Bazen geçmiş o kadar yakınındadır ki, bugünün geleceğin olur, geleceğin kaybolur.
Ben geçmişte yaşayan bir ruh değildim, ben geçmişte taşıdığım ruh tarafından bugünü esir edilmiş bir bedendim. Ve şimdi geçmiş, beni sadece esir etmek için değil, tamamen ele geçirmek için bana doğru taarruza geçmişti.
Kaçmaya çalışmadım, geçmişe bugünüme tutunarak savaş açmadım, geleceği düşünerek ümitsizliğe kapılmadım. Sadece durdum ve anıların bana çarpıp beni geriye doğru devirerek altına alacağı ânın gelmesini bekledim.
İbrahim’in sorgulamaları, Crystal’in bana biraz daha yakın olma çabalarıyla beraber bir haftayı daha geride bırakmanın yorgunluğu hem zihnimde hem de bedenimde tortop olmuş bir ağrı şeklinde yuvarlanıyordu. Ramon’a veda ederek tapınaklardan ayrıldığımız anları hayal meyal hatırlıyordum. Efken, Ramon’un yakasına yapışıp ona meydan okuyorken bir anda gözlerimde her ne gördüyse durup beni ve olanları anlamaya çalışmıştı. Yatağın kenarındaki komodinin üzerinde duran küçük sandığa bakınca yatakta küçücük kalan bedenim biraz daha büzüştü. Açık pencereden içeri karın soğuğu vuruyordu, tül perde rüzgâra meydan okuyamadığı için aşağı yukarı kabararak sallanıyor, donmuş dolunayın gümüş ışığı odanın içini şaşılacak derecede güçlü bir şekilde aydınlatıyordu.
Efken’in hatıraları da bölük pörçüktü ama bir şeyler yavaşça zihninin merkezine doğru yola koyulmuştu. Bense ona nazaran daha sert ve mantığı parçalayan bir farkındalığa sahiptim. Bunun farkındaydı ama sanki mayınlı bölgeymişim gibi bana yaklaşmıyor, bunu sorgulamıyordu. O da bir şeylerin zamanında geleceğini anlamış gibiydi.
Kızıl Yaka’ya gitmeden hemen öncesinde yaşanan o sarsıntılı gecenin izlerini taşıyan Yaren, her gece kâbuslar görüyor, elinde yastığıyla bulduğu her köşede uyumaya çalışıyordu. Mustafa Baba ile görüşme şansı bulamamıştık çünkü Efken yangından sonra açılan yaraları sarmak için kolları sıvamıştı. Bu süre zarfında iki kez Sezgi’yi görmüş olmama rağmen bana o gece yaşananlarla ilgili hiçbir şey söylememiş, hatta tapınaklardan bile bahsetmemişti. Oysa bana soracağı sorular olduğunu düşünmüştüm. Aksine, beni karşılayan ondan bana doğru akan duru bir sessizlik olmuştu.
Son birkaç gündür zihnim ve kalbim bir olmuş durumdaydı. Kafamın içindeki o zehirli kadın sesi tam tersini şiddetle savunuyor olsa da kalbim ve zihnimde sarhoş bir başıboşlukla dolaşan düşünceler beni aynı yöne çağırıyor ve yolun sonu hep aynı konuya çıkıyordu. Nigin Bağı ve bunu Efken’e söylemek…
Ondan hafızalarımızı parçalamamak için sakladıklarımın aksine, bu kendi irademle sakladığım bir şeydi ve artık onunla paylaşmam gerektiğini hissediyordum. Kalbime doğru ilerlemeye başlamış bir iğne gibi hissettiren bu sır, her geçen gün kalbime batıp atışlarını söndürmek için hedefe biraz daha yaklaşıyordu.
Bir de buraya kadar bizimle gelen yılan bedeni ve Ramon’un bana armağan ettiği, ninniyi anımsatan melodik sesiyle bana bilmeceler, belki de tekerlemeler sıralayan elmas vardı. Efken ne kadar her şeye şahitlik etmiş olursa olsun, elmasın benimle iletişim kurduğunu söyleyecek olursam bunu kaldıramayabilir, yine saçma bir diyalogun içine bodoslama dalabilirdik. Yine de yol boyunca elmasa dikkat kesilerek elmasın sesini dinlediğimi gördüğü için muhtemelen bir şeylerden şüphe etmesi olasıydı.
Her ne kadar o sesi duyamıyor olsa da…
Gabriel’in infazını kanımla onayladığım o ânı hatırlayınca titredim. Tırnaklarım yastığın kılıfına saplandı ve gözlerimi yumup o görüntüden uzaklaşmaya çalıştım. Ama oradaydı, kara gözleriyle bana bakıyor, benden bir damla şifa istiyordu, bense ona bir damla zehir vereceğimi bile bile kanımı sunuyordum. İnfazını ona onatıyordum ve o, kendi infazının altına mürekkebi kanımdan olan bir kalemle imza attığını bilmiyordu.
Kanımda hem zehir vardı hem de şifa.
Kanımda Efken’i yaşatan bir şifa, bir başkasını öldüren bir zehir vardı.
Ve Efken Karaduman, bunu biliyordu.
Pencerenin camının sertçe kapatılmasıyla irkilerek gözlerimi açtım ve onun ay ışığının altında parladığını gördüm. Göz alıcı güzelliğiyle oradaydı. Siyah saçları ayın ışığını aldığı için gece mavisi görünüyordu, çıplak sırtı geniş ve tanrının sanatıymış gibi görünen gölgeli, vurgulu, belirgin dokulara sahip kaslarla şekil kazanmıştı. Altında siyah pantolonu vardı, kemerinin gümüş tokası parlayarak cama yansıyordu. Perdeyi camın önüne sertçe çekince sırtındaki ve pazularındaki kas öbekleri oynaştı. Dikkatimi dağıtan görüntü yüzünden karnıma ağrılar girmişti. Öfkeli gözlerle bana dönünce, karnımdaki ağrı şiddetlendi çünkü gözlerimin onun üzerinde dolaştığını en çıplak hâliyle görmüştü.
“Neden camı açıp yatıyorsun?” diye sordu sertçe, gözlerini yüzüme diktiği sırada bana dönüp yatağa doğru ilerlemeye başlamıştı. “Canın üşütmek mi istiyor?”
“Bağırmanı gerektirecek bir şey yok.”
“Koca kıçın donduğunda ve hasta olup yataklara düştüğünde sana bakmam için inim inim inleyecek olursan diye söylüyorum, kılımı bile kıpırdatmam.”
“Yine öküz modunu açmışsın. Ben de nerede kaldı diyordum,” dediğimde bana ters ters baktı.
“Eğer öküzü görmek istersen göstereyim. O dilin beni sokmak için fazla dışarı çıkar oldu. Beni sokmaya çalışmak yerine daha güzel şeyler de yapabilir aslında…” Sinsi gülümsemesine boş boş baksam da yanaklarıma kan gibi oturan o ısıyı net bir şekilde hissettim. Böyle anlamı içimi deşen, iyi mi kötü mü bir türlü anlayamadığım bir hisle dolmama neden olan cümleler kurmasa her şey daha kolay olabilirdi.
“Bok gibi konuşuyorsun.”
“Ney gibi?” Kaşlarını çatarken dizini yatağa bastırdı, yatak onun ağırlığıyla aşağı doğru çöktü ve bedenim de içeri çöken kısma doğru kaydı. Efken bana büyüklük taslayan bir gülümsemeyle başımın üzerinde duran tavan gibi baktığında, kaşlarımı çatıp emekleyerek yatağın diğer ucuna tırmandım. Gülümsemesi genişledi. “Kısa boylu bir kız da değilsin ama nasıl böyle küçücük kalabiliyorsun hiç anlamıyorum. Şu tipe de bakın…”
“Sen kocamansın, o yüzden etrafındaki her şeyi minyatür olarak görmen çok normal, değil mi?” diye söylendim yorganı tutup üzerime çekerek bedenimi altına gizlerken.
“Bak sen.” Sihirli cümlesi, iki kelimeden oluşan ve aklımı bulandıran… Bedeninin ısısını hissettim, aramızda santimler olsa da sanki derimiz birbirine yapışmış gibi oldukça netti. Büyük elini yüzümün yanına koyunca gözlerim bileklerine dolanmış kabloları anımsatan damarlara takıldı. Sırtım ona dönük olduğundan yüzünü göremiyordum ama biraz daha abanınca beni görebileceği bir pozisyona gelmiş oldu. Bense ona bakmamak konusunda ısrarcıydım. “Demek kocaman olduğumu düşünüyorsun.”
“Çok sıcaksın, biraz uzaklaş,” dedim cansız bir sesle. Bana işkence ettiğini anlamış gibi genizden gelen erkeksi bir sesle güldü.
“Sıcaklığım seni rahatsız etmemeli. Bu soğuk şehirde sığınabileceğin tek liman olduğumu unuttun herhâlde? Seni ısıtan tek adam da ben olacağım.”
Kelimelerini böyle pervasızca bana doğru savurmasının içimde yarattığı zelzelelerden bihaberdi. Ona göre alay barındırma ihtimali oldukça yüksek olan bu cümleler, onun haberi olmasa da benim içimde fırtınalar estirebiliyordu. Tam bir aptal olduğu için anlamaması normaldi. Hödüğün tekiydi ve bazen kalbimle bir kukla sanatçısının oyup şekil verdikten sonra iplerle parmaklarına asıp oynatmaya başladığı kuklası gibi oynadığını bilmiyordu.
“Çok büyük konuşuyorsun.”
“Her yerim gibi sözlerim de büyüktür,” diyerek birden arkama uzandı, yüzümün önünde duran elini indirip boynumun altına sardı ve bedenini bedenime sertçe yaslayarak gözlerimin aralanmasına neden oldu. Ben karlı bir dağ gibiydim, soğuk ve yüksektim, o ise hemen altıma serilmiş kızgın kumları olan cehennem yerini anımsatan bir çöldü; çığ olup onun üzerine düşmeye başladığımda onu altımda bırakırım sanıyordum ama o tüm karlarımı sıcağıyla eritmişti. “Ve sen bu büyük adamın kollarında olmaktan gayet mutlu gibisin küçük yılan.” Kelimeleri içimi yakmadı ama onun elleri kadar büyük eller oldu ve ruhumu sardı.
“Tüm gün neredeydin?” diye sordum, geçen hafta yaşananlarla ilgili konuşmamız gerektiğini düşünsem de Efken bu konudan kaçar gibi gündelik işlerini halletme odaklı hareket ediyordu.
“Mekânda çalışan çocukların evlerine gittim,” dedi birden ciddi bir sesle. Durdum. Zihin sahnemde ona ait, içinde olmadığım birkaç karışık anı belirdi. “Mekân yeniden inşa edilene dek idare edebilecekleri kadar paraları vardı içeride. Onları dağıttım.” İçimden bir ses, içeride paraları olduğunu değil, onun onları yarı yolda bırakmadığını söylüyordu. Efken’in göğsüne yaslandığımda beni daha sıkı sardı. Özündeki iyilik çok yakıcıydı, cehennem ateşi gibi yakıcıydı. Cehennemde iyilik olur muydu? Onun cehennemi iyiliklerle doluydu.
