüme yaklaştırıp pis pis gülümsedi.
“Sen ne sokmayı düşünüyorsun, önemli olan bunun cevabı.”
“Aniden azdıracak kelamlarda bulunmazsan sevinirim, tetikleniyorum.”
“Terbiyesiz birisin,” diyerek köşeye çekildim ve gülerek kabin kapısını açıp dışarı baktı.
“Tamam, burası temiz. Çıkabiliriz,” dediği anda eli elime kaydı, parmaklarımız yeminlilermiş gibi birbirine dolandı ve el ele lavabodan çıktık.
Sinema salonundan çıkıp hemen çaprazında kalan kitapçıya ilerlerken hâlâ el eleydik. Kitapçının kapısından girdiğimizde de elimi bırakmadı ve birlikte romanların arasında dolaşmaya başladık. Yeni çıkan birkaç roman, karalamak için kullanacağım birkaç güzel defter ve birlikte seçtiğimiz kalemlerin ödemesini benim için yaparken yanaklarım kıpkırmızıydı çünkü her ne kadar kendim alacağım konusunda diretsem de buna hiddetle karşı çıkmış, ücreti benim yerime ödemeye koyulmuştu.
Bizim kitapçıda işlerimiz bittiğinde, bizimkiler de filmden çıkmış, bizi aradıkları her hallerinden belli bir şekilde etrafa bakınıyorlardı. Varlığımızı ilk fark eden Simge oldu. Beraber bowling salonuna doğru ilerlerken, “Neden filme girmediniz?” diye sormuştu Simge ama Yener ona, “Ay sen de iki sevgiliye sorulmayacak sorular soruyorsun,” deyince Simge şaşırarak ona bakmıştı. “Ay mı?” diye sorarken yüzünde muzip bir ifade vardı. Yener yine pot kırdığı için gözlerini kaçırsa da Simge bu kez sandığım kadar dalgacı davranmadı. Normalde insanlarla alay etmeyi severdi, ofansif mizahını kullanmak yerine gülmekle yetindi.
Bowling salonunda lobutları arka arkaya devirirken bowling topunu karpuz gibi taşıyor olmam en çok Gurur’u güldürmüştü ama karpuz gibi taşıyıp attığım toplar bana ikincilik getirmişti. Yener, Simge hiçbir lobutu deviremediğinden mi yoksa gerçekten beceremediğinden mi bilmiyordum ama hiçbir lobutu devirmedi. Devran, “İyi de sen bowlingde çok iyisindir,” dediğindeyse gözlerini Devran’a dikip sadece sustu.
Adnan, “Bayan Çolpan,” demişti ciddiyetle toplardan birini göğüs hizasına dek kaldırıp lobutlara bakarak. “Bu açıdan attığınızda, topların yüzde doksanını vurmama ihtimaliniz yok. Lütfen beni izleyin.” Topu atana ve toplar sadece üç lobut devirene kadar, Çolpan ciddiyetle Adnan’ı izlemişti ama yalnızca üç lobut devrildiğinde, Çolpan gülme krizine girince, Adnan topun hatalı olduğunu söyleyerek bir sonraki elde oynamamak konusunda kararlı bir şekilde kenara oturup söylenip durmuştu.
Sonunda Yener, Simge’nin daha fazla lobut devirememesi yüzünden yaşadığı üzüntüyü fark etmiş olacak ki, eline mor bir top kapıp, “Beni takip et,” demişti tam yanından geçerken.
Simge’nin yeşil gözlerinde merak vardı, Yener’i bir kedi yavrusu gibi takip etti ve Yener, Simge’yi önüne alarak, “Bacaklarını hafif arala, omuz genişliğinde,” dediğinde, Simge bunu ikiletmedi. Yener, elini Simge’nin omzuna koyduğu an, aralarında patlayan elektriği çıplak gözle görmek bile mümkündü ama eminim, söylesek, ikisi de bunu yalanlardı. Yine de o dokunuşun ikisinin üstündeki etkisi çıplak gözle görülecek kadar yoğundu ve ateş saçıyordu.
Topu Simge’nin parmaklarına bırakıp, Simge’nin Yener’in aksine ince olan parmaklarını topun deliklerine sokmasını beklerken hâlâ omzuna dokunuyordu. Dokunuşun etkisi, Simge, Yener’in direktifleri doğrultusunda topu savurana dek devam etti ve tek lobut deviremeyen Simge, geride tek bir lobut kalacak şekilde diğer tüm lobutları devirdi.
Bu, herkesin dudaklarından, “Çüş!” dökülmesine neden olduğunda, sevinci tüm bedenine yayılan Simge, kollarını aniden Yener’in boynuna sarıp çığlık atınca, Yener olduğu yerde donup kalmıştı. Ne hissetti tam olarak ifade edemezdim, bunu sadece o bilebilirdi ama gördüğüm, Yener’in vücuduna yayılan ateşten fazlasıydı; binlerce yıldırım aynı anda bedenine çarparak ona saplanmış gibiydi.
Simge panikleyerek geri çekilip, etrafına bakarak saçlarını düzeltirken Yener’den çıt çıkmadı, sadece Simge’yi sakince izledi.
Gülümsedim. Bugünün bu kadar güzel geçmesini beklememiştim.
