Efken benim çıkmaz sokağımdı.
Ve ben, o çıkmaz sokağa girip bir daha çıkamamıştım.
Efken benim düşmanımdı.
Ve ben, bir düşmanın bir dosttan daha güvenilir bir liman olduğunu, onun kollarına sığındığımda anlamıştım.
Önümdeki bar bankosuna geniş bir şekilde açarak koyduğum Luxury’nin eski planına düşüncelere dalmış bir hâlde baktığım sırada barın ahşap kapılarının kanatları öne doğru itildi ve kapıların duvara çarparken çıkardığı sesi duyup omzumun üstünden kapıya doğru baktım. Burada Luxury üzerinde çalışmaya başlamamın üçüncü günüydü, son üç gün içinde Efken ile neredeyse hiç iletişimim olmamıştı, hatta birkaç kez onu salonda uyurken bulmuştum ve odaya gelmemesi kalbimi kırsa da ona neden yanıma gelmediğini sorma cesaretini gösterememiştim.
Gelen kişi İbrahim’di. Elinde iki kahve kutusu, bileğine taktığı bir pastane torbasıyla bana doğru yürümeye başladı. Bankonun arkasında kadehleri parlatan çocuğun ismi Selçuk’tu, Selçuk yüzünde geniş bir tebessümle İbrahim’e bakıp başıyla onu selamladıktan sonra sırtını dönerek içkilerin öne doğru eğimli durduğu raflara ilerledi. Yüzümdeki solgunluğu fark etmiş gibi kaşlarını çatıp dirseğini tezgâha yaslayarak, “Yüzünden düşen bin parça toprağım,” dedi. “Hayrola?”
Önüme bıraktığı kahvenin pipetini dudaklarımın arasına alıp düşüncelere dalmış bir hâlde kahveden bir yudum aldıktan sonra, “Kahve için teşekkürler,” demekle yetindim. Tabletin tuş kilidini açtım ve önümdeki plana tekrar göz attım.
“Luxury için kolları sıvamışsın.”
“Evet, deniyorum bir şeyler.”
Bir süre yüzümü izledikten sonra kahvesinden bir yudum içip, “Efken dün Crystal’i görmeye geldi,” dedi, yüzümdeki kan hızla çekilse de tepki vermeden bir sonraki cümlenin bana çarpıp düşüncelerimi tepetaklak edeceği ânı bekledim. “Kafede oturdular, Crystal gergindi, Efken durmadan bir şeyler sormuş.”
“Ne gibi şeyler?”
“Nigin’in kim olduğunu,” dedi İbrahim, ardından göz ucuyla Selçuk’a doğru bakıp derin bir nefes aldı ve fısıldadı: “Ona o olduğunu söyleyecek misin?”
“Söylemem doğru olmaz, değil mi?”
“Ama Crystal’in bildiğini söylemişsin. Bu olayı daha büyük bir çıkmaza sürüklüyor bana kalırsa.” Torbayı işaret etti. “Sıcak kurabiye aldım, tadına bakmak isteyeceksindir.”
“Teşekkürler.” Çizim kalemini elime alıp kalemle planın üzerine hafifçe vururken, “Öyle söylemek zorundaydım,” dedim. “Deliye dönmüş gibi o adamı aramasını istemediğim için söyledim.”
“Şimdi daha çok peşine düşecek. Kafayı yemiş gibi bakıyordu. Ne kadar öküz olsa da kadınlara karşı duracağı yeri her zaman bilir, yine de Crystal’e bakışı düşmana bakıyor gibiydi. Bir an fena hâlde dövüşmeye başlayacaklarını düşündüm.”
“Kafama sıçayım,” dediğimde kahkaha atması beni sinir etti ama tepkisizce yüzüne bakmaktan ileri gitmedim.
“Ben Yaren’e Nigin olduğumuzu hiç söylemedim, söylemeyi de düşünmüyorum. Ama Efken Nigin denen şeyden haberdar, yani böyle birinin varlığını didiklemeye devam edecektir.” Bir süre susup beni düşüncelerimle baş başa bıraksa da sonunda tekrar, “Şu Velencoso Konağı hakkında,” dedi düşüncelere dalmış bir sesle. “Kafamda her şey bölük pörçük durumda ama… Bak, delirdiğimi düşünmeni istemiyorum. Sadece… Aman ya, neden delirdiğimi düşünesin ki, sonuçta bambaşka bir evrende olmamız kuvvetle muhtemelken her şey doğal gelebilir.” Ona baktım, gergin görünüyordu. “O tapınak ve Velencosolar normal değildi. Fark ettiğine eminim ama…”
“Hatırlamıyor musun?”
“Neyi?” diye sordu gözlerime beklentiyle bakarak. “Mahinev, neyi?” Israrcı bakışlarından kaçındım ve kahkahasını zihnimin derinlerine gömmeyi denedim. Onun tüyler ürpertici kahkahası sanki mekânın duvarlarına sinmişti.
“Bazı sonuçlara kendin ulaşmalısın.”
“Bu dünyada bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındayım ama kendimi soktuğum düzenin dışına çıkarmak istemiyorum. Bir şeyler hep parça parça.” Parmağını şakağına götürdüğünü gördüm. “Sanki kafamın içinde bir ses durmadan bir şeyi hatırlatıyor bana ve ben durmadan o şeyi hatırlamaktan kaçınıyorum. Hiç böyle hissettiğin oldu mu?”
“Evet.”
“Bir şeyler biliyorsun.”
“Belki öyle belki de değil,” dedim, “sadece çok rahatsız edici gülüyorsun.”
Komik bir sırıtışla, “Biraz daha Efken ile kalırsan büsbütün bana sinir olmaya başlayacaksın, emin ol,” dedi. “Ona benzemeye başladın.”
Bu cümle yanaklarımda bir sızıya neden oldu. Sessizce İbrahim’e baktım ve sonra, “Bir gün Yaren seninle Nigin olduğunu öğrenince bunu ona söylemediğin için üzülür ya da seni terk eder mi?” diye sordum. Bu soru İbrahim’in yüzünün kireç gibi beyazlamasına neden oldu.
“Geri dönmek istediğimi düşünüp, kendini sorumlu hissedip başını belaya sokacağına, hayatını tehlikeye atacağına, beni terk etsin Mahinev,” dedi. “Hiçbir şey kara meleğimin tek bir saç telinden daha önemli değil. Onun için canımı verecek olmam bile. Onu deli divane seviyor olmam bile.”
Söyledikleri boğazımı düğümledi. Ruhumun gebe kaldığı yabancı his, tüm parelerime eşit miktarda yayılıyor, içimde kuyular kazan çaresizlik her kuyuya kendi bileklerini yararak akıttığı kanı dolduruyordu. Uzun süre önümde açık duran plana baktım ve İbrahim’in söyledikleri üzerine düşündüm. Birine değer vermenin karanlık sonuçlar doğurabileceğinin bir kanıtıydı.
Bazen karşımızdakini o kadar önemserdik ki ona yalan söylemek kaçınılmaz olurdu.
Bazen en büyük yalanları, içimizdeki en büyük yere sahip olan insanlara söylerdik.
“O tapınaktaki insanlar,” dediğinde düşüncelerimden çıkıp ona doğru savruldum. “Yani Efken’in katlettiği insanlar.” Bu cümle canımı acıttı çünkü bu kez katleden Efken değildi. “Nasıl oldu? Korktuğumda sistemi otomatik kapatmak gibi huylarım vardır ama hiçbir şey hatırlayamıyorum. Efken neden onlarla kavga etti? Neden Velencoso cinayeti örtbas edip cesetleri ortadan kaldırdı?” Kahve kutusunu sallarken, “Velencosolar aslında ne?” diye sordu kendi kendine. “Bu sorular yüzünden gözüme uyku girmiyor.”
Kan Yemini yüzünden dudaklarım kelimelerle bir bağ kuramadı ama İbrahim’e öyle bir baktım ki, sanki gözlerime baktığında tüm olup biteni hatırlayamasa da sorgulamaması gerektiğini anlamıştı. Kahvesinden bir yudum alıp, “Boş ver, kendimi olayları kapı kenarından izleyen Ali Rıza Bey gibi izliyorum. Sonunda öğrendiklerim yüzünden felç inmesin sonra bana,” dedi muzip bir sesle.
Bar kapısı bir defa daha açılınca İbrahim gözlerini kapıya çevirip, “Ceyhuncuğum,” dedi yavşak bir tonlamayla. “Kızılşından ayrı görmeyeli bayağı yakışıklı olmuşsun.” Bana baktı. “Kızılşın derken Sezgi’yi kastettim. Normalde yapışık ikiz gibi gezdikleri için mübalağa sanatımı konuşturuyorum şu an.”
“Selamlar,” dedi Ceyhun, torbanın içindeki kurabiyelerden birini alırken, “Nasılsın Mahinev?” diye sordu.
“Teşekkürler, iyiyim ama izninizle çalışmam lazım Ceyhun.” Keyfim o kadar kaçıktı ki ikisiyle de konuşasım yoktu. Bir şeyler çizmek, kafamı dağıtmak istiyordum. Ekranda yeni bir sayfa açıp sayfayı istediğim boyutlarda ayarladıktan sonra dijital kalem uçlarından bir kalem seçtim ve Luxury’nin planına sadık kalarak bir şeyler çizmeye başladım. Elim hızlıydı, kafamda kolayca şekillenen görüntüleri sayfaya aktarmakta zorlanmıyordum.
Ceyhun ve İbrahim bir süre tavrıma şaşkınlıkla baksalar da sonra kendi aralarında sohbet etmeye başlamış, varlığımı unutmuşlardı. Bu işime de gelmişti. Zihnimden gümüş kurdu ve Efken’i kovarak çizgilere odaklanmak belli oranda rahatlamamı sağlamıştı çünkü. Üstelik Efken yokken fedaileri benim için buradaydı, bunun Efken’in fikri olduğuna emindim çünkü üç gündür başımda ya Ceyhun ya İbrahim ya da Ulaş varken burada oluyordum. Ulaş, Efken’in o hayvan adamla kafes dövüşü yaptığı gün tanıştığım adamdı, Efken ile uzun zamandır arkadaş olduklarını anlatırken üç tekila yuvarlamış sonra sarhoş olduğu için bankonun üzerine uzanıp uyuyakalmıştı. Değişik bir tipti ama güvenilir biri olmalıydı.
Bugün mekân, üç güne oranla daha doluydu. Duvar kenarındaki birkaç masa boştu, diğer masalarda insanlar vardı ama bu insanlar belalı tipler değillerdi, aksine kafasındaki karmaşadan kurtulmak isteyen merdümgiriz tiplere benziyorlardı. Kimisi önündeki kitabın sayfasını çevirirken viskisini yudumluyor, kimi dizüstü bilgisayarının ekranına bakarak espressosunu içiyordu.
Önce içime kadar sinip beni yakan bir sıcaklık hissettim, sonra o sıcaklık bir rüzgâr olup koyu renk saçlarımın arasından esti geçti. Uçuşan saçlarımı düzeltirken bel oyuntumda hareket eden o ürperti öyle çoğaldı ki oturduğum yerden düşecek gibi sendeledim ama bunu kimse fark etmedi. İçimi dolduran karanlık hissin nedenini kendime bile açıklayamadım, düşüncelerim hızla birbirine çarpan insanlara dönüştü; hatta cesetlere… Alnımın ortasından alevler fışkırıyormuş, o alevler bir hilâlin yılan derisinden bedenini derimin üzerine işliyormuş gibi hissederken nefesim boğuklaştı ve birden karanlık bir içgüdüyle hızla omzumun üzerinden kapıya doğru baktım.
Zehirli sesin sahibi zihnime ördüğü buzdan duvara yaslı sırtını hızla duvardan uzaklaştırdı ve sırtından dışarı dikenler çıkıyormuş gibi eğilip bükülen bedeniyle bana bakıp, “Bu o,” diye fısıldadı, onu duymazdan geldim, görüntüsünü gözlerimin önünden silmeye çalıştım ama bedenim anında kan ter içinde kalmıştı.
İki kanatlı ahşap kapı rüzgârla öne doğru çiçek gibi açıldı ve onu gördüm. Kor alev turuncusu bedeni kaslı ve yarıklarla kaplıydı, yarıkların içinden alev sarısı parıltılar geçiyor, sıcaklığının rüzgârı yüzüme çarpıyordu. Sırtında bir yarasanın kanatlarını anımsatan, uçları sivri bordo kanatlar vardı ve kanatlar iki yana katlanmıştı. Geniş omuz başlarından başlayan yanmış kara zincirler el parmaklarına kadar dolanarak iniyordu. Gözleri iki turuncu kehribardı, göz bebekleri yoktu ve gözlerinin beyazı da simsiyahtı. Bu görüntünün gözlerimin önünde yanıp sönmesi üç saniye sürdü. Daha sonra o beden yerini kızıl-sarı uzun saçları ensesinden topuz yapılmış uzun boylu genç bir adama bıraktı. Adam soluk turuncu bir takım giymiş, takımın içindeki beyaz gömleğin düğmelerini de göğsü görünecek şekilde açık bırakmıştı. Yüzünde dostça bir gülümsemeyle içeri süzüldüğünde ben dışında ona bakan kimse yoktu. Onun da kehribar rengi gözleri doğrudan beni hedef alıyordu.