Ve ben o iyiliklerin yaktığı alevlerin içinde yanıyordum.
“Kötü taklidi yapan iyi biri olma ihtimalini düşünüyorum da…” diye mırıldandım, burnunu omzuma sürttü ve mırıltım az daha miyavlamaya dönecek sandım. “Mekân konusunu ne yapacaksın?”
“O iş seni bekliyor,” dedi, kaşlarımı kaldırdım, sıcak nefesi tenime akarken konuşmaya kaldığı yerden devam etti. “Sağlam bir değişikliğe gitmek iyi olur. Bence Luxury’ye yeni bir soluk getireceksin.”
“İstersen daha profesyonel mimarlarla da çalışabilirsin.”
“Amatörlerden hoşlanıyorum sanırım,” dedi ve karanlık imasıyla beraber eli boynumdan iki göğsüm arasına doğru indi ama bana dokunmadı. Yine de avucunu iki göğsümün arasındaki boşlukta hissedince göğün yere serildiğini düşünmüştüm.
“Yapmayı gerçekten istiyorum ama bir iş geçmişim yok.”
“Yapmayı çok istemen, en iyisini yapmana yetecektir.”
Bir anı dudaklarımın yukarı kıvrılmasına neden oldu. “Geçen yıl bir çizim tableti aldım kendime, dijital çizim yapmak istiyordum,” diye mırıldandım, Efken sanki bir şey anlatacağımı anlamış gibi bana daha sıkı sarılıp beni dinlemeye başlamıştı. “Miraç, yani erkek kardeşim, basketbol takımındaydı ve formaları için bir amblem oluşturmak istiyorlardı. Ben tabletimi aldığımda yaparım dedim ve kaba taslak karakalem olarak amblemi çizdim. Sonra Miraç’ın sınıfından bir kız boyandığında nasıl görünüyor bir bakalım diyerek benim çizimimi dijitale atıp bir de üzerine boyamış. Sinir olsam da sadece göstermek için çizeceğini düşündüğümden tamam dedim, kız benim çizimimi boyadı ve sonra Miraç da gelip daha tableti almadığım için vakit olmadığını, ben öğrenene kadar çok uzun zaman geçebileceğini, kızın boyadığını kullanabileceklerini söyledi. Çizim benimdi!” Efken genizden gelen bir kahkaha atınca kaşlarımı çattım. “O hafta tabletim geldi. Hiç unutmam, babam bir aile dostumuzu çağırmıştı ve barbekü yapıyorlardı. Ben yemeği bırakıp odama kapanmıştım. Bir gece içinde tabletin dilini çözdüm ve o gece amblemi çizip boyadım. Kızın yaptığından daha iyi şekilde. Miraç hep bunu anar ve benim tam bir inatçı olduğumu, istediğimde yapamayacağım hiçbir şey olmadığını ve kindar olduğumu söyler…”
“Kızın saçını çekip, onu ben çizdim diye bağırdığını söylemeni bekledim ama yapmamışsın,” dedi Efken, eğlendiğini alenen gösteren sesi bana kendimi iyi hissettiriyordu.
“Öf, keşke tabletim de benimle gelseydi,” diye mırıldandım, bu onu daha da çok güldürdü. “Ne? Çizim yapasım geldi.”
“Dijital çizim yapmayı seviyor muydun?”
“Evet,” dedim. “Başta yapamayacağımı düşündüm, hatta tabletimi sipariş ettiğimde tablet elime geçene kadar durmadan ya yapamazsam diye kendi kendime kuruntu da yaptım ama Miraç’ın arkadaşına sinir olmuştum.”
“Bir şeyleri kolay kavrayan biri olduğun belli. Bence Luxury ile ilgili güzel şeyler yapabilirsin.” Kafamdaki kaosu gidermek ister gibi beni farklı şeylere yönlendirmeye çalıştığını anladığımda sadece başımı salladım. Efken kollarını bana biraz daha sarınca nefesimi tuttum, nefesimi tuttuğum için kalp atışlarım da yavaşlar mıydı acaba? “Luxury yeniden kapılarını geceye açana dek şimdilik başka bir yerde devam edeceğiz. Orası küçük ve eski, babamdan kalan bir yer. Babamın değil, babamın bir arkadaşının üzerine kayıtlı olduğu için orayı bilen birileri yok. Yani daha güvenilir eski bir bar. Bizim çocuklardan birkaç tanesini oraya yönlendirdim.” Babasının adına kayıtlı bir mülk olsaydı tehlikede mi olurduk? Yaren’in ailelerinin ölümünden bahsettiği o günü hatırlayınca kaşlarım çatıldı. Efken tüm bunlarla nasıl başa çıkabiliyordu? Hem etrafında ona düşmanlık besleyen insanlar vardı hem de inanması güç olaylar ardı ardına patlayarak üzerine yıkılıyordu.
Efken, “Ramon denen herifin verdiği elmas hakkında hiç konuşmadık,” deyince, konuşmamız gereken şeyin bu olmadığını haykıran mantığıma rağmen ifadesizce kollarının arasında yatmaya devam ettim. “O elmasın bir sırrı mı var? Eğer yoksa neden bir herifin sana verdiği elması kabul ediyorsun?” Sesi ölüm gibi sakin ama yıkıcıydı, sessizce gelmişti ama arkasında enkazlar bırakacak cinstendi. Öfke damarıma enjekte edilmiş bir ilaç gibi hızla tüm bedenimi kaplasa da sesimi çıkarmadan bir sonraki cümlesinin geleceği ânı bekledim. Çok uzun sürmedi. “O elmastan bedeni anlarım, bir şeylerin peşindesin, demek ki ben de bu işin içindeyim ama diğer armağanı kabul etmen sinirlerimi bozuyor. Bir açıklama da yapmadın.”
“Açıklama yapmak zorunda mıyım?”
“Benim kollarımda olduğun her siktiğimin saniyesinde elbette bana açıklama yapmak zorundasın,” dedi. Belki o an kötü bir niyeti yoktu ama birden açığa çıkan öfkeme sıkıca tutunarak sert bir şekilde kollarının arasından doğrularak kalktım. Yatakta sırtüstü uzanıp beni izlemeye başladı. Yüzü sakindi ama bu sakinliğin arkasından gelecek olan kaosu görebiliyordum.
“Sana açıklama yapmak zorunda değilim,” dedim. “Benden malınmışım gibi bahsetmekten vazgeç. Senin sana ait olan bir eşyan ya da parayla çalıştırdığın kölen değilim. Bak köle diyorum, işçi demiyorum, çünkü en adi insanlar bile işçilerine kibar davranmak zorunda. Sen benden kölenmişim gibi bahsediyorsun.”
“Saçmalamayı bırak,” derken gözlerini devirdi, gözlerinin beyazına dişlerimi gıcırdatarak baktım. Mavi gözleri yeniden sahnede belirdiğinde, “Ne o?” diye sordu bana sert bir üslupla. “Velencoso’nun sana verdiği elmas bu kadar mı başını döndürdü?”
“Çok ayarsız bir insansın,” dediğimde patlama noktasındaymış gibi gözlerini yüzüme dikti. Yüzü gergindi ama sesini yükseltmiyor, hatta hiçbir şey söylemeden sadece bana bakıyordu; yine de gözlerinin arkasındaki canavarın ayak seslerini duyabiliyordum. Canavar, yaratacağı kaosa doğru keskin adımlar atarak ilerlemeye başlamıştı. “İnsanların kalbini öylece kırıp sonra da onlardan seni anlamalarını bekliyorsun.”
“Ben kimsenin beni anlamasını beklemiyorum Medusa,” dedi Efken. Ölüm gibi bakan gözlerini yumunca geriye uzun kirpikleri ve damarlı göz kapakları kaldı. Bakışlarını merak ettim çünkü bakışları bazen bana onun söyleyemediklerini söylüyordu, onun bana ulaştıramadıklarını kirpikleri arasından bana fısıldıyordu. Şimdi gözleri kapalıydı ve asıl hissettiği neydi, işte bunu tam şu an hiç bilmiyordum. Gözleri kapalıyken bana hangi duyguyla kurduğunu bilmediğim şu cümleyi fısıldadı: “Kendi kafanda yarattığın Efken’e inanmaktan vazgeç.”
“Her neyse.” Saçlarımı bileğimdeki lastik tokayla topladım, kenarlardan fırlayan saç tellerini kulağımın arkasına tıkıştırarak odanın çıkışına yöneldiğim sırada yatakta doğrulduğunu fark ettim.
“Nereye?” diye sordu sertçe.
“Olmadığın bir yere.”
“Konuyu değiştirme yöntemin bu mu?” Önüne taşlar dizmeyi bırakıp duvarlar bile örsem onun öfkesinden kurtulamayacağımı anladığımda, dönüp ona bomboş gözlerle baktım. Sorusu içimde hiçbir şeyi ayyuka çıkarmadı. Aksine, koca bir sessizlik olarak baktım ona. Efken başını omzuna doğru eğip, kan gölünde yüzüyormuşum gibi hissettiren bir ses ve o sesi tamamlayan bakışlarla, “Ramon konusunu örtbas edebilmek için konuyu farklı yerlere çekip sonra da kaçıp gidiyor musun?” diye sordu.
“Sen ne saçmalıyorsun be dağ öküzü?” diye sordum dümdüz bir sesle. “Bir haftadır ağzını bıçak açmıyordu, şimdi oraya oturmuş asarım keserim bakışları altında bana Ramon’dan aldığım elmasın hesabını mı soruyorsun sen? Sence konumuz bu mu? Sen,” diyerek ellerimi havaya kaldırıp tırnak işareti yaptım ve “bir cadıyla dövüştün, ben de o cadıyı kanımla öldürdüm,” dedim sertçe. Ellerimi indirmemle yüzümü öfkenin sarması bir oldu. “Tüm bunlar normal, benim bir elması kabul etmem anormal, öyle mi? Gidip tedavi ol Efken.”
“Bir haftadır tek yaptığım ağzımı bıçak açmaması mı sence?” Yatakta dizlerinin üzerine kalkınca koca vücudundaki kaslar gerilerek bedeninin sıkılığını gözler önüne serdi. “Senin o küçük kafan daha fazla karışmasın diye dünyanın en saçma kitaplarını önüme alıp araştırma yaptığımdan haberin var mı senin?” Bir an duraksasam da kaşlarım yumuşamadı, hâlâ çatıktı. “Ben dünyamda yeri olmayan şeylerin varlığına inandım. Sadece gördüğüm için değil, bana bunu sen söylediğin için. Yalanladım, sana deli gözüyle baktım ama bunu sadece senin akıl sağlığın için yaptım. Sana inansam da sen bir şeye körü körüne inanma diye yaptım.”
Sanki yıllar bile geçse, her şey geride de kalsa, ben ait olduğum yere de dönsem onu sonsuza dek içimde taşımaya devam edecektim. Asıl canımı yakan, onun da beni içinde taşıyacağı gerçeğiydi. Dilimin ucunu uyuşturan gerçek birden kalbimi de tekletti. Nigin Bağı’mın sahibiydi, eğer o yaşayacaksa burada kalıp onunla yaşamam gerekirdi, eğer gidersem ölecekti. Başka bir yolu yoksa, ben onun ölümü olacaktım, başka bir yolu varsa da ölümü olmamı sorun etmez gibi bakıyordu.
