🎧: Kıraç, Taş Duvarlar
Gurur ve ben, beraber yandığımız ateşe odunu el ele topluyorduk.
İçimizde bir sönmeme isteği vardı.
Namlusu benim göğsüme yaslı bir silahın tetiği onun parmaklarının altında duruyordu ama her seferinde silah ne zaman patlasa, vurulan ben değil, o oluyordu. Buna rağmen, namlusunun yaslandığı yer daima benim kalbimdi.
Kalbimde o kadar vardı ki, benden önce vurulan hep o oldu, beni hedef alan her kurşun önce onun içini deldi, önce onu kana buladı, önce onu parçaladı.
Kimliği belirsiz şüphelinin görüntüsü hâlâ zihnimdeydi, kameraya yönelttiği bakışları unutamıyordum. Yüzünü merak ediyordum, nasıl göründüğünü, neden bunu yaptığını, amacının ne olduğunu…
Yanağım Gurur’un çıplak sırtına yaslıyken düşündüğüm tek şey buydu.
Elmacık kemiğimi Gurur’un sırtına sürtüp yüzümü yavaşça sırtına çevirdim, şafağın maviye boyadığı salondaki koltuktaydık, tam önümde oturuyordu ve ben de arkasına oturup kollarımı beline sarmıştım. Dudaklarımı çıplak sırtına sürtüp tekrar yanağımı oraya yasladığımda derin bir nefes aldı. Ne düşünüyordu bilmiyordum ama düşünceleri benimkinden daha kademsiz olmalıydı.
“Onu bulacağım.”
“Biliyorum,” diye mırıldandım. Geçen arabaların farlarından dökülen ışıklar binaya kadar ulaşıyor, cam duvardan sızarak karanlık salona yayılıyordu.
“Başına hep bir şeyler geliyor,” dediğinde kaşlarının çatık olduğunu hissedebiliyordum. Kalbim birden garip bir hisle gerildi, yüzümü sırtından çekmeden çatık kaşlarla cam duvara düşen yansımıza baktım. Karanlık yansımamız birbirine yaslı duruyordu ve garip bir şekilde çok güzel görünüyordu. “Ve bunun sorumlusu hep bir şekilde ben oluyorum.”
“Yine kendini suçlamaya başladın. Kes şunu.”
Derin bir nefes alınca, sırtında duran yüzüm de sırtıyla birlikte harekete geçti. “Sadece fikrimi söyledim.”
İçimdeki huzursuzluğu ondan saklama gereği duymadan, “Bazı cümlelerin sonu hep aynı sonuca çıkar,” dedim. “Sen fikir belirtiyorsun ama fikrinin sonu aynı yere çıkıyor gibi geldi bana.”
“Bazen anlamıyorum.” Bu cümlesinin devamında beni neyin beklediğini bilmediğimden kaşlarım çatıldı. Gurur yavaşça bana doğru döndü, beni kucağına çekti. Bacaklarımı ayırarak onun karnına yerleştim. Karanlığa rağmen buz sıcağı gözleri işte tam da oradaydı, tüm soğukluğu ve ışıltısıyla beni izliyordu. “Yanımda kalmak için bahaneler yaratmaya bile hazırmışsın gibi davranıyorsun, Zeliha.”
Bu söylediğine verecek bir cevap bulamadım.
“Ya da belki anlıyorum.” Çeneme dokunup ondan kaçırmaya çalıştığım gözlerimin bir çengel gibi onun gözlerine geçmesini sağladı. “Belki de biliyorumdur, dağ gelinciği. İhtiyacım olan yalnızca senden duymaktır.”
“Benden duyduklarını anlamıyorsan bu senin sorunundur belki.” Gözlerimi gözlerinden çekip ellerimi göğsüne indirdim. Çıplak göğsü avucumun altında o kadar sert ve sıcaktı ki, sanki cehennemdeki bir kayaya dokunuyordum.
“Ya da belki,” dedi esrarengiz bir sesle, “bana her şeyi açıkça söylememendir asıl sorun.” Burnu burnumun ucuna temas edince elimin altındaki göğsünün güçle dalgalandığını hissettim. “Seni sobelememden çok korkuyorsun.”
Sessizlikle alnımı alnına yasladım. Bu sessizliği beslemeye karar vermiş gibi kelimeleri karanlığın içine gömdü ve yok etti. Parmakları sırtımda, omuzlarımda, saçlarımda dolaştı. Bir süre sonra yeniden, “Onu bulacağım,” dedi bana hayati bir yemin ediyormuş gibi. Cevap vermek yerine yüzümü boynuna gizledim.
Bulmamız gerekenin tek kişi olmadığını o da biliyordu ben de.
⛓️
Annemin dizine yatmış telefonla oynadığım sırada Simge, babaanneme oje sürüyordu. Evde derinlemesine hissedilen bir sessizlik vardı, sessizliği bozan tek şey kanaldaki sunucunun sesiydi ama bir süre sonra Ayça kumandayı eline alıp sesi kökten kapattı ve onun masanın diğer ucundaki sandalyede oturduğunu böylelikle fark etmiş oldum.
“Zeliş,” dedi annem, dalgın gözlerimi kaldırıp ona baktım. “Hayırdır, daldın gittin annem? Bir şey mi oldu?”
Yüzüme yayılan huzursuzluğun, annem söyleyene dek farkında bile değildim. İçimde yaşamaya o kadar alışmıştım ki bir şeyleri, annem birdenbire içimde olup bitenleri yüzümde de görünce afalladım.
“Dalgın olduğumun farkında değildim.” Evet, bu doğruydu, yani anneme yalan söylememiştim. Tamamen doğruyu da söylüyor sayılmazdım tabii.
“Sırma boylu komandosunu düşünüyordur,” dedi Maria bir muhabbet kuşu gibi şakıyarak. Ona dünyadaki en sinir bozucu bunakmış gibi baktığımda bana kırmızıya boyalı, derin çizgili dudaklarını büzüştürerek sevimsiz bir bakış attı. “Bu kadar suratsız olursan seni yanındaki bir tık daha kısa boylu olanla aldatır. Neydi o cengaverin adı? Heh, Yener. Şahsi görüşüm olarak, Yener’de sende olduğundan daha fazla dişil enerji var.”
Simge, bu ismi duyunca babaannemin yüzüne baktı, elindeki oje fırçası havada kalmıştı. Babaannem parmağını sallayınca Simge kaşlarını indirerek fırçayı babaannemin uzun tırnağına sürttü.
“Yener’deki enerjinin farkındayım da seçeceği kişi Gurur değil, Girdap olur bence,” dediğimde masada bir sessizlik oluştu.
Sessizlik beni huzursuz ettiği için annemin dizinden doğrularak kalktım, yavaşça bağdaş kurup sessizliğin başrollerini izlemeye başladım. Ayça sinir bozucu bir dikkatle önündeki pirinci ayıklıyordu, Simge ise babaannemin tırnaklarına odaklanmıştı, Çolpan’ın aynı sessizlikle sesi tamamen kapalı olan televizyonu izlediğini görmüştüm.
Derin bir nefes alarak anneme doğru döndüm. “Babam nerede?” diye sordum çatık kaşlarla. “Eymen’le markete gideceklerdi güya. Bir buçuk saat oldu, hâlâ ortalarda yoklar.”
“Sen de onların markete gideceğine inandın yani,” diyen kişi yanaklarının içini havayla şişiren Simge’ydi. “Amcam binaya yakın bir noktada zırhlı cip görünce cipin bir askere ait olduğunu anladı. Muhtemelen etrafta Gurur’u arıyordur. Gurur’un bu sokakta oturduğunu bilse ne yapardı acaba?” Tek kaşını kaldırıp bana baktı. “Bence senin Gurur’la oturduğun bina ve bu bina arasındaki araziye bir çadır kurardı. Aa doğru, amcam senin Gurur’la aynı evde yaşadığını da bilmiyor. Bir de o var…” Simge pis pis sırıtınca ayağımdaki pelüş terliği çıkarıp ona fırlattım ve elindeki oje fırçası Maria’nın tüm eklemlerini kırmızıya boyadı.
Simge korkuyla geri çekilirken, “Babaanne, ben yapmadım!” diye bağırdı. “Hepsini o yaptı!”
Beni işaret eden Simge’ye nah işareti yaptığımı gören annem, “Zellyaa!” deyince olduğum yere pusarak Simge’ye kötü kötü baktım. “O ellerini ne biçim yapıyon sen? Kalbime mi indirmek istedin yine? Hiç yakışıyor mu sana Allah’ının aşkına annem?”
“Ay sanırsın kızı da Türkiye’nin ileri gelen terbiye timsallerinden.” Babaannem gözlerini devirip boyanan parmağını Simge’ye uzattı. “Temizle kız şunu.” Tekrar anneme doğru döndü. “Ben bu eve geldiğimden beri kızının ağzından duymadığım küfürler, o ellerinden görmediğim hareketler kalmadı, haberin olsun, Gülbahar. Senin kızının bendeki tek artısı, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen müthiş bir kadın olması ve iki metrelik koca bulması.” Gözlerini kısıp bir süre bekledi. “Aslına bakacak olursak, kendi ayaklarının üstünde durabiliyor olması başlı başına müthiş. Vazgeçtim, Zeliş’le gurur duyuyorum. Gurur duymak. Gurur. Yani iki metrelik damadım.”
“Henüz damat değil,” dedi annem, dudaklarında alaycı bir sırıtışla bana baktı. “Yoksa öyle mi?”
“Ne damadı hemen şu anda ya?” Ayağa kalkıp sekerek Simge’ye fırlattığım terliği almaya gittim. Terliği ayağıma geçirirken, “Siz hepiniz dedikoducu olmuşsunuz, mahalle teyzesi olmuşsunuz, siz hepiniz günahkâr olmuşsunuz, şurada durup koca meraklısıymışım gibi günahımı alır olmuşsunuz. Kimmiş evlenmek isteyen ya?”
“Yavrum sana evlenmek istiyorsun diyen mi oldu ki?” Simge sırıtarak sormuştu bu soruyu.
Ayça, “Bir insan evlenmek istediğini bu kadar belli etmemeli ya,” dedi.
“Sizsiniz be evlenmek isteyen. Evlilikmiş. Benim okulum var daha.”
“Ben çocuğum daha demesine şu kadarcık kaldı,” dedi Çolpan gözlerini televizyondan çekmeden.
“Size laf anlatanda kabahat.”
“Sen babana bu herifin bu sokakta oturduğunu öğrenince ne söyleyeceğini düşün.” Annem kıkırdadı. “Zavallıcığımın kalbine inecek. Genç yaşta dul bırakma beni.”
“Tövbeden gel, anne.”
“Hangi konuda? Babanın Gurur’un bu sokakta oturduğunu öğrenmesi konusunda mı yoksa dul kalmam konusunda mı?”
“Her ikisi,” dediğimde annem bu kez kahkaha attı. “Sizi mi eğlendireceğim burada durup ben ya? Çıkıyorum ben dışarı.”
“Çıkmışken babanı da bul gel.”
“He, çık kocanı kendin bul.”
“Gız benim gocam senin neyin?” diye bağırdı annem ayağındaki terliği çıkarırken. Yalancıktan boynumu tutmamla annem terliği indirip, “Noldun guzum?” dedi korkuyla. “Acıdı mı çok?”
“Kandırıyor ayol seni, rol kesmede aynı bana benziyor bu kız,” dedi Maria.
Annem ile babaannem kime benzediğim konusunda küçük bir münakaşaya tutulmuşken kapıya yöneldim. Montumu giyip botlarımı ayağıma geçirdiğim sırada telefonuma birkaç bildirim düştü ama bakacak şansım olmadı. Boynumdaki ağrı geceleri yoklasa da kaybolmuş sayılırdı ama vücudumda hâlâ çürükler vardı, çürüklerin acısını merhem sayesinde dindiriyordum.
Montumun fermuarını boynumun altına kadar çektikten sonra binadan çıkıp hızla yokuşu tırmanmaya başladım. Gurur ile yaşadığımız bina tam karşımda kocaman dikiliyordu ama ona bakamadım bile. Sanki o tarafa bakacak olursam babamın radarına yakalanacaktım ve babam ermiş gibi Gurur’un o binadaki evlerden birinde olduğunu anlayacaktı.
“Şu hâlime bak,” diye söylendim yokuşu tırmanırken. “Liseye döndük. Şu sokaktan babam çıkacak korkusundan adamla aynı sokakta göz göze gelemiyoruz.” Ellerimi ceplerime soktu. “Gerçi ben değil, Gurur korkuyor.”
“Kız kendi kendine mi konuşmaya başladın deli?” Yener’in sesi olduğum yerde sıçrayarak arkaya dönmeme neden oldu. Arkamdan sinsice ilerlediğini fark etmemiştim bile.
Bir komando istediğinde kedi kadar sessiz olabiliyordu.
Yener’e kötü kötü bakıp, “Ödümü kopardın,” diye söylendim. “Ne geliyorsun öyle arkamdan sinsi sinsi?”
“Orta Doğu ve Balkanların en sessiz komandosu olduğumu söylerler,” dediğinde gözlerimi devirdim. “Size gidiyorum.”
Elimi hızla Yener’in ağzına yaslayıp etrafıma bakınırken, “Lan oğlum birdenbire size gidiyorum demesene, ya yerin kulağı varsa?” diye homurdandım. Yener’in gözleri iri iri açıldı, elimi geri çektiğim anda bana sokuldu.
“Kahraman abi burada mı?”
“Nereden anladın?”
“Yerin kulağı diye bahsettiğin Muşta olmayacağına göre Kahraman abidir. İkisinden başka yerde kulağı olan baba figürü tanımıyorum. Çok korkunç. Kutuptan buraya soğuk bir rüzgâr esmiş gibi kanım dondu.” Titreyerek kollarını kendi bedenine sardı. “Bak beni senin ekstra agresif babanla muhatap etme, Zeliha. Babanın yanındayken beni tanımazdan gel, sanki hayatında hiç olmamışım gibi yok say beni. Senin baban beni çok korkutuyor.”
“Bir de Gurur’a kalkıp Yener senden daha az korkuyor diye ahkam kestim, yazıklar olsun sana. Ne varmış benim babacığımda? Benim babam Simge’nin en sevdiği amcası.”
“En sevdiği mi?” diye sordu kısık sesle.
“Evet.” Başka amcası yok zaten deme gereği duymadım.
“Simge demişken,” dedi, sesi birdenbire ciddileşince kaşlarım havaya kalktı. “Gurur ona bir ev bulmuştu. Oraya yerleşecek mi?”
“Babamlar gittikten sonra yerleştireceğiz,” dedim.
Bir şey daha sormak istiyor gibi uzun uzun yüzüme baktı.
Yener’i sıkıştırmak istemiyordum. Onun diğerleri gibi olmadığını biliyordum, onu ayrıştırmıyordum, o sadece… Diğerlerine oranla sevmekten, sevilmekten, bir kadının gölgesinden korkuyordu. Simge’ye karşı bir şeyler hissettiğini düşünüyordum, yani en azından Simge’yi diğer kadınlardan daha çok beğendiğine dair durdurulamaz, yok sayılması güç bir his vardı içimde. Hatta askıntı olmadığı, yanında sessizleştiği, espri yapma kabiliyetini bile kaybettiği tek kadın Simge’ydi. Başka biri olmuş muydu bilmiyordum ama şu an aralarındaki fark edilmemesi imkânsız olan elektriği görmezden gelemiyordum.
Her şeye rağmen, Yener’i bir erkek kardeş, bir abi gibi seviyor olsam da Simge benim birlikte büyüdüğüm kız kardeşimdi, tek sırdaşımdı ve bu dünyada beni anlayan tek insandı. Yani Yener’in Simge’yi kırması demek, onu parçalayacak olmam demekti. O yüzden bu işten bir adım geri durmaya ve onları zamana bırakmaya karar verdim.
“Zelya,” dedi birden birisi uzaktan, Yener’in put kestiğini gördüm ve babamın yankılar uyandıran sesinin geldiği yöne doğru döndüm. Ellerini belinin iki yanına koymuş yokuşun en tepesinde, etrafı çamurlu karların ortasında durmuştu. Başındaki berenin üst kısmı büzüşüp yukarı kalkmış hâldeydi, mavi gözlerini kısarak bizi izliyordu. “O yanındaki çeyrek elektrik dire mi?”
“Dire mi mi?” diye soran Yener’di.
“Direk dedi direk,” dedim Yener’e, ardından tekrar babama döndüm. “Evet baba.”
“Zelya, o zırhlı cip bu diren mi?”
“Evet baba, bu direğin,” dedim Yener’i işaret ederek. Değildi.
“Beni niye yakıyorsun gözünü seveyim, Zeliha,” diye fısıldadı Yener.
“Sus yoksa Simge’yi istemeye geldiğini söyler, ihaleyi sana yıkar kaçarım,” dedim sessizce babama bakarken.
“Simge’yi mi istemeye gelmişim?” Birden abartılı bir tepki vererek geriye doğru seke seke kaçtı. “Yapmadım öyle bir şey! Ne istemesi, neden isteyecekmişim?”
“Lafın gelişi söyledim, Yener. Öylesine. Şöyle hareketler yapma, babamın sana geri zekâlıya bakıyor gibi bakmasına neden oluyorsun.”
Yener babama doğru döndü ve “Evet, cip benim!” diye bağırdı.
Babam ağır adımlarla Yener ile yanımıza doğru yürümeye başladığında Yener o kadar huzursuz görünüyordu ki, onu sadece Muşta’nın yanındayken bu kadar huzursuz görebilirdiniz. Tam önümüzde durunca Yener ellerini arkaya saklayarak babama bakmaya başladı. Babam onu sinir bozucu bir dikkatle izledikten sonra, “Sen de mi gomandolusun?” diye sorunca, bir an için Yener onu anlamakta zorlanıyormuş gibi mavi ekran vererek babama bakakaldı.
“Evet, baba,” dedim durumu toparlama ihtiyacı hissederek. “O da komando.”
“Dağcı komandoyum,” dedi Yener, babam onu bir kez daha süzdü.
“Yat yere, şınav pozisyonu al.” Babamın birden kurduğu bu cümle, Yener’in dehşetle babama bakakalmasına neden oldu. “Alamıyor musun?” diye sordu babam gözlerini kısarak.
“Alırım da…” Yener bir bana, bir de babama baktıktan sonra, “Şimdi mi alayım?” diye sordu masum masum.
“Al dediğime göre?” Babam, Yener’e cins cins bakınca, Yener başka çaresi olmadığını anlamış gibi, “Alayım, amca,” diyerek yavaşça yere çöktü.
Amca diyerek hayatının hatasını yaptığını bilmiyordu.
“Amceymiş, kaç yaşındasın sen?”
“Otuz bir,” dedi Yener, ardından gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.
“Kıllı kılçıklı, amce olacak yaşteki adam bene amce diyor.” Babam ellerini beline koyunca yüzümü saklayacak bir yer arar gibi etrafıma baktım. “Al bakayım şınav pozisyonunu. Gerçi otuzunu geçmişsin, sende fıtıkla romatizma da başlamıştır.”
“Bu adam müstakbel damadının yaşını biliyor mu?” diye sorunca, babam Yener’e öyle bir bakış attı ki, Yener bir anda yere yatarak şınav pozisyonu aldı ve buzlu yolda şınav çekmeye başladı.
Yener şınav çekerken hemen babamın arkasında, birkaç metre ötedeki tanıdık görüntü donup kalmama neden oldu. Bu kişi Gurur’du, yanında kardeşim Eymen vardı, birbirlerine taş fırlatmaya çalışıyorlardı ve tüm bunlar babamın arkası onlara dönükken oluyordu. Yener’in gözlerini kaldırıp ileriye bakmaya çalıştığını gördüm, şınav çekerken bakmakta zorlanıyor gibiydi. Babam bir şeyler söylüyor, Yener’in aklını karıştırıyordu ama arkasında bir kaos olduğundan habersiz gibi duruyordu. Elimi kaldırıp gitmeleri için işaret yaptığım sırada Gurur kaldırımdan aldığı büyük bir taşı havada tutarak öylece dondu kaldı, Eymen de taştan korunmak için ellerini yüzüne siper etmiş şekilde donup kalmıştı; ikisi de bana bakıyordu.
Babam, Yener’e bakmaya devam ederken dudaklarımı oynatarak, “Salak mısınız?” diye sordum, elimle onları kış kışlamaya devam ediyordum. “Gidin, gidin.” Tekrar dudaklarımı oynattım. “Yılan mı öldürüyorsun? Kardeşim o benim kardeşim! Gidin gidin!”
Babam birden bana doğru dönüp, “Ne kıvırıp duruyorsun sen çengi gibi kız?” diye sorunca kollarımı arkaya saklayıp abartılı bir sesle, “Hiiiiç!” dedim.
“Git kardeşini bul, kayboldu eşeğin sıpası.” Yener’e baktı. “Bene bak, bu kadan kas yapmışın da sende iş yok, çok uyuşuksun.”
“Yer buzlu, ellerim dondu,” derken şınav çekmeye devam ediyordu.
“Söylenmen bana, çek bakayım biraz daha, yiğit gibi çek.”
“Amca… Aman yani abi! Ben her şeyi yiğit gibi çekerim inan da yemin ederim dondu ellerim benim.”
“Soytarılık etme, çek.”
“Girdap olsaydı şu an çektiğim şey tulumba olurdu,” diye söylendi Yener.
Babam tam Gurur ile Eymen’in olduğu yöne dönüyordu ki Gurur ile Eymen aynı anda irkildiler, Gurur elindeki koca taşı yere atıp Eymen’i deri ceketinin yakasından tutarak duvarın arkasına sürüklediler. Köstebekler gibi sadece kafalarının bir kısmı görünüyordu şimdi. Derin bir nefes alarak babamı kolundan yakaladım ve “Baba, ben koca kafalı kardeşimi bulayım, sen de eve git. Çok soğuk burası. Muğla’ya benzemez. Bak hastalanacaksın he,” dedim aceleyle.
“Şınavını çekmedi daha.”
“Ya Kahraman abi çektim ya!” dedi Yener titreyen kollarıyla bedenini yukarı kaldırırken.
“Belerme bene, seni o yere yapıştırıveririm resmin çıkar.” Babam bana baktı. “İyi, ben gidiyom eve. O koca kafalıyı bulmadan gelme.”
“Tamam babacığım, git sen.” Babamın omzunu okşayarak Yener’e dik dik baktım. “Kalk sen de yerden.”
“Allah razı olsun, Zeliha.”
“Benim kızıma ismiyle hitap ettikten sonra sonuna hanım ekle, benim kızım önemli biri.”
Babam, Yener’e kötü kötü bakarak yokuştan inmeye başladı. Binaya girene kadar Yener ile öylece durup babamı izledik. Yener buz yanığı olmuş ellerini üstündeki monta sürterken, “Zeliha, amcan da babana benziyor mu?” diye sordu kuşkucu bir sesle, bu sorduğunda gözleri hâlâ binadaydı.
“Neden sordun?”
“Meraktan.”
Tam ona bir şey diyecektim ki Eymen, “Abla!” diye bağırarak bana doğru koşmaya başladı.
Şaşkınlığımı gizlemeden ona doğru dönmemle, Gurur’un kardeşimi koşturduğunu görmem bir oldu. Eymen hızla arkama saklanıp, “Bir şey de şuna,” diye homurdandı. “Gider babama söylerim yoksa onu.”
“Şu sensin lan,” dedi Gurur. “Ablanın arkasına saklanıyorsun bir de.”
“Sana ne? Benim ablam değil mi? Saklanırım.”
“Korkaksın, saklanırsın.”
“Korkak birini görmek istiyorsan babama baktıktan hemen sonra aynaya bak.”
“Zeliha, bir şey de şuna.”
“Şuymuş, sensin şu. İsmim var benim.”
“Çocuk gibi kavga etmeyi bırakır mısınız? Az daha babam görecekti sizi.”
“Babama söyleyeceğim onun burada oturduğunu,” dedi Eymen homurdanarak.
Gurur öne doğru atılınca elimi göğsüne bastırarak onu durdurdum ve Eymen’e doğru döndüm. “Olur, söyle. Benim de babama söyleyeceğim bir milyon tane olayın vardı. Bana tüm bunları babama anlatmam için sebep vermiş olursun.”
“Beni bu herif için mi tehdit ediyorsun?” diye sordu Eymen. “Sana salkımından topladığım üzümleri haram etme zamanım geldi benim.”
“Bir de utanmadan kıza verdiği şeyleri haram ediyor, seni ortadan sıkılmış diş macununa çevirmemem için tek bir sebep söylesene bana sen,” dedi Gurur.
“Kahraman Özdağ’ın oğluyum.”
“Bu sebep bana o kadar geçerli göründü ki, inan Eymen bu saatten sonra koruyacağım ikinci şey. Birincisi vatanım,” dedi Yener. “Çok ciddiyim. Eymen, eğer dileğin şu an şu saniye Gurur ile olan arkadaşlığımı bitirmemse, inan bitirebilirim.”
“Saniyesinde harcadın adamı,” dedi Eymen hayretle.
“Bozuk para gibi harcarım, hayrete düşersin.”
“Ulan bu beni harcasa ne yazar, ben bunun için Sahibinden’e ilan açmış, bunu satılığa çıkarmış insanım, bu beni satsa ne kadar gocunabilirim?” Gurur gözlerini kısarak Yener’e baktı. “Peder Özdağ az önce şınav çektiriyordu sana. Muşta’ya söyleyeyim mi senden başkasının emrine uyup şınava yattı diye?”
“Ulan adam senden yaşam haklarını istese tek imzayla tüm organlarından feragat edersin, benim şınava yatmam mı sorun oluşturdu?” diye sordu Yener. “O Muşta’dan sonraki en korkunç ikinci mavi gözlere bakarken, hadi götün yiyorsa hayır dayı yatmıyorum şınava falan de. Diyemedim.”
“Hayır dayı deseydin, babam senin tabutunu sırtına alıp da şınav çekerdi, Yener abi,” dedi Eymen ciğerci kedileri gibi gülerek.
“Nereden abin oluyorum ben senin? Gencecik yaşıtın adamım, bir de utanmadan bana abi diyorsun. Baban da yaşıma laf etti zaten. Bir Özdağ erkeğine daha gururumu ayaklar altına aldırmam.”
Eymen, “Babam, Gurur’u da ayaklar altına alır,” dedi.
“Bana sataşıp durma lan, hulahop,” dedi Gurur, ona laf çakan Eymen’e kötü kötü bakarak.
“Sadece dürüst davranmıştım.”
“Bu arada Yenerciğim, inan babamdan sonra gururunu ayaklar altına alabilecek bir Özdağ erkeği daha tanıyorum. Hatta o, ayaklar altına almakla kalmaz. Çiğner,” diyerek yavaşça gülümsedim. Yener’in yüzünün kirece dönüştüğü ânı izlerken Eymen ve Gurur konuyu anlamamış gibi ikimize bakıyorlardı.
“Kim ki o abla?” diye sordu Eymen.
“Sen şimdi eve git,” dedim konuyu kapatmak için hızlıca. “Babama, ablam bir arkadaşıyla karşılaştı, ödev varmış sanırım, ablama bir şeyler anlatıyordu ödevle ilgili de. Benim biraz işim var.”
Eymen kaşlarını çattı. “İşin bu antrikot suratlıyla mı?”
“Benden başka işi yokmuş ablanın, âşıkmış bana, senin ablan olmaktan çok benim Zerda’m olmaya karar vermiş. Sana söylemiyor ama seni öyle çok sevdiği de yok, en sevdiği erkek önce babasıymış sonra da benmişim. İncindin mi? İncinme, seni de seven birini bulursun, yolun uzun, gençliğin var.”
“Senin yok. Yaşlısın.”
“Hahayt güleyim de boşa gitmesin, otuz iki yaşında kim yaşlı oluyormuş?”
“Sen. Huysuz yaşlılar gibisin aynı.”
“Birincisi otuz iki gayet genç bir yaş,” dedim erkek kardeşime işaret parmağımı sallayarak, ardından Gurur’a döndüm ve “ikincisi, erkek kardeşimi bu dünyada benden çok hiçbir dişi sevemez. Annem dışında.”
“Sanmıyorum zaten bir dişinin bu tipi seveceğini,” dedi Gurur yayvan bir gülümsemeyle.
