Çığlık sesiyle araladığım gözlerime oturan ilk ifade korkuydu.
Efken beni kollarının arasından bıraktığı an içimdeki korku paniğe dönüştü ve Efken’in jet hızıyla yataktan kalkarak kapıya doğru atıldığını gördüm. Yattığım yerden dağılmış saçlarla kalkarak onun arkasından çıkışa yöneldiğimde ses kesilmiş olmasına rağmen, Efken sesin kaynağının nereden geldiğini biliyor gibi doğrudan altın varaklı karanlık holü aşarak bir diğer antreye keskin bir dönüş yaptı. Ben de ona uyum sağladım ve arkasından koşmaya devam ettim. Crystal’in kaldığı süitin kapısı açıldı ve Crystal, “Ne oluyor?” diye sordu, onu cevaplayamadan Efken’i takip etmeye devam ettim.
Efken, çift kanatlı kapısı tavan kadar yüksek olan odanın önünde durdu ve bir saniye beklemeden kapıyı sertçe tekmeleyerek açtı. Kapının kanatları içeri doğru hızla açıldı ve kanatlar duvarlara çarparak yüksek bir ses doğurdu. Burası gördüğüm en büyük ikinci kütüphanedeydi, birincisini Mavi Yaka’dayken görmüştüm. Yerden yaklaşık on metre yükseklikteki kütüphane tavanına değen raflara bakakaldım. Birbiri ardına sıralanmış, yan yana durmuş bir sürü ahşap raf vardı ve hepsi bilgiyle donatılmış kalın ciltli kitaplarla doluydu.
Efken bir an durup rafları taradı ve sonra yaşanan sessizliği dinledi. Tekrar yürümeye başladığında, arkamda Crystal’in varlığını hissettim. Efken raflardan birinin arasına girip yürümeye başladığında, onu önünde yürüdüğü rafın küçük aralıklarından görebiliyordum.
Yavaşça arkasından gittim, rafların arasında ilerledim. Saçları uzun sayılabilecek boyutta, açık sütlü çikolata renginde olan zayıf, uzun boylu adam sırtı bize doğru dönük şekilde, raf ile arasına aldığı İbrahim’in üzerine doğru abanmıştı. Adamın saçlarının uçları dışa doğru kıvrılmış duruyordu, sanki özenle fönlenip taranarak şekillendirilmiş gibiydi. Beyaz vatkalı gömleğinin kolları da fırfırlı ve genişti. Altında bir binici taytı olduğunu, ayaklarında da çamurlu, sivri burun botlar olduğunu gördüm. Saçları kütüphanenin tavanından sarkan araba büyüklüğündeki avizeden sızan sarı ışıkların altında daha da kumral görünüyordu.
Efken aniden adama doğru atılınca, adam sanki ona yaklaşan tehlikeyi hissetmiş gibi yana doğru çekildi ve Efken hızını ayarlayamadığı için İbrahim ile yüz yüze geldi. İbrahim’in ela gözleri korkuyla parlıyordu, ellerini kendini korumak istiyormuş gibi göğüslerinin üzerine kapatmıştı. Efken bu görüntü karşısında öfkelenmiş gibi hırıltı çıkararak adama doğru döndü ve süt beyaz rengindeki tene sabitlenmiş yeşil gözler de Efken’in üzerinde gezindi. Gözleri sinsilikle parlıyor, kısık bakan gözleri yanlara doğru oldukça uzun görünüyordu. Güzel ama zehirli gözleri vardı.
“Aman aman,” dedi büyüleyici sesiyle, ardından uzun, inci beyazı köpek dişlerini göstererek gülümsedi. “Bir gün içinde tam iki tane bomba…” Gözleri bana kaydı. “Hatta üç,” dedi beğeni dolu gözlerle, sonra da Crystal’e baktı. “Hatta dört.”
Efken’in öfkesini hissettim, birden büyüyüp her yanı saran yangın gibiydi; sanki o kadar büyüdü ki küreselleşti ve dünyayı kül etmeye başladı. İbrahim, “Namusuma göz dikilmiş gibi hissettim,” dedi ortamı yumuşatmak istiyor gibi ama gerçekten korktuğunu hissetmiştim. Efken yabancı genç adama doğru yaklaşıp adamı birden yakalarından kavrayınca, adam hiçbir tepki vermeden ayakları hafifçe yerden kesilmiş şekilde gözlerini Efken’e dikti. Nefeslerin tutulduğu o kısa süre zarfında Efken, ölümü hatırlatan bir sesle konuşmaya başladı.
“Bir daha ona elini sürecek olursan, elinden bir masa lambası yaparım ve her gece kitabımı okurken ışığımı derisi yüzülmüş elinin kemikleri tutar.” Tehdit açık ve sertti, adam ise sadece bakıyordu, gözlerini dahi yummadan bakıyordu. Crystal onu tanımış gibiydi ama bu defa Efken’e hak veriyor olduğundan mıdır bilinmez sessizdi.
İbrahim, “Çok etkilendim darling,” dedi ağlamaklı bir sesle. “Efken, lütfen kaslı kollarından akan güç bileğinde bir yırtıcıya dönüşsün ve onun yüzünü yumrukla. Az daha arım, namusum, şerefim ve haysiyetim tam bu noktada bu sivri dişli erkek tarafından ayaklar altına alınıyordu.”
Genç adam yavaşça sırıtınca, keskin köpek dişleri dudaklarının üzerine yavaşça saplandı ve sinir bozucu bakışları Efken’deyken, “Ramon bu eve hiçbir zaman boş bir misafir getirmez,” diye şakıdı.
Ramon’un sesi, endişemin bir nebze kırılmasını sağladığında, Efken yabancıyı yakalarından tutmaya devam ediyordu. Her an alnında yükselen o siniri adamın burnunda patlatabilirmiş gibi geliyordu.
“Lütfen onun kusuruna bakmayın sevgili dostlarım,” dedi Ramon, ardından bir kuğu gibi süzülerek yabancıyı ensesinden tutup Efken’in ısrarla onu kavrayan ellerinden çekerek kurtardı. “Kuzenim biraz densizdir ama kesinlikle kötü bir niyeti yoktur.”
“Ne demek yoktur, vardır,” diye diretti İbrahim, ardından kedi adımlarıyla Efken’e yaklaşıp onun kolunun kenarından ikiliye baktı. “Kuzeninizin ar damarı çatlamış olabilir mi biraz beyefendi? Çünkü bana insan sütlacı gibi kokuyorsun dedikten sonra birden üzerime çullandı. Efken’im gelmeseydi Allah bilir bana neler yapardı? Sütlaç sandığı nazik ve el değmemiş, muhteşem bir anatomiyle şekillendirilmiş nahif vücuduma kaşık mı sokardı, yemeye mi çalışırdı beni?” Efken’in kolunun kenarına tutunup, “Ama kara atlı prensim tam zamanında gelerek beni ırz düşmanı kuzeninizin saldırısından kurtardı.” Kafasını kaldırıp bir kedi yavrusu gibi Efken’e baktı. “Az daha benden yararlanacaktı. Öldür onu.”
Ramon yarım bir gülümsemeyle, “Sevgili dostum İbrahim, biraz abartıyor olmayasın?” dediğinde, yanındaki yabancı adam, “Abartmıyor,” diye dudak büktü. “Tek istediğim biraz koklamak ve oynaşmaktı. Çok uzun zamandır bir insan erkeğiyle oynaşmadım.”