Er ya da geç bunu öğrendiğinde beni azat etmek için kendi canını ortaya koyar mıydı?
Yaren vardı, Yaren için yaşıyordu, belki de yapmazdı. Her sözü yemin olmasına rağmen bu kez yeminini bozar, benim için kendi canını ortaya koymazdı. Sıkışmış bir kalple onu izlediğim esnada birden ayağa kalkıp yanıma geldi. Beni kollarımın kenarlarından tutunca gözlerimi kaldırıp onun yüzüne sabitledim. Bakışları tehditkârdı, gözlerinin aynasında bana ait bir yansıma vardı ve yansımadaki varlığım güçsüzlüğün bir sembolü gibiydi. Çok zayıf düşmüş hissediyordum. Bu hayata yenilmek üzereydim sanki.
“Senin için yaptığım kadar yapamadıklarım da var biliyorum ama deniyorum seni salak,” dedi sertçe, yutkundum, gözlerini gözlerimden çekmedi. “Bir adamın sana değeri oldukça yüksek bir tapınak parçasını hediye etmesinin ne demek olduğunu biliyor musun? Sana kur yaptığını gördüğüm hâlde onu o tapınağın kumlarının altına gömmediysem bu senin içindi. Daha fazla sarsılma diyeydi. Çözmen gereken bilmece her neyse seni daha fazla yıpratmadan çöz diyeydi.”
“Beni önemsiyor gibi davranıyorsun,” dedim, tutuşu sertleşti. “Belki de beni gerçekten çok önemsiyorsun.” Bu cümle, sert tutuşunun belli ölçüde yumuşamasına neden oldu. Gözlerim gözlerindeyken, “Elmas benimle iletişim kuruyor,” diye itiraf ettim. Bakışları bir boşluktan düşüyor gibiydi. Uzun süre bende kaldı. Bu kez dudakları ret ile renklenmedi, hatta o kadar uzun süre sustu ki sonunda bu sessizliğin kabulleniş olduğunu anladım.
Bir süre sonra, “Bu elması o yüzden mi sana verdi?” diye sordu.
“Sanırım. Duyduğunu düşünmüyorum ama ben duydum. Sanırım o da hissettiği için onu bana verdi. Birdenbire Ramon’un çıktığı geçide gittiğim ânı hatırlıyor musun? Bir ses beni çağırıp durdu. Sanki ninni gibiydi.” Kelimeler yüzüme utancın kızıllığını bırakarak dudaklarımı terk ediyordu. Tüm bunları normal bir şeymiş gibi anlatmak ne kadar da zordu. Artık her şey halının altına süpürülemez hâle geldiği için konuşmanın tam zamanıydı. “Elması kabul ettim çünkü o taş parçası bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. İki üç gün önce salonda sana bir şey söylemek üzereydim, hatırlıyor musun? Lafı ağzıma tıkmamış olsaydın, söyleyecektim.”
Yüzü renksiz bir tuval gibiydi ama duygular şeffafken bile okunuyordu. Başını sallayarak beni onayladı.
“Elmas bir şeyden bahsetti. Asreman Yırtığı dedi, düşman dedi, güneş ile ilgili garip, çözmesi zor cümleler kurdu. Bazı şeyleri sık sık tekrarlıyor ve bir tekerleme gibi mırıldanıyor.” Yutkundum. “Kulağa çok garip geldiğini biliyorum.”
“Daha gariplerini yaşadık,” derken sesi toktu.
“Ramon bana bu elması bir şeyleri çözeyim diye verdi. Senin düşündüğün gibi bir şeyden dolayı değil.” Uçurum mavisi gözlerine daha dikkatli bakınca kanında dolaşan alkolün varlığını hissettim. Sarhoş denemezdi ama çakırkeyif olduğu kesindi. Bunu şimdi fark ediyor olmak şaşkınlığın ruhuma yavaşça çarpmasına neden oldu. “O gün oradan ayrılana dek sizin de duyup duymadığınızı merak ettim. Hepinizi tek tek inceledim ama elmasa kulak vermediniz.”
Efken derin bir nefes alıp, “Kafam sik gibi oldu,” diyerek ellerini üzerimden çekti. Boynunu sağa sola çevirip çıtlattıktan sonra kapıyı açtı ve karanlık hole doğru çıktı. Arkasından çıkarken başka bir şey söylememem gerektiğini fark ettim. Efken salona girdi, bir kapakla kapatılmış olan şöminenin sağ çaprazında ahşap bir bar dolabı vardı. Alçak dolap oldukça eski ve pahalı görünüyordu. Efken kapaklardan birini açınca yan yatmış içkileri gördüm. Eski bir şişeyi çıkardı, jelatinini soydu ve kapağı yavaşça çevirerek açtı. Masanın üstündeki zeminde duran kristal kadehlerden birini alırken düşüncelere dalmış gibi görünüyordu.
Kadehin içini içkiyle doldurdu, içkinin altını anımsatan renginin içinde parlayan kristalleri izlerken omzumu duvara yaslamıştım. Göz ucuyla bana bakıp, “Bir kadeh ister misin?” diye sordu, sesi daha sakindi. Sanki az önce kavga ettiğim adam gitmiş, yerine daha anlayışlı ve huzur getiren bir adam gelmişti. Yine de onun bir yıkım getiren olduğunu biliyordum.
“Kahve yapacağım.”
“Pekâlâ.” İçkisinden bir yudum aldı. Büyük dövmeli parmakları şakaklarına giderken onu izliyordum. Şakaklarını ağır ağır ovdu, ardından, “Tüm bu olup bitenleri Yaren’e yansıtmadığın için sağ ol,” dedi. “İçinde yaşadığı dünyanın normal bir yer olarak kalmasını istiyorum. Her zaman korkan bir kız çocuğu oldu. Karanlıktan korktu, kâbuslardan korktu, benden korktu, geçmişimizden korktu.” Sustu, bir yudum içki daha içtikten sonra yorgun bakan gözlerini yüzüme çevirip beni incelemeye başladı. “O gece Sezgi’yi o şekilde gördükten sonra onun için her şey anormal bir boyut kazanmaya daha yakın. Çocukluğundan bu yana bu tarz fantezileri var. Böyle şeylere inanmaya oldukça meyilli. İbrahim’in bambaşka bir yerden geldiğine inandığım zamanlar olduğunda bile Yaren’in çocukça fantezilerini beslememek için inanmıyor gibi davrandım. Onu da buna inanmaması için durmadan şartlandırdım.”
“Ama o her şeye rağmen İbrahim’e inanmayı seçti,” diye fısıldadım.
Viski kadehini kafasına dikip içinde kalan son yudum içki de boğazına akana kadar öylece bekledi. Daha sonra dövmeli parmaklarının kavradığı kristal kadehe bakıp, “Evet,” dedi. “Bazen biri inanabilmen için kendine ve inançlarına bile ihanet etmen gerekecek bir şey söylese de söyleyen kişi o olduğu için inanırsın.”
Kelimeleri zihnimin içinde devamlı olarak dönüp durdu, içime o kadar çok dokundu ki bir an sadece ona sarılıp gözyaşlarına boğulacağımı sandım.
“İbrahim hakkında ne düşünüyorsun?”
“Onun attığı kahkahaları hatırlıyorum.” Bu cümlenin sonunda tekrar şişeye uzandı, içi altın rengi kristallerle parlayan içkiyi kadehine doğru devirdi ve sıvının cam kadehi doldururken çıkardığı ses zihnim tarafından emildi. Şişenin kapağını kapattıktan sonra kadehi tekrar eline alıp bedenini benden tarafa çevirdi, kalçasını ahşap bar dolabına yaslayıp, “Normal olmadığını ilk anlardan beri biliyordum,” diye açık bir itirafta bulundu. “Ama kahkahaları o kadar kuvvetliydi ki, aklımı her zaman pençelerim arasında saklıyor olmasam beni bile delirtebilirdi.”
Bu gerçek bir bataklığın içinde olduğumu anlamama neden oldu. Aslında günden güne o bataklığın içine gömülüyordum. O susmadı. Konuştu. Ben bataklığa gömülmeye devam ettim.
“Öte yandan, sen de gördün, ben de normal değilim. Kabul etsem de etmesem de bu doğru. Benim lanetimin gözlerimden sızan ışıklar olduğunu düşünürdüm. Sonra bununla sınırlı olmadığını keşfetmeye başladım.” Bu kadar uzun cümleler kurmasına alışkın olmadığımdan şaşkındım ama yine de içinde olduğum bataklıkta çırpınmadan durup onu dinlemeye devam ettim. “Bana gözlerinde ışık olan çocuğu anlattığın günü hatırlıyor musun? Kar Ormanı’ndan geliyordun, korku içindeydin, bana bir şeyler anlattın ve sonra sana kendi ışığımı gösterdim.”
Anılar birden gelince ürperdim. Başımı sallayıp onu onaylayana dek konuşmadı.
“Sana o gün hiç kimseye inanmadığım kadar inandım. Tüm ruhumla inandım. Tesadüf eseri bile neler oluyor bu dünyada, bu mu olmayacaktı? Sorguladım. Gökyüzünde donmuş bir dolunay olmasına verdiğin tepkiyi önüme aldım, mantığını kavradım ve bir noktadan sonra haklı olduğunu anladım. Gözlerinde sırlar taşıyan tek kişi olmadığımı o gün o çocuktan bahsettiğinde anladım ve gidip ormanda onu aradım. Bir şey bulamasam da onun var olduğuna inandım.”
İçkisinden bir yudum daha içti.
“Senin benim karşıma çıkman bir rastlantı ya da kaderdi, ne olduğu fark etmez Medusa. Ben sanki içimde asırlık bir karanlığı yırttım ve seninle beraber zihnime bir güneş doğdu. Sen aydınlığı getirdin. Kanında hem zehir hem şifa olmasına şaşmamalı. Kanının beni iyileştirmesine şaşmamalı. Sen kafamın içindeki zehir bağlamış o karanlığa ışığınla şifa getirdin.”
Nigin Bağı’nı haykırarak ona göstermek istediğim an, o andı. Ona baktım ve kendimden geçtim, ona baktım ve kendimi bulmaya başladım. Tıpkı onun bana bakıp kendinden geçmesi, sonra da kendini yavaşça keşfetmesi gibi…
Tam dudaklarım tüm gerçekleri ona vermek için aralanıyordu ki, “Sana inanıyorum,” dedi ve durdum, kelimeler dilimin altında güçlendi, daha büyük bir gerçekleri haykırma isteğiyle doldum. “Ama sana neden inandığımı bilmiyorum.” Kristal kadehi sertçe bar dolabının üzerine koyup bana doğru bir adım attı. İçki kadehinin soğuttuğu parmaklarını çeneme koyup başımı yavaşça kaldırdı. “Senin için öldürebilirim ama neden senin için öldürebileceğimi bilmiyorum.” Kalbim tekledi, bir diğer cümleyi duymak istemedim, gerçeği içime gömmek istemedim. Gözlerimin kenarlarına gelerek akmayı bekleyen gözyaşlarını istemedim. “Senin için ölebilirim ama neden senin için ölebileceğimi bilmiyorum.”
