Kalbimi etkisi altına alan çaresizlik, karanlığın içine gizlenip en savunmasız ânımın gelmesini bekleyen düşman gibiydi.
Efken yavaşça yanıma uzandığında gözlerimi ondan ayırmadan bekledim, daha sonra benden izin isteyen mavi gözlerinin içime ektiği çaresizliğe teslim olarak yatakta yavaşça ona doğru sokuldum. Büyük elleri omuzlarımı ezer gibi kavradı ve beni kendisine tamamen bastırırken ben de kollarımı onun gömleğin altına gizlenmiş esmer beline sardım. Gömleğine sinmiş alkol ve sigara kokusuna rağmen ağır erkeksi parfümünü ve onun tenine gömülmüş olduğuna emin olduğum tarçının kokusunu da yakıcı bir şekilde soluyabiliyordum.
Sarhoştu, aramızda hâlâ erimemiş buzlar, devam eden soğuk bir savaş vardı ama buna rağmen kibardı. Benimle uyumak için izin isteyecek, ben onun kollarının arasına girene dek beni kollarının arasına çekmeyecek kadar centilmendi. Bunu yadırgasam da onun ruhunun derinliklerinde sadece bir canavarın değil, aynı zamanda masum küçük bir erkek çocuğunun da orada öylece durmuş beni izlediğini biliyordum.
Bu gece hem canavar hem de küçük erkek çocuğu kollarımdaydı.
“Kapat gözlerini Karaduman,” diye fısıldadım gözlerimi yavaşça kapatmadan hemen öncesinde.
Uyku ile uyanıklık arasındaki o arafta, cehenneme ait sesiyle cennetten çaldığı hisleri içime tohum gibi ekti.
“Senin için gözlerimi yaşama bile kaparım.”
❄️
Sezgi fırından nar gibi kızarmış tavuğu çıkarıp mutfak tezgâhına koyarken, ben de önümdeki salata malzemelerini doğruyordum. Aramızda uzayıp giden sessizliği bölen, salondaki televizyonda oynayan basketbol maçının sesiydi. Ceyhun’un kulağının daha iyi durumda olduğunu, hatta sanılandan daha erken iyileşmeye başladığını öğrendiğim için içim rahatlamıştı ama Ceyhun’un Sezgi’ye tedirgin bakışlarını yakaladığım için biraz karmaşık hissediyordum. O gecenin izleri aralarındaki aşkı etkilemese bile evdeki huzuru etkilemiş gibi duruyordu.
Sonunda, “Samuel ile konuştum,” dedi ve elimdeki büyük bıçak, soğanın üzerinde yarı saplı hâlde asılı kaldı. Fırın eldivenini elinden çıkarıp bana doğru döndüğünü hissettim. “Uzun zamandır uyanmamı beklediğini söyledi.”
Bir an yutkunamadım ama cevap vermeden Sezgi’yi dinlemeye devam ettim.
“Buna şaşırmış gibi görünmüyorsun,” diye fısıldadı, sesi tedirgindi, birinin onu delilikle suçlamasından korkuyor gibiydi.
Ona ne diyebilirdim ki? Zaten çoktan bir cadıyla tanıştığımı, cadının güçlerini görmesem de yeteneklerinden haberdar olduğumu, oldukça uzun ömürlü iyileşebilen bir cadıyı kanımla infaz ettiğimi mi? Onun gibi birinin hayatına noktayı koyduğum için beni suçlar mıydı? Kıpırtısız bir surat ve sesle, “Samuel de mi öyle?” diye sordum.
“Tam olarak konuşamadık, Ceyhun geldi ve konuyu kapatmak zorunda kaldık ama uyanmamı beklediğine göre evet, o da öyle.”
“Tapınakta senin gibi birini gördüm.” Bu gerçeği ona öylece söylemek doğru karar mıydı bilmiyordum ama yalnız hissetmesini istemiyordum. İrkilerek, “Ne?” diye sorunca başımı sallayarak bıçağı kesme tahtasının üzerine bırakıp ona doğru döndüm. Zümrüt gibi parlayan ihtişamlı yeşil gözlerinde endişe dolu gölgeler büyüyordu. “Cadılar sandığın gibi sadece yeşil gözlü olmuyor. Yani Samuel’in de cadı olması olası. Kaldı ki biliyormuş. Gördüğüm cadının gözleri kapkaraydı. Gece gibi.”
“Gerçekten bir cadı gördüğünü söylüyorsun.”
“Sessiz ol,” diye fısıldadım mutfağın açık kapısına doğru bakarak. “Yaren içeride. Kafası karman çorman olsun istemiyoruz.”
“İstemiyorsunuz?” Sezgi tamamen allak bullak olmuş, soru işaretleriyle dolmuş gibi bakıyordu. “Mahinev, bana neler olduğunu anlat.” Bileğimi yakaladığı gibi beni mutfak masasına doğru çekip karşısındaki sandalyeye oturttu.
Efken ve İbrahim ile ilgili detaylara girip sonunda cadının infaz edildiğinden bahsetmeden olayları üstünkörü, olabildiğince kısık bir sesle, her şey yeniden gözlerimin önünde canlanır vaziyetteyken anlattım. Her bir detayda Sezgi’nin yeşil gözleri irice açılıyor, dudakları korkuyla aralanırken o korkuyu örtmek isteyen elleri dudaklarının önündeki yerini alıyordu. Zihni bulanık bir su gibi anlattıklarımla örtüldüğünde, artık düşüncelere dalmış gibi görünüyordu.
“Konuşan bir elmasın varlığından bahsediyorsun,” dedi, “ve bir düşmanın varlığından şüphe ediyorsun.” İnce işaret parmaklarını mutfak masasının yüzeyine bastırıp birbirlerine yaklaştırdı ve birden kafasını kaldırıp bana dehşetle baktı. “O geceki deprem, dolunaydan yükselen uğultu, yağan buzlar… Sebebi bahsettiğin şey olabilir mi? Elmasın tekerlemesinde sık sık dillendirdiğini söylediğin şey. Düşman.”
Ruhumdaki huzursuzluğun arttığını, kalbimin duvarlarından kavlayan kan rengi endişelerin ruhuma döküldüğünü hissettim. “Sanırım,” dedim. “Elmas durmadan güneşten ve ışıktan bahsetti, Asreman’dan bahsetti ve… gökyüzü tuhaftı. O gece gökyüzü çok tuhaftı.” Sanat galerisinden çıktığımızda olan olayı hatırlayınca ürpererek başımı önüme eğdim ve o an Yaren mutfağa girince konunun üzerine büyük, küflü bir asma kilit geçirmek zorunda kaldık.
“İçeride gerçekten İbrahim var ve köşedeki tekli koltukta oturmuş basketbol maçı izliyor, değil mi? Ben rüya falan görmüyorum?” Yaren iri kara gözlerini önce bana sonra Sezgi’ye çevirip bizden onay bekliyor gibi bakarken şaşkınlığı yüzünün tüm hatlarına gömülmüş gibi duruyordu.
“Evet, hatta abin de çok yakınında durmasa da onunla aynı odada,” dedi Sezgi, gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine ulaşamadı, zihni çok yorgun olmalıydı. “Eminim uzak oturmalarının sebebi İbrahim’i öldürmek istemiyor olmasındandır.”
“İbrahim tam yarım saattir burada ve asla kavga etmediler, inanabiliyor musunuz buna? Acaba son günlerimi falan mı yaşıyorum? Abim son günlerimi mutlu mesut geçireyim diye mi onu dövmek yerine sadece ondan uzağa oturuyor?”
“Sanırım mekân için bir aradalar,” dedim gerçeği Yaren’den sakladığım için karnımdaki ağrının arttığını hissederek. “Abin mekânda iyileştirmeye ve revizeye gidecekti.”
“Yine de şaşırtıcı.” Fırın tepsisi içindeki büyük tavuğa doğru yürüdü ve “Bu soğumadan masaya götürmemiz daha doğru olmaz mıydı?” diye sordu, ardından tek kaşını kaldırarak bize doğru döndü. “Biraz garip davranıyorsunuz hanımlar. Bir şeyi bölmüyorum, değil mi?” Alt ve üst kirpiklerini birbirine yaklaştırarak kısık, kuşkucu gözlerle bizi süzmeye başlamıştı ki oturduğum yerden hızla kalkıp, “Salatayı tamamlamam gerek,” dedim. “İbrahim’in varlığı seni fazlasıyla heyecanlandırmış küçük hanım, bence gözlerini süzerek çocuğa bakma, yoksa senin içine kirpik kaçmış gibi kırpıştırıp süzdüğün gözlerin yüzünden çocuk akşam yemeğinden önce kırk araba dayak yiyecek.”
“Abim kendimi yere atıp ellerimi zemine vura vura ağlamayacağımı bilse hole bir sandalye koyup oturmamı, onunla aynı odada durmamamı isteyecek benden. Resmen kapının yanına sandalye koydu, orada oturttu beni. İbrahim de odanın diğer ucunda…” Büyük bir kabın içine doldurulmuş kuş üzümlü pilavı alıp mutfağın çıkışına doğru yürürken bir an için durup omzunun üzerinden bize doğru baktı. “Bu arada, duydunuz mu?”
Sezgi ile aynı anda, “Neyi?” diye sorduğumuzda bir süre gözlerini üzerimizden çekmeden sessizce bizi izledi ve sonra derin bir nefes aldı.
“Kopartıcıların kamp için gelen birkaç turisti parçaladığını.”
Şaşkınlığın bir kapının altındaki dar boşluktan sızmaya başlayan ışık gibi zihnime sızmaya başladığını hissettim. Gözlerimde bir nehre karışıp nehri kendi rengine boyayan kan gibi harelerimi boyayan dehşeti gören Yaren, “Eskiden onlarla ilgili hikâyeler duyardım,” dedi dalgın bir sesle. “Çok uzun zamandır onlarla ilgili hiçbir şey duymamıştım. Anladığım kadarıyla uzun zamandır sık sık kamp yapılan bir bölgede gerçekleşmiş olay. O yüzden kopartıcıların uzun zamandır burada olmadıkları, tekrar göç ederek buraya döndüklerini düşünüyorum.”
O dev, cüssesi hiç de normal olmayan kurdu düşündüm. Ormanın ortasında gümüş bir alev gibi yanıyordu. Beni izleyen gümüşten bir alev gibi… Sanki gümüş gözlerinin derinliklerindeki anlamlar köklenip toprağın altına yayılıyordu.