“Seni bile seven olmuşsa, beni de olur. Benim güzeller güzeli, Disney ceylanlarına benzeyen ablam nasıl sana bakabilir ya?”
“Disney prensleri kadar yakışıklıyım diyedir.”
“Hayır, çizgi filmlerdeki kırmızı pos bıyıklı avcıya benziyorsun aynı.”
“Eymen,” dedim uyarıyla. “Eve.” Gurur’u kolundan tutup, “Sen benimle geliyorsun,” diye mırıldandım ve onu çekerek Yener ile Eymen’den uzaklaştırmaya başladım. Eymen ile Yener’in bıraktığım yerde öylece durmuş gidişimizi izlediklerini biliyordum ama arkama dönüp onlara bakmadım bile. Binanın kadrajından çıkana dek Gurur’u çekiştirerek yürümeye devam ettim.
Sonunda durduğumuzda ağaçların sıklaştığı, binaların ağaçların arkasında yükseldiği bir yerdeydik. Son zamanlarda buralara çok fazla yüksek bina yapılır olmuştu, yine de ağaçlara dokunmadıkları için mutluydum. Ağaçlardan birinin altındaki kısa duvara oturduğumda Gurur tam önümde dikiliyordu.
Tam ağzımı açacaktım ki, “Dur bakalım,” diyerek önümde yavaşça çöktü, dizleri yere değmedi ama artık yüzlerimiz aynı hizada duruyordu. “Tüm gün seni görmedim, dur da seni biraz izleyeyim. Sonra konuşuruz o ciddi meseleyi. Kesin ağzının ucunda ciddi bir şey bekliyor bizi.” Yanaklarımın karıncalanmasına neden olan bakışları ve kurduğu cümleler duraksayıp öylece ona bakakalmama neden oldu. “Şimdi ben seni biraz izleyeceğim, sen susup öyle bekleyeceksin.”
“Niye aniden böyle şeyler söylüyorsun?” diye sordum, sesim küçük bir çocuğun sesi kadar güçsüz çıkmıştı. Bu Gurur’u gülümsetti. Yüzüme düşen saçı kulağımın arkasına itmek için bana biraz daha sokulunca, sıcak nefesi yüzümü şefkatli bir el gibi okşayarak ısıttı. Gözlerimi gözlerinden ayıramadım, bazen bazı adamların gözleri öyle sert düğümler atardı ki gözlerinize, hep onlara bakmak zorunda kalırdınız. Onun gözlerinin düğümünden kurtulmaya çalışmadım bile. “Seni birkaç saat görmeyince biri göğsümü içeriden yumrukluyormuş gibi geliyor. Neden acaba?”
“İnadına mı yapıyorsun?”
“Evet, utanınca çillerinin aldığı rengi görmek çok hoşuma gidiyor. Tabii içeriden birinin yumrukladığı gerçeği de var. Sen beni görmeyince böyle şeyler hissetmiyor musun yoksa?”
“Çok çirkin flörtleşiyorsun,” diye mırıldansam da söylediği her şey kalbimi tepetaklak etmeye yetmişti aslında.
“Derdim flörtleşmek değildi oysa. Sadece köpek gibi özlediğim kadına bakıyordum.”
Buz gibi parmağı yanağımın üzerinde süzülünce ürpererek omuzlarımı geriye doğru ittim ama bakışlarımın yoğunlaştığını biliyordum. Gözleri önce dudaklarıma, sonra da geriye doğru kayan omuzlarıma takıldı ve dudaklarındaki gülümseme derinleşti.
“Sadece dokunmam bile içinde fırtınalar kopmasına yetiyor mu yani?”
“Sana duymak istediğin şeyleri söylemeyeceğim,” dediğimde gözlerini kıstı ama gülümsemesi hâlâ dudaklarındaydı.
“O zaman sus da seni izlememe izin ver.” Yüzü yüzümün hizasında bir kez daha hareket edince, yakınlığımız içimde birkaç çam devirecek kadar güçlü bir zelzele yarattı. “Sen kendini nasıl oldu da benim bu kadar içime koyabildin acaba ya?”
“Biraz daha böyle konuşursan yumruğu koyacağım ben senin yüzüne,” diye fısıldadım, gülümsememi durduramamıştım. O da sırıtarak alnını alnıma yasladı, yanağıma dokunup yanağımı okşadı.
“Utanınca hemen kıkırdamaya başlıyorsun.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp onu itmeye çalıştığımda kollarımı havada yakaladı ve bir an gözlerimiz birbirine saplandı. Nefesimi aniden hızlandıran, kollarımı çarmıha germişçesine kaldırması ve bir anda nefesinin sıcak bir şekilde yüzüme dağılmış olmasıydı. “Çocuk gibi kıkırdayan birinin, nasıl bu kadar günaha davet eder gibi nefesler aldığını anlamıyorum. Senin aldığın nefesin bile beni tahrik etmesi normal mi?”
“Nefes alsam azar olmuşsun, Gururcuğum,” diye mırıldandım ve burnumu burnuna sürttüm. Kollarımı birden daha fazla gererek havaya kaldırdı, kendi dudağını ısırdığını gördüğümde yutkunarak yüzümü farklı yöne çevirdim. “Sokağın ortasında, saçmalama,” diye fısıldadım yavaşça.
“Seni ilk kez bir sokağın ortasında gördüm, seni ilk kez bir sokağın ortasında öptüm.” Kollarını birdenbire boynuma sarıp beni göğsüne bastırdı. “Ankara’nın sokakları ne kadar çocukluğumsa, Isparta’nın sokakları o kadar sensin benim için.”
“Bugün sevgi dolu koca bir oyuncak ayı gibisin.” Bu söylediğim şey onu güldürdü, beni de güldürmüştü. Kollarımı onun beline sıkıca sarıp yüzümü göğsüne tam anlamıyla bastırdığımda, soğuğu anımsatan kokusu içimi kırıp geçiriyordu. “Bu arada Ayça’nın oyuncak ayısını halledebildiniz mi?”
“Hallettik hallettik…” Bana biraz daha sıkı sarıldı. “Ben sana burada içimdeki sevgiyi kusuyorum, sen bana Pars’ın bacağına işediği oyuncak ayıyı soruyorsun ya…”
“O oyuncağın başına bir iş gelirse, senin de başına bir işler gelebilir. Ayça kızınca kendi tarlasını yakacak köylüden bile daha tehlikelidir çünkü…”
“Yanaklarını öyle bir şişiriyor ki, balkabağına dönüyor suratı, bir gün bana laf söylerken patlamasından çok korkuyorum.”
Gülerek çenemi Gurur’un göğsüne sürtüp kafamı kaldırdım ve ona baktım. Tıraş olmuştu, her zaman pürüzsüz görünen yüzü bugün daha da pürüzsüzdü, parmaklarımı kemikli yüzünde gezdirirken, “Seni hiç sakallı görmedim,” dedim düşünceli bir sesle. “Sakalla nasıl göründüğünü merak etmeye başladım.” Kazadan sonra onu yoğun bakım ünitesine bağlı hâlde gördüğümde bile yüzü parlaklığını koruyordu.
Acaba Gurur Mert Çalıklı, kirli sakalla nasıl görünüyordu?
“Düzenli tıraş oluyorum.”
“Askersin diye mi?” Sorum onu güldürdü. “Ama diğerlerinde ara sıra da olsa sakal görüyorum, kirli sakalları oluyor hafif. Sadece Devran’la senin yok.”
“Göreve giderken tıraş olmamız isteniyor, Muşta bu konuda titiz. Adnan dışında sakal problemi yaşayan olmuyor aramızda, Adnan iki gün tıraş olmasa Noel Baba’ya dönüyor.” Güldü. Burnunu burnuma sürttü, ardından alnımı yavaşça öpüp gözlerini tekrar yüzüme indirdi. “Bendeki alışkanlık olmuş. Sabah kalkınca tıraş oluyorum.”
“Hım.” Yanağına dokundum. “Acaba hep tıraşlısın diye mi bu kadar genç görünüyorsun?”
Bir anda yüzü düştü.
“Ne demek genç görünüyorsun ya? Genç görünüyorsun diye yaşlı adamlara denir.”
“Ee, otuz iki yaşında değil misin sen?”
Gözlerini kısıp, “Evet,” dedi.
“İyi, yanlış bir şey dememişim o zaman,” dedim sırıtarak.
Gözlerini devirdikten hemen sonra dişlerimi öptü, afallayarak ona baktığımda, “Böyle salak ederler işte,” diye mırıldandı ve kollarını bedenime daha sıkı sarıp büyük avuçlarını omurgama bastırdı. “Öyle güzel gülersen, böyle hiç beklemediğin anda öperim işte seni.”
“Artık eve gitmem lazım.”
“Baban ne zaman gidecek?” diye sorarken somurtmuştu. Durmadan ayrı kalmanın canını ne kadar sıktığını görebiliyordum.
Parmaklarım pürüzsüz yüzünde dolaşırken, “Yarın akşam Muğla’ya dönüyorlar sanırım,” dedim. “Ama hemen gevşeme, bir kez ayağı alıştı, artık durmadan gelir.”
“Her gelişinde kamuflajları giyip geceden ezberini yaptığım bir konuşma yapacağım ona,” deyince kahkaha atarak kollarının arasından çıktım.
“Sonra da altıma sıçtım diye çığlık atarsın.”
Gurur gözünü bile kırpmadan yüzüme bakmaya başlayınca gülümsemem yavaşça yüzümü terk etti. Bakışlarının derinliği bir an beni çok büyük bir dehşetin içine sürükledi. Bana neden bu kadar içten, nasıl bu kadar gücünü hissettirerek bakabiliyordu anlayamıyordum. Tüm kalbimde onun yarattığı baskıyı, duygularımda sürdüğü hükmü hissediyordum. İçten içe çürüdüğümü sandığım geceler olmuştu, her şeyin allak bullak olacağını sandığım, daha acılarını yaşayacağımı sandığım gecelerdi bunlar ve ben o gecelerden, farkında olmadan onunla el ele çıkmıştım.
Düşündüğümde, geride bıraktıklarımız, bir insanı altında kalması hâlinde kolayca parçalayabilecek kadar ağır şeylerdi.
“Neden böyle?” diye sorduğunda, sesinde hiç ipucuna rastlayamadım, neyden bahsettiğini anlamak ister gibi derinleşen bakışlarıma içimi yakan şefkati ve gözlerinden bir an olsun silinmeyen tutkusuyla yanıt verdi. “Her neyse.” Derin bir nefes aldı ve benden bir adım uzaklaşıp yüzüme dikkatle baktı. “Biraz daha kalırsan tutup eve sürüklemeye başlayacağım seni. O yüzden gitsen iyi olacak.”
“Eve sürüklesen güzel olurdu,” dediğimde gözleri kısıldı, ellerimi montumun ceplerine sokarak sokağın diğer ucuna baktım. “Bir haber var mı?”
Neyden bahsettiğimi biliyormuş gibi derin bir nefes alıp, “Elbet olacak,” dedi, gözlerimi gözlerine çevirdiğimde kararlı bakışlarından anladığım kadarıyla umutsuz değildi, aksine kendisinden emin görünüyordu. Bunu yapanın kim olduğunu bulacaktı, sonra da cezasını kesecekti. Yapabilecekleri beni her zaman korkutuyordu, ihtimalken bile korkunçtu çünkü onun ne kadar güçlü olduğunu biliyordum.
Sadece fiziksel bir güçten bahsetmiyordum, Gurur’un bedeni kadar ruhu ve zekâsı da güçlüydü; tüm bunlar birleşip ölümcül bir bedene yerleştirildiğinde çok tehlikeli bir şey çıkıyordu ortaya. O tehlikeli şeyin adı, Gurur Mert Çalıklı’ydı.
“Gideyim.” Sırtımı dönüp bir an durdum, atacak adım bulamadım, sanki onda kaldım. Omzumun üstünden ona baktığımda, olduğu yerde kıpırdamadan durduğunu ama beni izlediğini gördüm. Tam önüme döndüğümde birden bileğimi kavradı ve beni kendisine doğru çevirdi. Saçlarımın dağılarak özgür kaldığı, soğuğun ondan yükselen alevle kesildiği bir andı; dudaklarımızın birdenbire birbirine mıhlandığı andı.
Ellerim gücüm çekilmiş gibi titreyerek yüzüne kaydı, soğuk parmak uçlarım onun sert, kemikli yüzünde kayarak hareket ederken Gurur’un dilinin ağzımın içinde olduğunu hissettim. Bileğimi serbest bıraktı ama dudaklarımız birbirinin çekimindeydi, elleri büyük bir hızla yukarı ilerledi, başımı avuçlarının arasına aldı ve saçlarımın parmaklarının aralığından süzüldüklerini hissettim.
“İşte şimdi,” dedi dudaklarımız hâlâ birleşik gibi dip dibeyken, “gün benim için biraz daha çekilir olacak.” Bir defa daha dudaklarıma doğru geldi. “Git,” dedi dudakları dudaklarıma sürtünürken ve büyük avuçları yüzümü kolaylıkla kavramış hâldeyken. “Yoksa bir şeyler rayından çıkar.”
Yanaklarımın içini dişleyerek uzaklaştım ondan. Kalmak istesem de dışarıda devam ettirmemiz gereken bir hayat vardı. Ona yönelttiğim şaşkın bakışlara, gözlerindeki derinlikte beni boğarak karşılık verdi. Sonunda sırtımı döndüm ve biraz daha kalırsam asla gidemeyeceğimi bildiğimden hızla ondan uzaklaşmaya başladım.
Aramıza onlarca metre girdiğinde, “Zerda,” dedi.
Omzumun üstünden ona baktığımda, hâlâ bıraktığım yerde duruyordu.
“Sen,” diye fısıldasa da onu duydum. “Benim boyumu aştın.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldığında normalde bana saçma gelecek bir şeyi yapıp elimi kaldırdım ve bir çocuk gibi ona el salladım. Sesli bir şekilde gülüp başını iki yana sallarken o kadar güzel görünüyordu ki, o görüntü hafızamda ölünceye dek canlı kalacaktı.
Ona seni seviyorum demek için dilimin yandığı bir andı, diyemediğim içinse kalbim yanıyordu. Aramızdaki bu sessiz oyun artık bitsin, birimiz diğerini artık sobelesin, artık onu sevdiğimi bilsin ve beni seviyorsa bunu söylesin istiyordum.
GURUR MERT ÇALIKLI
O gece sokakta, göğsüme kurulmuş bir yuva hissiyle yürüyordum.
Saat gece yarısını geçmişti, Zeliha’nın odasındaki balkon camı sokağa bakıyordu, perdeleri çekikti ama gölgesini görebiliyordum. Annesi de oradaydı. Ertesi akşam gidecekleri için Isparta’daki son gecesinde kızıyla vakit geçiriyordu.
Sokak lambasının altında durup uzun uzun onun gölgesini izlediğimi hatırlıyorum. Bir şeyler anlatıyor gibiydi; bir şeyler anlatırken elleri devamlı hareket ederdi ve aralıklarda da kendisini onaylıyormuş gibi başını aşağı yukarı sallardı.
Dudaklarımdaki gülümsemeyi saklayamadım, saklayamadım çünkü bu hâlleri bir çocuğu izliyormuşum gibi huzurlu hissettirirdi. Asla olamadığım o çocuğu, yirmi üç yaşında bir kadında görüyordum. Garipti ama huzurlu hissettiriyordu.
Bir yerlerde hâlâ o çocukmuşum ve yaşıyormuşum gibi hissettiriyordu.
Bir sokakta durup, kendi çıkmaz sokağımı izliyordum.
Benim çıkmaz sokağım Zeliha’ydı, biliyordum ki ben de onun taş duvarlarıydım.
Silinen gölgesiyle beraber ellerimi cebime attım ve oradan uzaklaşmaya başladım. O gece, o sokakta göğsüme kurulmuş bir yuva hissiyle yürüyordum. Kara bulutlar gökyüzünde değildi, kar da yağmur da şehri terk etmişti ve yıldızlar soğuk gecenin içinde kimsesizleri ısıtmak için yanan alevler gibi parlıyordu. O sokaktaydım ama kimsesiz değildim. Çünkü Zeliha vardı.
Zeliha var olduğundan beri, ben hiç kimsesiz kalmamıştım.
Yüzümde her zaman benimle olan, henüz bir çocukken gözlerimden gözyaşları olarak akan, tüm çehremi kaplamış bir ifadesizlik maskesi vardı. Bu maske, sadece ona bakarken yırtılıyordu ve sadece ona bakarken yeniden gözyaşlarına boğulabilecek kadar dolu hisseden o küçük oğlan çocuğu oluyordum.
Paketten bir sigara çıkarıp dudaklarımın arasına dengeledim, ceketimin iç cebindeki çakmağı çıkardım ve rüzgârın üfleyip söndürecek gibi yalpalattığı ateşle sigaranın ucunu tutuşturdum. Ciğerlerime inen dumanın ağırlığını hissettiğimde otobüs durağının önünden geçiyordum.
Bu otobüs durağında hiç beklememiştim ama bu otobüs durağında bekleyen bir kızı izlemiştim.
O zamanlar, en büyük korkumdu çünkü zayıflığımı da caniliğimi de ona göstermiştim. O durakta kızarmış burnunun ucunu atkısının içine gömerek otobüs beklerken, kalbinin derinliklerinde bana dair korkular taşıdığını bilirdim. Onu izlediğimi hiçbir zaman fark etmemişti. Oysa ben durakta gülümsediği yaşlı kadından tut da küçük ilkokul çocuklarının başlarını okşadığı anlara dek her şeyi dün gibi hatırlıyordum.
Durağı arkamda bıraktığımda telefonumun sesi, sessiz sokağı bir bıçak gibi yararak ilerledi. Telefona baktığımda, kıyılarımda izi kalmadığını sandığım geçmiş, bir dalga olup yükselerek yeniden kıyıma doğru gelmeye başlamıştı.
Telefonu kulağıma yaslarken, içimden bir ses, her şeyin başa sardığını söylüyordu.
“Taklitçi,” dedi Muşta. “Bir veterineri daha yaralamış ama adam hayatını kaybetmemiş. Komada.” Gözlerimi yavaşça açıp kapattım, duygular herhangi bir şekilde içime çarpmadı. Panik, öfke ya da endişe hissetmedim.
“Bilerek yapıyor.” Bu cümleyi kurduğumda karşıdan karşıya geçmek üzereydim. “İlgimi başka bir şeyle çekmeye çalışıyor çünkü cinayetleri işleyenle o gece bize bunu yapan kişi, aynı kişi.”
Sessizliği dinledim, Muşta haklı olabileceğimi sessizliğiyle âdeta haykırıyordu.
“Adamı bilerek öldürmedi. Adamın hayatta olduğunu öğrenip onu bulabileceğimizi düşünmemizi istiyor. Merak etme, o adam ölecek. Onu gören birinin hayatta kalmasına izin vermez. O adam komadan çıkamayacak, eminim ona onu öldürmeyecek ama yaşatmaya da yetmeyecek hasarı vermiştir. Karşımızdaki her kimse, tek istediği dikkatimi dağıtmak.”
“Haklı olabilirsin.” Muşta derin bir nefes aldı, bunu duyabildim. “Neredesin?”
Hattın öteki ucundaki sesleri dinledikten hemen sonra, “Olduğunuz yere geliyorum,” dedim ve Muşta’nın şaşkınlığını hissettim.
“Nerede olduğumuzu söylemedim.”
Seslere tamamen odaklandığımda, artık nerede olduklarını biliyordum. Keyifsizce güldüm. “Ben Zincir’im, ara sıra unutuyorsun sanırım.”
“Son zamanlarda sadece âşık bir velet gibi olduğundandır,” dedi Muşta alayla, Yener’in hattın öteki ucundaki karga kahkahasını duyduğumda gözlerimi devirerek telefonu kapatıp iç cebime koydum.
“Son zamanlarda âşık bir velet olduğumdandır,” dedim gözlerimi ileride ateş gibi parlayan far ışıklarına dikerek.
O, büyük bir karmaşaya yol açmıştı içimde. Artık bu karmaşayı yaşayan kişi sadece ben değildim, benimle beraber tüm çevrem de bu karmaşaya dâhil olmuş durumdaydı.
Telefonum yeniden çalmaya başladığında kavşaklardan birinde, Muşta ve diğerlerinin olduğu mekândan bir iki kilometre uzaktaydım. Kara bulutlar bir şeyi gizlemek ister gibi ayın önüne geçtiğinde telefonu kulağıma yasladım ve annemin sesi kulağıma doldu.
“Oğlum.” Dudaklarım yukarı kıvrılırken o taşlaşmış ifadenin yüzeyini kaplayan taşlar yavaşça dökülmeye başlamış gibiydi. “Aşk olsun, oğlum. İki gündür aramıyorsun hiç.” Annemin kırgın sesi gülümsememi daha da genişletti.
“Daha yeni konuştuk ya kız,” dediğimde o da güldü, gülerken bile sesi bana çok küçükken duyduğum ağlarkenki çıkardığı sesleri hatırlatırdı. Her ne kadar gülsün istesem de gülüşündeki hüzün kalbimi öyle çok yakardı ki bazen bunu duymanın bana verdiği acıyı gizleyemezdim.
“Ben senin sesini saat başı duysam, seni yine özlerim. Bilmiyor musun?”
“Biliyorum annem.” Bir elimi paltomun geniş cebine soktum. “Nasılsın, iyisin değil mi?”
“İyiyim. Az evvel Eylül’le konuştum, test çözüyordu ama uyusun diye baskı yaptım. Hiç uyumuyor. Cesur’la da sabah konuştuk. Gözümde tütüyorsunuz. Beni tek rahatlatan üçünüzün de aynı yerde olması. Sen sahip çıkıyorsundur onlara, canım benim, hep sahip çıktın.” Bu cümleler dudaklarından bir utançmış gibi dökülmüştü, öyle dökülmüştü çünkü bize hiç sahip çıkamadığını düşünürdü. Oysa ben o hayattan sağ çıkabildiği için bile minnettardım anneme. “Sen nasılsın? Oralar nasıl? Yener oğlum aradı dün akşamüstü, sağ olsun canım benim hep arıyor.”
“İyiyiz annem, çok şükür.”
Önümden geçip giden arabayı izlediğim sırada annem, “Eylül kulağıma bir şeyler attı,” diye mırıldanınca kaşlarım havaya kalktı. Cadının neyi annemin kulağına çaldığını biliyor gibiydim ama annemden gelecek bir diğer atağı beklemeye başladım. “Kızma sakın kıza, kızcağızım da olmasa beni olup bitenlerden haberdar edecek bir Allah’ın kulu yok. Söyle bakalım şimdi, kimdir bu mektepli?”
“Mektepli mi?”
“Hı hı, mektepliymiş.” Annem kıkırdadı. “Yok deme sakın bana, Eylül’ün kulağıma birini attığı oldu mu hiç? Attığına göre, var.”
“Yok demeyecektim zaten.” Zeliha’nın yüzü gözlerimin önüne gelince gülümsememi bastıramadım. Başımı iki yana sallarken, “Doğru,” dedim. “Mektepli.”
“İsmi neymiş bu mekteplinin?” Annemin hattın öteki ucundaki kıkırtılarını duyabiliyordum.
“Zerd-” Duraksayıp alt dudağımı emdim. “Zeliha.”
“Zerd Zeliha demek…”
“Annem…”
“Oğlum,” dedi içten bir sesle. “Başka bir şey isim daha diyecektin gibi geldi bana.”
“Zerda,” dediğimde annem bir süre sessizce bekleyip, “Dağ çiçeğin öyleyse?” diye sordu ve ben de sanki annem beni görebilecekmiş gibi başımı salladım. “Evet anne, Zerda’m benim, dağ çiçeğim.”
O serçe, ben şahinim.
“Seni kınaladım oralara yolladım, önce bileğine güç, sonra beline silah, şimdi de gönlüne sevda mı aldın?”
“Gücü ve silahı isteyen bendim de ben sevdayı istememiştim anne.”
“Sırf istediğinden gönlüne girseydi, bu zaten sevda olmazdı.”
Sessizliğim annemi gülümsetti, onu göremesem de güzel yüzüne çizilen tebessümü hayal edebildim. Annemin gülümsemesini görmeyeli uzun zaman olmuştu. Annemle birlikte henüz bir çocukken babamın bizim için yarattığı labirentin içinde çok yara almıştık, çıkış noktalarının tamamı yine babamın önümüze koyduğu taşlarla kapalıydı ve oradan çıkmak, nereden bakılırsa bakılsın çok zordu, bedeli ölümcül yaralar almak olmuştu. O labirentten çıktığımda artık başka biriydim. Ailemi o labirentten çıkarıp sınırlarını benim var ettiğim yuvaya taşıdığımda ise daha da farklıydım.
Annem, “Onu tanımak için sabırsızlanıyorum,” dediğinde Isparta’nın soğuğu derimin altına sinmeye devam ediyordu.
Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı, düşünceli bakışlarımı ileride parıldayan far ışıklarına çevirerek, “İllaki tanışacaksınız,” dedim ve bu söylediğim annemi güldürdü.
“Dolaylı yoldan evleneceğim mi demek istedin yoksa bana?”
“Evet, bana çeyiz yapmaya başla,” diye alay etsem de annem benim böyle konularda şaka yapmayacağımı bilirdi. Her ne kadar bana katılıp gülse de içten içe onunla tanışmayı daha da çok istemeye başladığını biliyordum.
Telefonu kapatırken, “Kendine dikkat et,” dedi son zamanlarda yaşadığım her şeyden bihaber bir masumiyetle.
“Ederim, anne,” dedim, telefonu kapattığımdaysa onu kandırıyor olmanın içime yerleştirdiği ağırlık dengemi sarsmıştı. Sanki attığım adımlar boşluğa iniyordu, her bir adımımda gittiğim boşluktu, düştüğüm boşluktu, içinde kaybolduğum boşluktu.
Paltomun cebinden sigara paketimi çıkarıp çatık kaşlarla paketin içinden bir dal sigara aldım, dudaklarımın arasına yerleştirirken keskin bakışlarım ilerideki kalabalık arkadaş grubundaydı. Dersi yeni biten bir grup üniversite öğrencisiydi, bir tanesinin sırtında gitar çantası olduğunu görünce kaşlarım çatıldı. Bu tipi tanıyordum. Çakmağın ucundan fırlayan ateş tütünü tutuşturduğunda hâlâ ona bakıyordum ama o beni seçemeyecek kadar uzağımdaydı.
Bu herif Ekin’di, şu Zeliha’nın okuldan arkadaşı Rockçı Serpil.
Gitarının akordu bozuktu, benim nezdimde tipi de bozuktu, Zeliha’yı düşünüp kalbim ısındığından ve Zeliha’ya imalı imalı baktığından benim nezdimde artık karakteri de bozuktu.
Yani benim için öyleydi.
Benim için öyleyse, öyle demekti.
Karşıdan karşıya geçerken sigaradan üç duman arka arkaya içmiştim. Dudaklarımdan yoğun bir sis tabakasını anımsatarak dökülen duman, çehremi başta saklasa da sonunda Ekin’e o kadar yakındım ki artık beni seçebiliyordu. Suratına dağılan şaşkınlığı izlerken bunu hiç umursamadığımı fark ettim. Bir yanım beni tanımasından memnundu, diğer yanımsa benim kadar irisini hayatında hiç görmediği için unutmasının imkânsız olduğunu söyleyerek onunla alay ediyordu.
Evet, hayatında hiç benim kadar irisini görmemişti. Hayır, beni hatırlıyor olmasının tek sebebi bu değildi. Beni hatırlıyordu çünkü o gece ondan ne kadar rahatsız olduğumu görmüştü, hatırlıyordu çünkü gözüme batması ihtimalinde neler olacağını hayal edip kendi kendini korkutmuştu.
Sigarayı dudaklarıma götürdüğümde etrafındaki arkadaş grubu dağılmaya başladı. Hemen arkasında alışveriş merkezi, çaprazındaysa otogar vardı. Beni görmezden gelmeyi düşündü, düşüncelerini yüzünden net bir şekilde seçebildim; insanları okumak konusunda fena değildim, hatta bayağı iyiydim. Bakışları tekrar beni bulduğunda sigaranın dumanı dudaklarımdan dışarı döküldü ve ona doğru yürümeye devam ettim.