Gerçek, kalbimin derinliklerinde bir yangın gibi söndü. Her yeri sarıp küle çevirdikten sonra yakabileceği hiçbir şey kalmadığı için sönen bir yangın gibi söndü.
Ona bunu söylersem olabileceklerden korktum.
Sanki benim için ölüm bile onun için ödüldü.
“Böyle konuştuğumda, bir canavarken seninle konuştuğum anlardan bile daha korkunç görünüyormuşum gibi bakıyorsun,” dedi yüzümdeki renk kaybını görmüş gibi beni dikkatlice izleyerek. “Korkma.”
“Korkmadım,” dedim. Kafamın içinde volta atan düşünceleri, beni kenara sıkıştıran o gerçeği bilse ne yapardı acaba?
Derin bir nefes alarak yavaşça ondan uzaklaşıyordum ki parmakları çenemi tekrar kavradı ve bu kez ona çatık kaşlarla baktım. Kalbimi ağrıtan cümleler kuruyor, beni bir gerçeği ondan saklamak zorunda bırakıyordu. Anlamıyordum, hiç mi hissetmiyordu? Bileğimize mıhlanmış dövmeden, var ettiğimiz Asreman’dan, kelimelerimle onu durdurabilmemden de mi anlamıyordu? Yoksa tüm bunların nedenini rüyalarında beraber olduğu Asale’si olduğumu sanmasına mı bağlıyordu?
“Neden kaçıyorsun o zaman? Duymak istemediğin şeyler mi söylüyorum yoksa?” Bakışlarının ağırlığı altında şoka uğramış gibi baktım ona. Kaşlarını çatınca mavi gözleri daha yoğun bir renk aldı. Sanki o gözlerin içinde yeşiller, siyahlar, kahverengiler, kızıllar vardı; sanki gözleri hem güneş, hem ay hem de deniz ve çöllerdi. “Aramızdaki çekimden nefret ediyor gibisin.”
Aramızdaki çekimin farkındaydı, ben de farkındaydım, bunu yok saymamız aptallık olurdu ama göremediği şeyleri düşündüğümde evet, Efken Karaduman da bazen aptallaşabiliyordu.
“Aramızdaki çekimden nefret ettiğim yok,” diyerek bu kez kelimeler doğrultusunda ben de bu çekime olan onayımı ona göstermiş oldum.
Ve evet, o çekimden nefret ettiğim falan yoktu. Sadece bir sırrı tek başıma omuzlamak zorunda kaldığım için kendime kızgındım. Anlamadığı için de ona kızgındım. Sanırım ikimize de eşit şekilde kızgın hissediyordum. O da bu kızgınlığı, aramızdaki çekime duyduğum bir nefretmiş gibi görüyordu. Gerçekleri kolayca görebileceğini sandığım gözleri nasıl olurdu da böyle ortada duran bir gerçeği yok saymayı seçerdi?
“O zaman derdin ne?”
“Benim herhangi bir derdim yok Efken,” dedim yorgun bir sesle. “Seninle hiçbir derdim yok.”
“Neden bir anda sinirlendiğini anlamıyorum.” Sinirlenmiş miydim? Dışarıya yansıttığımın ne olduğunu merak etsem de tepkisizce omuz silktim. Efken derin bir nefes alarak, “Öfke problemleri olan kişi benim ama ağzıma sıçan sensin,” dedi sitem eder gibi.
“Araştırdığını söyledin,” diyerek konuyu değiştirmeye çalışırken elimi bileğine koyup parmaklarının çenemle olan temasını kestim. “Şu bir hafta içinde bir şeylere ulaşabildin mi?”
“Bir sürü angarya.”
“Angarya?”
“Gereksiz bir sürü çıldırtıcı bilgi,” dedi sertçe.
“Sana göre gereksiz.” Sırtımı dönüp salonun çıkış kapısına doğru yürürken omzumun üzerinden ona bakarak, “Kahve yapacağım,” dedim, “seni mutfakta bekliyorum.” Cevap vermesine izin vermeden salondan çıkarak karanlık holü aştım, mutfağın aralık kapısını iterken düşünceler yüzünden patlayacak gibi baskıyla dolan zihnim yüzünden başım çok şiddetli ağrımaya başlamıştı. Işığı açma gereği duymadım çünkü dolunayın gümüş-mavi ışığı mutfağın camını aşarak içeri uzanıyordu. Mutfak dolaplarına doğru yöneldiğim sırada gözüm masadaki tapınakların olduğu çizime takıldı. Ay ışığı üzerine devrildiği için daha mistik görünen tapınağa uzun uzun baktıktan sonra mutfak dolabının kapağını açtım ve silindiri anımsatan metal kutuyu çıkarıp tezgâha koydum. Suyun kaynaması için içi yarıya kadar suyla dolu ısıtıcının düğmesine bastım ve mekanik fokurdama sesi mutfağa dağılırken tezgâhın üzerine çıkıp oturdum. Bacaklarımı yere doğru sallayarak Efken’in gelmesini beklerken düşünceler mutfaktaki karanlıkta belirmiş siyaha boyalı kelimelerdi sanki ve o kelimeler etime batıyordu.
İçine düştüğüm şeyin dibinde boğulacaktım ve ben çürüyene kadar kimse beni boğulup dibine çöktüğüm o bataklıktan çıkaramayacaktı.
Bir yanım Efken’e Nigin Bağı’nı anlatmam gerektiğini savunurken, diğer yanım onun deliliğinden korkuyordu. İhtimaller dâhilindeki her şeyi önüme koyup enine boyuna düşünmeden adım atarsam yaratabileceklerimden korkuyordum. O yüzden zihnimdeki son mantık kapısı da kırılıp üzerime düşene kadar düşünmeye devam edecektim.
Suyun ısındığını belli eden uyarı sesi beni daldığım düşünce okyanusunun içinden ensemden yakalayarak çıkardı. Yüzeye çıkan bakışlarımı ısıtıcıya çevirdim ve oturduğum yerden kalkacakken, “Öyle kal,” dedi içeri süzülen sert sesi. Gözlerimi kapıya doğru çevirdiğimde büyük bedeniyle orada durduğunu gördüm. Silüeti bir gölgeden ibaret olmasına rağmen, gölgesi bile çok güzel görünüyordu. Dudaklarının arasında bir sigara olduğunu gördüm. Büyük adımlarla bana doğru geldi, bakışları beni keskin bıçaklarından geçirip sıyırdı ve kahve kutusunun kapağını açıp kahveyi kokladıktan sonra küçük bir kaşıkla fincanın içine kahve boşalttı, ardından su ısıtıcısındaki suyu fincana dökmeye başladı. Omzumun üzerinden ona doğru çevirdiğim gözlerimdeki durgunluk bir anlığına bulandı, onu izlerken tüm dikkatim bir silüetken bile güzel olması yüzünden epey dağılmıştı. Sigarasının ucundan yükselen alevin çıtırtısını duydum.
Kahveyi yavaşça karıştırıp bana doğru dönünce sigarasının ucunda uzayan kül kırılarak yere düştü. Alevin harlandığını gördüm. Gözleri sanki ışığını alevden alıyormuş gibi masmavi parıldadı. Siyah kahve fincanını bana uzatırken, “Genelde kupada içerdin,” dedi, “daha büyük olduğu için.”
“Elime ilk geçen bu fincan oldu.”
Sigarayı iki parmağı arasına alarak dumanını yüzüme üfledi. “Sabırsız bir gece geçiriyorsun öyleyse,” dedi imalı bir sesle. Bir şey söylemeden fincanı elinden aldım ve sıcak olmasına aldırış etmeden iki avucumun içinde tutarak yükselen kızgın dumanın yüzümü terletmesine izin verdim. Efken’in bakışları hâlâ bendeydi ve bu ayaklarımı sallamama neden oluyordu. Gerginliğin bir dışa vurumu olan hareketim dikkatinden kaçmadı. “Ayaklarını küçük bir çocuk gibi sallıyorsun.”
Sonunda dilimi yakmak pahasına kahveden bir yudum aldıktan sonra uyuşan dilimi dişlerime sürttüm ve “Anlat,” dedim söylediklerinin üzerinde durmadan. “Neler öğrendin?”
“Öncelikle bana emirler veren ağzına neler yapmak istediğimi bilseydin, bunu yapmazdın.” Yutkununca âdemelması boğazı boyunca kayıp yerine geri döndü. Bana bir adım daha yaklaşıp, “Ya da belki de yapardın,” diye fısıldadı. “Bana emirler yağdırma Medusa. Bundan hoşlanmıyorum.”
“Benim de seninle ilgili hoşlanmadığım bir milyon tane falan şey var ama ağzımı açıp konuşmuyorum.”
“Bu konuşmayan hâlinse, bir de konuşmaya karar verecek olursan kulak zarımı aldırtmam gerekecek.”
“Ya da sesimi kesmem için bir çarparsın bir de duvardan yerim, değil mi?” Tek kaşımı kaldırdım, o ise kaşlarını çatarak karşılık verdi.
“Şu ana kadar sana elimi kaldırdım mı? Bunun lafın gelişi olduğunu her aptal bilir.”
“Eğer lafın gelişi olmadığını bilseydim o duvara çarpılan sen olurdun zaten canım,” dedim ona dik dik bakarak.
“Açık konuşmak gerekirse,” dedi ve parmakları arasında sigarayı tutan elini diğer eliyle beraber mutfak tezgâhına yaslayarak beni kollarının arasına mühürlemiş oldu. “Bana sertçe çarpman beni ne kadar azdırırdı, bilemezsin.”
Nabzımın birden damarlarımı yolar gibi acıtmaya başlamasıyla yutkundum. Bu onu neredeyse güldürecekti ama yüzlerimiz arasındaki mesafeyi biraz daha kapatmak dışında yaptığı başka herhangi bir şey olmadı. Sıcak, sigara kokan nefesi yüzüme çarpıyor, avuçlarımın arasında duran fincan tıpkı kalbim gibi yanıyordu.
“Bence seni azdırmayan tek bir şey yok,” dedim ona meydan okuma içgüdüsüyle. “Mesela kafandan aşağı bu kahveyi boşaltsam, cayır cayır yanarken de azgın hisseder misin merak ettim?” Açıkça sorduğum bu soru kendi yanaklarımı kızartırken onun yüzündeki rengin atmasına neden oldu. Ciddiyeti gördüğünü fark ettim, hissettiğim utanca rağmen bunu yapabilecek kadar çılgın olduğumu, cesaretimin deliliğimden geldiğini anladı. “Yeterince açık olduysam Karaduman, konuyu saptırma ve neler öğrendiysen benimle de paylaş. Bilgi paylaştıkça güzeldir, değil mi?” Kahve fincanını avuçlarımın arasında yavaşça yukarı kaldırıp tehditkâr bir gülümsemeyle gözlerinin dipsizliğine baktım.