CENAN KAPLANER
Kendi içimde, kendi ruhumda, kendi derinlerimdeki keskin köşelerde kaybolduğum vakitler olurdu. Bu, onu tanıdığım zamanlarda daha çok yaşadığım bir şeydi. Onun bir asker olması, sırtında vatan, toprak, can yükü olması beni her zaman korkuturdu. Buna hem hayranlık duyardım hem de bunun bir gün beni ondan edeceği korkusuyla kıvranır uyuyamazdım.
Ayrılığımız bir rüzgâr gibi esip beni geçmişe esir ederek üzerine yılları emanet aldığında, bir daha kimseyi sevemeyeceğimi, kalbimin tahtında hep aynı adamın oturacağını biliyordum.
Hakan Basri Şenkaya.
Kalbimdeki tahtta oturan adamın adı buydu. Hakan sevgiliydi, Basri babaydı ve onda her zaman ikisini de bulmuştum.
Elektrikli su ısıtıcısından yükselen sesle beraber mutfak masasının önünde oturduğum sandalyeden kalkıp tezgâha ilerledim. Dağılmış saçlarımı parmaklarımla düzeltip tepeden topuz yaptıktan sonra fincanımı sıcak su ve kahveyle doldurup, kahveyi çay kaşığıyla karıştırmaya başladığımda kapının zili çaldı.
Kimin geldiğini biliyordum. Bir süredir her gece, her sabah geliyor, bazen burada kalıp kızını koynuna alarak uyuyordu. Bir zamanlar ben de onun kızı gibiydim, koynunda uyur, onun gelmesini bekler, onun gitmesinden korkardım. Şimdiyse yalnızdım, beni yok sayıyordu, beni kollarına almıyordu, benden köşe bucak saklanıyordu ve bunun için onu suçlayamıyordum. Ben masum değildim, o da tamamen suçsuz sayılmazdı ama onun kalbi benim kalbimden daha dirayetliydi sanırım. Bana karşı koyabiliyordu. Beni yok sayabiliyordu.
Bir gün beni sevmeyi bırakır mıydı? Ya da bırakmış mıydı? Bundan korkuyordum. Bir gün onun gözlerinde kendime rastlayamamaktan, bir gün beni sevmemesinden, bir gün onun için başka bir kadının olmasından kalbim döküle döküle korkuyordum. Çaresizlik, bir adamın senden başkasını sevmesi değildi belki ama benim çaresizliğim, onun benden başkasını sevmesi olurdu muhakkak.
Dide, hâlâ uyuyordu. Gece onu uyuttuktan sonra gitmişti. Zeliha’nın başına gelen korkunç olay hakkında konuşmaya çalıştığımda da benimle diyaloğa girmek istememiş, sadece susmuştu. Dide uyanık olmadığından, büyük ihtimalle geldiği gibi gidecek, Dide uyanınca geri dönecekti. Benimle aynı çatı altında olmak istemiyordu, bu normaldi ama canım yanıyordu.
Kapıyı onun içi açtığımda yine yirmi üç yaşında, ona kalbinin tüm kapılarını açan o küçük kız çocuğuydum. Otuz iki yaşında bir kadın değildim. Yirmi üç yaşındaydım hâlâ. Ama ona baktığımda, o zamanlar otuz iki yaşında olan adamı göremedim. O adam gibi âşık bakmadı bana, sadece gözleri gözlerime değdi ve fırtınada bükülen bir ağaç gibi gözlerini yere büküp göz temasımızı kesti.
Kapıyı tamamen araladım ve ona istediğini verdim; sessizliği. Konuşmamam onu mutlu ederdi belki. Belki de artık sesimi duymak bile zulüm geliyordu ona.
İçeri girerken, “Dide uyuyor mu?” diye sorarak ilk diyalog bağını kuran o oldu. Kalın sesi, kalbimi dokuz yıl önce nasıl çarptırdıysa, şimdi de öyle çarptırdı.
“Evet, henüz uyanmadı.” Mutfağa ilerlediğimde arkamdan gelmesini beklemiyordum. Kahvemi tezgâhtan alırken o da mutfak masasının önündeki sandalyelerden birini çekip oturdu.
Çekinsem de “Kahve ister misin?” diye sordum.
“Ben çay içiyorum, hatırlamıyor musun?” Bir an o da durdu ben de durdum. Sırtım ona dönük olsa da ağzından çıkan sorunun onu da şok ettiğini hissettim.
“Çay yapayım o zaman.”
“Zahmet vermeyeyim şimdi sana.”
“Altı üstü çay demleyeceğim, Hakan. Bana kırk kat elinmişim gibi davranmasana.”
Bu cümle onu daha da duraksattı. Kafamı çevirip ona baktığımda onu bana bakarken yakaladım. Kaşlarını çatınca, kaşlarının altındaki mavi gözler alev gibi parladı.
“Kırk kat elim olmadın mı? Gittiğinde.”
Elinde kör bir bıçakla bana bakıyor, bıçağı bana sokup çıkarıyordu ve bunun farkında mıydı değil miydi bilmiyordum ama çok kanıyordum.
“Durdurdun mu?” diye sorduğumda sertçe yutkundu. “Bir kere ya bir kere, burnun yere düştü de eğilip aldın mı?” Bedenimi tamamen ona çevirdiğimde kaşları tamamen çatılmış hâldeydi. “Bir kere bana kal diyebildin mi? Yıllar geçti, beni durdurmadın, bu senin suçun değil ama ben de çocuk sayılırdım, kaçtım. Büyüktün benden. Neden benden daha çocuk olup arkamda kalmayı seçtin?”