Her adımımda daha da gerildiğini hissedebiliyordum. Gerginliğinin bana keyif verdiği kesindi ama varlığı hakkında aynısını diyemezdim. Ondan bu kadar net bir şekilde rahatsız olmamın sebebini içten içe biliyordum, muhtemelen ona yaslı duran bir mermiyi anımsatan gözleri izlerken o da biliyordu; ondan rahatsız olduğumu ve bu rahatsızlığın esas nedenini.
“İyi geceler,” dediğinde kaçma şansı olmadığını biliyordu, kabullenmişti ve görmezden gelmenin kötü bir seçim olduğunu fark etmişti. Bir elimi paltomun geniş cebine soktum, sigarayı tutan elimi aşağı indirdim ve Ekin’in tam karşısında durdum.
Ona ilk sormak istediğim soru, Zeliha’yı ne zamandan beri tanıdığıydı, Zeliha ile ilgili düşünceleriydi -ki bu düşünceleri dinlerken onun kafasını asfalta arka arkaya vuruyor olabilirdim ve o da her çarpmadan sonra benden özür dilerdi- ve Zeliha’yı nasıl bulduğuydu. Evet, nasıl bulduğu. Birden içim hiddetle dolsa da dudaklarıma soğuk bir tebessüm çizildi. Ekin’in bu tebessümden korktuğuna yemin edebilirdim. Gözlerinde korkuya dair devleşmiş gölgeler vardı.
Acaba ben de Kahraman Özdağ’ın önünde böyle mi görünüyordum?
“Hayırlı geceler,” dediğimde şaşırdığını hissettim, ona doğru bir adım daha attım ve bu kez bu gecenin hayırlı bir şekilde bitmesini istediğini onun gözlerinde gördüm. Gözlerim elindeki koyu yeşil, spiralli deftere indi. “Okuldan mı?”
“Evet.” Sırtındaki gitar çantasını düzeltip bana baktı. “Tanışma şansımız olmamıştı.”
“Ben seni tanıyorum, tanımak istediğim herkesi tanırım,” dememle beraber kaşlarını kaldırıp başını salladı.
Saplantılı gibi görünebilir ama uzun zaman bir canavarla yaşadım, o canavardan korunmak ve ailemi korumak için de uzunca süre iz sürerek hareket ettim. Eylül’ün izini sürdüm, Cesur’un izini sürdüm, annemin izini sürdüm. Ve bununla beraber, değer verdiğim herkes için iz sürmeye başladım. Yani Ekin’i tanıyordum, onun adını, soyadını, yaşını, ailesinin ne iş yaptığını, bozuk akortlu gitarıyla bir şeyler tıngırdatmak dışında nelerden hoşlandığını biliyordum.
Peki ya o? İşte o, benimle ilgili hiçbir şey bilmiyordu.
Onun kafasını avucumun içinde kolayca bir cevizi ezebiliyormuşum gibi ezebileceğim bilgisi dışında. Eminim ellerime bakınca, tek elimle bile kafasını kolayca kavrayıp sıkabileceğimi anlamıştı. Sayısal zekâsı vardı, hesap yapmakta iyi olmalıydı. Evet, bunu da araştırmıştım.
“Sanırım askersiniz,” dedi, paltomun cebindeki elimi birden dışarı çıkarınca gözleri hızla elime kaydı. Elimi çeneme götürdüm, çenemi kaşıyıp ona keyifle baktım. Anlık bir hareketimin ondaki etkisini izlemek elbette keyif vericiydi ama gözlerindeki ‘ben de bir şeyler biliyorum’ ifadesinin dağılışını görmek, çok daha başkaydı. Gözlerini elimden ayırmadan, “Okulda böyle bir söylenti duymuştum,” diye düzeltti.
“Doğru duymuşsun.”
“Sanırım bir süredir birliktesiniz.” Bu cümlede kanımı damarımın içinde takla attıracak isim yoktu; ondan bahsediyordu ama o ismi zikretmemişti. Sanki onun isminin bile benim için tetikleyici görevi gördüğünü biliyordu. Bir bombayı etkisiz hâle getirmeye çalışırken patlatma ihtimalin hep vardır. İçimdeki bombayı imha etmeye çalışırken kabloların renklerini bir kod gibi beynine işliyordu, yanlış bir kabloya dokunmaktan ve beni ‘Zeliha yanımdan’ patlatmaktan korkuyordu.
Onu zorlamak hoşuma gittiğinden midir bilinmez, “Bir süreyi aç,” dedim ve şaşkınlıkla bana baktı.
“Yani, bilmiyorum.”
“Demek ki onun yeterince arkadaşı değilsin.”
“Anlamadım?” dedi kaşlarını kaldırarak.
Alayla gülümsedim. “Hiç.” Gözlerim yüzünde dolaştı, çakal bakışlarından anladığım kadarıyla evet, normalde zorbaydı. Zaten onunla ilgili yaptığım küçük araştırmada çoğunlukla kavgayı çıkaran kişi olduğunu anlamıştım, hatta kendi sıkletinde olmayan birine şiddet uygulamaktan sabıkası da vardı. Şiddet uyguladığı çocuk ondan küçüktü, gerekçeler de elle tutulmuyordu; o çocuğa sataşmıştı çünkü o gece canı öyle istemişti.
Karşısında onun boyutlarında, sakin görüntüsünün altında ateş gibi yanan gözlerle onu izlemeyen biri olsaydı, yani bir başkası olsaydı, bu kadar mülayim davranmayacağından emindim. Kendi sıkletinde biri olsaydım, ona dayılanıyor olsaydım, muhtemelen o da karanlık bir tarafını bana korkusuzca gösterirdi. Onu durduran sadece asker olmam değildi, bunu görüyordum. İşte Ekin’le bu noktada ayrılıyorduk. Ben kendi sıkletim olmayan, iki katım bir adama da böyle davranırdım; görüntü sonuç değiştirmezdi. Onunsa namlusu karşısındaki insana göre ya doğruluyor ya da aşağıya bakıyordu.
Konu Zeliha’ysa, Thor’un çekicini kaldırabilirdim, ne bileyim, Hulk ile kafese de girebilirdim. Bunlar ihtimaller dahilinde değilse, bir kafes kendi boyutumda komando ile tek başıma ringe çıkabilirdim. Evet, bunu yapabilirdim.
Ekin’e baktım, üflesem yüz metre uçacak gibi görünüyordu. İri sayılırdı, bir seksenlerindeydi, belki biraz daha uzundu, yine de karşımdayken kendini karınca gibi hissediyor olmalıydı. Ben de karıncayiyene benziyordum kesin.
“Sanırım benden pek hoşlanmadın,” dedi, bu cümleyi kurabilmek için saniyelerce düşünmüştü, düşünceli yüzünü izlerken kelimeleri bir araya getirmeye çalıştığını anlamıştım.
“Evet,” dememi beklemediği kesindi, açıkçası bunu beklememesinin pek sikimde olduğu da söylenemezdi.
“Sana bunun nedenini sormak istiyorum.” Sesi ne kadar ciddi olsa da bakışları tedirgindi, köşe başından bir yerden bir tanıdığı çıksın diye dua ediyor gibiydi. Dışarıdan bakan iki adamın konuştuğunu görürdü, Ekin’in korkmadığını, aksine güçlü göründüğünü düşünürdü ama ben korkunun kokusunu alabiliyordum.
“Senden neden hoşlanmadığımı merak etmen tuhaf. Yine de söylemekte sakınca görmüyorum.” Sigaramdan bir duman daha alıp izmariti yere attım ve botumla üzerinden geçip Ekin’e yaklaştım. “Sonuçta kim sevgilisinin etrafında ondan hoşlanan başka bir erkek görmek ister?” diye fısıldadım ve bu fısıltı, Ekin’in tenindeki tüm tüylerin dikilmesine neden oldu. Bir adım geri gidip bana itirazla bakacaktı ki başımı sabit bir ifadeyle iki yana salladım; bu hareket oldukça yavaştı ve bu tehlikeyi gözler önüne seriyordu. “Ondan hoşlanıyorsun.”
“Bu bu-” Bir adım daha geri çekilip, “Bunu her kimden duyduysan, külliyen yalan,” dedi.
“Bunu birinden duymadım,” dediğimdeyse artık yüzü kireç gibiydi. “Ama birinden duyduğumu düşündüğüne göre, birine söyledin ve çıkarımım tamamen doğruymuş. Sen kendini hep böyle ele mi verirsin?”
Öfkem içimde o kadar yüksek bir noktadaydı ki parmaklarımı boynuna batırsam, tüm kanıyla beraber ruhu da parçaladığım yerden akıp giderdi ama sadece durdum, durdum ve onun gözlerinin içine sakinliğin ne kadar tehlikeli olduğunu görmesini sağladım. Vereceği cevaplar kafamın içindeki asıl cevabı değiştirmeyecekti, zaten o da karşısındaki adamı kandıramayacağının farkındaydı.
“Eskidendi,” dedi. “Sevgilisi olmadan öncesindeydi. Zaten bunu hiçbir zaman ona söylememiştim. Beni her zaman reddediyordu. Bir arkadaş olarak bile reddetti.” Cümleleri içime serin sular olup dolmadı, cenneti içimde hissetmedim; cehennem o kadar güçlü yanıyordu ki kalbimin atışları alevlerin içinde patlayan kor parçaları gibi duyuluyordu.
“Bak.” Bana doğru yaklaşınca gözlerim odağını derinleştirircesine kısıldı ve bu onu ürküttü. Bir adım geri çekilerek, “Bak gerçekten o taraklarda bezim olmayacak. O beni en başından beri görmüyor,” dedi.
“Görmesini mi umardın?” Sorum o kadar sakince aktı ki, Ekin’in kafasının karıştığını gördüm.
“Hayır.” Yalan attığı için dudağımın kenarında bir kıvrım büyüdü. Ekin derin bir nefes alarak, “Yani şu an için hayır. Eskiden evet, isterdim,” dedi, yalan attığını görebiliyordum ama bunun böyle olmasını diledim. Onun etrafını saran insanların ona sadece iyilik getirmesini istiyordum. Ama Ekin, iyilik bile getirecek olsa, onun etrafında olmamalıydı. Bir çocuğun içimdeki bir şeyleri çekiştirdiğini hissediyordum. Adı bana yabancıydı ama artık ne olduğunun da farkındaydım.
Onu kıskanıyordum.
“Sana inanmayı seçeceğim.” Derin bir nefes alarak başını salladı, rahatlamışa benzemiyordu. “Ben zorba bir adam değilim, Ekin. Cüsseme güveniyorum ama cüsseme karşımda dağ varken de güvenirim.”
Ekin’in bakışları doğrudan yüzüme sabitli duruyordu. Paltomun cebinden çakmağımı çıkardım, birkaç kez yaktım ve büyüyen alevler yüzümü bir aydınlatıp bir karanlığa devrettiğinde Ekin’in gözlerinin içine baktım.
“Gitarının akordunu götüne soka soka düzeltmemi istiyorsan, devam et ve ona aynı hislerle yaklaş.” Ekin’in yüzü anlık sertleşse de o sertlik çok kısa sürede dağıldı. Çakmağı tutan elimi kaldırıp ona doğru uzattım ve çakmak neredeyse burnunun dibinde duruyorken alevin dışarı fırlamasını sağladım. “O hâlâ kalbindeyse onu kalbinden hemen çıkarıyorsun. Yani göğsünün içinde bir kalp taşımaya devam etmek istiyorsan, biri onu sökmesin istiyorsan, kalbin sana hâlâ lazımsa, öyle yaparsın.”
Gözlerimi bile kırpmadan ona bakarken, rahatsızlığını gizlemeden bana karşılık veriyordu. Bakışlarındaki tek şey rahatsızlık değildi elbette, ciddiyetimi kavramış olmanın getirdiği su katılamaz bir dehşet de oradaydı.
“Anlaştık mı, Ekin?” diye sordum kısık sesle.
“Beni tehdit ediyorsun.”
“Ben genelde tehdit etmem, beni kâhin gibi düşün, bir kehanette bulunurum ve o kehanet hep tutar.” Çakmağı bir kez daha çaktığımda ateş ikimizin ortasında yükseldi ve ona en sevimli hâlimle gülümsedim, bu beklenmedik hareketim sertçe yutkunmasına neden oldu çünkü gözlerimdeki karanlığı gördü. Gözlerim, Isparta’dan daha soğuk, geceden daha karanlıktı. Ekin, bu gözlerde onu bekleyen soğuğun ve karanlığın varlığını görmüştü.
Omzuna omzumla çarparak yanından geçerken gitar çantasının kenarını çakmağımın ucundan fırlayan ateşle yavaşça tutuşturdum ve Ekin irkilirken yavaşça ondan uzaklaşıp karanlık yola doğru yürüdüm. Bu karanlık sokaktan daha karanlık bir sokak varsa, o da şu an o karanlığın içinde yürüyen adamın içindeydi.
“Sikik Rockçı Serpil,” diye söylendim yeni bir sigarayı dudaklarımın arasına dengelerken. “Kendi ağzıyla kendini ele verdi, başımda bin bela olmasa ben onu kuş ötmez kervan geçmez dağın başında çırılçıplak ağaca bağlamayı bilirdim. Üzerine de balı boca ederdim, ne kadar ayı, it, çakal varsa başına toplanırdı. Göt.” Sigaranın dumanını dışarı verip gökyüzüne baktım. “Allah’ım sen önüme yeter ki sebepleri koy, ben yemin ederim onu komalık ederim.”
“Lan deli!” diye bağırdı biri yan tarafımdan, omzumun üstünden o yöne bakınca bağıranın Ecevit olduğunu gördüm. “Ne konuşuyorsun kendi kendine?” Mekânı geçtiğimi o an fark etmiştim, herife öyle bir kurulmuştum ki yönüm şaşmıştı. Ekin’in doğum haritasını bile siktiğimi hayal ederek Ecevit’e doğru döndüm.
“Dalmışım işte.” Gözlerim cam duvarın arkasındaki kalabalığa kaydı. Üç masa uzunlamasına birleştirilmişti, bizim enayilerin hepsi oradaydı. Sigaranın külünü silkip Ecevit’in yanına giderken, “Yener yine eşeğin altından içiyormuş gibi içmesin, sabaha kadar onun götünü toplayamam ben,” dediğimde Ecevit, “Eşeğin değil atın altından içiyor şu an, öyle çok içiyor,” dedi.
“Bravo, hiç derdimiz yok çünkü.” Kapıyı iterek içeri girdiğim anda ekibin tamamının önündeki bardakları gördüm.
Muşta rakı şişesini önüne çekerken, “Az daha aşktan yolunu kaybettiğini düşünecektim, Zincir,” dedi alayla. Çivit mavi gözlerdeki alaya kaşlarımı çatarak karşılık verip tam karşısındaki boş sandalyeye oturdum.
Mekânın müdavimleri olduğumuzdan orta boylardaki sarışın çocuk önüme bir kadeh bırakıp, “Nasılsın, Gurur abi?” diye sordu yüzünde temiz bir gülümsemeyle.
Elimi genç çocuğun omzuna koyup omzunu sıkarak, “İyiyim Tunç, sağ olasın. Sen nasılsın?” diye sorduğumda çocuk utanarak gülümsedi.
“Sağ ol abi, çok şükür iyiyim,” derken yanaklarına oturan kızarıklığı görebiliyordum. Çoğunlukla buraya uğrayan tipler onu pek ciddiye almazdı, hem yaşı öyle çok büyük değildi hem de çelimsizdi ama yakışıklı çocuktu. Ben onunla ciddi ciddi muhabbet ederdim, o da bundan çok hoşlanırdı.
Ekibin tamamıyla iyi geçiniyordu, başlarda “Erkek Fatma,” dediği için dayak yediği Beyhan’ı bile çok severdi. Beyhan ona seksist konuşmaması gerektiğini döverek öğretmişti; bir yanlışı bir başka yanlışla düzeltmek doğru değildi tabii ki ama Tunç’un yediği dayak, Tunç’u bile güldürmüştü.
Yener çenesini masaya yaslamış, bizi değil, burnunun önünde duran yarısı içilmiş rakı bardağını izliyordu. Gözlerinin şaşı göründüğünü fark edince masanın altından ayağına sertçe vurdum. Gözlerini kaldırdı, bu defa bana baktı.
“Lan bana bak, sen çok içince maymuna dönüyorsun, ben hiç hayvan bakıcısı havamda değilim. Bana güveniyorsan güvenme, içme daha fazla.”
“Aşkın mahpushane, içinde ben varım diye bağıra bağıra şarkı söyleyen sendin geçen sefer, Gururcuğum. Rakıyla arama girme.” Parmağını rakının içine sokup çıkarınca Muşta ile aynı anda yüzümüzü buruşturduk. Parmağını bardağın ağız kısmında gezdirip, “E hani Müslüm Gürses çalmaya başlamadı,” dedi hayretler içinde.
“Lan, başlarım Müslüm’üne lan,” dedi birden Adnan çenesini öne uzatıp komik bir ifadeyle Yener’e kızarak. “Girdap onun şarkılarını dinleyince kendisiyle birlikte beni de intihara sürüklüyor. Beni beyefendi çizgimden dışarı iterseniz hepinizi o çizginin dışında s-”
“Adnan, sen çok mu içtin?” diye sordu Muşta yavaşça.
“Özür dilerim, baba. Birtakım birikmişlikler sonucu böyle aşırı tepkiler verdiğim için önce senden sonra da yine senden özür dilerim. Sen dışında hiçbiri benim özrümü hak etmiyor.”
Önümdeki kadehin yarısını rakıyla doldurup üzerine biraz su döktüm, su ve rakı birbirine karıştı; bardağın dağın üzerini tutan kar gibi beyazladığı ânları sakinlikle izledim. Gözlerin üzerimde toplandığını hissedebiliyordum, içerideki sakinlik birazdan kaybolacaktı çünkü bana soracakları sorular vardı. Bir sonraki adımımı merak ediyorlardı.
Kolumun iç kısmında sakladığım bıçağı çıkarıp masaya koyduğumda, Devran kaşlarını kaldırarak bıçağa baktı. Kadehi aldım, bir yudum içtim ve bakışlarımı kaldırıp Devran’ın gözlerinin içine baktım. “Merak mı ediyorsun?” diye sorduğumda iri, koyu renk gözlerini kısarak başını aşağı yukarı salladı. Sıranın diğer adımda olduğunu biliyordu, çok sessiz kaldığımı, bu sessizliğin bozulmasına az kaldığını… Tüm bunları biliyordu. Devran, beni çoğu insanın tanıdığından daha iyi tanıyordu.
“İleri gidecek,” dedi Devran sonunda, kadehinin dibinde kalan içkiyi kafasına dikti ama yüzünde herhangi bir değişim olmadı. “Senin hassas noktanı öğrendi, kullanıyor. Ben sana katılıyorum. Taklitçi katilin ve o gece yaşananların sorumlusunun aynı kişi olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncenin ne kadar tehlikeli olduğunun farkında mısın? Bu, hedefinde yalnızca senin değil, senin etrafındaki herkesin olduğunu gösterir. En başta da Zeliha’nın.”
Haklılığı dilimi ağzımın içinde döndürüp öfkeyle dişlerimi sıkmama neden olsa da cevap vermedim. İçkiden bir yudum daha alarak gözlerimi masaya bıraktığım bıçağa indirdim. Bıçağın üzerinde doğum tarihim, adım ve doğduğum şehir kazılıydı, altına da daha küçük puntolarla kan grubum ve göz rengimi yazmışlardı.
Zeliha’nın hedef olduğunun farkındaydım, bunun için aceleci davranmaktan kaçınmam gerekse de aslında bir yandan da bu, benim acele etmem için en büyük sebepti. Huzursuzluğum her geçen saniye artıyordu, bunun elbette çok ağır getirileri olacaktı. Sakin olmayı öğrenmem gerekti.
“Komadaki veterineri gözetleyelim mi?” diye soran Girdap’tı, çenemi yavaşça kaldırıp dilimi şaklattım. Girdap’ın şaşkınlığını fark etsem de aldırış etmedim.
İçkimden bir yudum daha içip bir süre boğazımdaki yanmanın geçmesini bekledikten sonra, “Derdi bizi bir yöne çekmek diyorum, anlamıyor musunuz?” diye sordum. “Akıllı ama yeterince değil. Gerçi bunu yaparak bu işte tek olmadığını da kanıtladı. Ona yardım eden biri ya da birileri var. Şimdi tek istediği veterineri gözlemlemem, onu görüp görmediğini anlamaya çalışmam. Ama o veteriner ölecek, bunu ayarladı, biliyorum. Nereden bildiğimi merak ediyorsanız, çünkü o olsaydım, aynısını yapardım. Şimdi başka şeylerden konuşalım mı? Çünkü uzun süre benden hamle bekleyecek ve bir şey yapmayacak. Onu şaşırtmak istiyorum.”
“Evet, akıllıca düşünüyorsun ama yine de bu şekilde birilerini öldürmeye devam etmesine izin veremeyiz, Zincir.” Vural sandalyesini çekip Muşta’nın yanına otururken bu cümleyi ciddiyetle kurmuştu.
“Konuyu kapatalım. Beyhan ve Ecevit tam bilmiyorlar, bir de onları bulaştırmayalım,” dedi Yener. Sarhoşken mantıklı düşünürdü, tabii maymuna da dönerdi orası ayrı.
Bakışlarım arkadaşımda sabitli kaldı, başımı salladım ama tepki vermedim. Ecevit ve Beyhan’ı da içinde bulunduğumuz durumun ortasına sürüklemek istemiyordum. Beyhan zaten uzun bir görevden gelmişti, yeterince stresli görünüyordu. Bir de yediğim haltları öğrenirse kızın kalbine inerdi. Beyhan ile Ecevit’e doğru baktım, mekânın kapısında dikilmişlerdi. Ecevit sigara içiyor, Beyhan ona bir şeyler anlatıyordu.
Beyhan döndüğünden beri görevde yaşananları anlatıyordu, görev sırasında arkadaşlarından birini kaybetmişti, tanıdığım bir çocuk değildi ama evli olduğunu ve eşinin bebek beklediğini öğrendiğimde gözüme bir damla uyku girmemişti. Beyhan ne kadar gülümseyip şakalar da yapsa, hâlâ arkadaşının yasını tuttuğunu biliyordum.
Muşta kadehini kaldırarak, “O zaman bu gece konu değişsin,” dediğinde, masada olan herkesin, kadehi boş olanların bile bardakları havaya kalktı. Birbirine çarpan kadehlerin sesleri zihnimdeki gürültüyü bastıramadı.
Birini içinde böyle hıncahınç hissetmek, her an onun için endişelenmek mi demekti?
Muşta da böyle hissetmiş miydi? Gözlerim onun çivit mavisi gözlerindeyken kadehler birbirinden yavaşça uzaklaştı. Kalan son yudumu da kafaya dikerek içtikten sonra kadehimi yeniden doldurdum ve Vural, “Sanırım Nihan’a görkemli bir evlilik teklifi etmek istiyorum,” dedi, bakışlarımız hızla ona çevrildi. Rakı onu kolayca vurmazdı, İzmir’de büyümüştü, taşından mı yoksa toprağından mı bilinmez bu yüzden bünyesi çok sağlamdı, sünger gibi içer ve mesajdaki hâllerinin aksine oldukça anlaşılır cümleler kurardı.
“Siz zaten nişanlısınız, bu evleneceksiniz demek değil mi?” diye soran Yener’e gülerek baktık, bu konularda bir şeyler bilmiyordu. Evet, benim de bildiğim pek bir şey yoktu ama Yener, tamamen kapalı kutuydu. Kendisini kendi dışındaki her şeyden soyutlamış gibiydi, en başta da gölgesinin üzerine düşme ihtimalinden kaçmaya başlayacağını bildiği aşktan. Kadınlarla arası iyiydi, hepsi buydu; kendisiyle arası kötüydü, hepsi buydu.
“Öyle ama daha çabuk evlenmek istiyorum. Her an kelle koltukta yaşıyorum, onu gelinlikle görmezsem, gittiğimde gözümü Muşta bile kapatamaz.” Muşta’nın yüzünün gerilmesine sebep olan cümlesi, ortamda sessizliğe yol açtı. “Evlilik teklifi ettiğimde ikimiz de küçüktük, basitti. Şimdi ona unutamayacağı bir an yaşatmak ve artık onunla evlenmek istiyorum. Saçma bir istek mi, bencilce mi bilmiyorum. Sonuçta ne kadar yaşayacağım konusunda bir sözleşmem yok, vademin hangi anda dolacağını yaratandan başka kim bilebilir?”
Çatık kaşlarla avucunun içinde tuttuğu kadehe baktı.
“Evet, sanırım bencilce ama karım olmasını istiyorum. Çok fazla kendimi düşünüyor gibi göründüğümü biliyorum ama birini sevdiğinde, sanırım çok bencil olabiliyorsun.”
“Aşk bencilliği affeder.” Muşta bu cümleyi kurar kurmaz, Vural ona doğru baktı. “Ama kendine bir vade biçiyor gibisin, Fişek.” Omzunun üstünden Vural’a bakan Muşta’nın çivit gözleri soğuktu ama dudaklarında şefkatli bir tebessüm vardı. “Vadeyi Allah belirler. Hanginizin daha çok yaşayacağını da o bilir. Bu seni bencil değil, âşık yapıyor.”
“Bana bir şey olursa, tek başına kalacak,” dedi Vural bu düşünce onu dehşete düşürüyormuş gibi derin bir nefes alarak.
Ona bir şey olması düşüncesi bile bir anlığına içimi ezen garip bir duyguyla dolmama neden oldu. “Salak saçma konuşma,” dediğimde bana doğru baktı. “O zaman bu ihtimal yüzünden hepimiz hayatımızdaki insanlardan kopup gidelim bir mağaranın içinde yaşayalım ayı gibi.” Bu onu güldürdü, ben gülmüyordum. Bardakla onu işaret ederek, “Nihan böyle ihtimaller düşündüğünü bilseydi, seni Şafak Türküsü eşliğinde ağlayarak döverdi,” dedim, bu kez ben de gülmüştüm ama yine de bu ihtimalin bizim için hep var olduğunu biliyordum. Bu ihtimalden kaçamazdık, biz bu ihtimalle doğmuştuk.
“Ona sağlam bir evlilik teklifi edeceğim ve torunlarımıza bile bunu anlatmak zorunda kalacak. O kadar ihtişamlı,” dedi Vural bu konunun sinirlerimizi gerdiğini anlamış gibi ortamı yumuşatmaya çalışarak.
Yener de ona, “Kobra Murat’ı çağır, o söylesin sen oyna, o sırada da Kobra Murat size kafiyeli bir evlilik mânisi hazırlasın, o mâniyi okurken sen de dizlerinin üzerine çöküp evlilik teklifi et. Ama evlilikten önce ağır roman oynamazsan, dişini etkileyemezsin. Unutma ki Nihan’ı etkileyen sen değilsin, ağır roman oynarken takındığın kurt bakışların,” dedi ve Muşta bile sesli bir şekilde güldü. “Gördünüz mü? Güldürdüm selvi boylum gümüş yumruklumu.”
“Zevzeksin.”
“Biliyorum ve aynı anda da canın oğlunum.”
“Maalesef öylesin, keşke seni cami avlusuna bıraksaydım.”
“Çok ayıp konuşuyorsun yalnız. Bunları benden daha çok seviyorsan söyle bileyim.”
“Evet,” dedi Muşta düz düz bakarak.
“Yalan söylüyorsun.”
“Yener, önündekini zıkkımlan, bana da ha bire baban yaşındaymışım gibi davranma. Altı üstü dokuz on yaş büyüğüm lan ben sizden. Enayiler.”
“Ama sana baba diyoruz, yani babamızsın,” dedi Yener dudaklarında yavşak bir gülümsemeyle.
“Çok mu içti mi bu?” Ecevit, Yener’in yanına otururken sormuştu bunu. Yener’in önündeki boşalan bardağa bakınca, “Ohoo,” diye söylendi. “Birader sen kuşluk vaktinden beri içiyorsun zaten, yeter da.”