“Azgın kelimesini o kadar iyi telaffuz ettin ki gerçekten öyle hissetmeye başladım,” diye fısıldadı, gözleri dudaklarıma, ardından da avuçlarımın içinde duran fincana kaydı ve dudaklarına yayılmış zehirli bir tebessümle yavaşça benden uzaklaşıp çıplak kollarını kaslı göğsüne sardı. Parmakları arasındaki sigara derisine sürtünecek gibi harlandı, ucunda uzayan külün rengi ölüm grisiydi. “Beni daha azgın yapmak istersen durmadan böyle geri püskürt ve tehdit et. Bu kadar hoşuma gideceğini düşünmemiştim.”
“Konuyu çarpıtma da anlat artık,” diye homurdandım huzursuzca.
Bedenine sardığı kollarını geri indirip ellerini yeniden kalçamın iki yanından tezgâha koydu ve yüzlerimiz tekrar birbirlerine son derece yakınken, “Velencoso soyadını merak edip araştırdım,” dedi, “sonuçta şu ana kadar kaç kez konakta yaşayıp oldukça eski dönem kıyafetler giyen bir aile gördük ki?”
“Onlar Kanbaz,” dedim rahatça, sonra bu rahatlık beni irkiltti. Velencoso ailesi ve mensup olduğu ırk Kan Yemini etmediği için onlardan bahsetmek kolaydı. Hiçbirimizin hafızasında derin çatlaklar oluşturacak türden bir konu değildi bu. Efken bunu biliyor olmama şaşırmamış gibi derin bir nefes aldı.
“Peki Kanbaz ne demek biliyor musun sen?”
Bir an huzursuzca yerimde kıpırdandım, rahatlamak için kahvemden bir yudum aldım ve Ramon’un verdiği kısa bilgi parçalarını kafamda bir araya getirip sonuca gitmeye çalıştım. Vampir değillerdi, hatta mitlerde geçen vampirlerin varlığını şiddetle reddetmişlerdi, onlara maruz kalan insan azınlıklarının onları fantezilerinde süsleyerek bugüne kadar vampir adı altında getirdiklerinden dem vurmuştu.
“Vampire benzer bir şeyler?” dedim sorar gibi. Efken, ilk zamanlar tanıdığım Efken olsaydı eğer, şu an bana acıyormuş gibi güler ve ardı arkası kesilmeyen hakaretler sıralayarak zihnimdeki bulanıklığı âdeta düşüncelerimi yiyen bir bataklığa çevirirdi. Ama bunu yapmadı. Çünkü artık o da kabullenmişti. Bana inanmayı seçmeyi bırakmış, daha da ötesine geçerek benimle bu yolda ilerlemeye başlamıştı.
“O adam, büyük büyük büyük dedemden bile büyük olabilir,” dediğinde güçlükle yutkundum ve dudaklarımı yeniden kahve fincanına yaklaştırdım, bu olurken gözleri dudaklarıma kaymış, fincana yapışan dudaklarıma içimi titretecek bir dikkatle bakmıştı. “Her on yılda bir donup on yıl boyunca hiç yaş almadıklarını ve otuzuncu yaşlarına geldiklerinde bu döngünün de durduğunu, sonsuz bir süre zarfında daima otuz yaşında kaldıklarını biliyor muydun?” Kendi söyledikleri sinirine dokunuyormuş gibi güldü. “Yaren’le dalga geçtiğim zamanları hatırladım. Onun fantezilerini süsleyen bu şeylerin saçmalık olduğunu söyler, okuduğu aptalca doğaüstü fantezi kitaplarını ulaşamayacağı raflara kaldırırdım. Şimdi o kitaplardan birinin içindeymişim gibi hissediyorum.”
“Başka?” diye sordum merakla. “Neler öğrendin bilmek istiyorum.”
“Crystal ile arandaki ani sinir bozucu yakınlaşmanın çıkış noktasını da öğrendim sanırım.” Gözlerime uzun bir süre baktı. Bir cevap bekliyor gibiydi ama bana bir soru sormamıştı. “Düğüm gibi bir şeymiş sanırım. Onun gibi birkaç manevi kız kardeşin daha olabilirmiş.” Kaşlarım çatıldı, bunu bilmediğimi anlamış gibi başını aşağı yukarı salladı. “Bu tarz bilgiler işte. Elle tutulur bir şey yok bana kalırsa.”
Kahvemden bir yudum daha aldığım sırada o da tezgâhta duran elinin birini çekti ve sigarasını dudaklarının arasına dengeledi. Ben dalgın gözlerle kahvemi içerken o da sigarasını içti ve bu süre zarfında hiç konuşmadık. Efken benim bildiğimden fazlasını bilmiyordu, hatta ben ona oranla daha fazla şey biliyordum.
“Peki sen?” Soruyu sorduğum esnada parmakları arasındaki beyaz filtreli sigaranın cesedini tezgâha bastırıyordu. Ateşin son bir defa yanmak ister gibi can çekişircesine fısıldadığını duydum, akabinde rahatsız edici bir izmarit kokusu ateşin ölümünü ciğerlerime resmetmek ister gibi içime doldu. “Kendinle ilgili ne düşünüyorsun? Gabriel denen adamın düğmesini buldun ve gücünü sekteye uğrattın. Sonra…” Duvardaki kabartmaları, Crystal’in düşmanca duruşunu ve Efken’in başının hızla sallanışını hatırlayınca ürperdim ama bundan bahsetmek yerine konuyu farklı bir yöne çektim. “Kendinle ilgili araştırma yaptın mı?”
“Eğer ormanda gördüğünü söylediğin çocuğu bulabilseydim belki elle tutulur somut bir şeyler olurdu ama yok. Belki kartlarımla alakalıdır.” Bu cümleyi kurmak bile canını sıkıyormuş gibi burun kemiğini parmaklarının arasına alarak sıktı. “Kabul etmek bir ucube gibi hissettiriyor olsa da bir kart ustasıyım.”
“Gözlerinin de mi kartla ilgisi olduğunu düşünüyorsun?”
“Belki,” dedi. “Genetik bir bozukluk olamaz. Uzun yıllar araştırdım. Bu tarz bir hastalık ya da hastalık semptomu yok.”
“En azından belki birimiz normaldir,” dediğimde kaşlarını çatıp alayla karışık bir soğukluğu sesine giydirdi ve cevabı, “Gözünden sebebi bilinmeyen ışıklar akan birinin daha normal olduğunu düşünmen tam bir aptallık, senin gibi bir aptaldan da daha farklı bir şey duymayı beklemezdim zaten,” oldu.
Avuçlarım arasında duran fincanın içindeki kahve ilk anki kadar sıcak olmasa da içimdeki öfke o kadar harlandı ki parmaklarımdan fincanın seramiğine alev akıyormuş gibi hissettim. Birden fincanın içindeki tüm kahveyi sertçe onun suratına çarptım ve Efken, “Siktir, ne yapıyorsun amına koyayım?” diye kükredi. Avucumun içinde ısınan kahve onu yakmış olmalıydı ama sanki bu sıcaklık onda hiçbir etki yaratmamış gibi yüzündeki kahveleri eliyle silmeye başladı. Göğsü öfkeyle körük gibi kalkıp iniyor, ben oturduğum yerde kıpırtısız bir yüzle onu izliyordum.
“Hak ettin,” dedim sertçe. “O şafak vakti kapına düşen korkak, titreyen kız değilim ben. O zaman korkuyordum çünkü hiçbir şey bilmiyordum. Şimdi öğreniyorum ve senden korkmuyorum.”
Yavaşça yere inip işaret parmağımı havaya kaldırdım. “Bir dahaki sefere Efken Karaduman, beni ayaklarının altına almaya çalıştığın an, cehennem ateşi olur içinden geçerim.”
“Sen haddini çok fena aşmaya başladın,” diye tısladı yüzüme doğru ama ben buna aldırış etmeden, parmağım hâlâ ikaz yüklü bir şekilde havada dururken onun gözlerinin içine tüm sertliğimle bakmaya devam ettim. “Bu gücü sana olan ilgimden alıyorsun,” derken öfke göğsünün altında kalp gibi atıyordu sanki.
“Bana olan ilgin senin sorunun,” dedim sertçe. “Ama ilgi duyduğun her şeye hakaret edersen, istediğin hiçbir şey tarafından istenmeyeceksin.”
“Sen beni istiyorsun,” diye hırladı.
“Kendini kandır kuçu kuçu.” Onu sertçe iterek yanından geçtiğim an gerilim bir adım daha yükseğe tırmandı ve Efken beni belimden tuttuğu gibi sertçe döndürerek buzdolabına yasladı. Yanağım buzdolabının soğuk kapağına yaslıyken arkamdaki bedenini bana bastırarak kaçmama engel oldu. Birkaç kez zorlasam da onun tutuşundan kurtulamadığım için, “Ne o?” diye sordum öfkeyle. “Bir emirle kor ateşlerde yanıyormuşsun gibi hissetmene neden olabileceğimi, istersem elinden kılımı bile kıpırdatmadan kurtulabileceğimi unuttun mu yoksa?”
“Ne o?” diye tısladı kulağıma sürttüğü dudaklarıyla. Bedenim öyle bir ateşin içinde yandı ki eğer öfkeyle dolu olmasam bu hareketinin beni inleteceği gerçeğiyle yüzleştim. Bu yüzleşme çok sertti, birkaç yumruk arka arkaya yemişim gibi hissederek dişlerimi gıcırdattım. “Bipolar hastası değilsen, beni istediğini gayet net bir şekilde dillendirdin. Çekimi kabullendiğini ne çabuk unuttun seni küçük, sinsi yılan?”
“Emrettiğim an tüm havan sönecek,” diye mırıldandım sırıtarak. Öfkeden kabaran damarlarımın zonklayışlarını tüm sinirlerimde hissediyordum; bedenim koca bir kalbe dönüşmüş atıyordu.
“Neden emretmiyorsun o zaman bebeğim?” Erkeksi sesi gözlerimi sıkıca yummama neden oldu. Bedenim ateşle dağlanmış bir bıçak tarafından oyuluyormuş hissine kapıldım. “Emretmiyorsun çünkü sana böyle,” diye hırlayarak kendini bana bastırdı ve bu kez ses çıkarmamak için dilimi ısırdım, “bu kadar, bu şekilde yakın olmam seni delirtiyor. Daha fazlasını istiyorsun ama kaçmak daha eğlenceli. Şu an kaçmıyorsun çünkü ikimizi tüketecek noktaya getirene kadar bu oyunu oynayacaksın. Hadi, beni istemediğini söyle. Söylesene.”
“İstemiyorum,” diye fısıldadım ıslıklı bir nefes vererek. İstiyordum. Ve bunu biliyordu. Bilmesi iyiden iyiye sinirimi bozdu.
“Seni küçük yalancı.”
“Kendine bunu yediremiyorsun, değil mi?” Sorum onu daha da kışkırtmış olacak ki nefesi kulak boşluğuma akarken dudaklarının varla yok arası baskısını kulak mememde hissettim. “Böyle çırpınmanı izlemek hoşuma gidiyordur belki Yıkım Getiren? Olamaz mı?”
“Vücudundan vücuduma buz gibi akan ateşin sebebi ne o zaman?” Bunu neredeyse kahkahalara boğulacak gibi keyifli bir şekilde ama bir yandan da öfkeyle dolup taşan bir hırıltıyla sormuştu.