“Sesini alçalt,” dedi sadece. “Kızı uyandıracaksın.”
“Sorduğum soruların hiçbirinin cevabı yok sende, değil mi Hakan?”
“Bana Hakan deyip durma.”
“Ne demeliyim, Muşta mı?”
“Cenan,” dedi ve ismim ağzının içinden öyle güzel döküldü ki kalbim titredi. “Yeter. Bunları mı konuşacağız?”
“Haklısın.”
Önüme döndüğümde aynı anda sertçe yutkunduk.
“Ne olurdu?” diye sorduğunda çay suyu koyuyordum. Bir an durdum. “Seni durdursaydım, ne olurdu?”
Kalbim ortadan ikiye bölünüyormuş gibi hissederken, “Şu an kırk kat elin olmazdım,” dedim başımı önüme eğerek.
“Neyim olurdun?” Sorusunu taşıyan sesine bulaşan şey beni öyle bir duraksattı ki, dönüp gözlerinin içine bakmak istedim. Gözlerinde neyi sakladığını görmek istedim. Neyi olmamı istediğini görmek istedim.
“Belki eşin,” dedim sessizce.
Durdum, o da durdu, zaman da bizimle durmuş gibiydi.
Hiçbir şeyi hak etmiyordum, ziyandan fazlası değildim, hayatımızı büyük paydada ben mahvetmiştim. Bunu yok sayıyor değildim ama insan anılarına sığındığında, sevdiği insanın elini tutup kaçmak istiyordu. Elini tutup onu geçmişin içinden çıkarmamın imkânı yok muydu? Gelecekte benimle birlikte kaybolamaz mıydı?
O kadar uzun sustu ki kafamı çevirip ona bakma ihtiyacı duydum.
Cebinden çıkardığı muştasını parmaklarına takmış, yumruğunu sıkarken sessizce gümüş rengindeki muştasına bakıyordu. Bakışları öyle dalgındı ki, bir zamanlar bunu ne kadar çok istediğini anladım. Hâlâ istiyor muydu bilmiyor ve sanmıyordum ama bir zamanlar Hakan, eşi olmamı deli gibi istiyordu. Görebiliyordum.
Otuz iki yaşındayken gür olan saçları, kırk bir yaşındayken de gürdü ve saçları hâlâ kurum siyahıydı. Yüzü hiç değişmemişti, hâlâ o yaşlarda olduğu gibi pürüzsüz ve yakışıklıydı. Zaman sanki onu o yaşta hapsetmiş, Hakan o günden sonra hiç yaş almamıştı. Bense artık o kıza benzemiyordum. Biri ona bakınca taş çatlasın otuz iki, otuz üç yaşında bir adam derdi ama aslında dokuz yıl kadar önde gittiğini bilmezlerdi.
Bedenini korumuştu, sağlığını korumuştu, yakışıklılığını korumuştu, siyah saçlarını korumuştu ama kalbindeki beni koruyamamıştı.
“Olmaz mıydım?” diye fısıldadım.
Sertçe yutkununca âdem elması boynunda bıçak gibi dolaştı, derisini gerdi. Cevap vermeyeceğini anladığım anda önüme dönüyordum ki, “O gece,” dedi ve duruşum dikleşti. “Cebimde ne vardı, biliyor musun?”
Duraksadım.
“Gideceğini her zaman hissettiğim için belki de cebimdeki kal diye aldığım bir kafesti. Bir yüzük değildi,” dedi. “Gitmenden hep korkmuştum, Cenan.”
“Ben de senin gitmenden, bir daha gelmemenden, beni bir daha istememenden korkmuştum. Benden hiç gitmedin ama bana hiç gelmedin de, Hakan. Ve şimdi görüyorum ki, beni istemiyorsun da.”
Hakan, muştasını masaya vurarak kalktığında bedenim titredi. “Ne sanıyorsun?” diye sorarken bana doğru yürüdüğünü hissettim, sesi hiddetli bir rüzgâr gibi saçlarımı savurdu. “Sana gelmedim diye sana gelmek için yanmadım mı lan ben?” Önüme dönemedim, ona bakamadım, bir şeyler söyleyemedim; öylece dikildim kaldım. “Senden hiç gitmedim, sana hiç gelmedim. Senden gitmeyi bir an istemedim ama sana gelmeyi her gün istedim!” Kalın sesine vurgu katarak dillendirdiği cümleler beni düşürdü, beni yere yığdı, beni parçaladı ve tüketti.
“Ve şimdi beni istemiyorsun.”
Aniden bileğimi kavrayıp beni kendisine çevirmesiyle, mutfak tezgâhı ile onun arasında kaldım ve hiç değiştirmediği parfümünün kokusu ciğerlerime aniden doluştuğunda, gözlerimiz birbirine saplanıp kaldı. Bir an, aramızdaki bu yakınlık tüm köprüleri tutuşturmaya başladı. Gözleri gözlerime santimler kala, buzlarını çözmeye başladı. Bakışlarının bakışlarımın hizasında durup bir kuyu gibi derinleştiğini gördüm.