“Ahlaksızlık etme,” dedi Ramon sert bir sesle, “hemen özür dile misafirlerimizden.”
“Oyun oynamak istediğim için özür mü dileyeceğim bir de?”
“Senin oyununu ters yatırır düz sikerim,” dedi Efken dişlerinin arasından. Yabancının sinsi bakan yeşil gözleri yeniden Efken’e çevrilirken, dudaklarında alaycı bir gülümseme şekillenmesi Efken’in öfkesinin damarlara ayrılarak güçlü yıldırım ışıkları gibi etrafı aydınlatmasına neden oldu.
“Siker,” diye onayladı İbrahim, Efken’in arkasında başını aşağı yukarı hızla sallayarak. Sonra birden dönüp, “İnsan erkeği mi?” diye sordu şoka girmiş gibi yabancı adama bakarak. İbrahim bunu sorana dek, yabancının cümlesini süsleyen bu kelimenin özüne inmemiştim, şaşkınlık anlıktı, Ramon’un normal bir insan olmadığı gerçeğini kabul ettiğime göre, kuzeninin de öyle olmaması anormal olmazdı.
Yabancı, bir adım öne çıkıp, Efken’in ona saldırgan tavrına rağmen saygın bir şekilde başını önüne eğerek Efken’in önünde kibar bir reverans yaptıktan sonra, “Bendeniz Frederick Velencoso,” dedi. Kafasını kaldırıp parlayan muzip yeşil gözlerle Efken’e baktı. “Siz de şu efsanevi Efken Karaduman olmalısınız.” Tekrar başını önüne eğip saygıyla, “Yarattığım rahatsızlıktan dolayı önce değerli arkadaşınızdan, sonra da siz ve grup üyelerinizden af diliyorum. Lütfen beni affedin. Öte yandan,” gözlerini kaldırıp İbrahim’e baktı, “açlık bende cinsel dürtülerin açığa vurmasına neden oluyor. Kadın ve erkek vücuduna eşit değerde verdiğim önemden dolayı taze bedeninize çekilerek sizin için işleri zorlaştırdıysam lütfen kusura bakmayın İbrahim. Zaten kokunuzu tamamen aldığımda, aradığımın siz olmadığını anladım. Maalesef ben gerçekten kanı şeker gibi kokan insanlardan hoşlanıyorum. Yine de söylemem gerekir ki, ihtiyaçlarımı bir köşeye itebilseydim sizle uzun soluklu maceralara atılmaktan onur duyardım.”
Alenen İbrahim’in safkan bir insan olmadığını ima ediyor olsa da İbrahim kafası tamamen karıştığı için sadece çatık kaşlarla ona bakıyordu.
Peki onlar neydi? Ya da İbrahim, o gülüşün, o yaratılan psikolojik travmanın sahibi aslında neydi? Kafamın içine bir sandalla yaklaşan ihtimali düşünmemeye çalıştım. Tıpkı Efken’e bakınca da zihnime uğrayan o ihtimali düşünmemeye çalıştığım gibi… Hafızalarımızın sağlığı için, her şey gününü bekliyordu.
Efken sert bir sesle, “Beni nereden tanıyorsun?” diye sordu.
Frederick, “Konağımıza öylesine insanlar kabul edilmez,” dediğinde, insanlar kelimesini vurgularken ışıldayan gözleri dikkatimin ona yoğunlaşmasına neden olmuştu. “Beni affedecek misiniz?”
“Bir daha seni İbrahim’in etrafında görürsem, işler değişir ve konağınız sikimde bile olmaz.” Gözlerini Ramon’a çevirdi. “Bu veya bir başkası, benim yanımdaki insanlardan birini rahatsız edecek olursa, bu konağı içinde rahatsız eden kişi varken yakarım. Sorumluluğu kabul etmiyorsan şimdi çıkar gideriz. Ama bence edeceksin çünkü burada olmamızı istiyorsun.” Ramon, Efken’in kurduğu cümlenin onda yarattığı şaşkınlığı gizleyemedi.
Ramon, Efken’in zihnindeki fırtınaya kapılarak, “Kalın lütfen,” dedi ve Frederick’e yandan uyarıcı bir bakış attı. “Fred, neden inip değerli misafirlerimiz için kahvaltı hazırlamıyorsun?”
Frederick, “Tek istediğim biraz oyun oynamaktı Ram,” dediğinde dudakları hayal kırıklığını yansıtmak ister gibi aşağı doğru bükülmüştü. “Madem oyun oynamama izin verilmiyor, peki, öyleyse gidip kendim için bir oyun arkadaşı bulurum.” Gözlerini Crystal’e çevirdi. “Ah güneyin ateşli dans kraliçesi, seni görmek bir şeref. Ramon ile yaptığınız yaramazlıkların uhrevi seslerini dinleyerek terasımda pornografik resimler çizmeyi özledim. Söylemem gerekecek olursa, o tablolara konu olan eşsiz vücudunu hep merak etmişimdir.” Crystal alayla gülünce, “Tanrı sana güzel bir vücut, soğuk bir gülümseme ve kutsanmış alev sarısı saçlar vererek sonuma mührünü basmış olmalı tanrıçam.”
“Zevzekliği bırak, değerli İbrahim’den özür dile ve kız kardeşini de alıp yemek masasında bizi bekle. Küçük, tatlı erkek kardeşimin de masada olmasını ilet. Eğer masada olmazsa, onu vücudunda ne kadar fazlalık varsa o kadar yerinden tavana asacağımı söyle.”
“Vücudunda ne kadar fazlalık var ki?” Frederick düşünüyor gibi elini çenesine attı ve birden gözleri muziplikle parlarken bağırdı: “Aman Tanrım! Yoksa onunki çift başlı bir ejderha mı? Anlarsın ya Ram, Valerio’nun pantolonunun önü içine cevizler doldurulmuş gibi kabarıktır hep. Yoksa gerçekten çift başlı mı?” Ellerini açarak tavana baktı. Yüzümü buruşturmadan edemedim. “Bu ayrıcalığı benim üzerimde kullanmadığın için oturup konuşma zamanımız geldi değerli yaratıcım. İnanılmaz incinmiş hissediyorum. Demek çift başlı, ha?”
“Elbette çift başlı değil. Ben ondan büyüğüm. Yani abisiyim.”
“Valerio’yu her zaman kıskanırsın, hadi ama rahatla.” Frederick’in, Efken’in tehditkâr gözlerini yok sayarak bana baktığını gördüm. “Evime şeref getirdin, senin önünde de bir prens edasıyla reverans yapmak ve parmak uçlarına dizeler yazarcasına öpücükler kondurmak isterdim fakat birkaç yüzyıllık daha ömrüm olsun istiyorum.” Gözleri Efken’e kaydı, Efken’in ona doğru bir adım atmasıyla hızla elini havaya kaldırıp salladı. “Dostum, ciddiyim, sarışınlar bir adım öndedir, sakinleş.”
Efken’in öfkesi, Frederick kütüphaneyi terk edene dek sürmüştü. Bir rüzgâr gibi esen gerginliğini, Ramon’a çevirdiği gözlerine yerleşmiş ölümü hatırlatan ifadeyi görünce daha derinlerimde hissettim. İbrahim, duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyor gibi etrafına ve bilhassa Ramon’a bakarken, ben artık hiçbir şeye anlam yükleme gereği duymadan sadece öylece duruyordum.
