🎧: Teoman, Kupa Kızı ve Sinek Valesi
Odanın camından içeri devrilen beyaz bir far ışığının, yolu aşındıran tekerleklerin ilerlemesiyle odanın içinden silinmeden hemen önce yere serdiği ışıkta, gölgesini kaybetmişti.
Işık silindi, gölge ışık ile gitti ve karanlık hiç susmadı.
Parmaklarını son kez beyaz elbisesinin üzerinde gezdirdi, parmak uçları elektrik saçıyormuş gibi huylanarak aynadaki görüntüsünü izledi. Koyu renk saçları dalga dalga aşağı sarkıyor, beyaz elbisenin kumaşının sardığı göğüslerinin üzerinden akarken âdeta parlıyordu. Bir süredir dilinden hiç düşürmediği şarkının sözlerini mırıldanırken, gözlerinden kayan bir damla gözyaşının farkında bile değildi ama şarkıyı bitirip ellerini makyaj masasına bastırarak aynaya yaklaştığında, gözyaşı damlası çenesinden aşağı akıp boynuna dokunmadan göğsüne düşmüştü.
Bugün yılın son günüydü.
Yarın onunla olacağı son yılın, ilk günü olacaktı, bunu bilmiyordu.
“Canım Bal,” diye fısıldadı sessizce. “Keşke bir kar küresinde saklasam bizi.”
💫️
Zaman, içimden geçerken zehrini ruhumun kuluçkasına yatırıyormuş gibi hissederdim.
İrem’in kelimeleri zihnime dolduğunda, zihnimin algıladığı kelimeler depremi çağrıştırıyordu. Bir an neyi bilebileceğini sorgulayarak donup kaldım. Kartal, “Lavin,” dedi onu duymadığımın farkındaymış gibi. Ne zamandan beri konuştuğunu bile bilmiyordum, sadece mesaja bakıyordum. “Beni duyuyor musun?”
“Bekle,” dedim afallamış bir hâlde.
“Sorun ne?”
“Dur bir saniye.” Hızla İrem’e bir mesaj yazmaya başlıyordum ki yukarıda İrem’in hâlâ bana bir şeyler yazıyor olduğunu görüp duraksadım. “Siktir.”
“Yalan söyleyemeyeceğim, siktir deyişin feci çekiciydi,” dedi Kartal hattın diğer ucundan, kaşlarım bir süreliğine çatılsa da İrem’in mesajı önüme dökülür dökülmez çatık kaşlarımın ortasında oluşan yarık, yavaşça ifadelerimle dolmaya başladı.
İrem: Şu eski sevgilin dün gece kulüpteydi, Emir sana anlattı mı bilmiyorum ama epey alkollüydü ve çok da öfkeliydi. Cenk’le konuşmalarını duydum, çocuk kapına kadar gelmiş ve onun yüzüne bakarak başkasını sevdiğini söylemişsin… Ne yalan söyleyeyim, içimin yağları eridi çünkü bunu sonuna kadar hak ediyordu o sümsük, seni bırakıp giderken düşünecekti. Şimdi de otursun ağlasın. Ama… KİM BU SEVDİĞİN KİŞİ YA?
“Oh be,” diye fısıldadım, Kartal hattın diğer ucunda derin bir nefes aldı. “İrem bir mesaj yolladı, her şeyi bildiğini yazan,” Kartal’ın şaşırmasına bile fırsat vermeden lafımı tamamladım, “ama başka bir konuymuş. Rahatladım.”
“Seni rahatlatan kişinin İrem olması ne acı…”
Yanaklarımın içini dişleyerek, “Telefonu kapatır mısın?” diye sordum ters ters. “Kandırmam gereken gayet zeki bir sarışın var.”
“Zeki olduğu konusunda hemfikir değiliz,” diye homurdandı. “Her neyse, her neredeysen bir an önce yanıma dön. Döndüğünde ne olduğunu anlatırsın.”
“Emir verir gibi konuştuğun sürece hiçbir şeyi bilmeyeceksin,” dedim ve hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden telefonu kapatıp mesaj yazmaya başladım.
Lavin: Püskürtmek için yaptığım bir şeydi, kimse yok hayatımda…
İrem: Yok yani…
Lavin: Evet, neden?
İrem: Ne bileyim, çocuk öyle yıkık bir hâldeydi ki bir an üzülecek gibi oldum ama sonra kalpsiz kraliçe tarafım dedi ki, git ve onun kıçını tekmele. Sen de amma iyi oyuncuymuşsun.
Bu durumun Özay’ı bu denli sarsacağını bilmiyordum. Sonuçta uzun zaman olmuştu. Zaman, üzerindeki tüm kiri biz ayrıldıktan sonra yağan yağmurlara emanet ederek arınmıştı. Onunla ayrıldığımız zaman yeniden o ve ben diye bir şey olmayacağının farkındaydım, onu gönderen bendim ve buna rağmen giden de oydu. Kalmayı istese bile ben bunu istemezdim, her zaman iyi bir geleceği olmasını istemiştim ve önünde bir duvar gibi dursaydım, geleceğinin akıp varacağı yolu kesmiş olurdum. O, durmaksızın akan bir su gibiydi ve ben, o suyun yönünü değiştirebilecek olan önüne dikilmiş bir duvardım. Eğer kendimi onun önünden yıkıp bir aralık açarak geçip gitmesine izin vermeseydim, o su önümde birikecekti ve bir gün o suyun altında boğulan ben olacaktım.
Yunus Emre, “Bastonunu getirmemi ister misin, babaanne?” diye sorunca kafamı kaldırıp boş bakışlarını yüzüme sabitlemiş arkadaşıma baktım. Parmağını burnuma vurdu. “Arkamı bir döndüm, yoktun. Az daha seni kaybediyordum ve bu olsaydı, Kartal yeni yıl için portakallı Yunus yapardı.”
Zihnime vuran dalganın duvarımı aşındırarak önümde yükselmeye başladığını fark ettiğimde, bu dalganın geçmişten geldiğini, içinde Özay’ı taşıdığını biliyordum. Onu düşünmek istemiyordum ama bir tarafım, onun için acıyordu. Onun gözlerine sinmiş o ifadeyi unutabileceğimi zannetmiyordum. Yunus’a güçlükle gülümsediğimde, Yunus bir terslik olduğunu anlamış gibi kaşlarını çattı.
“İki dakika arkamı döndüm, yine bir şey mi oldu?” Sorusu beni daha geniş gülümsemem için tetiklemişti. “Ne bu suratının hâli? Yoksa az önce 3000 lira kadar kazıklandığın için mi yüzün düştü?” Genişçe gülümsedi, bu beni daha içten ve sesli bir şekilde gülmeye itmişti.
“İrem’i kandırıyordum,” dediğimde Yunus durup gözlerimin içine baktı. Sıkıntıyla nefes aldım. “Birini kandırmak o kadar kötü hissettiriyor ki.”
“Biliyorum,” dedi. “Ama emin ol, hiç kimseyi kandırman, kendini kandırdığın kadar canını yakmaz.” Ne demeye çalıştığını anlayamadan ona baktığımda omuz silkerek önüne dönüp, “Hadi,” dedi. “Şu kitabı bana ver de yeni yıl gecesine kadar senin için saklayayım.”
Yunus kitabı benden alıp, paltosunun iç cebine koydu. Caddenin kenarından birkaç paket kahve alıp Kartal’ı bıraktığımız restorana doğru ilerlemeye başladık ama biz henüz yürümeye başlamıştı ki, kalabalığı yararak bize doğru yürüyen Kartal’ı gördük.
“Geliyor,” dedi Yunus bana doğru yaklaşarak. “Umarım İrem’i kandırma konusundaki başarını, Kartal’ı kandırma konusunda da gösterebilirsin.”
Bir an arsızca, umarım, demek istedim ama bunun yerine Yunus’un yanında sessizliğimi dilime bağlayarak yürümeye devam ettim. Bize attığı her adımda, kalabalığı yürüdükleri kaldırımdan savuran bir fırtınaya benzediği düşüncesi zihnime kalın düğümler atıyordu. Sadece birkaç büyük adımda dibimizde bitti, gözlerine yayılan endişeyi fark ettiğimde bakışlarımı kalabalığa çevirmeye çalıştım ama o bakışlarını bana mıhlamıştı.
“Nerede kaldınız?” diye sordu sertçe.
“Geldik işte,” dedim homurdanarak. “Hadi gidelim.”
Kartal’ın şüpheci bakışları yüzümde dolandıktan sonra su gibi akarak Yunus’a çevrildi. Yunus’tan da beklediği cevabı alamayınca derin bir nefes alarak, “Şu İrem mevzusu ne?” diye sordu.
“Bunu arabada konuşalım,” dedim, Özay’ı içine alarak anlamlarına katmış bir konuyu ona çat diye söylemek zorunda kalacaktım ve içimden bir ses, onun içinde Özay’ın geçtiği hiçbir şeyi duymak istemediğini söylüyordu. Yine de merakını gidermek zorundaydım, sonuçta bu konu yalnızca beni ilgilendirmiyor, onu da ilgilendiriyordu.
Araca bindiğimizde bir süre sessizlik tüm kelimelerin üzerini örterek onları sakladı. Emniyet kemerinin tokasıyla oynarken, anlatmaya başlamazsam konuyu açan tarafın o olacağını biliyordum. Yunus aracın arka camını yarıya kadar açıp bir sigara yaktığında, Kartal gazı yavaşça kökledi ve rüzgâr aracın içine dolarak saçlarımı uçuşturdu. Bakışlarımı usulca Kartal’a çevirdim, benden bir cevap beklediği net olsa da ifadesi sakin, gözleri yoldaydı.
“Seninle telefonda konuştuğumuz sırada İrem’den bir mesaj geldi,” dedim sonunda sessizliğime bir son verip. “Mesajda her şeyi bildiğini yazmıştı.” Kartal bir an duraksar gibi olup omzunun üzerinden bana bakınca bakışlarımı yumuşattım ve gözlerimde gördüğü güven onu sakinleştirmiş gibi sakince konuşmamı bekledi. “Telaşlandım ama arkasından bir mesaj daha geldi. Konu bendim, yani Özay falan.” Bir an Kartal’ın gözlerinde iki büyük ölüm çukurunun oluştuğunu gördüm. Bakışlarım bir fırtınanın yerinden söküp götürdüğü ağaç gibi kenara devrildi. Yunus olayları bilmiyordu, bu yüzden net olarak kurmam gereken cümlenin üzerini karanlık bir örtüyle örtmek zorundaydım. “O gece, Özay’ın geldiği gece olanları biliyor ama tamamını değil.”
“Bunu ona o sik ağızlı mı anlatmış?” Öfkenin kıvrım kıvrım sardığı sesine sığdırdığı kelimeler beni duraksattı. Özay’ın hakareti hak eden bir adam olduğuna inanmıyordum; onu tanıyan bendim. O her zaman iyi kalpliydi, her zaman anlayışlı olan taraftı, her zaman kendinden bir şeyler verir ama yine de karşısındakinden bir karşılık, herhangi bir şeyler beklemezdi. Bir an ona olan öfkesi beni incitti ve bakışlarım ön camdan dışarı salındı. Kartal’ın gözlerini profilimde gayet net, ucu zehir dolu bir okun iğnesi tenime batmış gibi acıyla hissediyordum.
“Kulüpteymiş sanırım, İrem bir şeyler söyledi ama hatırlamıyorum.” Sesim stabil yükselse de bakışlarım renklerini kaybetmişti. “Cenk ondan öğrenmiş, İrem de Cenk’ten.”
“Şu Cenk denen sarışının ağzında bakla ıslanmıyor,” dedi Yunus konuyu dağıtmak istiyormuş gibi. “Bu arada konu ne?” Sigarasından bir fırt çekince ateşin çatır çatır ezdiği tütünün alevi zihnimde renklendi.
“İrem ne diye sana yetiştiriyor? Kulüpteyse kulüpteymiş, senin neden umurunda olduğunu düşündü ki?” diye sordu Kartal birdenbire, sesi normal bir şeyden bahsediyormuş gibi sakinlikle örülü gibi dursa da öyle olmadığı bariz ortadaydı.
“Çünkü bana bir soru sordu ve ben de onu püskürtmek için yalan söylediğimi söyledim,” dedim sertçe. “Neden böyle sorular soruyorsun?”
Kartal burnundan sert bir nefes vererek, “Nasıl sorular soruyormuşum?” diye sordu aynaymışım da kendi sertliğimi bana yansıtıyormuş gibi. “Soru falan sormuyorum.”
Yunus’un arkada gözlerini kısmış, kaşları çatık, garip bir ifadeyle bizi izlediğini dikiz aynasından görünce, “Her neyse ya,” diye söylendim sakince.
“Aynen,” dedi Kartal.
“Ne aynen ya?”
“Her neyse,” diye söylendi.
“Tamam işte, ben her neyse dedim ve kapandı konu, sen neden aynı şeyi söylüyorsun? Sus işte, kapandı konu,” dedim birden öfkelenerek.