O gözlerde anılarımızı gördüm. Kavgalarımızı, birbirimize dokunduğumuz anları, birbirimizi kırdığımız ama çok sevdiğimiz tüm anları. O gözlerde hepsi vardı çünkü o da benim gibi o zaman tünelinin içine girmişti.
Dudakları dudaklarıma yaklaşmaya başladığında nefesim sıklaştı. Çırpınmadım, dokunuşundan kaçmadım, parmakları bileğimi mengene gibi kavramışken gözleri gözlerimden hiç ayrılmadı ve yüzlerimiz arasındaki o birkaç santimlik mesafe ağır ağır kapanmaya başladı.
Beni tamamen tezgâha yaslayıp, burnunu burnuma temas ettirdiğinde gözlerim kısıldı ve onun da gözlerinin kısıldığını hissettim. Kalbimin her bir atışı, zamanın içine anıları damgalıyordu.
Beni neredeyse öpeceğini hissettiğimde durdu ve dişlerini sıktı. “Kahretsin,” dediğini duydum ama sonra kendini durduramadığını anladım. “Allah’ın cezası,” dedi bana, bu, dudakları dudaklarımın üzerine yaslanmadan hemen önce ondan duyduğum son cümleydi.
ZELİHA ÖZDAĞ
Dört gün sonra…
Her gün, bir öncekinden daha sancılı bir bekleyişin tohumunu, ruhumun topraklarına gömüyordu.
Huzursuzluk, her geçen gün daha da çoğalırken, Gurur’dan sakladıklarımı paylaşabildiğim iki insan vardı: Muşta ve Cenan.
İkinci günden sonra Muşta’nın bana Cenan’ın evindeyken verdiği kayıt cihazının avucumdaki duruşunu hatırlıyorum. Muşta, çivit mavisi gözlerini gözlerime dikerek, “Bu kayıt cihazı her yirmi dört saatte bir yenileniyor, bu yüzden kayıt başladığından itibaren bilgisayarıma bağlanıyorsun,” demişti. “Kayıt süresi dört saat, dört saat sonunda şarj etmen gerekecek çünkü kaydı kesecektir. Bir saat şarj, dört saat kadar kayıt alabilmesi için yeterli. Kayıt başlaması için hafifçe bastırmalısın, hafif bir titreşim hissettiğin anda kayıt başladı demektir. Bunu yanından hiç ayırma çünkü o itin ne zaman harekete geçeceğini asla bilemezsin.”
İşte tam iki günüm, bu kayıt cihazını tek bir an olsun yanımdan ayırmadan geçmişti. Ta ki o akşamüstü, durakta sessizlik içinde beklerken yanıma yaklaşan siyah Mercedes’i fark edene kadar. Araç, dışarıdan bakıldığında tehlikeli görünmüyordu ve bir an için aracın içindeki kişinin bizden biri olabileceğini bile düşünmüştüm.
Açılan kapıdan dışarı uzanan yüzün sahibini gördüğümdeyse, kayıt cihazına basmamak için kendimi sıkıyordum çünkü aramızdaki konuşmanın ne kadar süreceği şu an için muallaktı.
Onu konuşturup konuşturamayacağım da muallaktı.
“Emniyet kemerini bağla,” demişti bana, sessizce ön yolcu koltuğuna oturup, emniyet kemerini bağlarken gözlerim ön camdan dışarıya çevrilmişti. Adını bildiğimi belli edemezdim, ona kafasını karıştıracak tek bir ayrıntı bile vermemek adına dudaklarıma vurduğum mührün farkına varmış olmak onu tedirgin etmiş gibi gözlerini bana dikti.
“Bugün sessizsin, geleceği parlak, Küçük Avukat,” dediğinde, sesindeki alayı duymazdan gelmeye çalıştım. Midemdeki yanma hissi, hızla bulantı hissine evrildi. Köşeye çekmesini istememe ramak vardı çünkü kusma isteğini bastıramaz duruma gelmek üzereydim.
Kotumun cebinin iç kısmına yapışmış hâldeki dinleme cihazına yavaşça bastırmadan önce omzumun üstünden ona baktım. Bir cihazla araçta olduğumun farkına varması imkânsızdı çünkü bu cihaz, bir böcek kadar küçüktü; belki de bir böcekti. Titreşimi hissettim, çok azdı ama tatmin duygusu ciğerlerimi şişirdi. Ağzından alacağım tek bir laf, oyunun seyrini değiştirebilirdi.
“Bakarsın bir katil olduğun ortaya çıktığında seni savunmak için o salonda olurum,” dedim alayla. “Gelinin olarak.”
Bunu doğrulamak yerine, “Gelinim olmak mı?” diye sordu alayla. “Oğlumla ayrılacağınızı sanıyordum. Gerçi hâlâ ayrılmadığınızı gördüm.” Gözlerini yola çevirdi. “Bunu ne zaman yapacaksın, sabrım kalmadı benim. Kendini ayrılığa hazırlaman aylarına mâl olacak değil, değil mi?”
“Kolaymış gibi konuşuyorsun,” dedim soğukkanlılıkla. “İstediğin şeyi yapmak kolay mı sanıyorsun?”
Hadi beni tehdit et, lütfen yap bunu. Ben seni tehdit etmeye zorlarsam fark edeceksin, bunu göze alamam. Hadi beni isteğinle tehdit et.