“Onlara kopartıcı ismini vermene gerek yok tatlım,” dedi Sezgi, Yaren’i yatıştırmak istiyor gibi. “Aç bir kurt sürüsü olmalı. Belki de başka bir yırtıcıdır. Tabiata ait hiçbir canlıya katil gözüyle bakmamalısın, bir noktada unutma ki onlar da kendi besin zincirini oluşturuyorlar. Bu onları katil yapmaz.”
“Avladıkları besin zincirini oluşturan hayvanlar olsaydı belki söylediğinde haklı olabilirdin ama avladıkları kişiler insandı Sezgi. Senin ve benim gibi,” dedi Yaren, son cümledeki kelimeleri siyah gözlerinde yanıp sönen anlamlarla vurgulamıştı. Sezgi gözlerini kaçırdı ve bir şey söylemeden masaya doğru döndü. Ben salatayı tamamlamak için bıçağa uzanırken bu konuyla ilgili tek bir yorum yapmadım ama içimden bir ses, kopartıcılar olarak adlandırdığı katil kurt sürüsü ile benim tuvale döktüğüm çizimdeki kurdun birbirleriyle hiçbir bağı olmadığını söylüyordu.
Yaren bir süre Sezgi’den bir cevap bekliyor gibi olduğu yerde dursa da beklediği cevabı alamayınca mutfaktan çıktı. Sessizce soğanları doğruyor, soğanların özü gözlerimi doldururken ara sıra burnumu çekerek Sezgi’ye doğru bakıyordum. Sonunda Sezgi, “Yaren verandadaki hâlimi gördüğünden beri bana karşı daha sorgulayıcı bir tavır takınmış durumda,” dedi, sesi gocunmuş gibiydi, biraz da çaresizlik bulaşmıştı tınısına.
“Yaren’den çok Ceyhun’un sorgulayıcı bir tavır içerisinde olması gerekmez miydi?”
“Sandığından daha gerçekçi birisidir. Aramızda kalsın ama Efken’in kartlara olan ilgisini fark ettiği zamanlar bu duruma çok gülmüş, Efken gibi birinin bu tarz merakları olmasını çok saçma bulmuştu.”
“Ben bir oğlak burcuyum, gerçekçilik nedir bana sorsun, ben bile içinde olduğum durumu bu kadar kolay kabullenmişken Ceyhun gözlerinin önünde olanları nasıl görmezden gelebiliyor, anlamıyorum.” Kaşlarımı çattım, o uğultunun onu neredeyse kulağından edeceğini ne çabuk unutmuştu? Bıçağı suyun altına tutarken, “Ona şu cadılık mevzusundan bahsedecek misin?” diye sordum, aslında bu soruyu sorarken içimde beni dürtüp duran bir suçluluk duygusu vardı.
“Aklımı kaçırdığımı düşünüp beni terk etmesi için mi? Ceyhun’dan başka kimsem yok ve onu seviyorum Mahinev. Üstelik bir ucube olduğuma inandığında başım göğe ermeyecek,” dedi. “Bu tarz şeyler sadece izlediğimiz filmlere konu olduğunda havalı geliyor. Hangi erkek, henüz nelere yol açabileceğini bilmediği bir cadıyla aynı evi, aynı yatağı paylaşmak ister ki?”
Bir insandan başka tutunacak dalının olmaması, o insanın tek kökün, tek toprağın, tek yaprak veren dalın olması nasıl bir histi acaba? Sezgi bunu hissediyordu. Derin bir bağ olmalıydı. Damarlarının içinde ilerleyen aşk dolu kökler gibi onun bedenine yayılmış ve onu bir adama ait kılmıştı. Asıl mucizevi olan, Ceyhun’un da ona ait olmasıydı. Şu anki durumumuza bakacak olursa, aslında benim de Efken’den başka köküm, toprağım, yaprak veren dalım yoktu. Bir gün bir başkası olacak olsa bile geçmişimde ve bugünümde Efken Karaduman vardı.
“Kendine büyük haksızlık ediyorsun. Hem daha kendin bile ne olduğunu, nasıl şeyler yapabildiğini bilmiyorsun,” diye fısıldadım suçluluk duygusunun karanlık gölgesi altında. Kendimi Sezgi’ye karşı hem bir dost kadar yakın hem de sinsi bir düşman kadar uzak ve soğuk hissediyordum. Bunun sebebi onu sevmemem değildi, aksine, onu gerçekten seviyor ve gitgide daha da yakın olduğumuzu hissediyordum ama şimdi onunla kan bağı olmasa da ırk bağı olan birinin infazını gerçekleştirdiğimi düşününce, bana karşı hislerinin her zaman bugünkü kadar sağlam ve şefkatli kalıp kalmayacağından emin olamıyordum. Bir gün düşmanı olduğuma karar kılıp beni karşısına alır mıydı?
Onunla savaşmaktan değil, onu tamamen kaybetmekten korkuyordum.
“Beni boş ver. Eminim Samuel’in bana yapacağı bazı açıklamalar vardır,” diye fısıldadı. “Peki sen? O tapınağın duvarlarındaki sembolleri okuyabildiğini söyledin, o tapınağa ait olduğunu, geçmişinle ilgili bazı vizyonlar gördüğünden bahsettin. Sen şimdi ne yapacaksın?”
“Babaannemin rüyalarına gelip bana bir haber göndermeye çalışmasının altında yatan asıl neden buydu. Yani babaannem bir şekilde kim olduğumu öğrenmemi, neden burada olduğumu anlamamı istiyor. Tapınağın sırrını belli oranda çözdüğümü düşünüyorum.”
Sezgi, cadı ve Ramon Velencoso ile ilgili sorular sorar sandım ama yapmadı. Ona Mar durumunu tam açamasam da bir şeylerin üzerini örterek gerçekleri önüne koyduğum için Crystal ile aramda bir bağ olduğunu anlamıştı. Yemekleri masaya taşıdık ve basketbol maçının kritiğini yapan spor yorumcularının sesi salonda çınlarken Efken ile İbrahim’in birbirlerinden en uzak noktalara oturduğu büyük yemek masasında hep birlikte akşam yemeği yemeye başladık.
“Tuzluğu ver rahatsız,” dedi Efken, önündeki tepeleme doldurulmuş servis tabağına bakarken. İbrahim, hiç ikiletmeden tuzluğu eline aldı, sandalyesini geriye doğru sürüyüp ayağa kalktı ve yemek masasının Efken’in oturduğu ucuna doğru yürüyüp, Efken’e doğru eğildi. Efken tek kaşını kaldırarak ona baktığında aralarındaki ölüm sessizliğinin bir beden gibi kalıplaşıp şekle girdiği anları izledik.
“Tavuğunun üzerine mi yoksa pilavının üzerine mi hünkârım?” diye sordu İbrahim yavşak bir gülümsemeyle yüzünü Efken’in yüzünün hizasına yaklaştırarak.
“Sana tuzluğu ver dedim, yanıma gel mi dedim?” Aralarında düz, ruhsuz bir bakışma geçerken İbrahim tehlikeyi hissetmesine rağmen genişçe sırıtmaya devam ediyordu.
“Bana rahatsız, faydasız, sıkıntılı gibi söylemlerde bulunduğunda, bunun anlamının aşkın ateşi yakarmış ateşi duydunuz mu aşkın ateşini olduğunu biliyorum,” dedi, ben hariç kimse bir şarkıya gönderme yaptığını anlamamış gibi bakınca da “Tüm eserlerimizi anonim adı altında çorlayıp bu şarkıyı çorlamadıysanız bir gün geri dönme gibi bir durumum olursa Hande Yener’i bulup bu kepazeliğinizi ağlayarak anlatırım,” diye homurdandı. “Neyse aşkım, nereye dökeyim tuzu?” Kaşlarını kaldırıp indirdi. “Diri vücudunu da tuzlamak isterdim Efken. Seni bebekken güzel tuzlamamış olma ihtimallerine karşı istersen şuracıkta tuzlayabilirim. Bizim oralarda bebekleri tuzlarlar biliyor musun? Kokmasınlar diye.”
“Ne saçmalıyorsun?” diye hırladı Efken. Gözlerini kaldırıp İbrahim’e hırıltılı nefeslerini takip eden ölümcül gözleriyle bakmaya başlamıştı.
“Sana tuzluğu ver dedim, tuzu getir demedim. Ölmek mi istiyorsun lan?”
“Aaa ne yapsaydım be? Taa diğer ucundayım masanın, tuzluğu kafana mı fırlatsaydım?” diye çemkirdi İbrahim birden çirkinleşerek.
Efken birden ayağa kalkınca İbrahim besmele çekerek geriye doğru sendeledi ve Yaren, “Abi!” dedi panikle. “Yapma, lütfen.”
“Ya sen kör müsün?” Efken bu soruyu Yaren’e bakıp kaşlarını çatarak sormuştu. “Şu faydasızın, rahatsız manyağın nesi güzel geliyor sana?” İbrahim’i işaret ettiği için İbrahim ellerini komik bir şekilde göğsüne koymuş dehşetle Efken’e bakıyordu. “Yakışıklı desen, aynı götüme benziyor.”
“Götüne benziyorsam dönünce Best Model of Turkey’e katılırım yalnız,” dedi İbrahim elleri hâlâ komik bir savunma mekanizmasıyla göğsünün üzerinde duruyorken.
“Lan kes.” Efken hırlayarak ona doğru döndü. “Boynunu kırarım senin sikik.” “Ay ne ayıp gerçekten de ya,” dedi İbrahim kaşlarını çatıp kollarını kendi bedenine sararak. “Frederick’in kollarından kurtarırken gayet de helalini kurtarır gibiydin. Şimdi şu söylemler hiç yakışıyor mu sana darling?”
Yaren, “Frederick kim?” diye sordu, Ceyhun peçeteyi ağzına kapatıp gülüşünü saklamaya çalışıyordu ama gözlerinin kenarına yerleşen çizgiler peçetenin işlevini kaybetmesine neden oluyordu.
“Hiç karıştırma orasını kara meleğim,” dedi İbrahim, Efken onun üzerine yürüyünce de “Ay kara kız seni ya, karasın kara, ondan kara dedim sana, yoksa senin neren melek tam olarak ya?” diye bağırdı Yaren’e.
“Cesur desen, gördüğün üzere cesur da değil,” dedi Efken tekrar İbrahim’i işaret ederek. “Ayrıca gittiğimiz yerde bir kütüphane vardı ve kütüphanede bir herifle oynaşırken yakaladım bunu.”