İbrahim, “Mahinev?” dedi sorar gibi. “İyi misin?”
“E-evet,” diye fısıldadım gözlerim hâlâ içeri süzülen yabancıdayken. Anlık olarak gözlerimi süsleyip zihnime resmini bırakan o görüntünün tam tersi yakışıklı görünüyordu. Bir an için onu neden öyle görünen bir şey olarak hayal etmiştim? Ya da bu gerçekten bir hayal miydi?
Ceyhun telefonuna bakarak, “Efken geliyormuş,” dedi, ardından, “Ben bir mutfağa bakayım. Açıkçası karnım acıktı,” diyerek yavaşça bizden uzaklaşmaya başladı. İbrahim’in yavaşça kapıya doğru döndüğünü fark ettim. Mekânın ortasında durmuş etrafına yabancı gözlerle bakan uzun boylu adamı görünce huzursuz olmuş gibi tekrar bana doğru döndü. “O turuncu takımı giymesinin nedeni neydi ki? Ucuz moda programlarında jüri koltuğuna oturtulmuş şarkıları tutmayan popçulara benziyor.”
“Bilmem,” dedim düşünceli bir sesle. “Buraya ilk kez geliyor gibi. Onu daha önce hiç gördün mü?”
“Hayır.”
Gözlerim yeniden turuncu takımlı adama saplandı, adam ona baktığımı hissetmiş gibi bakışlarıma karşılık verdiğinde tek kaşımı kaldırmıştım. Adam bana nazik bir gülümseme bahşetti ama o görüntüyü gözlerimin önünden silemediğim için tek yaptığım ona düz düz bakmak oldu.
Adam bir elini takımının pantolonunun cebine koyarak bize doğru yaklaşırken diğer elini de havaya kaldırmış, bir şey soracak gibi dudaklarını aralamıştı. İbrahim hiç de dostça olmayan bir tavırla adama baktığında benim de bakışlarım İbrahim’inkinden farklı değildi.
“Affedersiniz, ne önerirsiniz?” diye sordu adam, bozuk ve aksanlı bir Türkçesi vardı, her an akıcı bir Fransızca ya da İspanyolca konuşmaya başlayacaktı sanki. Kehribar gözler yeniden gözlerime mıhlanınca kaşlarımı çattım.
“Ne önerirsiniz derken birader?” diye sordu İbrahim.
“Ben pek dilinizle iyi değilim,” dedi sanki Türkçe konuşmak onun için zulümmüş gibi bozuk bir cümle kurarak. “Buralarda yeniyim ve bir şeyler içmek istiyorum.”
İbrahim, “Selçuk, bu turist, bu ne içerse üç katını isteyin tamam mı? Bizim oralarda turizm böyle şahlanıyor bak inan bana,” diye fısıldadı bar bankosunun arkasında bizi izleyen Selçuk’a. Sonra adama doğru dönüp, “Valla kanka viski var, kahve var, İtalyan havan olduğuna göre makarna da seviyorsundur sen, makarna da var. Bu arada ne zaman İtalya’yla bir maçımız olsa, İtalya bize laf atsa, makarnaya ketçap sıkarak öcümüzü alırız. Bu kısa infoyu geçme gereksinimi duydum.”
Adam İbrahim’in söylediklerine anlam veremiyor gibi bakıyordu. Tek kaşımı kaldırarak, “Biraz terlemiş gibisiniz,” dedim adama, adam duraksadı, alnındaki ter birikintisine dikkatle baktığım sırada dışarıda yağmaya başlayan karın varlığını ve bu yakanın soğuğunu hatırladım. “Bence buzlu bir şeyler tercih edin.”
“Ah, teşekkürler.” Adam, Selçuk’a gülümseyerek, “Buzu bol bir içki alabilir miyim?” diye sordu. “Peri Ruhu tercihimdir.”
Selçuk, “Peri Ruhu oldukça eski bir içki, satışı kaldıralı neredeyse yüzyıl olacak, dedem bile şişesini görmemiştir,” deyince adam kaşlarını kaldırdı.
“Ah… İyi bir içki koleksiyoncusuyum, barımda hâlâ muhafaza ediyorum,” dedi daha akıcı bir şekilde konuşarak. “Burası da eski bir bar olduğu için olabileceğini düşünmüştüm. Affedersiniz.”
“Selçuk salak mısın?” diye sordu İbrahim bar tezgâhına abanarak. “Viskiye biraz limon suyu koyup buzu bassaydın sonra da az bulunan Peri Ruhu içkisi diyerek kakalasaydın da sekiz katı ödeme alsaydın ya, bunu da mı ben öğreteceğim sana? Ticari zekâmdan hiç mi bir şey kapmadın ya?”
Selçuk, “İbo, kanka o ticari zekâ değil, o dolandırıcılık,” dedi.
İbrahim homurdandı. “Üstüme iyilik ve de sağlık, sen ne anlarsın zaten.”
Adam, İbrahim ile aramızdaki boş sandalyeye yerleşip dirseğini bar bankosuna yaslarken gözlerini çizimime indirdi, tezgâha yayılmış plana da kısaca baktıktan sonra, “Mimar mısınız genç bayan?” diye sordu nazik bir sesle.
Ondan yavaşça uzaklaşarak, soğuk bir şekilde, “Evet,” dedim.
“Mükemmel bir meslek.”
Cevap vermedim. Huzursuzluğun nirvanasını hissediyordum. Benden uzaklaşması için ona sol kroşeyle dalabilirdim. O sıradan bir insan bile olsa zihnim inatla ondan gelen karanlık aurayı kusuyordu.
Selçuk gri bir termosa buz ile içecekleri koyup termosu çalkalarken adama garip garip bakıyordu. İbrahim ise saçma sapan bir hikâyesini anlatmaya dalmıştı ama Selçuk onu dinlemiyordu. Sonunda Selçuk kadehe doldurduğu içkiyi adamın önüne koyup, “Afiyet olsun,” dedi tehditkâr bir sesle. Sanki adamın yanımda oturması Selçuk’u da huzursuz etmişti.
Adam bana, “Buralı mısınız?” diye sordu, cevap vermek yerine yeni bir sayfa açıp boyutlarını girdim ve kalemle sayfaya kafamı dağıtabileceğim bir çizimin ilk nefesi olan çizgileri atmaya başladım. O görüntüyü gördüğüme emindim, bir hayal gücü ya da sanrı değildi, onu anlık olarak ateşlerin yardığı bir yaratık olarak görmüştüm. Mahinev’in mantığı duraksasa da Medusa’nın, yani o zehirli görsel ikizin sesi hiç susmadı. “Sanırım konuşmaktan hoşlanmıyorsunuz.”
İbrahim birden kolunu adamın omzuna koyarak, “Tatlım, ben konuşmaktan çok hoşlanırım,” dedi tehditkâr bir sesle. “İstersen aklındaki tüm soruları bana yöneltebilirsin. Gel bakayım sen şöyle.” Adamı kendisine doğru çevirdi ve yüzünde bir sırtlanı anımsatan gülümsemesiyle adama baktı. “Sor hadi.”
Adamın bedeni her nasılsa kasıldı, sırtının dikleştiğini gördüm. Sanki İbrahim’in gülüşünde gördüğü şey saf bir tehlikeydi, beklemediği bir şeydi, korktuğu bir şeydi; korkmasa bile ona kendini endişeli hissettiren bir şeydi.
Birden elini cebine atıp cüzdanını çıkardı, bankonun üzerine yüklüce miktarda bir para bıraktıktan sonra, “İyi günler,” diyerek hızla çıkışa doğru yürümeye başladı.
Her şey anlık olarak olup bitmişti. İbrahim sinsi bir sırıtışla önüne dönerken adamın bu korkulu hâli dikkatimden kaçmadı ve omzumun üzerinden kapıya doğru baktım. Adam kapıyı iterken tıpkı benim gibi omzunun üzerinden bana doğru döndü ve o an, güzel yüzünü saran yarıkları gördüm, o yarıkların içindeki alev sarısı parıltılar karnıma tekme yemişim gibi hissetmeme neden oldu. Adam hızla kapının diğer tarafına geçerek gözden kayboldu.
Oturduğum yerden fırlar gibi kalkıp kapıya koşmaya başladığımda İbrahim ile Selçuk dehşet içinde bana doğru döndüler ama o kadar hızlıydım ki ne olduğunu kavrayamadılar bile. Çift kanatlı kapıyı itip kendimi dışarı atmamla bir şeyin sıcak rüzgârının yüzümü yalaması bir oldu. Ardından sert bir bedene çarparak duraksamak zorunda kaldım. Bedenin sahibi beni kollarımın kenarlarından kavradığında dehşetle kafamı kaldırdım, gökyüzüne sabitlenen bakışlarıma yansıyan dehşet beni tutan kolların sahibinin tutuşunun sertleşmesine neden oldu.
Gökyüzünde anlık olarak açılıp kapanan kanatları gördüm, sonra yakut renginde bir ışık parlayıp söndü ve o görüntü silinerek kayboldu.
“Medusa,” dedi Efken, o an, beni tutan ellerin sahibinin o olduğunu kavrayarak endişeyle ona baktığımda, gözlerine yapışmış endişeyle karşılaşmayı beklemiyordum.
“O buradaydı,” dedim keskin bir sesle. “Düşman buradaydı.”
“Ne?”
Gözlerimi yeniden göğe doğru kaldırdığımda, usulca düşen kar taneleri saçlarıma ve kirpiklerime tutunmaya devam etti.
“Düşman,” diye fısıldadım. “Buradaydı.”
Dikkatli bakışlarının altında ezilerek gözlerimi kaldırdım ve ona baktım. Yeşilin hakimiyet kazandığı, mavinin siyaha kılıç çektiği uçurum gözleri bir buzun kemiğe dayanıp kemiği yaktığı gibi ruhuma dayandı ve ruhumu yaktı. İnancı ve karmaşayı gördüm, belirsizlik de orada onlarla beraberdi. Kafasını kaldırıp gökyüzüne bakınca boğazını yarıp dışarı çıkacak gibi uç veren âdemelmasını fark ettim. Esmer tenine rağmen teninin altına gömülmüş her damar dışarıya doğru ışık verircesine belirgindi.
“Peşimde biri var,” dedim yeniden. “İnan ya da inanma. Elmas haklıydı.” Gözlerini indirip tekrar bana baktı. Aramızdaki buzları hissetsem de gözlerindeki inancı görmek karnımdaki ağrıyı biraz olsun dindirmeye yetti. “Ve peşimdeki her neyse, onun aslında nasıl göründüğünü biliyorum.”
Yüzümü büyük avuçlarının içine aldı.
“Sakinleş.”
“Sakinleşebileceğim bir konumda değilim. Beni anlamak istemiyor musun? Sana o şeyin nasıl göründüğünü gördüğümü söy-”
Dudaklarını dudaklarıma bastırmasıyla kelimeler saman alevi gibi yanıp sönerek dilimin altına küllerini bıraktı.
Yaşadığım şoku bastırmak istiyor gibi ona tutunup dudaklarına teslim olduğumda, beni öpüşü saniyeler bile sürmeden derinleşti. Kar taneleri saçlarımızın arasına tutunurken kafamın içindeki kaostan uzaklaşmam için elinden geleni yaparak beni kendi cennetine kabul etti. Onun cennetinin özünün cehennemden geldiğini biliyordum. Onunla girilen her günah, onun cenneti için işlenmiş bir sevaptı. Dikkatim anlık olarak onun dudaklarında dağılırken amacının zaten bu olduğunu anlamıştım. Israrcı öpüşü yumuşak ve dinlendirici bir dokunuşa dönüşene dek ona amatör bir şekilde karşılık vermeyi sürdürdüm.
Dudaklarımız, İbrahim’in, “Ay çok pardon!” diye bağırıp çift kanatlı kapıya dayanması ve kapı öne doğru açıldığı için yere düşmesiyle ayrıldı ve bakışlarımı İbrahim’e çevirdim. Yavaşça doğrulurken, “Sadece esneme hareketleri yapıyordum,” dedi, “bakmayın lütfen bana. Siz devam edebilirsiniz. Kar tanelerinin altında, romantik falan… Haha.” Gözlerini kaçırıp ellerini birbirine çarparak silkelerken, “Neden kendimi Nihal ile Behlül’ü görmüş Bihter gibi hissediyorum Allah’ım? Bu benim sonu intiharla bitecek olan destansı boynuz hikâyem mi?” diye söylendi kendi kendine.
Efken, “Konuşalım,” dedi buzdan duvarlarının arasından bana yaklaşarak. Soğuğunu hissettim ama ona sığınmaktan vazgeçemedim.
Bana kızgın da olsa ona sığınmama izin vereceğini bildiğim için geri çekilmedim, şu an tam da onunla konuşmaya ihtiyacım vardı.