Ramon, “Sanıyorum ki tapınakta yarım kalan bir işiniz var aziz dostum,” dediğinde Efken sadece başını aşağı yukarı sallayarak bu kibar salon erkeğini doğruladı. “Tapınaktaki dağınıklık çok kısa sürede toparlanacaktır. O zamana kadar burada misafirim olmaya devam edin lütfen.”
Efken’in ölümü çağrıştıran gözleri bu kez daha tehlikeli akisler çizerek Ramon’a kenetlendi. “Ne kadar sürer?” diye sorarken sesi mermer gibi soğuk ve sertti.
“Çok kabasın,” dedi Crystal. “Velencosolar seni konaklarına kabul ediyor, seninse şu tavırlarına bak.”
Efken dişlerinin arasından konuşmasına rağmen oldukça sakin çıkan bir sesle, “Seninle konuşmuyorum,” dedi Crystal’e bakmadan.
“Birkaç saate kalmaz tapınağa dönebilirsiniz. Tapınakların sorumlusu olduğum için güvenlik açısından size eşlik edeceğim. Tapınağa zarar vereceğinizi düşündüğümden değil, tapınağı korumak zorunda olduğumdan yapacağım bunu.” Ramon o kadar anlayışlı ve nazikti ki, karşısında bir mağara adamı yokmuş gibi sakin cevaplar veriyor, kibarlığı bir an olsun elden bırakmıyordu.
Alt kata inip Velencoso ailesinin tamamıyla tanışmadan önce, Ramon Velencoso’dan Velencoso kütüphanesini incelemek için izin istedim. İkinci kez düşünmeden bu izni bana verdi ama Efken de, diğerleri de temkinli görünüyordu. Yine de hepsi kütüphaneden çıktığında, artık yüzyıllardır ayakta gibi görünen kütüphanenin içindeki kitaplarla baş başaydım. Kitapların sayfaları, bir insanın sigaradan kararmış ciğerleri gibiydi; ne kadar yıl görmüşlerse, o kadar hasarlıydılar. Tıpkı ciğeri ele geçirmiş bir hastalık gibi çoğunun sayfalarını da zaman ele geçirmiş ve yaşlandırmıştı.
Velencosolar, tıpkı Gabriel’in de kendisini altında gizlediği o cümlede olduğu gibi, yüzlerce yıldır var oldukları ve olacakları gerçeğini süsleyen cümlenin altında gizleniyor gibiydiler. Bu aile hakkındaki ihtimalleri düşünemedim çünkü zihnim kenarlarındaki çatlaklardan su sızdırıyor gibiydi, sanki o su kafamın içinde boş bırakabildiğim noktaya akacak ve son boşluğu da ağzına kadar doldurup beni tamamen boğacaktı.
Rafların arasında yürürken zihnimdeki doldurulması gereken açıkları yalanla değil, gerçekle örtmem gerektiğini biliyordum; anılarımdaki çukurlar o kadar fazlaydı ki artık ben görmezden gelsem bile çukurlar beni görmezden gelmezdi. Sonunda o çukurlardan birine düşeceğimi biliyordum. İnsanın kendi zihnindeki çukurlara düşünce o çukurda çürümemesi olası değildi. Ve ben o çukurların etrafında gözlerime bağlı beyaz bir çaputla yönsüz bir şekilde dolaşıyordum. Çaputların gözlerime denk gelen noktalarından yukarı kabaran kan, kumaşın üzerini lekelemişti.
Raflardan birinin önünde durup kalın ansiklopedilerin sırtlarını incelemeye başladım. Her sırtta başka bir yaldızlı sembol vardı. Kan damlası şeklindeki kırmızı yaldızlı sembolün olduğu ansiklopediyi yavaşça çekmemle hafif bir toz tabakası boğazıma doldu. Tozun kokusu ciğerlerimi yakarken ansiklopedinin kapağını kaldırdım. Sayfada beni karşılayan ilk görsel, büyük bir kan damlası figürüydü ve bu figürün etrafından dışarıya doğru damarları anımsatan kızıl kökler çıkıyordu. Her bir kök, bir aileyi temsil ediyormuş gibi hissettirdi; sanki bir soy ağacı değil, bir kan ağacıydı.
Kafamda belirmiş önlenemez bir soru işaretiyle diğer sayfayı çevirdim ve o andan itibaren her bir kelime, bana nerede olduğumu, kimlerin yanında olduğumu, Velencosoların aslında kim olduğunu fısıldamaya başladı. İlk sayfada birkaç İtalyan ve Fransız soyadını anımsatan aile soyadları gördüm, daha sonra bu ailelerin arasında Velencosolar da belirdi. Baskısı 1800’lü yıllara dayanan bu kitabın içinde her bir ailenin Kızıl Yaka’daki konumuyla ilgili bilgiler yer alıyordu. Velencosolar için Kraliyet Kanbazları dendiğini fark ettiğimde, parmağımı satırların üzerine yasladım ve cümle boyunca kayan parmağımın üzerindeki kelimeler zihnimin mezarlığına gömülmeye başladı. Kanbaz kelimesi zihnimde bir anının daha hızla bana doğru gelmeye başlamasına neden oldu. Bu kez anı hırçındı, kanlı parmaklarının arasında içimi deşip geçmişi akıtmak isteyen bir hançer tutuyordu ve kan damlaları tıpkı yağmur damlaları gibi ayaklarımın önüne yağmaya başladı.
Anılardan korktum. Anılar beni yakıyordu. Onları durdurmak istedim ama durduramadım. Hızlı bir şekilde gelseler, acıyı anlık hissetsem belki katlanılabilir olabilirdi ama parça parça geliyorlar, her geldiklerinde benden büyük bir parça koparıp, beni en olmadık noktalarımdan deşerek yaralıyorlardı.
Sırtımda bir nefes hissettiğimde dönüp arkama bakma gereği duymadım çünkü tehlikede hissetmedim. Kendimi savunma ihtiyacı duymadım. Sadece anının gözlerimin önünde net bir kıvam almasını bekledim. Bir tuvale yavaşça işlenen renkler gibi önce birkaç renk belirdi, daha sonra bütünü gördüm; artık oradaydım. Tapınağın önünde durmuş, iki kalın gövdeli kolonun arasında elimde tuttuğum bir kâğıtla bekliyordum. Kan damlaları zamanın içinden hızla kayıyor, yağmur damlaları gibi yağarak zamanı ölüm ve yaşamla çiziyorlardı. Üzerimde ay beyazı bir elbise vardı, ayaklarım yine çıplaktı ve bileğimdeki altın topları olan halhalın ağırlığını hissedebiliyordum. Saçlarımda yılanköklerinin nadiren verdiği beyaz çiçeklerden yapılmış tokalar vardı, alnımdan geçen örgüm saçımın içine doğru giriyordu ve lüle lüle saçlarım örgüden tacımın altından omuzlarıma salınıyordu. Tapınağın diğer ucundan bana doğru gelen erkeği izliyordum.
Tam önümde durduğunda bir reveransla dizlerinin üzerine çöküyor, ardından başını kaldırıp bana bakıyordu ve toz mavisi gözlerini görüyordum. Onu tanıyordum.
Ramon Velencoso.