“Aa hayır, o herif benim ırzım ve de namusuma göz dikmiş bir ırz sapığıydı!” İbrahim kendini savunmak istiyormuş gibi Efken’in yanından kaçarak Yaren’e yönelince, Yaren rengi atmış bir surat ve çatık kaşlarla İbrahim’e bakmaya başladı. “Sana yemin ederim gerçekten bir gün seni aldatırsam, seni aldattığım tek kişi Efken olur. Ben kafaya koydum, Karadumanlardan birini alacağım kendime.”
“Konuştukça batıyorsun İbrahim,” dedi Yaren çatık kaşlarla.
Efken birbirlerine yakın durmalarını umursamıyordu çünkü planladığı şey olmuştu. Sinsi denecek bir sırıtışla ikisini izlediğini gördüğüm an, onları birbirine sokmanın keyfini yaşadığını anlamam çok da uzun sürmedi.
“Gerçekten başıma neler geldi bilemezsin, kütüphanede senin için kültürlenme düşüncesiyle dolaşıyordum ki birdenbire fırfırlı gömlekli bir delinin peşime düşmesi suretiyle kendimi duvara yaslanmış bir biçimde alenen namusumla tehdit edilirken buldum.”
“Kütüphanede biriyle flörtleşirken abime mi yakalandın?”
“Tövbe bismillah, Allah’ım beni kuru, yaş, her türlü iftiradan sakınsın saklasın. Gerçekten de böyle düşünüyor olman beni derinden sarsarak yaraladı.” Bir elini göğsüne koyunca Ceyhun bu kez yüzünü masaya kapattı ve gerçekten ses çıkarıp omzunu geriye doğru atarak gülmeye başladı. İbrahim’in gözleri anlık Ceyhun’a dokundu. “Aa cinli. Ben burada tacize uğrayışımın dokunaklı hikâyesini anlatırken iftiraya maruz kalıyorum, o omzunu attırarak gülüyor.”
“Birader, Frederick sanıyorum ki bir erkeğin ismi, ilgilendiğin tek erkeğin Efken olduğunu sanan bana, başka erkeklerle fingirdeşmen şoku biraz fazla geldi, sen bakma bana,” dedi Ceyhun yüzü yemek masasına doğru kapanmış şekilde gülmeye devam ederken. “Bir de elini göğsüne koyup böyle tepkiler vermiyor mu, bir gün bir toplantının ortasında yapsa eli silahlı adamların önünde omzumu attıra attıra gülmeye başlayacağım.”
“Öncelikle ‘Ferdi’ Bey evet bir beydi ve dilersem başka beylerle de flört edebilirim, homofobik gülüşün canımı sıktı, ben gülersem canın yanar,” dedi İbrahim, o an kahkahası zamana yayılmış gibi ürperdim. “Sonralıkla, ben heteroseksüel olmamın yanında bir diğer cins olarak sadece Efkenseksüelliğe de sahibim. Altını çizmem gerekirse heteroseksüel olmakla övünmemekle birlikte, eğer beni kütüphanede sıkıştıran Efken olsaydı, inanır mısın kıç sokumumdan oldukça kıvrak bir kuyruk çıkardı ve deli gibi sallardım.”
“Gözümün önünde abime yavşıyorsun,” dedi Yaren gözlerini kısarak.
“Ama aşkım bir baksana şuna,” diye mırıldanıp Efken’e doğru dönen İbrahim, ellerini dua eder gibi açtı ve Efken’i işaret etti. “Yavşanmayacak gibi mi? Rabbim oturup üzerine düşünmüş, bu öylesine olmasın, bu bayağı farklı ve bayağı of of dedirtecek türden olsun demiş. Maşallah sana ya. Gel bir okuyup üfleyeyim. Boya posa bak, kafası neredeyse tavana değecek.”
Kısa bir an için bir sessizlik oldu.
İbrahim, “Aov,” dedi ve parmağını havaya kaldırdı. “Duyuyor musunuz sessizliği? Ben bu sessizliği tanıyorum.” Sertçe yutkundu. “Üç sokak koşturulup, dördüncü sokakta yakalandıktan sonra yerlerde sürükleneceğim türden bir dayağın geldiğini işaret eden sessizlik.”
Ceyhun’un kahkahası salonda çınlarken, İbrahim çoktan sokak kapısına doğru koşmaya başlamış, Efken de arkasından fırlamıştı.
Sonunda ne yaşandı bilmesem de üç sokak öteden bile gelen çığlık seslerinin İbrahim’e ait olduğunu biliyordum.
❄️
Bazen hayat bizi öyle bir uçurumun kenarına sürüklerdi ki, kendimizi en büyük düşmanımızın gözyaşlarını silip, can bildiğimiz dostumuzun sırtına bıçağı saplarken bulurduk. Bazen kendi hikâyemizin kötüsü olurduk. Bazen bize yazılan kaderi çamurla kaplı bir bataklığa gömüp sonra da tanrıya isyan etme hakkını kendimizde bulurduk. Bazen en çok kendimize karşı nankör olur, bazen ilk ihanetimizin kurbanı yine kendimiz olurduk.
Karla kaplı yolu izlerken düşüncelerim birbirine çarparak dağılan misketler gibi oradan oraya savrulsa da, çarptığı duvarlar yine benim aklımın rutubetli duvarları oluyordu. Sigaranın kokusu boğazımı yakıyordu ama soğuk içeri dolmasın diye arabanın camını indirmiyordum. Dijital çizim kalemini indirdiğim çizim uygulamasının üzerinde denediğim sırada radyoda sözlerine aşina olduğum ama bir başkasının seslendirdiği eski bir rock şarkısı çalıyordu. Şarkı tamamen hareketli olmasa da nabzı yüksek tutan bir melodiye sahipti.
Efken direksiyonu hafif sağa kırınca diğer şeride geçtik ve yanımızdan geçip giden bir kamyonun büyük gölgesi cipin üzerini anlık olarak örttü. Gökyüzü kurşun grisi rengindeydi, kar yüklü bulutlar gökyüzünün üzerinde göçebe kuşlar gibi usulca ilerliyor, buzdan dolunay bulutların arkasında uğuldayan bir yaranın üzerini bağlayan kan gibi titriyordu.
“Çocukça bir dikkatle elindeki tableti inceliyorsun. Her şeyini ortaya koymuş gibi baktığın o cihaz senden gerçekten etkilenmiş olmalı,” dedi Efken muzip bir sesle. Çocuksu bir heyecanla tableti karıştırıyor olmam yakıcı dikkatinden kaçmamıştı demek. Yanaklarımın ısındığını hissettim.
“Evdeyken kullandığımın neredeyse aynısı. Bunun işletimcisi ve özellikleri daha üstün.” Tableti çevirince sırt kısmındaki meyve figürüne kaşlarımı çatarak baktım. “Logosuna kadar da çalmışsınız.”
“Ne?”
“Anonim bir şirket tarafından üretildi bu ürün, değil mi?” diye sordum çünkü markanın ismi tamamen değiştirilmişti, sadece logosu ve içeriği aynıydı.
“Evet,” dedi Efken, sonra neyden bahsettiğimi fark etmiş gibi gergin bir çeneyle tablete doğru baktı. “Bayağı garip detaylar.”
“Paralel evrene inanıyorum,” diye fısıldadım sakince. “Üstelik düşünmem gereken bu değil.” Dün gece Sezgilerin yanında olduğumuz için konuşma şansımız olmamıştı ama benim zihnimi yoran tapınak konusu artık konuşulmayı beklemekten vazgeçmiş, direkt konuşulması gerektiği alarmını çalıştırarak zor kullanmaya başlamıştı. “Babaannem önüme bir sürü ipucu bırakıyor ama o kadar çok parça var ki hangilerini hangileriyle birleştireceğim bilmiyorum.”
“Şu Nigin Bağı olayını halletmemiz gerek,” deyince gerildiğimi hissettim. “Her an tehlikede olduğunu düşünmek sadece canımı sıkıyor.”
Sanki bu cümlenin altında daha derin anlamlar taşıyan başka kelimeler de gizliydi ama Efken onları açık etmedi. Nigin’im hemen yanımdaydı ama bundan haberi yoktu, o yanı başımdayken başım belada olmayacaktı, ölümcül bir hastalık atlatmayacaktım, ölüm döşeğine uzanmayacaktım. Ama tüm bunları bilmediği için ağzımı açıp tek kelime etmeden gözlerimi yeniden tabletin ekranına indirdim.
“Cevap vermedin.”
“Verilecek bir cevap yok ki.”
“Öyle mi dersin?” Bana yandan bir bakış attığını hissettim ama karşılık vermedim. Tabletin kalemini parmaklarımın arasında çevirmeye başladığım sırada, “Mar olayının detaylarına inmeliyiz,” dedi. “Önceliğimiz bir cadı ya da Kanbaz olmamalı. Önceliğimiz babaannenin verdiği mesajların ne anlama geldiğini anlamak ve Mar konusunu çözüme kavuşturmak.”
“Sezgi ne olacak?” diye sordum kaşlarımı çatarak. Sezgi’ye karşı duyduğum suçluluk duygusu gitgide şiddetleniyordu.
“Kendinden başka kimseyi umursama. Sezgi içten içe her zaman psişik bir güce sahip olduğunu biliyordu zaten. Bu deli saçması olay onun hayatında çok büyük bir değişiklik yaratmayacaktır.”
“Çok rahat söyledin.”
“O benim arkadaşım, onu tanıyorum. Bunu bir dramaya çevirmeyecek.”
“Peki ya Ceyhun?”
“Gabriel denen yavşağın gölgelerinin insan gibi görünmeye başladığını görseydi belki inanırdı ama şu an karşısına geçip sevgilin bir cadı desem altına işeyene kadar güler ve Sezgi’ye sataştığımı düşünür.”
Gabriel deyince yüzüme çöken sakinliği fark etmiş olacak ki altımızda akıp giden yolun daha hızlı bir şekilde geride kalmasına neden olacak şekilde gaza bastı. Araç avının kanlı etine atılan bir yırtıcı gibi öne doğru atıldı.
“Sence Sezgi gerçekten bir cadıysa…” Evet, öyleydi, yine de ihtimaller dâhilinde onun bir insan olmasını da bulundurmak istiyordum. “Gabriel yüzünden sinirlenecek mi? Marlar birbirine bağlı oluyormuş, öyle okumuştum. Peki ya cadılar?”