“Sen sus, ne bağırıyorsun? Her neysene her neyse,” dedi bir anda bana doğru dönerek.
“Benim her neyseme her neyse diyen senin her neysene her neyse!” Gözlerimi yüzüne diktim, tıpkı onun gözlerini benim yüzüme diktiği gibi.
“100 metre sonra sağa dönünüz,” dedi Yunus mekanik bir sesle.
“Ne diyorsun sen de amına koyayım ya?” diye sordu Kartal homurdanır gibi.
“Yola bakmıyorsun ya, ondan haber vereyim dedim. Bakışmanızı bölmeyin siz, ben söylerim ne tarafa döneceğimizi, kaç metre gideceğimizi.”
“Benim ona baktığım falan yok,” dedim kafamı çevirip önümde akıp giden, bir tarafı karlarla kaplı dağ yolunu izlemeye başlayarak. “Kendi kendine konuşup, kendi kendine baksın. Her zaman yaptığı şeyler sonuçta.”
“Duvara konuşuyormuşum gibi hissettiğimi söylemiştim, duvar olduğunu da kabul ettin şu an,” diye karşılık verdi ama ona aldırış etmeden yolu izlemeye devam ettim. “Hem ben de sana bakmıyordum zaten.”
“Yalan tamamen, bal gibi de gözlerini dikmiş bana bakıyordun,” dedim ona bakmadan.
“Bak bakayım, bakıyor muyum sana ben?”
“Ne bakacakmışım sana ben, belediye baksın sana.”
“Sana baksın belediye.”
“3/B sınıfından Kartal ve Lavin, artık şunu keser misiniz?” Yunus derin bir nefes aldı. “Genelde ilkokulda erkekler, hoşlandığı kızlarla böyle laf yarışına girerlerdi, Kartal. Lafı açılmışken söyleyeyim, kazık kadar adamsın, farklı taktikler kullan. Bir saniye, ne zamandan beri sevgilisiniz lan siz?”
Öyle miydik? Sanırım durum buydu.
Bir an sustum, Kartal da susmuştu. Aramızda bir şey olduğunu biliyordum ama ne olduğunu en azından Yunus Emre söyleyene dek, ben de bilmiyordum.
Evet, tam ortamızda dimdik duran bir şeydi bu; uzun, sırtından aşağı pelerin gibi uzanan kanatları olan, teni elmaslarla kaplı bir yaratık gibi tam ortamızdaydı. Bazen o yaratığın gözlerini yüzümde, düşüncelerimde hissediyordum, bazense yaratık sadece Kartal’ı izliyordu ama öyle bir an geliyordu ki, gözleri yan yana duran bizde, birbirimize sustuğumuz cümlelerimizdeydi.
İşte o zaman, o yaratığın bizde gördüklerini de bizden istediklerini de iyi biliyordum.
O an, yaratığın ne olduğunu biliyordum.
“Bir süredir,” dedi Kartal, bu cevap beni duraksattı ama ona bakamadım. Her ne kadar yüzüne çizdiği her mimiği merak ediyor olsam da duygular beni kıyıya gömen şiddetli bir dalgaya dönüşmüştü.
“Sonunda kabullendiniz yani, durum bu mudur?” Yunus, benim aksime çok sakindi. Beklediğinin bu olduğunu fark edince, şaşkınlık biraz daha yoğun bir şekilde içime sızıp kanıma karıştı. Sessizce yutkunduğumda bana baktığını hissettim. “Anlayan ilk kişi olabilirim ama son kişi olmayacağım, biliyorsunuz, değil mi?”
“Biliyoruz,” dedi Kartal. “Bir şeyleri önce birbirimizden saklamayı başaramadık, şimdi de başkalarından saklayamayacağız, bunu zaten biliyorum.”
“Sorun bizimkilerin bilmesi değil,” dedi Yunus Emre anlayışla. “Sizi kuzen sananların bilmemesi gerek, hepsi bu. Yoksa isterseniz şimdi gidip evlenin. Açıkçası biliyor musunuz, bana ne?”
“Sağ ol,” dedi Kartal. “Çok rahatlattın içimi.”
“İçin epey rahatlamış görünüyor,” dedi Yunus aramıza girip yanağımdan makas alarak.
“Ya git,” diyerek omzuma koyduğu elini ittim. “Uğraşma benimle ya.”
Birden Kartal’a döndü ve “Lavin, ben kimsenin elini tutmam, tuttuğum şeyler başka şeyler olur,” diyerek Kartal’ı taklit etti.
“Siktir lan, göt,” dedi Kartal birden, Yunus’a kurularak.
“Biz birbirimizin hiçbir şeyiyiz,” diye yeniden Kartal’ı taklit etti.
“Geç dalganı,” diye homurdandı Kartal.
“Lavin senin onun arkasından bana söylediklerini biliyor mu?” Bir an duraksayarak Yunus’a döndüm. Kartal’ın bumbuz kesildiğini hissetmiştim. “Güzelliği on para etmez, bendeki bu aşk olmasa dedi, Lavin…”
“At yalanı sikeyim inananı…”
“Ne dedi?” diye sordum ciddi bir ifadeyle Yunus’a bakarak.
“Dedi ki: Gözlerin, dudakların alev alev, çağırıyor yangınlara… Öyle bir şey var ki sende çözemediğim, insanı çılgınlıklara sürüklüyor…” Şiirsel sesine kattığı alay beni güldürdü.
“Bunu bu şekilde sana söylüyorsa, sıkıntı büyük, Behlül Haznedar.”
“Iy,” dedi Yunus arka koltuğa geçerek. “Behlül o, ben Peyker, sen de Bihter…” Yunus neşeyle güldü. “Bu gece bunu hayal ederek uyuyacağım…”
“Neden böyle şeyler hayal ediyorsun lan sen benimle ilgili?” Kartal, Yunus’a yandan bir bakış attı.
“Demek sevgilisiniz,” dedi Yunus sırıtışı genişlerken. Birden ikimiz de sessizliğe gömüldük. “Ha yani şimdi sevgilisiniz siz…”
Bir süre araç sessizce ilerledi.
Sonra Yunus o sessizlikte yine konuştu. “Bayağı bayağı sevgilisiniz yani şimdi siz…”
“Kes sesini,” dedi Kartal. “Atarım seni arabadan.”
“Beni arabadan atarken bile sevgilisiniz…”
“Sus artık ya,” diye çemkirdim.
“Sevgilin çemkiriyor, Kartal, sevgilisiniz diye söyleme gereği hissettim…”
Aynı anda, “Yunus,” dediğimizde güldü.
“Efendim sevgililer?”
“Hay senin kafanı götünü…”
“Lavin, sevgilin götüme başıma küfrediyor, sevgilisisin ya, bilip uyar istedim.”
“Kartal yap ya,” dediğimde araba yolda ilerliyor, sesimiz yola karışıyordu. “Cidden bunu yap.”
“Kartal demeyeceksin, sevgilim diyeceksin. Yap sevgilim diyeceksin. Sevgilisi, yap beni!” diye alayla güldü, bu bizi de güldürmüştü.
Çiftliğe döndüğümüzde Yunus ile aramızdaki bakışmalar Kartal’ın dikkatinin çapasıyla yarılmamıştı. Kitabı o gece gelene dek Yunus’un saklaması gerekiyordu. Böylelikle bir anlık boşluğuma gelip ona yakalanmazdım. Çiftliğe döndüğümüzde Zafer amca ortalarda yoktu, Yunus Emre dışındaki herkes salondaydı ama Yunus onun için hazırlatılan odaya gitmeyi tercih etmişti. Bu onun seçimiydi, onu zorlayamaz, onun yarasına merhem süreceğiz diye o yarayı daha da yakamazdık. Allah’tan Kartal kahveleri sormamıştı, o sırada aklı neredeydi bilmiyordum ama bu benim yararıma olmuştu; Zafer amcanın kahve istediğini düşünmüyordum.
Karnım her ne kadar tok olsa da Zafer amcanın bizim için hazırlattığı masaya oturmuştum. Masa salonda değil, oturma odasını anımsatan, antika eşyaların daha az olduğu, daha modern bir yemek odasındaydı. Büyük, dallara benzeyen kollarından ışıklar sızan avize, masanın tam ortasında duracak şekilde aşağı sarkmıştı. Zafer amca masanın başköşesinde otururken, Kartal benim yanımdaydı ve herkes çift olarak oturmuştu; yalnız olan Yunus Emre ve Zafer amcaydı. Ama zaten buna alışmış gibiydiler.
“Yeni yıl için bir planınız var mı, çocuklar?” Zafer amca gümüş rengi parlak çatalını servis tabağının kenarına koyup, dirseklerini masaya bastırdı ve birleştirdiği parmak uçlarının üzerine çenesini yerleştirdi. “Sibel bir şeylerden bahsetti ama…”
“Ormandaki partiye katılacağız,” diyerek onayladı Sibelay. “Sen kutlamayı hiç sevmezsin, Zafer amca. Biz de seni rahatsız etmek istemiyoruz.”
Zafer amca gülerek, “Başımın tacısınız çocuklar, sadece kutlamaları sevmem, bilirsiniz. Ama partiden önce bir şeyler içeriz, değil mi?”
“Tabii ki,” dedi Sibelay neşeyle.
“Şu parti, geçen yıllarda sık sık yaptığınız partiden sanırım?” Zafer amcanın bu sorusu bir an herkesi duraksattı. Nedenini anlamasam da sakin gözlerle üzerlerine oturan sessizliğin renklerini izledim. “Sessizleşmeyin yahu, biliyorum, Leyla’nın en sevdiği partilerden biri olduğunu.”
Yunus Emre elindeki çatalı yavaşça servis tabağının kenarına bıraktı. Bir sessizlik doğdu ve kelimeler, o doğumda giden bir terslik gibi doğan bebeğin boğazına kordon misali dolandı. Ormanda yeni yılı kutladıkları zamanları hatırlamış olmalıydı, belki de en acısı şuydu ki, hatırladığı sadece parti değildi. Hatırladığı, hiç unutmadığı bir kadındı.
Yunus Emre çok geç kalmıştı, sevdiği kadına bir ömür kadar geç kalmıştı; üstelik bu olurken onun yanındaydı. Sessizliğin kınından kelimelerin kılıcını çıkaran yeniden Zafer amca oldu. “Toprağına küsmesin, şu an sizi burada görse kesin tohum dikilmeden çiçek büyüten ilk toprak olurdu.” Derin bir nefes aldı, gözleri yavaşça Yunus’a dokundu. “Buraya gelmeyi kabul etme nedenin sadece seni çağırmış olmamdan değil, değil mi?”
“Evet,” dedi Yunus. “Değil.” Zafer amcaya değil, önündeki dokunulmamış servis tabağına bakıyordu. “Hiç olmadı.”
“Geleceğin günü bekliyordum,” dedi Zafer amca, kadehine doldurulmuş sudan bir yudum içip, çölde kuruyup kavlamış gibi çatlayan kelimeleri ıslattı. “Ama o günün geleceğinden şüpheliydim.”
Bir an aralarında sır gibi büyüyen sessizlik, omuzlarıma bir ağrı gibi yerleşti. Kartal’ın sakin bakışları Yunus’taydı, hatta masada Zafer amca dışındaki herkes ona bakıyordu. Bakışlarının merkezine yerleştirdiği servis tabağını çıkarmaya karar verdiğinde gözlerinin dokunacağı ilk yeri merak ediyordum. Ölüm kadar zor gelen o birkaç saniyenin sonunda Yunus gözlerini kaldırdı ve tutunduğu en sağlam dala bakıyormuş gibi Kartal’a baktı.
“Bunları mı konuşacağız?” Bu soruyu sorarken Kartal’ın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu.
Zafer amca ellerini yeniden birleştirip çenesini parmak uçlarına yerleştirerek, “Evet,” dedi. “Yıllarca kaçtığın ne varsa, şimdi bunları konuşacağız. Çünkü seni tekrar görecek miyim, bunu bilmiyorum.”
“Seni görmek için tekrar geleceğim,” dedi Yunus, bakışlarını Kartal’dan çekerek masanın üzerine uzandırdı. “Başta gelmek benim için yaşamak kadar zordu, biliyor musun? Ama bak, geldim. Yine gelirim.”
“Ya geldiğinde burada olmazsam?”
Duymak istemediği bir şeyi duymuş gibi irkildi. Biri omzuna sertçe vurup onun dengesini kaybetmesini sağlamış gibi afallamış bakıyordu. Elinde yularını tuttuğu bir atın tekmesi kalbine gelmiş gibi kaşlarını çatarak ona baktı. “Ne demek istiyorsun?”
“Leyla bile öldü, sen beni hiç ölmem sanıyorsun.”
Leyla bile öldü, sen beni hiç ölmem sanıyorsun. Bu cümle bana ağır geldi. Bu cümle bana, bir dağ kadar, bir şehir kadar, bir uçurum kadar, bir ölüm kadar ağır geldi.