“Sadece ayrılacaksın. Bu kadar basit,” dedi. “Sonuçta kim bir sivili öldürmüş komandoyla birlikte olmak ister ki?” Alayla kahkaha atması beni dumura uğrattı. İçimde biriktikçe zehirlenen öfkeye rağmen, “O katil değil,” diye fısıldadım. “Ona böyle söyleme. Oyunlarına onu da alet etme.”
Hadi bana bir itiraf ver.
“Onun başını beladan kurtarmak istiyorsan, dediğim şeyi derhâl yapsan iyi olacak. Seni yalnız yakalayana kadar imanım gevredi, bilerek mi o kadar kalabalık dolaşıyorsun?” Bana tekrar yandan bir bakış attı. “Söyleyeyim, ufaklık. Kalabalıklara karışmak seni mutlak sondan kurtarmayacak.”
“Beni yeniden tehdit ederek mi korkutacaksın?”
“Korkmadığını söyleyebilir misin?”
“Gurur’un hayatını kaydıracağını söylüyorsun ama bunu yapabilmek için bile bana ihtiyacın var. Neden direkt söylediklerini yapmıyorsun da ona acı vermek istiyorsun?”
Sadece bir itiraf. Hadi bana yeniden oynadığın oyundan, veterinerden bahset.
Emsal burnundan sert bir nefes vererek, “Bu işi bu gece halletmezsen, sana gerek kalmayacak,” dedi. “Kendini çok önemli görüyorsun, üzücü. Benim için bir piyondan ötesi değilsin. Amaca giden yolda uğranmış küçük bir dinlenme tesisinden fazlası olmadığını görmeni sağlayabilirim. Bu gece onunla ilgili tüm gerçekleri ortaya çıkarabilirim. Kırmızı bültenle aranan bir komandoyla hâlâ birlikte olabileceğine inandıran ne seni? Sonunda o hapsi boyladığında zaten ayrılmayacak mısınız? Şimdi ayrıl, hiç değilse özgür bir adama geri dönmek daha kolay olur.”
“Onu katil olmakla suçlayacak kadar korkunçsun, üstelik gerçeği bildiğin hâlde!” diye bağırdım damarına basmak istiyor gibi. “Bile bile oğlunu mahvetmenin peşindesin. Onu mahvetmek için, onun yerine birini öldürecek kadar çıldırmışsın sen. Sırf bir asker olduğu için mi vatana ihanet etmeye karar verdin yoksa en başından beri kokuşmuş bir herif olduğun için mi bunu yaptın?” Sorularım burun deliklerinin genişlemesine neden oldu, bana öfkeyle bakarken aracı biraz daha hızlandırmasıyla kaşlarım çatıldı.
İtiraf yoktu, ses çıkarmıyordu; ne doğruluyor ne de yalanlıyordu. Bu asla bir kanıt olarak kabul edilemezdi. Tehlikeli sularda yüzsem de onu biraz daha zorlamak zorunda olduğumun farkına varmıştım.
“Seni tekrar uyarmam,” dedi. “Bu gece ondan ayrıl, bir süre dikkatini dağıt ve ben de siktir olup gideyim.” Neden sivillere zarar vermekten bahsetmiyordu? Neden oğlunun bir katil olmadığını ama kendisinin bir terör örgütü üyesi olduğunu anlatmıyordu?
Şüpheleniyordu.
Hazırlıklı olacağımı biliyor olmalıydı. Kendimce bir şeyleri yapmaya çalışacağımı daha o gece, gözlerime baktığında görmüş olmalıydı. O gece her şeyi rahatça söylemesinin nedeni beni gafil avlamış olmasındandı, beni öylece alıp götürmüş, hiçbir kanıt çıkaramayacağımı bilerek bana her şeyi anlatmıştı. Şimdiyse temkinli yaklaşıyor, her ihtimale karşı konuyu açmıyordu bile.
Göğsümün ağrıyla sıkışmasına neden olan yüzüne bakıp, “Lütfen yapma,” diye fısıldadım.
“Sana sunduğum şey, aslında çok güzel bir fırsat. Bilmem farkında mısın?” Ara sokaklardan birine girdiğinde araba yavaşladı. “Sana ondan tamamen ayrıl demiyorum ki, bir süre kafasını seninle meşgul et yeter bana. Ondan ayrıldığın için sudan çıkmış balığa dönsün, bu bana yeter. Aksi durumda beni öldürecek, anlamıyor musun? Sen onun benim peşimde olmadığını mı düşünüyorsun?”
“Peşinde falan değil!” diye yalan söyledim.
“Kendin bile söylediğin şeye inanmıyorsun.” Derin bir nefes aldı. “Ya bu gece dediğimi yaparsın ya da harekete geçiyorum. İlk önce sivili öldürdüğü gerçeğini patlatacağım.”
İtiraf et şunu, yalvarırım.
“Bu gece çok erken.”
“Sana fazladan bir gün daha vermeyeceğim, beni yeterince öfkelendirdin.”
“Bana birkaç gün daha ver. Üstelik onu sivil öldürmekle suçlayamazsın, bunu yapmadı bile! Nasıl bu kadar yalancı olabiliyorsun? Kalbin küf mü bağladı senin?”
“Bir sivili öldürdü,” diye yalan söyledi alenen. “Ve bu gece, yani birkaç saat içinde olur da söylediğimi yapmazsan, onun o evden yıkılmış hâlde çıktığını görmezsem, bu gece yapacağım her şeyden korksan iyi olur.”