“Bence onlar daha geneller,” dedi soğuk bir tonda. “Onların birbirlerinden farklı mezheplerde olduklarını düşünüyorum. O adam durmadan çölden bahsetti, Sezgi ile bir bağı olacağını sanmam. Hem öyle olsaydı bile o an o adam bize saldırmıştı.” Beni yatıştırmak için mi yoksa gerçekten böyle hissettiğinden mi bu şekilde konuşuyordu bilmiyordum. Hissettiklerinin de böyle olması için ona yalvarabilirdim. Beni sakinleştirmesine değil, gerçekten hissetmesine ihtiyacım vardı. “Eğer Sezgi birinin dostlarına saldırdığını bilseydi, o kişi kanıyla bağlı olan biri bile olsaydı onun cezasını kendi elleriyle verirdi. Bana bu konuda güvenebilirsin. Bana her konuda güvenebilirsin Mahi. Çünkü benim her sözüm bir yemindir ve ben asla yalan söylemem.”
Bana Mahi diye seslendiği için kalbimden damarlarıma anason pompalandı.
Ona her konuda güvensem de bunu dillendiremediğim için gözlerimi beni izleyen mavi gözlerine çevirmekle yetindim. Duyguların bir ağacın köklerinin toprağın altına yayıldığı gibi ruhuma yayılmasına neden olan bakışlarını benden çekip yola çevirdiğinde, ben de gözlerimi ön cama çevirdim ve kaşlarım çatıldı. Artık içinden geçtiğimiz her yolu tanıyordum; her yer kar ve ağaçla kaplı olmasına rağmen tanıyordum hem de. Bu yüzden eve ya da en uçuk ihtimal ile sanat galerisine gitmediğimizi biliyordum.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum çatallı bir sesle.
“Gittiğimizde görürsün.”
“Çok açıklayıcısın.”
“Her zaman,” dedi sadece.
Tabletin tuş kilidini kapatıp arka koltuğa koyduktan sonra dizlerimi karnıma doğru çektim ve kollarımı bacaklarımın etrafına sararak yolu izlemeye devam ettim. Efken, “Ayakkabıları çıkar,” dedi sertçe. “Döşemeleri mahvediyorsun.”
“Gören de döşemelerine sıçtık sanacak,” dedim ses tonuna uyuz olduğum için. Bir an bana bakakalsa da ayakkabılarımı kafasına atacak gibi sinirle çıkarıp yere fırlattığım için bir şey söylemedi. “Hayret bir şey,” diye söylendim kendi kendime.
“Sana ayrılan sabrın sonuna geliyorsun yavaşça.”
Ses tonu hiçbir duyguya sahip değilmiş, sanki kelimeler bir robot tarafından seslendirilmiş gibiydi. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda bile bakışlarıma karşılık alamadım.
“Bana ayrılan sabır?” dedim sorar gibi. “Ayı moduna geçmeden önce senin de gözlerinden neden ışık çıkardığını araştırman gerekiyor bence. Çünkü İbrahim ve sen…”
“Bu konuyu açma,” diyerek ben daha cümlemi tamamlayamadan konuyu ikiye böldü.
Birden gelen sessizliğin nefesi kan kokuyordu.
“Tapınak meselesini çözmeliyim,” dedim sonunda çünkü ben ağzımı açmazsam o da sonsuza dek susacakmış gibi hissetmiştim. “Yani tapınak meselesi derken, şu yılan bedeni ve elmastan bahsediyorum. Elmas yılan bedenini nerede saklıyorsun?”
“Sanat galerisi,” dedi gözleri yoldayken. “Merak etme, o da güvende. Ama sormam gerektiğini hissediyorum, o bedeni neden aldın?”
Derin bir nefes alarak, “Onu neden aldığımı bilmiyorum ama almam gerekmiş gibi hissettim,” dedim, Efken başka bir şey sormadı, bu konuda beni yormadığı, sorgulamadığı için kendimi bir nebze de olsa daha iyi hissediyordum. Bedenin bana ait olduğunu biliyordum ama nedense bunu kendime bile itiraf edemiyordum, Efken de bilmesin istedim, ben de bilmiyor gibi yapacaktım. Çünkü içgüdülerim tam da böyle olması gerektiğini haykırıyordu.
“Tapınaklara boşuna gitmedin, demek ki bu gereken bir şeydi,” dedi sadece, sanırım hâlâ bir şeyler tuhafına gittiği için uzun, derin açıklamalar yapmıyor, suyun yüzeyinde kalmayı tercih ediyordu. Bense o suyun dibine kadar dalmış, ayağıma zincirli kayalar olduğu için kafamı kaldırıp yüzeye istekle baksam da o dipten çıkamaz hâle gelmiştim.
“Sence düşman konusu ne olacak?” diye sordum sessizce. “Yani eğer o elmas gerçekten…”
“Eğer ortaya bir düşman çıkarsa bunu zaten görürüz.” Duraksayarak ona baktım. “Artık korkma. Ben varım.”
“Korkmuyorum. Sadece anlamaya çalışıyorum.”
“Ben de senden farklı sayılmam.” Göz ucuyla bana baktı. “Yani anlamaya çalışmak konusunda. Bak, bu konu ertelenecek türden bir konu değil, biliyorum ama mekânım kundaklandı, çok sayıda çalışanım ve davete katılan insanın ölümüyle sonuçlanan bu olayın da peşini öylece bırakamam. Beni anlıyorsun, değil mi?”
Başımı yavaşça salladım.
“Bana güven, çözeceğim,” dedi. “Sadece biraz sakin ol.”
Beni soktuğu bu çıkmazdan nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Bir yanı sanki o geçmişten kopup zihnimi allak bullak eden anılarda olduğu gibi güvende hissetmeme neden oluyor, bir yanıysa asıl tehlikenin onun yanında olmak olduğunu vurguluyordu. Başta olduğu insanı öylece sineye çekemeyecek olsam da şu an olmak için çabaladığı insanı da görmezden gelemezdim.
“Haklısın,” diye fısıldadığımda sesimde sitem değil, kabullenmişlik duygusu vardı. Gözlerimi kaldırıp dikiz aynasına baktığımda son derece solgun göründüğümü fark ettim. Gözlerimin altında koyu halkalar vardı, beyaz tenli olduğum için bu halkalar çok daha belirgindi, sanki sağlam bir dayak yemişim gibi görünüyordu. Gözüm dikiz aynasına yansıyan, arkamızda yavaşça silinen karlı yola takılırken, “Ortada çözülmesi gereken tek şey benim sorunlarım değil. Senin sorunların da var. Hatta belki de senin içinde yaşadığın çoğu sorunun yanında benimkiler çok çocukça ya da saçma kalabilir. Ucube gibi hissettiren bir ton şeyle karşılaştım ve sanırım seni fazla baskı altına aldım. Yani sonuçta dünya sandığım yer değilmiş, bunu öğrendim ama sen bu dünyada benim gördüklerimden fazlasını gördün. Mistik şeylerden daha acısını… Ölümü gördün.”
Aklı karışmış, daha önce kimse onunla ilgili böyle bir şeyi önüne alıp önemsememiş gibi kaşlarını çatarak, “Çocukluğum cesetlerin üzerine basarak varacağım yere gitmeyi öğrenmekle geçti,” dedi, sesi mesafeliydi ama kalbindeki karmaşa, başı okşansın diye ağlayan bir çocuğun sesi gibi içime doluyordu. “Ve bu süreçte kimse ölümü görmemle ilgilenmedi. Herkes ölüme dâhil olmamla ilgilendi.”
Birden kendimi çok bencil biri gibi hissederek, “Seni önemsemediğimi düşünme,” dedim çat diye, Efken’in duraksadığını altımızdaki canavar gibi öne atılan cipin bile sarsılmasıyla net bir şekilde anladım. “Ölüme dâhil edilmen kadar, ölümü görmen de büyük bir şey.” Omzumun üzerinden ona baktığımda onun da bana baktığını görünce duraksadım. Bakışları en derin çukurlarıma yatırdığım korkuları, acıları, duyguları kazıyarak oradan çıkarıyordu. “Ama ne yaşarsak yaşayalım, günün sonunda olduğumuz insanları var etme nedenimizin yaşadığımız travmalar olduğunu sanmamız da bencillik bence. Prens ve prensesler bile pamukların içinde doğmuyor Efken. Doğuyorlarsa bile inan o pamukların içinde onların canını acıtarak karakterini oluşturacak bir iğne illaki gizleniyor.”
Her şeyi, söylediğim tüm diğer ayrıntıları bir köşeye itip sadece, “Beni önemsiyor musun?” diye sordu.
Sorusu anlık olarak ona bakakalmama neden olsa da içime ektiği hisler kalbime son sürat bir sarmaşık gibi dolandı ve “Evet,” dedim, yanaklarıma pompalanan kanı görebildi mi bilmiyordum ama tenim bir ölü kadar beyaz olduğuna göre muhtemelen kan önce o beyazlığın altına yayılmış olmalıydı.
“Arabayı köşeye çekip dudaklarını ısıra ısıra öpmemi, hatta kanatmamı, şifa akan kanını yalamamı istiyorsun,” dedi sert, erkeksi, öfkeliymiş gibi yükselen baş döndürücü bir sesle. “Eğer istiyorsan, hiç durmam.”
“Edepsizsin,” dedim kaşlarımı çatarak ama o an söyledikleri öyle büyük bir tesirle kanıma karışmıştı ki, tüm bedenimin kanla değil alevlerle çevrili olduğunu hissedip nefessiz kaldım.
Aracı biraz daha yavaşlattı, koruluğun kalbinden çıkmış, karlı iki arazinin ortasındaki otobanda ilerliyorduk. Bakışlarını yüzümden çekmeden, “Daha edepsiz olduğum yerler var,” diye fısıldadı. “Mesela kafam bacaklarının arasındayken daha edepsiz olurum. Sadece kelimeler değil, o kelimeleri bacaklarının arasına sert fiskelerle bırakan dilim de edepsiz olur.”
Ortam birdenbire alevlerin altında kaldı. Efken altındaki canavarı tek bir hamlede durdurunca bedenim öne doğru gitti ama elini aracın konsoluyla arama koyarak çarpmama engel oldu. Ben daha sözcüklerin etkisi yüzünden kendime gelememişken, iri parmakları çenemi kavradı ve kafamı kaldırıp ona bakmamı sağladı. Uçurum mavisi gözlerinin siyah kuyusundan taşan kara yılanların, gözlerinin dibindeki telaşını gördüm. Sanki yüzümü ezberlemek istiyormuş gibi bakıyordu. Her bir zerremi zihin duvarının gerisine atmak, belleği parçalara bölündüğünde bile yüzümden bir parçayı içinde tutmak istiyor gibi bakıyordu. Öyle uzun süre büyük bir derinlik ve dikkatle baktı ki sonunda çenemi sıkıp dudaklarıma yapışacak sandım ama sadece gözlerimin içinde kayboldu.