“Niye bu kadar kolay?” Yunus Emre’nin sesi titrerken kurduğu cümle, yüzüne hiçbir ifade çizmemişti. Sanki hiçbir şey hissetmiyordu. İçi akmaktan kuruyan bir damar gibiydi; rengi vardı ama artık içinde çağlayan kan yoktu. “Senin için,” dedi gözlerini Zafer amcaya doğrulturken, “bunu söylemek niye bu kadar kolay?”
“Neyi Emre? Söylesene. Benim söylediğim gibi, açıkça söyle ama.” Zafer amcanın buruk tebessümü yüzüne dağıldı, sesindeki ince sızı içime doldu. “Sen daha olanları duymaktan korkuyorsun, olacaklara nasıl göğüs gereceksin?”
“Neden gelmediğimi şimdi anladın mı?” Yunus, pürdikkat baktı Zafer amcaya. “Sen yaşamışsın, belki bitirmişsin, belki bitiremediğin için güçlenmişsin, yazmışsın, silmişsin ama bir şekilde yazabilmişsin. Ben yazamıyorum, biliyor musun? Senin yazıp yazıp sildiklerin var, benim her cümlem yarım.” Çatalı aldı, ete sertçe saplayıp eti ağzına attı, öyle sert çiğnemeye başladı ki, eğer o eti çiğniyor olmasaydı, ağlamamak için dişlerini sıktığını düşünürdüm.
“Yazmaya çalıştın mı da sanki?”
Yunus birdenbire elindeki çatalı sertçe servis tabağına vurarak, son nefesini alıyormuş gibi can havliyle derin bir nefes alıp üşüyormuş gibi titreyerek dişlerini sıktı. “Yapma,” diye tısladı. “Ben unutmadım onun aseton kokan parmaklarını, yapma. Unutmadım ben onun her atın saçına ördüğü tek meliği, ucuna taktığı kırmızı iplikleri unutmadım, boncuk taktığını sırf intiharı hatırlatmasın diye urganlara, ben bunları unutmadım. Yapma.” Gözlerini kaldırıp Zafer amcanın gözlerinin içine baktı. “Yakma. Onu ateşe tutup kavurup benim içime basma.”
“Gittin kırk araba dayak yedin, sırf daha fazla acır mı gör bak diye. Bayram sabahı giydiği kırmızı elbiseye silmedin mi yüzündeki kanı? Sırf elbise kırmızı, gittiği yerde bile onu kanamadığına, onu iyi olduğuna inandırabilirsin diye.” Zafer amca acı acı gülünce birden içim parçalara ayrılan bir buz kütlesi gibi dağılmaya, ruhum ızdırapla dolmaya başladı. “Leyla öldü, ben de bir zalim değilim.”
“Yaptığın zalimlik değil mi dede?” diye sordu Yunus Emre, sesi şimdi adamakıllı titriyordu, titreyen ellerinin avuçlarını açıp masaya bastırırken bedeni de üşüyor gibi zangırdıyordu.
“Hangi raddedesin, gördün mü, bak.”
“Hangi raddedeyim, öyle mi? Gördün mü? Rahatla. Ben de şu geldiğim raddenin anasını sikeyim.”
“Ne oldu, Emre?” Zafer amca birden ciddileşerek masaya doğru eğildi. “Bak yüzüme. Söyle. Ne oldu?”
“Leyla öldü,” dediğinde birdenbire sakinleşmişti. “Sen beni yaşıyor sanıyorsun.”
Zafer amcanın gözleri birden yaşlarla parlamaya başlasa da ağlamadı. “Tekrarla,” dedi. “Tekrarla, Emre.”
“Leyla öldü,” dedi Yunus ona bakmadan. “Sen beni yaşıyor sanıyorsun.”
“Tekrarla!” Zafer amca birden masaya vurdu. “Tekrarla, Emre.”
“Leyla öldü.” Yunus’un başı titriyordu ama gözlerini hiç yummadan masaya bakmaya devam etti. “Sen beni yaşıyor sanıyorsun.”
“Tekrarla,” dedi Zafer amca, gözlerinden sicimle yaşlar akıyordu. “Tekrarla oğlum.”
“Leyla öldü,” dedi Yunus birden kafasını kaldırıp Zafer amcanın gözlerinin içine bakarak. “Ben yaşıyorum. Ben bu gerçeğin anasını sikeyim.”
“Salona git.” Zafer amca birden ellerini masaya yaslayarak doğrulup kalktı, dimdik durarak masanın diğer ucuna baktı. “Salona git.”
“Gitmeyeceğim.”
“Emre.”
“Dede,” dedi birden kafasını dik bir şekilde kaldırarak. “Öleyim mi istiyorsun?”
“Artık yaşa istiyorum oğlum.”
Bu cümle öyle büyük bir cümleydi ki, öyle büyüktü ki… Yunus öyle çok yanmıştı ki, herkes onu sönmez sanmıştı ama sönmüş bir ateşin önünde durmuş, külleri yakmaya çalışırken zemheriden tir tir titriyordu.
Yunus birden sandalyeyi geriye doğru attı, yere sürtünürken çıkardığı ses zihnime oturdu ve Yunus kalkıp kaskatı olmuş bedenini odanın dışına taşımaya başladı. Üzerinde durduğu ayaklar, bir cesedin üzerine yerleştirilen tahtalar gibiydi.
Sibelay’ın gözlerinin kenarlarını parmak uçlarıyla sildiğini fark ettim, herkes sessizdi; Yunus odadan çıkana dek, Zafer amca masanın önünde öylece dikilerek bekledi.
“Artık yaşa istiyorum,” dedi sessizce tekrar sandalyesine otururken. “Artık yaşa istiyorum oğlum.” Gözlerini servis tabağına indirip yutkundu. “Sanki cennete gidebilecekmişiz gibi, cehennemini burada yaşama istiyorum oğlum.”
Gözlerinden hâlâ yaşlar süzülüyordu ama çizgilerin esir aldığı yüzü, hiçbir duyguyu ele vermiyordu.
“Kartal,” diye fısıldadı Zafer amca, sessizliğimize tepki vermeden. “Sen git.”
Kartal başını sallayarak sandalyesini geriye doğru itince gözlerimi yüzüne çevirip, benlerin sardığı boynuna ve kanı çekilmiş gibi bembeyaz duran yüzüne baktım. Gözleri gözlerime kısaca dokundu, sonra benden ayrıldı ve burnundan içeri çektiği nefes burun deliklerini genişletirken dudaklarını yaladı. Sandalyeden kalkarken dizlerimin üzerinde duran elimi yavaşça avucunun içine almasını beklemiyordum, şaşırmaya fırsat bile bulamadan parmaklarımı onun parmaklarına geçirip elini sıkıca tuttum ve beni kaldırdı. Kimseye bakmadan, üzerime çökmüş hislerin ağırlığıyla ayaklarımın üzerinde durmak çok zor bir hâl almışken Kartal ile birlikte yemek odasından ayrıldık.
Adımlarımız çiftliğin karanlıkla boğulmaya başlamış koridoruna düşmeye başladığında, konuşmadım çünkü kuracağım hiçbir cümle, biraz evvel yaşananların üzerini örtmeye yetmeyecekti. Aynı zamanda, soracağım hiçbir soru da içimi rahatlatmaya yetmezdi çünkü biliyordum ki zaten acı dolu olan bu soruların cevapları, kendilerinden bile acıydı.
Kartal beni yavaşça verandaya çıkarınca, burada olmayı beklemediğimden kafamı kaldırıp karanlık ormana baktım. Gece, tüm silahlarını bize doğrultmuştu. Dışarısı ölüm kadar soğuktu. Avucuna hapsettiği elimi daha sıkı kavrayıp verandanın merdivenlerini indi, sonra koruluğa doğru yürümeye başladık. Yunus’un nerede olduğunu bilmesi beni yaşananlar kadar etkiliyordu şu an. Yunus’un, Kartal’ın gözlerinin içine baktığı anı hatırlayınca, aralarındaki bağın tek bir şeyle sınırlı olmadığı gerçeğini yeniden yudumlamıştım.
İleride ışıldayan, soğuğu yüzüme vuran bir göl vardı. Gölü henüz ağaçların arasında ilerlerken fark etmiştim; üzerinde sim gibi parlayan yıldızlar, göle rengini veren gökyüzünden daha fazlasını vadediyordu. Gölün kıyısından belli bir uzaklığa kadar giden ahşap bir iskele vardı, iskelenin ucunda dikilen kişinin kim olduğunu anlaması güç değildi. Kartal’ın elini daha sıkı tuttuğumda, burnundan sert bir nefes vererek, “Zafer amca kötü biri değildir,” dedi, bunu açıklamasına gerek yoktu, bunu zaten biliyordum. “Söylediklerinde haklıydı. Yaşamasını istiyor. Ama çok saçma, değil mi? Bir ölüden yaşamasını beklemek.” Duraksayarak omzumun üzerinden Kartal’a baktım, yüzü karanlıklar tarafından esir alınmıştı ama yine de gözlerinde parlayan yıldız yansımaları vardı. “Damarları kurumuş birinin bileğinde nabız arayamazsın.”
Gözlerimi Kartal’dan ayırıp, iskelede duran Yunus’a çevirdim. İskelenin sonunda karşılıklı duran iki korkuluk vardı, korkuluklar boyları kısa, kalın kütüklerden oluşuyordu. Yunus, kütüklerden birinin ucuna oturup derin bir nefes alarak göğün karanlığına rağmen mavi renkte duran gölü izlemeye devam etti. Şu an yüzüne çizdiği idamı görmek istemiyordum.
“Buraya bilerek geldi.” Bu cümleyi beklemediğimden kaşlarımı çattım. “Hissedeceği her şeyi bilerek geldi.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sibelay’ın kabul etmediği şeyi Ceyda görmüştü ama yanlış görmüştü,” dedi yavaşça Kartal. Bir an adımlarım durdu, Kartal yürümek istese de el ele olduğumuz için kollarımız ikimizin arasında bir köprünün ipleri gibi gerildi. Omzunun üzerinden bana bakarken içimdeki yara kabuklarını soyarak kalbimin etrafına bir duvar örmeye başlamıştı. “İntihar etmez ama Leyla’yı kandırabilmek için etmez. Kendini öldürtür, Leyla’nın kulağına yaşayacakken öldürdüklerini söyler. Bilir çünkü, Leyla ona hep inanır. Yunus intihar etmez, onu kandırabilmek için kendini öldürtür.”
Gözlerimi Yunus’a çevirdim. Başını önüne eğmiş olduğunu fark ettim, gölü izliyor olmalıydı. Kolları aşağı düşmüştü, bedeni askılığa koyulmuş, senelerdir giyilmemiş eski yün bir hırka gibiydi; hırkaya sinen son kokunun sahibinin mezarındaki toprak kurumuştu.
İskeleye düşmeye başlayan adımlarımız, onu gerçeğe döndürmüş gibi kafasını kaldırıp gökyüzüne bakmasını sağladı.
“Biliyor musun?” diye fısıldadı. “Yapamam, Kartal.” Bu cümlenin üzerinden çok geçmemişti ki tekrar fısıldadı. “Onu rüyamda görmeyeyim diye uyumadığım gecelerin tümünü bir gecede yaşayayım istiyor, yapamam. Onun fotoğrafına bakamam, bakarsam öksüz kaldığımı anlarım; ben kendimi yetimim diye kandırdım. Çok şeyimi verdim, bir şeyim kaldı; onu da verirsem her şeyimi kaybetmiş olurum. Öksüz kalırım. Yapamam. Yetimken bile çok zor, öksüz kalırsam yapamam.”
Birden bu bana çok ağır geldi. Bu bana o kadar ağır geldi ki sanki bir aynanın önünde dikiliyor, aynaya düşen yansımamda kimsesiz kaldığım gün olduğum hâlimi görüyordum. Aynaya düşen yansımanın ellerinde kanlı bale pabuçları, gözlerinde kaybın gözyaşları vardı. Kalbim delinmiş gibi hissederken yalnızca Yunus’a baktım.
“Leyla’yı geçiremiyorum,” dedi. “Onu geçiremiyorum. Onu o kadar geçiremiyorum ki, o bir hastalık olsa, bir beni öldürmezdi ama bir de beni hiç terk etmezdi. Herkes iyileşirdi biliyor musun? Herkes iyileşirdi, ölense ölürdü. Ama ben ne iyileşebilirdim ne de ölebilirdim. O bende böyleydi. Onu geçiremiyorum.”
Sanırım kaldırdığı her şeyin altında kalıp o kadar çok ezilmişti ki, tükürdüğü her kelime kan kokuyordu.
Ellerini bükülmüş dizlerinin üzerine bastırıp burnunu çekerek, “Kovuyorum gitmiyor, çağırıyorum gelmiyor,” dedi. “Ben onu nasıl içimden atarım, bana bunu hiç göstermedi ki.” İlk kez böyle net anlatıyordu duygularını. Kırık, su alan bir sandal gibi okyanusun ortasında batmadan bugüne kadar gelmeyi başarmıştı ama karaya gidecek hâli de yoktu; batmamış olması, su aldığı gerçeğini değiştirmiyordu, değiştirmezdi.