Anılarımdaydı. Var olmadığım bir tarihteyken, bana çok benzeyen, benmişim, kendimmişim gibi hissettiren o bedenin içinden ona bakarken bunu yadırgamasam da benliğim panikle kavruluyordu. Elimdeki kâğıdı ona uzatırken, “Velencoso,” dediğim an titredim, içinde olduğum beden titremedi. “Bu gece ben ve soyum, Kan Yemini edeceğiz. Sana bildirmek istedim çünkü onun ve benim senden başka güvenebileceğimiz bir başkası yok. Sen oldukça güvenilir bir Kanbaz’sın. Her zaman dostumuzdun.”
Öyle miydi? Ramon, başını aşağı yukarı sallayarak, “Bu bir onur,” dedi.
“Bir gün kehanetim gerçeğe dönerse, sen hayatta olmaya devam edeceksin, ölümsüzlüğün belki de şu ana dek bana yaptığın en büyük iyiliğindi. Bir gün işler ters giderse, savaş kapıyı zorlamaktan vazgeçip kırarak içeri girerse ve kartın söylediği şey olursa, ne olursa olsun Ramon Velencoso, Ay Tapınakları artık senin sorumluluğunda olacak. Ta ki ben bir gün yeniden gelip seni bulana dek.” Gülümsedim. “Belki bulduktan sonra da.”
Ramon’un verdiği cevabı duyamayacağım kadar büyük bir hızla geri çekildiğimde, sırtımdaki nefesin sahibinin kim olduğunu biliyordum. Büyük bir hızla ona doğru döndüm, toz mavisi gözler beni bilerek burada bırakmış gibi dostça bir ışıltıyla parlıyordu. Eldiven olan elini kalbinin üzerine koyup hatıralarımda oldukça canlı olan reveransını bir defa daha önümde gerçekleştirdiğinde yutkundum.
“Uzun zaman oldu kadim dostum,” diye fısıldadı. “Sizi özledim.”
“Sen…”
“Ne olduğumu biliyorsun uyanıştaki,” diye seslendi bana. “Görüntün, sesin, seni sen yapan her parçan aynı. Sadece hafızan farklı. Anılar bir gün geri gelecek.”
“Parça parça,” diyebildim, şoktaydım, bunu gördüğü için üzerime gelmemeyi tercih etse de sonunda, “Ne olduğumu biliyorsun, değil mi?” diye sordu.
“Kanbaz?” dedim sorar gibi, anılarıma tanıdıklık hissi veren bu kelimenin literatürde ne anlama geldiğini bilmiyordum. Ramon, yüzünü ışıkla dolduran bir gülümsemenin ardına sığınarak bana baktı.
“Kadim dostum, biliyorum ki oldukça gençsin, toysun ve buraya varlığı bizim için bilinmeyen bir yerden kopup geldin. Son zamanlarda gördüklerin kalbinde kimi zaman korkuyu, kimi zaman deliliği uyardı. Kimi zaman aklını yitirdiğini düşündün, kimi zaman ise kimsenin sana inanmayacağını bile bile sen kendine inanmayı seçtin ve kendinle savaştın.” İçimi okuyor gibi konuşması beni derinden etkilerken sadece onu dinliyordum. “Çok sevgili Mahinev, ismini ve seni biliyorum, şaşırma lütfen, kendini bana takdim etmesen de hakkında oldukça fazla bilgiye sahibim. Ben ölümsüz bir kulum, bir faninin gözünde canavarım, hiç olmayan bir masalım, uydurulmuş bir adamım ama gerçeğim.” Kaşlarım çatıldı, daha açıklayıcı olması gerektiğini anlamış gibi, “Affedersin,” diyerek özürlerini sundu. “Kanbaz nedir biliyorsun ve benim bir Kan Yeminim olmadığı için sana kendimi takdim edebilirim. Her on yılda bir zamanın onun için on yıl durduğu, otuzuncu yaşına geldiğindeyse saatin bir daha onun için ilerlemediği, daima böyle görünmeye mahkûm yaşamak zorunda olan bir muhafızım. Romantik hikâyelere konu olmuş vampirler benim gölgemdir, benzerimdir ama gerçek değildir. Atalarımı bilen, hisseden, araştıran ölümlülerin zamana yaydığı asılsız efsanelerden doğmuş birer fenomendirler. Oysa Kanbazlar, bir diğer deyişle Acroblood da diyebilirsin, bizler gerçeğiz. İnsan etiyle beslenen kardeşlerimiz de var, Kızılderili Mitolojisi’nde onlara her şeyi yiyen şeytan anlamını taşıyan Wendigo ismini veren bir azınlık olmadı diyemem ama onlar da safkan Kanbazlar. Ben öldürmeden beslenirim, herhangi bir canlıyı yemem, hayatını elinden almam. Sıcak kan yemeğimdir ama insan yiyeceklerini de tüketebiliyorum, özellikle fanilerin içkileri ile avladıkları taze hayvan etleri son derece besin değeri yüksek şeyler bizim gibiler için.”
Yüzümdeki kan anbean çekilirken Ramon, “Kaç yaşında olduğumu sormayacaksın, değil mi?” diye sordu, yine o hoş gülümsemesiyle bana bakıyordu ve bu gülümsemeye sahip olduğu için istesem de ondan korkamıyordum.
“Sormamam mı gerekiyor?”
“Düşüp bayılmadığına dua ediyorum aslında. Çünkü epey korkmuş görünüyordun.”
Sertçe yutkunup, “Kim olduğumu benden iyi biliyorsun ve kanla besleniyorsun, muhtemelen yüzyıllardır da hayattasın,” dediğimde gülümsemesi biraz solgunlaştı.
“Kan Yeminim yok, sana kim olduğumu kolayca söyleyebilirim ama senin Kan Yeminin var kadim dostum. Maalesef sana kimliğini açıklayamam. Elbette bir şeyler hissediyorsundur. Önemli bir şahsiyet olduğunun farkındasındır.”
“Yani gerçekten biliyorsun.”
“Anılarının tamamı geldiğinde sen de bileceksin.”
“Neyin içine düştüğümü bilmiyorsun,” dedim yavaşça. “Belki de şu an bir akıl hastanesinin küçük odasında oturmuş kendi kendime konuşuyorumdur.”
“Hayır, oldukça aklı başındasın. Buradasın ve her şey yeni başlıyor.” Ona korkan gözlerle baktım, bunu yadırgamadı, beni küçük görmedi, aksine kıymetli bir insana bakıyor gibi uzun uzun gözlerimin içine baktı. “Dünya sandığın gibi bir yer değil Sevgili Mahinev. Hiçbir zaman olmadı.”
“Fark etmeye başladım.”
“Dahası da var. Sen uyanmaya başladın. Ve bu, sandığımdan da güçlü geri döndüğünün en büyük göstergesi kadim dostum. Bu kadar erken uyanışa geçmeni inan beklemiyordum.” Derin bir nefes aldı ve omzunun üzerinden kütüphanenin diğer ucuna baktı. “Eski dostlarımı yeniden görmek içimi coşkuyla dolduruyor ama ne yazık ki Efken Karaduman beni hatırlamadı. Onun bu ismine alışması zor. Yıllardır arkadaşlık yaptığım birinin isminin tamamen değişmiş olması çok z-” Bir an durup bana baktı. “Ah,” diye fısıldadı. “Kan Yemini. Konuşmak tehlikeli ve ahmakça.”