“Hiçbirinizi ilgilendirmez.” Yener parmaklarıyla tek tek bizi işaret etti. “Sadece babamı ilgilendirir. Canım babam içme derse içmem, iç derse içerim, sizi dövmemi isterse sizi döverim çünkü biliyorsunuz ki ben ekibin en yakışıklı olmak dışında en güçlüsü, kuvvetlisi, görkemlisi ve en taşaklısıyım.”
Girdap gözlerini devirerek Yener’in yüzüne peçete attı, Yener peçeteyi eline alıp alnındaki teri kuruladı.
“Çok sıcak oldu birdenbire. Yoksa alçalıp değer kaybeden libidom birdenbire euro kıvamında yükselişe geçerek değerine değer mi katıyor şu anda?”
“Sen niye böyle bir adamsın lan?” diye sordu Beyhan, sesinde alay olsa da Yener bir anda ciddiyetle ona doğru döndü. Beyhan masanın öteki ucunda, en başında oturuyordu. “İpsiz, sapsız, tipsiz.”
“Hepsine tamam ama tipime kimse laf edemez, görünen köy kılavuz ister mi? İstemez. Baksana sen bir bana, şu güzelliğe, endama. Kıskanma.”
“Seni ne zaman evereceğiz biz o zaman güzellik kraliçesi?”
“Sana ne be benim desti izdivacımdan?”
“Üzülme Yenerciğim, vardır her topal satıcının bir kör alıcısı.”
“Muşta, canın oğlunla uğraşıyor bu kadın,” diye söylendi Yener ama dönmeye başlayan cızırtılı plaktan yükselen şarkı bir anlığına her şeyi susturdu sanki; Yener’i de masadaki çatal bıçağın sesini de birbirine çarpan kadehleri de. Muşta bir noktaya kilitlenmiş hâlde öylece boşluğu izlemeye başladığında, benden hemen sonra bunu fark eden kişi Yener olmuştu. Yener’in tedirgin bakışları yavaşça Muşta’dan koptu, gecenin içinde rüzgâra kapılarak ilerleyen bir kâğıt parçası gibi bana doğru süzüldü. Yener’in bana baktığını hissetsem de gözlerimi Muşta’dan ayıramadım.
Bazen yarası nasıl açılıyorsa, içindeki kanın değil, anının kokusu etrafa yayılıyordu. Sanki yarası açılıyordu da akan kan değil, anıları oluyordu.
İnsan unutamadığı biri olunca mı yarasından anılar sızardı yoksa unutmak istemediği biri olunca mı?
Muşta’ya bakınca, henüz bir çocuk gibi hissettiğim zamanlarda bile, her ikisini de görürdüm. Hem unutamayan hem de unutmaktan delice korkan. Sevdası bir efsaneydi, dağlara kazınmıştı ama kimse ağzını almaya cüret edemezdi; onunkisi öyle bir sevdaydı ki, insanlar hem bu sevdayı dinlemeden bilirdi hem de bu sevda hakkında tek kelime diyemezdi.
“İnsan,” dedi Muşta, bu kelime dudaklarından müziğe tutunarak dağıldığında, hiç kimse konuşmasını beklemediği için ona baktı. “İnsan baktığı yerde gördüğünü silemeyince, kendisi olduğu yerden silinmeye başlıyor. Bakmayın bana, silindiğim için de susmayın. Konuşun.”
Tüm bunlar, gözleri bir boşluktayken kurulmuş cümlelerdi. O boşlukta gördüğü kimdi herkes biliyordu aslında ama kimsenin dilinin ucunda ne o gördüğünün ismi vardı ne de yaşadıklarına dair bir fikir; duyulmuş birkaç parça cümleyle onun sevdasının büyüklüğüne inanmıştık.
“Muşta,” dedi Beyhan, bu dik sesi tanırdım, sesi ne zaman böyle kemik gibi çıksa, kimsenin cüret edemeyeceği bir şeyi soracak ya da söyleyecek olurdu. “Seni şafak sökene kadar dağın dibindeki uçurumu izlemeye zorlayan kadın, yine karşına çıktı değil mi?”
Tunç’un bile bizde olmayan kulağı birden bizde bitti sanki. Mekânın mutfağında bir başına çalışan Sadri ağabey boncuklu perdenin içinden çıkıp sessizce bizim masaya doğru baktı. Muşta’nın daldığı gözleri, girip bataklığında çamura bulandığı çukurdan çıkamadı ama bu soruyu beklemediği kesindi. Bir eli masanın üzerinde duruyordu, diğer eli aşağıdaydı, göremiyordum, masanın altındaydı ama biliyordum, yumruğu sıkılıydı. Yumruğu sımsıkıydı.
“İçimden hiç çıkmayan birinin, yeniden karşıma çıkması bir şeyi değiştirmez. Ben her gece yandığım ateş, bir gece aniden daha çok harlanıp her yanımı sardı diye o ateşe düşman olmadım.” Mavi gözlerini doğrulturken parmakları kadehi kavradı ama elini masadan kaldırmadı. Bakışları Beyhan’a değil, ileride, camın ardında yanan sokak lambalarına takıldı. “Olamam.”
“Bu çıktı demek oluyor. Anladım.” Beyhan gülümsedi. “Çok şey duydum, sana çok kez sordum, beni hep tersledin. Bu gece terslemedin. Bu nasıl bir ateşse, seni küle çevirmiş ama gördüğün an yeniden yanmak istemişsin.” İşte Beyhan böyleydi, bir başkasının ona kurmaya cesaret edemeyeceği cümleleri, ona kurabilen bir kadındı. “Bunca zaman sonra gördüysen, gördüğünde her gece güne kavuşana dek düşündüğün kadına o an yandığından daha çok yandıysan, belki de onu görmenin bir sebebi vardır. Hiç düşündün mü? Bir hikâye bitmediyse, karakterler bir gün yeniden karşılaşır.”
Cenan ve Muşta’nın hikâyesinin bitmediğini, yarım kaldığını görebiliyordum. Beyhan haklıydı, belki de yeniden bir araya gelmeleri için bir sebep gerekiyordu ve işte o gece o sebep var oldu; o sebep benim hikâyeme dönüştü. Muşta’nın bakışları sokak lambalarından ayrılmadı. Ne düşündüğünü bilmiyordum, bilmek de istemiyordum, bir gün onun gibi hissetmekten korkuyordum.
Şu an bile hissettiklerim böyleyse, ona dönüşürsem nasıl nefes alırdım? Bu düşünce içimi deşerken Muşta’nın derin bir nefes aldığını görüp yutkundum. O nefes boğazından bıçak gibi indi, biliyorum, biliyorum çünkü o nefesin ihtimali bile bir bıçak oldu ve içimi deşti.
“Bazen, bazı insanlar birbirlerinden uzak durmalıdır, Beyhan,” dedi Muşta. “Gece olunca nasıl güneş o karanlıkta yaşayamıyorsa, bazı kadınlar da bazı adamların yanında işte öyle yaşayamaz.”
“Bu biraz da bahane gibi geliyor, Muşta.” Beyhan derin bir nefesin ardından masanın üzerindeki çakmağa uzandı, çakmağın yuvasından fırlayan ateşi izlerken gözleri dalgındı. “Bazen aşk, koca bir bahaneye dönüşebiliyor. Sonuçta güneş geldiğinde de karanlık kayboluyor, belki de kadın gelince adam kaçıyordur. Bir de buradan bakmak gerek, değil mi?”
Muşta’nın buna vereceği bir cevap varsa bile vermedi. Belki de yoktu. Kafasının içi, ihtimallerin çürümeye başladığı bir çukur gibiydi ve eminim çürüyen her ihtimalle onun duyguları bir damla kan kaybediyordu.
“Muşta,” dedi Yener, parmaklarının arasında tuttuğu kadehe çatık kaşlarla bakarken, “onu sevdiğini nasıl anladın? Eski bir mesele, biliyorum. Kurcalanmasından da hoşlanmıyorsundur ama cevabını merak ediyorum. Birini sevdiğini nasıl anlarsın?”
“Birini sevmek, bildiğin bir şeyi o insandan dinlerken ilk kez öğreniyormuş gibi hissetmeye benzer. Buna benzer birçok örnek verebilirim sana. Ona baktığında, kimsede görmediğin şeyleri görmek, aslında başkalarında da olan ama sadece ondayken dikkatini çeken şeyleri görmek…”
Muşta, dudaklarını öne uzatıp düşünüyor gibi iç çekti.
“Bazıları sevince, devamlı etrafında olmak ister. Onu durmadan görmek, onunla durmadan konuşmak, durmadan onunla olmak. Bazıları ise kaçar çünkü bazen kabullenemez, bazen yan yana olmak ayrı olmaktan daha zordur. Konuşamaz, dokunamaz, görmek ister ama görmemek için uğraşır, aşkı daha çok onunla değil, onsuzken kendi başına yaşar. Bu korkaklık değil aslında, bilinmeyeni bünyeden atma isteği. İyileşme arzusu. İnsan hasta olunca, bünyesi otomatik olarak onu iyileştirmek için çalışmaya başlar. Aşk da biraz hastalıktır, bazı insanların bünyesi onu hastalık gibi algılar ve dışarı atmaya çalışır. O yüzden bazıları hep yan yana durmaya çalışırken, bazıları için ayrılık en büyük kavuşmadır.”
Bu uzun açıklama, Yener’in sessizce başını sallamasıyla son buldu. Belki birçok şey anlamıştı, belki de hiçbir şey ama bazı çıkarımlar yapmaya çalıştığını görebiliyordum.
“Yener,” dediğim anda kafasını kaldırdı ve bana baktı. “Sen âşık olmaktan korkuyorsun, değil mi?”
Sorumun onu dumura uğrattığını gözlerimle gördüm, bakışlarındaki anlık değişim hızla yerini sakinliğe bıraksa da içindeki dehşeti benden gizleyememişti. “Ben size benzemiyorum,” dedi, bu cevabından hoşlanmıyordum, bazen bir şeyleri yok etmek istediğinde bu cevabı verirdi. Bir duyguyu, bir davranışı, bir kararı… Bizim gibi olmadığını iddia ederek istediği her şeyi parçalardı. “Korku değil, sadece aşkı istemiyorum. Aşk beni zayıflatır. Üstelik safsata olarak görüyorum bu duyguyu, benim için bu duygunun içini dolduran herhangi bir şey yok. Sizin yaşadıklarınızı yaşamayacağımı biliyorum çünkü bunu seçen benim. Seçimim böyle olmasa bile beni bulmazdı, Zincir. Çünkü dediğim gibi, ben size benzemiyorum.”
“Ya da sadece benzemek istemiyorsun,” dedi Muşta kaşlarını kaldırarak.
“Ya da korkuyorsun,” diyen Devran’dı. Avucunu Yener’in omzuna atıp omzunu sıkarken ayaktaydı, diğer elinde kadehini tutuyordu. “Biricik, hayatıma yıldırım gibi düştüğünde, ben de senin gibi düşünüyordum. Sen, ben ve Gurur, bu insanlar arasında hep farklı hissetmedik mi? Nihan ve Vural’ı izlerken, Adnan ve…” Sustu, Adnan’ın kaybettiği eşinden bahsetmek istemedi ama Adnan sessizce gözlerini kaldırıp ona bakınca, o acı günü hatırladığını anladım.
Devran gözlerinde af dileyen bir ifadeyle Adnan’a baktıktan sonra gözlerini Yener’e indirdi. Yeniden konuşmadan önce bir müddet bekledi.
“Önce ben götümü kaybettim, sonra Gurur, bir gün de sen kaybedeceksin. Aşk biraz da insanın götünü kaybetme ihtimalidir.” Bu beni güldürdü, yalanlamadım, doğru olduğunu haykırmadım, sadece güldüm ama Devran’ın haklı olduğunu içten içe, tüm hücrelerimde hissettim.
“Korkmadığımı söyledim.” Yener kaşlarını çattı, masadan kalkmak için hamle yapacaktı ki Devran avucuyla omzuna bastırıp onu geri oturttu.
“Hemen bozulma, ne zaman bu konu açılsa topuklama ihtiyacı duyuyorsun,” dedi. “Bu da korkudan.”
“Çok biliyorsun sen.”
“Ne o? Bu aralar bir garipsin zaten, hayırdır yoksa korktuğun başına mı geldi?” diye sordu Devran sırıtarak.
“Çok adi bir herifsin. Başıma gelse böyle bilmiyor gibi sorular mı sorarım?”
“Tamam işte, anlamaya çalışıyorsun, ondan sorular soruyorsun…”
Telefonum titrediğinde dördüncü kadehi içiyordum, gözlerimi ekrana indirdiğim an ondan gelen bildirimi gördüm. Hızla telefonun kilidini kaldırdığım sırada, “Bunun da şu hâline üzülüyorum,” diye söylendi faydasız Yener, aldırış etmedim.
Zerda: Umarım başına dağdaki kayalardan biri düşmüştür de ondan bana iyi geceler mesajı atamamışsındır ya
Gülerek cevap yazmaya başladığımda, “Şu surata bak, en son Destan birinden hoşlandığında böyle bir ifade takınarak mesajlaşıyordu, sonra telefonu elinden aldığımda ve aşk mesajlarını okuduğumda oturup ağlamıştı. Acaba telefonu elinden alsam utancından ağlar mı?” dedi Devran, sesinden eğlendiği belli oluyordu.
Gurur Mert Çalıklı: Bensiz iyi mi geçecek yani gecelerin? Seni kınıyorum
Zerda: Sen yine de o iyi geceler mesajını atsaydın, hayret bir şey. Çevirme hiç.
Gurur Mert Çalıklı: Seni gördüm, annenle sohbet ediyordun, geç saatlere kadar uyumazsınız diye düşünmüştüm
Zerda: Odamı mı röntlüyorsun sen
Gurur Mert Çalıklı: Çoğunlukla, evet
Zerda: Hmmmm
Zerda: Başka napıosun peki 🙂
Zerda: Cimcime seni 🙂
Gurur Mert Çalıklı: Adfahsdgshdhg
Zerda: Randoma küçük harfle devam ettiğine göre içten gülmedin.
Zerda: Genelde büyük randomlar atarsın
Zerda: Yoksa ben artık daha az komikli biri miyim
Zerda: ???
Gurur Mert Çalıklı: Sen kâinatın en komikli kadınısın
Gurur Mert Çalıklı: Bu yüzümü de sadece sen güldürürsün
Gurur Mert Çalıklı: Hadi eyv
Zerda: Bakayım güldürdüğüm yüze (:
Zerda: Anlık at
Zerda: Belki istersen nude bile olabilir
Zerda: Bizde zorlama yok, olursa da hayır demeyiz
Gurur Mert Çalıklı: Çok isterdim lakin inan ortam müsait değil
Zerda: Sen beni Yener’le mi aldatıyorsun
Gurur Mert Çalıklı: Devran desen neyse de Yener sence benim hoşlanacağım bir tip mi ya
Bir süre görüldü olarak bekletti mesajı, yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü.
Gurur Mert Çalıklı: Ne oldu kız, profil foton gitti
Zerda: Yok ya Devran’a iki yakası bir araya gelmesin ritüeli yapıyordum.
Gurur Mert Çalıklı: SAHGASSADGHSDGHVSDGHVSD
Zerda: Ha şöyle kış güneşim ya
Zerda: Böyle gül işte bana, tedirginlik yaratma üzerimde
Zerda: Bu arada, her şey yolunda değil mi? Neredesin, tesiste misin?
Gurur Mert Çalıklı: Hayır yavrum, arkadaşlarla bir şeyler içiyoruz
Zerda: Bakim ne içiyosun
Gurur Mert Çalıklı: Bugün ne bu üstündeki tatlılık senin…
Gurur Mert Çalıklı: Rakı içiyoruz
Zerda: Gelebilir miyim peki
Gurur Mert Çalıklı: Çıkabilir misin ki
Zerda: Evet ama biz bize takılacağız diyorsanız gelmem, sonra beni de götürürsün oraya bir ara belki?
Gurur Mert Çalıklı: Bekle, ben gelip alayım seni
Zerda: Taksiyle gelirim
Gurur Mert Çalıklı: Gece gece güvenemem kimseye, bekle geliyorum
Zerda: Ya rahatını bozmak için demedim, tamam gelmeyeceğim böyle yapacaksan
Gurur Mert Çalıklı: Ne rahatımı bozması lan, seni görmek için köpek yavrusu gibi evini izliyorum, sen mi benim rahatımı bozacaksın?
Gurur Mert Çalıklı: Bekle gözüm
Zerda: Aniden böyle şeyler diyerek beni yükseltme ne olursun sonra Süslü Maria seksting mi yapıyorsunuz yüzün kızardı diyor
Gurur Mert Çalıklı: Denensin 😀
Oturduğum yerden bir anda kalktığımda, Muşta’nın gözleri bana çevrildi. Kadehimde kalan son yudumu da içerek kadehi masaya geri bıraktım ve bıçağımı masadan alıp kolumun iç kısmına gizledim. Sivilken silahla dolaşmıyordum ama her zaman vücudumun belli kısımlarına gömdüğüm zulalarım olurdu. Özellikle başıma binbir çorap örüldüğü bugünlerde emanetsiz çıkmanın aptallık olduğunu biliyordum.
Muşta, “Hayrola?” diye sordu. “Nereye böyle, ayaklandın?”
“Zeliha’yı alacağım,” dediğim anda Girdap komik bir uluma sesi çıkardı ve Yener de ellerini pati gibi kıvırıp dilini dışarı uzattı. Gözlerimi devirdiğimde bile alay etmeye devam ediyorlardı.
“Alkollüsün, ben de geleyim,” dedi Girdap. “Ben daha az içtim.”
“Yok yok, sarhoş değilim.” Evet, şimdilik değildim. Rakı beni genelde birkaç adım attıktan sonra çarpardı, başımı döndürmez, bilincimle oynamazdı ama ya çenem düşerdi ya da sessizliğe gömülürdüm. Çenemin düştüğü zamanlar, genelde arkadaşlarla biz bize olduğumuz zamanlardı, en son alkolden dolayı uzun uzun üç, dört yıl önce konuştuğumu hatırlıyorum.
Girdap yaşananları dillendiremese de üstü kapalı bir tedirginlikle, “Gelseydim, kardeşim,” deyince Muşta çenesini kaldırarak, “Sıkıntı yok, Girdap,” dedi. “Bırak gitsin. Adamda travma oluşturmayın.”
“Eyvallah, baba. Yoksa bu sığırların anlayacağı yok. Küçük erkek kardeşleriymişim gibi davranıyorlar, sinirlerimi bozuyorlar.”
“Hemen şuraya gidiyorsun zaten, arabayla on dakikalık yol. Bak keyfine, aslanım.” Muşta, boş kadehini Yener’e doğru uzattı. “Doldur bakalım, faydasız.”
Yener kadehi doldurmak için şişeyi eline aldığında gözleri bana doğru kaymıştı. “Sadece Zeliha’yı mı alacaksın?” diye sormasını beklemediğimden kaşlarım çatıldı. Yener içkiyi Muşta’nın boş bardağına doldururken, “Arkadaşları falan da var, onun için sordum,” diye ekledi.
“Bilmiyorum, tek gelir herhâlde.” Ellerimi paltomun cebine soktum. “Gelirim birazdan.”
“Dikkatli git,” dedi birkaçı aynı anda ama gözlerimi devirmekten başka bir şey yapmadım. Kendimi Isparta’nın soğuk sokaklarına bırakmadan hemen öncesinde Devran’dan arabasının anahtarlarını almıştım. Zırhlı bir cipti, fazlasıyla ilgi çekiyordu ama işe yaramadığını söyleyemezdim. Trafiğe bu ciple çıkınca, etrafındaki araçları kullananların bile daha dikkatli olduğunu fark ediyordun. Ben cipe doğru ilerlerken kanımdaki alkol yavaşça ateş gibi ilerleyerek damarlarımı sarsmaya başlamıştı.
Muşta’nın arkamdan, “Sevdiğine giden adam durdurulmaz, oğlum. Tutmayın bir daha öyle adamı,” dediğini duydum ve her nedense bu cümle, ben ciple oradan uzaklaşmaya başladığımda bile sanki sokakta yankılar uyandırarak bir ışık huzmesi gibi beni takip etmeye devam etti.
KAZA GECESİ
Yüzüne astığı ifade parçalanmıştı, bazen insanların ifadeleri parçalanırdı ve kırıkları saklamak mümkün olmazdı. O, bu gece saklamaktan vazgeçmişti. Hakan Basri Şenkaya, bu gece paramparçaydı. Korku her yere yayılmış ağır bir koku gibiydi, kıyafetler ve mermer zemin de olmak üzere her yere sinmişti. Kanı bile bastıracak kadar ağır bir kokusu vardı korkunun.
Cenan’ın adımları koridora düşmeye başladığında, panik de kadınla beraber gölgesini koridora düşürdü. Sanki panik, Cenan’ın arkasında ilerleyen bir gölgeydi, Cenan’ı altına alarak önüne geçmiş ve Cenan’ın gölgesine dönüşmüştü.
Koridorun diğer ucunda duran adamı gördüğünde, kalbi göğsünün içinde diken gibi büyüyüp tüm ruhunu çizse de başını dik tutabildi. Adamın onun varlığını hissettiğini biliyordu, adamın onun orada olduğunu bildiğini biliyordu. Hakan her zaman bilmişti, Cenan bir yere gölgesini düşürürse, Hakan o gölgeyi görmeden onun orada olduğunu bilirdi. Basri ise kördü, sanki Cenan önünde ölse, Basri, Cenan’ın ölüsünü görmeden ezer, üstüne basar da geçerdi.
Hakan ne kadar sevdiği adamsa, Basri o kadar el adamıydı artık.
Cenan bunu, içi acıya acıya öğrenmişti.
Hakan’ın omzunun üstünden yavaşça Cenan’a çevrilen bakışları, koridordaki zemini boyayan kandan bile daha ağır renk gözlerinin kısılmasına neden oldu. O gözler, bu gece yaşlarla dolabilecek kadar çok anıyı içinde saklıyordu, oysa çoğu anı artık önünde ilk andaki kadar net de değildi. Hissettiği ağrıyı saklamadan dağa gömdüğü sevdasına bakarken sadece yutkundu. İçeride ölüm denen pençeyi oğlunun boğazına geçiren bir ölüm meleği vardı ve Hakan, Cenan onu bırakıp gittiği gün hissettiği kadar çaresizdi.
Cenan’ın adımları Hakan’ın olduğu yere düşmeye başladığında, Hakan gözlerini Cenan’dan çekmedi. Başlarında yanan floresanın ışığı yavaşça çekilerek karanlığı doğurdu ama karanlık doğumda ölen bir bebek gibi kayboldu, tekrar ışık yandığında zamanın içinde bir anı daha ölmüştü.
Cenan, soğuk parmaklarını üzerindeki kabana sürterken adımları yavaşladı.
Bu adamın yanı, ağlamak için saklandığı bir in gibiydi ve ne zaman onu hissetse, gözyaşları özgür kalmak ister gibi kirpiklerini çekiştiriyordu.
“Buradasın,” dedi Hakan sessizce, bu yıllar sonra doğrudan ona kurduğu ilk cümleydi; hayır, bu bir cümle bile değildi, bu kaybolmuş bir aşkın hâlâ bir yerlerde yaşadığını gösteren çaresizlik yüklü bir kelimeydi.
“Oysa sen, en olman gereken anlarda hiçbir zaman olmazdın.” Hakan’ın mırıltısı zamanda ilerleyip anıları sırtüstü düşürmeye başladığında, Cenan’ın adımları havada kaldı ve ardından bir bıçak gibi kesildi. Başını önüne eğdi ve bekledi. Bu cümleyi sindirmeyi bekledi. Kolunun içinde bir delikle, damarından biraz önce ayrılan kanın vücuduna indirdiği soğukla, burada, sevdiği adamın önündeydi; çaresiz küçük bir kız çocuğu kadar kaybolmuş ve korkuyordu.
Cenan başını önüne eğdiğinde, aslında başı öne eğilen Hakan’ın kalbi olurdu hep.
Cenan, herkesin karşısında yıkılmaz bir dağ, Hakan’ın karşısında kırk kemiği kırılmış küçük bir kız çocuğuydu; yetimdi. Birini yetim bir kalple bu kadar çok sevebilmek için zaten ya deli ya da küçük bir çocuk olmak gerekirdi.
Hakan, Cenan’ı göğsünde bir şarapnel parçası gibi taşımanın bedelini hâlâ ödüyordu ama sanıyordu ki bunun bedelini ödeyen tek kişiydi, Cenan da boyundan büyük bedeller ödemişti; hâlâ ödüyordu.
“Varlığım seni rahatsız mı ediyor?” Sorusu bir çocuğunki kadar kırgınlığı içinde barındırsa da sesi ne kadar da güçlü duyulmuştu Cenan’ın. Oysa biliyordu, Hakan’ın cevabı evet olursa, tüm gece elinden oyuncağı alınmış, bir de üstüne annesinden dayak yemiş bir çocuk gibi ağlayacaktı. İçten içe cevabın olumsuz olmasını istese de bakışları umursamazdı. Hakan’a bakarken ne kadar umursamaz olabilirdi ki? Hepsi bir maskeden fazlası değildi.
Hakan buna cevabı gözleriyle verdi. Hatta her cevap, bir soruydu aslında. O gözlerde, sen beni nasıl rahatsız edersin, sen bana nasıl bunu sorarsın, sen nasıl benim için rahatsızlık verici olduğunu düşünürsün, soruları dolaştı ama dudakları bir cevap için aralanmadı.
“Çocuklar iyi olacak,” dedi Hakan soru içeren tüm cevaplarını göğsündeki batığa gömerek.
Cenan başını aşağı yukarı salladı. “Evet, iyi olacaklar.”
İkisi, diye düşündü Cenan kalbiyle ve zihniyle. İkisi asla bizim gibi olmayacaklar.
Aynı saniyelerde Hakan’ın kalbiyle ve zihniyle düşündüğü buydu: Umalım da bizim gibi olmasınlar.
Cenan bir adım geri attı, konuşulacak olan her şey konuşulmuş ve bitmiş gibiydi. Konuşulması gereken her şeyse, zamanın batırdığı geminin içinde bir enkaz gibi yosun bağlamıştı. Artık ne o yosunları çözebilirlerdi ne de konuşulması gerekenler konuşulsa da bir sonuca varabilirlerdi. Belki de ikisi de bunun farkında olmanın sessizliğiyle, birbirlerine son kez baktılar.
Aşk hâlâ bu kadar büyükse, ayrılığı nasıl bu kadar uzun sürebilirdi?
Aynı anda düşündükleri ve cevap bulamadıkları bulmacanın sorusuydu bu; cevabı onlarla birlikte zamanın içinde kaybolmuştu.
“İyi geceler.” Cenan’ın fısıltısı o kadar zayıftı ki sanki Hakan duymasın diye bilerek bu kadar içinden konuşmuştu. Yine de Hakan onu duymuş gibi gözlerini yüzüne dikti ve uzun uzun ona baktı. Ona, o gittiği günden beri hiçbir gecenin iyi geçmediğini anlatmak ister gibi baktı. Daha da acısı, Cenan bunu anladı. Bunu anladı çünkü Cenan da o gecelerde aynı düşüncelerle yanmıştı.
Cenan dönüp gittiğinde, arkasında yokluğu kaldı ama Hakan bu yoklukla zaten uzun zaman yaşamıştı. Yine de bir anlığına, bu yokluğun nasıl bu kadar şiddetli hissettirebileceğini sorguladı; zaman kanayan yaranın merhemiyse eğer, insan düşüp parçalandığı yeri görünce yarası yine mi kanardı?
Girdap’ın adımları, Cenan’ın boş ama yıkıcı derecede dolu bıraktığı koridora düşmeye başladığında, Hakan ne kadar zamandır orada öyle duruyor, Cenan’ın gittiği yere bakıyordu bunu sadece Allah bilebilirdi. Girdap’ın yorgun bakışları Hakan’ın gözlerine saygıyla tutunduğunda, Hakan ellerini nihayet paltosunun ceplerinden çıkardı ve Gurur’un kanına boyanmış, sıkıca yumruk yaptığı parmaklarını nihayet gevşetti.
Girdap başını aşağı yukarı salladıktan sonra, “Cenan Kaplaner az önce Gurur için kan verdi,” dedi. “Ve bunu kimsenin bilmemesini istedi, ortaya çıkarsa da sadece teklif ettiğini, gerek olmadığı için onun kanını almadıklarını söylemelerini rica etti. Bilmen gerektiğini düşündüm, Muşta.”