Efken bunu hissediyormuş gibi beni omuzlarımdan tutarak bardan içeri soktu ve İbrahim bir iki adım önümüzden ilerlerken Efken keskin bakışlarını bardaki kendi hâlinde takılan kalabalıkta gezdirdi. Duvar kenarındaki boş ahşap masalardan birine doğru yürüdük. Yıkım Getiren sırtını duvara veren sandalyede oturdu, ben de karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum ve titreyen ellerimi gizlemek için ellerimi masanın altında bırakıp dizlerimin üzerine yerleştirdim.
“Bana neler olduğunu anlat,” dedi, mavi gözlerinin ibresi duyguların üzerindeki zamanı belirliyor gibi hareket ediyordu. Tırnaklarımı taytımın kumaşını delmek ister gibi bacağıma bastırırken, “Buraya biri geldi,” diye fısıldadım. “Onu görmeme imkânın yoktu. Kapıdan dışarı fırladığım an sana çarptım, o dışarı çıkalı ise bir iki saniye falan olmuştu. Yani onu görmemen imkânsızdı.”
“En başından anlat.”
Gözlerinin içine tedirgin gözlerle bakarken, “Kapıdan ilk girdiği andan itibaren normal olmadığını biliyordum,” dedim yumuşak bir sesle. “O normal bir insan gibi görünmüyordu. Bak, anlıktı ama gördüm, tamam mı? Derisi yarıklarla doluydu, o yarıklar sapsarıydı, sanki güneş ışığı dışarı çıkıyormuş gibi sapsarı. Derisi bordo gibiydi hatta turuncu gibi, garipti, betimleyemiyorum bunu. Kanatları vardı, kanatları tamamen bordoydu, uç kısımlarında iki sivri siyah zımba vardı sanki. Diken ya da boynuz da denebilir.” Efken’e dikkatle baktım, benimle alay etmesini beklesem de sadece gözlerimin içine bakıyordu. “Üç saniye falan sürdü, sonra normal genç bir erkek gibi görünmeye başladı. Soluk turuncu bir takım giyiyordu. Kehribar rengi gözleri vardı, gözlerinin rengi bulanık ve normal değildi, anla işte. Garipti.”
“Sana bir şey yaptı mı?”
“Hayır hayır.” Başımı iki yana salladım. “Ama bana baktı. Sanki bende bir şey görüyormuş gibi dikkatle baktı.” Göz ucuyla bar tezgâhının önünde oturan Ceyhun ve İbrahim ikilisine baktım, Ceyhun önündeki derin tabağa doldurulmuş makarnayı yiyor, İbrahim göz ucuyla bize bakıyordu. Bakışlarımı tekrar Efken’e sürükledim, gözlerine rahatsız olduğunu belirten bir ifade oturmuştu. Öfke ya da tedirginlik değildi, daha farklı bir ifadeydi ve buna bir isim koyamadım. “Benimle konuşmaya çalıştı. Aksanlı konuşuyordu.”
“Seninle konuşmaya çalıştığı sırada oradaki alageyikler ne yapıyordu?” diye sordu Efken öfkeyle barı işaret ederek. “Kalkıp buradaki herkesin ve her şeyin belasını sikmemi istiyorsan durma ve anlatmaya devam et. O seninle konuşmaya çalışırken bu yavşaklar durup izledi mi? Onları boşuna mı yanına gönderdim ben?”
“Konu bu değil,” dedim kaşlarımı çatarak. “Ciddi misin sen? Dur da dinle.”
“Bir adam seninle konuşmaya çalışıyor. Muhtemelen sadece senin anlık olarak garip bir yaratığa benzediğini iddia ettiğin bir adam. Bu iki geri zekâlı o sırada ne yapıyordu? Birbirlerini mi beceriyorlardı?” Gözlerini tekrar ikiliye dikince cesaretime kurban giderek elimi masanın üzerinde duran elinin üstüne koydum. Dokunuşum onu ürpertti, gözleri hızla gözlerime saplandı.
“Çok tuhaftı. Kısa sürdü, onunla konuşmak istemedim çünkü ondan rahatsız oldum. İbrahim onun beni rahatsız ettiğini fark edince ona haddini bildirdi. Hatta… Nasıl oldu bilmiyorum ama İbrahim’den çok korktu ve kaçar gibi çıkıp gitti.” Duraksadım. “Hatta çıkıp gitmedi. Çıldırmadım. Onun uçup gittiğine eminim. O garip zara benzer kanatlarıyla yaptı bunu. Onu görmemen de bunun kanıtı.”
“İbrahim’den korktuğuna göre bir şeyler biliyor,” dedi Efken birdenbire, o an kaşlarım çatıldı, onu doğrulamak ister gibi başımı hızla aşağı yukarı salladım. Parmaklarını kıvırınca elinin üzerinde duran elimi kavramış oldu, parmak uçlarındaki sıcak nabzın zonklayışlarını hissederken gözlerim gözlerindeydi. “Buradan çıkınca Mustafa Baba’nın yanına gidelim. O ihtiyar bir şeyler biliyorsa biliyordur ve öğrenmek için boğazına ayağımla basmam gerekse bile bunu yapacağım, anladın mı? Güvendesin Medusa. Sana kızgın olduğumda ve seni paramparça etmek istediğimde bile yanımdayken güvendesin. Daima. Bunu unutma.” Elini elimin altından çekip bana derin gözlerle bakmaya devam etti. “Kimmiş o ucube, öğreneceğiz ve hissettiğin gibi o bir düşmansa, emin ol fıstık, ben düşmanlarımın her birini yere serdikten sonra ayağım gırtlaklarındayken keyif sigarası içtim.”
“Bir Mar’ım,” dedim kısık sesle. “Ve içimde beni yakıp kavuran o gücü açığa çıkarmam gerektiğinin farkındayım. İçimde bir şey var.” Elimi kalbime götürdüm. “Burası hem buz gibi hem de yanıyor. Bir şey derimin altında beni zorlayıp duruyor Karaduman. Bu berbat bir his. Her an derim parçalanacak ve içeriden bana çok benzeyen bir canavar çıkacak gibi hissediyorum.”
Gözlerindeki anlamları benden saklamadan, “Bu hissi bilirim,” diye mırıldandı.
“Bu hissi bilirsin çünkü bir şey senin de derini yakıp kavuruyor, parçalayıp dışarı çıkmak istiyor.” Masaya biraz sokulduğumda gözleri dudaklarımda, gözlerimde ve omuzlarımda dolaştı. “Efken,” diye fısıldadım. “Sen gözlerinden sızdırdığın o alev gibi sıcak olan mavi ışıktan fazlasısın. Sen çözülmesi gereken bir sırsın.”
“Benim için önemli olan senin sırrın,” dedi ama bunu söylerken sesi sanki beni önemsemiyor gibi buzdandı. “Senden sonraki tüm sırlar, özellikle de içinde olduğum sırlar, sikimde bile değil.”
“Neden?”
“Bana soru sorabilecek konumda değilsin,” dedi sadece. “Sadece korkma.”
“Ne demek sana soru sorabilecek bir konumda değilim?”
“Değilsin.” Oturduğu yerden kalktı, sanki bir şey olmamış gibi, “Bana Luxury ile ilgili fikirlerinden bahset. Sana baktığımda o sikik herifin varlığını hatırlamak cinlerimi tepeme topluyor. Kafamı dağıt.” Bir an şaşkınlıkla ona bakakaldım. Gergin bir vücutla beni arkasında bırakarak bar bankosunun önüne doğru yürümeye başladı.
“Hiç mi ihtimal vermiyorsun ahmak adam?” diye fısıldadım duymayacağını bile bile. “Sırrının sırrımla bir bağlantısı olacağına, kaybolmuş parçalarımızın birbirlerine ait olabileceğine hiç mi ihtimal vermiyorsun?” Dirseklerimi masaya bastırırken başımı avuçlarımın içine alarak, “Of babaanne!” diye inledim. “Bana ihanet mi ettin yoksa kaderime boyun eğmem gerektiğini düşündüğün için beni terk mi ettin anlamıyorum. Ne anlatmaya çalıştığını anlayabilmemin hiçbir yolu yok mu?”
“Cevaplar senin içinde,” dedi içerideki şırfıntı. “Cevaplar doğrudan ikimizin kalbini bağlayan damarın içinde yüzüyor ama sen kendi kanının farkında bile değilsin aptal.”
Başımı iki yana sallayarak altımdaki sandalyeyi kıçımla geri itip ayağa kalktım, bakışlarım kısaca barın içinde dolandı, ardından ağır adımlarla Efken’in yanına gittim. İbrahim sakin bir şekilde Luxury’nin uğradığı saldırıyla alakalı bir şeylerden bahsediyordu ama kulak misafiri olmak yerine çizim tabletime uzanıp tuş kilidini kaldırdım.
Efken göz ucuyla bana baktıktan sonra tekrar İbrahim’e doğru döndü ve derin bir nefes alarak, “Semih’le ilgili bir şeyler öğrenebildin mi? Şehir dışına mı kaçmış?” diye sordu, sesi kurşun gibi deliciydi.
İbrahim’e böyle bir konuda bile güveniyor olması şaşırtıcıydı, her an kavga hâlindeydiler ve İbrahim’in varlığı onu geriyordu ama yine de sanki kadersel bir şekilde birbirlerine çekiliyorlardı. Bu romantik düşünce kaşlarımı çatmama neden oldu.
“Muhtemelen teknesiyle Kızıl Yaka’ya doğru açılmıştır. Mekânları boşaltılmış, adamlarının yarısından fazlası işsiz kalmış, ev adreslerinin tamamı çöp çünkü devamlı olarak konut değişikliğine gidiyor. Yediği bokun farkında darling, emin ol uzun süre karşına çıkacak yüreği bulamayacaktır.” İbrahim boynunu esnetti. “Öte yandan senin onun peşinde olduğunu da bildiği için şu an tek düşündüğü sağlam bir kaçış planı. Ceyhun marinaya bağlı olan lüks yatlarından birini ateşe verdiğinde ve o koca yat denizin üzerinde bir alev topuna döndüğünde senin ayak seslerini duyup altını doldurmuştur.”
Ceyhun çatalına doladığı makarnayı ağzına götürürken, “Semih’in böyle bir pislik yapacağı belliydi,” dedi. “Kardeşim, o senden deli gibi korkuyor ama bu seni kıskandığı gerçeğini de değiştirmiyor. Kıskançlık cesaret getirir. Krallar olduğu sürece soytarıları da olacak, bunu unutma.”
“Neden Efken’i kıskanıyor ki?” diye sorduğumda Efken’in omuzları gerildi ama bana doğru bakmadı. Tam yanımda oturuyordu, uzun bacaklarını sığdırabilmek için açık tutmuştu ve dizi bacağımın dış kısmını dürtüyordu.
Ceyhun, “Efken her zaman için dostlarına güven, düşmanlarına korku saldı,” dedi arkadaşıyla gurur duyuyormuş gibi böbürlenerek. “Semih her zaman Efken ile iş yapmak isterdi ama Efken kabul etmezdi. Ve yine kimle iş yapmak istese, o insanlar hep Efken’i seçerdi. İnsanlar Efken’in kim olduğunu bilmiyorken bile, soyadı yokken bile ona güveniyor ve ondan korkuyor. Bu, ortamda bir numara olmak isteyen bir adam için ego zedeleyici olsa gerek. Düşünsene, soyadını çoğu kişinin bilmediği, çoğu kişinin yüz yüze denk gelmediği bir adam herkesin korkulu rüyası. Üstelik herkesin korkulu rüyası olmak isteyen senken…”
“Çoğu insan Efken’in soyadını bilmiyor mu?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak, sonra karanlık bir geçmiş yavaşça önüme uzandı ve bu sorunun pişmanlığı içime çöreklendi. Ceyhun buz gibi bir suratla yapay bir şekilde gülümsedi ama sanki ağzından kaçırmaması gereken bir şeyi kaçırmış gibi gergin görünüyordu.
Efken ile Yaren’in ailelerinin kurban gittiği suikastın ayrıntıları henüz bilmesem de üzerime çökmüş gibi hissettim. Efken ise tepki vermedi, Selçuk’a bir işaret yaptı ve Selçuk onun önüne içinde iki adet buzun yüzdüğü bir kadeh viski bıraktı. Efken dövmeli parmaklarını kristal viski kadehine sararken ortama rahatsız edici bir sessizlik çökmüştü.
İbrahim, “Bu arada neden öyle koşarak çıktın toprağım?” diye sordu bana doğru bakarak. “O turuncu takımlı adamın kafasını yarmaya gittiğini düşünüp heyecanlanmıştım.”
Ceyhun, “Turuncu takımlı adam mı?” diye sordu. Efken gergin omuzlarla tam karşısındaki ışıklı rafları izleyerek viskisini yudumluyordu.
“Evet, sen boğazının derdine düşüp şefin yanına gitmeden önce kapıdan içeri giren komik takımlı, benim kadar olmasa da yakışıklı diyebileceğim tuhaf olan tipten bahsediyorum. Selçuk salaklık etmeseydi onu bir güzel yolar, kısa günün kârı olarak kasayı enayi parasıyla doldururduk,” dedi İbrahim iç çekerek.
“Ha o garip giyimli herif,” dedi Ceyhun. “Ne oldu ki? Bir andavallık mı yaptı?”