“Kandır kendini.”
“Kandırıyorum, öyle mi?” Dili boydan boya boynumu yırtar gibi dolaşınca kısık iniltim geçmişle gelecek arasında, arafta kalmış bir çınlamaya dönüştü. Efken, bu iniltiden haz almış gibi genizden gelen bir hırıltı çıkararak güldü ve daha fazlasını duymaya ihtiyacı varmış gibi dilinin hareketlerini boynumdaki kalın damarın üzerinde tekrar devreye soktu.
Dili yaşamımın üzerinde kaydı. Yaşamım da ölümüm de dilinin altında atıyordu. Damar boyunca kayan dilini tekrar derime sabitleyip boynuma kıvrak izler bırakmaya başladı. “Dur,” diye fısıldadım ama bu emir geçersizdi, her nasılsa ona ulaşamadı, onu durdurmadı. Durmasını istemiyor muydum? İstemiyordum! Bir eli karnıma kaydı, buzdolabının kapağı ile karnım arasında kalan parmakları üstümdeki bol kazağın eteklerinden içeri girerek tenime temas etti. Dokunuşuyla irkilirken nefes nefese, “Efken,” diye inledim, bu, arkamda kalçalarımı zorlayan bir sertliğin çamaşırlarımıza rağmen tenimde kalp gibi atmasına neden oldu. Gerçekten dur deseydim duracaktı, bunu ikimiz de biliyorduk, emir verdiğim an zaten durmak zorundaydı ama sahte emrim bir işe yaramıyordu. O da bu yüzden istediğime emindi.
Yabancı bir duyguydu ama onunlayken bir o kadar da tanıdıktı. Başım dönmeye başlayınca bir yere tutunma ihtiyacıyla doldum ama beni her taraftan mengene altına aldığı için bunu yapamadım. Alnımı soğuk dolap kapağına yaslayıp, “Yıkım Getiren,” dedim bu kez, sesim temeli çürümüş bir binanın ilk depremde ayakta duramayacağını anlayıp sağa sola devrilmek ister gibi sallanmaya başlamasını anımsatıyordu; öyle çok titriyordu ki, harfler birbirine çarparak var etmesi gereken kelimeden uzağa savruluyordu.
Onu durduramıyordum. Sebebi neydi?
Sebebini biliyordum, çok iyi biliyordum.
Neydi o sebep? Gerçekten durmasını istemiyor olmam mı? Evet…
Durmasını istemediğimi kabullenmek beni korkuttu.
“Mahi…n…” Durdu, ben de durdum. Dudaklarından ismimin neredeyse döküleceğini fark ettiğim için göğsümün altındaki uslanmaz kalp, onun dilinin bedenime yaptığından katbekat fazlasını yaparak durma noktasına gelmişti. Efken ismimi tamamlamadı, içine gömdü. Alnını enseme yaslarken, “Bir daha,” diye fısıldadı, “bana bu kadar seksi bir şekilde meydan okursan, tüm uzuvlarım içinde zonklamak zorunda kalacak. Lanet olsun.”
Soluk soluğa, “Benim uyumam gerek,” dedim, sesim soluklarımın arasında titriyordu. Efken beni usulca özgür bıraktı. Bırakmasını istemiyordum ama bıraktı. Tenimdeki yangın düşüncelerime de sindiği için başka bir cümle kuramadım. Gözlerim gözlerine dokunamadı. Mutfağın çıkışına yöneldiğimde arkamdan baktığını biliyordum. Yatak odasına gidene kadar ayağımın altındaki yer devamlı olarak parçalara ayrılıyor, her bir adımdan sonra arkamda kalan zemin parçalanarak içeri göçüyormuş gibi hissettim. Yatak odasının kapısını kapatıp sırtımı kapıya yaslarken ve karanlık, tenime misafir olmak ister gibi beni altına alırken, bir süre öylece durup sakinleşmeye çalıştım.
Bana böyle delice şeyler hissettirmesi normal miydi?
Aklımı kaçıracakmışım gibi hissetmiştim.
Kapıdan ayrılıp yatağa yürüdüğüm sırada suyun sesini duydum ve onun banyoda olduğunu anladım. Soğuk suyun altına mı girmişti? Soğuk su bedenindeki izleri silse de o an ruhuna gömdüğüm tutkuyu silebilecek miydi bilmiyordum. Yatağa girip yumuşak yorganı omzumun üzerine kadar çektim ve suyun sesini dinlemeye devam ettim. Suyun tenine çarparken çıkardığı sesler bir süre evin tüm duvarlarına yankısını bıraktı.
O gece aramızdaki tutkunun boyutu cehennem alevlerine denk gelse de yanıma gelir, benimle birlikte uyur sanmıştım ama Efken o gece yatağa gelmedi.
❄️
Babam hep mutsuzluğun sonsuza dek sürmeyeceğini, tıpkı mutluluk gibi mutsuzluğun da gelip geçici olacağını söylerdi. Ruhumda ur gibi büyüyen bu mutsuzluk şu an hiç geçmeyecekmiş gibi gelse de bir gün ondan tamamen sıyrılıp kurtulacağımı biliyordum. Bu mutsuzluğun sebebinin Efken olması işleri zorlaştırıyordu.
Sapı karlara saplı şövalenin önüne koyduğum küçük taburede otururken zihnim dün gecenin yankılarıyla çınlıyordu. Yeni bir tabloya başlamak için tüm çizim gereçlerimi evin verandasının önüne taşımıştım. Karlar ilk yağdığı andaki kadar yumuşak olmasa da soğuk havadan dolayı hâlâ taşlaşmış sayılmazlardı. Deliğinden parmağımı geçirerek avucuma sabitlediğim ahşap palete siyah boyayı sıktıktan sonra, yanımda duran bir diğer taburenin üzerine bıraktığım kupadaki sıcak kahveden bir yudum içtim. Dağınık bir topuz şekli verdiğim saçlarımın tokadan firar eden telleri enseme ve yüzüme yapışmıştı. Kulağımın arkasında da uzun, bedeni ahşap bir fırça vardı. Siyah kazağımın omuz kısmı, kazağın genişliğinden dolayı durmadan düşüyor, çıplak omzum soğuktan dolayı uyuştuğundan artık kazağın kolunun düştüğünü bile fark etmiyordum.
İleriye, bir sırrın uyuduğu mezarlık gibi Kar Ormanı’na bakarken taburede duran fırçalardan birini aldım ve gümüş rengi boyanın üzerine batırdım. Dalgınlığın demir attığı zihnimi biraz olsun boşaltabilmek için bir şeyler çizmek istiyordum ama ne çizeceğimi bilmiyordum. Ta ki sıklaşan köknarların arasında beni izlediğini hissettiğim gölgeyi fark edene kadar.
Başta sadece kuruntum olduğunu sansam da saatin içinden dökülen saniyelerin zamanı oluşturması gibi yavaş yavaş oluşarak şeklini tamamlayan gölgenin ne olduğunu fark ettiğimde kalp atışlarımın yavaşladığını hissettim. Başta o gölgenin uzun boylu, zayıf ama bedeni kaslı genç bir erkeğe ait olduğuna emindim; şimdiyse orada, zihnimdeki tabuları yıkarak kalbimdeki korku duygusunu ateşe veren her şeyi dirseğiyle kenara itmiş koca cüsseli, bir insan kadar uzun olduğuna yemin edebileceğim büyüklükteki gümüş rengi kurdu görüyordum.
Kurda baktığım saniyeler fırçanın renklere savaş açtığı saniyelerdi. Kalbim gürültüyle çarparken ellerim hiç durmadı, tuvalin üstünde buzun üzerinde kayan zarif bir beden gibi kaydı. O an her nasılsa dudaklarım bir çığlık için aralanmadı, o an hissettiklerim bir kasırgadan farksızdı ama uğrayıp geçtiği şehirlerdeki hiçbir ev tavansız kalmadı. O kurt belki de zihnimin bir ürünüydü, belki bu kez gerçekten geçmişten kopmuş bir parçayı görüyordum, belki ağaçların arasında zihnimle oynayan oyunbaz bir rüzgârdı ama hissettiklerini kendime bile açıklayamadım.
Nefesimin hızlandığını hissettim. Elim çok hızlıydı, sanki gözlerimi o gölgeden, o var olduğunu düşündüğüm koca cüsseden çekip elime çevirsem, elimin hızından dolayı parmaklarımı bulanık görecektim.
Köknarların arasındaki gümüş kurt uzun ön bacaklarından birini öne doğru atınca ağaçların arkasında gizlenen cüssesi biraz daha açığa çıktı ve nefesim göğsümü parçalamak istiyormuş gibi harlanarak boğazıma tırmandı. Parmaklarım durmadı, fırçanın sapını daha sert kavrayarak tuvale düşen darbeleri sertleştirdim. Gümüş Pençe, diye düşündüm. Mitolojik Bağ kitabının sayfalarında bana kendinden söz eden o ırk, devasa boyuttaki formlar, azılı düşmanlar… Gözlerimin kenarları yaşlarla doldu ama bu yaşlar korkunun ya da başka bir duygunun doğurduğu yaşlar değildi. Sebebi belirsiz yaşların gözlerimin kenarlarından hızla elmacıklarıma devrilerek aktığını hissettim. Kurt bir adım gerileyince köknarların gölgeleri onu tekrar arasına aldı ve kurt geri adımlar atarak köknarların arasında kayboldu.
“Medusa,” diye fısıldadı biri sanki ait olmadığım bir zamanın içinden. Oturduğum yerden neredeyse fırlayarak kalkacaktım ki sıcak ellerinin baskısını biri çıplak, diğeri kazağın altında olan omuzlarımda hissettim. Omuzlarıma bastırarak ayağa kalkıp panikle dolu tepkiler vermeme engel olurken, “Benim,” dedi beni yatıştırmak ister gibi. “Hemen korkma.”
Birkaç defa yutkunarak kurdun cüssesinin kaybolduğu köknar yığınına doğru baktığım sırada Efken, arkamdan sokularak öne doğru eğildi, kafası kafamın hizasında durdu ve uçurum mavisi gözlerini tuvalin üzerine bir bıçak gibi sapladığını fark ettim. O an, benim de tuvale doğru bakmak zorunda hissettiğim andı.
Ve yine o an, tuvalde köknarların arasındaki gümüş renkli kurdu gördüğüm andı.
Efken’in dikkatli bakışlarının tuvalden ayrılarak hemen karşımda duran köknarlara doğru kaydığını fark ettim ama ben gözlerimi tuvalde beni karşılayan resimden alamıyordum. “Orada ne gördün?” diye sorarken sesi tüm sertliğine rağmen yatıştırıcıydı, sanki söylesem beni sorgulamayacak, bana sadece inanacaktı.
“Sadece bir hayal,” diye fısıldadım yanağımdan akan yaşı avucumun içiyle silerken. “Sanırım.”
Uçurum mavisi gözler önce tuvale, sonra yeniden ormanda birbirine yaslı duran köknarlara çevrildi. Bir şeyler söylemesini beklesem de söylemedi. Ama bakışlarındaki ruhun onun diline bulaşan kelimelerden daha fazlasını konuştuğuna emindim.