Hakan, hiçbir şey söyleyemedi. Ne bir mimik ne de bir ses, tepki ya da gözlerine sinmiş hasarlı bir ifade… Sadece baktı. Az önce olduğu, şu an olmadığı o yere baktı.
İçinde çürüdüğünü sandığı ama hiç içine gömemediği o aşkın, bir adım atsa, ona kollarını açıp açmayacağını merak ederken sadece baktı.
Bir insanın canı, canı bildiğine bazen elbette kanını da verebilirdi.
ZELİHA ÖZDAĞ
Kazağımın uçlarını deri ceketimin bilek kısımlarından dışarı çekip ellerimi yün kumaşın içine aldım. Hava çok soğuktu, dudaklarımı her araladığımda nefesime tutunarak dökülen buhar da bunun en büyük kanıtıydı.
Saçlarımı kulaklarımı örtmesi için salmıştım, başımda kazağımla aynı renkte kırmızı bir bere vardı, altıma geçirdiğim kot pantolonun içine tayt giymediğim için pişmandım. Saat hemen hemen iki civarıydı, belki biraz erken olabilirdi. Yokuşun sonunda yükselen binaların hemen karşısındaki tekel hâlâ açıktı, aslında on ikiden sonra kapatırlardı ama kepenkler inmemişti, ışıkları da hâlâ yanıyordu.
Boynumu kazağın uzun yakasının içine gömerken sokağın diğer ucuna doğru baktım. Sokak lambalarının turuncu bir kıyamete çevirdiği sokak o kadar sessiz ve tekinsiz görünüyordu ki ürperdim. Kafamın içinde devamlı tekrar eden yere vurma anında çıkan sesler, bu gece kayıptı, onlardan arınmış gibi hissetsem de dehşet gecesinin izlerini ruhumda taşımaya devam ediyordum. Babaannem uyanıktı, annem ise salondaki koltukta uyuyakalmıştı. Evden bir hayalet gibi süzülerek çıkarken Süslü Maria’nın bana imalı gülüşünü yakalamıştım ama aldırış etmemiştim.
Doğum kontrol hapı kullanmam gerektiğini ima etmişti, ona düz düz baktığımda da ertesi gün haplarının da işe yarayabileceğini eklemişti. Bazen bu deli ihtiyarı hiç anlamıyordum.
Binanın kapısı tekrar açılınca omzumun üstünden girişe doğru baktım. Simge gözlerinde soru işaretiyle bana doğru gelirken kollarını bedenine sarmıştı, büyük hırkasının içinde küçücük görünüyordu. “Nereye?” diye sorarken sesi endişeli gibiydi, aramıza katıldığından beri o grubun da benim de başımızdan bela eksik olmadığını anlamış olacak ki, evham yapmaya başlamıştı.
“Gurur’u bekliyorum.”
“Bir sorun yok, değil mi?” diye sordu, gözlerinde korku vardı. Başımı iki yana salladığımda rahat bir nefes alıp kollarını bedenine daha sıkı sararak, “Bu gece orada mı kalacaksın?” dedi.
“Yok, Gurur ile dışarı çıkacağız.”
Simge ona alay ediyormuşum gibi baktı. “Bu saatte ve bu soğukta mı?” Sırıttı. “Özel işleriniz mi var yoksa, Zelluş?”
“Ne fesatsın, hiç bana çekmemişsin. Bak, ben öyle miyim hiç?” Bana komik bir ifadeyle baktığında gözlerimi devirdim. “Bir mekânda içiyorlarmış, açıkçası sarhoş Gurur’un nasıl olacağını merak ettiğimden kendimi zorla davet ettirdim. Düşüncesi çok seksi geldi, ne yapabilirim?”
“İçindeki neşeli yanı çıkardığı için ona minnettarım. O gelene kadar yanında durayım mı? Sokak çok tekinsiz görünüyor.” Simge’nin esas korkusunun beni tekinsiz bir sokakta yalnız bırakmak olmadığını biliyordum, birinin beni yalnız görüp zarar vermesinden korkuyordu çünkü kazadan sonra onda da derin yaralar açılmıştı. Artık daha tedirgin bakıyordu yeşil gözleri.
“Aldırış etme, ben iyiyim.” Gülümseyip ona sokuldum, kafamı omzuna yatırdığımda o da başını benim başımın üzerine devirdi ve bir süre öylece bekledik. “Simge,” diye mırıldandığımda sessizliğini küçük bir mırıltıyla ortadan kaldırdı. “Sence Cenan’ın sırrı açığa çıkarsa, Muşta ne hisseder?” İçimde tutamadığım, içimde bir bıçak gibi gezinerek kör noktalarımı kanatan ve kör noktalarım kanadığı için de yaralandığımı kimsenin fark edemediği bir konuydu bu. Simge, dünya üzerinde çocukluğumdan bu yana her şeyimi paylaştığım tek insandı, her şeyi bilmesi bana kendimi güvende hissettirse de Muşta’nın tüm bunları bilmemesi kalbimi ağrıtıyordu.
“Bilmiyorum,” dedi Simge, dürüstlüğünü damarlarımda hissettim, her zaman yakıcı bir şekilde gerçeği söylerdi. Gerçekten ben kaçsam bile Simge’nin o gerçeği üzerime yuvarlayacağını bilirdim. Beni kandırmaktansa, beni korkutmayı tercih ediyordu; çünkü kandırırsa zarar göreceğimi biliyordu, korkutursa da her şeye hazırlıklı olacağımı… Şanslıydım, çocukluğumdan beri hayatımın ortasında dev yaprakları olan bir çınar gibiydi varlığı.
“Sonuçları elbette Cenan için de Hakan abi için de ağır olacaktır.” Sonunda yeniden konuştuğunda kurduğu cümle buydu. Sonuçların çok ağır olacağını içten içe bilsem de bir mucize bekliyordum. Birbirlerine yeniden sokulup yaslanabilecekleri, birbirlerine yeniden ait olurken bir arada yuva kurabilecekleri türden bir mucize bekliyordum. Belki yaşananları geride bırakırlarsa, ikisi de birbirini affedebilirse, geçen zamana rağmen bir şansları daha olurdu. Simge, sessizliğimden anlamış gibi, “Sanırım Hakan abi ağır tepkiler verebilir, bunun için de onu suçlayamayız,” dedi, haklılığı tekrar canımı sıkmıştı.
Köşeyi dönen zırhlı cipin far ışıkları gözlerimizi aldığında Simge, beni kollarından azat etti. Bakışlarının bana çevrildiğini fark ettim ama ben doğrudan cipe bakıyordum. O geceden sonra cip görmek bende derin bir tekinsizlik duygusu yaratıyordu.
Araç eve birkaç metre kala durunca, “Hadi git,” dedi Simge, tedirginliğimin farkında gibiydi. Bir süre olduğum yerde durup zırhlı aracı ve aracın farlarından süzülen ışığın etrafında süzülen toz zerreciklerini izledim.
Aracın kapısı açıldı, beliren koca cüsseli bedenin kime ait olduğunu biliyordum ama o beden arkasına sokak lambasını, önüne de parlak far ışığını aldığından yüzü seçilmiyordu. Tamamen karanlıkta olan yüzündeki ifadeyi seçemediğim için bilinmez bir hisle ona doğru yöneldim.
“İyi eğlenceler,” dedi Simge sırtını dönüp binaya doğru yürümeye başlamadan hemen öncesinde.
Gurur, “Simge,” deyince, kuzenim durdu ve omzunun üstünden Gurur’a doğru baktı. “Sen de gelsene,” demesini beklemiyordum ama bu beni çok da şaşırtmadı. Muhtemelen cipte yalnızken nasıl hissedeceğimi biliyordu, hiç dillendirmese de bende kalan yaraların, hasarın farkındaydı. Bu hasarın bedenimde değil, ruhumda kaldığını biliyordu.
Simge bunu reddetmek istiyor olmalıydı, geceleri onu üzen şarkılar dinleyip bir şeyler araştırmayı severdi ya da yeni bir diziye başlar, sabahın ilk ışıklarına dek diziyi izlerdi ama içimi kemiren duyguların farkında olacak ki, bir süre bekledikten sonra Gurur’u, “Olur,” diyerek onayladı.
Simge arkamda, ben onun birkaç adım önünde araca doğru ilerlerken, yüzü karanlığa gömülü Gurur’un bakışlarının bende olduğunu hissedebiliyordum. Simge arka kapıyı açıp araca bindi, ben de Gurur’un tam önünde durup bakışlarımı kaldırarak ona baktım. Şimdi karanlığın yuttuğu güzelliğini bana geri vermişti, yüzünü görebiliyordum. Gözlerine oturan kan damarlarını fark ettiğimde kaşlarım çatıldı. Teninden amonyağa benzer ağır bir koku geliyordu.
Beni görür görmez dudaklarına öyle derin bir gülümseme yayıldı ki, bu gülümsemenin kalbimi yerinden çıkaracağını sandım.
Geçmişe dayalı ama içimde her zaman gelecekte var olma ihtimali olan güzel anları tetikleyen gülümsemesini izledim. Onu ilk gördüğüm andakine çok benzeyen yüzüne rağmen, nasıl da o adamdan farklı görünüyordu.
“Sarhoş musun?” diye sorup ona biraz daha sokuldum ve teninden gelen kokuyu içime çektim. “Çakmağı çaksam havaya uçar mısın?”
“Böyle koklarsan, havaya uçan ben olmam,” dedi, gözlerini kısarak kurduğu cümleye rağmen dudaklarında hâlâ içimi yakan o tebessümü vardı. Kaşlarımı kaldırarak yüzüne dik dik baktım.
“Bu hâlde araba kullandın yani?”
“On dakikalık yol.”
Tek kaşımı kaldırıp başımı salladım. “Düş bakalım önüme, koca dağ domuzu.”
Birden yüzüme doğru eğilmesini beklemediğim için kalbim şiddetle sıkıştı. Burnundan çektiği nefesin tenime yaptığı baskıyı hissederken ona bakakaldım. Gözlerini yumup, “Mis gibi,” diye fısıldayınca anında tüm yüzüme yayılan alevleri hissettim ama bozuntuya vermedim. Yumduğu gözlerini geri açtı ve “Kokuna bir başkayım, biliyor musun?” diye sordu usulca, sesindeki o tınıda her ne bulduysam, bulduğum o şeyin benim için mücevher kadar değerli olduğunu iliklerimde hissetmiştim.
“Bu gece sen bana gelmeyi teklif etmeseydin, ben kesin senin kapında it olmaya gelirdim.”
Dudaklarıma yerleşen gülümsemeyi bastıramadım. “Sarhoş Gurur boş zamanlarında bana şiirler kaleme alıyormuş gibi geldi,” dedim alayla, her ne kadar cümlem alay barındırıyor gibi hissettirse de sonuna gelmekten korktuğum bir şeyin ortasında duruyordum aslında. Kolları beni tutarken, parmak uçlarından tenime dağılan hisler alevlerin bile yaratamayacağı yakıcılıktaydı.
Ön koltuğa bindiğimde rahatsızlığım yüzümden okunuyor olmalıydı. Başka bir şey düşünmeye çalışarak emniyet kemerimi bağlamaya başladım, bir süredir aslında beni koruyacağını bildiğim emniyet kemerlerinden de korkuyordum. Sessiz uğraşlar sonucu kemerimi sonunda bağlayabildiğimde kafamı kaldırıp ileriye doğru baktım, Gurur’unsa bana baktığını biliyordum.
Ne düşünüyordu bilmiyordum ama düşüncelerden uğultu gibi bana doğru gelen endişeyi hissedebiliyordum. Arabayı çalıştırırken sessizlik, motorun sesiyle parçalandı, geriye doğru sürmeye başladığında hâlâ aracın ön camından dışarı bakıyordum. Tekerleklerin her geri hareketinde, zamanın içinden çekiliyormuşum gibi hissetmeme neden olan bir görüntü oluşmuştu.
Biz geriye doğru giderken bize doğru gelen arabanın yakıcı ışığı gözlerime vurdu. Gözlerimi yavaşça kısarken, ışığın içinde bizi izleyen anılar varmış gibi hissetmiştim; o geceye dair anılardı bunlar. Dişlerimi sıktığımı fark ettiğimde arabanın ışığı silindi ve araç başka bir sokağa doğru saparak gözden kayboldu. Gurur direksiyonu çevirdi, birkaç saniye sonra sessizliğin çöktüğü soğuk Isparta sokaklarında ilerlemeye başladık. Isıtıcı çalışsa da camlara oturan buğudan sokağın derinliklerinin ne kadar soğuk olduğunu görebiliyordum.
Gurur, “Üşüyor musun?” diye sordu, arabayı olabildiğince yavaş kullandığını o sorudan hemen sonra fark etmiştim. Gurur’a doğru baktığımda her ne kadar bana bakmak istediğini fark etsem de sanki tedirginliğimi yok etmek istiyormuş gibi gözlerini yoldan bir an olsun ayırmıyordu.
Oysa beni korkutan yine takla atacak olmamız değildi, ölümün kıyısına gelecek olmamız değildi, ölümün bir dalga gibi büyüyerek bizi altına alacak olması değildi; bana bakmamasıydı.
“Hayır.”
“Simge, taşınıyorsun, değil mi?” diye sordu gözlerini dikiz aynasından anlık Simge’ye dokundurup hemen geri çekerek.
“Evet, amcamlar gittikten sonra yerleşecektim ama kiracıları hâlâ çıkmamış sanırım, eşyalarını almamışlar yani. Bu yüzden önümüzdeki ay taşınacağım. Teşekkür ederim bu arada, çok yardımcı oldun.”
“Lafı bile olmaz.” Otogarı geçip ara bir sokağa girdiğimizde etrafımızı taradım, Isparta’ya ilk geldiğim zamanlar bu civarda bir ev bulmuştum ama sokaklar çok karanlık olduğu için tutmaktan vazgeçmiştim. Gurur mekânın önünde arabayı durdurduğunda Simge sanki ikimizin konuşacakları olduğunu düşünüyormuş gibi hızla araçtan indi.
Simge’nin mekânın kapısında dikilen Adnan’a doğru yürüdüğü anları izlediğim esnada Gurur, eklemlerinin dış kısmıyla yanağıma dokundu ve ürpererek ona doğru döndüm. Dokunuşunun etkisini o kadar derinlerimde hissettim ki, gariptir ki bir an ağlayacağımı sandım. Gözlerimin içine baktı ve içinde yeni yollar, ihtimaller, kelimeler gördüm.
Sahip olduğu her şeye bakıyormuş gibi hissettiren bakışları yüzümden dudaklarıma düştü.
“Annemle konuştum,” deyince göz bebeklerimin genişleyip küçüldüğünü hissettim, bunu görmüş gibi sırıttığında yüzündeki gülücük çizgileri belirginleşti. Sarhoş olduğu hissediliyordu; harflerinden, bakışlarından, gülümsemesinden.
“Ee?”
“Eylül ona senden bahsetmiş.”
Dehşet içinde kapıya uzanıp kendimi arabadan aşağı atmak, çığlık atarak koşmaya başlamak istedim ama bunun yerine şok içinde Gurur’a baktım.
“O da bana seninle ilgili sorular sordu.”
Söylediği cümleden kaçmak için bakışlarımı hızla ön cama çevirdim. Simge hâlâ mekânın önünde duruyordu, içeri girmek için beni bekliyordu sanırım. Önünde Yener’in dikildiğini fark ettiğimde dikkatim biraz olsun dağılmıştı. Yener pürdikkat ona bakarken sessizdi, Simge’nin ifadesini göremiyordum çünkü sırtı bana dönüktü.
“Şşt,” dedi Gurur ve gözlerim yeniden onu buldu, bahsettiği şeyi hatırlayınca yüzümün bir kan nehrine döndüğünü hissettim. Domatese dönmüş müydüm? Kırmızı mıydım? Yoksa çillerim ele vermek ister gibi renk mi değiştirmişti? Yüzüne far tutulmuş bir tavşan gibi baktığım için olsa gerek, başını geriye atarak derinden yükselen, boğuk bir kahkaha attı. Kahkahası sonlandığında hâlâ ona bakıyordum, gözlerini omzunun üstünden bana doğru çevirirken başını arabanın koltuğuna yasladı.
Karanlıkta cam kırıkları gibi parıldayan gözleri beni keserken, “Yüzümü güldürenin sen olduğunu bilmeye hakkı vardı,” diye fısıldadı, fısıltısı dudaklarındaki hafif tebessüm silinmeden bana ulaşmıştı.
“Sen şimdi sahiden annene benden mi bahsettin?” diye sordum, sesim öyle abartılı ve tiz çıkmıştı ki Gurur’un gülümsemesi yeniden sırıtışa dönüştü. Bu onu eğlendiriyor olsa gerekti, beni ise kalp krizinden öldürebilirdi. Ona kötü kötü bakarak bir cevap bekledim ve o da “Evet,” dedi, “sahiden anneme senden bahsettim.”
Dilimin ucuna binlerce soru geldi ama hiçbirini dillendiremedim. Annesinin hakkımda ne düşündüğünden tut da Gurur’un annesine neleri anlattığına kadar her şeyi merak ettim ama hiçbirini soramadım. Gurur kıvrandığımı görmüş gibi, “Tüm gece merakla beni izlemen çok hoşuma gidecek,” dedi ve yanağımdan makas aldı.
Ona kötü kötü bakmam bir şeyi değiştirmedi, aksine onu daha da eğlendirdi. Emniyet kemerimi çözmek için üzerime doğru eğildiğinde geri çekilmeden mutsuz bir suratla onu izledim. İçim içimi yerken bu kadar rahat olması, bir de üzerine bunun onu eğlendirmesi sinirlerimi tepeme toplamıştı. Yine de kokusu bir fırtına gibi üzerime çöktüğünde yıkılmaktan kaçamadım. Parmakları emniyet kemerimi çözmek için karnımda dolaştı, sertçe yutkundum ve o parmakların yavaşça göğüs kafesime doğru yola koyulduğunu hissettim. Üzerimdeki kumaşların varlığına rağmen parmak uçlarındaki alevleri tüm hatlarıyla hissettim. Dilimi damağımı kurutan dokunuşları altında yumuşayan bakışlarıma, karanlığa meydan okuyan gözlerindeki imayla karşılık verdi ve bu yanaklarımın içini sertçe dişlememe neden oldu.
“Sana yaklaştığım anda tüm vücudun kasılmaya başlıyor,” dedi.
“Engel olabildiğim bir şey değil,” dedim kısık sesle.
“Engel olabilseydin, olur muydun yani?” Kirpiklerimin arasından ona baktığımda dudaklarındaki tebessüm, tahrik edici bir muziplikle şekillendi. “Vücudun hâlâ çok fazla kasılıyor, Zeliha.”
Sessiz kaldım ama üzerime gelmeye devam edeceğini biliyordum.
“Tıpkı geçen gece ağzımda kasıldığın gibi.”
“Aaaa!” diye bağırarak aniden ittim onu. “Üstüme iyilik sağlık ya, sarhoşken kurduğun hayalleri yaşanmış gibi anlatmazsan sevinirim.”
Tam kapıya uzanacaktım ki bileğimi yakalayıp beni kendisine doğru çevirdi, yüzüme doğru kahkaha atmasına düz düz bakarken, “Ne o?” diye sordu. “Pancara döndün len.”
“Len mi? İki gün babamla takıldın diye Muğlalı yaptın kendini.”
“Isınma turları yavrum, ısınma turları…”
“Ay hadi be oradan, sarhoş sapık adam.” Arabadan indiğimde hâlâ gülüyordu. Homurdanarak kapıyı yüzüne çarpıp söylene söylene mekâna doğru yürümeye başladım.
Herkes oradaydı. Yener, Simge ve bana kapıyı açtığında ona gülümsedim ama durgun bakışları sadece bana dokundu. Başta neden gülümsemediğini anlayamasam da içeri girdiğim anda bunun sebebinin kanında dolaşan yüksek miktardaki alkolden olduğunu anlamıştım. Tamamı sarhoş diyemezdim ama sarhoş olmayanların da çakırkeyif olduğu apaçık ortadaydı. Yükselen şarkının çıkış noktasının bir plak çalar olduğunu fark ettim, sarı lambaların altında, loş sayılabilecek bir ortamdaydılar. Birleştirdikleri masaların etrafına toplanmışlardı. Biz içeri girene dek sürdürdükleri koyu sohbet, kısa selamlaşmanın ardından hız kesmeden kaldığı yerden devam etmişti.
Ben Gurur ile yan yana oturuyordum, Simge diğer tarafımdaydı ve Simge’nin tam karşısında da Yener oturuyordu. Askerlik anılarından bahsederlerken Gurur, önüme koyduğu kadehlerden birini rakıyla doldurmaya başlamıştı.
Simge, kadehine sadece su doldurulmasını istedi, dudaklarında soğuk bir tebessüm vardı ama yine de içten olduğunu biliyordum. Çekimser olduğu zamanlar çok soğuk biri gibi görünürdü ama aslında hiç de öyle biri değildi.
Gurur’un nefesi boyun boşluğumu okşamaya başladı, hemen ardından kadehini kaldırdı ve kulağıma doğru, “Varlığına,” diye fısıldadı. Kadehimi kadehine yavaşça vurup rakıdan bir yudum alarak yüzümü buruşturdum ve bu Yener’i de Gurur’u de güldürdü.
Devran, “Şalgam vur, Zeliş, şalgam vur,” diyerek bana kendi önündeki içilmemiş şalgamı uzatırken hâlâ yüzümü buruşturuyordum.
“Yarasın Bayan Yenge,” diyen kişi Adnan’dı, kadehini bana kaldırınca gülümseyerek ben de ona doğru kadeh kaldırdım ve hızla Devran’ın önündeki şalgamı almak için öne doğru uzandım. Devran sesli bir şekilde gülüyor, Ecevit gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. İlk şalgam deneyimim, aldığım bir yudumdan sonra öğürerek kadehi âdeta Devran’a fırlatmamla son bulmuştu ve bu Muşta’ya bile kahkaha attırmıştı. “Niye içiyorsunuz bunları niye?” diye çemkirirken takındığım ifade bir süre sonra masada kronik bir kahkahaya sebep olmuştu.
Kısa sürede rakının o gıcık tadına alıştım. Hatta bir ara o kadar abartmıştım ki Yener’in açıp, “Bunu yapabilirsen sana iki yüz lira veririm,” dediği videodaki kadın gibi kafamın üzerinde döndürmüştüm kadehi. Ben bunu yaparken Gurur alnını masaya yaslamış gülüyordu, Girdap beni videoya alıyordu, Yener de elinde taklidini yaptığım videonun oynamaya devam ettiği telefonla dehşet içinde bana bakıyordu.
“İki yüz lira için değdi mi buna ya?” diye sordu Yener, sesi de yüzü gibi dehşet yüklüydü. “Beni buna maruz bıraktığın için, sen bana iki yüz lira vermelisin ayrıca.”
“Mızıkçılık yapma lan, cimri it,” dedi Muşta sertçe. “Sahtekârlık yaptığından mütevellit yüz lira daha fazla vereceksin.”
Yener bir Muşta’ya bir de bana baktıktan sonra, “Ocağıma incir ağacını kendi ellerinle dikiyorsun, ben senin hani oğlundum?” diye sordu.
“O da kızım.”
Dudaklarıma götürdüğüm kadeh, Muşta’nın bu cümlesinin etkisiyle dişime çarptı. Tüm damağıma yayılan ağrıyı hissetmeme rağmen tepki bile veremeden Muşta’nın gözlerinin içine bakakaldım. Şimdi masada oturan Muşta değil, Hakan abiydi.
Tam şu an kalksam, Muşta’nın kollarının arasına girsem, ondan saklanan şeyler için ağlayarak ondan defalarca kez özür dilesem ama neler olduğunu ona anlatmasam, bu beni bencil biri mi yapardı?
Bazen bencil olurduk, evet ama kendimiz için değil. Bunun bencillik olduğunu biliyordum ama çıkarım yoktu, kendim için de yapmıyordum. Peki ya nasıl oluyordu da bu kadar suçlu ve parçalanmış hissediyordum?
Gurur, hissettiklerim yüzümün üzerinde süzülüyor olsa gerek, elini masanın altına gizlediğim elimin üzerine koydu ve bakışlarımız omuzlarımızın üzerinden su gibi akarak birbirine çarptı. O çarpışma anında büyüyen ve daireler oluşturan dairenin içine kelimeleri saklamış gibi baktım ona. Kelimeleri göremese de hissettiklerimin ağırlığını gördü.
Bana yavaşça göz kırpınca içimdeki ağırlığın yerinden kalkmadığını ama biraz olsun hafiflediğini hissettim.
“Affedersiniz,” dedi Adnan sessizce. Kafamı ona çevirdiğimde, “Çolpan Hanımefendi neden gelmediler?” diye sorunca, Yener gözlerini kısarak Adnan’a doğru döndü ama Adnan bana bakmaya devam ediyordu.
“Adnan, benimle sizli bizli konuşmayı bırak lütfen. Uyuyordu Çolpan, Simge de son anda gelmeye karar verdi.”
Yener bu kez Simge’ye doğru baktı, Simge de gözlerini kaldırmış, ona dokunan bakışların farkına varmış gibi Yener’e bakmaya başlamıştı.
“Yanlış anlama lütfen, Bayan Yenge,” dedi Adnan. “Niyetim yokluğunu elbette sorgulamak değildi fakat Çolpan Hanımefendi ile oğlum hakkında konuşmak istiyordum. Fırtınam birkaç gündür sürekli onun resimlerini çiziyor. Eğer sana resimlerden birini verirsem, benim ve fırtınam için bu resmi Çolpan Hanım’a verir misin lütfen?”
Adnan, hiç beklemediğim anda ceketinin iç cebinden dörde katlanmış beyaz bir kâğıdı çıkardı ve bana uzattı. Kâğıdı elime alırken Adnan’ın gözlerinde meraklı bir bekleyiş olduğunu gördüm, ters dönmüş bir kum saatini anımsatan gözlerine bakarken, “Elbette,” diyebildim.
“Bayan Çolpan da diyebilirdi ama Çolpan Hanımefendi demeyi tercih etti,” diye mırıldandı Tayfun, gece boyu o kadar sessizdi ki varlığını yeni fark ediyorum desem yalan olmazdı.
“Bayan Yenge,” dedi tekrardan Adnan. “Eğer merak ediyorsan bakabilirsin.” Merak ettiğimi nereden anlamıştı? Tek elim Gurur’un avucunun içindeyken resmi açamayacağım için elimi usulca geri çektim. Bu kez büyük avucunu dizime koydu, dizimi sıkarak okşadı ve kendimi tutamayıp yutkundum.
Adnan’dan aldığım resmi açtığımda, ilk an donup kalmama neden olan şey, küçük bir çocuk olduğunu hesaba katarsak gayet güzel çizim yaptığını görmek olmuştu. Bir diğer şaşkınlığı ise çizdiği kişinin Çolpan olduğunu fark ettiğimde yaşadım. Bora, kıvırcık saçları olan, Çolpan’a gerçekten de benzeyen bir kadın çizmişti ve yanına da kendisini kondurmuştu. Çolpan’a benzeyen kadın çizimi, Bora’nın elini tutuyordu ve arkalarında büyük bir güneş parlıyordu, çimenli bir yolda birlikteydiler, arkalarında da babasını temsil ettiğini düşündüğüm büyük bir dağ vardı.
Bir çocuğun kalbinde sizi hissetmesi, böyle bir şey miydi?
“Çolpan bunu gördüğünde çok sevinecek,” demem, Adnan’ın da gülümsemesine neden oldu. “Bu çok değerli.” Resmi katlayıp hasar görmemesi için bir kenara koydum ve Adnan’a baktım. “Ne kadar yetenekliymiş.”
“Bu özelliği annesinden almış olsa gerek. Annesi de çok güzel resim çizerdi.”
Herkesin derin bir sessizlikle birbirine bakmasına neden olan, bu iki cümleydi.