“Aslında yapmadı ama toprağımla konuşmaya çalışıp durdu, ben de ona geri basmazsa onu sünnet edeceğimi kibar bir dille belirttim. Korktu benden. Mükemmel bir erkek olmamla alakalı. Testosteronlarımla alakalı da olabilir, bilmiyorum. Korktu bayağı. Bilirsin ki hakikatli bir erkeğim ben. Benden herkes korkar. Çaktırmasa da Efken bile biraz korkar benden. Korkutucu biriyim, bu doğru.”
“O herif kızla konuşmaya çalışırken siz ne yapıyordunuz?” diye sordu yeniden Efken. Ceyhun gergin gözlerle İbrahim’e ve bana baktıktan sonra, “Ben şefin yanına gitmiştim,” diye açıkladı.
“Ben ne yaptığımı söyledim. Salak mısın, aptal mısın, beynin mi yok? Beni mi dinlemiyorsun?” diye atarlandı İbrahim komik bir yüz ifadesiyle, ardından bir an duraksayarak, “Öyle demek istemedim gözümün erkeği, biliyorsun ki sadece korkutucu biriydim ve içimdeki korkutuculuk birden dışarı fırladı, tutamadım…”
“Al şu dangalağı git Ceyhun, yoksa elimde kalacak,” dedi Efken, parmağıyla Selçuk’a bir işaret yaptı. “Çubuk tarçın versene.”
“Efken’im viskinin içine çubuk tarçın koymak yerine parmağını sok istersen, tarçın tadının alasını bırakmış olursun…” dedi İbrahim ama Efken o kadar dalgındı ki onu umursamadı.
Süren gerginlik, İbrahim ile Ceyhun gittikten sonra yerini iç çatlatacak bir sessizliğe terk etti.
Efken’in öfkeli suskunluğu, “Luxury hakkında ne yapacağını düşündün mü?” diye sormasıyla beraber yerini yüzünde alan sakin bir ifadeye bıraktı. Aklında bahsettiğim şeyin olduğunu biliyordum. Bu konuyla ilgili düşünüyordu. Bir düşman olduğunu iddia ediyordum ve o bunun gerçek olabileceğine neredeyse emindi, çünkü söylediğim çoğu şey zamanla onun da şahit olmasıyla gerçek olduğu açığa çıkan şeylerdi. İçine çubuk tarçın koyduğu viskisinden bir yudum alırken bana doğru dönmüş, dirseğini bar bankosunun ahşap yüzeyine yaslamıştı. Tabletin altındaki plana ve tablette oluşturduğum taslağa baktıktan sonra ona doğru döndüm.
“Çok büyük bir hacme sahipsin,” dediğim anda dudaklarına muzip bir gülümseme yayıldı. Kaşlarım çatılırken karnıma sebebini bilmediğim bir ağrı saplandı ve “Yani mekâna,” diye düzelttim ters bir sesle.
“Her alanda büyük bir hacme sahibimdir Medusa,” dedi. “Sadece mekânımın değil, vücudumun her bir…”
“Susup dinlersen sevinirim,” diye böldüm onu, şu an edepsiz şakalarının altından kalkacak türden bir ruhsal durumda değildim. Hem bedenim de istemediğim tepkiler vererek onun benimle daha çok eğlenmesi için ona çanak tutuyordu. “Dışarısı karlar altındayken mekânın içinde daha sıcak bir atmosfer olsa nasıl olurdu diye düşündüm. Bu mekân senin değil de bir başkasının olsaydı kabul edilebilir olurdu.” İmalı gözlerimle onu deştiğimde yüzünde birkaç kasın seğirdiğini gördüm. “Seni düşündüm, burayı buzlarla kaplı bir mağaraya dönüştürmek istedim.” Bir an için yüzündeki kasılmalar yerini durgunluğa bıraktı ve içinde açık mavi yarıklar olan gözlerini gözlerime sabitleyerek bana uzun uzun baktı.
Gözlerimi Luxury’nin eski planına indirerek bu bakışmaya son verdim çünkü o gözlerdeki buz sıcağı yarıklar bir hançer olup ruhuma saplanıyormuş gibi hissetmiştim.
“Eski bar bankosunun yerine U tipi bir bar bankosu düşündüm. Tamamen camdan olursa mekândaki ışığı iyi yansıtacaktır. Işık önemli. Işıklar duyguları harekete geçirir. Buraya bankonun mekân için ideal ölçülerini de not ettim.”
“Demek ışıklar duyguları harekete geçirir?” dedi sorar gibi, o an, ona bakmasam da gözlerinin yarıklarının şimşek ışığı gibi parladığına emindim. Sorusuna cevap veremedim.
“Duvarlar için kar beyazı düşünüyorum ama renk kartelasına tekrar bakacağım,” diye mırıldandım. Viskisinden bir yudum daha alırken başını salladığını yan gözle de olsa görebildim. “Masalar oval ve camdan olacak. Masaların alt kısmına yerleştirilecek küçük mavi ledlerle aslında bardaklarını cam bir masaya değil de bir buzun üzerine koyuyorlarmış gibi hissedecekler.”
Tepkilerini görmek istediğim için yüzüme düşen saçların arasından ona baktığımda beğeniyi gözlerinin haresine yerleştirdiğini fark ettim. Verdiğim küçük ayrıntılar bile kafasında net bir şekilde canlanmış ve canlandırdığı görüntüden epey hoşlanmış gibi bakıyordu. Efken Karaduman’ın gözlerinde beğeniyi görmek farklıydı. Sanki o bu dünyaya ait olan hiçbir şeyi yeterince beğenmezmiş gibi geliyordu.
“Bu dünyaya ait olmayan biri için bu dünyaya bu kadar hakim ama bir o kadar da farklı hayal gücünün olması hoş,” dediği anda yutkundum.
O bu dünyaya ait olan hiçbir şeyi yeterince beğenmezdi.
Ve ben onun için bu dünyaya ait olmayan biriydim.
Sanki zihnime ait seslere cevap veriyormuş gibi dudaklarına akıttığı kelimeler kalp yakıyordu.
Sanki söylediğini duymamış gibi yaparak, “Mekânın dışındaki o pençe izini içeriye alacağız,” dedim. “İlk gördüğümde ürkütücü olduğunu düşünmüştüm ama asıl içeride olursa ürkütücü hissettirir. Ve ürkütücü denince akla gelen ilk isim olduğun için bence bu senin imajına ait bir imza gibi olur.” Bana alayla bakınca omuz silktim. “Sağ ve sol duvarda büyük bir pençe izi için birkaç top duvar kâğıdı işimizi görecektir.” Tabletteki taslağı büyütüp, “Burada da üst kattaki locaların nasıl konumlandırılacağını gösterdim.” Kalemle birkaç çizik darbesi atıp taslağımı belirginleştirdim. “Burası ay ışığı vuruyormuş gibi parlarken üst kat daha kör bir ışıkla aydınlatılacak. Daha sakin ve insanların kendi köşelerine çekilebileceği bir ortam yaratmak da gerekiyor.”
“Rahatça sevişmeliler tabii.”
Gözlerimi devirirken, “İnsanların yan yanayken sadece sevişebileceğini düşünmen garip değil. Senden de başka şeyler düşünmen beklenemezdi,” diye homurdandım.
“Beni sevişirken görmüş gibi konuşuyorsun.”
“Görmedim, görmeyi de tercih edeceğimi sanmam.”
“Tüh,” dedi ama ona bakmadım. Büyük parmağını bar bankosunu çizdiğim kısma yaklaştırıp bankoyu işaret ederek, “Bu bir yılan mı?” diye sordu, sesi boğuk geliyordu ve bana yaklaştığı için kokusu içime dolmuştu.
“Evet, bir yılan. Bar bankosu camdan bir kutu gibi ve içinde bir yılanın olması ilgi çekici gelebilir.”
“Erotik ve ürkütücü bir görüntü olurdu ama bu tehlikeli olmaz mı?” diye sordu, nefesi saçlarımın arasından sızarak yanağıma aktı ve içimi yaktı.
“Kraliyet Pitonu besleyebiliriz. Her şey tamamlandığında onun yaşayabileceği rahat bir ortam hazırlayacağım ve rahat olup olmadığından emin olacağım. Onu istemeyeceği bir yere hapsetmek istemem. Hem bulunduğu ortama oranla büyüyor hem de haftada bir beslenmesi onun için yeterli oluyor. Her ne kadar yoğun bir mavi ışık kullanmayı düşünmesem de yılanın bulunacağı kısmın yüzeyini cam film ile kapatalım. Biz onu görebilsek bile o bizi tam görmemeli. Mavi ışık, daha doğrusu mavi renk onu rahatsız eder.”
Efken nefesi tenime akarken, “Çünkü mavi onlara ateş gibi görünür,” diye fısıldadı ve karanlık sesi tüm duyularımı harekete geçirdi. Gözlerim onun gözlerine tutunduğunda o gözlerin uçurumunun kenarında olduğumu hissettim. O gözler bir uçurumdu ve ben de kenarında duruyordum; uçurumun dibindense ateşler yükseliyordu.
“Evet,” dedim yavaşça. “Mavi onlara ateş gibi görünür.”
Tıpkı onun mavi gözlerinin bana ateşe bakıyormuşum hissini tattırdığı gibi…
Bana sataşıyor, bana Luxury hakkında sorular soruyor, aslında tüm bunları bana kızgın olmasına rağmen, ona düşman olduğunu düşündüğüm tuhaf şeyden bahsediyor olmama rağmen yapıyordu. Aptal değildim. Bana kızgınken bile kafamı dağıtmak için çabaladığını görebiliyordum. Kaba olduğu zamanlar böyle olduğu zamanlardan daha fazla olsa da bir iyilik yaparken bunu göstermeden, belli etmeden, hatta reddederek yapıyordu. Bu, onun üzerimdeki iyiliklerini daha da kutsallaştırıyordu.
Yüzüne dalıp gittiğimi fark ettiği an, “Beni izliyorsun,” dedi, yanaklarımın ısındığını hissettim. “Derin ve manalı bakıyorsun. Ama ağzından çıkan kelimelerle gözlerindeki bakışlar birbirine uymuyor. Beni yere yatırıp karnımı tekmelemek istiyor gibi konuşan güzel ağzının aksine, gözlerin beni çırılçıplak soyup koynuna çağırıyor.” Altımdaki bar taburesinin ahşap bacağını tutarak beni kendine doğru çekti ve yerde çıkan sürtünme sesi birkaç kişinin dönüp bize doğru bakmasına neden oldu. Yüzlerimiz birbirinin eksenine girdiğinde, “Ve açıkçası,” diye fısıldadı nefesini yüzüme bırakarak. “Bu durum hem kanımı kaynatıyor hem de canımı sıkıyor. Sanırım biraz da azdırıyor.”
“Bana kızgınsın,” dedim, bunu reddetmeden gözlerime bakmaya devam etti. “Ama kafamı dağıtmak için her şeyi yapıyorsun. Ağzını bir bıçak bile açmaz ama benim gözlerim o ağzı açabiliyor.”
“Bunun farkındasın demek?” Gözlerinde hem öfke hem de tutku titriyordu.
“Sana ondan bahsetmediğim için üzgünüm,” dedim içtenlikle, gözlerini kıstı, öfke gözlerinin içinde çığır açtı ama dudakları kırıcı kelimelerle süslenmedi. Sadece susup bana bakmaya devam etti. “Nasıl bir çaresizliğin ortasındayım bilemezsin. Seni daha fazla tehlikeye atmak istemiyorum.”
“Daha fazla mı? Tehlike mi? Sen birinin bana zarar vereceğini düşünebilecek kadar aptal değilsin. Yoksa öyle misin?” Gözlerini gözlerimden çekmeden heceleyerek konuştu. “Ben tehlikeye girmem, ben tehlikeye sokarım.”
“Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum Efken. Sadece… biliyorum, senden saklamam aptallıktı.” Ve ben hâlâ saklıyorum.
“Çünkü aptalsın,” diye fısıldadı zihnimin derinliklerinde yılandan saçlarını ören Medusa.
“Evet, en azından bunun aptallık olduğunu anlamışsın,” dedi ama sesi o an olduğu kadar öfkeli değildi, artık kendini tutabiliyor gibiydi. Viskisinin içinde kalan son birkaç yudumu tek seferde kafaya diktikten sonra kadehi tezgâha sertçe bırakıp tekrar bana baktı. “Şu yedi ceddini siktiğimin konusunu açmasan olmaz mıydı? Kendime böyle bir şey olmamış gibi davranmayı öğretmeye çalışıyorken çıkıp yine o sikiğin varlığını hatırlattın bana.”
Kendi kendine sövdüğünü bilse ne olurdu acaba? Tabletin ekranını kapatıp kalemi tabletin kenarına sabitledikten sonra, “Bu konuyu konuştukça sinirleneceksin,” dedim. “En iyisi şimdi asıl konuya odaklanmak.”
“Şu an konuyu değiştiriyorsun ama emin ol hiçbir şey o herifi bulup sikmeme engel olamayacak.” Bana ters bir bakış atıp boynunu çıtlattıktan sonra, “Mustafa’ya gidiyoruz,” dedi buz gibi bir sesle. İşte yine oradaydı, bir buz kütlesi olarak tam karşımda duruyordu.