Şüpheleri yüzünden asla renk vermeyeceği buradan belliydi. Ne kadar üzerine gidersem, Gurur’u o kadar tehlikeye atacağımı o an anladım. Tek bir tereddüt yaşarsa, tek bir an onu kandırdığım ihtimali kafasındaki esas gerçeğe dönerse, Gurur belki bir terör örgütü üyesinin oğlu olduğu için değil ama bir sivili öldürdüğü için gözaltına alınacaktı.
“Bu gece olmasın, lütfen,” diye fısıldadığım anda telefonunu çıkarıp bir numara tuşladı ve ben daha olabileceklerin ihtimalinden korkuyorken, hattın öteki ucundaki kişiye, “Bu gece şu veteriner ölümlerinin failini yetkili mercilere ulaştırmamız gerekecek sanırım,” dedi keskin bir sesle. Elim hızla koluna gitti, o iğrenç yaratığa, geçmişin içinden irinler akıtarak geleceğe gelen iblise dokundum.
“Tamam,” dedim aşkın bir korkuya yenik düştüğünü hissederek. “Yemin ederim yapacağım, bu gece ayrılacağım ondan. Tamam.”
Hattın öteki ucundaki kişinin boğuk sesini duydum ama ne dediğini anlayamadım. Emsal bana yan gözle bakarken, “Yalan söylüyorsan, bu gece istediğim şeyi göremezsem, gece yarısından sonra sen de onu son kez görmüş olursun,” dedi sertçe. “Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı.”
O aracın içinden çıktığımda, kaderimi bir kez daha değiştirecek olan yeni bir geceye adım attığımı biliyordum.
Muşta haklıydı, Emsal’den istediğimi alabilmem için, ona bir kez olsun istediğini vermem gerekiyordu.
Yürüdüm. Yelkovanın her bir adımı, beni geleceğe biraz daha yaklaştırdı. Boğazımda bir kılıçla, ona ne söyleyeceğimi, nasıl söyleyeceğimi, neden söyleyeceğimi düşünerek yürüdüm.
Beni olduğum en güvenli yerde bile düşmemden korkuyormuş gibi sıkıca tutan bir adamı, uçurumun kenarında terk edecektim.
Boğazıma biriken tüm özürlere, kalbimi paramparça eden tüm hislere rağmen, aylar sonra belki de ilk kez buzdan gözlerle ona bakacaktım. Ona tekrardan sıcacık bakabilmem, onu tekrar kalbimin ateşleriyle ısıtabilmem için belki de bu gece ona buz gibi bakmak zorundaydım. Bundan kaçamazdım. Kaderden kaçamayacağın gibi, kaderin olan insan için yapman gerekenlerden de kaçamıyordun.
Emsal kazanmıştı, şimdilik de olsa, kazanan taraf belliydi. Bir sonraki turda onu alt edecek dahi olsam, şu an beni sürüklediği ölüm uçurumunu yok sayamazdım.
Parçalayacağım adamın parçalarını keyifle izleyecekti, yere düşen parçalara bakarken bu ona zaferini izliyormuş gibi hissettirecekti ama hayır, değildi. Ödeyeceği ağır bedeller olacaktı, benim de ağır bedeller ödeyeceğim doğruydu. Belki de ödeyeceğim en ağır bedel, onun gözlerinde göreceklerim olacaktı.
Evdeydi, biliyordum. Bu gece erken dönecekti, beni aramamıştı, muhtemelen dersten geç çıkacağımı düşünmüş, belki de bana alan yaratmak istemişti.
Anahtarım vardı ama kapıyı o açsın istedim.
Zili çaldım.
Saniyeler yere düşüyor, yerde kandan bir ırmak gibi büyüyor ve zaman beni boğmak istiyor gibi bileklerime doğru yükselerek usulca beni içine almaya başlıyordu. Yüzümden su gibi akan o acıyı silmek için gözlerimi yumdum, derin bir nefes aldım. Muşta haklıydı, itirafı alabilmek için artık bunu yapmaya mecburdum. Emsal’e istediğini vermeden, ondan istediğimi alamayacağımı bu gece anlamıştım.
Yaşadığı tüm kötü anlardan, çocukluk travmalarından, etrafını saran karanlıktan benim varlığımı düşününce soyutlanan, hepsini yaşanmamış sayan bir adama kâbusu yaşatacak olma düşüncesi, ölme isteğimi tetikliyordu.
Sanki birlikte geçireceğimiz zamanı uzatmak istiyormuş gibi uzun süre kapıyı açmadı ama sonunda adım seslerini duyduğumda, kendimi sona hazırlıyordum. Bahanelerim yoktu, önüne sereceğim hiçbir sebebin onun için yeterli olmayacağını biliyordum. Bana neden diye soracaktı, geçerli bir sebep isteyecek, belki yalvaracaktı; yalvarır mıydı? Ya susarsa?
Sustuğunda, kabullendiğinde ne yapacaktım? Ya yüzüme öylece bakıp, tamam, derse? O zaman ölecek miydim? Ölüm bir tamam kelimesine sığar mıydı? Ölüm, bir kabullenmiş bakışa sığar mıydı? Bir yanım buna mecburken, bir yanım onun bunu kabullenmesinden ölesiye korkuyordu.