Adnan’a o kadar uzun süre baktım ki bakışlarım ona her ne hissettirdiyse gözlerini benden kaçıran o oldu. Gurur’un parmakları hâlâ dizimdeydi, elimi aşağı indirdim ve Gurur’un parmaklarının üzerine yerleştirdim. Teni çok sıcaktı, sebebi alkol müydü? Gözlerimi ona çevirdiğim anda beni izleyen gözleriyle karşılaştım, ilgili bakışlarından kaçamadan ona öylece bakakaldım.
Şafağa çok bir şey kalmamıştı. Askerler, üzerlerine çöken sessizliği birdenbire yok ettiklerinde, artık sokağın ortasındaydık ve uzun eşek oynayan bir sürü dev gibi adama şokla bakıyordum. Simge koluma girmiş, tıpkı benim gibi aralık duran dudaklarla dehşetle onları izliyordu.
İlk atlayan Yener olmuştu, Yener atladığında altta kalanlar çok sarsılmasa da hemen arkasından Gurur da atlayınca çökmüşlerdi. Beyhan onlara hoşnutsuz bir ifadeyle, “Rezil herifler,” deyip duruyordu. Muşta elinde sigarayla köşede onları izlerken yüzünde alaycı bir ifade vardı ama eğlendiği her hâlinden belliydi. Şu koca bebeklerin bu hâllerine alışkın olmalıydı.
Hepsi yere yıkılıp yerde sürünerek gülmeye başlayana dek oyun devam etti. Sonunda Yener ve Gurur bize doğru gelmeye başladığında askerler yavaşça dağılmıştı. Devran’ın Biricik’in yanına gittiğini biliyordum, Vural da muhtemelen diğerleriyle birlikte uçarak tesise dönecek ve Nihan’ına koşacaktı.
“Yürüyerek dönelim mi?” diye sordu Gurur, kafamı kaldırıp ona baktım. Teninden soğuğun ve alkolün kokusu geliyordu.
“Daha iyi olur. Çok içtin.”
Ona gülümserken aslında benim de kafamın güzel olduğu gerçeğini yok sayamazdım, damarlarımı yakarak ilerleyen alkolün bedenime bıraktığı kalıntıları hissedebiliyordum. Gurur gülerek beni kolunun altına aldı, onun beline sarıldım ve birlikte karanlık sokakta yürümeye başladık.
Arkamızda yürüyen, gölgeleri sokak lambalarının vurmasıyla uzayarak bize doğru düşen ikili, Yener ve Simge’ydi. Yan yana yürürlerken ikisinin de elleri ceplerindeydi.
Ana caddeye kadar sarılmış hâlde, hiç konuşmadan yürüdük. Simge ve Yener de sessizdi. Sokak o kadar boştu ki, ara sıra geçip giden tek tük araç dışındaki tek yaşam belirtisi dördümüzdük.
Elimde tuttuğum dörde katlanmış resmi cebime koymamıştım, buruşsun istemiyordum. Tek kolumla Gurur’u sarmaya devam ederken, “Sizinkiler yarın kaçta gidecek?” diye sordu.
“Akşam on bir gibi.”
“Yolcu etmeye gelsem baban ne yapar bana?”
“Bir şey yapmaz herhâlde…”
“Pek emin olamadın sanki…”
“Gelmek istiyorsan gel, babam problem çıkarmaz,” dediğimde bedeninin gevşediğini hissettim.
“Onunla iyi anlaşmak istiyorum.”
Bu isteği o kadar çocukçaydı ki beni şefkatle gülümsetti. “Normal şartlarda tanışmış olsaydınız, yani konu ben olmasaydım, seni ilk andan itibaren severdi,” dedim, bunun onu şaşırttığını hissettim. “Şimdi konu benim ya, o beni paylaşamıyor, sorun sen değilsin…”
“O da haklı, benim de kızım olsa ben de süper yakışıklı olan herkesten kıskanırdım onu.” Sırıtarak söylediği bu cümle, tek kaşımı kaldırmama neden oldu.
“Benim babam da süper yakışıklı olduğu için, seni tipinden dolayı kıskanmıyor. Sen benim babamın gençlik fotoğraflarını görsen, kimin kimi kıskandığını da anlamış olurduk.”
“Şimdi de fena değil peder efendi,” deyince kalbimin atışlarını yavaşlatmak ister gibi gözlerimi sokaktaki ışıklara diktim. Babama peder demesi normal şartlarda göz devirmeme neden olabilirdi belki ama söyleyen Gurur olduğu için kalbim, birdenbire yeleleri özgür kalmış bir at gibi oradan oraya savrulmaya başlamıştı.
Gurur’a bakmak için kafamı kaldırdığımda, o da gözlerini indirerek yüzüme baktı. Buz sıcağı gözleri bu kez dondurmuyor, kavurucu bir güneş gibi yakıyordu. Gür kirpiklerinin arasında doğmuş bir güneşi anımsatan gözlerine bakarken, “Sarhoş Gurur daha çok gülümsüyor ve daha temas bağımlısı,” dedim, bu söylediğim burnunu buruşturarak gülmesine neden oldu.
“Yanındayken o kadar çok gülüyorum ki, inan beni tanıyan ve sana nasıl gülümsediğime şahit olan herkes şaşırıyor. Ayrıca, konu sensen her an dokunmak istediğimi, tenimin her noktasının sana temas etmesini istediğimi rahatlıkla söyleyebilmem için sarhoş olmama gerek yok. Bunu gayet ayık, aklım başımdayken de gösterdiğimi düşünüyorum.”
Dudaklarındaki sıcak gülümseme göğüs kafesimi zonklattı.
“Üstelik ağzımın ne kadar iyi işler çıkardığını unuttun herhâlde? Tamamıyla ayık olduğum bir anda, hatırlatırım, oldukça iyi işler çıkarmıştı.”
Yener ve Simge’nin bizi duymasından korkarak Gurur’u cimcikleyip arkama doğru baktım. Gurur acıyla homurdanırken Simge ve Yener’in yan yana sessizce yürümeye devam ettiklerini gördüm. Aralarındaki sessizlik onlara nasıl hissettiriyordu?
“Çok edepsizsin.”
“Dur daha bir şey yapmadım ki…”
“Bu yapmamış hâlinse…”
Başımın üstüne sert bir öpücük kondurup kulağıma doğru, “Ötekini sen düşün,” diye fısıldadı imayla. Tüm bedenim abluka altına alınmış gibi baskıyla sıkışırken sertçe yutkunup gözlerimi yere indirdim.
“Düşünmek yeter mi bilemem,” dedim yeri izlerken, sanırım alkol benim de dilime vurmuştu.
“Ama şimdi böyle dersen seni omuzlayıp eve götürmek zorunda kalırım.”
“İnşallah bir sonraki sefere canım,” diye alay ettim.
Simge’nin, “Ee dilsiz Yener, nasılsın?” diye sormasıyla, Gurur’un da benim de gözlerim yavaşça onlara doğru döndü.
Yener, gözlerini usulca Simge’ye çevirdi, bakışları durgun suları anımsatıyordu; durgun ama derin sular. Ya o bakışların içinde birilerini boğmaktan korkuyordu ya da kendisi çoktan boğulmuştu ve gözlerinden yansımasını görüyorduk.
“Teşekkür ederim, iyiyim.” Bir süre kıza nasıl olduğunu sormadan bekleyince kaşlarım çatıldı. Simge de bu tavrından rahatsız olmuş gibi gözlerini hemen önüne çevirmişti ki, Yener sessizce, “Sen?” diye sordu. Sanırım gerçekten nasıl diyalog kurması gerektiğini kestiremiyordu. Simge’nin ona değil, yere baktığını fark edince o da Simge’nin baktığı yöne indirdi gözlerini.
“İyi,” dedi sadece Simge, sanırım yanında yürüyen adamın onunla konuşmak istemediğini düşünmüştü. Haklıydı, ben olsam ben de öyle düşünürdüm ama şu an Yener’in konuşmak istemediğini değil, sadece kaçmak istediğini görüyordum. Hem konuşmak isteyip hem de kaçmak isteyebilir miydi bir insan konuşmaktan? Yener kaçıyordu.
Simge de onu kovalayacak bir kadın değildi.
Yüzümün düştüğünü fark eden Gurur, “Ne oldu, gözüm?” diye sordu sessizce, nefesindeki alkol kokusu yüzüme yayılmıştı.
Kafamı kaldırıp ona baktım ve “Yener’in hiç ama hiç gerçek bir ilişkisi ya da flörtü olmamıştı, değil mi?” diye fısıldadım sadece Gurur’un duyabileceği bir sesle.
“Hiç olmadı.”
“Sence bir gün olur mu?”
Gurur, “Bilmiyorum, istemediğini görüyorum, olsa bile engeller.” Gözlerini yüzümde tedirginlikle dolaştırdı. “Konu Simge mi?”
“Hiç anlamayacaksın sanmıştım.”
“Anlıyorum da anlamazdan geliyorum. Kardeşimi rahatsız edeceğini bildiğim bir konuyu dillendirmem.” Beni tamamen göğsüne bastırıp, “Yener çok iyi kalplidir ama konu ilişkilerse, çarpık ilişkileri olduğunu sen de biliyorsun. Simge’ye vereceği tek şeyin hayal kırıklığı olacağını Yener de biliyor, sırf bu yüzden uzak duracaktır.”
İçimde anlam veremediğim bir üzüntü oluştu, Gurur’un bunu gördüğünü hissedebiliyordum ama konu hakkında başka bir yorum yapmadı. Muhtemelen Yener’i ‘hayal kırıklığı’ olarak adlandırmaktan o da mutsuzdu ama gerçeği de yok sayamazdı. Simge’nin bendeki değerini görebiliyor, Yener’in ilişkilerinin boyutunu en iyi o biliyordu.
Binanın önüne geldiğimizde durup kollarımı Gurur’un beline sardım ve yüzümü onun göğsüne sakladım. O da büyük kollarını boynumun etrafından geçirerek beni sıkıca sardı. Bir süre öyle bekledim. Dudaklarını yeniden başımın üstüne bastırdı ve geleceğimde ona dair bir pençe izi daha oluştu. Bir gün dudakları başımın üstüne değmez duruma gelirsek, geleceğime derin yaralarla ilerleyecektim. Hatta o yaralar, benim geleceğim olacaktı.
“Bir gün beni böyle başımdan öpmeyeceğin bir gün olur mu?” diye sordum, sesim boğuk çıkmıştı çünkü yüzüm göğsüne gömülü hâldeydi.
“Bunun için başımdan içeri, beyin fonksiyonlarımı saplandığı anda durduracak bir merminin girmesi gerekiyor.”
“Tamam, sizin çirkin romantizminiz bitmeyecek gibi duruyor, ben eve giriyorum,” dedi Simge, sesi alaycı olsa da ruh hâlinin durgun olduğunu hissedebiliyordum.
Yanağımı Gurur’un göğsüne yaslayıp Simge’nin binaya gidişini izledim. Simge binanın güvenlik şifresini girerken Yener, “İyi geceler,” dedi ama Simge bunu ya duymamıştı ya da duymuş ama cevap verecek vakit bulamamıştı. Kapının açılırken çıkardığı otomatik sesle beraber Simge görüş alanımdan çıkarak binaya girdi.
Yener sessizlik içinde Simge’nin biraz evvel olduğu ama geriye yokluğunun kaldığı noktaya bakakaldı.
Gurur, “Hadi sen de içeri gir, üşüdün,” dedi, burnuma dudaklarıyla bastırınca afalladım. “Bak, burnun da buz gibi olmuş.”
“Tamam, görüşürüz o zaman.”
Alnını alnıma bastırıp, “Çabucak görüşürsek sevinirim, Zerda,” dedi.
Onu arkamda bırakıp binaya giderken suyun üzerinde yürüyormuşum gibi hissediyordum. Sessizlikle eve girdikten sonra odama yöneldim. Annem yatağıma geçmişti, muhtemelen evde olmadığımın farkındaydı ama beni aramamıştı, sanırım nerede olduğumu bilmenin rahatlığındandı bu. Çolpan’a vereceğim çizimi masamın üzerine bıraktım ve anneme doğru baktım.
Yorganı kaldırıp annemin yanına, yatağa girdiğimde, “Geldin mi?” diye fısıldadı uykulu bir sesle.
“Geldim.”
Beni kollarının arasına çekti, üzerimizi yorganla örttü ve “Heh,” diye mırıldandı. “Şimdi içim daha rahat uyurum.”
“İyi uykular, anne.”
“İyi uykular, Zeliş.” Güldü. “Rakı kokuyon, sıpa.”
Sonra sustuk ama ikimiz de gülümsüyorduk.
⛓️
Annemin ve babamın varlığının bana sonsuz huzur verdiğini, en üzgün anımda bile onları düşününce yaşama bir şekilde yeniden tutunabildiğimi hissederdim.
Soğuk otogarda, ellerime geçirdiğim kırmızı eldivenlere bakarken gözlerim onlara değmesin diye çok uğraşmıştım çünkü iki damla büyük gözyaşı kirpiklerimin üzerinde asılı duruyordu ve onlara bakacak olursam, düşeceklerini biliyordum.
Gurur’un varlığının babamı rahatsız etmediği ilk andı.
Gurur, peronların önündeki büyük, kalın kolonlardan birinin önünde durmuş bizi izliyordu. Bankta oturuyordum, gelen ve gitmek için hareketlenen tüm otobüslerin ışıkları önce benim yüzümde parlıyor, en son benim yüzümde sönüyordu. Babam sağımda, annem solumda oturuyordu, eldivenle kaplı ellerimden biri babamın avucuyla sarılınca sertçe yutkundum ama kafamı kaldırıp babama bakamadım. Çünkü bakarsam ağlardım. Artık sık sık geleceğinden emin olsam da bazen geri geleceğini bildiğiniz birinin gitmesine de ağlardınız.
Ağlamamak için sabahı düşündüm. Mutfak tezgâhına yaslanmış omzunun üstünden televizyona doğru bakan Çolpan’a yaklaştığım o ânı. Avucumda Bora’nın onun için çizdiği resmi tutuyordum ve Çolpan gözlerini elimdeki kâğıda indirip, “O ne?” diye sormuştu. Sanki ona olduğunu biliyordu.
Ona uzatırken gülümsüyordum, gülümsemem bulaşıcı bir hastalıkmış gibi Çolpan da gülümsemeye başlamıştı. Kabarık, kıvırcık saçlarının arasına tuttuğu tokaları, yüzüne oturmuş sağlıklı ışıltıyı hatırlıyorum. Resmi ona uzatırken, “Fırtına, bunu senin için çizmiş,” demiştim, Fırtına’nın kim olduğunu anlayamamış gibi yüzüme baktığında da, “Adnan’ın oğlu,” diye fısıldamıştım ve Çolpan gülümseyerek, “Bora!” demişti heyecanla. Bora ile aralarında çok kısa zamanda, çok derin bir bağ kurulmuştu. Çolpan’ın heyecandan titreyen ellerle resmi açmaya çalıştığı âna şahitlik eden biri, bu bağı tüm çıplaklığıyla görebilirdi kesinlikle.
Çolpan, onun için çizilen resme bakarken ağlıyordu. Bu, uzun zamandır süren arkadaşlığımızı hesaba katarsak, onu ilk kez böyle mutluluktan ağlarken gördüğüm andı.
Olduğum âna geri çekilmeme neden olan, otobüslerden birinin dururken çıkardığı rahatsız edici, havaya benzer ses oldu. Gözlerimi kaldırdım ve otobüse baktım. Babam ile annemi götürecek olan seferdi. Üzerinde Muğla yazıyordu. Doğup büyüdüğüm, en sevdiğim şehre ilk kez nefret duyduğum an, şu andı sanırım.
“Hadi bakalım, bize müsaade,” dedi babam oturduğu yerden doğrularak kalkarken. Elimi bırakması, kaşlarımın sertçe çatılmasına neden oldu. Babam önce erkek kardeşime sarıldı, Eymen mutsuz bir suratla babama sarılırken gözleri gözlerime dokunmuştu. Mavi gözlerine çöken yaşları görebiliyordum ama ağlamamaya yemin etmiş gibi yutkunup gözlerini sıkıca yumdu.
“Ablan sana, sen de ablana emanetsin. Yine de arada Antalya’ya dönüp okuluna git, sıpalık peşinde koşma. Hayvanlık, itlik, uğursuzluk etme, sana boşuna yollamıyorum o kadar parayı ben.” Gülerek Eymen’den ayrıldı, Simge’yi kucakladı ve “Baban yerine de kucaklamış olayım, gözünde tüttürme adamın, git ara sıra dizine, canım benim,” dedi.
Annem beni göğsüne bastırınca sessizce oturduğum yere sinip babamı izlemeye devam ettim. Babam, Gurur’a doğru döndü. Gurur’un onu izlediğini fark edince kaşları sertçe çatıldı ama ifadesi çatık kaşlarına rağmen yumuşaktı. “Bene bak kavak ağacı, gel bakem buraya,” dediğinde Gurur başını sallayarak ona doğru yürüdü. “Varlığından hiç hoşnut değilim, kavak ağacı.” Gurur hayalet gibi babama bakarken Eymen gülmüştü. “Yani elimde olsa seni mülteci olarak başka bir ülkeye postalamayı çok isterdim emme yapcek pek de bir şey yok, alışacağız artık varlığına.” Babam birden elini Gurur’a doğru uzatınca donup kaldım. “Öp bakem.”
Gurur, babamın elini öperken gözlerini yavaşça bana doğru çevirdi ama o kadar şaşkın hâldeydim ki tepki bile veremedim, sadece donuk bir şekilde onlara bakakaldım.
“Aferin.” Babam geri çekilip bana doğru döndü. “Gel buraya ceylan gözlüm, seni en sona sakladım ki kokun beni Muğla’ya kadar bırakmasın.”
Dudaklarımı bükerek yerimden kalkıp hızla onun kollarına girdiğimde, gitmemesi için yalvarabilirdim. Beni göğsüne bastırdı, saçlarımı kokladı, yüzüme sayısız öpücük kondurdu ve “Yine geleceğim, ağlama,” dedi, o bunu söyleyene kadar ağladığımın farkında bile değildim. “Seni bu kavak ağacıyla bırakıp gider miyim? Geleceğim tabii…”
“Ne zaman?”
“Her ay gelirim.”
“Söz mü?”
“Sen iste ben her gün kalkar gelirim kız, anası kılıklı.”
“Ay bırak da ben de kızıma sarılayım,” dedi annem oturduğu yerden kalkarken. Önce kardeşime, sonra Simge’ye, en son da hâlâ babamın göğsünde burnunu çeken bana geldi. Beni babamdan zar zor ayırıp kollarının arasına çektiğinde o kadar çok kalmalarını söyleyerek ağlayıp şımarıklık yapmak istiyordum ki… Yine de yapmadım. Onlara sıkıca sarıldım, tekrar geleceklerini bilmenin rahatlığı ama gidiyor olmalarının yarattığı buruklukla yüzlerine baktım.
Otobüse doğru gitmeden hemen öncesinde annem, Gurur’a, “Önce kendisine, sonra da sana emanet,” demişti, Gurur bu cümlede her ne yakaladıysa başını sallarken sertçe yutkunmuştu. Koltuklarına yerleştikleri ânı otobüsün yan tarafına gidip gözlerimi camlara dikerek izlemiştim. Otobüs hareket etmeye başladı, kalbimden iki parça Ege’ye doğru gitmek için yola koyuldu ve onlara el salladım.
Sonra da dakikalarca Eymen’in kollarında ağladım. Ağlamamı ne ara sıra saçlarıma dokunan Gurur ne de bana sıkıca sarılan Eymen durduramadı.
O gece, Gurur’la yaşadığım evin salonundaki L koltukta bir cenin gibi uzanmıştım. Leon ve Pars, belli aralıklarla gelip yüzümü, ellerimi yalamışlardı ama hiç hâlim yoktu. Üzüntü bende her zaman yorgunluk yaratıyordu, öyle de olmuştu, sızlayan kirpik diplerimdeki acı başıma kadar uzanırken öylece uyuyakalmıştım. Şafağa doğru, üzerime örtülen yumuşak, pelüş battaniyenin varlığını hissederek gözlerimi açtığımı hatırlıyorum. Gurur ayakucuma oturmuş dışarıyı izliyor, pelüş battaniyenin altındaki ayak bileğimi ovuyordu. Yastığıma daha sıkı sarılmış, bir süre şafağı izledikten sonra yine uykuya dalmıştım.
Bana, “Küçük bir çocuk gibi babanın arkasından mı ağlıyorsun, küçük kızım?” diye sorduğu ve dudaklarının saçlarımın arasındaki yerini aldığı ânı hatırlıyorum. O kadar uykum vardı ki ne sesimi çıkarabilmiş ne de gözlerimi açabilmiştim.
Çay kaşığının bardağın içinde dönüp cama çarparken çıkardığı sesle gözlerimi zar zor araladığımda başımdaki ağrı dinmişti ama kirpik diplerim hâlâ sızlıyordu. Yattığım yerde yan döndüm, gözlerim evin tavanını kadrajına aldı ve boğazımdaki acı yüzünden yüzümü buruşturarak yutkundum. Yavaşça doğrulup koltuğun sırt kısmına tutundum ve etrafı inceledim. Askılıkta birkaç palto vardı, uğultuyu anımsatan sesler mutfaktan geliyordu. Üstümdeki kazağı düzeltip saçlarımı dağınık bir şekilde topuz yaparak mutfağa yöneldim.
Gurur, “Az sessiz olun, zar zor uyudu, erkenden uyanırsa sizi dümdüz ederim,” diyordu. Yorgun bir şekilde esneyerek kafamı içeri uzattığım anda Gurur çay kaşığını bardaktan çıkarıp Ecevit’e fırlattı. “Size ne dedim lan ben?” diye homurdandı.
Ecevit, “Aa, bana ne atıyorsun be?” diye söylendi, sesi soğuk olsa da bir an tepkisi beni gülümsetmişti. Yener tezgâha oturmuş elindeki açmayı ısırıyor, Vural ve Nihan mutfak masasında yan yana oturmuşlar çaylarını içiyorlardı. Nihan bana yumuşakça gülümsedi, ben de ona gülümsedim ve “Günaydın,” dedim.
Yener’in tedirgin gözleri önce Gurur’a sonra da bana dokundu. Bu kalabalığın sebebiyle ilgili başta çıkarımlarım olmasa da şimdi bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayabiliyordum. Yener tekrar Gurur’a bakınca, Gurur’un da gergin olduğunu fark ettim.
“Nasılsın?” diye sordu Ecevit, bu kadar konuşkan değildi, bana karşı daha az girişkendi, o yüzden şaşkınlığımı gizlemeden ona baktım.
“İyiyim, sağ ol?” dedim sorar gibi, sonra bakışlarım Vural’a çevrildi ve Vural’ın, Nihan’ın yüzündeki soğukkanlılığın aksine bir şeyleri ele verir gibi tedirgin göründüğünü fark ettim. “Burada benim bilmediğim bir şeyler mi oluyor?”
Ecevit, “Ben de tam çıkıyordum,” diyerek mutfağın çıkışına yönelmişti ki, “Bir saniye,” diyerek onu durdurdum. Diken üstünde görünüyordu. Omzunun üstünden bana baksa da bakışlarım onunkilere karşılık vermedi. “Gurur?” dedim sorar gibi. “Bir şey mi oldu?”
“Otur da kahvaltı edelim,” dedi sanki konuyu olabildiğince bizden uzak tutmaya çalışıyormuş gibi.
“Bir şey yemek istemiyorum.” Acıyan boğazımı tuttuğum sırada bile tedirginlik içimde genişleyerek büyümeye devam ediyordu. Tedirginliğimi onlardan gizlemeye çalıştım çünkü her ne saklıyorlarsa, bir an önce ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Tedirgin hareketler sergilersem, öğrenme işi biraz daha uzayacakmış gibi geliyordu.
Nihan, “Lütfen,” deyince bakışlarım hızla ona doğru çevrildi. Soğukkanlı gülümsemesini izledim, tek kaşım havaya kalkmıştı. “Oturup bir çay içsene bizimle. Hem seni özledim, laflardık biraz.”
“Burada yolunda gitmeyen bir şeyler var. Hepinizden garip bir aura yayılıyor.” Ellerimi belime koyup, “Gurur’un imam nikâhlı karısı mı geldi? Hiç bilmediği bir çocuğu olduğu mu ortaya çıktı? Ne oluyoruz?” diye sorduğumda, Yener boğazında kalan açmayı gülerek dışarı çıkardı ve ona iğrenerek baktım. “Iyy, sil orayı çabuk.”
Gurur, “Gel otur, yavrum,” deyince tedirgin gözlerimi ona çevirdim. Sakin görünüyordu, bakışlarının dibine oturmuş o farklılığı görebiliyor olmasaydım her şeyin yolunda olduğuna inanırdım ama gözlerini tanıyordum; o gözler bana her zaman yakalanırdı.
Gurur’un yanındaki boş sandalyeyi çekip oturdum, Nihan çayından bir yudum aldı ve gerginliğin artmasına neden olan sinir bozucu bir sessizlik yaşandı.
Nihan sonunda, “Seninle konuşmak istediğim bir şey var, Zeliha,” dedi, yüzüm anbean renk kaybederken tek yapabildiğim,” Evet?” diyebilmek oldu.
“Çok uzun zamandır Vural ile beraberim, biliyorsun.”
“Evet.”
Gurur’un eli yavaşça masanın altından bana doğru geldi, dizimi tutup sıktı ve bu kaşlarımın daha da çatılmasına neden oldu.
“Bu birliktelik boyunca Vural sayısızca kez-” diyecekti ki Gurur bir anda, “Göreve gitmem gerek,” dedi ve elim öyle hızlı bir şekilde dizimde duran elinin üzerine kondu ki o bile dokunuşumun hızına duyduğu şaşkınlığı gizleyemedi. Parmaklarımız hızla birbirine kenetlendiğinde göğüs boşluğumdan aşağı doğru düşmeye başlayan sanki kalbimdi.
Nihan, Gurur’a uyarıyla baksa da o an tepkilerim toprağın altına çekilmiş bir deprem gibi kaybolarak yüzümden de sesimden de çekildi. Tek yapabildiğim Gurur’un parmaklarını sıkıca kavramak oldu.
“Birden pat diye söylemene gerek yoktu,” dedi Nihan tersler gibi.
“Bu şekilde konuşmalar hazırlayarak onu daha da gerdiğimizi fark ettim.” Gurur’un bana baktığını hissetsem de başımı çevirip ona bakamadım. Kalbimin içinde bir şeyler yıkılıyormuş gibi hissediyordum. Mütemadiyen yıkılan belki de kalbimin içinde gizlenen duygulardı ve her yıkımın ardından kalbim daha da ağırlaşıyordu. Bu gidişle kalbimi tutan damarlar, kalbimdeki ağırlığı kaldıramayacak ve kopacaklardı.
Kaburgalarımı sıkan şeyin beni parçalayacağını sandım.
“Ne görevi?” Dudaklarımdan dökülen soru, kulaklarımda uğultuya dönüştü. Kendi sesim de dahil olmak üzere tüm sesler uğultulardan ibaretti, birdenbire güneş gökyüzünde sönmüş ve tüm yıldızlar üzerimize düşmeye başlamıştı. Gurur’a bakamadım, bakmayı çok istesem de gözlerim gözlerine tutunamadı. Bakışlarımı Nihan’a sapladım, bir bıçak gibi onda duran bakışlarım biliyordum ki onu kanatacak kadar keskindi.
“Bunu hep yaşıyorum,” dedi Nihan sessizce, sanki bana bunu kabul ettirmeye çalışıyordu. Bakışlarımdaki dehşeti gizleyemedim, ifadelerimi bir maskenin ardına saklayamadım. Aniden saldıran çaresizliğin içimi yerle bir ettiğini hissediyordum ama bunu dillendirecek olursam hakkımda ne düşünülürdü, işte bunu bilmiyordum. Bir çocuk gibi tepki vermemeliydim, güçlü bir tepkim olmalıydı, bunun yanında sakin de olmalıydım.
Ama tüm bunların ne anlama geldiğini bile bilmiyorum.
“Bir süreliğine gidecek ve sonra geri dönecek.”
“Beyhan gibi mi?” diye sordum, sesim hiç olmadığı kadar durağan olsa da ben ilk kez kendi sesimi duyuyormuş gibi şaşkındım. Bunu saklayabiliyor muydum bilmiyordum ama Gurur sıktığım parmaklarını parmaklarıma sürterek bana desteğini bildirdi.