“Gözlerime bak Mahi,” dedi sanki gözlerim gözlerine saplı hâlde durmuyormuş gibi. “Gözlerime bak ve gözlerimde ne kadar güzel göründüğünü keşfet.”
Bakışları bakışlarıma tutsak gibiydi ama gözleri esir düşen bendim.
Gözlerinin ayna gibi parıldayan mavi yüzeyinde beni izleyen yansımama bakmaya başladığımda, artık bu kadar derin bir şekilde birbirimize bakıyor olmak rahatsız edici gelmiyor, aksine beni huzurla dolduruyordu.
“Gözlerimde ne kadar güzelsin, gördün mü?” Sesi kalbimin üzerinde kuruyan, yaprakları duygularımın üzerine düşen eski, siyah bir gül gibiydi. Yumuşak ve kırılgan, sert ve zarif. Hem yangın hem ırmak.
“Gözlerinin güzelliği yüzünden kendimi göremiyorum ki.”
Göz bebeklerinin genişlemesiyle kelimeler zamanın içinde hızla parçalanmaya başladı ve her bir parça, anıları saklandığı yerde yakalayıp yaraladı. Orada, o gözlerin derin kuyularında bana ait anılar vardı, biliyordum. Bir gün o anılar açığa çıktığında, benim aslında geçmişten bir hayalet gibi geldiğimi, artık o insanlar olmadığımız için eski anlamımı yitirdiğimi düşünür müydü? Bana karşı bu ilgisinin nedeni geçmişteki anılara dayanıyorsa, her şeyi hatırladığında artık onun için bir şeyler ifade etmemeye başlayabilirdim. Belki de bu ilginin şu an olduğu kişiye değil, eskiden olduğu o adama ait olduğunu fark edip benden geri dönülmez bir şekilde uzağa giderdi.
“Sen…” Burnundan sert bir nefes verip çenemi daha sıkı kavradı ve kafamı kaldırıp yüzlerimizi aynı hizaya getirdi. Gözlerinin içinde bana uğuldayan o hislerin daha da derinleşebileceğini tahmin etmezdim ama bu oldu. Gözleri artık yangın yeriydi ve şeytan orada, onun gözlerinde kemikten tahtına oturmuş kadehindeki alevden şarabı yudumluyordu. Şeytan onun gözlerinin sahibiydi. Belki de onun gözleri, şeytanın yeryüzüne kurduğu cehennemiydi. “Sen beni daha kaç farklı şekilde çıldırmanın eşiğine sürükleyeceksin?”
Bu soru, sanki benden çok kendisine sorduğu bir soruydu. Cevabı değil dudaklarıma, zihnimin limanına bile yaklaşamayan bu soru, dudaklarının dudaklarımın üzerine yerleşmesiyle karanlıkta kayboldu. Beni öpüşü sert ve ısrarcıydı ama asla hızlı değildi, yavaşça gelip derinlerime ulaşıyordu. Bir ağacın, toprağın altında usulca ilerleyip etrafa yayılan kökleri gibiydi. Usulca içimde ilerliyor, tüm noktalarıma yayılıyor, kökleriyle beni benden çıkarıp kendisine katıyordu.
Kalbimin dibine çöken duyguların tamamı birden havalandı ve kalbimin içini bulandırdı. Efken’in parmakları çenemden çözüldü ve büyük avucu yanağıma doğru kaydı. Avucunun baskısını elmacık kemiğimde hissederken bir şeyleri değiştirebilir miyim düşüncesi de onun dudaklarının hislerime hızla çarptığı gibi zihnime çarpmaya başlamıştı. Efken’in avucunun sıcaklığı benim buz gibi tenime akarak sanki tenimi altına alarak dondurmuş buzları eritiyordu. O ısrarcı, sert öpüşme birden öfkeyle taçlandırıldı ve beni öpüşünün altındaki kini hissedince kaşlarım çatıldı. Ama her nedense bu kindar tavır bedenimdeki ateşin harlanmasına, beni daha fazla öpmesi için yalvaracak hâle gelmeme neden olmuştu.
Sırtımı aracın kapısına yaslayınca saçlarımın arasında camın soğukluğunu hissettim ve bir elim ön konsola, diğer elim aracın koltuğuna gitti. Bir şeylere tutunma ihtiyacıyla parmaklarımı koltuğun kumaşına bastırdım ve Efken dudaklarının arasından çıkan gürültülü bir inlemeyle biraz daha üzerime abandı.
Bedenim bir yılan gibi kıvrılıyor, ihtiyaçla çınlıyordu ama bu ihtiyaç, benim alışkın olduğum türden bir ihtiyaç değildi. Yoksunluğunu yaşadığım his her ne ise beni yavaşça tüketiyormuş gibi hissediyordum. Sanki bir mumdum ve filtremin ucunda yanan alev filtremi biraz bile küçültmüyor ama beni neredeyse yok edecek kadar çok eritiyordu. Efken’in ıslak ve sıcak dili ağzımın içine girince bedenimdeki çınlama da çoğaldı ve buna anlam yüklemekten korktuğum için gözlerimi sıkıca kapatarak bu ânın bitmesini diledim. Bu dilek içimdeki zehirli gülümseyişin sahibinin hoş olmayan bir kahkaha atmasına neden oldu.
Zehirli gülümseyişin sahibi kahkahalarının arasından durmadan, “Yalancı,” diye fısıldadı.
Efken’in varlığı, ruhumun eteklerini tutuşturuyordu; yavaşça yanmaya başlayan ruhum, eriyen zihnimin içinde yanarak yere damlayan ve kendi kendini yok eden mumun arkasında bıraktığı kalıplar bırakıyordu. İzler…
Dudaklarımız daha şiddetli bir şekilde birbirine karışırken, “Efken,” diye inledim ve bu onu hem duraksattı hem de inletti. Uçurum mavisi gözleri beni bulunca dudaklarımız birbirinden koptu. O mavi gözlerde bir beşik sallanıyordu, beşiğin içinde bir bebek değil, bir yıkım vardı. Beni böldüğü parçaları bereketli topraklarına gömmüştü, şimdi benden aldıklarıyla beni besliyordu çünkü ben onun toprağının ürünüydüm ve yeniden var olabilmem için yine onun toprağına muhtaçtım. Onun hayatımdaki yeri o kadar büyüktü ki, artık her şeyi berrak, duru bir şekilde görebilmekten korkuyordum.
Nefes nefese, “Seni kollarımda uyutmak, altımda inletmek istiyorum,” dedi yakıcı bir gerçeklikle. “Sana hem kıyamıyorum hem de parçalamak istiyorum. Aklımı kaybediyorum ve sebebi sensin, sebebi varlığın, ellerin, gözlerin, sesin, tenin, ruhun. Sen baştan başa felaketken, ben senin felaketim olacağını bilmeme rağmen sana kendimi veriyorum.”
“Böyle konuşursan…” Nefeslerim hızla yüzüne dökülürken susmak zorunda kaldım. Gözleri uzun süre dudaklarım ve gözlerim arasında mekik dokuduktan sonra, “Konuşursam?” diye sordu, o da benim gibi soluk soluğaydı ve hâlâ üzerime abanmış hâldeydi. Parmaklarımı koltuğun yumuşak kumaşına bastırarak yutkundum ve Efken dudaklarını çeneme sürtüp tıpkı benim gibi sertçe yutkundu. “Konuş, konuş da o zehirli bal cümlelerini duyayım.”
“Böyle konuşursan sana kafa atmak zorunda kalacağım,” diye fısıldadım nefes nefese ama cümlemin böyle olmayacağını o da biliyordu, yine de dudakları çeneme yaslıyken burnundan sert bir nefes vererek güldü.
“Çok zehirlisin.”
“Ama sana şifayım. Bunu sakın unutma,” diye mırıldandım, dudakları tekrar çenemdeki çukura yaslandı ve dudakları oradayken, “Asla unutmam,” dedi boğuk bir sesle.
Karanlık bir gölge düşlerimin üzerine çöktüğünde, “Sen nasıl birisin anlamıyorum,” dedim. “Bana hem zehir hem şifa diyorsun ama senin de hiç farkın yok. Hem iyisin hem kötü. Sanki ne kadar zıt şey varsa, hepsini içinde tutuyorsun.”
Efken uzun uzun yüzüme baktı. Kokusu içimi yakıyordu.
“Sana kendimi anlatabiliyor muyum acaba?” diye sorduğumda nefesim tenine aktı ve yutkundu, cevap vermek yerine gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. “Senden hem korktuğumu hem seninle bir savaşım olduğunu hem de sana sığınmak istediğimi sana anlatabiliyor muyum?”
“Anlıyorum.”
Gözlerine sinen cevaplar dudaklarından çıkan tek kelimelik cevaptan daha uzun ve ayrıntılıydı.
“Neden öyle bakıyorsun?”
“Nasıl bakıyorum?”
“Böyle,” dedim çenemle bana son derece yakın duran kemik mezarlığı yüzünü işaret ederek.
“Nasıl yılan?” diye tekrarladı sorusunu.
“Bir suç işlemişim gibi bakıyorsun,” dedim, o an, ön cama çarpmaya başlayan yağmur damlalarının sesi anlık gelen sessizliği böldü, o kadar şiddetli düşüyorlardı ki neredeyse ön camı çatlatacaktı. Efken’in gözlerinde kapkara bir yılan belirdi; o yılan önce onun harelerine dolandı, ardından tüm o uçsuz bucaksız maviliği gölgesinin rengine boyadı ve zehrin yeşilini göz bebeğine kusmaya başladı.
“Sadece merak ediyorum,” dedi düşünceli bir sesle, o yılan hâlâ orada, onun gözlerindeydi ve zehrini kusmaya devam ediyordu. İrislerindeki şekilleri bir şeylere benzetirken sessizce gözlerini izlemekten ileri gitmiyordum.
“Neyi merak ediyorsun Karaduman?”
“Hiç kimseyi sevmediğini, hayatına hiçbir elin değmediğini söylemiştin. Birini önemsemek için onu sevmen gerekir mi bilmiyorum, o yüzden sormak istiyorum. Beni önemsediğini söyledin, bunu duydum. Peki beni önemsediğinden daha çok ya da daha az önemsediğin başka bir adam oldu mu?”