Birden Kartal içimi okumuş gibi, “Batmamış olması su aldığı gerçeğini değiştirmez,” deyince gözlerimi kısıp yutkundum. “Ama buraya geldiysen, sonunda ya batacaksın ya da biri bir halat bağlayıp seni karaya sürükleyecek. Bunu kabul etmesen gelmezdin.”
Kendini nasıl bir dipte hissediyorsa, dişlerinden intiharlar dökülüyormuş gibi güldü. “Anlamıyorsun, Kartal. İkimiz de kaybettik ama aynı şeyleri değil.”
“Doğru,” dedi Kartal. “Seni kalbinden, beni canımdan eksilttiler. Bir değil.” Anlayışla Yunus’a baktı. “Artık bu göle bırakabileceğin hiçbir şeyin kalmadı, Yunus. Kabullen.”
Yunus’un intihar gülümsemesi yerini kül gibi bir surata bıraktı. “Kartal,” dedi. “Hiçbir zaman Lavin’in fotoğrafını yüzüstü koymak zorunda kalma, tamam mı?”
Gözlerimdeki ifadeler donup kaldı, bakışlarım Yunus’tan çekilmese de duygular gözlerimden birdenbire çekilmişlerdi. Kartal’ın gözlerine yayılan hiçbir şeyi göremedim ama elimi tutan eli, birden bir uçurumdan düşmek üzereymişim, sıkıca tutmazsa ellerinden kayıp gidermişim gibi sıkılaştı.
“Yunus,” dedi Kartal yavaşça. Arkamızda büyüyerek bizi yutmak için sokulmaya başlayan tsunaminin gölgesi ruhuma düştüğünde, bakışlarım Kartal’a çevrildi. “Ben Lavin’in fotoğrafını hiç yüzüstü çevirmezdim.” Diğer elini Yunus’a uzattı. “Leyla’nın yüzünü sana çevir artık.”
Yunus duraksadı, kalbimin atışları yavaşladı. Aslında onun seçimi ne olursa olsun, içinde kanamaya devam eden yara, bastırılan tüm pamukları da yara bantlarını da kan leşe çevirmeye devam edecekti. Ama artık bir seçim yapması gerekiyordu. Ya kaçmayacak, Leyla’nın yüzünü kendisine çevirecekti ya da kaçmaya devam edecek ve bir gün sobelendiğinde hiç ayağa kalkamayacağı bir yerden adımlarına ateş edilecekti.
Ona uzatılan eli tutmadı, Yunus. Bunu neden yapmadığını sorgulamadım ve içimdeki ses, dalgaların altında kalmış bir taş gibi dibe çöküp sustu.
“Bana,” dedi Yunus güçlükle, “biraz müsaade et. Nefes almam gerek.”
“Tamam, kardeşim.” Kartal elimi yavaşça sıkarak başını salladı. “Sen ne diyorsan, hepsine tamam.”
Kartal ile iskeleden ayrılırken içimde susturduğum sesin zayıf nabzını duyuyordum ama kelimeler dilime yaklaşmadı. Kartal’a bu konu ile ilgili sorular soramadım. Koruluğa doğru ilerlerken Yunus’u arkamızda o hâlde bırakmak, gözyaşları içinde atlattığım bir gecede hissettiğim yalnızlığı hatırlatmıştı bana. Çok yerinden yara almış insanların ortak olurdu bakışları, düşünceleri; hatta öyle bir ortak olurdu ki, çoğu zaman o insanlar aynı yerde aynı cümleyi kurarlardı. Bir yerlerde belki de aynı anda, aynı durumda, aynı cümleleri kurmuştuk onunla.
“Sessizsin,” dedi Kartal, karanlığa düşen adımlarımız durmadı.
“Ne denir bilemedim,” diye mırıldandım.
“Haklısın.” Gözlerini üzerimde hissedince omzumun üzerinden kafamı kaldırarak ona baktım. Altın kahve gözleri, karanlığa devrilmiş bir ateş gibi yanıyordu. “Yunus’un da imtihanı Leyla’ymış.”
“Ne acı,” diye fısıldadığımda bakışları derinleşti, “imtihanını verebilmesinin bir yolu bile yok.”
Bakışlarında bir duygu görür gibi olsam da sakince, “Öyle,” demekle yetindi.
“Yunus Emre konusunda…”
“Lavin,” diyerek lafımı böldü. “Ne kadar az endişelenirsen, korktukların o kadar az gerçek olur.”
“Haklısın,” dedim sadece.
“Biraz nefes alması gerek,” dedi Kartal. “Üzerine düşülmesi onu daha çok kapana kısılmış hissettirecektir. Bu arada şu Cahit meselesiyle ilgili sana anlatacaklarım var.”
Kaşlarım havaya dikilirken, “Nedir?” diye sordum.
“Bugün aslında o herifle ilgili bazı şeyler öğrendim, bazı garip şeyler.” Merak içimde bir kuyu yaratmaya başlayınca ona daha dikkatli baktım. “Adam her şeyden elini ayağını çektiğini kanıtlamak için mi yoksa başka işler peşinde koşmak için mi bilinmez, bir hastaneye ortak olmuş. Özel bir hastaneye.”
Duyduklarıma inanamıyormuş gibi gözlerimi kırpıştırıp, “Nasıl?” diye sordum.
“Hastanenin yarısını almış işte. Yönetimi kurulundaymış.” Gözlerim fal taşı gibi kocaman olmuştu. “Ama bu onu, amacımıza bir adım daha yaklaşmamız konusundaki basamak yapıyor olabilir.”
“Bir hastaneye ortak olması garip,” dedim kabul ederek. “Bazı şeyleri yerinde görmek istiyor olabilir mi?”
Dudakları yukarı kıvrıldı. “Kafamın içinde dolaşmaya o kadar çok başladın ki, düşüncelerine bulaştım sanırım,” dedi, anlayamadığım için ona bakakalmıştım. Devam etti: “Bana öyle gibi geldi. Bu bahsedilen özel hastanenin tüm kırmızı reçeteli ilaçları bünyesinde bulundurduğunu biliyorum. 2012 yılında da bu hastanenin ilaç deposundan ciddi sayıda morfin kaybolmuş. O dönem herkes yargılanmış ama bir sonuca ulaşılamamış. 2014 yılının ocak ayında hastaneyi mühürlemişler ancak bu mühür sadece üç ay kadar hastanenin kapısında kalmış. Sonrasında da hastane el değiştirmiş ve kadro yenilenmiş. Yeni kadroda Cahit’in de adının olması garip değil mi? Özellikle de mimli bir hastanede.”
“Cahit, evet, önemli bir ayrıntı. Uyuşturucu ile bağlantısı olduğu belli,” dedim ama durmadım çünkü kafamda oturmayan taşlar vardı. “Ama aradığımız kişiyi çok yanlış yerlerde arıyorsak ya? Tüm uyuşturucu sorununu ikimiz çözemeyiz.”
“Aradığımız şey ya asla kontrol etmeyeceğimiz bir yerdeyse?” Kartal’ın bu sorusu beni birden dut yemiş bülbüle çevirdi. “O yüzden elimi her taşın altına sokup, gerekirse her yılanın başını okşamalıyım.”
“Bu konuda ne olursa olsun arkanda durduğumu zaten söyledim, o yüzden pek yorum yapmayacağım,” diye fısıldadım içtenlikle.
Bana onu anladığımın farkında bir ifadeyle baktı. Elimi bırakmasını beklemiyordum ama elimi bırakmasıyla beni kolunun altına çekmesi bir oldu ve birbirine yaslanan vücutlarımız, soğuğun içinden bir ateş oku gibi geçerek o soğuğu kırdı. “Cahit konusu için yeni bir plan yaptım,” dedi, dudaklarından düşen kelimelerin gölgesi başımın üzerine gerilmiş bir tavan gibiydi. “Ama bu konuyu şimdi konuşmayacağız.”
“Ama merak ediyorum.”
“Canını yeterince sıkan bir akşam oldu,” demesini beklemediğimden kaşlarımı çattım. Beni anlıyordu, benim onu anladığım gibi. Her ne kadar önümüzdeki yolu o çiziyor olsa da bazen duruyor ve yolu benim devam ettirmemi sağlıyordu. Bu yüzden şu âna dek tanıdığım kimseye benzemiyordu. “Şu partiden bahsetmemiştim sana, kusura bakma.” Bu beklenmedik cümlesi beni tamamen afallattı. Tamam, her ne kadar aramızdaki eşitliği bir şekilde sağlasak da genelde hesap verme aşamasına gelene kadar bin dereden su getirmesi gerekirdi. Şaşkınlık içerisinde aralanan ela gözlerimi kaldırıp onun yüzüne baktığımda yüzündeki ifade çok durağandı. “Genelde ailemle kutlarım derken ciddiydim bu arada. Ama bazen bizimkilerle de kutluyordum. Biz gece kulüplerini, fazla gürültülü ve her an yaşanacak bir tatsızlığın gölgesini taşıyan yerleri sevmeyiz. Yunus, Leyla’yı böyle bir orman partisinde, bir yılbaşı gecesi görmüş. Ara sıra orman partisi için kaçardık, yine öyle bir geceydi işte. Bizim için geleneksel olmasa da kök salmış bir aktivite gibi oldu.”
Yunus’un Leyla’yı buradaki bir orman partisinde, yılbaşı gecesi gördüğünü duymak boğazımı düğüm düğüm etmişti. Binlerce soru, karaya oturan büyük gemilerin uzanan burunları gibi zihnime oturup burnunu kelimelere uzattıklarında derin bir nefes alma ihtiyacı duydum. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama şimdi yeniden buradaydı, yine o partiye katılacaktı, yine Leyla’yı gördüğü gecenin aynısını bu kez büyük eksiklerle yaşayacaktı; bunu nasıl kabul ediyordu? Aklında bir şey mi vardı? Birden kalbim endişe bataklığına batmaya başlayınca, Kartal hissetmiş gibi, “Yapmaz,” dedi. “O Leyla’nın izlediğine inanıyor, kandıramayacağını bilir, yapmaz.”
“Şu partide hep sizi tanıyan insanlar mı var?”
“Genelde,” dedi Kartal, şimdi adımlarımız daha da yavaştı. “Zaten bir kulübü dolduracak kadar büyük bir kalabalık olmuyor. Ama boş da olmuyor.”
“Umarım boş sorular soran insanlar olmaz,” dedim, endişemi görmesini istiyordum çünkü hakkımda sorular soran insanlar beni gerçekten geriyordu. Onların sorularını yanıtlayacak enerjim de yoktu üstelik. Yılbaşı gecesinde de o enerjiyi bulacağımı sanmıyordum.
“Boş soru soranlara dolu bir bakış atar, onları susturursun.” Ona garip garip baktım. “Ne? Bunu hep yaparsın.”
“Öyle yaptığımı bilmiyordum.”
“Artık biliyorsun.”
“Uyumak istiyorum,” dedim açıkça. Kendimi yorgun hissediyordum. Bu yorgunluğu fiziksel olarak değil, ruhsal olarak çok derinde hissettiğimden dinlenmeye ihtiyacım vardı. Kar taneleri, tıpkı yağmur damlaları gibi çiselemeye başlamıştı ama o kadar ufak parçalardan oluşuyorlardı ki, eğer kafamı kaldırıp göğe yayılan beyaz bulutlardan düşüşlerini görmesem karın başladığını anlamazdım bile.
Beni sertçe kendine çekti. “Uyuruz o zaman.”
Kollarımı onun ince beline sararken içime doldurduğu huzur kırıntılarını saklamadan gülümsedim. “Uyuyalım o zaman.”
⚰️️
Telefonun melodisi odaya yayılmaya başladığında, kirpiklerim gözlerimin üzerinden doğrulup kalkamayacak kadar ağır gelen yüklerden ibaretti. Titreşim de melodiye eklendiğinde ağzımın içine yayılan acı tatla yutkunup gözlerimi güçlükle de olsa araladım. Hemen karşımda bembeyaz bir manzara bulmayı beklemiyordum; yüksek çam ağaçlarının her bir dalında lapa lapa kar vardı. Uykulu gözlerimi cam duvardaki manzaradan çekemesem de ısrarla çalan telefonuma bakmam gerektiğini anlayıp bakışlarımı telefona indirdim. Görüntülü bir arama geldiğini görünce panikle hemen yan tarafıma baktım. Kartal yanımda değildi, uyuduğu taraf dağınıktı ve sıcaklığı hâlâ yataktaydı ama kendisi ise yoktu.
Görüntülü arayan kişi İrem’di. Kızların arasındaki muhabbetlere çok dahil olmadığımdan ne yapacağımı pek bilmiyordum ama eğer görüntülü aramaya yanıt vermezsem garip kaçabilirmiş gibi geliyordu. Kız kıza konuşmalarda bu çok normal bir şeydi sanırım, benim de normal davranmam gerekiyordu. Dağılmış saçlarıma ve uykulu suratıma aldırış etmeden aramayı cevapladığımda ekrana düşen ilk yüz benim yüzümdü, biraz sonrasında İrem’in yüzü tüm ekranı kapladı ve görüntüm küçük bir çerçeve şeklinde kenara indi.