“O kadar uzun değil,” diyen kişi Gurur’du.
Yine ona bakamadım, kalbimin yükselen ritmini duymaması için ağzımı bile açamıyordum. Sanki dudaklarım aralanırsa kalbim hissettiğim her şeyi ele verecekti. Sonunda kelimelerin canımı yakmayacağına kendimi inandırıp, “Ne kadar zaman?” diye sordum, sesim o kadar belirsizliklerle doluydu ki içerideki kimse şu an hissettiklerim konusunda fikir sahibi değildi, emindim.
Yaşanan sessizlik, mevcut sürenin beni ne denli parçalayacağının kanıtı olmalıydı.
“Cevap verecek misin?” Bu kez bakışlarım Gurur’a çevrildi ve zaten beni izleyen buz sıcağı gözlerin kısıldığını gördüm. Ona yalvarır gibi baktığımda ne hissediyordu? Gözlerinde gördüğüm şey kesinlikle hissettiğim çaresizlikten daha büyüktü. Bana böyle hissettirdiği için kendisini suçluyor muydu? Karnımdaki ağrı artarken, “Sen henüz yeni kaza geçirdin, günlerce uyudun, bu komaydı,” dediğimde bakışlarında bir değişim yaşanmadı, sadece hissettiklerim onu hırpalıyordu, bunu görebiliyordum. Kendisiyle ilgili hiçbir şey umurunda değildi; yaralanmış olması, hayati hasar almış olması, kaç gün ortalarda olmayacağı ya da diğer tüm şeyler… Hiçbiri umurunda değildi. Umurunda olan tek şeye bakıyordu, o da bendim. Bir an kendimden tiksindim. “Çok uzun olduğu için mi susuyorsun?”
“Süre konusunda netleşen bir şey yok,” dese de sesi onu ele veriyordu, omuzlarımın düşmesine engel olamadım.
Vural, “Ben de onunla olacağım,” deyince gözlerimi kaldırdım ve ona baktım. Diğerleri olmayacak mıydı? Sadece Vural ile mi gideceklerdi? Nihan neden bu kadar sakindi? Bir süre sonra tüm bu olanları normal karşılamaya mı başlamıştı? Yoksa sadece soğukkanlı görünen bir enkaz mıydı? Nihan’a çevirdiğim gözlerim bir cevap arıyor gibi ısrarcıydı, Nihan bana yavaşça gülümsedi.
“Yener, sen?” diye sordum hızla bakışlarımı Yener’e çevirerek.
“Çok isterdim ama maalesef.”
“Peki ya Devran? Adnan?”
“Onlar kocaman olduğu için beni korur diye mi düşündün?” diye sordu Gurur alayla, sonra beni kendine çekip göğsüne bastırdı. “25-30 gün, daha fazlası olacağını sanmam. Olağanüstü bir durumda belki 40 güne uzar.”
“Olağanüstü bir durum?”
Gurur, ona bakmama engel oldu. “Yani görev uzarsa,” dedi sadece.
Buz kestiğim için hiçbir şey söyleyemedim.
“Buradayım çünkü bir desteğe olacağını düşündüm,” dedi Nihan, Nihan bu cümleyi kurduğunda Gurur dışındaki herkes mutfaktan çıkmıştı. Nihan’ın nişanlısı olan Vural da gidenlerin arasındaydı. “Onların hayatında her zaman böyle gelişmeler olacak, Zeliha.”
Bana anlayışla bakması umurumda bile değildi, kafamın içi seslerle uğulduyordu, gözlerimi tek bir noktaya odakladım ve cevap vermeden bekledim. Ne hissetmem gerektiğini bilmesem de çok boktan şeyler hissediyordum. Bir okyanusun ortasında gibiydim, güçlü bir akıntı tarafından o hisse doğru sürükleniyordum ve beni takip eden ölümcül dalgalar da beni her defasında boğup yok etmek ister gibi altına alıyorlardı.
“Aniydi, elbette bekliyorduk ama böyle birden değil. İlk seferler kötüdür. Benim için de oldukça kötüydü ama sonra alıştım.” Küçük çantasından bir kutu hap çıkardı ve “Her ihtimale karşı sakinleştirici bir şeyler getirmiştim, abartılı bir tepki vermeni bekliyordum ama oldukça sakin görünüyorsun,” dedi. Ona onu görüyormuş ama anlamıyormuş gibi baktığımda içten gülümsemesi mutsuz bir ifadeye bürünmesiyle sönüp kayboldu. “İyi misin?”
Bu olayların içine sürüklendiğim zamanlar böyle bir haber alsaydım, muhtemelen ondan kurtulduğumu düşünerek özgür hissederdim ama şimdi onun bir süreliğine gidecek olması, bana tutsakmışım gibi hissettiriyordu. Sanki asıl tutsaklığı, onu görmemeye başladığımda yaşayacaktım; onun varlığı etrafımdan silindiğinde mahkûmiyetim başlayacaktı.
“Hep iletişimde olacağım seninle,” dedi Gurur, beni kollarının arasına tam anlamıyla çekip koca bedeniyle kucağında küçücük kalan bedenime sıkıca sarıldı. “Böyle susma, beni endişelendiriyorsun.”
“Endişelenmene gerek yok,” diye fısıldadım, güçlü birini oynamaya karar vermiştim. Zorluk çıkaran küçük kız olmak istemiyordum, şımarıklık yapıp onun da diğerlerinin de ayağını bir pabuca sokmayacaktım. Buna bir anda karar vermiştim ama bir anda verdiğim her kararın arkasında dururdum, sorun yoktu, en azından şimdilik. Gurur’a doğru bakıp yavaşça gülümsedim ama gülümserken dişlerimin dökülecek gibi ağrıdığını hissettim.
Parmakları yanaklarımda dolaştı, Nihan’ın varlığı bir anlığına yok sayıldı ve gözlerimin içine baktı. “Gerçekten,” dedim. “Hem iletişimde olacağımızı da söyledin. Her zaman yaptığın bir şeyse, bir sorun yok demektir, değil mi?”
Başını aşağı yukarı sallarken gözleri sözlerime inanmadığını resmediyordu.
“Benim için endişe etme, hem tepkimden korkup insanları telaşlandırmana gerek yoktu.” Yavaşça gülümseyerek kucağından indim, benim için doldurulduğunu fark ettiğim soğuk çayı tek dikişte içtikten sonra gülümsememi bozmadan boş bardağı tezgâha taşıdım. Bunlar olurken Nihan ve Gurur temkinli gözlerle beni izliyorlardı.
“Aynen öyle,” dedi Nihan ayağı kalkıp bana doğru yaklaşarak. Elini omzuma koydu. “Gurur da senin için endişeleniyordu.” Gözlerime uzun uzun bakınca, ne demek istediğini anladım. Onu stres altında göndermemi istemiyordu, muhtemelen o da stresteydi, o da çok korkuyordu ama bunu ustalıkla gizliyordu çünkü Vural’ı strese sokmak istemiyordu. Gözlerinde gördüklerim beni biraz daha sakinleştirdi, ona uzun uzun gülümsedim ama elini omzumdan çekse hüngür hüngür ağlayacak gibiydim.
“Ben çocuk değilim, evet, bir anda duyunca çok şaşırdım ama iyiyim.” Gülümseyerek Gurur’a doğru döndüm, ne hissettiğimi anlama çabasıyla bana bakıyordu. Bir anlığına davranışım ona gerçekçi gelmiş gibi rahatlayarak tebessüm etse de kuşkuları olduğunu görebiliyordum. “Süreyi çok uzatmazsan sevinirim, Çalıklı.”
“Hemen döneceğim.” Oturduğu yerde tüm tedirginliğiyle beni izlemeye devam etti ama buna sadece gülümseyerek karşılık verebildim.
Nihan, “Ben gitsem iyi olacak,” dedi, elini yavaşça omzumdan çekti ve “Vural,” diye seslenerek mutfaktan çıktı. Nihan gittiği anda yeniden Gurur’a bakamadım, bir şey içime oturdu ve ona bakmama engel oldu. Bıçağın ucu durmaksızın içime girip çıkıyor gibi hissettim, kanatıyordu ama derin yaralamıyordu.
“Kirli çamaşırın var mı?” diye sordum sessizce, Gurur’un bakışlarını sırtımda hissediyordum. “Makineyi açmayı öğrendim, sinir ediyordu beni, bir türlü anlamıyordum dilinden. Simge öğretti.” Alakasızca konuştuğum şeyler içimde gürültü yapan duyguların sesini kesiyor muydu bilmiyordum. Duymasını istemiyordum. Tezgâhtaki bulaşıkları sudan geçirmeye başladım. “Eğer yıkamamı istediğin kıyafetlerin varsa söyleyebilirsin.”
“Yok, Zerda. Ben kendi kıyafetlerimi her zaman kendim yıkarım,” dedi yumuşak bir sesle.
Başımı sallayıp, “O zaman odadaki çarşafları değiştireyim,” dediğimde, “Temizler,” dedi ama ona aldırış etmeden suyu kapatıp boynumu esnettim ve mutfağın çıkışına doğru ilerledim.
Üst kata giden merdivenlere doğru ilerlediğim sırada Ecevit ve Yener kapıdan çıkıyorlardı, Vural ve Nihan gitmiş miydi? Salona doğru baktım ama onları göremedim, bakışlarım tekrar Yener ve Ecevit’e dokundu. Sanki bana bakmaktan kaçınıyor gibiydiler, montlarını giyerlerken sadece, “Görüşürüz,” demişlerdi. Sessizce basamakları tırmandım, bir süre üst kattaki tırabzanlara tutunarak alt katı izledim ve derin bir nefes alarak odaya girdim.
Buna hazır hissetmiyordum. Onca yaşanandan sonra, bir de bunu kaldırabilir miydim bilmiyordum. O bir ay bana nasıl geçerdi? Ya uzarsa, neler olurdu? Ondan bir gün haber almasam, ne hâle gelirdim? Tüm ihtimaller karanlık bir gölgeydi ve o gölge, beni odada takip eden bir yaratık gibi peşimden geliyordu.
Çarşafları çıkarırken gözlerim yanıyordu ama ağlayamayacak kadar şaşkın olduğumu fark etmiştim. Ellerim buz tutmuştu, parmaklarımı hareket ettirmekte zorlanıyordum, oysa ev soğuk bile değildi.
“Şimdi ne yapacağım?” diye fısıldadım kendi kendime.
Ruhumda, derinlerde bir yerde aynı soruyu bana yönelten biri daha vardı sanki, yaşı benden oldukça küçüktü ama sesimizin tınısı da aynıydı gözlerimizin içine yerleşen bakışlar da. Küçük bir kız çocuğu, ruhumdaki eteği tutup çekiştirerek ne olacağını, ne yapacağımızı soruyor gibi hissediyordum.
“Otuz gün boyunca ben ne yapacağım?”
Çarşafları sıyrılmış, çıplak kalmış yorganın üzerine oturup boşluğu izlemeye başladım. Aşağıda kaynayan kettledan yükselen ses bir an bana o kadar gürültülü geldi ki, sanki ağlamaya başlasam kimse duyamazdı ama yine de ağlayamadım.
Gurur’un kaybolduğu zamanı hatırladım, Gurur’un canı göğsünden siliniyormuş gibi kireç gibi bir yüzle uzandığı yoğun bakım ünitesindeki hâlini hatırladım, karnına giren cismin bıraktığı ize dokunduğum ânı hatırladım. İçimdeki baskı durduramayacağım noktaya ulaştığında boydan cama yöneldim, camı aralarken balkondaki kirişlerin yavaşlattığı rüzgâr, yağmur damlalarıyla beraber uçarak saçlarımı dağıttı.
“Kendini değil, onu düşün,” diye tekrarladım kendi kendime, rüzgâr saçlarımın arasından esmeye ve saçlarımı da düşüncelerimi de dağıtmaya devam etti. “Onu strese sokma, gözünü arkada koymasına neden olma, içinde sıkıntıyla yollama. Bencil olma.” Bunları kendime tane tane fısıldadım, kimsenin değil, sadece benim ve kalbimin bildiği bir sır olarak içime gömüldü cümleler.
Sessizce, “Ama ben ne yapacağım?” diye fısıldadım kendi kendime.
Gölgesinin odaya düştüğünü hissettiğim anda ifademe bir soğukluk yerleşti, birazdan ağlayacak gibi değil de her şey yolundaymış gibi dönüp baktım ona. Aşmaya çalıştığım şeyin bir dağa dönüşüp beni altına aldığını hissediyordum.
“Bak bakayım sen benim gözlerime,” dedi gözlerimiz zaten birbirine tutunduğu hâlde. “İyiymiş gibi mi yapacaksın? Şakacıktan iyiymiş gibi.” Gülümsedi, gülümsemesi o kadar yakıcıydı ki içimdeki acının arttığını hissettim. Bir çocukla konuşuyormuş gibi konuşuyor, bana bir çocuğa sokuluyormuş gibi sokuluyordu.
Odaya düşen adımlarını gergin bir yüz, ağlamamak için kendini zorlayan gözler ve bükülmesine az kaldığını hissettiğim titreyen dudaklarla izledim.
“Sen beni otogarda babanı uğurlarken kandırmaya çalıştığın gibi mi kandıracaksın, güzel kızım? Ağlamak üzere değilmiş gibi.”
Gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. İçimde ezilen bir şeyler vardı. O da bunu görüyordu, ustaca saklasam bile göreceğini biliyordum.
“Ben senin labirentin, çarptığın duvarlarım,” dedi tam önümde durduğunda. “Sen bana dair hissettiğin hiçbir şeyde beni kandıramazsın.” Yüzümü avuçlarının arasına alınca dudaklarım neredeyse bükülecekti ama sertçe yutkunarak bunu durdurdum. Gözlerindeki şefkatten kaçamadım, o şefkat içimi daha da tüketti, yandım, küle döndüm ve savruldum. “Benden, benim sana hissettirdiklerimi saklayamazsın.”
Ondan yine kaçamadım.
“Gidiyorsam dönülmeyecek şekilde değil, yine sana dönebilmek için gidiyorum,” dediğinde dudaklarım bu defa bana ihanet ederek büküldü ve Gurur bu görüntü onu parçalamış gibi gözlerini yumarak başını geriye doğru attı. “Ama böyle yapma,” diye fısıldadı. “Senin dudakların büküleceğine benim boynum bükülsün.”
“Kötü hissetme,” dedim yavaşça, bakışları daha da derinleşti. Ona biraz daha bakarsam ağlardım, bunu bildiğimden gözlerimi çenesine indirip gözlerinden uzaklaştırdım. “İlk kez olduğundan böyle hissettim,” diye mırıldandım. “Anlık bir şey, sonra hemen bitecek.”
“Yalan söylemeyi de hiç beceremiyorsun.”
Sertçe yutkunup, “Yalan değil,” diye fısıldadım.
“Hadi oradan, sümüklü çocuk.” Alnını alnıma yaslarken büyük avuçları yüzümü tamamen kavramış hâldeydi. Gurur burnunu burnuma sürterken, “Burnun da aynı kedi yavrularının burunları gibi ıslanmış,” diye mırıldandı. “Özür dilerim, Zeliha. Ben de beklemiyordum.”
“Neden özür diliyorsun, deli?” Alnımı alnına bastırdım. “Bu özür dilemeni gerektiren bir şey değil. İyi ol, yeter bana.”
“Her zaman iyi olurum, bilmiyor musun?” Burnunu burnuma sürterek geri çekilip gözlerimin içine uzun uzun baktı. “Gözlerin elmaslarını toplamış, yanaklarından dökme, ne olursun.”
“Ağlamayacağım,” diye yalan söyledim. “Sana zorluk da çıkarmayacağım.”
“Bana ne zaman zorluk çıkardın ki? Senin hayatında zorlukları var eden benim, benim hayatımı güzelleştirense sensin.”
“Böyle konuşursan kapıya mayın döşerim, nah gidersin göreve.”
“Çocuk gibisin,” diyerek gülünce kollarımı onun bedenine sarıp, “Öyleysem ne olmuş?” diye sordum. “Çocuksam da sadece sana çocuğum ben, Gurur Mert Çalıklı. Bilmiyor musun?”
“Biliyorum. Bir bana, tek bana çocuksun. Bir bana, tek bana çocuk kal.” Büyük avuçları yüzümden ayrıldı, saçlarımı avuçlarıyla geriye tarayıp dudaklarını alnıma bastırdı. “Ağlayacaksan da ben yokken değil, ben yanındayken ağla, kollarımda ağla ki seni teselli edebileyim, gözyaşlarını silebileyim. Biz uzakken ağlarsan, bana bu hayatta yapabileceğin en büyük kötülüğü yapmış olursun. Bunu sakın unutma. Beni sadece senin ağlaman öldürür, sen ağlarken senin gözyaşlarını silememem öldürür.”
Sessizce yüzümü boynuna sakladığımda kollarını bedenime sıkıca sarıp derin bir nefes aldı. Aldığı nefesin içinde binlerce anlam gizli olmalıydı.
Benim kadar çaresiz hissettiğini biliyordum.
“Peki ne zaman?”
“Bu şafakta,” dedi, boğazıma dolan duyguyu dışarı bir mırıltıyla çıkardığımda ağlayacağımı anlamış gibi kolları beni daha da sıkı sardı. Göğüs kafesim göğüs kafesine geçseydi, böyle iç içe kalsaydık, bir bütün gibi, tek göğüs kafesinde çift kalp gibi, olmaz mıydı?
“Peki bu kadar erken olmak zorunda mıydı?”
“Değildi,” diye fısıldadı. “Biliyorum yavrum, değildi.”
“Çabucak geleceksin,” dedim, daha çok kendimi buna kodlamak ister gibi bir hâlim vardı.
“Evet,” dedi. “Çabucak.”
“Ağlamak istemiyorum,” dediğimde gözlerim gözlerine yeniden tutundu ve bakışları derin bir kuyu gibi beni içine çağırdı. Dikkatle Gurur’un gözlerinin içine baktım. Parmakları tenimdeydi ve tüm ihtimalleri paramparça edebilecek kadar güçlü olduğunu bana hissettiriyordu.
Bu kez, yavaşça ona yaklaşan ben oldum. Üst dudağım iki dudağının arasına yerleştiğinde parmakları usulca saçlarım boyunca kayarak enseme, oradan da omuzlarıma indi.
Öpüşmemiz yavaş ve içtendi, tüm duygular bir sarmal oluşturup bizi içine almış gibiydi; dev bir girdap başımızın üzerinde dönerek bizi içine çekiyordu sanki.
Ne düşündüğümü ne hissettiğimi biliyordu, ben de onun düşüncelerini ve hislerini biliyordum. Bu yüzden dudaklarımız birbirine karışırken her şey daha netti, hislerim de daha netti düşüncelerim de ona olan ihtiyacım da… Birbirimizden saklansak bile biliyordum ki o da ben de birbirimizi kolayca sobeleyebilir, nereye saklanacağımızı bile ânında bilebilirdik.
Dudaklarım dudaklarındayken ellerim gür saçlarına gitti, saçlarını parmaklarımın arasına alarak kavrayıp sıktım. Dudaklarını araladı, alt dudağımı ağzının içine çektiğinde üst dudağım sus çizgisine temas ediyordu. Parmakları belime kadar indi, inişini hissettim çünkü dokunuşu dudaklarındaki zarafetten payını almamış gibi aç ve vahşiydi.
Ağır ağır arkaya doğru yürüttüm onu, bacakları yatağa değinceye dek devam etti adımlarımız. Değdiğindeyse onu yavaşça itip kucağına yerleştim. Şimdi bacakları yatağın dışındaydı, oturuyordu ve ben de onun kucağındaydım.
Saçlarını avuçlarımın arasında sıkıca kavrarken dudakları dudaklarımdan kayıp çeneme yerleşti, çenemi açlıkla dişlerinin arasına aldı, ısırdı, emdi ve sonra yeniden dudaklarıma doğru geldi. Şehrimi altüst etmeye yeminli bir fırtına gibiydi.
“Senin için hep ağlamaya hazır olmam beni dehşete düşürüyor,” diye fısıldadım dudaklarına doğru, bu kaşlarını çatmasına neden oldu. Parmakları belime kaydı, kazağımın içine sızdı ve çıplak tenime dokundu. Alnını alnıma yasladığında kaşları hâlâ çatıktı, alnının ortasında meydana gelen çukuru kendi alnımda hissedebiliyordum. “Bana neden tüm bunları kolaylıkla hissettirebiliyorsun? Nasıl yapıyorsun?”
“Sana sormalıyım,” dedi. Yutkununca kalkıp inen âdem elmasını gördüm. “Bana tüm bunları nasıl böyle derinden ve senin için çocuk oyuncağıymış gibi kolayca hissettirebiliyorsun?”
Dudaklarımı tekrar dudaklarıyla buluşturmamı sağlayan cümlesi, kalbimin içinde defalarca kez kalbimi acıtan şekiller aldı. Onu açlıkla öpmeye başladım. Her temasta, gözlerime oturan yaşlar dışarı sızmak için kirpik diplerimi zorluyordu. Gözlerimdeki damarların arttığını, gözlerime kanın ve gözyaşının oturduğunu biliyordum.
Dili ağzımın içine yerleştiğinde ağlamamak için saçlarını daha sert kavrayıp dilini emdim. Her temasımızda ağlama isteği içimde büyüyen bir ışık gibiydi; patlayıp gözleri kör eden bir aydınlığa dönüşecekmişim gibi geliyordu.
Acıyı gömmeye çalışmak bir işe yaramadı, hissettiğim parçalanmışlığın ötesinde bir şeydi. Bir insanı döneceğini bilsen de özlerdin; bir insanı gidiyorken gördüğünde, geleceği ânın yakın olduğunu bilsen de ağlardın. Gözyaşlarım onun yüzüne düştüğünde parmakları hızla belime gömüldü ve gözyaşlarımın ona hissettirdiği ölümcül yaradaki acıyla aynı acıymış gibi boğazından gelen bir hırıltıyla inledi.
“Gitmeni istemiyorum,” dedim açıkça, “ama gitmek zorunda olduğunu biliyorum.” Dudaklarımız tekrar birleşti, gözlerimdeki yaşlar sanki ona aitmiş, ağlayan oymuş gibi onun yüzünü ıslattı. “Geleceğini biliyorum ama sen gelene kadar nasıl ağlamayacağım, bunu bilmiyorum.”
Ve tekrar öptü beni, her cümlem onun için kaldırması çok zor bir yükmüş gibi konuşmama izin vermeden beni devamlı olarak öptü.
Bedenim bedeniyle bütünleşir gibi ona yaslandığında yavaşça geriye doğru uzandı. Ben de kucağında ona doğru eğildim ve saçlarım dağılarak yüzünü abluka altına aldı. Benim onun için ördüğüm hücrenin içinde muhtaçça beni öpmeye devam etti.
“Gitmemen için,” dediğimde gözlerini kıstı, “ne yapabilirim?” Dudaklarım boynunda dolaşmaya başlayınca bedeni gerildi. Başını kaldırıp bana boynunda daha derin bir yer açtı ve dudaklarım boynundaki hâkimiyeti arttırdı. Derisine yerleşen her öpücük, onun bedeninin altımda taşa dönmesine neden oluyordu.
“Çok tehlikeli hareketler yapıyorsun,” diye fısıldadığında sesi o kadar derinden ve boğuk gelmişti ki, bu tehlikeli hareketleri daha da arttırma isteğiyle doldum. Dudaklarım santim santim ilerledi, âdem elmasının üzerinde durdum ve dişlerim âdem elmasını sıyırdı. Gurur’un kalçalarımı sertçe kavrayıp sıkmasına neden olan bu hareketim, onun üzerinde hâkimiyet kurduğumu hissettirdi. “Üzüldüğün zaman hep böyle oynayacak mısın sen benimle?” Sorusu birbiri ardına vuran derin nefeslerinin arasından süzülmüştü.
“Gitmemen için ne yapmam gerektiğini düşünüyordum,” dedim, bu cümleyle beraber kaşlarını kaldırdı. Gözlerimi yüzüne dikip ona alttan alttan bakarken ellerim kot pantolonuna doğru indi ve kemerini yavaşça çözdüm. Kaşları çatılsa da gözleri tutkuyla parlıyordu. “Sanırım ne yapacağımı buldum.” Gurur sertçe yutkundu, ne yapacağımı merak ediyor gibi bir hâli vardı. Kemeri kınından çıkan bir kılıç gibi ıslıklı bir ses çıkarmasına neden olarak çıkardığımda yutkundu, kalkıp inen âdem elmasını izlerken kemeri bileğine sarıp, hiç beklemediği anda onu yatağa mahkâm ettiğimde bir kolu havada duruyor, yatak başlığı ile bileği arasında gerilen deri kemer parlıyordu.
“Böylece benden gidemezsin, değil mi?” diye sordum tam kasıklarının üzerine oturup gözlerimi indirerek ona bakarken.
Öylesine büyük bir derinlikle bana baktı ki, her ne olursa olsun ikimiz, bir yerde geçmişte ve gelecekte, yan yana olmasak bile daima birlikte olacakmışız gibi hissettim.
“Bunun çok erotik hissettirdiği doğru,” dedi, göğsü aldığı nefesle kalkıp inerken bir elim göğsünün üzerindeydi. “Ama bir yandan da çaresizliğini gördüğümü hissediyorum. Bu içimi sikti.”
Özgür olan elini elimin üzerine koyunca, bilekliklerimiz birbirine çarparak kalp şeklini aldı.
Yanaklarım kuruyan gözyaşlarımdan dolayı gergindi ama yenisini akıtmama da çok az varmış gibi geliyordu. İçeriye dolan rüzgârın sesini duyuyor, soğuğunu hissediyordum. Yavaşça onun üzerine uzandım, eli hâlâ kemerle yatağa bağlıydı ama o an bu, sadece gitmesin diye yaptığım bir şey olduğundan alevlerin içinde yanamadık.
Başımı göğsüne yasladım, bu anı her şey unutulsa bile hep hatırlayacağım bir anı olarak içime işledi.
“Tıpkı şımarık, küçük bir çocuk gibi gitmemen için ağlasam da gitmek zorundasın, kapının önünde duvara yaslanıp oturacağım, dizlerim karnımda olacak ve günlerce seni o şekilde bekleyeceğim. Gelmek zorundasın, Gurur. Çünkü gelmezsen beni oradan kimse kaldıramaz. Çabuk gel.” Sessizce gözlerimi yumdum. “Gitmemen için seni bağlamama gerek yok, biliyorum,” dedim yutkunarak. “Biz seninle zaten bağlıyız, öyle değil mi?”
“Hep öyleydi,” dedi kısık sesle.
“Böyle kalabilir miyiz?”
“Hep kalabiliriz,” diye mırıldandı.
“Teşekkür ederim.”
“Asıl ben, ben teşekkür ederim.”
“Şafağa kadar böyle kalabilir miyiz?” diye sorduğumda tek cevabı, “İstersen kıyamet kopuncaya kadar,” oldu.
Gün solana, gece çökene kadar onun kollarında kaldım. Uyumadım çünkü zamanımızın kısıtlı olduğunu biliyordum. Kalbim patlayacakmış gibi hissetsem de beni güldürmüştü. Sanki kafamı dağıtmak istiyormuş gibi, aklına gelen tüm komik anılarını benimle paylaşmıştı. Bunlar olurken zaman ikimizin aleyhine işlemeye devam etmiş, bir an olsun yattığımız yerden doğrulup kalkmamıştık.
Saatler, sırtüstü düşen insanlar gibi geriye doğru düşerek azalan zamanımızın üzerine yığılmaya başladığında üzerimde bir sessizlik vardı ama artık tepkilerim geri çekilmişti. Ne ağlıyor ne de üzgün gözlerle onu izliyordum. Birlikte yemek yemiş, sevdiğim bir filmi izlemiştik, filmi ilk kez izlediğini söylese de içimden bir ses beni kırmamak için benimle izlediğini ve ilk kez izlemiş gibi tepkiler verdiğini söylemişti.
Küçük bir çantaya yuvarlak yaka, beyaz ve kamuflaj yeşili tişörtlerini doldururken yatağın ucuna oturmuş, dizlerimi karnıma çekip çenemi dizlerimin üzerine yerleştirerek küçük bir çocuğun babasını izlediği gibi izlemiştim onu.