“İsmi farklıydı,” diye mırıldanarak kütüphanenin diğer ucuna doğru baktım. Artık kurcalamaktan vazgeçip, anıların bana doğru gelmesini beklemek daha doğru olacaktı. Ramon bir Kanbaz’dı, beni ve Efken’i tanıyordu, Efken anılarımdaki o adamdı, bir zamanlar onu kanımı akıtacak kadar çok seviyordum. İsmi neydi acaba? Yutkundum. Peki ya benim ismim neydi? Bu soruları Ramon’a soramadım. Gözlerim mavi gözlerine tutundu. Ay Tapınakları’nı emanet ettiğim eski dostuma bir yabancıya bakıyor gibi baktığım sırada, soruları sıralasam bile cevapları alamayacağımı biliyordum.
“Sana küçük, hafızanı çok da zedelemeyecek bir bilgi vermek isterim,” dedi Ramon, düşünceli toz mavisi gözlerin bende olduğunu fark ettim, kurduğu cümlenin ağırlığını hissederken yavaşça ona doğru baktım. “Kan Yemini eden tek ırk, Mar ırkı değil.” Gözlerimiz birbirine çarptı, kelimedeki her bir anlam geçmiş olup kucağıma doğdu ama gözlerini açamadan öldü. Başka bir şey söyleyemeyeceğini bildiğim için ağzımı açamadım ama gözlerindeki anlamlar çok farklıydı, sanki söyleyemediği her şeyin ağırlığı en çok onu tüketiyordu.
Başını önüne eğip yavaşça gülümseyerek salladı, ardından, “Lütfen benimle yemek masasında buluş. Seni tapınaklara geri götüreceğim Sevgili Mahinev,” dedikten sonra kütüphaneden ayrıldı. Elimde tuttuğum kitaba bakakaldım.
Ne kadar süre orada öylece durdum bilmiyordum ama aşağıya inerken kalbimin de ellerim gibi buz tuttuğunu hissediyordum. Merdivenlerin başında beni karşılayan Ramon’un aksine küllü sarı saçları olan bir adam ve bir baloya gidecek gibi hissettiren çemberli elbisesinin içindeki kahverengi saçlı kadındı. Kadın bu konağa ait olduğunu belli eden kıyafetinin içinde asil bir şekilde süzülerek benimle selamlaşmaya geldiğinde onu yadırgamadım. İbrahim ise her an çığlık atarak kaçacak gibi kapıya bakıyor, olup biteni algılayamadığı için tedirgin görünüyordu.
Ramon’un kardeşi Valerio, Ramon’un aksine serseri bir görüntüye ve daha alaycı bir kişiliğe sahipti. Vasili, yani İbrahim’i sıkıştıran Frederick’in ablası, zihniyeti bu yıllara değil, çağlar öncesine aitmiş gibi bakıyor, sabit cevaplar veriyor, saygılı bir tutumla kurallarının dışına çıkmadan iletişim kuruyordu.
Onların beslenme alışkanlığına uymayacak şekilde insanlara özgü kahvaltı masasında oturduğumuz sırada Valerio ve Ramon arasındaki çekişmeye dikkatimi veremedim. Aralarında hep yaş ile alakalı bir şakalaşma dönüyordu, algılayabildiğim tek şey bu olmuştu. Vasili, kardeşi Frederick’in aksine çok saygılıydı, durmadan, “Misafirlerimiz varken birbirinizle bu şekilde küçük çocuklar gibi uğraşmayın lütfen,” diyor, sözünü geçiremediği için sinirlenip hiçbir şey yemediği hâlde peçetesiyle dudaklarının kenarlarını siliyordu.
Sonunda Efken, masada olmaktan ne kadar rahatsız olduğunu belli edercesine, “Tapınağa döneceğiz,” dedi sertçe, gözlerim ondaydı ama bakışlarıma karşılık bulamadım. Ramon yine aynı ölçülü ve sakin ses tonuyla, “Sizi oraya bırakacağım,” diye mırıldandı.
Efken’in bakışları anlık beni kavrayınca, masadaki gerginliğe rağmen gözlerine sakinliğin çöktüğünü gördüm. Uçurum gibi yanan gözleri şimdi daha durgun bakıyordu. Dudakları kıpırtısız, yüzü dudaklarına uyum sağlarcasına hareketsizdi.
“Tapınaklarda ne yapıyorsunuz ki? Turist misiniz?” diye sordu Vasili, altın kaplama çatalıyla kahvaltı öğününe pek de uymayan, görüntüsüyle midemi burkan kanlı, az pişmiş bir et parçasını dürtüyordu. İbrahim et parçasına bakınca benimle aynı fikirdeymiş gibi yüzünü buruşturarak dehşetle örülmüş ela gözlerini genç kadının yüzüne çıkardı.
“Sence kuzenin öylesine turistleri evine alır mıydı?” Efken’in sorusu, Vasili’nin kaşlarını kaldırmasına neden oldu, sonra Vasili bu sorunun ne kadar mantıklı olduğunu kavramış gibi soğuk bir gülümsemeyle başını kaldırıp az pişmiş et parçasını ağzına götürdü.
“Aranızda Crystal de var, onun için almış olabilir,” dedi Vasili soğuk bir sesle. “Sonuçta bir zamanlar Crystal ve Ramon oldukça tutkulu bir aşk yaşamıştı. Değil mi Ramon?” Vasili sözü Ramon’a bırakmaktan oldukça uzak soğuk gözlerini kuzenine çevirdi, ardından kraliyet içinde dönen bir entrikanın sahibesiymiş gibi hoş bir kahkaha attı. “Sonra güneyin dansçısı başka bir erkeğin peşinden Mavi Yaka’ya gitmişti, değil mi?”
O erkek Efken miydi? Hissettiğim bu defa kıskançlık olmadı. Göbek deliğimden dışarı uzanan bir ipin dürtüldüğünü, çekiştirilerek karnımı acıyla doldurduğunu hissettim.
“Bir erkeğin peşinden gitti derken?” diye sordum Vasili’ye zehir zemberek gözlerimi dikerek. Onun da bir Kanbaz olmasını, beslenme alışkanlıklarının bile normal bir insanın ölümüyle sonlanabileceğini hiç düşünmedim, zihnime uğrayan bu düşünce kelimelerimi durdurmaya yetmedi, hatta hafızamdan hızlıca silindi. “Vasili, sanıyorum siz bu konaktaki örümcek ağlarından başınızın üzerine büyük tokalar yaparak vakit öldürdüğünüz için artık kızların onlarla evlenmek için gelecek zengin dükleri, tüccarları ve kraliyet mensuplarını beklemediğinden bihabersiniz. Yirmi birinci yüzyıldayız Vasili, bu yüzyılda kadınlar çemberi bir erkeğin ayağının altında kırılacak kabarık elbiseler giyip onları almaya gelecek zengin kocaları beklemiyorlar. Aşkın peşinden gidiyorlar, geleceklerinin peşinden gidiyorlar, kararlarını kendileri veriyorlar. Örümcek ağlarına verdirmiyorlar.”