“Uyuyor muydun?” diye bağırarak sorup güldü. O benim aksime sağlıklı görünüyordu. İyi bir uyku çekmiş, tüm cilt bakımlarını yapmış ve makyajıyla yüzünü renklendirmiş gibiydi. Sarı, özenle düzleştirilmiş saçlarını kulağının arkasına iterek, “Saatin kaç olduğundan haberin var mı senin?” diye sordu.
“Sen arayana dek derin bir uykudaydım, bakmadım,” dedim huysuz huysuz. Gözlerimi ovuşturarak, “Bir şey mi oldu?” diye sordum.
“Gerçekten berbat görünüyorsun.” Kıkırdadı. “Yılbaşı için dönmeyecek misiniz gerçekten? Hiçbir plana dahil olmadım, hâlâ bir umut dönersiniz diye bekliyorum.”
“Bursa’dayız,” dedim. “Akraba ziyareti. Burada geçireceğiz, biliyorsun. Kaçamayız.”
“Kayak mevsimi de geldi aslında,” diyerek yarım bir gülücük sergiledi. Arkadan başka sesler de geliyordu ama görüntüde yalnızca İrem vardı. “Bu arada şu mesajlaştığımız konuyu daha ayrıntılı konuşmamız gerek, tabii yüz yüzeyken! Şu Özay falan filan…” Gözlerini devirdi. “Aptal, nasıl sarhoştu bir görsen, bir ara DJ kabinine çıkıp İbrahim Tatlıses’ten Bir Ayrılık Şarkısı falan isteyecekti. Aşırı iğrenç.”
İçime sinen küçük bir his birden büyüyüp tüm ruhumun üzerini kara bulutlar gibi sardı. Özay’a verdiğim duyguların ağırlığı altında kaldığımı hissettim ama renk vermemeye çalışarak, “Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum,” dedim, sesim inanılmaz pürüzlüydü. “Ee biz gelmiyoruz, senin de yapacak bir şey bulman gerek yılbaşında. Belki Ogünlerle falan olursun, Emirler falan, yine parti yaparsınız.”
“Konudan kaçıp duruyorsun, bence Özay’a söylediğin gibi biri var senin hayatında…” Kaşlarını indirip kaldırarak güldü. “Ogün’e kalsa evde parti yapmak istiyor, şimdiden bunalmış beyefendi. Emir yine içelim, dans edelim, zıplayalım modunda, her zamanki Emir yani.” Kaşlarını kaldırıp alayla güldü. “Berra katılamıyor, annesiyle bir davete katılacaklar, sanat falan. Ceyda ve ben kaldık grupta, sen de yoksun, ne yapacağız hiç bilmiyoruz. Ya Emir’e uyup kulübe geçeceğiz ya da Emir’i bize uydurup evde partileyeceğiz.”
“Cenk ve Suphi sizinle olmayacak mı?”
“Yok,” dedi İrem keyifsizce. “Özay’la olacakmış onlar. Planları konusunda konuşmadık.”
“Beni mi soruyor o kaknem?” diye bir ses duyuldu telefonun diğer ucundan. “Durmuşlar orada, canım arkadaşımı, kas kütlesi bebeğimi çekiştiriyorlar. İbrahim Tatlıses’miş, benim arkadaşımın varoş acısı çekeceğini mi sandınız? Doldurur bir kadeh viskisini, denizi izleyerek içer en yüksek plazalarda.” İrem gülüyordu ki sesin sahibi telefonu İrem’in elinden aldı. Cenk, dalgalı uzun saçlarıyla tam karşımda belirdiğinde gözlerini kısarak ekrana baktı ve birden korkuyla gözlerini iri iri açtı. “Euzu billahi mineşşeytanirracim, bismillahirrahmanirrahim!”
“Ne diyorsun be?”
“Ay Suphi,” dedi i harflerini uzatıp bir elini kalbine koyarak. “Nas suresinin sadece başını biliyorum ben ama ne bileyim, hiç canlı canlı cin görürüm diye düşünmemiştim ki, bilsem ezberlerdim ben hayatım.”
“Ya of, git be!” dedim birden çirkefleşerek. “İrem, al şunun elinden telefonu ya.”
İrem telefona uzanıyordu ki Cenk, dirseğinin tersiyle İrem’e bir tane patlatıp, “El kol yapma, el kol yapma!” diye cırlayarak bana döndü. “Kız bitli, bakayım arkandaki yastığa, pahalı da görünüyor. Güzelim yataklara bit mi döküyorsun sen? Pis!”
“Ya git, git!”
“Belertme gözlerini bana, bir çarparım ağzına, kapağı açılmış baraj gibi kan akar. Kız, o yastığın üzerindeki kılıfın markasını gördüm ben.” Telefonunu burnuna kadar soktu. “Vallahi de gördüm, billahi de gördüm. Sen o markaya bit sirke döküyorsun. Elim ayağım titriyor, alın şu telefonu elimden.”
İrem telefonu alana kadar Cenk aptal aptal konuşmaya devam etti. Sonunda İrem’i gördüğümde rahat bir nefes aldım. “Bakma şuna sen,” dedi İrem gülerek. “Özay’a laf kondurmuyor. Ondan bu hâlleri…”
“Onun bana genel durumu bu,” dedim umursamazca.
Odanın kapısı hafifçe tıklatılınca birden panikle kapıya baktım. Bakışlarım yavaşça ekrana dönerken, “Beni çağırıyorlar,” diye mırıldandım. “Sonra yine konuşalım mı?”
“Olur,” dedi İrem. “Dikkat et kendine, eğer konuşma zamanımız olmazsa şimdiden musmutlu yıllar diliyorum.”
“Ben de sana,” dedim yavaşça gülümseyerek. Telefonu kapatmamla, kapının aralanması bir oldu. Sibelay, üzerinde binici kıyafetlerini anımsatan giysisiyle içeri girdi. Üzerindeki pelüş yeleğin ortasında duran kemeri düzelterek, “Müsait misin?” diye sordu, dudaklarında hafif bir tebessüm demlenmişti.
“Evet, tabii.” Yataktan kalkıp açık hâlde yerde duran valizime doğru ilerledim. Arkamdan geldiğini hissetmiştim.
“Atlara bakmaya gideceğiz, gelmek ister misin?”
“Kıyafetlerinden anlamıştım,” dedim kaşlarımı kaldırarak. Açık duran valizin içine bakmak için eğildiğimde güldüğünü duydum. “Kartal nerede? Biliyor musun?”
“Hayır,” dedi. “Sabah erken saatlerde çiftlikten ayrılmışlar Yunus’la.”
Başımı aşağı yukarı sallayarak kırmızı bir kazağı valizden çıkarıp Sibelay’a doğru döndüm. Birden onu bu kadar yakınımda bulmayı beklemediğimden irkilmiştim ama renk vermemeyi başararak, “Olur,” dedim. “Atları severim.”
“Hiç bindin mi?”
“Hayır ama babam çok iyi binerdi.” Dudaklarım kurduğum cümleye leke gibi bir gülümseme de ekleyince, Sibelay gözlerime hüzünlü gözlerle bakıp anlayışla gülümsedi. “Öyle bakma,” diye ekledim. “Gerçekten Sibelay, öyle bakman için babamdan bahsetmedim.” Elimdeki kazağı yatağın üzerine atıp tekrar valize döndüm ve eğilip altıma giyebileceğim bir şeyler bakmaya başladım. Saçlarım yüzümün kenarlarından sarkarak yüzümü avuçları arasına almıştı. “Eskiden babamın sık sık ziyaret ettiği bir çiftlik vardı, orada da bir atı vardı. Sık sık o at ile gezerdi ve aralarında bir bağ olduğuna inanırdım. Atın ismi Pusula’ydı.”
Sibelay’a bakmasam da gülümsediğini hissettim. “Pusula’ya bindin mi hiç?”
“Hayır, ben hiç ata binmedim,” dedim. “Balerin olduğum için bacaklarıma ekstra özen gösteriyorduk. Bir de korkuyordum.” Dudaklarımı yalayıp siyah kot pantolonu girdiği çamaşır yığınının içinden çıkardım. “Bacaklarıma zarar vermekten korkup buz pateni yapmam tam bir ironi gibi, değil mi? Buz pateninde düşmeyeceğime beni inandıran kişi babamdı. Biliyorum, eğer ata binseydim, o zaman da beni düşmeyeceğime inandıran yine babam olurdu.”
Sibelay’a dönüp, yüzüme düşen saçları kulaklarımın arkasına sıkıştırdığımda, kollarını göğsünün üzerinde bağlamış, gözlerine oturan derin bir hayranlıkla beni izlediğini fark etmiştim. İri, siyaha yakın koyuluktaki zifir gözlerini kısarak, “Babanla olan anılarını saatlerce dinleyebilirmişim gibi hissediyorum, garip,” diye mırıldandı. “İçimi ısıttı bu kısacık anı bile.”
“Teşekkürler,” dedim çünkü başka ne denirdi gerçekten bilmiyordum.
“Peki Pusula’ya ne oldu? Yani hiç gördün mü babandan sonra?”
Başımı iki yana salladım. İçime ekilen duyguları göstermekten kaçınarak, “Onu hiç görmedim,” diye fısıldadım. “Sadece sakatlandığını duymuştum, bir ayağının üzerine basamadığını. Babamı kaybettikten birkaç ay sonrasıydı, babamın arkadaşları vurulacağı hakkında konuşuyorlardı kendi aralarında.”
“Ah… Bu kalbimi kırdı.”
“Umarım vurmamışlardır, umarım Pusula iyileşmiştir,” dedim yavaşça.
Birden aralık kapıdan Kartal girince, konuşmalarımızı duymuş olma ihtimalini göz önünde bulundurarak irkilip bakışlarımı yatağa çevirdim. Hangi ara geldiğini bile anlamamıştım aslında. Yunus ile olan işleri bitmiş olmalıydı ama ne yaptıklarını bilmiyordum. Sibelay, Kartal’ı fark edince irkilerek, “Gelmişsin,” dedi. “Ben de Lavin’i atlara bakmak için kaçırmaya gelmiştim.”
“Ya, geldim geldim, Sibelay,” dedi Kartal hızlı hızlı. “Hadi çık şimdi odamdan.”
“Ayı,” dedi Sibelay yüzünü buruşturarak. “Ben Lavin’i almaya geldim, hem burası sadece senin değil, Lavin’in de odası.”
“Evet.” Kartal, başını salladı. “Bizim odamız. Ve sen odadan çıkıyorsun. Şimdi.”
“Ayı yönünden uyandığını bilmiyordum canım arkadaşım,” diye söylendi Sibelay gözlerini devirerek. Bana omzunun üzerinden baygın bir bakış gönderdi. “Aşağıdayım, gelmek istersen.”
“Gelir gelir,” dedi Kartal tekrar hızlıca. “Hadi, gidip şeftalinle oyun oyna sen. Deh dıgıdık deh diye bin ona, salının ormana doğru. Hadi.”
Sibelay dişlerini öne uzatarak, “Ha ha,” diye homurdandı. “Sevimsiz, seviyesiz.” Arkasını dönüp odadan çıkana dek çöken sessizlik, Sibelay’ın gidişiyle yerini imalı bakışlara bıraktı ama bakışlar uzun sürmedi.
Gözlerimi çıkardığım kıyafetlere indirip, “Giyineceğim,” dedim. “Siz neredeydiniz?”
“Giyinirken bana mı haber veriyorsun? Buyur, giyin. İşimiz vardı.”
Ona düz düz baktım. “İyi bari, arkanı dön.”
“Niye? Görmediğim bir şey var da ben mi kaçırdım?”
“Görmediğin çok şey var, Alaşan,” dedim imalardan uzak, oklarını yüzüne saplamış bakışlarımı ona yönelterek.
“Keşke şimdi gösterip aklımı alsan,” derken altın kahve gözlerine düşen yansımamdaki bedenim yanıyordu.
“Aklını zaten almıştım diye hatırlıyorum.” Ona sırtımı dönüp üzerimde salaş bir şekilde salınan kazağı bedenimden bir deri misali sıyırıp yatağın üzerine attım. Sadece iç çamaşırlarımla kaldığımda, bedenimde bir bıçağın yanan ucu gibi dolaşan gözlerini hissedebiliyordum. Bir an için, vücudumdaki tüm damarların kasıldığını hissettim. Kırmızı kazağa uzanıp onu üzerime geçirene dek konuşmadım, o da konuşmadı ve bu sessizlik bir yangın olup odanın içini sarmaya başladığında, ateş en çok karnımda yanıyordu. Omzumun üzerinden ona bir bakış attım. “Yanlış mı hatırlıyorum?”
“Doğru,” dedi boğuk bir sesle. “Akıl mı bıraktın bende?”