“Efken,” dedim elimdeki fırçanın ucundan kayan siyah boya damlası karların içine düşüp mürekkep gibi yayılmadan hemen öncesinde. “Madem artık her şeye olabilir gözüyle bakıyoruz, peki ya sence kopartıcılar gerçekten var mıdır? Yani bu ormanın derinliklerinde bir kurt sürüsü olabilir mi?”
Bana sadece, “Güvendesin Medusa,” dedi.
Efken şövale ve fırçaları içine doldurduğum çantayı içeri götürürken ben de elimde yüzü bana dönük şekilde tuttuğum tuvalle holün ortasında dikilmeye başlamıştım. Kurdun bir metal gibi parlayan gümüş gözlerini, kirli gümüş rengindeki kürkünü, öne doğru bir adım atıyormuş gibi duran bacağını ve köknarların dallarının kürkünün arasına bir bıçak gibi dayanışını izledim. Efken kapısı olmayan salondan çıkarken bir an bakışlarımız buluştu ve dün geceye ait sesler sanki duvarlardan kavlayıp kopan büyük boya parçaları gibi üzerime dökülmeye başladı. Duraksadığını hissettim. O an sadece durduk ve birbirimizin gözlerine dalıp gittik. Gözleri gözlerimdeyken ona ait erkeksi ve karanlık bir ses tenimde dolaşıyormuş gibi hissediyordum. O ne duyuyor, ne hissediyordu bilmiyordum ama içimden bir ses aynı ateş tarafından yakıldığımızı söylüyordu.
Gözlerini ilk kaçıran ben oldum.
Efken, “Mekânla alakalı işleri halletmek zorunda olduğum için Mustafa Baba ile görüşme fırsatını bulamadım ama en kısa zamanda bu dövme mevzusunu açacağım ona,” deyince, bileğimin iç kısmı yanmış gibi irkildim ve gözlerimi tuvaldeki kurt çizimine çevirdim. Acaba bu dövmeyle ilgili de araştırma yapmış mıydı? Yaptıysa ulaştığı sonuçlar olmuş muydu? Neler öğrenmişti? Sessizliğim üzerine, “Bu konuları da açacağım,” dedi ve afallayarak ona baktım. “O çatlak moruk bir an olsun sorgulamadan inanacaktır. Hatta ona deli gözüyle baktığım zamanlar olsa da çoğu kitaptan daha fazla bilgi ve birikime sahip olduğunu düşünüyorum.”
“Öyle diyorsan,” diye fısıldamakla yetindim. Bu sinirlerini bozmuş gibi kaşlarını çattı.
“Benimle neden bu kadar durgun konuşuyorsun?”
“Nasıl konuşmam gerek? Sevinçten çıldırıyor gibi mi?” Ona boş boş bakarak sorduğum bu soru kaşlarının ortasındaki çukurun daha da derinleşmesine neden oldu. Bana yöneltmek istediği her soru, o çukurda kendine bir mezar bulmuştu.
“Sadece karşımda olduğu için bile sevinçten çıldıracak kadınlar var,” dediğinde birden dişlerimi birbirine bastırarak gülümsedim.
“Sevinçli bir surat ifadesi görmek istiyorsan gidip onların karşısında durabilirsin o zaman.”
Şaşkınlık yüzüne hızla su gibi taştı. Bir şey daha söyleme gereği duymadan yanından geçtim. Onunla ilgili hiçbir konuda hakimiyetimi yitirmemem gerektiğini düşünüyordum. Dün gece hakimiyet ayaklarımın altından bir sarhoşun ayaklarının altından kayıp giden yer gibi kayıp gitmişti; tutamamıştım. Şimdiyse bunun pişmanlığı içimi delip geçiyordu. Onun gibi bir hödükle bu kadar derin bağlar kurmayı nasıl hayal edebilirdim ki? Tutku benim için öylesine değildi, herhangi biriyle hissedebileceğim bir şey değildi, şehvet kadar anlık ve herkese duyulabilecek kadar basit değildi ve ben onu tutkuyla istemiştim.
“Kıçını dönüp gitmeye iyi alıştın,” dedi arkamdan ama aldırış etmedim. Ama beni durdurabilecek asıl soruyu sorduğunda kaşlarım çatılmıştı. “Dün gece yüzünden bana kızgın mısın?”
Bir çocuk gibi suçluluk duygularını en net hâlleriyle hissettirerek bu tarz bir soru sormasını beklemediğimden, omzumun üzerinden ona doğru baktım. “Neden kızgın olayım?”
“Açıkça söylememi ister misin?” Kaşlarını kaldırdı. “Şayet benim için hiç sorun değil.”
“Başka kadınlarla gönül rahatlığıyla yapabildiğin için sorun değildir eminim,” dedim soğuk bir sesle. “Eğer fazlasıyla özel bulduğum bir konu olmasaydı inan benim için de sorun olmazdı.”
“Biraz daha devam edersen başka kadınları kıskandığını düşüneceğim,” dedi, dudağının kenarında alayla şekil bulmuş tebessümü görmezden geldim.
“Seni kıskanmam için ayaklarımın önüne kapanırdın bence,” diye hırladım, birden bu kadar fevri bir tepkiyi neden verdiğimi, neden bu kadar saçma bir cümle kurduğumu düşünecektim ki başını geriye doğru atıp kapı pervazına yaslayarak iç ürpertici bir kahkaha atınca donup kaldım. Âdemelması attığı kahkahanın etkisiyle baş döndürücü bir şekilde kalkıp geri inmişti.
“Bazen o kadar cüretkâr konuşuyorsun ki tahrik olmamak imkânsız hâle geliyor,” dedi kollarını göğsünün üzerinde topladığı için pazuları patlayacakmış gibi şişerken. Başını iki yana sallarken alaycı gülümsemesi yüzünün sınırlarını ateşe vermeye devam etti. “Sen de haklısın, nasıl biri olduğumu tam olarak bilmediğin için benimle bu şekilde konuşmak senin için oldukça kolay olmalı.” Gülümsemesi alaydan ölüme geçiş yapınca yutkundum. “Ama unutma, sana canavarın varlığından bahsettim, canavarı hiç göstermedim.”
İlk kez gülümsemesine rağmen saf bir şekilde gerçeği söylediğini hissettim. Tehdit değildi, görmeyi reddettiğim, belki de kaçtığım bir gerçekti. Özünde olduğu insanı, asıl hayatını, neler yaşadığını ve yaşattığını hâlâ tam olarak bilmiyordum. Sırtını yasladığı duvardan kendini öne doğru iterek ayrılıp kollarını boşluğa doğru bıraktı.
“Akşam görüşürüz Güzel Medusa.”
Zehirli sesi damarlarımdaki kanın bile ters yöne akmaya başlamasına neden olurken o karanlığı omuzlarına palto gibi atmış bir gölge gibi kayboldu. Elimde tuvalle bir süre kapanan kapının zihnimde kalan sesini tekrar tekrar dinledim, cipinin güçlü motorunun sesi de cip oldukça uzaklaşmış olsa da devamlı olarak kafamın içinde tekrarladı.
O akşam koltukta tilki uykusuna yatmadan önce Yaren’in geldiğini duymuştum, evin ortasına çantasını atıp saçlarını çekiştirerek Fizik Hocası hakkında ağza alınmayacak küfür ve hakaretler savurmuş, sonra söylenerek duşa girmiş, duşta düştüğü için daha da sinirlenip internette Fizik Hocası’nın kayıp düşmesini sağlayacak bir ritüel arayışına girmişti. Daha sonra bir şeyler yemek için mutfağa gittiğini hayal meyal hatırlıyordum, uykuya yenik düşmüştüm. Uykum çok hafifti, belli aralıklarla uyansam da dünyayla bağlantıyı sonlandırmış olduğumdan mıdır bilinmez, etrafıma kör gibi bakınıp hiçbir şey görmeden tekrar uykuya dönmüştüm.
Yeniden gözlerimi açtığımda dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun sesi salonun içini inletiyordu.
Üstümde yumuşak, pelüş bir battaniye olduğunu fark edince battaniyeye daha sıkı sarılarak koltukta biraz daha küçüldüm. Çakan şimşeklerin ışığı içeriye mavi bir damar gibi girip anlık olarak salonu ışıkla boyuyordu. Battaniyeyi üzerime seren kişinin Yaren olabileceğini düşündüğüm için bunun üzerinde çok durmadan battaniyeyi omuzlarım altında kalacak şekilde iyice üstüme çektim. Saçlarımın arasında bir şeyin sertliğini hissedince irkilerek kaşlarımı çatıp elimi o şeye doğru götürdüğümde, kafama batan o şeyin üzerinde kaygan jelatini olan bir kutu olduğunu fark etmem çok uzun sürmedi. Kutuyu kaldırıp önüme doğru çekerken kutunun ağırlığı dikkatimden kaçmamıştı. İçerisi oldukça loş olduğu ve şimşeklerin ışıkları anlık olarak parlayıp söndüğü için kutunun neye ait olduğunu o an için anlayamamıştım.
Saçlarım koltuğa ait küçük yastığa doğru dökülecek şekilde doğrulup bedenimi dirseğime yaslarken kutuyu yüzüme biraz daha yaklaştırdım ve bu kutunun bir tablete ait olduğunu fark edip kaşlarımı çattım. Şimşeğin ışığı bir defa daha yandı ve salonun içini gümüş-gri bir ışıkla aydınlığa boğdu, bu sayede tablet kutusunun kenarında siyah bir not kâğıdı olduğunu gördüm, üzerine beyaz yaldızlı bir mürekkeple kelimelerin dizildiği not kâğıdını parmaklarımın arasına aldığım an, şimşeğin ışığı sönerek odayı karanlıklara emanet etti.
Ama ben içeriyi yutan karanlığa rağmen bir an için her yeri kızıl görmeyi ve bu sayede not kâğıdının üzerinde yazan harfleri de kolayca okuyabilmeyi beklemiyordum.
Gözlerin dokunduğu her şeyi taşa çevirebilir ve bu özelliğin tüm heykeltıraşları kıskandırabilir.
Büyük bir el yazısıyla not kâğıdına dizilmiş cümle buydu. Hemen altındaysa daha küçük bir şekilde şu yazıyordu:
Kırıcı biri olmak elimde değil ama küçük yılanım için bir tablet satın almak oldukça elimde olan bir şeydi, ben de yaptım.
Heyecanla gözlerimi tekrar tablet kutusuna, sonra da üzerindeki yazının onun el yazısı olduğunu düşündüğüm not kâğıdına çevirdim. Miraç ile ilgili olan anımı anlattığım âna ait sesler kulaklarımda tekrar çınladı ve ona tabletle çizim yapmayı özlediğimi söylediğimi hatırladım. Allak bullak olmuş bir kalple battaniyeyi ayaklarımla iterek koltuktan kalktığımda kutu elimde duruyordu. Bir an ne yapacağımı bilemediğim için salonun ortasında durup sağa sola baksam da sonunda ayaklarım beni salondan çıkarıp holü geçirerek yatak odasına kadar götürdü.