Gözlerimde âdeta taşa dönen o yılanlar, taşı bile çatlatabilecek zehre sahip olan dillerini Efken’e uzattılar. Kaşlarımın ortasında inkârı besleyen bir yarık oluştu, ona sorgu dolu gözlerle baktım ama Efken o kadar ciddi görünüyordu ki, bir an elimi ayağımı koyacak yer bulamadım. Oysa koltuğu sıkı sıkıya kavramıştım.
“Bunu gerçekten soruyor musun?”
“Evet,” dedi. “Az önce sordum.”
Bir süre sessizce onu izledim. Daha sonra yüzümün sınırlarında duran yüzüne biraz daha sokuldum ve gözlerindeki beklenti bir deniz gibi dalgalandı. Burnumu burnuna sürttüğümde burnunun ucu bedeni ateş gibi olmasına rağmen soğuktu. Bu hareketim onu irkiltti, bedeninin taşa döndüğünü hissettim ama uzaklaşmadı. Gözlerim gözlerinde asılı kaldı, dudaklarından akan sıcak nefes dudaklarımı parçalayacak gibi kavuruyordu.
“Neden bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Nasıl bilmiyorum. Aslı var mı bilmiyorum, içimde durmadan sorguluyorum, durdurmayı deniyorum, durdurabileceğime inandıkça inancımdan vuruluyorum ve aksine inanmaktan çok korkuyorum.” Her bir kelime dudaklarımı yakıyordu. Gözlerindeki beklentinin daha da arttığını gördüm. “Cevabı benim için çok korkutucu bir soruya tekabül ediyor. Yani…” Gözlerinin içine bakarken cesaret kendini kalbimde idam ediyordu. “Senin için cenneti birbirine katabilecek bir kadına sorulacak soru mu bu yıkım getiren?”
Dudaklarımdaki kelimeler dudaklarına aktı, zihnine de akmasını ve oraya yerleşmesini, asla unutamayacağı bir anıya dönüşmesini istedim.
Burnundan sert bir nefes verdi. Duymak istediğinin bu olduğunu o an anlamıştım. Bunu kendisi alenen belli etmişti. Ne eksik ne de fazla, Karaduman karşımdaydı ve yalnızca beni istiyordu. Gözlerinde bir körebe oyununda kullanılan çaput bağlı olsa, o beni kokumdan değil, attığım adımın ona çarpan rüzgârından tanır, bulurdu. Bu geçmişle ilgili olsun ya da olmasın, böyleydi. Değiştirilemezdi.
Dudakları tehlikeli, şeytandan ödünç aldığı bir kıvrımla yukarı doğru çekildi, etli üst dudağı iki dudağımın arasına sürtündü. “Peki cehennemi de birbirine katabilir misin Mahi?” diye sordu. O an cesaret bir bedendi, ben o bedenin içinde tutsak bir ruhtum. Kendimi durduramadım ve dolgun üst dudağını yavaşça öptüm. Bir yılan kalbime dolanıp kalbimi sıkarak kalbimdeki fazlalık kanı göğüs tasıma akıtmaya başladı.
“Arafı bile tutuştururum,” dedim, bunu benim dudaklarım değil, bunu o altın halhallı, göğsüne Tevrat’ı bastıran kız söylemişti, durduramamıştım. “Şeytan bile elinde bir meşale, cehennemin ateşinden yaptığı ışıkla arafın tüm koridorlarında beni arar. Şeytanı bile oyuna getiririm senin için.”
“Araf,” dedi dudakları dudaklarıma sürterken, sesi düşüncelere saplı bir bıçak gibiydi. “Cehenneme bile kabul edilemeyeceğimiz kadar çok günahı birlikte işlediğimizde, seninle el ele orada kaybolacağız.”
Onunla arafta kaybolmak… El ele, kimse arkamızda bıraktığımız izin devamında attığımız adımları görmezken, şeytan elinde ateşiyle yaktığı bir meşaleyle bizi ararken, tanrı cennetin kapılarını sonsuza dek ikimizin suratına kaparken…
“Aklımı bulandırıyorsun,” diye fısıldadım ve o geçmişin içinde yürüyen kadının ayak bileğindeki halhalın altın topları birbirine vurdu. “Yine de bu benim için bir zevk olurdu Karaduman.”
“Senin için daha büyük zevkler biliyorum,” dedi muzip bir sesle. Eli arkaya kayıp kapı ile belim arasına sabitlendi. Büyük avucu belim boyunca aktı ve dokunuşu tenimin altındaki şeytanı günah için uyandırdı. Uçurum mavisi gözlere ektiği tutku, şehvetin tomurcuklarını rahminde taşıyordu.
“Çok edepsizsin,” dedim utanarak.
“Utanıyor musun benden?”
“Birdenbire sebebini bilmediğimiz bir çekimin içinde birbirimize son sürat çekilmeye başladığımızda evet,” diye fısıldadım, ona bakmadan konuşuyordum. Yutkunup, “Sanki bu ânı daha önce de yaşamışız gibi hissediyorum,” dedim.
“Sen de mi?” Şaşkınlığı erkeksi sesinin bileklerine dolanmış soğuk bir zincir gibiydi.
“Evet. Yoksa sen de mi?”
Bir şey söylemek yerine alnını alnıma koydu. Efken’in yüzü yüzüme çok yakındı, bu yakınlık beni mahvediyordu. Gözleri kısaca dudaklarıma kaydı.
“Bu arabada daha önce kaç kızı bu şekilde cama yasladın kim bilir,” diye mırıldandığımda bu cümleyi bana kurduran net bir şekilde göğsümü karışlayan kıskançlık duygusuydu.
Efken genizden gelen bir hırıltıyla gülerek, “Oldukça fazla kızı,” deyince bir an gözlerim irice açıldı ve vites kolunu söküp onun kafasında parçaladığımı hayal ettim.
“Siktir oradan,” diye homurdanarak ellerimi göğsüne koymamla onu itmem bir oldu ama güçlü bedeni biraz olsun uzaklaşmadı. Tekrar üzerime kapanıp bir dalga gibi yükselerek beni altına aldığında öfkeden kızarmıştım. “Çekil,” dedim öfkeyle.
“Ne oldu?” Dudaklarındaki sinir bozucu tebessüme düz düz baktım. Sahiden de ne olmuştu? İçimde alev yuvarlanıyormuş gibi hissederken ona esaslı bir tükürük atmak istedim. Yüzünün ortasından süzülen bir tükürük.
“Utanmasan bu arabaya kimleri attığını da anlatacaksın bana.”
“Bu araba dediğin canavar benim bebeğim,” diyerek cipini savundu.
“Üzerimden kalk.”
“Kaldırabiliyorsan kaldır. Gerçi kaldıramazsın diyemeyeceğim, kaldırma gücünün gayet bilincindeyim…”
“İğrençsin,” diye hırladım öfkeyle. “Siktir git!”
“Neden bu kadar sinirlendiğini söylersen çekilirim.” Dudaklarında bir yılanı bile kıskandıracak türden zehirli bir kıvrım belirince bu kıvrımın beni ölümcül bir şekilde saracağını ve yok edeceğini düşündüm.
“Hadi ya?” dedim sertçe. “Sana bir şeyleri söylemek zorundaymışım gibi!”
“Az önce bülbül gibi şakıyordun.”
“Sen hayvanlık yapıp turp sıkmadan önceydi o canım,” diyerek onu bir kez daha ittim. “Senin çarpık cinsellik hikâyelerinle de ilgilendiğim falan yok.”
“Sakin lütfen… Sana ilgileniyorsun dediğimi hatırlamıyorum. Bu konuyu açan sendin.”
“Öf, çok sinir bozucusun. Kafanı kabak gibi yarmak istiyorum,” dediğimde sivri köpek dişlerini göstererek sırıttı. “Utanmaz arlanmaz! Bir de sırıtıyorsun! Bir gram utanman yok Efken!” Gözlerimi kıstım. “Yazıklar olsun.”
“Böyle komik tepkiler vereceksen çok daha fazla hikâye anlatırım sana. Hem konuyu sen açtın…”
“Konuyu ben açtıysam uzatan da sensin ayva kafalı!” Kaşlarım daha da çatıldı. “Gerçekten yazıklar olsun ya.”
“Komik tepkiler veriyorsun. Neden?” Durmadan soru sorması beni daha da sinir sahibi yaptığı için cevap vermek yerine ona düz düz baktım. Cevap vermeyeceğimi anladığında, “Bu canavar benim bebeğim,” diyerek yüzüme biraz daha yaklaştı. “Ve ben bebeğimin içinde kimseyle böyle yakınlaşmadım.” Dudakları çeneme sürtünce kaskatı kesildim. “İster inanırsın istersen inanmazsın ve komik sesler çıkararak bana sinirlenmeye devam edersin. Böyle yapmaya devam ettiğin sürece sertliğimi yumuşatabilecek derecede soğuk su bulabilmek imkânsız olacak.”
İması yanaklarımdaki basıncı arttırdı, öfkem geçmedi, daha da harlandı ama dudaklarımı aralayıp hiçbir şey söyleyecek gücü kendimde bulamadım. Dudaklarını çenemden yukarı doğru tırmandırınca yutkundum, sonra o dudaklar ters yöne akan bir su gibi yükselerek dudaklarıma kaydı. Beni önce yavaş, ardından kıtlıktan çıkmış gibi delice öpmeye başladı. Dili ağzımın içindeydi, nefesi ciğerlerimde dolanıyordu ve köşeye sıkıştırılmış yaralı bir av gibi hissediyordum.
Başta saf öfkeyi hissetsem ve ondan kaçmayı delice dilesem de sonunda ona karşılık verirken buldum kendimi. Dilini ağzımın sınırlarına kabul ettim ama bu beni bir önceki öpüşmemizden daha çok utandırdı. Karnıma ağrıların saplanmasına neden olan bu olay bir süre, aklımın rayından çıkmasına neden olacak kadar uzun bir süre devam etti. Baş döndürücü bir histi bu.
Sanki tüm ormanı kaplayan o ağaçların kökleri benim kalbimdeydi ve bir fırtına çıkmıştı; bu fırtına kalbimi söküp koparmak istiyordu.
Arazilerin ilerisinde ve arkamızda kalan ormanlara köklerini salmış ağaçlar yağmurun dokunuşlarıyla sallanırken o da ruhumu sarsarak beni öpmeyi sürdürdü.
Uçurum mavisi gözler gözlerimdeydi, dolgun dudaklar dudaklarımdan ayrılmıyordu. O gözlere baktım. Ecel orada nefes alıyordu, ölüm orada dinleniyordu, yaşam orada susmuştu ve kalbim göğsümün altında değil, onun uçurumunda atıyordu. Karanlık bir inilti dudaklarının içinden koptu ve ağzımın içinde can buldu.