Kaşlarımı kaldırarak kazağı bedenimden aşağı indirip yatağın ucuna oturdum. Pantolonun paçalarını ayaklarımdan geçirdiğim anlarda saçlarım yine yanaklarımın kenarlarından bir avuç gibi akarak yüzümü içine almış, ondan saklamıştı. Kartal’ın bana doğru düşen adımlarını hissettim, göğsümün altındaki kalbim bir çaresizlik iniltisi çıkarır gibi hızlanıp dalgalandı ama sonra o atışlar, bir sessizlik çukurunda son buldu. Bir elini uzatıp büyük avucunun içine toparladığı bal rengi saçlarımı omzumun gerisine doğru atınca, sadece gözlerimi kaldırarak ona baktım ve bana üstten salındırdığı bakışlarının verdiği hislerin kalbimi çiğnediğini hissettim.
“Şu saçların insanda akıl mı bırakırmış?” Açıkça kurduğu soru cümlesi, sorudan uzak bir gerçek olarak içime ılık ılık akmaya başladığında, kirpiklerimin altına gizlenen gözlerimi ona sundum. Bakışlarımız birbirine tutunmuş uçurum ve dal gibiydi; birimizin sonu yok etmekken diğerimiz hâlâ onun içinde bir yere yaşam bırakmayı düşünüyordu. Saçlarımı usulca, ağır ağır, bir balıkçının ağını denizden çekerken sardığı gibi avucuna sarmaya başladığında, sustuğunu sandığım kalbimin atışları, birden ağzına kadar adrenalin depolu bir iğne göğsüme saplanmış gibi doludizgin yükselmeye, savrulmaya başladı.
Saçlarımı sardığı elindeki parmaklarının uçlarını elmacık kemiklerime doğru sürtüp, yavaşça konuştu. “Şu tenin, insanda akıl mı bırakırmış?” İşaret parmağını avucundaki saç birikintisinden ayırarak gözlerimin altına sürtüp, “Şu gözlerin,” dedi kısık bir sesle. “Şu bakışların.” Parmağını gözümün altındaki çukura koydu. “Şu anlamların.” Gözlerini yüzümden çekmeden konuştu: “İnsanda sabır mı bırakırmış?”
“Neden böyle konuşuyorsun?” diye sordum kalbimden kopup gelen sesi dinleyerek. “Daha çok benim sabrım sınanıyormuş gibi hissediyorum sen böyle konuştuğunda.”
“Sen de benim gibi sabrediyorsun, öyle mi?” Yavaşça eğilince yüzlerimiz arasındaki yakınlık, nefeslerimizin birbirine çarpmasıyla alev aldı. “Lavin,” dedi gözleri gözlerime bir ömürden kopan bir gün kadar yakınken. “Çok sabret, olur mu? Bendeki sabır, sendeki sabır ne zaman biterse, o zaman biter çünkü.”
“Ya benim sabrım bitiş çizgisine çok yakınsa?”
“O zaman bitiş çizgisinin diğer ucunda seni bekliyorum.”
Sertçe yutkunup onun kan rengini almış dudaklarına baktım, dudaklarının şekli hep dikkatimi çeken belirgin bir ayrıntıydı. Bakışlarım gözlerine tırmandığında, nefesi dudaklarımın üzerine kapandı ve içimin ne kadar onunla dolu olduğunu fark ettim. Bana kendini öyle bir sürmüştü ki, çıkarmaya çalışırsa onunla dolu lekelerim olurdu. “Neredeydiniz?” diye tekrar sordum konuyu dağıtmak istiyormuş gibi. Nefesim onun dudaklarına onu susturmak isteyen bir dalga gibi vurduğunda, durulacağını sandığım o kayalık sanki daha fazla dalga arzuluyormuş gibi bana biraz daha yaklaştı.
“Merak mı ettin?” İmalı sesi, dudaklarının yakınlığıyla birleşince bir an afalladım ama çaktırmadım, gözlerinin içine baktım.
“Merak etmesem sormazdım.”
“Hadi ya?” diye fısıldadı sorar gibi. “Biraz daha meraklan o zaman.”
“Niyeymiş?”
“Bu beni kesmedi.” Burnunu burnuma sürterek konuştu: “Ben leoparın pençelerini tenimde hissetmek istiyorum.”
Dudaklarım anlık yukarı kıvrıldı, alt dudağımı yalayarak kaşlarımı kaldırıp, alayla, “Kötek de istiyor olabilirsin,” dedim. “O gözlerinden yine pis pis kokular geliyor, gözüne mi sıksam ne yapsam?”
“Gözüme mermi sıkacak gibi konuştun, gerçi bir parfümü silah gibi kullanman beni gerçekten etkiledi…”
“Seni değil de başka bir şeyleri etkilemiş gibi duruyor, Kartal,” dedim ciddiyetimi takınarak. “Her neyse, ben atları görmek istiyorum.” Pantolonumu yukarı çekmek için ayağa kalkmamla, kafamın Kartal’ın çenesine sertçe çarpması bir oldu. Kısık bir inilti eşliğinde geri çekildi, pantolonumun düğmesini geçirip, “Pardon,” diye mırıldandım. Çenesini avucunun içinde ezer gibi tutup sağa sola çevirirken bana kötü kötü baktı.
“Beni imha etmeye programlı bir silah gibisin anasını satayım,” dedi. “Dahası, çekiliyorum da sana.”
“Acıdı mı çok?” Söylediklerinin etkisi bedenimi alevden bir hale içine almıştı ama yine de canını yaktığım düşüncesi içime oturunca derin bir nefes alarak elimi çenesine doğru uzattım. “Bakayım.”
“Şimdi numaradan ağlamaya başlasam, susmam için meme verir miydin acaba?”
“Domuz,” diyerek omzuna sertçe vurdum. “Bir şeyin yok senin, sapasağlamsın.”
“O nasıl bir vurmaktır lan? Güreşçi gibi indirdi,” dedi Kartal şok içinde.
“Bileğim sağlamdır.”
Tam odanın çıkışına yöneldiğim sırada, “Şu Pusula,” diyerek adımlarımı sekteye uğrattı. “Onun için üzüldüm.”
Kapının önünde dururken yavaşça omuz silkerek, “Ben de öyle,” diye mırıldandım.
“Antalya’daki bir çiftlikte miydi? Zamanında babamla çiftliklerin çoğuna gitmişliğimiz vardır.”
“Evet,” dedim kırık bir sesle. “Muhtemelen şu an hayatta olmayabilir.”
Kartal’ın üzüldüğünü hissettim, bunu hiç göstermez, hatta belli etmezdi ama şu an üzüldüğünü biliyordum. Onu, bana kendini göstermediği zamanlarda da görebilecek kadar iyi tanıyordum. İçime yığılan duyguları bir köşeye itmem gerekiyordu. Bu aralar o kadar duygulardan ibarettim ki, eğer bir pusula olsaydım, yönüm acı olurdu ve gösterdiğim her yere varabilmek için gözyaşı denizini aşmak gerekirdi. Sibelay’ın yanına indiğimde üzerime ufaktan ufalanmış olan yorgunluk hafiflemişti ama bedenimde genel olarak bir hâlsizlik tıpkı ağrı misali dolaşıyordu.
Koruluktan geçip toprak araziye varana dek yürüdük, dışarıda kuru bir soğuk vardı ve arazideki toprağın üzerinde her noktasında olmasa da buzlaşmış kar birikintileri vardı.
“At ahırları şurada,” dedi Sibelay parmağıyla ilerideki ahşap yapıyı işaret ederek. Yapının önünde üst üste koyulmuş saman desteleri vardı. Ahşap, uzun ve dar bir yalak da hemen orada, saman destelerinin önünde duruyordu. Hafif bir koku genzimi yakmaya başladığında bir an zamanın içinde geçmişime ait bir kapı belirdi ve o kapının arkasında beni bekleyenin babam olduğuna inandım.
Neslihan, “Belki Bulut’u da görürüz,” dediğinde Sibelay’ın durgun bakışları ona çevrildi. Bulut, Leyla’nın atı olan Bulut olmalıydı. Sakince ahıra doğru ilerlerken şu an aralarında olduğum bu insanlarla ne kadar ortak acılara ev sahipliği yaptığımızı bir kez daha anlama şansına sahip olmuştum.
“Bulut diğer atlarla anlaşamıyor,” dedi Sibelay, ahırın tahta kapısını itti ve kesik kapı açılınca zemine yayılmış saman birikintisinin içinde yürümeye başladık. Odalara ayrılmış gibi duran barınakların her birinde bir at olmalıydı. Ayak seslerimizi duyan bazı atlar tepki gösterir gibi nallarını yere vurarak yürüdüler ama bir tanesi kafasını ona ayrılan bölmeden dışarı çıkarana dek onları hiç görmeyeceğimi düşünmüştüm. Kahverengi bir at, iri, siyah gözlerini yüzüme dikerek beni izlemeye başladığında birbirine bağladığım kollarım çözüldü ve bilinçsiz bir istekle elimi kahverengi ata doğru uzattım.
“Nedim biraz huysuz bir attır,” dedi Nesli gülerek.
Kahverengi ata tam dokunacakken duraksayarak omzumun üzerinden Nesli’ye baktım. “İsmi Nedim mi?”
“Evet,” dedi Nesli, uzun, beyaz dişlerini göstererek sırıttı. “Zafer amca kadar olmasa da epey yaşlı. Zafer amcanın gençliğini bildiğini söylerler.”
Nedim, yani kahverengi at, siyah gözlerine yansımam düşmüş bir şekilde sadece beni izlerken ne düşünüyordu bilmiyordum ama ona dokunma isteği bir fırtınaya dönüştüğünde kendimi durduramayıp onun beyaz lekeli alnına dokundum. At, bir an ona bıraktığım dokunuş tüm hücrelerinde elektrik akımına neden olmuş gibi ürperdi ama gözlerini yüzümden çekmeden öylece durup ona dokunmama izin vermeye devam etti. Parmaklarımı yavaşça beyaz lekesinde gezdirip, olabildikçe nazik bir şekilde onun tüylerini geriye doğru taradım. Her ne kadar sakin bir imaj çizse de her an hırçınlaşabilirmiş gibi asi de görünüyordu.
“Nedim’e dokunabildiğini Zafer amca görseydi, kesinlikle seni kıskanırdı,” dedi Sibelay, avucunu omzumda hissettim ve Sibelay, avucunu omzuma koyduğu an Nedim birden geri çekilip, huzursuz bir nefesi yüzüme doğru bırakarak bana baktı. Atın huzursuz olduğunu fark edince havadaki elimi indirerek Sibelay’a soru işareti saçan gözlerimi çevirdim. Açıklama ihtiyacı duymuş olacak ki, “Nedim, ilk zamanlar Zafer amcanın bile ona dokunmasına izin vermiyormuş. Bu arada Nedim şu âna dek üzerine tek bir insan almış at da değil, biliyor muydun? Zafer amcanın atı olmasına rağmen, Zafer amca ona hiç binememiş. Nedim biraz garip, asi bir at. Birini üzerinde taşımaktansa onu vurmalarını tercih edermiş, öyle demişti Zafer amca.”
“Ona dokunmama kızmadı,” dedim saf saf.
“Sana dokunduğum anda geri çekildi ama,” dedi Sibelay. “Belki de güzel kumrallardan hoşlanıyordur, hım?”
Nesli, “Yapma, tamam mı? Lavin’e düşman olmak istemiyorum,” diye söylendi gülerek.
Derin bir nefes alarak beni izleyen Nedim’e çevirdim gözlerimi. “Babam, atlarla aramda bir bağ olduğuna inanırdı,” diye mırıldandım. “Onlar beni rüzgâra ulaşmam için taşımak isterlermiş, öyle söylemişti.” Gülümsedim.
“Baban da şair gibi adammış,” dedi Neslihan, sesi içtendi, ona darılamadım ya da kızamadım çünkü kalbini kalbimde hissettim.
“Öyleydi.” Nedim’e tekrar elimi uzatmak istesem de bu kez cesaret edemediğimden ellerimi indirip, gözlerimi kafalarını barındıkları ahşapların arkasından çıkaran diğer atlara çevirdim. “Bulut neden diğer atlarla anlaşamıyor?”
“Leyla’yı kaybettikten sonra Bulut bunu hissetmiş gibi içine kapandı,” dedi Sibelay, ellerini arkasında birleştirip benden uzaklaşarak ahırın uzun koridoru boyunca yürüyüp, hemen ileriden gün ışığının aralıklarından içeri sızdığı ahşap duvarın önünde durdu. Işık, şeritler hâlinde bedenine yerleşmişti; bu güzel bir görüntüydü. “Bazen hayvan dostlarımız, bizle ilgili olan şeyleri öyle yürekten hissederler ki, hastalanırlar. Leyla’nın yokluğunda Bulut çok hastalandı,” diye fısıldadı, Neslihan sessizce onun tenine çizilmiş ışık şeritlerini izliyordu. Sibelay soluk bir nefes aldı. “Yunus zamanında gelip, Bulut’a bakmasaydı, bugün yaşıyor olmazdı. Çok mu romantik düşünüyorum bilmiyorum, Nesli bazen öyle düşündüğümü söyleyip kızar bana ama ne düşünüyorum, biliyor musun?” Omzunun üzerinden bana doğru bakmasıyla, ışık şeritleri boynunu ve yüzünü aydınlattı. “Leyla, ikisini birbirine emanet etti. Bulut’u ve Yunus’u. Ama ikisi de hâlâ hasta.”