Vasili bembeyaz bir suratla bana bakakaldığında, Frederick avuç içlerini birbirine çarparak, “Şahane, sanırım kalbim artık senin en sadık askerin olacak,” dedi, Efken bu cümleyle beraber ölüm rüzgârı gibi esen gözlerini Frederick’e çevirdi ve Frederick’in elleri birbirine yeniden çarpmadan öylece havada asılı kaldı. Yavaşça yerine geri oturdu. “Ah benim şu ablam,” diye iç çekti. “Aynı karından, farklı ruhtan geldiğimizin bir kanıtı değil de nesi?”
Biri zihnime, “O erkek Efken değildi,” deyince irkildim, daha sonra bu sesin beni izleyen gözlerden geldiğini anlamamla karnımdaki ağrı yavaşça dağıldı. Crystal gözlerimin içine bakıyor, dudakları aralanmasa da sesi ruhuma doluyordu. “Artık yok.”
Yutkunmakla yetindim, ne demek istediğini anlamadım, anlasam da belki de anlamamayı tercih ettim. Artık yok, iki kelimelik koca bir cümleydi bu, derin anlamları olan, ruhu sancıtan bir cümleydi hem de. Ruhum zaten sancıyorken, biraz daha sancısın istemedim.
Vasili’ye söylediklerim masadaki şaşkınlığın uzun süre kırılmadan öylece dimdik bir duvar gibi aramızda durmasına neden oldu. Kimse bu konu hakkında en ufak yorum yapmadı. Sözlerime maruz kalan, eti çiğnemeden yutan Vasili bile. Belki verdiğim cevap densizceydi, belki çatısının altında durduğum insanlardan birine böyle sert çıkışmamalıydım ama karnımdan dışarı çıkıyormuş gibi hissettiren o ip beni öyle çok çekiştirmişti ki, kelimeler dudaklarımdan süzülüp çıkıvermişti.
Anladığım kadarıyla, Ramon dışında beni tanıyan kimse yoktu. Frederick, Valerio ve Vasili benden tamamen bihaberdiler. Her birini tek tek eleğimden geçirirken kaç yaşında olduklarını düşündüm. Tüyler ürpertici detayların tamamını bilmesem de olurdu.
Konağın karanlık, tavana değen dev çift kanatlı kapısı yavaşça açılırken dışarıdaki kızıllık parçalara bölünerek konağın içine sızmaya başladı. Dışarıda ayazı kesen bir sessizlik vardı, bu sessizlik kapıların bahçeye tamamen açılmasıyla beraber ıslık sesini anımsatan bir esinti gibi aramızdan geçti. Güneş, gökyüzünde tıpkı ay gibi duruyor, kızıl gökyüzüne ait siyah bir lekeye benziyordu.
Ramon bizi tapınaklara getirdiğinde, camların parçalandığı, ölümlerin yaşandığı o salonda her şeyi yerli yerinde, sanki o anlar hiç yaşanmamış gibi sapasağlam bulmak hepimizi şaşkına uğratmıştı. İbrahim bir köşeye çömüp, ellerini bacaklarının etrafına bağlayarak manzarayı izlerken sessizdi. Buradan çıkıp gitmemizin üzerinden çok zaman geçmemişti ama vitray camlar, onları ilk gördüğüm andaki gibi sapasağlam duruyor, doğaüstü cesetler ortalarda görünmüyordu. Vitray camlar yeni takılmışa benzemiyordu çünkü sol cepheye bakan camlardan kırmızı olan desenin içindeki leke bile aynıydı; o lekeyi anlık olarak görmüştüm ama hafızam onu içine yerleştirmiş, belleğim onu tekrar gördüğüm an her şeyi ortaya sermişti. Yani eski vitray camlar sanki parçalanmamış gibi yerli yerine dönmüştü.
Boğazıma takılan öksürüğü durdurdum, artık şaşırmayacaktım.
İbrahim’in korktuğu her hâlinden belliydi. Titriyor gibi bir hâli vardı, şaka yapmıyor, sadece çatık kaşlarla bizi izliyordu ve oturduğu yerden asla kalkmıyordu. İbrahim o cesetlerin doğaüstü varlıklara ait olduğunu biliyor muydu yoksa gerçekten bir şeylerin tuhaf olduğunu düşünse de anlam veremiyor muydu bilmiyordum; zihni hâlâ derin bir uykuda olduğuna göre o da Kan Yemini edenlerdendi. Yani normal değildi.
Tıpkı Efken gibi…
Peki o ikisi aslında neydi?
Yüksek ihtimalleri, beynimi kan gibi dolduran olasılıkları bir kenara bırakarak gerçeği görme isteğiyle kıvranmama neden olan soruydu bu.
O ikisi aslında neydi?
Cam tabutun önünde durdum ama tabuta yaklaşmadım. Efken bir adım arkamda duruyordu, herhangi bir tehlikeye karşı tetikte olduğunu hissedebiliyordum. Ramon, Crystal ve İbrahim salonun çıkış kapısında duruyorlardı. Yerdeki pürüzsüz kumun üzerinde bir adım atarak cam tabutun olduğu platformun önüne geldim ve basamağı yavaşça çıktım.
Karanlık gökyüzünün altında, dolunay ışığı tenimi kafes gibi parmaklıkları arasına alırken, o sonsuz ışık kafesinin içinde koşuyormuşum gibi hissettim. Cehennemin arşınlanmamış, keşfi henüz şeytan tarafından bile yapılmamış topraklarının altında o toprağı çamura çeviren ateş, kanım olup damarlarımda ilerledi. Kökü çürümüş bir ağacın dalında taze kalan son meyveydim ama içimde beni çürüten ölümcül kurtlar kıvrılıyordu. O an hem her şeydim hem de hiçbir şeydim. Cennette ölü bulunan ilk günahtım, cehennemde büyümeyi başarmış bir iyiliktim, arafta yere düşüp camı kırılmış bir pusulaydım, yöndüm, gündüz ve geceydim, kış ve yazdım, soğuk ve sıcaktım. Ayağımın altındaki yer kayınca belimi saran kuvvetli ellerin baskısını hissettim.
“İyi olduğunu söyle,” dedi Efken sert bir sesle, nefesi ılık bir meltem olup tenime dolarken yutkunup gözlerimi cam tabuttaki bedenden çekmeden başımı salladım.
Cam tabuttaki elmas parçalarının kabuğunun üzerinde parladığı, derisi de buz ile elması anımsatan ince bir yüzeyden oluşan siyah yılanın kızıl gözleri açıktı. Bomboş bakışları tek bir noktada sabit duruyordu. Yılan tamamen cansız gibi dursa da sanki derisinin altında buz gibi atan bir kalp vardı. Üzerine dizilmiş elmasların parıltısı öyle güçlüydü ki, kar kristallerini anımsatıyor, ışığıyla göz kamaştırıyordu.
Yılanın çatallı dili dışarıdaydı, buzdan bir mızrağı anımsatan dili donmuştu. Tıpkı kızıl bakan gözleri gibi… Etrafında zümrütten, yakuttan, onlarca değerli taştan oluşmuş bir yatak vardı ama o tüm mücevherleri sönük gösterecek kadar göz alıcı bir şekilde parlıyordu.
Elmastandı.
“Bak,” dedi zihnimdeki zehirli sesin sahibi. “Bak ona. O senin bir parçan. Bak ona.”
Kalp atışlarımın göğsümü delmek değil yakmak ister gibi hızlandığını hissettim. Bir adım öne doğru gittiğimde, Efken ellerini bedenimden çekmeden benimle geldi. Artık onun da o yılanı gördüğünü biliyordum. Gördüğünü, elleri beni normalde tuttuğundan daha sıkı kavrayınca anladım.