Kafamda Efken’in öldürdüğü bedenlerin isimleri, bizi bekleyen karanlık ve belirsiz gelecek ile ilgili milyonlarca soru olmasına rağmen, onun nefesini hissettiğim an umursamaz, bencil bir yaratığa dönüşüyordum. Bir canavara… Kendimin en büyük düşmanına…
Cipin ön kaputuna aniden çarpan bir şey ikimizin de sıçrayarak birbirimizin dudaklarından ayrılmasını sağladı. Gözlerim yavaşça ön cama kaydı. Saniyeler birer mum olup göğsümde dakikaları oluşturarak yanmaya başladığı anda, bir kurtla göz göze gelmeyi beklemiyordum.
Köknarların arasında gizlenerek beni izleyen o devasa büyüklükteki kurtla göz göze gelmek, aklıma gelecek son şey bile olamazdı.
Gri bir kurttu, hayır, gümüş rengiydi. Tıpkı tuvale resmettiğim gibiydi. Kül renginde gözleri vardı ve tüyleri de gümüş gibi parıldayan külleri anımsatıyordu. Gözlerinin derinliklerindeki o ölü küllerin de tıpkı tüyleri gibi gümüş parçalar taşıdığını fark ettim. Ön kaputun üstüne çıkmış, gözlerini camdan içeriye dikerek bizi izlemeye başlamıştı.
Aniden yükselen tansiyonla yerimden kıpırdayamaz hâlde gözlerimi kurttan çekmeden, “Efken,” diye fısıldayabildim.
Efken’in de tıpkı benim gibi ön cama kilitlenmiş hâlde olduğunu yan gözle bile olsa görebiliyordum ama o bana oranla daha rahat bir ifadeye bürünmüştü. Gözlerini dahi kırpmadan onu izleyen kurda bakıyordu. Kurt, hareket bile etmiyordu, sanki heykeldendi ve orada öylece durmuş içeriyi izlemeye devam ediyordu. Sanki cansızdı. Nefes bile almıyordu. Sadece bize, en çok da Efken’e bakıyordu.
“Efken,” dedim tekrardan, sesim temkinliydi.
“Sakin kal fıstık,” dedi Efken, cevabı kısa ve netti ama benim sakin olmamın imkânı yoktu. O kurdu biliyordum. Tuvale silüetini döktüğüm kurdun ta kendisiydi. Normal bir kurttan katbekat büyüktü, devasa bedeni onun normal olmadığını gözler önüne seriyordu. Efken kornaya basmaya başladı ve kurt kaputun üzerinde sarsakladı, ardından kül rengi gümüş parıltılı gözlerini Efken’den çekmeden kaputun üstünde yavaşça hareketlendi. Kalbim âdeta boğazımda atıyordu. Yutkunsam kalbimi tekrardan yutabilirdim ama döndüğü yer göğsüm olmazdı. Yaren’in kopartıcılardan bahsettiği anlar zihnimde kendini tekrara almış bozuk kasetler gibi dönüp duruyordu.
Gözlerim Efken’in profiline kaydı, gözlerinin uçurumuna yuvarlanmaya başlayan gri kayaları profilinden bile olsa görebiliyordum. Sanki o gözlerde dev bir deprem oluyordu. Kurt yavaşça arabanın ön kaputundan indi, yola doğru yürümeye başladı. Yolun ortasında durdu, tekrar bize doğru döndü, bakışları sivri birer ok gibiydi; geçmişe saplanıyor, geleceği kanatıyordu.
Kurt kafasını havaya kaldırdı, gözlerini kıstı ve ulumaya başladı. Yağmur onun tüylerinin arasına bıçaklar gibi saplanırken o koca cüssesiyle durmadan uludu.
Efken sadece kurdun hareketlerini izliyordu, yüzü tepkisizdi, gözleriyse yüzünün aksine bir şeyleri anlatmaya çalışıyor gibiydi ama ben anlam veremiyordum. Birden gözleri ışık sızdırınca irkildim, bir kurda bir ona bakıyor, karmakarışık bir ruh hâlinde endişeyle titriyordum. Gözleri devamlı yanıp söndü, maviden şimşek beyazına akan ışık akisleri çizdi. Kurt birkaç kez daha uluduktan sonra bize sırtını döndü ve koşarak arazinin içine girdi. Gözden kaybolup yüksek çalıların arkasında yalnızca hareketlerinin izini taşıyan kıpırtılar bıraktığında, sonunda tuttuğum nefesi dışarı bırakabilmiştim.
Kalbim gümbürtüyle çarparken, “O nereden çıktı?” diye sordum, sesim titriyordu ama bunun sebebi korku değildi.
Efken gözlerini ön camdan çekmeden, “Muhtemelen günlerdir açtı, bir şeyler bulabilme umuduyla şehre inmiştir,” dedi, sesinde bir farklılık hissettim ama bunu irdelememeye çalıştım.
“Acıktığı için mi?” diye sordum sessizce.
“Muhtemelen öyledir.”
“O bir kopartıcı mıydı?”
Sadece, “Sanmıyorum,” dedi, sesi de kendisi de ifadesizdi.
“Tuvale kazıdığım kurdu hatırlıyor musun?”
“Evet.”
“Onun aynısıydı.” Gözlerim sanki o hâlâ önümüzde duruyormuş gibi ileriye çevrilirken, “Ve çok büyüktü,” diye fısıldadım. “Efken, buradan gitmek istiyorum. Hemen.”
“Tekrar gelmeyecek.” Efken yan gözle bana baktı. “Rahatla.”
“Nereden biliyorsun?”
Aramızda uzun soluklu bir bakışma yaşandı.
“Öyle hissediyorum,” dedi, sesindeki o sır, zihnimin pencerelerindeki camları indirdi, dışarıdaki soğuk hızla zihnime doluşmaya başladı.
Birden beynimde bir şimşek çakmış gibi hissederken, “Bu kurt,” dedim sıçrayarak. “O… O beni kurtardığını söylediğim kurttu!”
Efken sessizce, “Emin misin?” diye sordu.
“Evet,” dediğimdeyse aldığım cevapsızlıktı. Efken aracı çalıştırdığında ikimiz de sessizdik, artık ona değil, hemen yan tarafımdaki camda hareket etmeye başlayan yola bakıyordum. Bir şeyler sormadım ya da kendimi ispat etmeye çalışmadım. Muhtemelen Efken zaten bana inanıyordu. Sadece artık tüm bu olup bitenlere anlam yükleyemiyordu.
Birden sebebini bilmediğim bir hüzün göğsümü deldi, kalbime yerleşti.
İçime saplanan ağrının bir bıçağı olsaydı, sapından şarıl şarıl kanım akardı.
Yağmur dindiğinde karanlık bir sokaktaydık. Yerlerde birikmiş su kuyularının içinden geçen cip sonunda tenha bir yerde durdu ve gökyüzü karanlıklar tarafından sarılıp sarmalandı. O kadar dalgındım ki yol boyunca ağzımı bıçak açmamıştı. Sonunda nerede olduğumuzu anlamak için cama sokulduğumdaysa daha önce hiç gelmediğimiz bir yerde olduğumuzu fark edip kaşlarımı çatmıştım. Yüksek tuğla bir binanın yangın merdivenlerinde oturan bir kedinin bizi izlediğini fark ettim, doğrudan aracın içine bakıyordu ve yangın merdivenlerinin çaprazındaki duvarda duran borudan yere su damlıyordu. İlerisi çıkmaz sokaktı, dikenli tellerin önünde çöp konteynırları ve konteynırların önünde de sayıca oldukça fazla koli yığını vardı. Sağ tarafta cızırdayan bir sokak lambası yanıyor, ışık ara sıra sönüp tekrar parlayarak yanıyordu.
“Neredeyiz?” diye sordum kısık bir sesle.
“Kıyametin kopacağı yerde.”
Efken aracı sokak lambasının altına doğru sürdü, eski bir dükkânın cam vitrininin arkasında cipe doğru bakan yaşlı bir adam olduğunu gördüm. Araç biraz daha ilerledi ve Kovboy filmlerinden bir sahnedeymişim gibi hissettiren kısa kesik kapıları olan bir barın önünde durdu. Çift kanatlı ahşap kapının altındaki ve üstündeki boşluklardan sokağa turuncu renkte soluk bir ışık sızıyordu. Çift kanatlı kapının üstündeki duvardan aşağıya sarkan demir tellerin tuttuğu elips şeklindeki levhanın yüzeyinde yazan yazı dikkatimi çekti.
Pandemonium.
Eski bir Kovboy barını anımsatan barın ismiydi bu.
Kıyamet ve şeytanların toplandığı yer anlamına gelen kelimeye o kadar uzun süre baktım ki Efken’in kapıyı açtığını bile fark etmedim, hatta aracın içine dolan soğuk bile etkisiz eleman gibiydi. Efken oturduğum taraftaki kapıyı açınca girdiğim transtan çıkarak kafamı kaldırıp ona baktım. Başıyla barı işaret ederek, “Hadi yılancık,” dedi.
Sorgulamadan yavaşça arabadan indim, deri ceketimin önünü kavuşturup fermuarını çektikten sonra ellerimi deri ceketin dar ceplerine sokarak Efken’e baktım ve o da başını iki yana sallayıp muzip gözlerle beni süzerken cipin kapısını kapattı.
“Kıyamet,” dedim barın tam önünde durup kafamı kaldırarak levhaya bakarken. “Ve şeytanların toplandığı yer.”
“Aynı zamanda da gürültü anlamına gelir,” dedi enseme doğru eğilerek. Sıcak nefesi saçlarımın arasına usulca süzüldü.
Kolunu omzumun üzerinden uzatıp kanatlı kapılardan birinin kanadını itti ve diğer kanat da hareketlendi. Açılan kapıdan geçtiğimde ilk gördüğüm ahşap sandalye ve masalar oldu. Hemen çapraza bakan tarafta da L şeklinde ahşap bir bar bankosu vardı. Bar bankosunun üzerinde bankoyu içe alan duvarı kaplayan eski tablolar dikkatimi çekti. Barın içindeki tavandan sarkan uzun kristal şarap kadehleri oldukça büyük görünüyordu ve tamamı ahşaptan oluşan barın önünde yüzeyi deriden ahşap tabureler duruyordu. Bar bankosunun uzun tarafının sonunda bir ayna vardı ve aynanın hemen önünde, ahşap bankonun üzerinde de oldukça eski püsküllü ve büyük bir abajur vardı, abajurun içindeki ışık bardaki ışıklandırmadan biraz daha parlak bir şampanya rengindeydi.