“Yunus, Bulut’u en son ne zaman gördü?” diye sordum merakla.
“Bulut hastalandığında. Sonra Bulut, Yunus’u görünce iyi oldu ama sonrasında bir daha kalabalıkta olmak istemedi. Şimdi diğer ahırda, yalnız kalıyor.” Neslihan’ın bir çırpıda anlattıkları beni derin bir sessizliğe emanet etti.
“Parti için heyecanlı mısınız?” Sibelay, bir atın başını okşarken sormuştu bu soruyu. “Ben ne giyeceğime hâlâ karar veremedim. Eski dostlarımızdan da mutlaka denk geleceğimiz isimler olacak.” Derin bir nefes alıp kaşlarını çattığında sadece onu izlediğimi fark etmiştim; esmer yüzünde garip bir ifade belirene dek onu sakince izledim ama sonra o ifade beni endişenin kucağına öylece bıraktı. “Orman partilerine genelde rahat kıyafetlerle gider, sadece alkol alıp dans etmek odaklı olurduk ama şimdi büyüdük, şık olmak istiyorum.” Gözlerini burun kemerinden yukarısını okşadığı ata çevirdi. “Yine de büyük varillerin içinde yanan ateşleri ve fıçıya ağzımızı dayayarak içtiğimiz biranın tadını özledim. Ve Leyla’yı. Onu da özledim.”
“O gece,” dedi Nesli uzun, ince ama güçlü kollarını Sibelay’ın beline sararken, “büyük varillerin içinde yanan ateşlerin etrafına toplanıp eğleneceğiz ve fıçıya ağzımızı dayayıp bira içeceğiz, bebeğim.” Çenesini Sibelay’ın omzuna yaslarken gözlerini kıstı. “Ama Leyla olmayacak.”
“Sadece Leyla mı?” Sibelay’ın sorusu içime doğrultulmuş bir silah gibiydi, tetiği kuracağı cümlelerden birindeki en güçsüz kelime çekmek üzereydi. “Kardelen de olmayacak. Orman partisini hep merak etmişti, bir keresinde onunla konuşuyorduk. Bu partiyle ilgili.” Gözlerini yumunca, bir meleğin kanadından düşen tüy, yüzünü gezip tenini karıncalandırmış gibi gülümsedi.
Kahverengi gözleri, yüzünün ortasında duran kapanmış iki büyük yara gibiydi.
Bir süre, esmer, genç kadının siyah saçlarının uçlarına doladığı maşanın ısısından süzülen dumanları izledi. Genç kadın, izlendiğini fark edip kafasını kaldırdığında, inci kadar beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve üzerinde bir sayıyı taşıyan takvim yaprağı griye boyandı; şimdi içerisinde oldukları an, eski bir film kaydı gibi siyah beyazdı.
“Beni neden öyle izliyorsun, guguk kuşu?” diye sordu Sibelay, ellerinin içine aldığı küçücük yüzüne konmuş meraklı gözlerin sahibine gülümseyerek.
“Geçen haftaki yeni yıl partiniz nasıl geçti?” Kardelen’in pembe dudakları büzüştü. “Hani şu beni almadığınız.”
“Sen bize mi darıldın?” Sibelay maşanın düğmesine basıp, demirinin soğumasını beklemeden makyaj masasının üzerine bırakarak koltuğun üzerinde bağdaş kurdu ve Kardelen’e doğru döndü. “Bilmiyor musun? Kartal alkollü ortamlardaki denyoların arasındayken hep gergindir. Seni korkutacak şeyler yapacaktı ve görmeni istemedi. Her zaman kavga çıkarır.”
“Önümde birini direksiyonuyla birlikte arabasının camından dışarı çıkarmıştı, yani korkmazdım.”
Sibelay dişlerini göstererek gülerken başını iki yana salladı, özenle sararak şekillendirdiği dalgalar iki yana sallanıp yavaşça düşerek genişlediler. “Bunu trafikteyken mi yaptı?”
“Evet,” dedi Kardelen normal bir şeyden bahsediyormuş gibi. “Geçen ay.”
“Bir keresinde de kampüsün ortasında bir elemanı basketbol potası olarak kullanmıştı.” Sibelay kollarını iki yana açıp bir daire oluşturarak ellerini ortada birleştirdi. “Çocuk bu şekilde duruyordu, Kartal her basket atmaya çalıştığında ve atamadığında, top çocuğun suratına çarpıyordu ve Kartal da çocuğun iyi bir pota olmadığını gerekçe göstererek çocuğu her seferinde yumrukluyordu. Abin hep böyledir.”
“Evet ve siz beni partiye almadınız.”
“Kardelen…”
“Ne? Orman partileri hep dizilerdeki gibi olur ve ben bunu yaşamadan ölmek istemiyorum.”
“Salak salak konuşma ya.” Sibelay gözlerini aynaya çevirdi, Leyla’nın mavi gözleri, göğsünün ortasından aşağıya sarkan mavi boncuktan bir kolye gibiydi; birden hiç boynunda olmayan o kolyenin ağırlığını boynunda, kolyenin asılı olduğu ipin keskinliğini teninde hissetti. “Tamam, konuşurum abinle. Gelecek sene bizimle birlikte orman partisine gelirsin.”
“Gerçekten mi?” Kardelen oturduğu yerden âdeta zıplayarak kalkarak, tek adımda Sibelay’ın yanına vardı ve Sibelay’ın bağdaş kurduğu için toplu duran dizine oturarak kollarını Sibelay’ın boynuna sardı. “Peki, yanımda bir kişiyi daha getirme hakkım var mı?”
“Bu kişi bir erkekse… Abin seni değil ama beni ve o adamı fena benzetir.”
“Hayır, o bir kadın. Sen ve ben gibi…”
“Yoksa…”
“Hey, hayır. Ben onu abime ayarlamayı düşünüyorum, kendime değil!”
“Kimin başını yakacaksın sen?” Sibelay genişçe sırıttı. “Senin yaşlarındaysa, baştan söyleyeyim, yazık etme kızcağıza.”
“Yaşının ne önemi var ki, Sib?” Kardelen gülümseyerek aynaya baktığında, Sibelay sakince onun gülen yüzünü izliyordu. “Onun kadar yüreği büyükle hiç karşılaşmamışsındır. Kimse karşılaşmamıştır. Ben karşılaştım. Abim onu tanıyor ama ben, benim gibi tanısın, o büyük yüreğiyle karşılaşsın istiyorum.”
Sakin gözlerle Sibelay’ı izledim, konuşacak sanmıştım ama susmuş, sakince atın burun kemerinden yukarısını okşuyor, dalgın görünüyordu. “Biliyor musun?” diye fısıldadı sonunda. “Bu partiye seninle gelmek istiyordu.”
İçime ok gibi saplanan ağrıya rağmen sakince, “Ne?” diye sordum.
Neslihan, dudaklarını Sibelay’ın omzuna bastırırken, Sibelay çenesini Nesli’nin saçlarına sürterek bakışlarını bana doğru çevirdi. “Ona bu sene için söz vermiştim. Seni de getirecekti yanında.”
Yutkunmak istedim ama birden bu o kadar zor geldi ki, sadece Sibelay’ın yüzüne baktım. Yapabileceğim tek şey buymuş gibi.
“Yunus katılmamıştı ama Zafer amcayı görmemiz gerekiyordu, geleneği bozmadık ve orman partisi yaptık. Döndüğümüzde Kardelen bizimle gelmediği için üzgündü.” Bakışlarını tekrar ata çevirip, atın burun kemerini okşadı. “Gelecek yıl için seninle gelmek istediğini söyledi. Ben de ona söz verdim.” Yutkundu. “Şimdi buradasın ama o yok. Ben sözümü tutmuş sayılır mıyım?”
“Sayılırsın.” Boğazımdaki yanma hissine rağmen gülümsedim. “Onu tanımıyor musun? O meraklı gözlerin hep üzerimizde olduğunu, senin sözünü tuttuğunu görmediğini mi sanıyorsun?”
“Öyledir, değil mi?”
“Evet,” dedim başımı hızlıca sallayarak. “Öyle.”
“İçim birden çok rahatladı.” Genişçe gülümsedi. “Gerçekten.”
Tam arkamı dönüp, içime ekilen duygudan kaçmak ister gibi uzaklaşacakken, “Lavin,” dedi Sibelay, sesi beni duraksattı ama ona çevirmedim bakışlarımı. Bakışlarım sadece yerde kaldı. Adımlarının bana doğru düştüğünü hissettiğimde, bir an yürüyüp gitmek ve bana doğrultulacak her yaralayıcı kelimeden kaçınmak istedim ama bunu yapmadım. Ahırın çıkış kapısının önünde durduğum saniyeler çok uzamış gibi gelmişti, Sibelay’ın bana yaklaşması sanki asırlara mâl olmuştu. “İçimde kalmasını istemediğim bir şey var.”
Omzumun üzerinden ona baktım. Neslihan bizi duyamayacak kadar geride kalmış, atlardan biriyle ilgileniyordu. Sibelay’ın iri, badem şeklindeki koyu renk gözlerine indirdiğim gözlerime yayılmış soru işaretleri onu gülümsetti.
“Kartal ile ilgili.”
“Nedir?”
“Kardelen’in bu partiyi istemesinin en büyük nedeni, ikinizin yakınlaşmasını istemesindendi. Siz, onun kendi kurduğu dünyada yön verdiği, o çok sevdiği oyuncakları gibiydiniz,” dedi, sesinin kıyılarına vuran her dalgada gözyaşlarımdan parçalar koparmış tuz kristalleri vardı. “Belki ki içten içe sizi bir arada tutmak istiyordu.”
“Sibelay,” diye fısıldadım, Sibelay durup gözlerimin içine baktı, ben de onun tam gözlerinin içine, derinlerine baktım ve ruhunu görmeyi diledim; çünkü tam şu an, ona ruhumu gösteriyordum. “Nasıl oldu, neden oldu, ne zaman oldu diye sorma,” dedim yavaşça, ardından çenem yavaşça yukarı kalktı ve ona bunu söyledim: “Kartal’ı sevmek, elimde olan bir şey değildi. Kartal’ı sevmek, durdurabileceğim bir şey değildi. Kartal’ı sevmek, belki yapmam gereken son şeydi ama kaçabileceğim bir şey değildi.”
Dudaklarına anlık da olsa yayılan o küçücük gülümseme, bir sayfaya bir harfi çizmeden hemen önce vurulan mürekkep lekesi gibiydi.
“Onu seviyorum ve bu bir oyun değil. Hiç olmadı.”
“Biliyorum,” dedi Sibelay, anlık duraksasam da yüzümde bir şeyler bozulmadı; rengim hâlâ aynı olsa da içimdeki kelimeler karman çormandı. “Onu sevdiğini bilmediğin zamanlarda da biliyordum.”
Birden ne diyeceğimi bilemeyip, gözlerimi yere indirerek sadece bekledim. Beklemek nasıl büyük bir kanserse, ciğerime doldu ve o lekenin gitgide daha da büyüdüğünü ciğerlerimde hissettim. Biliyordu, belki de hep bilmişti; evet, öyleydi. Hep bilmişti. Benim bilmediğim zamanlarda bile, o biliyordu çünkü görmemek imkânsızdı. Aramızda hep olan o büyülü şeyi, herkes görebilirdi çünkü tılsımı tüm ruhlar tarafından hissedilecek kadar güçlüydü.
Sanki içimi okumuş gibi, “Ve onun da seni sevdiğini biliyordum,” dedi Sibelay, kalbim birden atağa geçerek göğsüme ardı arkası kesilmeyen darbeler indirmeye başladı. Sustum ve konuşmasını bekledim. Konuşmasına, kelimelerine, düşüncelerini bilmeye ihtiyacım vardı. “Seni sevdiğini kendisine bile itiraf edemediği zamanlarda, bunu biliyordum.”
“O hep böyledir, itiraf edemez.” Nesli’nin sesi birden irkilmeme neden oldu. Bizi duymuş olması yanaklarıma kan renginde bir gerçek gibi oturduğunda sadece yutkundum. “Ama aranızda tüm bu olan bitenleri görmeyecek kadar da kör değiliz. Ne yalan söyleyeyim, iyi bile dayandınız.”
“Nasıl yani?” diye sordum çekimser bir sesle.
“Ateş ve barut gibiydiniz, aynı evde yalnızdınız ve sen hakkı yenemeyecek kadar çekici bir kadınsın.” Nesli bize doğru dönüp, onu ilk gördüğümden daha da uzun görünen turuncu saçlarını karıştırdı. “Bilirsin işte, çekim berbat bir şeydir, insanı bir köpeğe çevirir.”