Bir çocuk kadar çaresizdim, bir çocuk kadar çaresizdim ve sanki ölmek üzere olduğunu bildiğim babamın son nefes haberini bekliyordum. Bir çocuk için bu çok zor olmalıydı, bildiğim bir duygu olmasa da bu duyguyu, o çocuğun yaşadığı duyguya çok benzetiyordum.
Kapıyı araladığında, bu kapı aralığının her şeyin başlangıcı ve sonu olduğunu anımsadım. Duygularımın sel gibi ona akışının başlangıcıydı, yalanların sonuydu, bana gelişinin başıydı, ondan gidişimin sonuydu.
İçimde dağ gibi yükselen ağrı hissiyle, kapıda durmuş bana bakan sakin yüzüne baktım. Gözlerine çöken her neyse, sanki bunun adı farkındalıktı.
Bir şeylerin ters gittiğini mi hissediyordu yoksa onun sonunda duruyor oluşumu mu hissediyordu? Bu sahte ayrılığın ağrısını görmek için sokağın bir köşesine pusu kuran Emsal’in, Gurur’un ya da benim evden hışımla çıkacağımız ânı beklediğini bilmek, içimde dağ gibi büyüyen acının dağ gibi büyüyen bir bulantı hissine dönüşmesine neden oldu.
Saatin ibresi bir adım daha attı.
“Hoş geldin,” dedi, gözlerimiz birbirine iki farklı bıçak gibi saplı duruyordu. Bıçak bıçağa saplanabilirmiş, bu gece bunu görüyordum.
“Hoş buldum.” Eşikten içeri bir adım attım, benden bir adım geri gitti. Geçmem için açtığı boşluğa bakarken yaralandığımı hissettim. Benden bir adım gitti diye yaralandığım adamı sonsuza dek gittiğimi inandırdığımda, ne hissedecekti? Suçluluk hissi göğsümün deşerken kafamı kaldırıp gözlerinin içine bir defa daha baktım.
Başka şansım yoktu, Emsal bekliyordu, can almayı bekleyen bir Azrail gibi bir köşeye geçmiş alacağı canın yolunu gözlüyordu. Gurur’un bir katil olmadığını kanıtlamam için başka çarem olsaydı, mesela bu uğurda ölmem gerekseydi, çare ölüm olsaydı, ondan ayrılmaktansa ölürdüm. Ama şimdi tek bir çare vardı. Onu yere düşürecek, yerdeyken tekmeleyecektim. Sonra onu yerden kaldıran yine ben olduğumda beni affetmesini beklemeyecektim. Beni hiç affetmese bile onu kurtarmış olacaktım.
Sonsuza dek beni, onu yere düşürüp tekmeleyen kadın olarak hatırlar mıydı? Bundan çok korktum.
Affeder miydi beni?
Affetmesi için beni yere düşürüp tekmelemesine razıydım, ona bu gece yapacağım şeyi bana hayatımın tüm gecelerinde yaşatabilirdi.
Gurur sessizce, “Geç kaldın,” dediğinde gözlerimi yüzüne dikip, “Evet,” dedim. “Düşünüyordum.”
“Düşünüyor muydun?”
“Düşünüyordum,” diye onayladım onu, kalbimden bir atış daha düştü ve şimdi ölüme bir adım daha yakındım.
Boydan camın önüne doğru yürüdü, elini ensesine atıp ensesini kaşırken, “Bir sorun mu var?” diye sordu, sesinden duyguları alamadım. Bir sorunum olmasından endişe duyduğu ayan beyan ortada olsa da başka bir şeyin huzursuzluğunu da yaşıyor gibi bir hâli vardı.
“Aslında evet, bir sorun var gibi duruyor.”
Acımasız davranma, ona acımasız davranma, bir oyun oynuyorsunuz, sadece bir anlık Emsal’e istediği görüntüyü ver, ona acımasız davranma.
O senin düşmanın değil, sevdiğin adam.
Ona kötü davranma.
Gurur, başını omzunun üstünden bana doğru çevirip, “Sorun ne, gelincik?” diye sordu tek kaşını kaldırarak. “Anlat bana, halledebileceğim bir şeydir muhakkak.”
“Değil,” dediğimde bedenini tamamen bana çevirdiğini gördüm. Cam duvarın önünde olduğu için dışarıdan biri onu görüyor olmalıydı, Emsal hâlâ buralardaysa –ki buralarda olduğuna emindim- eminim bir şeylerin başladığının farkındaydı. Ona bu zevki yaşatacak olmaktan nefret ederek Gurur’a doğru bir adım attım ve Gurur da kaşlarını çatarak bana doğru bir adım geldi.
“Biriyle bir sorun mu yaşadın?”
“Hayır, böyle bir şey olsaydı hallederdim.” Durdum, daha acımasız nasıl olunurdu bilmiyordum. Kalbi nasıl yanmazdı, bunu da bilmiyordum. Gurur’un buz sıcağı gözlerine bakarken hem yandım hem de dondum. “Sorun bir süredir ikimizin arasında duruyor gibi.”
Bir an güleceğini sandım, daha sonra şaşkınlık gülümsemesinin önüne geçti ve “Anlamadım?” diye sordu. Pars bacaklarıma dolandı, tepkisiz kaldım, Leon ise sessizce oturmuş ikimizi izliyordu. Gurur, bakışlarımdaki sahte buzlara aldanmış gibi, “Zeliş,” dediğinde derin bir nefes alıp omzumun üstünden koridora doğru baktım.