Masalar boştu, bankonun arkasında sırtı bize dönük genç bir adam dikiliyor, elinde beyaz bir havluyla muhtemelen kadehlerden birini parlatıyordu. İçeride hafif anason ve portakal çiçeği kokusu vardı. Bir de pahalı ve eski ahşap kokusu… Ahşap parkelerden oluşan zemine düşen adımlarımın sesini yutan gramofonda çalan nazik, ellilere ait hissi veren şarkının cızırtılı sesiydi.
“Burası ne güzelmiş,” dedim hayranlığımı gizleyemeden. Küçüktü ama havası çok farklıydı. İnsana kendini çok huzurlu hissettiriyordu. Kurdun gölgesi zihnimden silinmese de artık o ânı yok sayabiliyordum çünkü burası ruhuma iyi gelmişti. Efken, “Beğendin mi?” diye sordu, sesi ilgiliydi.
“Evet.” Gözlerim duvar kenarındaki ahşap masanın çaprazında duran camlı ahşap vitrine kaydı. Vitrinin içinde oldukça eski olduğu sararmış sayfalarından belli olan kıvrışmış onlarca kitap olduğunu gördüm. Kitapların önlerinde birkaç küçük heykel figürü ve vitrininin tavanında da birbirlerinin üzerlerine istiflenmiş plaklar vardı.
“Tercih edeceğin bir yer mi olurdu?”
Kaşlarım çatılırken, “Takılmak olarak soruyorsan, evet, böyle yerleri çok severim. Üniversitedeyken de tercihim bu tarz yerler olurdu. Böyle mekânlarda çalışmak daha zevkli oluyor,” dedim.
“Güzel. O zaman burada çalışabilirsin,” deyince tek kaşımı kaldırıp ona doğru döndüm. Sarı ışıkların çarparak parlattığı mavi gözleri şimdi su yeşili gibi görünüyordu. “Burası bana ait. Yani babama. Bahsettiğim eski bar burasıydı.”
Bu tamamen aklımdan çıktığı için kaşlarımı kaldırıp ona, sonra da arkasında kalan mekâna baktım. Efken gibi birinin böyle yerlerde değil daha lüks, duvarlarına cinselliğin sindiği pahalı mekânlarda takılacağını düşünürdüm. Bu eski ve bir köşede unutulmaya başlamış muhteşem barın ona ait olduğuna kim inanırdı ki?
“Çalışmaktan kastın ne?”
“Luxury’nin restorasyon planını burada yaparsın. Çizimleri ve planlamayı kafa rahatlığıyla yapman önemli ve burada neredeyse hiç kuru gürültü olmaz.” Eliyle barı işaret etti. “İstediğin her içeceğe anında ulaşırsın, arkada küçük bir mutfak var, yaşlı bir şef her öğlen birbirinden farklı tatlarda makarnalar çıkarıyor. Bugün hindi etiyle makarna yapacak diye duydum.” Gözlerimin içine tepkilerimi ölçmek istiyor gibi bakıyordu. “Düşündüm ki, biraz uzaklaşmak sana iyi gelebilir. Ben de bu sırada şu Nigin denen sikik olayın peşinde dolaşayım. O herifi nasıl bulurum bilmiyorum ama bulacağım.”
Bu konu içime bıçakla bir şeyler çiziliyormuş gibi hissettirdiğinden, “Arama,” dedim, bir an şaşırarak bana baktı. “Crystal onu bulmuş.” Gözlerimin içine öyle bir öfkeyle baktı ki, bir an yanımdan hızla ayrılıp Crystal’e gideceğini, sonra da Crystal’in bulduğu herifin adresini alıp o herifi öldürmek için yola koyulacağını sandım. Ona yalan söylemek istemesem de sakince, “Bana bir şey olmaması için onu güvenli bir alanda tutacak,” dedim.
“Bunu bana şimdi mi söylüyorsun Mahi?”
“Kafam çok karışıktı.”
“Geri dönmek istiyorsun,” dedi sertçe. “Bunun için onu öldüreceğime ant içmiştim.”
“Birinin ölmesini istemiyorum.” Gözlerinin içine baktım. İçimden ona, senin ölmeni istemiyorum, diye bağırmak gelse de sadece gözlerine bakmakla kaldım.
“Yine de bana bunu söyleyebilirdin. O sikik herifi nasıl bulacağımı düşünüp kendi kendime işkence yapmazdım.” Bir an durup burnundan sert nefesler vererek yüzüme baktı. “Crystal onu nasıl bulmuş?” Sakin olmaya çalışıyor gibiydi. Öfkelenmekte ne kadar haklı olduğunu bilsem de bir şeyler söyleyecek gücüm olmadığından başımı önüme eğip deri ceketimin soğuk fermuarını tuttum, fermuarı ileri geri oynatırken, “Crystal çok fazla şey biliyor,” dedim. “Benim hakkımda.”
“Ve en son ben öğreniyorum.” Derin bir nefes aldı, gözlerini bar bankosunun arkasındaki genç adama çevirip, “Önüne dön!” diye emretti sertçe. “İşinle ilgilen.”
“Kusura bakma abi,” dedi genç adam önüne dönerken. Ben ise gözümü kırpmadan Efken’e bakmaya devam ediyordum.
Efken burun deliklerini genişleten bir nefes alırken boşluklarla dolu gözlerini bana çevirdi. “Onun kim olduğunu söylemedin, onu bulduğunuzu söylemedin çünkü ona zarar vermemden korktun. Doğru mu?” Bu soruyla beraber kaşlarım sertçe çatıldı. Buna aldırış etmeden zihnimin içindeki kökleri büyük elleriyle çekiştirip sökmeye devam etti. “Onu hissediyorsun, onu öldürmemi istemiyorsun, aranızdaki bağ büyüyor, öyle mi?”
“Efken ben böyle bir şey söylemedim!” dedim sertçe.
“Söylemedin. Tıpkı bana onu bulduğunuzu söylemediğin gibi.”
“Saçmalıyorsun şu an.”
“Saçmalıyorum öyle mi? Bunun başka bir açıklaması olabilir mi? Sana yardım edeceğime dair bir yemin ettim, yemin değildi ama her sözümün yemin olduğunun altını çizerek sana bunun yemin olduğunu alenen söylemiş oldum.” Bar bankosunun önüne doğru ilerleyip büyük avucuyla ahşap bankoya sertçe vurunca bankonun üzerinde ters bir şekilde kapalı duran kristal bardaklar titreyerek birbirlerine çarptılar. “Ama sen, o sikik bağ yüzünden onu benden saklıyorsun. Seni kurtarmamı isterken onu öldüreceğimi biliyordun. Şimdi birini öldürmek istemediğini söylüyorsun. Hadi lan oradan.”
“Her şey koca bir kaosa dönüşmüştü,” diye fısıldadım.
“Sikimde değil kaos falan!” dedi sertçe, gözlerini öfke bürümüştü, bir süre susup o öfkeyle kaynayan gözlerini ruhuma dikti ve canımı yakan bakışlarıyla beni âdeta kapana kıstırdı. “O sarı çıyan o herifi buluyor ama bana bunu söylemiyorsun. Henüz görmediğin bir herife merhamet mi besliyorsun sen?” Bir an durdu. “Görmedin değil mi onu?”
“Görmedim,” diye fısıldadım o adama bakarken.
“Görmediğin birine merhamet besliyorsan, onu görünce ne besleyeceksin? Ona ne hissedeceksin Medusa?” diye sordu sertçe. Bir an verecek cevap bulamadığım için ona bakakaldım ve avucunu bir defa daha sertçe bar bankosuna vurmasıyla kristal bardaklardan biri diğerine sertçe vurdu ve çarptığı bardak öne doğru kaydı. Gözlerimiz birbirine mıhlandı. “Görmediğin birini koruyorsun. Benden. Hem de dönmeyi deliler gibi istiyorken.”
“Deliler gibi istediğimi nereden biliyorsun?”
Gözlerindeki cehennemin üzerine tanrının gölgesi düştü.
“İstemiyor musun?”
Bu soruyu duymazdan gelmeyi seçip, “Sana en başta da birini öldürmeni istemediğimi belirtmiştim diye hatırlıyorum,” dedim. “Sen buna merhamet de ya da başka isimler koy. Ben kurtulayım diye birinin canına kıyamam.”
“Onun canına ben kıyacağım,” diye hırladı.
Kendi canına mı? Dişlerimi sıktım.
“Sebebi ben olmayacağım.” Derin bir nefes alarak, “Gabriel o infazı hak etti, bize saldırmıştı,” dedim. “Ama benim Nigin’im olmayı seçen o adam değildi. Bana hiçbir şey yapmamışken onun ölümünün altına imzamı atmamı nasıl istersin?”
“Ona Nigin’im demeyi derhâl kes.”
“Nigin’im,” dedim bomboş bir sesle.
“Seni doğduğuna pişman ederim,” derken işaret parmağını kaldırıp tehditkâr bir şekilde sallamaya başlamıştı. “Bunu yaparım. O dilindeki zehri bana sürtüp beni zehirlemeye kalkışma. Seni mahvederim.”
“Gerçekleri söylemem ne zamandan beri mahvolmam için yeterli bir sebep?”
“Benim üzerime oynama Medusa.”
“Oynadığım falan yok. Gerçekleri duymaya tahammülün yoksa bana o gerçekleri sunup sorular sorma,” dedim sakince. “Sana bunu söylememe nedenim sadece kafamın allak bullak olmasındandı. Kimseyi korumadım. Gidip birini de öldürmene göz yumamam çünkü artık burada olmamın bir sebebi olduğunu biliyorum. Sırada o sebebi bulmak var.”
Efken bir şeyler söylemek ister gibi ağzını birkaç defa aralayıp hiçbir şey söylemeden geri kapattı ve “Onu göreceğim,” dedi. “Ama sen onu asla görmeyeceksin.”
Kalbim korkuyla sıkıştığında onun ecele bir adım kaldığını ilan eden gözlerine uzun uzun bakıp ona doğru bir adım attım ve “Onu neden görmemi istemiyorsun?” diye sordum.
Bu soruyu cevaplamak yerine, “O gümüş kurdu araştıracağım,” dedi ve sırtını bana dönüp barın çıkışına doğru yürümeye başladı.
Zihnime gümüş kurdu ve kendisiyle ilgili birçok soruyu emanet ederek gidişini izlemek zorunda kaldım.
🎧: Beartooth, Hated