“Bak,” dedi yılandan saçların sahibi, artık seslenmiyor, yalvarıyordu. “Oradayız, uzanıyoruz, geçmiş orada, gelecek orada, gücümüz ve güçsüzlüğümüz orada.”
Tiksinti hızla gelip beni altüst eder sansam da bu olmadı. Yakıcı bir farkındalıkla sadece bedene bakıyordum. Bu beden bana aitti, içinde olsam da dışında olsam da benim temsil ettiğim bedendi. Tüylerimin dikildiğini hissederek elimi yavaşça cam tabuta koyduğumda, kimsenin duyamayacağı o uğuldamalı titreşimi avuç içlerimde hissedip fani kulaklarımla duydum. Beden bana tepki veriyordu.
Elmas yılan bana tepki veriyordu.
“Bu bana ait,” dediğim anda Efken ellerini bedenimden güçlü bir elektrik akımı tüm tenini yakmış gibi hızla geri çekti. Saçlarım kendi yüzüme çarpacak kadar büyük bir hızla Ramon’a doğru baktım. “Bunu alacağım.”
Ramon başını anlayışla salladı ama cevap vermedi. Sadece bu hareketin onay içeren bir hareket olduğunu anladım o kadar. İbrahim, “O ne ki?” diye sorsa da cevap alamadı, cam tabutun içinde donmuş elmas bir yılanın bedeninin olduğunu bilse çığlık atıp bayılır mıydı? Yoksa yine o sinsi gülümsemesiyle bana bakar ve ruh sıkıştıran kahkahalarını atmaya mı başlardı?
Gözüm cam tabutun altındaki kabartmalı motiflere sahip sandığa indiği anda güçlü bir titreşimin bedenimde pır pır ettiğini hissettim. Yavaşça eğildim. Efken’in gözleri sırtıma saplı duran bir hançer gibiydi. Ona bakmıyordum ama bana baktığını biliyordum. Sandığın gümüş renkli kilitlerini indirdiğimde sandığın dilinden gelen sesi duydum ve kapaklar aşağıya doğru düştü. Sandığın üstünü kapatan kapağın kenarlarını tutup yavaşça çekmemle beraber bir başka yılan bedeni görüş alanıma girdi. Üzerinde mavi safirden taşların parıldadığı bir başka yılan bedeniydi bu, elmas yılandan daha küçük görünen safirden bir yılandı. Kalbimin güçlü çığlıklarını Efken’in bile duyabildiğini hissettim. Belki de salonun diğer ucundaki Ramon, Crystal ve İbrahim bile duyuyordu.
Yavaşça, “Sapphire,” diye fısıldadığımda, uzaklarda küçük bir kız çocuğunun gölgesi üzerime doğru gelmeye başladı ve geldikçe büyüdü, büyüdükçe beni altına aldı. Sebebini bilmediğim bir kalp ağrısıyla kapağı yavaşça kapattım.
“Sapphire?” diye sordu Efken sessizce.
“Bilmiyorum. Neden öyle söyledim, bilmiyorum.”
“Nedenler sikimde değil. İyi misin? Bana bunu söyle.”
“İyiyim,” diye fısıldayarak ona doğru döndüm, uçurum mavisi gözlerinin dibinde okyanusa ait yosunlar, karanlık sokaklar, lacivert yıldızlı bir gökyüzü vardı. Beni belimin kenarlarından kavrayarak kaldırdı ve basamaktan indirdi. Ayağım yere dokunana dek onun gözlerindeki ruhta kayboldum ve o ruhta boğuldum. Gözlerim onun gözlerinden ayrılarak Ramon’a saplandı. “Buranın koruyucusu olduğunu biliyorum ama onu almak zorundayım.”
“Eğer alman gerektiğini düşünüyorsan, elbette almalısın,” dedi Ramon, Efken ona yandan pek de aydınlık olmayan bir bakış attı.
“Teşekkür ederim.”
“Senin için onu sandığa koyacağım.” Ramon bize doğru ilerlemeye başladı ve Efken beni belimden kavrayarak kendisine doğru çekti. Yüzünde renksiz bir soğuklukla Ramon’un bize yaklaştığı ânı izlediği sırada kolları bana dolanmış tehditkâr yılanlar gibiydi. Ramon dostça gülümsemesinden hiçbir şey kaybetmeden Efken’e doğru baktı. “Dilerseniz beni dışarıda bekleyin. Burası bir zamanlar ibadetlerin gerçekleştiği, artık ziyaretçisi olmasa da kutsallığını koruyan bir tapınak. Yeterince gürültü yaptığımızı düşünüyorum Kıymetli Dostum.”
Efken dişlerini gıcırdatarak avucunu belime bastırıp yürümem için diretince kaşlarım çatıldı ama zorluk çıkaracak hâlde olmadığımdan karşı koymadım. Ramon’a düşmanca bakışlar atarak yanından sıyrılıp geçti, beni de beraberinde geçirdi. Salondan çıkarak kabartmalı sembollerin süslediği duvarların arasındaki geçitten doğruca avluya çıktık. Kan renginde bulutlar simsiyah güneşin önüne geçerek onu arkasında tutulmuş bir ay gibi saklıyordu. Avluda esen rüzgârla beraber kollarımı bedenime sardım.
“Babaannen başımıza böyle işler açtığı için şu geldiğin yere gidip onunla sert bir konuşma yapmayı düşünüyorum,” dedi Efken ağzının içinde homurdanarak. “Akıl sağlığımı yitirmeden önce bu sikik yerden çıkıp gidebiliriz umarım.”
“Biri benim pötibör bisküvime zaten akıl sağlığının yerinde olmadığını söyleyebilir mi?” diye sordu İbrahim tırnaklarının kenarındaki derileri büyük bir dikkatle soyarken. “Şahsen ben canımı sevdiğim için bu tarz cümleler kurmamaya çalışıyorum ama biri kurmazsa içimde kalacakmış ve ölecekmişim.”
“Tek kelime daha edersen üç tapınak koştururum seni. Yakaladığımda neler olacağını iyi bilirsin.”
“Üç sokak koşturmaya alışkın beni tabii,” dedi İbrahim kafasını kaldırıp sırıtarak. Bana baktı. “Beni her zaman en az üç sokak koşturur. Yakaladığında da birlikte Bihter ve Behlül sera sahnesini çekeriz. Ah ah, buraya geldiğimden beri izlemeyi en çok özlediğim ikinci dizim. Birincisi Yaprak Dökümü tabii ki. Bu arada hâlâ her yaz Aşk-ı Memnu’yu veriyorlar mı?”
“Yazın geldiğinin resmi ilanı o dizi, tabii ki veriyorlar,” dedim, Efken ile Crystal bize garip garip bakıyorlardı.
“Her seferinde final sahnesini sanki Bihter o kurşunu kalbine sıkmayacakmış gibi salakça bir umutla izlememiz yok mu bir de,” diye söylendi İbrahim, korkusunu biraz yenmiş gibiydi, belki de kafasını başka şeylerle meşgul ederek içinde bulunduğumuz duruma anlamlar yüklemekten kurtuluyordu.