Kapıyı tıklattım ama bir ses duyamadım, o yüzden yavaşça kapıyı açıp diğer elimdeki tablet kutusunu göğsüme bastırarak karanlık odaya girdim. Şimşeğin gümüş-mavi ışığı odanın camından içeri bir pençe gibi hızla saldırıp duvarlara kan gibi ışığı sıçrattığında, işte oradaydı; tekli koltukta, dirseği koltuğun kolçağında, yüzü damarlı dirseğinin takip ettiği büyük avucunun içinde, bir bacağı diğerinin üzerindeyken karanlığa ait bir melek gibi orada öylece oturuyordu.
“Küçük yılanım gözünü açar açmaz hediyesini bulmuş.” Beyaz gömleğinin dışa doğru katlanmış manşetini takip eden gözlerim usulca bileğine indi ve avucunun içinde duran keskin, kemikli yüzünü taşıyan bileğindeki dövmeye baktım. “Hediyen seni mutlu etti mi?”
Öylesine kurduğum bir cümleyi hafızasına mıhlayıp benim için bunu yapması belki onun için çok basit, maliyeti düşük ve önemsiz olabilirdi ama benim için öyle değildi. Tablet kutusu göğsüme yaslı hâldeyken başımı yavaşça sallayıp, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım.
Bir cevap vermedi ama diğer eli hemen çaprazındaki küçük sehpada duran kristal viski bardağına uzanınca kanının yüksek dozda alkolün tesirinde olduğunu anladım. İçki kadehini dudaklarına taşırken odaya çöken karanlığa rağmen gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Bir an için, onu görememenin sancısı, tekrar her yerin kan gibi kızıla boyanmasını ve her şeyi net bir şekilde görebilmeyi istememe neden oldu. Tanrı sanki içimdeki gazabı duymuş gibi şimşeğini gönderdi, gökyüzüyle beraber oda da tanrının pençe iziyle aydınlandı. Dudaklarını yasladığı içki kadehinden aldığı yudum âdemelmasını oynatırken gözleri doğrudan bendeydi.
“Medusa,” dedi dudaklarından uzaklaştırdığı kristal kadehi yavaşça sallarken ve kadehin içindeki altın rengi içki kristal kadehin parıltısı duvarlara çarparak dalgalar oluştururken.
Bir çocuk gibi tablet kutusunu göğsüme yaslarken, “Hım?” diye mırıldandım.
“Dün gece hiç uyuyamadım,” dedi, dudakları bir defa daha kristal kadehle buluştu ve küçük bir yutkunuşun ardından, “bu kez koltuğun rahatsız olmasını bahane etmeyeceğim. Uyuyamadım. Çünkü yanımda sen yoktun,” diye devam etti. Kalbimin atışları öyle çok ağırlaştı ki sanki kalbim bir güneşti, yavaşça göğsümün içinde göğün derinlerinde boğuluyor gibi boğuluyordu. Şimşeğin ışığı bir kez daha pençesini duvarlara geçirerek ışığı kan gibi akıttığında mavi gözlerinin gözlerime boynuma geçirilmiş bir pranga gibi geçtiğini hissettim. “Benimle uyumak istemiyorsan bile ben uykuya dalana kadar biraz yanımda durur musun?”
Başımı yavaşça sallarken onu düşünüyordum. Damarımda kanım gibi ilerlemeye başlayışını…Bedenimin içine oturmuş zincirlerle bana bağlı ruhum sanki tüm parçalarını ondan almıştı.
Efken, zamanın anıların içini yardığı gibi ruhumu yarıp kendini ruhumun kalbine gömüyordu.
Ruhun kalbi olur muydu?
Ruhumun kalbi vardı.
Ruhumun kalbinin adı Efken’di, soyadı Karaduman’dı ve ondan kaçsam bile kurtulamayacağımı anlamamak artık imkânsızdı.
“Sanki içimde hep bir ses seni düşününce kulağıma ‘hep’ diyor,” diye fısıldadım ama bunu duymasını istemediğim için dudaklarım sadece hareket etti, sesim bu kelimelere dolanmadı. “Seninle daima uyurum Yıkım Getiren.”
❄️
İSTANBUL
İblis, cehennem obruklarından çıkardığı ateşi insanoğluna sunduğunda, dünyaya kötülüğü bir ağaca ait kalın kökler gibi yayabileceğini biliyordu.
Kadın, kötülüğün ne anlama geldiğini henüz çocuk yaşlarda öğrenmişti. Ve orantısız gücün, kötülüğün göbeğini kitle gibi şişiren urdan bir cenin olduğunu her zaman bilmişti. Dünyada henüz varlığı kabul görmemiş, hiçbir kutsal topluluk tarafından bilinmeyen kitabın son kopyasına ait bir sayfayı çevirdiğinde, dışarıda devam eden kar fırtınasına rağmen açık olan penceresinin güçlü bir rüzgârla uçuşturduğu beyaz perdesi bir hayaletin öfke dolu gölgesi gibi şişti.
Gözlerinin altına çektiği siyah sürmeler yine gözlerinin altına yuva edinmiş göz torbalarının üzerine akmış, bakışlarını dumanlandırmıştı. İşaret parmağını sayfaya yasladı ve tırnak dibinde başlayan dövmenin baş kısmına baktı; tıpkı tırnak dibi gibi başlayan ters hilâl dövmesinin sırtından aşağıya doğru eşit büyüklüklerde olmayan noktalar iniyor, eklem kemiğinin ortasında küçük bir yengeç figürü beliriyordu. Parmağını insanlarca bilinmeyen gizli kitapta gezdirdiği sırada esen garip bir rüzgâr, saksılarına gömdüğü gölge iliklerinin uğultuya benzer bir alarm sesi çıkarmaya başlamasına neden oldu. Gölge ilikleri bekçileriydi, onları toprağın altına gömdüğünde taze fesleğenler toprağın yüzeyini kaplar, toprağın içindeyse gölge ilikleri bir alarm sistemi gibi tehlikeye barikat örerdi.
Beyaz perde ağır çekimde havaya kabardı, şeytanın damarlarında dolaşan zehirli ateşi anımsatan bir ağırlıkla yavaşça aşağıya doğru söndü ve az önce perdenin kabararak örttüğü duvar kenarında dikilmiş onu izleyen genç adamı gördü. Adamın dizleri yırtılıp parçalanmış kot pantolonunu, üstsüz çıplak ve kaslı vücudunu, pençe dövmesini gördüğü an, o adamın ruhuna inmesine gerek bile kalmadan kim olduğunu anlayabilmişti.
“Ne haddine?” Mahinur’un sorusu adamın dudaklarındaki zehir saçan gülümsemenin daha da vahşileşmesine neden oldu. Mahinur, önündeki kitabın kapağını sertçe kapatıp, oturduğu sandalyeden doğrularak kalktı. Saçlarının kenarlarından aşağı doğru akan siyah tül şalını düzeltip, “Sen kimin evine dilin tılsımsız giriyorsun?” diye sordu sertçe. “Şehri altüst ettiğin yetmedi mi?”
“Yetmedi,” dedi adam, sesi iki kişiye ait gibiydi; biri boğazı kanayana kadar bağırmış bir canavara diğeri de genç, çekici bir erkeğe aitti. “Ben bana ait olanı almaya geldim.”
“Sana ait hiçbir şey yok bu şehirde.”
Adam gözlerini devirip, “Zorluk çıkarma,” dedi ve bakışları yavaşça tekrar Mahinur’a doğru inerken, kadının yıllar içinde bu kadar değişmesini beklemediğinden şaşkınlığı hissetti. Demek ki artık yaşlanmayı kabul etmiş, bünyesine çağırmıştı. Şaşkınlığı arttı. Sonsuz güzellik ve yaşam varken, neden yaşlılığı bünyesine çağırmıştı ki? Oysa bu kadının dillere destan güzelliğiyle ilgili birçok efsane duymuş, bu kadına ait tabloları hayranlıkla izlemişti. Mavi Yaka’da da Kızıl Yaka’da da bu kadına âşık binlerce şair, ressam, heykeltıraş ve müzisyen olduğunu biliyordu. Sanata âşık olan her adam, bu kadına da âşık olurdu.
“Çok değişmişsin Mahinur. Hâlâ güzelsin, çocukluğumda gördüğüm tablolarındaki kadar güzelsin ama bir şeyleri değiştirmişsin.”
“Neden şehre işkence ediyorsun?” Mahinur’un diken gibi sesi adama battı, adam kaşlarını çatarak tablolara konu olmuş eskiyen güzelliğe uzun uzun baktıktan sonra derin bir nefes aldı.
“Mega’mı almaya geldiğimi çok iyi biliyorsun. Neden onu saklıyorsun?”
“Seni aptal,” dedi Mahinur dişlerinin arasından. “Onun sadece bir mega olduğunu sanacak kadar aptalsın.” Elini ahşap masaya vurmasıyla, zarif parmaklarının içinden bıçaklar gibi uzayan tırnakları masanın ahşabını delip geçti. Adamın gözleri masada açılan yarıklara kaydı ama yüzündeki sabit ifade sekteye uğramadı. “Soyumu ne çabuk unuttun seni soysuz,” diye hırladı Mahinur, şimdi sesi dillere destan güzellikteki o kadının sesiyle, tıslamayı anımsatan bir yaratığın zehirli sesiydi; çiftti.
“Seninle savaşmaya değil, onu almaya geldim,” dedi adam tekdüze bir sesle. “Yaşlanmayı seçmiş bir Mar kadınıyla dövüşecek değilim.”
“Soysuz. Sen gerçek bir mega bile değilsin, sonradan olmasın, yapaysın. Bir de kendine Mega Dişisi mi arıyorsun?” diye hırladı tekrar Mahinur. “Başında yularını tutan bir alfan bile yok, kendini alfa sanıyorsun, seni başıboş köpek, kendi sürüsü olduğunu sanan yetim omega seni. Senin özün omega! Sonradan mega olunur mu sanıyorsun?” Tırnaklar ahşabı biraz daha deldi. “Aradığın mega benim neyim, biliyor musun sen?”
Adam duraksadı. “Torunun,” dedi. “Bir Mar ve Gümüş Pençe melezi.”
“Torunum,” dedi Mahinur kükrer gibi ve o an, gümüşlükteki camın arkasında yanan mumlar hava akımına maruz kalmadığı hâlde bir anda söndü. “Tablolarda gördüğün Mahinur’un oğlunun bir Gümüş Pençe melezi olduğu, bir Mega olduğu doğru ama kızı sadece Mega sanıyorsan yanılıyorsun. Bu şehri altüst ettin seni soysuz köpek, peki sen kraliçeyle de başa çıkabileceğini mi sanıyorsun?”
Adamın kanının uğultusunu bile duydu Mahinur. Şaşkınlık hızla çarptı. Arka arkaya indirilmiş tokatlar gibiydi.
“İmkânsız,” dedi adam. “O benim Mega’m.”
“O sadece bir Mega değil ahmak! O hem bir Mega hem de Yılanların Özü.” Mahinur elini sertçe masaya vurdu ve o an, öz olmayan Mega’nın önünde durduğu perde alevlere esir düştü. “O Marların Kraliçesi! Mega Mar Kraliçesi!”
🎧: Soen, Monarch