Mustafa’nın Nigin ve benimle ilgili daha fazla şey bildiğinden emin olduğum için karşı çıkmadan oturduğum yerden kalktım. Göğsüme bir kitap gibi yasladığım tabletle bardan çıkarken ruh gibiydim. Ne düşünmem, ne hissetmem gerektiğini kestiremiyordum. Gözümün önüne vücudunda yarıkları olan o yaratığı, sırtında katlanmış vaziyette duran boynuzlu kanatları düşünüyordum. Bulanık bir zihinle cipin ön koltuğuna yerleşip tableti arka koltuğa bıraktım. Emniyet kemerimi bağlamam için uyarı veren ses bir an önce kesilsin diye emniyet kemerimi bağladım ve Efken arabayı o yalnızlığa mahkûm edilmiş sokaktan çıkarana kadar tek kelime etmedim.
Karların içinde siyah bir gölge gibi ilerleyen aracın içindeki sessizliği, sorduğu kısa, soğuk sorular kırıyordu. Bana o turuncu takım elbiseli adamla ilgili daha fazla ayrıntı soruyordu. Görüntüsüyle ilgili bilgiler veriyordum, kısıtlı sürede bana karşı olan davranışlarından bahsediyordum. Verdiğim her ayrıntıda sessizliği daha da artıyor, kafasında adama bir şekil kazandırmaya çalışıyordu. Bir ucunun karlar, bir ucununsa hiç kış görmemiş gibi bahar altında olan ormanların arasındaki yolun sonu bizi Mustafa Baba’nın geniş arazideki kulübesine çıkardı.
“Mustafa Baba’ya şu garip heriften bahsetme,” dedi, “sadece dövmeyi ve şu gelip giden silik anıları soracağız, tamam mı?”
“Neden?”
Bana ters ters baktı. “Çünkü gerçekten bir düşmanın olup olmadığından hâlâ emin değiliz. Bu sadece bir ihtimal. İhtimallerden değil, doğrudan yaşananlardan konuşmak daha mantıklı. Sen olayların sıralamasını yanlış yapıyorsun ve bu da kafanı daha fazla allak bullak ediyor. Sonunda aklını yitirmeni istemiyorum.”
“Şu ana dek yitirmediysem, daha da yitirmem sanırım,” diye mırıldanarak Mustafa Baba’nın evine doğru baktım. Evin hemen önünde bir kütük ikiye yarılmıştı, ortasında balta duruyordu, odunları yeni kesmiş olmalıydı çünkü kar ile karışık yağan yağmur biz yoldayken hafiflemiş, on on beş dakika öncesinde de tamamen kesilmişti, kütük ise oldukça kuru görünüyordu.
Yaşlı adam bizi hissetmiş gibi ahşap verandasına çıkınca nefesimi tutarak Efken’e doğru baktım. Efken bana değil, ön camdan dışarıya, Mustafa Baba’ya bakıyordu. Mustafa Baba’nın dövmeleri görünce vereceği tepkileri düşününce korkuyla atan kalbim tekledi. Bir yanım zaten Nigin olduğumuzdan haberdar olduğunu söylüyordu, yani şimdi Nigin olduğumuzu söylemezdi sanırım, söyleyecek olsaydı en başında Efken’e her şeyi anlatmaz mıydı? Öte yandan Mar konusu ile ilgili de çok fazla bilgi vereceğine dair inancım yoktu. Yine de sapaya dönmeden önceki son duraktan alabileceğim her şeyi almakta fayda vardı.
Efken araçtan benden önce indi. Karlara batıp çıkarak benden uzaklaştığı ânı ön cama diktiğim gözlerimde salınan bir boşlukla izledim. O, içinde kaybolduğum sokaklara benziyordu. Öte yandan evimdeymişim gibi de hissettiriyordu. Bir süredir evimden öyle çok uzaktaydım ki, sokaklar ve evler aynı yerlermiş gibi geliyor, aralarındaki ayrım zihnimden silinerek kayboluyordu.
Efken verandanın önünde durduğunda Mustafa Baba başını omzuna yatırıp gülümseyerek bir şeyler söyledi. Sakalları daha uzun duruyor, uzun bedeni yaşına uymayacak şekilde atletik görünüyordu. Sonunda arabanın kapısını açıp kendimi karlı araziye bıraktım ve onlara doğru yürümeye başladım. İkisinin de gözlerinin bana çevrildiğini hissettiğim anda artık ben de onları tüm dikkatimle izliyordum.
Verandanın önünde, Efken’in hemen yanında durduğumda Mustafa Baba, “Hoş geldin Mahinev,” dedi dostça bir gülümsemeyle. “Gözlerim yollardaydı, geleceğinizden emindim.”
Bu cümle bende derin bir huzursuzluğa yol açtı, Efken ise benim aksime gerçekten ifadesiz görünüyordu. “Sana soracaklarım var,” dedi ifadesizliğine bir de buz gibi sesini katıp ortamı kutuplara çevirerek.
“Biliyorum evlat.” Mustafa Baba ellerini korkuluktan çekip parmaklarına bulaşan karları büyük avuç içlerini birbirine çarparak silkeledikten sonra başıyla evini işaret etti. “Ama önce içeri gelin de size sıcak şarap ikram edeyim. Virginia gül şarabı yapmış, bana da getirmişti. Virginia’yı hatırlıyorsun, değil mi Efken? Kambur, tıknaz bir kadın. Düş Çıkmazı Ormanı’nda yaşıyordu. Eşini kaybettikten sonra geçimini şarap yaparak sağlamaya başladı. Belki şarabın tadını seversin ve ondan biraz şarap satın alırsın. İnan maddi yönden çok büyük bir iyilik yapmış olursun ona evlat. Hadi içeri girin, sulusepken neredeyse başlayacak.” Havaya doğru baktı. “Karla karışık yağmur mevsimi erken geldi.”
Efken omzunun üzerinden bana baktı ve sonra çenesiyle geçmemi işaret ederek beni merdivenlere yönlendirdi. Hatıralarımda son derece canlı kalan kulübede bazı değişiklikler yapılmıştı. Şöminenin önündeki sallanan koltuk daha yeni duruyor, içerisi deterjan gibi kokuyordu, anladığım kadarıyla temizlenmişti. Tavandaki kalın kirişlerden birkaçına farklı renkteki tahtalarla yama yapılmıştı, bu yamalar sağlamlığı arttırmak için yapılmış olmalıydı. Mustafa Baba, boncuklu iplerin perde görevi gördüğü bir odaya doğru gitti ve yanan taze ateşin önünde durup onu beklemeye başladık. Ateşin içinde yanan odunların çığlığı anımsatan sesi ahşap duvarlara izler bırakıyordu. Boncuklar şangırdayınca Mustafa Baba’nın geldiğini anlayıp ona doğru döndüm. Efken ateşi izlemeye devam ediyordu.
Mustafa Baba elinde tuttuğu iki bakır bardakla bize doğru yaklaştı ve içi ağzına kadar gül şarabıyla dolu bardakları bize uzatırken, “Virginia bu işi cidden biliyor çocuklar,” dedi.
Bakır bardağı iki avucumun içine aldım, bardak ılıktı, şaraptan bir yudum aldığımdaysa şarabın gerçekten sıcak olduğunu fark ettim. Mayhoş tadı dilimin ucunu uyuştursa da çok hoşuma gitmişti. Gözlerim yaşlı adamdan ayrılmadı, sağ gözünden sakallarına doğru inen üç pençe izini anımsatan belirgin ize uzun uzun baktım ve Efken’in konuşmasını bekledim. Eğer ben konuşmaya başlarsam yaşlı adam ile aramızda soğuk bir savaş çıkacaktı.
Efken bardaktaki şaraptan bir yudum alıp, “Söylememe gerek bile yok, o uyanık yaşlı gözlerin çoktan dövmeleri görüp inceledi bile,” dedi. “Bir fikrin var mı ihtiyar?”
Mustafa Baba sinir bozucu ama şefkatli bir gülümsemeyle, “Benim gözlerimden bile keskin gözlerin olduğunu unutmuşum,” dedi. “Her hareketimi zihnine mıhlıyorsun, değil mi? Rahatla, ben senin düşmanın değilim, asla da olmam. Herkesi incelediğin gibi beni de incelemene gerek yok.”
“Ama sen beni inceleyebilirsin, öyle mi? Gerçi haklısın. Sen benim düşmanım olmayabilirsin ama ben herkesi düşmanı olarak görebilecek biriyim.” Efken’in boş bakışları yaşlı adamın yüzünde bir süre bekledi, dudakları tekrar şarap bardağıyla buluştu ve adamdan gelecek cevabı pek de umursamıyor gibi kaşlarını kaldırdı.
“Bu saldırgan tavırların bir an olsun kaybolmayacak, öyle değil mi?” Adam başını iki yana sallayarak gülüp bana doğru döndü. “Görüyorsun işte, o hep böyledir. Buna rağmen onunla yakınlaştın, öyle mi?”
Efken, “Ne saçmalıyorsun?” diye hırladı. “Düzgün konuş onunla.”
“Dur bakalım delikanlı,” dedi yaşlı adam bir elini hafifçe havaya kaldırarak. “Suçlayıcı bir cümle kurmadım. Dövmelerinizin nedenini açıklamak için başlattığım konuşmanın ilk cümlesiydi bu.” Kalbim tekledi. Söyleyecekti. Onunla Nigin olduğumuzu söyleyecek, Efken sözünü tutmak pahasına canını önüme serecekti. Korku yüzüme öyle hızlı bir şekilde yayıldı ki Efken’in bile bunu görebildiğini hissettim ama muhtemelen o, bu korkuyu farklı şekilde yorumlayacaktı.
“Açıkla o zaman,” dedi Efken sertçe.
“Karşında senden yaşça büyük bir adam var, insanlığının düğmesine basarak konuş ve hayvanı kapının dışında bıraktığına emin ol,” diyerek ona doğru bir rüzgâr gibi eserek döndüm. “Açıklayacak işte. Neden herkese karşı böyle asıp kesme içgüdüsüyle dolusun? Salak mısın?”
“Salak mısın mı?” Efken hırıltılı bir nefes alarak bana baktı. “Anlamadım?”
“Salak mısın?” diye tekrarladım daha sert bir sesle. “Ona işi düşüp kapısına gelen sensin. İnsanlarla konuşurken böyle sinir bozucu bir üslup takınmaktan vazgeç. Çok itici ya.”
“Benimle düzgün konuşsan iyi edersin,” derken üzerime doğru bir adım atmıştı.
Mustafa Baba bir anda, “Efken,” dedi boğuk gelen öfkeli bir sesle. “O adımın ikincisini atarsan, üçüncüyü atabileceğin bir bacağın olmaz evlat.”
“Hadi ya? Ne zamandan beri onu koruyorsun?” Efken’in bakışları bu defa Mustafa Baba’daydı. “Birbirinizi savunmanız göz yaşartıcı. Şu durumu açıklığa kavuşturacak mısın? Açıklamak yerine direteceksen söyle de boşuna vakit harcamayayım.”
Vakit intikam vaktiydi, tıpkı bir zamanlar bana yaptığı gibi ona, “Alık mısın?” diye sordum boş bir sesle. “Açıklayacağını söyledi işte.”
“Bir kez daha bana hakaret edecek olursan, sana dünya kaç bucakmış göstermekten büyük bir zevk duyacağım,” dedi Efken ölüm sakinliğiyle. “Sana karşı bu kadar anlayışlıysam sebebi biraz da kolay şeyler yaşamadığından. Emin ol. Ama benim sabrımı sınayıp durma Medusa.” Gözleri sert bir manevrayla Mustafa Baba’ya saplandı. “Şimdi bana tüm olup biteni açıkla yoksa bir daha asla buraya gelmem.”
Mustafa Baba derin bir nefes alıp arkamızda gelen yeni çakılmış döşeği işaret etti. “Geçip oturun, şaraplarınızı soğutmadan için ve beni dinleyin.”
Divanın bir ucuna ben, bir ucuna o oturdu ve aramızda soğuk bir rüzgâr eserken korkuyla irileşmiş gözlerimi yaşlı adama çevirdim. Korkumu hissetmiş gibi bıyık altından gülümsedikten sonra, “Asreman zamanı aranızda tensel bir yakınlaşma mı oldu?” diye sordu. “Olmuş olmalı.”
Yanaklarımın içini ısırdım. Utançtan karnıma kramplar saplanıyor, korkudan gözlerim dolacak gibi hissediyordum. Efken sonunda, “İleri seviye hiçbir şey yaşanmadı,” dedi net bir sesle. “Yaşansa da ikimizin arasında ve kimseyi ilgilendirmez.” Beni rahatlatmak ister gibi kurduğu cümlelerin beni daha da utandırması yüzünden şarap bardağını yere bırakıp ellerimi karnıma bastırdım ve gözlerimi ateşe diktim. Şu an ölsem daha iyiydi. Yaşlı adama bir şeyleri açıklamaya çalıştıkça utancım daha da artıyordu. “Yani onu sadece öptüm.”