Zihnimi esir eden ilk ses, uzaklardan ninni gibi savrularak gelip düşüncelerimi bir bıçak gibi ikiye bölen ince, küçük bir kız sesi olmuştu. Sonra o kız çocuğunun sesi zaman gibi ilerleyerek büyüyüp genç bir kadının sesine dönüştü. Çatık kaşlarla tapınağın bir diğer girişine doğru bakmaya başladım. İbrahim, “Toprağım?” dedi sorar gibi. “Yine buga girmiş gibi bakıyorsun, beni çok korkutuyorsun.”
Parmağımı kaldırıp susmasını işaret etmemle susması bir oldu. Birkaç hızlı adım atarak tapınağın diğer girişine yöneldim, tavanında bir pencere olan, penceresi kırmızı ağırlıklı vitray camla kaplı olan taş bir geçide girdiğimde ses arttı. Sonra birdenbire kesildi. Ne nefesi kaldı ne de sesi, ne çözemediğim kelimeleri ne de varlığı. Delirdiğimi düşünerek kollarımı bedenime sarıp, geçitten çıkıp avluya ayak bastığımda Efken’in arkamdan gelmemesine şaşırmıştım. Orada durmuş, taş kolona sırtı yaslı vaziyette beni izliyordu. Çatık kaşlarının altındaki mavi gözlerinde sorgu yoktu, yaşananlara duyduğu hisler kirpiklerine birikerek gözlerine öfkenin alevlerini çizmiş gibiydi. Neye ve neden öfkeli olduğunu anlayamasam da gerilimini hissedebiliyordum.
Ramon beklenmedik bir şekilde az önce o sesin beni çektiği geçidin olduğu girişten çıkınca irkilerek ona baktım. Elinde uzun bir sandık tutuyordu, sandığın üzerinde de dikdörtgen şeklinde, elinde tuttuğu sandığa oranla epey küçük bir başka sandık vardı. Efken’in ölüm mavisi gözleri Ramon’u kavradı, gözlerini kısarak sanki zihninde bir katliam süzülüyormuş gibi uzun uzun Ramon’a baktı.
“Bu istediğin şey,” dedi elindeki büyük sandığı işaret ederek. “Bu da benim sana armağanım.”
Efken’in sinirinin bozulduğunu açık eden gülüşü, avluda esen rüzgârın şiddet kazanmasına neden oldu. İbrahim ve Crystal’in bakışlarının ona çevrildiğini hissettim. Küçük kutuyu elime aldım ve kahverengi, üzerinde ay taşları olan sandığın kapağını kaldırdım. Işıltısıyla şakağıma sert bir ağrı saplanmasına neden olan siyah elmas avucum kadardı ve siyah, ipek bir kumaşın içinde parlıyordu.
“Işıltısı ta buraya kadar geldi, Kaşıkçı Elması mı o?” diye sordu İbrahim abartılı bir sesle.
“Sen kimsin de ona böyle bir şey hediye edebileceğini düşünüyorsun amına koyayım? Eceline mi susadın?” diye sordu Efken, sırtı hâlâ kolona yaslıydı, yerinden bir santim bile kıpırdamadan Ramon’a bakıyordu. Gözlerimi elmastan ayırabildiğimde Efken’e doğru bakabilmiştim. Tüm tehditleri sadece kelimelerle kalmayacağını belirtircesine gözlerine süngü gibi yerleştirmiş, karşısındaki adama bu dünyadaki cehennemi olmak istiyormuş gibi bakıyordu. “Biri ona bir hediye verecekse bu kişi sadece ben olabilirim. Biri ona gülümseyecekse, bu kişi de sadece ben olabilirim. Biri ona bir metreden daha yakın duracaksa, bu kişi de sadece ve sadece ben olabilirim.” Sırtını kolondan ayırıp bedenini öne doğru itince ölüm de bir gölge gibi onunla geldi. “Ve sen,” derken GEBER yazan parmaklarını kaldırmıştı. “Üç kuralı da ihlal edip her ne siksen buna güvenerek hayatta kalabileceğini mi düşünüyorsun?”
“Ben sadece dostum,” dedi Ramon, sesi Efken’in ürkütücü sakinliğinin aksine gerçekten sakindi, içinde hiçbir duygu yoktu, eğer varsa da o duygu kesinlikle sadakatti.
Efken bir yırtıcının sinsi adımlarıyla bize doğru gelmeye başladığında, elmasın parıltısının içinden geldiğine inandığım yumuşak bir ses, “Bir elmas bir elmasa bakarsa, güneş bile o kadar parlamaz,” diye fısıldadı; ince, hoş bir kız sesiydi. Gözlerim elmasa çevrildi, güçlü ışığı gözlerimi alırken siyah elmasın yüzeyine düşen on farklı yansımam da beni izliyordu. “Bana baktın, sana baktım, güneş bile bu kadar parlamaz.”
Bir adım geri çekildim, o an Efken’in sert göğsüne çarptım ve Efken’in benim duyduğum sesi duymadığını anladım. Sadece Efken’in değil, diğerlerinin de.
“Parladın, parladım, bana baktın ve sana baktım, beni senden başkası duyamaz.”
“Ona bir elmas verirken aklından ne geçiyordu?” diye sordu Efken hırıltıyı anımsatan sert, erkeksi bir sesle. Gözlerimi elmastan ayıramadığım için kendimi sorduğu soruya veremedim. “Ben senin kim olduğunu bilmiyorum ama eminim sen benim kim olduğumu iyi biliyorsundur.”
“Dostça bir armağan,” diye tekrarladı Ramon. “Armağan için onu seçmedim, armağanım onu seçti.”
Efken, “Ne diyorsun lan sen yavşak herif?” diye sordu sertçe.
“Beni kimse seçemez, ben sahibime giderim, elimi tutarsın, elin olurum, elinde olur, senin olurum. Parla benimle, parla, güneş utansın sönsün elmasın aydınlığıyla.” Bir tekerleme gibi seslendirdiği kelimeler zihnime yığıldı ama onu kimse duymadı. Sesi ninni okuyor gibiydi, söyledikleri ise gizemliydi, bir bulmacaya aitti sanki, aynı zamanda ezberine sinmiş eski bir tekerlemeydi.
“Efken,” diye fısıldadığımda duraksadı. “Ramon gerçekten dostumuz.” Gözlerim hâlâ elmastayken, Efken’in ret dolu homurtusunu dinledim.
Siyah elmas, “Beni bırakmayacaksın değil mi? Beni bırakmayacaksın değil mi?” diye sordu. “Seni tek bırakamam, güneş bizi kıskanmalı. Seni tek bırakamam, Asreman Yırtığı kapanmalı.”
Bir an, “Asreman Yırtığı?” diye sordum ve o an, Efken’in ellerinin Ramon’un yakasına yapışmış olduğunu fark ederek yerimde sıçradım. Kurduğum iki kelimelik cümle, Efken’in dövmeli parmaklarının yapıştığı kumaşın üzerinden yavaşça kayarak uzaklaşmasına neden oldu. Ramon da çatık kaşlarla bana bakarken dudaklarımdan dökülen iki kelimelik cümleden hiç hoşlanmamış gibi görünüyordu.
Elmas yine seslendi, onu kimse duymadı, onu sadece ben duydum.
“Düşman güneş gibi parlak, bir elmas iki elmas, birbirine bakarsa olur güneşten daha parlak.”
“Efken,” dedim ellerim bilinçsizce titremeye başladığında. “Eve dönmeliyiz.”
🎧: Beartooth, King of Anything