Evden çıkarken sessizdik. Asansörden inerken, binadan çıkarken, kızlarla kaldığım binanın önüne doğru yürürken… Sırtına attığı çantayı parmak uçlarıyla tutuyordu, gözleri ara sıra bana dokunsa da ben sessizdim. Günlerin geçerken beni ne kadar yaralayacağını, hangi şartlar altında onu beklemek zorunda kalacağımı merak ediyordum.
Binanın önüne geldiğimiz anda, “Şşşt,” dedi ve gözlerim hızla ona doğru çevrildi. Parmak boğumları bembeyaz olmuştu, çanta ağır mıydı? Oysa küçük görünüyordu. Göz göze gelmekten kaçtığımı anlamış gibi bana doğru yaklaşıp yüzüme eğildi. “Cüce, bana bak,” dedi, yutkunup gözlerinin içine baktığımda gülümsüyordu. “Mesaj atacağım sana.”
“Aramayacak mısın?”
“Arayacağım da.”
“Hep mi?”
“Her an zor ama her gün yaparım.”
Başımı yavaşça salladım, sokak lambasının turuncu ışığı yüzünün yarısını aydınlatıyordu, diğer yarısı ise binaya doğru olduğundan karanlıktaydı. “Hadi eve gir,” dedi, beni göndermek istemediğini biliyordum, ben de onu göndermek istemiyordum ama mecbur olduğumuzun da farkındaydım. Başımı salladım, arkama, binaya doğru baktım.
“Sen git, öyle gireyim.”
“Seni burada bırakıp gidebilir miyim?” diye sordu sertçe. “Hadi yavrum, gir.”
Bir adım geriye doğru attım, bakışlarım hâlâ yüzündeydi. Ona gitme diye yalvarmak istedim ama bunun bencillik olduğunu bilmek beni durdurdu. Gitmesi gerektiğini biliyordum. Gitmeliydi.
“Dikkatli ol,” diye fısıldadım.
“Hep,” dedi, “sen de dikkatli olacaksın, hep, değil mi?”
“Evet.” Ona sarılsam nasıl hissederdik? Yine ağlar mıydım? Ona aheste aheste gülümsediğim anda birden eli boynuma kaydı, beni sertçe kendine çekti ve yüzüm göğsüne gizlenirken beni bağrına basan o oldu. O bana sarılırken öyle yüksek bir yerden düşmüştüm ki sanki, ağzım gözüm kan leş içinde kalmıştı. His böyleydi.
“Dikkatli ol, dağ gelinciğim,” diyerek beni serbest bıraktı.
“Sen de dikkatli ol,” diye fısıldadım. “Bana mesaj atmazsan, sana mesaj attırma ritüeli yaparım, geceleri cinlenirsin.” Yutkunarak gülümsedim. Gülünce o kadar çok canım yandı ki ağlamak bile gülmekten daha kolaydı.
“İçeri gir,” derken benden ayrılmıyordu, sanki yüzündeki ifadeyi görmemi istemiyordu. “Bana bakmadan doğrudan binaya gir. Bana bakarsan gidemem, başıma bela açma.”
Hızlıca başımı salladığım anda benden uzaklaştı ama yüzünü göremedim bile. Ona sözümü tutmak istedim, binaya doğru döndüm, onu arkamda bırakıp yürümeye başladım ve onun da uzaklaşmaya başladığını hissetmek beni parçalarıma böldü.
Binanın kapısının önünde durduğum an gözyaşlarım gözlerimden benden bir komut beklemeden hızla süzülmeye başladı. Sadece birkaç saniye içinde artık tüm yüzüm ıslaktı.
Kendimi durduramadım.
Kendime dur diyemedim.
Sözümü çiğnedim, onu çiğnedim, başına bela olacağımı bile bile hızla koşarak binanın aralığından çıktım ve uzaklaşmaya başladığını gördüm. Önce sokak lambasının önünden geçti, ardından büyük adımlarıyla karanlıkta kalan incir ağacını aştı, tam köşeyi dönüp kaybolacaktı ki hızla ona doğru koşmaya başladım.
Sanki beni duymuş gibi adımları bir bıçak gibi kesildi ama arkasını dönüp bana bakmadı bile. Sadece durdu ve gelmemi bekledi.
Bedenim onun sırtına çarptığında ve kollarım hızla belini sardığında hafifçe öne doğru bir adım atmak zorunda kalmıştı.
“Hem yanımda hem özlediğimsin,” dedi bana bakmadan, büyük avucu karnının üzerinde birleşen ellerimin üstüne yerleşti. “Ama şu an yüzüme bakmaman lazım.”
“Aptal,” diye fısıldadım ıslak yüzümü sırtına silerek.
“Evet, öyleyim. Sen yaptın bunu. Aptal ettin beni.”
“Sen de beni,” diye ağladım sessizce.
“Döndüğümde,” dedi yavaşça bir adım atıp bizi ayırarak. “Sana bir şey söyleyeceğim.”
“Ben de sana söyleyeceğim,” dedim, ne diyeceğini biliyordum, ben de aynısını söyleyecektim. Artık beni sobelesin istiyordum, o sobelemezse ben onu sobelerdim.
“Önce ben,” dedi, gülümsediğini hissettim ama sesi bir nedenden titriyordu.
Bana bakmaya korktuğu bir nedenden.
“Sen söylemezsen ben söylerim,” diye fısıldadım sessizce.
Başını salladı ama bana doğru bakmadı. Birkaç saniyeydi, şafağın mavisi usulca gökyüzüne yayılıyordu, sokak lambaları hâlâ yanıyor ve yere süzülen ışıkların içinden çiseleyen yağmur taneleri geçiyordu.
Gurur tekrar yürümeye başladı. Gitmeye başladı. Kalan bendim ama neden ikimiz de terk edilenmişiz gibi hissediyorduk?
Bana bakmadan elini havaya kaldırıp salladı, ben de bana bakmasa da elimi kaldırıp salladım. Gözlerimden yaşlar süzülürken dişlerimi göstererek gülümsüyor, hemen geri dönmesini istediğim adamın gidişine el sallıyordum.
O şafak vaktinde, gittiği zaman bilmiyordu ki bir kaldırımda oturmuş, yağmur şiddetlenene kadar bir çocuk gibi arkasından ağlamıştım. Bilseydi, gidemeyeceğinden emindim. Bir şeyleri her zaman içimde yaşardım, insanlar ağladığımı hiç görmezdi, yüzümde hep soğuk bir ifade olurdu. O hayatıma girene dek, ben buzdum; o ateş olarak beni erittiğinde yok olacağımı sanmıştım ama hayır, beni var eden onun ateşi olmuştu.
Beni içinde saklandığım duvarın arkasından o duvarı yıkarak, parçalayarak çıkarmıştı. Şimdi moloz yığınının içinde oturmuş, etrafa saçtığı duygularıma bakarak ağlıyordum.
Hemen dönsün istiyordum.
İlk gün.
Çok dramatikti, yedek kamuflajına sarılıp uyumuştum ve bunu yaptığımı söylediğimde uzun uzun güldüğü bir ses kaydı atmıştı. Sessizliğin içinde atılmış bir ses kaydıydı, arkadan gece böceklerinin sesi geliyordu; açık alanda olduğu belliydi çünkü böceklerin sesi dört bir yana yayılıyordu.
Tüm gün Simge’yleydim, bana sıcak bir şeyler yapmıştı, üzüntüden mi bilmiyordum ama kanamam erken başlamıştı. Hem regl olmak hem de onu özlemek çok zordu. Birinci günün, otuzuncu gün olması için dua etmiştim.
İkinci gün.
Simge’nin nöbetini devralmaya gelen Yener’di. Kapıda karşılaştıkları sırada koltukta oturmuş dışarıda yağan yağmuru izliyor, cama düşen yansımalarını da görebiliyordum. İkinci gün ağlamamıştım, sabah erkenden beni aramıştı, yirmi dakika kadar konuşmuştuk.
Yener, Simge’ye, “İyi günler,” demişti ama Simge, Yener’e sadece başını sallamıştı içeri girerken. Yener’in ona bakakaldığını hatırlıyorum, sanırım Simge’ye hak verdiğim bir andı. Açıkçası, isterlerse birden gaza gelip birbirlerini duvara yaslayıp öpüşsünler, umurumda olmazdı. Kötü hissetmemek için elimden geleni yapıyordum.
İlk bir hafta böyle geçti. O bir haftanın sadece bir günü ondan haber alamadım, çok zordu, o gece Nihan bende kalıyordu ve o da Vural’dan haber alamadığı için mutsuzdu. Tüm gece somurtmuştuk, sonra sabaha karşı ikimizin de telefonları aynı anda çalmaya başlamıştı.
On beşinci gün.
Dersten gelmiştim, yorgundum. Leon ve Pars salonda uzanmışlar, güneşli gökyüzünü izliyorlardı. Isparta’da güneşi kolay kolay görmüyorduk, hava genellikle gri oluyordu ve güneşli kış günlerinde tüm gençler sokağa dökülüyordu. Kampüsteki sevgilileri, eğlenen insanları yüzümde çekilmez bir ifadeyle izlemiştim. Eve geldiğimde de burnumdan soluyordum.
Yener birdenbire mutfağımdan çıkınca neredeyse çığlık atacaktım. Sabah giderken ona Pars ve Leon’a bakması için mesaj attığım aklımdan çıkıp gitmişti. Ruh gibi bir suratla ona baktığımı görünce o da paniğe kapılmıştı ama dalgın olduğumu anlayınca konunun üzerinde pek durmamıştı. Elindeki kahve kupasını bana uzatırken, “Geldiğini pencereden gördüm, sana kahve yapmıştım,” dedi bana yüzündeki garip ifadeyle.
“Sence erken dönme ihtimalleri var mı?” diye sordum koltuğa doğru yürürken.
“Sanmıyorum. Sana bir şey söyledi mi bununla ilgili?”
“Söylemedi. Her bulduğu aralıkta beni arıyor. Tam olarak ne yapıyorlar orada?”
“Sana bu konuda vereceğim her bilgi, benim ömrümden bir gün çalabilir,” deyince ona dikkatle baktım. İfadesini anında toparlayıp, “Şakaydı,” dedi ama şaka olmadığını biliyordum.
Telefonuma düşen bildirim hızla telefonu açmama neden oldu. Aynı bildirim Yener’in telefonuna da düşmüştü. Sohbet grubumuzdan geliyordu mesaj, mesajı atan kişinin ismini görünce gülümsedim. Gittiği gece ağlayarak rehberdeki ismini değiştirmiştim.
Sevgilim: Beni özlediyseniz diye söylüyorum, ben sizi hiç özlemedim
Girdap Demiralp: Yalanları bırak, dün gece topluca çekildiğimiz resmi öptün de yattın, biliyorum
Girdap Demiralp: Nereden biliyorsun deme
Girdap Demiralp: Özleyince yaparım öyle şeyler…
Ecevit Erçetin: Öpse sizin olduğunuz resmi mi öper
Ecevit Erçetin: Salak bunlar
Adnan Bahtıvar: Resim değil, fotoğraf. Resim dediğiniz şey, çizilen şeydir.
Adnan Bahtıvar: Nerede cahil, ne konuştuğunu bilmeyen, oturmasını kalkmasını bilmez adam varsa hepsiyle arkadaş olmuşum.
Adnan Bahtıvar: Bana da müstahak.
Yener gülerek mesaj yazmaya başladı.
Yener Açıkgöz: Gurur, Zeliş elceğizlerimle yaptığım kahveyi içerek ağlıyor
Yener Açıkgöz: Pardon oturuyormuş, her gün ağlarken yakaladığım için yine ağlıyor sandım asdfghgfds
Zeliha Özdağ: Yener bu aralar kendini görünmez gibi hissediyor musun
Zeliha Özdağ: :d
Yener Açıkgöz: Haha.
Bana dik dik baktı, ben de ona gülümseyerek baktım.
Sevgilim: Ağlıyor mu?
Zeliha Özdağ: Ağlamıyom
Sevgilim: Yalancı. Ağlıyon.
Zeliha Özdağ: Ne ağlıcakmışım ben
Zeliha Özdağ: Sen ağlıon
Vural Demirezen: Slm zelha
Zeliha Özdağ: A.s vral
Vural Demirezen: Anlamdm
Zeliha Özdağ: Naslsn
Vural Demirezen: İim sğl grrr bana emant mrk etme tm mı aklnkalmasn
Zeliha Özdağ: Tm teşekr ederim
Vural Demirezen: Eyv zela
Zeliha Özdağ: Anbean ismimi yok etmeye karar vermiş gibisin
Devran Soydere: Ashdfghshdhsgdsgh
Vural Demirezen: Bu arda bu adm ne zmn zlihyla konuşsa kuma kalplr çizior
Devran Soydere: ASHDGAHSHAJSHJAHDHSHD
Sevgilim: Kes lan
Sevgilim: Devran, eve uğruyor musun ara sıra
Devran Soydere: Şimdi şöyle ki
Zeliha Özdağ: BİR KERE GÖRMEDİM YÜZÜNÜ, HER GÜN BİRİCİK’LE BERABER STORYLER ATIYOR, ARABAYLA GEZİYORLAR, BUGÜN KAMPÜSÜN ÖNÜNDE GÖRDÜM İKİSİNİ BENİ GÖRMEDİLER ÇÜNKÜ MUTLUYDULAR
Zeliha Özdağ: YİNE BEN DIŞINDA HERKES MUTLU
Devran Soydere: Zinhar iftira
Devran Soydere: Geçen hafta tavuk al gel dedin, almadım mı
Zeliha Özdağ: Aldın da noldu Adnan’la yolladın çünkü mutlu olmakla meşguldün.
Devran Soydere: Mutlu olduğum için özür dilerim Zeliha.
Zeliha Özdağ: Bir daha dile.
Sevgilim: Basayım mı sana Zerdam
Adnan Bahtıvar: Ne
Girdap Demiralp: Ne
Sevgilim: Pozitif
Yener Açıkgöz: Ne
Devran Soydere: Ne
Hakan Basri Şenkaya: Ne
Tayfun Soydemir: Ne
Sevgilim: Lan pozitif basayım mı dedim
Vural Demirezen: bşına vrmuş bunun
Bir süre mesajlaştık, bu bana ilaç gibi gelmişti. Geçen on beş gün, onu özleyerek ve aralıklarda onunla kısa da olsa mesajlaşıp, telefonda konuşarak geçmişti. Sohbet grubuna ilk yazışıydı, nerede ve ne durumda olduğunu bilmiyordum. Birileri de bana bu konuyla ilgili bilgi vermiyordu.
Simge geldiğinde, Yener ile kahve içiyorduk. Anahtarıyla girmişti eve, yüzünde bir gülümseme vardı ve kulaklığı kulağındaydı. Montunu askıya asarken biriyle konuştuğunu fark etmiştim. Yener’in gözleri onda saplı duran bir bıçak gibiydi, Simge’yse onu izleyen gözlerin varlığından bihaberdi.
“Bu şehri sevdim,” dedi Simge boynunu esnetirken. “Ankara’dan daha çok sevdim, evet.” Bir süre karşısındaki kişiyi dinledi, yabancının sesi kulaklıktan dışarı sızıyordu ama konuşmaları anlamak zordu. Sadece devamlı gülen bir kadının sesine benziyordu.
“Erkeklerini bilemem,” deyince, Yener oturduğu yerde dikleşerek gözlerini cam duvardan dışarıya çevirdi. Sokağı izlediğini sansam da camdaki yansımadan Simge’yi izlediğini anlamıştım. “İllaki öğrenirim ama.” İşte bu cümle, Yener Açıkgöz’ün kaşlarının sertçe çatılmasına neden olan cümleydi, profilinden zor da olsa seçiliyordu sert bakışları. Bu açıdan, Simge’nin onun yüzüne yerleşen ifadeyi görmesine imkân yoktu.
Yener kahve kupasını sehpaya bırakıp aniden ayağa kalkınca Simge’nin gözleri ona takıldı. Bakışları karşılık bulmadı. Yener, masada duran cüzdanını aldı ve “Ben çıkıyorum, Zeliş,” dedi. “Gece yine uğrarım. Girdap da buralarda olacak. Kapı deliğinden bakmadan kapıyı açmak yok.” Gülümsedi ama gülümsemesi sahteydi, bunu görebildim. Başımı salladım.
Her nedense, Gurur’un gidişiyle beraber bana karşı bir sorumlulukları varmış gibiydiler. Sanırım sebebi kazaya neden olan kişiydi. Yeniden bana bulaşmasından korkuyor gibi bir hâlleri vardı, Yener’i sık sık konuyla ilgili telefonla konuşurken yakalıyordum. Bir keresinde telefonda, “Düşündüğün gibi oldu,” demişti. “Komadan çıkamadı. Ölmüş.” Neyden bahsettiğini bilmiyordum ama o kadar büyük bir karmaşanın içindeydim ki öğrenmek de istememiştim.
Yener, Simge’nin yanından geçerken Simge’ye doğru bakmadı. Ona iyi günler de demedi, iyi akşamlar da demedi. Zaman kavramım Gurur ile birlikte solmuştu, saate bakma gereği bile duymuyordum; güneş akşama mı aitti öğlene mi yoksa sabaha mı, bunu bile bilmiyordum.
Simge, omzunun üstünden onun gidişini izlerken kaşlarını çattı ama tek kelime etmedi.
“Nesi var bunun?” diye sordu telefonu kapatıp kulaklığını kulağından çıkarırken.
“Günlerdir çocuğu görmezden gelen sensin, sana selam mı verecekti bir de?” diye sordum ve kahvemden bir yudum daha aldım. Her şey boşlukta asılı duruyor gibi geliyordu bana; en büyük boşlukta ise asılı duran bendim.
“Yarım ağızla konuşuyor, onunla mı uğraşacağım?”
“E o zaman nesi var bunun deme.”
“Ay sen de bugünlerde çok gerginsin,” diyerek karşıma oturdu. “Tamam, yemedim Yener’i.”
“Yemeni isterdi,” diye mırıldandım ama Simge kulaklığını tekrar taktığından bunu duyamadı.
Onu daha ne kadar özleyeceğimin bilinmezliğiyle, bir günü daha sonlandırdım.
⛓️
Sen yoksun, oda soğuk; sen yoksun, ben bu yatakta kırkı çıkmış kalpsiz bir ceset, öyle soğuk ki çürüyor ama kokmuyorum, kalbim yok ama atışlarını hâlâ duyuyorum.
Kâğıda yazdığım bu cümleyi uzun süre izledim ve sonra kağıdı bir köşeye fırlatıp yatağa girdim. Artık günleri saymıyordum, saydıkça çoğalıyor gibi geldiğinden takvime bakmaktan kaçınıyordum.
“Aşkından şair olmadığım kalmıştı, koca kafalı ya,” diye söylendim yorganı kafama kadar çekerek. “Ay gerçekten sonsuz utanç verici.”
Mesajları azalmıştı, artık çok sık arayamıyordu, üç günde bir belki, o da beş dakika. Bazen üç. Bazen bir. En azından sesini duyuyordum. İyi miydi, nasıldı, benden sakladığı bir şeyi var mıydı, bir yarası var mıydı, ne yapıyordu hiçbirini bilmiyordum. Bilinmezliğin çok ağrıttığını biliyordum. Hepsi buydu.
Yatakta sağa döndüm, sola döndüm. Hangi yöne dönsem, kalbim o yönüme battı. Kaçamadım, saklanamadım, durduramadım.
Son birkaç günü düşündüm. Cenan ile kahve içmiştim, Muşta ile jenga oynamıştım, taşlar devrilince taşların devrilmesini bahane ederek ağlamıştım, Cenan bana bir kitap ödünç vermişti ve kitaptaki cümlelerin altını çizerken aklıma Gurur geldiği için kitabı da yarım bırakmıştım. Üç diziye başlamıştım, ikisi bitmişti, bir tanesinde karakter gülünce yüzünde Gurur’un yüzünde oluşan çizgiler oluşuyor diye sonu görememiştim çünkü durmadan oyuncunun güldüğü kısmı başa sarıyordum. Delirmiştim. Evet, bu delilik olabilirdi.
Ya da bu aşktı.
Geldiğinde yüzüne bağıra bağıra söyleyeceğim şey, ona âşık olduğumdu. Ne olursa olsun, sobeleyecektim onu. Önce ben, demişti ama yüzüne bağırmak istiyordum. Onu sevdiğimi bağırmak istiyordum.
Delilikti bu.
Aşktı.
Aşk delilikti.
Devran ve Biricik’i izlediğim anlarda da sessizdim, Yener ve Simge’nin arasındaki soğuk savaşı anlamlandırmaya çalışırken de… Bazı akşamlar Tayfun’la mesajlaşıyordum, çok garip bir şekilde müthiş bir film zevki vardı, filmlerden konuşuyorduk ve bu süreçte ona kendimi daha yakın hissetmeye başlamıştım. Korkutucu ve güçlü görüntüsünün altında, espritüel ve anlayışlı bir adam vardı.
Aşktan tozuttuğum anlarda Tayfun’a, Gurur’u ne kadar özlediğim hakkında uzun uzun, başkası okusa göz devireceği mesajlar yolluyordum. Tayfun da gülümsüyor ve bunun bir süreç olduğunu, alışacağımı, yakında geleceğini söylüyordu. Aşk hakkında çok fazla fikri, aforizması vardı. Açıkçası, onunla konuşurken daha rahattım çünkü aptal âşık tavırlarım onu hiç sıkmamıştı. Şu dizilerdeki büyük konuşan adamlar gibiydi, hani karakterin babası, abisi gibi olan adamlar… Öyleydi işte.
Zilin çaldığını duyduğumda yatakta uzanmaya devam ediyordum. İçimde, anlamını hisseden kişi olmama rağmen benim bile çözemediğim bir sıkıntı dolaşıyordu. Kirli, pis bir kan gibiydi. Damarlarımın içinde ilerliyordu. Bir şeyi varken bile kaybetmiş gibi hissederdi bazen insan, yanındayken bile yokmuş gibi. Bir nedenden, öyle hissediyordum.
Huzursuzca yattığım yerden kalkıp basamakları inmeye başladım. Zil bir kez daha çalınca kaşlarım çatıldı. Leon ve Pars, kulaklarını dikmiş, salondaki koltuktan kapıya doğru bakıyorlardı. Antrenin lambası yanıyordu, bunun dışında ev karanlık sayılırdı.
Kapı deliğinden bakmak için parmak uçlarımda yükseldim, baktım ama bir şey göremedim. Bir siyahlık vardı, sanki biri parmağıyla ya da başka bir şeyle deliği kapatıyordu. Kalbim birdenbire öyle şiddetli vurmaya başladı ki bir adım geri gitmek zorunda kaldım. Tehlikede miydim? Ne yapmam gerekiyordu? Kapının ardındaki kimdi? Sorular birbirine çarptıkça daha da alevlenip zihnimin içini yangın yerine çevirdi.
Tam telefonu çıkaracaktım ki bir defa daha zil çaldı.
Huzursuzluğum büyüdü, katlandı, kalbimin göğsümün içinde yer edinemediğini hissettim. Telefonla konuştuğumu duyarsa, içeride olduğumu bilirdi. Birkaç saat önce Girdap buralardaydı, hâlâ yakınlarımda olabilir miydi? Ya da Yener eşek şakası yapıyor olabilir miydi? Sanmıyordum. Beni bu denli uyarırlarken bunu yapmazlardı.
Kapı deliğine bir defa daha yaklaştım, meraklı gözlerim karanlığı görme düşüncesiyle dışarıya uzandı ve o an, karanlığın kaybolduğunu gördüm.
Şimdi dışarıyı görebiliyordum.
Üzerinde yuvarlak yaka, kamuflaj tişörtü olan biri vardı dışarıda ama yüzü görünmüyordu. Acaba yorulup elini oraya mı yaslamıştı da görememiştim? İçimdeki huzursuzluk artsa da kilidi kaldırdım ve kapıyı yavaşça araladım.
Birdenbire aralıktan uzanan elin bileğimi sardığını hissettiğimde, dudaklarımdan korku yüklü bir çığlık döküldü ama bu çığlık, bedenim sıcak bir bedene çarptığında ve dudaklarım tanıdık dudaklara yaslandığında anında yerini şaşkınlıkla çevrili bir iniltiye bıraktı.
“Gurur!” diye bağırdım dudaklarına doğru, bu dudaklarımız birbirine değiyorken sesli bir şekilde gülmesine neden oldu. “Erk…Erken mi geldin?” Kollarımı onun boynuna sararak kucağına tırmanmaya çalıştım ve o da geri çekilmeden bana daha sıkı sarılıp beni kucakladı. “Yirmi üç gün olmuştu!”
“Hani gün saymayı bırakmıştın, yalancı,” dedi gülerek yüzümü, boynumu, saçlarımı koklarken.
“Ben saymadım, kalbim saydı.”
“Vural’ı tesise bıraktım, diğerlerine görünmeden ilk sana geldim.”
“Geleceğini söylemiyorsun bir de!” Ağlamamı bastırarak kollarımı boynuna sardığımda şiddetli bir kahkaha attı.
“Giderken söylediğimi hatırlıyor musun?” Sorusu, kucağında donarak geri çekilmeme, ona bakakalmama neden oldu. “Sana söyleyeceğim bir şey vardı.”
Kalbim, göğsümün içinde genişlemeye başladı.
Beni yere indirdiğinde, zaman bizim için daralıyormuş gibiydi, saniyeler hızla üzerimize yağıyordu. Artık zamanı gelmişti, ikimiz de biliyorduk. Her şeyi aşan biz, bunu da aşmıştık ve artık beni sobelemeye karar vermişti.
Bana o gece söylememişti, içten içe dönememekten korktuğunu biliyordum; dönemeyeceği birine onu sevdiğini söylemek, ona yapılmış en büyük kötülük olurdu. Gurur, bunu biliyordu. O yüzden o gece değil, döndüğü gece söylemek istemişti.
Ve işte şimdi buradaydık, dönmüştü.
Yüzünde bu denli yoğun çıkan sakalları ilk görüşümdü.
Yara ve çiziklerle dolu elleri benim pürüzsüz ellerimi içine aldığı anda bilekliklerimizin uçları birbirine tutundu ve tıpkı bizim gibi tamamlandılar.
“Artık kaçmayacağım, bu saklambacı hangimiz önce sobeleneceğiz diyerek uzatmayacağım,” dediğinde yutkundum, gözlerim ellerine kaydı, ellerinin üzerindeki yara ve çiziklerin canımı bu kadar acıtması normal miydi? Bir insan, bir insanın canını nasıl sadece yarasıyla acıtırdı? Gözlerim gözlerine tırmandığında burnumu çektim, bu hareketim onu gülümsetti. “Her şey bu kadar ortadayken, daha ne kadar gizleyebiliriz, yok gibi davranabiliriz, Zerda?” diye sordu kısık sesle. “Ben artık daha fazla beklemek istemiyorum, ortadaki bir şeyi yok saymak istemiyorum.”
“Ben de istemiyorum,” dediğimde birden başını eğerek yüzlerimizi aynı hizaya getirdi.
Dudaklarının aralanmasıyla tüm kaderimizi değiştireceğini biliyordum.
Hissetmek başka bir şeydi, bilmek başka bir şey, duymak bambaşka. Bunu ondan duyacaktım.
“Anne,” dedi küçük bir kız çocuğu koridorun öteki ucundan, o an, Gurur da ben de omzumuzun üzerinden sesin geldiği yöne baktık ve çivit mavisi gözlerin sahibi küçük kız ile Cenan’ı el ele gördük. Küçük kız önce annesine, sonra da bize çevirdi bakışlarını. Bu, Gurur’un donup kaldığı andı. Aynı şeyi benim de görüp görmediğimi merak eder gibi bakışlarını bana çevirdiğinde, hissettiği şaşkınlık birdenbire bambaşka bir şeye dönüştü çünkü gözlerimde gördüğü tek şey panikti. Bir şeyi ilk kez görmüş biri gibi değil, o şeyi bilen ve bilinmesini istemeyen biri gibi bakıyordum.
Gurur bunu gözlerimde gördüğünde, zamanın nabzının yavaşladığını hissettim.
O an, Gurur’un taş duvarlarının üzerime yıkılmaya başladığı andı.