“Asreman büyük bir doğa olayıydı. Eşine en son onlarca yüzyıl önce rastlanılmıştır. Bu büyük olayın etkisi olduğuna eminim. Asreman zamanlarında etkileşime giren her canlıda izler kaldığı, bir şeyler olduğu gözlemlenirmiş.” Bir an afallayarak Mustafa Baba’ya baktım. Gerçekten bununla ilgili olabilir miydi? İbrahim ve Crystal’in söylediklerini bir kenara iterek düşünmeye çalıştığım sırada bir an için bu çok mantıklı geldi ve bunun böyle olması için içten içe dua etmeye başladım. Ama bir yanım gerçeği en saf hâliyle biliyordu. Ve yine bir yanım, bu gerçeği Mustafa Baba’nın da bildiğine emindi.
“Yani bu dövme tamamen doğa olayıyla ilgiliydi diyorsun, öyle mi?” Efken tek kaşını kaldırdı. “Yani o an orada olduğumuz için, o an onu orada öpt-”
“Lütfen şunu söyleyip durma,” diye inledim.
“Evet evet,” dedi Mustafa Baba elini kaldırıp gülerek. “Ayrıntı vermeye gerek yok Karaduman. Gerçekten…”
“Yani başka bir anlamı yok,” dedi Efken sakince. “Sadece doğa olayıyla ilgili bir şey. Öylesine bir şey.”
“Büyük ihtimalle. Çünkü zamanında bu tarz vakalar kayıtlara geçmiş.” Mustafa Baba bana baktı, bakışları kısa süreliğine de olsa içimde bir yere dokundu.
Efken sanki bu cevaptan hiç hoşlanmamış gibi konuyu değiştirme ihtiyacıyla, “Marlar hakkında ne biliyorsun?” diye sordu.
“Sıradaki sorunun bu olacağını biliyordum.” Yaşlı adam yanan ateşe doğru dönüp bizi sırtıyla baş başa bıraktı. Büyük ellerini arkaya atıp birleştirdi ve düşünceli bir şekilde ateşin önüne yöneldi. “Esasen, kızı ilk gördüğüm anda onun bir soylu olduğuna emindim. Kimse, hiç kimse ait olmadığı bir yere ortada hiçbir sebep yokken gelmez.”
“Bana neden söylemedin?” Efken bu kez yargılayıcı konuşmuyordu, soruları bile daha çok içine girdiği çıkmazdan çıkmak istediğini gösterir cinstendi.
“Çünkü evlat, sen bu dünyadaki gerçeklerle o kadar meşguldün ki gerçek olamayacağına ihtimal verdiğin her şeye kapıların kapalıydı. Ve bu kız, senin dünyan için gerçek olamayacak bir hadiseydi.” Yaşlı adam, ateşin içinde her ne görüyorsa derin bir nefes aldı. “Şimdi gerçek olamayacağını sandığın her şeyin nasıl birer birer gerçeğe dönüşebileceğini anlıyor musun?”
Bir an için sessizliğin koynuna yayılan mavi gözlerinin yerdeki bir boşluğa takılıp kalışına şahitlik ettim. Bir an sonra ise, “Bildiklerini anlatacak mısın?” diye sordu, sesindeki katil surların arkasında gizleniyordu, meraklı çocuk ise duvarları aşıp ortaya çıkmıştı.
“Sana tüm bunları anlattığımda inanacak mısın?” Mustafa Baba’nın bu sorusu, Efken’in uçurum mavisi gözlerini kaldırıp onun sırtına bakmasına neden oldu.
“İnan bana babalık,” derken sesi durgundu, “masalların bile boyunu aşacak türden şeyler gördükten sonra, diğer tüm ihtimallere inanmak ile aramda sadece bir adım kaldı.”
“Sizle paylaşamadığım için her geçen gün bir önceki günden daha yaşlı atmasına izin verdiğim kalbimi ağrıtan gerçekler var,” dedi Mustafa Baba ateşin içinde yanıp küle dönen, sonrasındaysa usulca kaybolan anılarını izliyormuş gibi iç çekerek. “Ama Kan Yemini beni durduruyor çocuklarım.”
Kalbimin atışları göğsümün altında bir deprem yaratmaya başladı.
Kan Yemini’ni biliyordu. Kim olduğumu, kim olduğumuzu, Efken ile geçmişe dayanan hikâyemizi biliyordu.
Efken, bu iki kelime ona çok büyük bir şeyi çağrıştırıyormuş gibi, “Kan Yemini?” dedi. Sesinin tınısında meraktan fazlası vardı. Sesinin tınısında kurcalanan bir hafıza vardı ve o hafızanın duvarlarından anılar kavlayarak dökülüyordu.
“Asreman bu ize neden oldu,” dedi Mustafa Baba konuyu burada kapatmak istiyor gibi. “Olup bitenlere anlamı da Kan Yemini bozulduğunda vereceksiniz. Şimdi her şey yaşanması gerektiği gibi yaşanıyor. İlerlemesi gerektiği şekilde ilerleyen döngüyü bozmak benim ya da bir başkasının elinde değil.” Sır gibi konuştuğu için Efken’in boynunun öfkeyle kabardığını görebiliyordum. “Efken, kabul ettin mi etmedin mi bilmiyorum ama anladığını görüyorum. Bir şeyler her zamanki gibi değil. Belki de hiçbir zaman öyle değildi. İçinde olduğumuz dünyada hiçbir şey düşündüğünüz gibi ilerlemiyor. Evrenin çok karanlık ve bilinmeyen sırları tarafından kuşatıldık ve her gün bir yenisini öğreneceğiz. Ben bile hâlâ öğrenmeye devam ediyorum.”
“Biliyorsun ama söylemiyorsun,” dedi Efken, sesinde etrafı çatlaklarından kan sızan bir öfke vardı. “Bana Kan Yemini’nin ne olduğunu açıkla.”
“Zihnine sızan hatıralardan haberim var,” dedi Mustafa Baba net bir sesle. “O vizyonları boşa görmüyorsun. Sana cevabı verecek olan sensin. Ben bu yemini bozan kişi olursam, hepinizin hafızasının yıkımına neden olan kişi de olmak zorunda kalırım. Hafızalarınız sizin korunması gereken kaleleriniz. Üzgünüm evlat, bilmeceyi siz çözmelisiniz.”
“Hafızanın parçalanması ne demek?” diye kükredi Efken oturduğu yerden hışımla kalkarak. “Bir şeyi söyleyip açıklama yapmadan konuyu havada bırakarak sadece kafa sikiyorsun şu an. Bana hiçbir şey anlatamıyorsan bile Kan Yemini zırvalamasını açıklamak zorundasın!” Öfkeden gözü dönmüş gibiydi, elindeki şarapla dolu bardağı yere fırlatınca gül rengi şarap ahşap zemine rengi suyla açılmış kan gibi yayıldı. Mustafa Baba, gördüğü öfke patlamasına rağmen sakin gözlerle Efken’i izliyor, tepki dahi vermiyordu. “Bana bir cevap ver. Peşimde bir sürü sikik herif var, Semih denen yavşak mekânımı kundakladı, bir sonraki adımımda kanla yıkanmış bir arazide cesetlerin üzerine basarak yürümeme çok az kaldı ve bir de şimdi bunlar…” Sustu, burun delikleri genişledi. “Bana Kan Yemini’nin ne olduğunu söyle.”
Mustafa Baba derin bir iç çekip boncuktan perdelerin arasından geçerek gözden kayboldu. Efken başını iki yana sallayıp öfke dolu gözlerle omzunun üzerinden yanan ateşe bakarken burun delikleri aldığı nefeslerle genişlemeye devam ediyordu. Mustafa Baba yeniden boncukların arasından çıktığında elinde bir şarap testisi tutuyordu, yerdeki bardağı işaret ederek, “Evlat,” dedi, “onu yerden al ve oturup sakinleş. Kan Yemini’nin ne olduğunu açıklayacağım.”
Efken bunu reddeder gibi baksa da “Efken hadi,” diye direttiğimde gerilen vücudunu bana doğru çevirdi, daha sonra bir şey demeden yerdeki bardağı alarak tekrar divanın diğer ucuna oturdu. Mustafa Baba, testideki şarabı Efken’in elindeki bardağa doldururken Efken’e bakıyordu. “Yeterli,” dedi Efken sertçe.
Mustafa Baba cevap vermeden geri çekilip testiyi ateşin önüne bıraktı, ardından sallanan sandalyesinin yönünü bize doğru çevirip sandalyesine oturdu ve uzun bedeni sandalyenin üzerinde öne arkaya sallanırken, “Kan Yemini bir soy mühürleme yeminidir,” dedi. “Bu yemini eden soy, birbirine sadık kalmak için bağlanıyor. Genelde büyük savaşların sonunda yeniden doğuma inanılır, savaşçılar öldüklerinde yeniden gelirler bu dünyaya ve Kan Yemini edilmişse, birbirlerine bağlı olurlar, birbirlerini yeniden bulurlar. Kan Yemini, savaşçılar arasındaki sadakat geliştikçe, taraflar birbirini sevip inandıkça anıları dışarı sızdırır. Sonunda eğer gerçek bir savaşçıysan ve sadıksan, Kan Yemini devre dışı kalır, anılar yerli yerine koyulur, ister yeniden savaşı başlatırsın istersen başlatmazsın ama artık kim olduğunu bilerek yaşarsın.” Burnundan içeri çektiği sesli nefesi uzun süre geri bırakmadan bekledi. “Ve anılar açığa çıkana kadar, kendi hatırladıklarını hatıralarında seninle olan insana sen söyleyecek olursan, onun zihnini parçalamış olursun. Hafıza bir duvar gibi dökülür, sonunda zihin o hafızadan düşen büyük parçaların altında kalır ve geçmiş o insan için kaybolur.”
“Soy?” dedi Efken sorar gibi ama yaşlı adamın anlattıkları kafasında oturmayan taşları yerine vura vura, zorla oturtuyor gibiydi. Dışarıda aniden bastırarak yağmaya başlayan yağmurun, rüzgâra tutunarak savrulduğunu duydum ve ahşap duvarların oyuğunu örten pencereleri kırmak istiyor gibi camlara çarptığını gördüm. Efken’in sorusu bir süre havada asılı kaldı. Yaşlı adam bize olup bitenleri anlatırken bile umutsuzluk göğsümün kalbimi taşıması gereken kemiğinin içine yerleşiyor ve kalbim yerine içimde atmaya başlıyordu.
“Bu da Kan Yemini’nin kurallarını çiğnemek. Sana bunları ben anlatırsam doğacak kötü sonuçları tahmin bile edemezsin. Yarattığın enkazın içinde yaşamaya alışmış olabilirsin Efken ama henüz bir başkasının yarattığı enkazın tadı nasıl bilmiyorsun.”
“Bilmiyor muyum?” Efken yamuk bir gülümsemeyle yaşlı adama baktı. “Bir yatağın altındaydım. Babamın bedeni yere devrildiğinde ve açık gözleri yatağın altındaki bana dikildiğinde. Bilmiyorum öyle mi? Ben bir başkasının yarattığı enkazın içinden kendi enkazlarımı var etmeyi öğrenerek çıktım.”
Birden hızla düşmüşüm, düştüğüm yerdeki karanlığa alışamadan duvarları bulmak ister gibi karanlığın içinde bir yerlerimi kırarak ilerlemeye başlamışım gibi hissettim. Parmaklarıma duvarların nemi bulaştığında artık karanlıktaydım ama duvarı bulduğum için güvende hissediyordum. Oysa ışık yokken bazı nemleri gözyaşı sanabilirdik ama gözümüz karanlığa alıştığında onun gözyaşı değil, kan olduğunu bilirdik. Gözüm birdenbire karanlığa alıştı. Efken’e çevrilen eksikliğin ninnisiyle uğuldayan bakışlarım Efken tarafından reddedildi, görmezden gelindi.
“Söylemek istediğim bu değildi.” Yaşlı adam duydukları tarafından derin bir yara almış gibi başını önüne eğdi. “Söylemeye çalıştığımın bu olmadığını biliyorsun.”
“Kan Yemini,” dedi Efken konuyu değiştirmeyi seçerek. “Parçalanan hafızalar. Yani ben de bu kaosun bir parçasıyım, öyle mi?”
“Sen her zaman kaosun yaratıcısıydın, bunu çok da yadırgayacağını düşünmüyordum.”
“Yanlış. Ben yıkımın yaratıcısıyım. Ben kaos çıkarmam, yıkıp geçerim.”
“Yıkıp geçmen değil, sadece durup kabullenmen gerekir bazen.” Bu kelimeler dudaklarımdan öylece döküldüğünde, yaşlı adamın ve Efken’in gözlerinin üzerime çevrildiğini hissettim. Çaresizlik, paslı bir makas gibi göbek bağımı hayattan keserek beni ya kaybolacağım ya da sahibi olacağım karanlığa doğru savrulmaya terk etmişti. Omzumun üzerinden mavi gözlerin sahibine baktığımda yağmur hızlandı. “Efken, bir kez olsun durup kabul et ve gelen şeyin ne olduğunu anlamaya çalış. Kan Yemini söylendiği gibi bir şeyse, belki de durup beklememiz gerek.”