“Konuşmamız gerekiyor, Gurur. Mantık çerçevesinde.”
“Beni mi trollüyorsun?” diye sordu gülerek.
Öyle olmasını isteyen tarafıma rağmen kaşlarımı çatıp ona ciddi gözlerimi çevirerek baktığımda duraksadığını gördüm. Ayaklı lambanın yaydığı cılız ışık bedenini aydınlatıyordu ama ev genel anlamda loş görünüyordu. Ben, onun aksine daha karanlık bir taraftaydım. Karanlığın suretime yayılacak olan acıyı gizleyebilmesini umut ettim.
“İleride iyi bir avukat olabilmek istiyorum.”
Bir an durdu ve sonra, “Zaten olacaksın,” dedi.
“Suça bulaşmış bir avukat değil,” dememle, yüzündeki kan öyle hızlı çekildi ki, elimi kendi kalbime sokup kalbimi avuçlayarak sökmek, göğsümün içinden çekip çıkarmak istedim.
Ona doğru bir adım attım ama o tek bir adım dahi atmadan gözlerini gözlerime dikerek olduğu yerde durdu ve bir sonraki cümleyi bekledi. O cümleden korkuyor muydu yoksa o cümleyi merak mı ediyordu bunu çözemedim.
“Seni suçlamıyorum,” dediğimde gözlerini anlık yere indirdi, zemine sessizliğe gömülerek bakması ellerimin uyuşmasına neden oldu. “Başlarda seni suçlasam da sonradan seni en çok ben anladım. Anlamadın diyemezsin. Hak vermedin diyemezsin. O gece benim yüzümden yaşandı, sen bunlara benim yüzümden bulaştın ve kabul etmeliyiz ki, ben de tüm suç benim de olsa bu işe çoktan bulaştım.”
Gözlerini yerden kaldırıp tekrar gözlerimin içine baktı. Normalde beni haksızlığa uğratacak, durduracak şeyler söyleyebilecek biriyken, sunduğum cümlelerin onu beyninden vurulmuşa çevirdiğini gördüm. Yalanlamadı ama doğrulamadı da. Sadece gözlerimin içine baktı.
“Aileme bir söz verdim. Babama bir söz verdim. İyi bir avukat olabilmek için yemin ettim, çok çalıştım, gecemi gündüzüme kattım ve bu okula girebilmek için uğraştım,” diye saçmaladım. “Sonra bir gece işler düşündüğüm gibi gitmedi, seninle tanıştım.”
İşte bu cümleyi duymayı hak etmiyordu.
Başını tekrar önüne eğdiğini gördüm, gözleri yeniden zemini hedefi hâline getirmişti. Duydukları yüzünden ne hissediyordu? Beni değil, kendisini suçladığına tamamen emindim. “Seninle tanıştığıma pişmanım demiyorum, keşke başka şartlar altında tanışsaydık diyorum. Bu ikisi aynı şey değil.”
Yumuşatmaya çalıştığım her tokat, onun mezarına toprak oluyor gibiydi.
“Babamın gözlerinin içine suçlu biri gibi hissederek bakmak istemiyorum. Bu mesleği hakkıyla, lekelemeden yapmak istiyorum. Daha fazla lekelenemez diyeceksin belki ama…”
“Zeliha,” dedi Gurur gözlerini zeminden aniden kaldırıp, kırmızı damarların sarmaya başladığı buz sıcağı gözleriyle gözlerimin derinlerine bakarak. “Söylemeye çalıştığın şeyi çevirmeden, direkt söylesene. Daha az acıtayım diye içime vurup vurup geri çektiğin bıçak tek seferde en derine saplansın da umut etmeyeyim hiç değilse. Bıçağı şimdi çekecek, vazgeçecek, saplamayacak bana demeyeyim, bu umuda tutundurma beni.”
Yalın ayak cam kırıklarının üzerinde koşuyormuşum hissiyle yumruklarımı sıktım, çığlıklarımı bastırdım. Saatin ibresi bir adım daha attı ve ben, “Bitsin,” dedim ona. “Bitsin yoksa biz biteceğiz.”
İbre bir adım daha attı.
Gözlerimi sıkıca yumdum, açamadım ama bana doğru attığı adımın sesini duydum. Gözlerimi çok daha sıkı yumdum, ufacık bir aralık olsa, gözyaşları o aralıktan dışarı boşalacakmış gibi hissetmiştim. Bu olmasın diye daha sıkı yumdum gözlerimi. Onun için ağlamayayım, ona umut olmayayım, onu görüp darmadağın olmayayım diye.
“Bence de bitsin.”
Kalbin bağlı olduğu o makineden uzun bir ses çıkmış gibi hissettim; kalbimin bağlı olduğu makineden mi geliyordu bu ses ve bu sesin sebebi kalbimin durmuş olmasından mıydı?
Gurur, aniden elimi kavradı.
“Bu oyunu daha ne kadar tek başına sürdüreceksin, sevgilim?”
Ve bilekliklerimizin birleşmesiyle birlikte, sehpanın üzerinde açık duran bilgisayardan Emsal’in beni alıkoyduğu o akşam bana yaptığı tüm konuşmalar ile itirafın olduğu ses kaydı, pürüzsüz bir şekilde oynamaya başladı.