Efken bir süre sustuktan sonra birden, “Kızın Mar olduğunu biliyordun, değil mi?” diye sordu yaşlı adama, yaşlı adamın yüzüne hızla yayılan beyazlığın nedeni bu soruydu, biliyordum. Nefesimi tutarak ona baktım. Bildiğine emindim, ben bilmiyorken bile biliyordu, beni ilk gördüğünde de biliyordu. Sanki beni tanıyor, hiç görmemiş olsa bile geleceğimi biliyordu.
“Evet. Ama bunu sana söylesem bile bana inanmazdın. Çok realist birisin Efken, elinde tarot kartları varken ve onları kararken bile realistsin, kartlar sana bilmemen gerektiğinden fazlasını söylediğinde bile realistsin. Gözünle gördüğüne bile inanmıyorken, birden karşında belirmiş bir kızın melez olduğuna nasıl inanırdın? Dayatılmış gerçeklere bağlı yaşıyorsun. Peki ya hiç söylenmemiş gerçekler? Onları daha ne kadar görmezden geleceksin Efken Karaduman?”
“Sana inanmayıp deli olduğunu söylesem bile en azından bana doğruyu söylemiş olurdun.”
“Bak, işte sen hep böylesin. İnanmadığın zamanlarda bile gerçekleri istiyorsun. Sen inanmadığın zaman o gerçeğin ne önemi kalacak? Bencilsin çocuğum.” Mustafa Baba derin bir nefes aldı. “Oldukça uyanık bir adam olmana rağmen neden sence bazı şeyleri hâlâ idrak edemiyorsun, hiç düşündün mü?”
“Lafı dolandırarak soru soracağına keşke doğrudan sorsan baba,” dedi Efken her bir kelimenin, özellikle de baba kelimesinin üzerine bastırarak.
“Her şey parça parça gelecek. Sen bütünü yakalayana kadar. Zekisin ama anlayamayacaksın. En karanlıkta olan parçayı bile ışık olmadan görürsün ama bunu göremeyeceksin. Çünkü Kan Yemini sizin zihninizde bir elek olarak duruyor. Alması gerekeni içeri alıyor, alamayacağı şeyleri dışarı bırakıyor. Sana verdiğim, senin gördüğün birçok ayrıntı gerçeği keşfetmeni yarayacak şeyler ama elek öyle güzel süzüyor ki, senin gibi zeki bir adam bile sonuca gidemeden tıkanıyor.” Efken sanki başı zonkluyormuş gibi parmaklarını şakağına götürünce yaşlı adam genişçe gülümsedi. “Demiştim.” Ama bende hiçbir değişiklik yoktu. Olmayacak mıydı? Bana bakmadı, sadece gülümseyerek Efken’e bakıyor, gülümsemesi Efken’eymiş gibi görünse de sanki beni cevaplandırıyordu.
“Bu siktiğimin şeyi ne zaman geçecek?” Efken parmakları şakağındayken konuştu. “Melez ne demek? Benimle ne ilgisi var?” Derin nefesler alarak yaşlı adama baktı. “Zihnimdeki elek mi süzgeç mi her ne boksa, o şeyi parçalayarak sökmemi istemiyorsa, umarım zihnimi rahat bırakır.”
Melez… Ben bir melezdim. İnsanı var eden toprak aynı zamanda yılanı doyuran topraktı. Ben kendi kuyruğunu yiyen bir Ouroboros gibiydim.
Kalp atışlarım hızlandı, nefesim körük gibi içimi yakarak harlarken sakinliğimi korumaya çalıştım ama parmak uçlarım sırılsıklam olmuştu.
Efken, “Hiçbir cevap alamadan dönüyoruz,” dedi imalı ve sert bir sesle.
“Aslında birçok şey öğrendin.”
“Bu konuyu şimdilik uzatmayacağım babalık.”
“Uzatmamak senin lehine olur. Parçalanmış anılar hiçbir işine yaramaz Efken.”
Efken’in bu konuyu ciddiye almasını beklemiyordum ama aldı. Sanki sahip çıkmak istediği bir geçmişi, hatta sahip çıkmak istediği birisi vardı ve bunu korumak irdelememekten geçiyorsa, Efken bu konuyu irdelemeyecekti. Bakışları çok kısa bir anlığına yüzüme dokundu, gözleri gözlerimde gördüğü ifadelerden birine takılıp kalmış gibiydi. Yüzümde her ne gördüyse bakışları o gördüğü şeyin içine mıhlandı ama çok uzun sürmedi. Hisleri oraya bıraktı ve gitti.
“Mar konusunda araştırmalar yaptım ama hep aynı verilere ulaştım,” dedi gözlerini benden ustura gibi sıyırıp Mustafa Baba’ya çevirerek. “Bilmemiz gereken başka bir şey var mı?”
“Nigin Bağı ile ilgili hiçbir şey sormadın,” dedi yaşlı adam, gözlerinin kenarlarını kırıştıran gülümsemesi yeniden dudaklarındaydı. Efken’in bakışlarına salınan karanlığın büyük bir hızla tüm duyguları tuzla buz edişini izledim. Gitgide bana daha da çok yaklaşan karanlığın ruhumu titrettiğini hissediyordum.
“Çünkü o gün o bağdan bahsettin ve bitti, başka soracak bir şeyim kalmadı,” dedi Efken dişlerinin arasından. “Senin de irdelemen gereken bir şey kalmadı.”
“Öfkelisin.”
“Sadece gidiyorum, tamam mı?” Efken pantolonunun cebinden telefonunu çıkarıp kulübeden çıktı ve camın önünden geçip gidişini izledim. Bir diğer camdan da verandanın korkuluklarının önünde durduğu görünüyordu. Bir elini verandanın korkuluğuna yaslamış, diğer elinde telefonu tutuyor, birinin telefonu açmasını bekliyor gibi görünüyordu. Gergin sırtını izlediğim sırada beni izleyen bir başkasına ait gözlerin de farkındaydım ama bakışlarına karşılık veremedim.
“Sen daha hızlı hatırlıyorsun ve elek senin fark etmeni engellemekte zorlanıyor,” dedi Mustafa Baba, sesi düşünceler deryasında kaybolmuş gibiydi. Anlamlar bana daha da yaklaşıyor gibi hissediyordum. Bir elek vardı ve hatırlamadan kavramamızı engelliyordu, ben hızla hatırlıyordum ve hatırlamadan da bazen sonuçlara gidebiliyordum. Mustafa Baba sallanan sandalyesini durdurup üzerinden kalktı ve “Ona Nigin olduğunuzu söylememişsin,” dedi, kalbimin atışları göğsümün içini yırtmak isteyen bir kaplana ait pençeler gibi keskinleştiğinde yaşlı adamın gözlerinin içine bakakaldım. Gülümsemesi derinleşti. “Hisleri çok kuvvetli bir kızsın ve doğru kararlar veriyorsun. Seni ilk gördüğümde aklının bir karış havada olma ihtimalinden korkmuştum açıkçası. Ama sen gerçekten his ve akıl sahibi bir kızsın.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Doğru yaptığımı mı ima ediyorsun?”
“Doğru yaptığını düşünmesem dövmelerinizin var oluş nedenini ona doğrudan söylerdim.”
Bakışlarımı yaşlı adamdan çekmeden, “Neden?” diye sordum. “Eğer ona söylersem ne olur?”
“Her sözü bir yemindir.” Bu cümle onu altına alan ağır bir cümleydi. “Belki anlık olarak tutku sarhoşu olur ve kendini düşünür, bilirsin, o bencil biri. Ama sandığın kadar bencil değil. Sarhoşluğu dindiğinde senin için kendini ortaya koyup infaz edecek, ettirebilecek türden bir adam o. Verdiği bir sözü tutamamaktansa bileklerini birbirine yaslar ve ecelin ona vuracağı kelepçenin demirindeki soğukluğu hissetmeyi bekler.”
“Ölümün soğukluğunu hissetmeyi bekler,” diye düzeltti yılandan saçların sahibi tırnaklarını zihnimin duvarlarına geçirmekten vazgeçerek.
“Çözmemiz gereken bir geçmiş varken kendine zarar vermez,” dedim korkuyla, aslında bir şekilde kendimi kandırmak istiyordum, onun bu yemini yerine getirebilmesi için kendini ortaya koymayacağından emin olmak istiyordum. Mustafa Baba dışarıdaki rüzgâr kulübenin içini dolduruyormuş gibi hissettiren uğultulu bir sessizliğin akabinde başını iki yana salladı.
“Çözüldüğünde ne olacak peki?” diye sordu. “Kim olduğunuzu fark ettiğinizde, savaşçı olup olmama seçiminin hemen ardından ne olacak? Seni öylece bir savaşın ortasına bırakır mıydı?”
“Savaş?”
“Senin zarar görmenden korkuyor, kör değilsen bunun farkındasındır zaten.” Bakışları omzumun üzerinden cama doğru aktı ve Efken’i izledi. “Şu an bile senin güvenliğini arttırmak için telefon görüşmesi yapıyor. Bir savaşçı olmayı kabul edersen, o savaşı kabul edersen, o büyük savaştan önceki savaşlara da meydan okumak zorunda kalacaksın. Sence buna göz yumar mı? Yoksa seni kurtarmak için doğrudan gidiş biletini kesmeyi mi seçer?”
Korku, camın açılmasıyla beraber bir odayı hızla kaplayan soğuk gibi içimi kapladı. Sanki sorduğu soruyla elini göğsümün camının koluna uzatmış, kolu indirmiş ve içeriyi buza çevirecek olan pencereyi açmıştı. Gözlerim yara izine dikilmiş bir hâlde donakaldım ve hislerin beni terk edeceği ânı bekledim. Babamın gülümseyişini düşündüm, annemin saçlarını omzunun üzerine atarken tek kaşını kaldırarak babama bakışını, ikizlerin birbirlerine omuz atışını, Mahzar’ın beni takip eden kızıl-kahve gözlerini. Onlara gidişim ona gelişimi yakmaktan mı geçiyordu?
“Yaren için yaşar.”
“Yaren için yaşadı, bu doğru ama Efken’in seçimi hiçbir zaman yaşamak olmamıştı.” Bu cümle kalbime bir yumruk yememe neden oldu ama yüzüm çektiğim acıyı buzdan bir ifadenin arkasındaki derinliklere gömdü. “Yaren için müthiş bir gelecek inşa etti. Her kıtada adına açılmış onlarca banka hesabı var, hepsi ağzına kadar parayla dolu, her kıtada onun için mülk edindi, iş imkânları sağladı. Ne kadar aksi gibi görünse de İbrahim’in de onun için hep olacağını biliyor. Yaren için uzun zamandır planladığı her projeyi hayata geçirdi. Hepsini. Sanki intiharının altına atılmış bir imza gibi, değil mi? Kendi intiharının. Efken yaşamın içinden geçerken ölümü koynunda taşıdı. Hep öyleydi. Şimdi koruyacak yeni bir mücevheri var. Yaren için gelecek hazırlayan adam, seni kurtarmak için kendinden geçmez mi sanıyorsun?”
“Geçmez,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Anlamıyorsun. Geçmemeli.”
“Nigin olduğunuzu ona söyleyen sen olma,” dedi. “Bu onun intiharının altına senin de imza atman demek olacak.”
“Ona yalan söylüyor gibi hissediyorum.”
“Sadece gerçeği söylemiyorsun. Her şeyi tamamen hatırladığında zaten Nigin olduğunuzu bilmeyecek mi sanıyorsun? Belki her şeyi öğrendiğinde sen çoktan bir savaşçıya dönüşmüş olursun Mahinev. Ona bu hayatı bağışla.”
Ona bu hayatı bağışla…
O an, belki yaşlı adam için hiçbir şey ifade etmeyen bir damla gözyaşı yavaşça göz çukurumdan düşüp yanağıma kaydığında, bu cümlenin hayatımı derinden etkileyip sarsarak köklerimin bambaşka noktalara uzanmaya başlamasına neden olacağını bilmiyordum.
Anılar birden değil, yavaşça geldi ama tüm kapıları çarptıklarını hissettim. Misafir gibi girdikleri o evin içinde savaş çıkaran düşmanlara dönüştüler. Ellerinde ne varsa duvarlara fırlattılar, zihnimi yağmaladılar ve en büyük hasarları gerilerinde bırakarak sonunda duruldular.
Gözümden akan yaş tam çenemde durduğunda, çenesinin altına kadar uzanan siyah saçlarını hatırladım.
Yağmurun ıslattığı saçları bir kamçı gibi savrularak suyun içinden geçip yağmurun gözyaşlarını ikiye böldü ve mavi gözleri bana çevrildi. Elinde tuttuğu kurşunla kaplı gümüş kılıcı kaldırdı, kılıcı tutan kolunu geriye atıp dirseğini arkaya doğru çıkardı ve çenesinden birkaç yağmur damlası gözlerinden de aktığına emin olduğum gözyaşlarına karışarak yere damladı. Siyah zırhının içindeydi. Bana bakıyordu. Kılıcın ucunu bana doğrultmuştu ama ağlıyordu.
O kişi Efken Karaduman’dı.
“Hatırlıyorum,” diye fısıldadım gözlerim tek bir noktada yaşlar içinde donup kalmışken. “Düşmanıma nasıl âşık olduğumu hatırlıyorum.”
❄️
EFKEN KARADUMAN
Çocukluğumun dibine bana ait olan o kadar çok parçayı kendi ellerimle öldürüp, parmaklarımda hâlâ sıcak kanı dolanıyorken gömmüştüm ki, artık aynaya baktığımda gördüğüm adam, donuk yüz hatlarına sahip olan, göğsünün içi boş bir katildi.
Öldürdüğüm ilk insanı hatırlıyorum. Elimde sapı kandan yapış yapış olmuş bir bıçakla, ayın gümüş benizli ışığı altında öylece durmuş zemine yayılarak ayaklarımın altını kaplayan kanı izliyordum. O an çaresizlik yoktu, içi pas tutmuş duygular yoktu, o an göğsümün altında sıcaklığını ve atışlarını hissediyor olmama rağmen bir kalp de yoktu. O an bomboş bakan mavi gözler vardı. O an o bomboş bakan mavi gözlerin derinliklerinde buz yarığı beyazlar vardı. O an o gözlerde sadece soğuk ve ölüm vardı. Tenim yanıyordu ama içim buz gibi olmuştu.
Bıçağın ucundan damlayarak yere akan kan arkamda bir iz bırakarak beni götüreceği geçmişten bir gün çıkacak olursam tekrar buraya dönmemi istiyormuş gibi bana bir yol çiziyordu. Ama dönmeyecektim. O çocuğu o gün orada, o yatağın altında, korkmuş gözlerinde hâlâ insanlık duygusu varken öldürmeliydiler.
Öldüremediler.
Ölmedim.
Öldürebilmek için.
Babamın yere düştüğü anda beni kavrayan buz gibi bakan mavi gözlerini hatırlıyorum. O gözlerde ölümün soğukluğu, ecelin lekesi, kaybettiğim ilk savaşın üzerine saplanmış bir düşman bayrağının dalgalanan kumaşı vardı. O günden sonra, onu yok eden kişiyi çok aradım. Benim hâlâ var olduğumu düşünmemesi için bir ölü gibi davranarak aradım. Her taşın altına girdim, her mekânda oldum, her karanlıkta ben vardım. Onun adını öğrendim, yerini hiç bulamadım, o beni ölü sanıyorken, ben her gün onu öldüreceğim günün gelmesini bekledim.
Karanlık tenime ait bir imzaya dönüştüğünde artık hazırdım. Arkada kalan tek Karaduman’ın da hayatını garantiye almıştım. Artık yoluma çıkan her şeyi öldürüp, geçeceğim köprüleri yarattığım cesetlerden yaparak ona gitmeye hazırdım. Onu da yok ettiğimde, kendimi de yok etmek için bir şansım daha olacaktı.
Sonra o geldi.
Rüyalarımda üzerimi örten, ay ışığının önünde durup bana gülümsemesini gösteren, göğsümde ateş gibi büyümüş bir ter tabakasıyla uyandığım rüyalardan sonra her sokakta benzerini aradığım o kadın geldi.
Geldi ve eksenimi yitirdim.
Geldi ve yeni bir sebebim oldu.
Zihnimi deşip kendini akıtan ilk hatırayı hatırlıyorum. Onun yanında uzanıyordum, derin bir uykudaydı, göğsüme sokulmuştu ama uykusundayken bile bana dokunmaya korkuyordu. Açık bıraktığım pencereden içeri sızan rüzgâr yavaşça tül perdeyi kaldırıyor, kabaran tül perde geri sönerken sadece onu izliyordum.
Uykusunda huzurlu gibiydi, oysa gözleri açıkken hep huzursuzluğa sahne oluyordu.
Kokusu genzime yerleşen bir sigara dumanı gibiydi, öksürsem çıkacaktı ama dişlerim nikotinsizlikten kamaşıyordu. Yakıcı ve tatlı kokusunu içimde tutabildiğim kadar tutmak istiyordum.
Kokusu bambaşka bir şeydi. Kokusu olmadan olmazdı.
O hatıra birdenbire çıkıp geldiğinde öyle hazırlıksızdım ki bakışlarım onun yüzündeyken donup kalmıştım. Önce bir ses duymuştum, zil sesi gibiydi, sonra bunun bir demirin birbirine çarparken çıkardığı ses olduğunu anladım, sonrasındaysa o sesin nereden geldiğini görmediğim hâlde ne olduğunu fark ettim. Bir halhaldı, altın bir halhal, altın topları o yürüdükçe birbirine çarpıyordu. Damarlarımda akan kanın donup birden geriye doğru hızla çağlamaya başladığını hatırlıyorum.
Koştuğunu hatırlıyorum, bana doğru koştuğunu biliyor ama onu göremiyordum. Halhalının sesini duyuyordum sadece. Karla karışık yağmur yağıyor, şiddetli sulusepkenin altında yürümeye başladığımda yağmurun altında görüntüsündeki netliği yitiren orman yavaşça önümde beliriyordu.
Onu ilk gördüğüm an, bu ânın bir rüya değil, zihnimden kopmuş bir parça olduğunu anladım.
Bir an değil, bir anıydı.
Bana doğru geliyordu. Halhallarındaki altın toplar birbirine çarpıyor, o kollarımın arasına girmek için ay beyazı elbisesinin ıslak eteklerini savura savura bana doğru koşuyordu. Kollarıma girdiğinde burnuma dolan kokuyu hatırlıyorum.
Bana sokularak uyuduğu yatağa bıraktığı kokunun aynısıydı.
Bu parçalar yavaşça gelse de bıraktıkları darbeler hızlı ve sertti; kalıcı izlerini ruhuma gömüyordu.
O andan sonra, tapınakta yaşananlar artık kafamı bulandıran şeyler değildi, beklediğim şeylerdi. Bana doğru hızla yaklaşan fırtınanın aslında onun için geldiğini ve beni de içine alıp ikimizi sürüklemeye başlayacağını biliyordum. Hesapta bir cadı yoktu, bir cadının gücünün nerede toplandığını ve o gücü nasıl inaktif hâle getirebileceğimi bilmem de yoktu. Bunlar bazı şeyler göz önünde bulundurulduğunda kulağa çılgınca geliyordu ama zaten onun bendeki değişimlere yol açması da çok büyük bir çılgınlıktı.
Onu kulübenin içinde Mustafa Baba ile bırakıp sağanak yağan yağmuru izleyerek hattın diğer ucundaki kişiyi dinlerken, çatık kaşlarımın altında dalgalanan gözlerimde bir fırtına öncesi sessizliği vardı. Sanki öğrenemediğim sırlardan çok, bileğimi yakıp kavuran dövmenin var oluş nedenini bilmek canımı sıkıyordu. Bir şey mi bekliyordum? Beklediğim neydi? Yağmur damlalarının kar kalıplarının içine düşerken çıkardığı tok sesleri dinlerken hattın diğer ucundaki sesin sahibini bir anlığına yok saydım.
Anılarımda daha önce yaşamadığıma yemin edebileceğim parçalar beliriyorken ve bu parçaların içinde o da varken, nasıl olurdu da bağlanmak için bir başkasını seçerdi?
Bileğimin içindeki dövmeye baktığım sırada Ulaş, “Ona neden ok kullanmayı öğretmem gerektiğini anlamıyorum,” dedi. “Sen onun yanına bir metreden fazla yaklaştığım için ayak bileğimi kırdın.”
“En kısa zamanda öğrenebileceği her şeyi öğrenmesi gerekiyor. Ve evet, okçuluğu öğretirken de bir metre kuralı geçerli olabilir. Neden olmasın?”
“Onu bu kadar önemsemen çok tehlikeli.” Ulaş’ın sesini sikmek isteyebileceğimi düşünmemiştim hiç. Ama şu an istiyordum. Gözlerimi yavaşça kısıp dövmeye bakmaya devam ettiğim sırada, “Kendini senin hayatındaki tehlikelerden koruyabilmesi için mi eğiteceksin onu?” diye sordu. “Yapma dostum, kızcağıza yazık edeceksin. Ceyhun aramızdaki en normal insanken bile Sezgi’nin birçok defa başını belaya soktu.”
Kendini benim hayatımdaki tehlikelerden de elbette koruması gerekiyordu ama onun hayatının girdiği yolda da oldukça tekinsiz şeyler olduğunu görebiliyordum. Onu öylece bırakamazdım. Güçlüydü ama amatördü, olgundu ama korkaktı. Bunları aşması gerekiyordu.
Homurdanarak, “Sezgi ile Ceyhun ne alaka?” diye sordum.
“Sonunuzun onlara dönüşeceğini ima ettim aslında ve evet, sen de anladın,” dedi dayak arsızı Ulaş.
Bu düşünceyi zihnimdeki karmaşanın içinden hızla ite kaka çıkararak, “Sen ona öğretmeni istediğim şeyleri öğret, gerisine burnunu sokma,” dedim net bir sesle.
Ulaş, “O senin için farklı, öyle değil mi?” diye sorma cüretini gösterdiğinde, içime çöken o ıssızlığı durduramadım. Bakışlarım omzumun üstünden yavaşça pencereye kaydı, önce ateşin kızıl-turuncu akislerini gördüm, sonra da onun dalgalanarak inen saçlarını… Ateşin çarparak aydınlattığı bedeninin eşsiz gölgesi duvara düşüyordu. O benim için farklıydı, bunu kendi içimde kabul edebiliyordum ama biri bana bunu sorduğunda sadece gözümü kan bürümüş bir öfkeyle küfürler savurup o ortamdan çekip gidiyordum. Aynı soruyu Ceyhun sorduğunda mekândaki tüm masaları tekmeleyerek devirip çıkıp gittiğim o karanlık geceyi hatırlayınca, kaşlarımı ortasında koca bir yarık oluşana kadar çattım.
“O benim için farklı falan değil,” dedim yalan olduğunu bile bile. Muhtemelen Ulaş da yalan olduğuna emindi. “Ona bir söz verdim ve sen benim için verilen sözlerin ne anlama geldiğini iyi bilirsin. En kısa zamanda seni çağıracağım.”
Telefonu kapatıp deri ceketin ön cebine soktum ve kulübenin giriş kapısına doğru ilerledim. Mustafa Baba sanki adım seslerimi duymuş gibi birden sustu, oysa konuştuğuna emindim. Yüzümde kireçten bir soğuklukla içeri girdiğimde o oturduğu köşeden kalktı ve saçlarını parmaklarıyla tarayarak bana doğru yürümeye başladı. Yüzünde solgun bir ifade vardı, kızıl gözleri dalgın bakıyordu, sanki sustuğu bir şey vardı ve konuşmak, susmaktan bile daha zor geliyordu. Tek kaşımı kaldırarak yüzünü incelemeye devam ettim, bunu anladığında yüzünü saçlarıyla örterek kulübenin tahta kapısına doğru giderek beni arkasında bıraktı ve eşikten bensiz geçip verandaya çıktı.
O an, ona bir şey söyleyip onu bu hâle getirdiğini düşündüğüm için yanan şöminenin önündeki demir maşayı alıp, ateşe tutarak harlayıp Mustafa’yı dağlayabilirdim. O an, bunu yapabilecek olmanın getirdiği dehşet o kadar keskindi ki kendimi sıkmak zorunda kaldım. Kendimi sıktım ve bedenimdeki tüm damarlar dışarı fışkırdı; yeşil mavi kökler filizledi. Mustafa her şey anlamış gibi uzun uzun yüzüme baktı.
“Ona ne söyledin?” diye sordum dişlerimin arasından. “Onun yüzünü o hâle getirecek kadar büyük ne söyledin?”
“Hiçbir şey.”
“Yalan söylediğini görebildiğimi çok iyi biliyorsun,” dedim kemik gibi bir sesle. “Sana duyduğum saygının son kullanma tarihi geçtiğinde neler yapabileceğimi iyi biliyorsun. Ve o tarihin geçmesi an meselesi.” Tehdidim onun yüzünde herhangi bir mimik oynatmadı.
“O sordu, ben cevapladım, cesaretin varsa sen sor, o cevaplasın.”
Söylediği şey birden duraksamama neden oldu. Ona neden böyle bir şey söylediğini sormak istedim. Ne demek istediğini sormak istedim. Hatta yakasına yapışmak, içime neden böyle bir his bıraktığı konusunda ona hesap sormak istedim. Ama hiçbirini yapmadım.
“Kim derdi ki senin bile bir gün birine alacağın cevaplardan korkacağın için bir şey soramayacağını…”
Mustafa acı acı gülümsedi ve yeniden konuşarak ruhumu sessizliğin satırlarına gömdü.
“Neden korkuyorsun Efken? Soracağın sorunun sende yaratacağı farkındalıktan mı? Yoksa soracağın soruya onun vereceği cevaptan mı? Yoksa direkt ondan mı?”
Bu soruyu kendime sorarken kendimle en büyük kavgalarımdan birine girmek üzereydim.
Ben ona soracağım sorunun bende yaratacağı farkındalıktan mı yoksa onun o soruya vereceği cevaptan mı korkuyordum?
Yoksa gerçekten ondan mı korkuyordum?
🎧: Blackriar, I’d Rather Burn