“Aramızdaki sadece çekim değildi,” dedim birden savunmaya geçerek. “Bizim aramızdaki…”
“Aranızda birbirinize duyduğunuz ihtiyaç ve mecburiyet vardı,” dedi Sibelay, Neslihan’ı düzelterek. “İhtiyacın olduğu yerde çekim kaçınılmazdır ve onun ilk ihtiyacını karşılayan sendin. Bu yüzden sana çekilen ilk o oldu.”
“İlk ihtiyacı mı?”
“Uykuları,” dedi Neslihan, Sibelay’ı onaylayarak. “Ona uykularını verdin.”
Uykuları… Kâbusların içinde, içki şişelerinin diplerinde kaybettiği uykularını vermiştim ona. Elimi bir çocuğun annesinin elini tuttuğu gibi tutmuş, üzerini bir çocuğun annesinin o çocuğun üzerini örttüğü gibi örtmemi beklemişti. Üzerini kendimle örttüğümde, ikimiz de kâbuslardan arınmış, içki şişelerinin diplerinde boğulmaktan son anda kurtulmuş uykuların kollarında bulmuştuk kendimizi. Ona uykularını veren bendim, bu doğruydu. Ama benim uykularımın da tek sebebi oydu. Uyuyordum çünkü o vardı. O varken, yarı ölüm olan uyku bile güzeldi.
“O da bana uykularımı verdi,” dedim kabullenerek. Bir zamanlar benim için kabullenmek, kaybetmek demekti; şimdiyse kabul ediyordum çünkü zafer onunsa, yenilgi çok güzeldi. “Yalnızken kaybettik uykularımızı, sonra birlikte yeniden uyumayı öğrendik.”
Sibelay genişçe gülümsedi. “Sevişmeyi de öğrenirsiniz…”
Yanaklarıma aniden oturan ısıyla öylece Sibelay’a bakakaldığımda, Neslihan kıkır kıkır gülüyordu. “Olmadığı ne malum?” diye çetrefilli bir soru attı ortaya Nesli. “Kapalı duvarlar arasında neler oluyor, bilemeyiz… Hem illaki çıplak mı sevişilir? Belki başka türlü bir sevişme…”
“Ya of, tamam, susun ya!” Hızla arkamı dönerek onlara bakmadan atların tutulduğu ahşap ahırdan çıktım. Yanaklarıma, hissettiğim soğuğa rağmen cayır cayır oturmuş bir utanç duygusuyla olduğum ortamı çok hızlı bir şekilde terk etmiştim.
Tam çiftlik evinin verandasının önüne geldiğim anda Zafer amca ve Kartal birlikte kapıdan çıktılar. Kartal’ın gözleri gözlerime dokunduğu anda az önce konuşulanları hatırlayıp yanaklarımın içini dişledim. Kartal bana hafifçe göz kırpıp, bakışlarını Zafer amcaya çevirdi.
“Lavin, atlara bakmıyor muydun sen güzel kızım?” diye sordu Zafer amca gülümseyerek. Yeleğinin kenarından ortasına doğru bir zincir uzanıyordu, zincir altın rengindeydi ve yüksek ihtimalle de altındandı. Ayaklarında yine uzun, siyah binici botları vardı, pantolonu botunun içindeydi; temiz bir gülümsemeyle yüzüme bakmaya devam etti.
“Evet, hepsine baktım,” diye yalan söyledim, sesime küçük bir panik sızdığından Kartal bir şeyleri fark etmiş gibi bana baktı ama bana baktığını hissettiğimden ona bakmak daha güç geldi ve gözlerimi Zafer amcadan ayırmadım. “Nedim’i de gördüm, sizin atınızmış.”
“Ah uslanmaz Nedim…” Gülerken şakağını kaşıdı. “Ne aksidir bir bilsen.”
“Ben ona dokundum,” dedim birden çat diye. Zafer amca duraksayarak, bunu söylememi beklemiyormuş gibi yüzüme baktı. “Söylediğiniz kadar da uslanmaz değil bence.”
“Nedim ona dokunmana izin verdi mi?”
“Evet, sakince durdu ve onu okşamama izin verdi. Sibelay omzuma dokununca Nedim irkilip geri çekildi.”
“Çok şaşırdım buna.” Zafer amca bu cümleyi öylesine kurmamıştı, çok netti, şaşırdığını görebiliyordum. “Nedim yanına kimseleri yaklaştırmaz. Arpasını bile ben dökerim.”
“Babam atlarla aramda bir bağ olduğuna inanırdı,” dedim omuz silkip, verandanın merdivenlerini tırmanarak. Kartal’ın bakışları şimdi yüzüme yoğunlaşmıştı ama ona bakmamak konusunda ısrarcıydım. “Belki Nedim de bu bağı hissetmiştir, bilmiyorum.” Zafer amcaya bakmaya devam ettim. “Bulut’a da siz mi bakıyorsunuz?”
“Evet,” dedi Zafer amca başını sallayarak. “O yalnız kalıyor diğer ahırda. O da yanına kimseleri istemez. Ne bir at ne de bir insan. Yalnız kalmayı sever. Evet, Nedim kendine dokundurmaz ama Bulut kendine baktırmaz bile.”
Zafer amcanın nasıl bu kadar rahat, acılarla dolu bir geçmişi hiçe sayar gibi konuştuğunu anlamıyordum ama içimde bir yerde, en çok ve en büyük acıyı onun taşıdığını düşünen bir yanım vardı. İnsanlar nerelerinden kırılırsa, oranın sivri olduğunu bilir ve en çok orası törpülensin diye uğraşırdı; belki de Zafer amca, o kısmı küt olana dek kendini çok kez duvara vurarak yaralamıştı.
“Yunus hiç Bulut’un yanına gitti mi geldiğimizden beri?” Bu soruyu ortaya bırakmıştım, muhatabı yalnızca Zafer amca değildi. Kartal’a da yöneltilmiş bir soru vardı ortada ama Kartal beni duymazdan gelmeyi seçerek cevabı Zafer amcaya bırakmayı tercih etti, belki de bilmiyordu.
“Gitmedi. Daha salona gidip Leyla’nın fotoğrafına bakmaya korkuyor, Leyla’nın büyüttüğü atın yanına gider mi sanıyorsun?” Zafer amca keyifsizce güldü. “Ben seni çok sevdim, biliyor musun? Hiç diğerleri gibi değilsin.”
“Nasıl yani?”
“Korkmadan sorular sorabiliyorsun, tanıdığım tüm kadınlar bu soruları içlerinden sorar, öğrenmekten korkarlar.”
“Korkmam için bir sebep yok,” dedim sakince. Bakışlarım Kartal’a çevrildi. “Yunus’u gördün mü?”
“Bursa’ya indi,” dedi Kartal, bugün birlikte de ortadan kaybolduklarını hatırlayınca daha ısrarcı gözlerle ona baktım. Altın kahve gözleri belli belirsiz yüzüme dokunup geri çekildi. “Biraz işleri varmış.”
“Senin de vardı işlerin sanırım,” dedim, merak kanıma karışmış hastalık gibiydi ama direkt sormak da istemiyordum.
“Evet,” dedi sadece Kartal. “Baksana, benim seninle bir işim var.” Zafer amcanın yanından ayrılarak bana doğru ilerledi, bakışlarımı kaldırıp yüzüne baktığım sırada Zafer amcanın gözleri üzerimizdeydi. “Gelsene benimle.”
“Nereye?” Ona dikkatle baktım.
“Gel işte.” Beni bileğimden yakalayınca bir an afalladım ama bozuntuya vermedim. Zafer amca hafifçe gülümseyerek bizi izlemeye devam ediyordu. Kartal beni bileğimden çekiştirerek içeri soktu ve Zafer amcanın kadrajından çıktığımız an elimi geri çekerek ona dik dik bakmaya başladım.
“Yine ne diye beni bez bebek gibi oradan oraya çekiştiriyorsun sen ya?”
Parmaklarını dudaklarıma bastırdı, dudaklarıma kor alevler dökülmüş gibi donup kaldığımda, “Sus,” diye fısıldadı göz ucuyla kapıya ve sonra da bana bakarak. “Burak ve Sahra’nın arasını düzeltmemiz gerek.”
Parmakları dudaklarımda olduğundan sesimi çıkarmadan, kalbimde gitgide büyüyen bir sızıyla onun yüzünü izlemeye devam ettim. Parmaklarını nihayet dudaklarımdan çekerek kelimelerime geçebilmeleri için yol verdiğinde, “Araları hâlâ limoni mi?” diye sordum yavaşça. Dudaklarımda hüküm süren parmaklarının oradaki sıcaklığı zihnime kazınmış bir olay gibiydi; saniyeler geçmiş olmasına rağmen her geçen saniyede bir defa daha tekrara düşüyordu.
“Limoniden daha kötü. Burak’ın kafasında soru işaretleri, Sahra’nın da kolay aşılamayan inadı var.” Gözlerini yeniden kapıya çevirdi, ardından bana bakıp, altın kahve gözlerini gözlerimin içine mıhladı. “Yeni yıla aralarında süren bir gerginlikle girmelerini istemiyorum,” dedi Kartal. “O yüzden aracı olmamız şart.”
“Sen ve aracı olmak?” Ona duyduklarıma inanamıyormuş gibi baktım. “Ciddi misin?”
“Yok, şaka yapıyorum. Tabii ki ciddiyim.” Ellerini siyah kotunun ceplerine sokup bana üstten bir bakış atınca, gözlerimi kısıp bakışlarına sakin kalmaya dikkat ederek karşılık verdim. “Burak’a ona dövme yapacağıma söz verdim, üniversiteden beri dövmelerinin çoğunun ince işlerini bana yaptırır.” Konunun nereye bağlanacağını bilmediğimden ona bakmaya devam ediyordum. “Yunus’la Bursa’ya inip dövme için gereken birkaç temel parçayı aldım.” Gözlerini bir an etrafta dolaştırınca bunun nedenini merak ettim ama çok sürmeden tekrar bana baktı. “Gerisi sende. Sahra’nın kulağına Burak’a dövme yapacağımı atıp, bir dövme de kendine yaptırmak istediğini söyleyeceksin ama benden çekiniyor gibi de yapacaksın. Sahra, konu kendisi olunca korkak olsa da sevdikleri için cesurdur. Senin için bana rica etmeyi teklif edecek, sen de hemen kabul etmesen de sonunda kabul edip, onu alıp yanıma geleceksin.”
“Ee?”
“Burak, ona yapacağım modeli düşünürken aralarında bir muhabbet başlar, biz de muhabbetlerine dahil oluruz. Olur da konuşmazlarsa, muhabbeti başlatan biz oluruz, ellerinde olmadan muhabbete katılırlar.”
Şeytan, diye iç geçirsem de sakince, “İşe yarar mı?” diye sordum.
“Muhabbetin nereye bağlanacağına bağlı,” dedi Kartal. “Ama konuşmadıkları sürece bu konuyu aşamayacaklar. Şu an ikisi de sessizi oynuyorlar. Kavga bile etseler, sonunda konuşmuş olacaklar ve bu sessiz kalmalarından iyidir.”
“Bu olabilir,” dedim, söyledikleri mantık çerçevesinden bakıldığında çok akıllıca şeylerdi. Kavga bile etseler, şu an doğan sessizlikten daha yararlı olurdu onlar için. Sessizlik büyüdükçe, birbirlerine sağır olmaya başlayabilirlerdi. Bir kez sağır olurlarsa, bir daha birbirlerine söyleyecekleri hiçbir kelimenin anlamı kalmazdı.
“O zaman sen şimdi gidip Sahra’yı buluyorsun,” dedi Kartal bana, gözlerimin içine bakışı dikkatimi dağıtsa da başımı sallayarak onu onayladım. “Ormana bakan cam odada olduğumuzu, dövme yapacağımızı falan söylüyorsun, ne yapacağını zaten biliyorsun.”
“Tamam,” dedim. “Burak nerede?”
“Beni odada bekliyor.”
Başımı salladım. “Sahra’nın nerede olduğunu biliyor musun?”
“Burak’la kaldıkları odadadır,” dedi Kartal. “Bizim kaldığımız katta, karşı tarafımıza bakan üçüncü kapı.”
“Tamam o zaman, ben şimdi gidiyorum.” Tam merdivenlere yöneleceğim sırada, Kartal her ne kadar bundan nefret ettiğimi bilse de beni bileğimden kavrayarak kendine doğru çekti. Sırtımı ona dönmüş üzere olduğum için birden çevrilince göğsüm göğsüne çarptı ve kafamı kaldırıp onun güneşin gölgesi gibi görünen içleri iri, çekik gözlerine baktım. Dudaklarını bebek saçlarımın başladığı noktaya bastırırken gözleri gözlerimin önünden silinmişti. Dudaklarının baskısı zihnime dolandı ve hisler çözüldükleri yerden dökülerek kalbimi kapladı. Dudaklarını alnıma sürterken burnundan sert bir nefes verdi, ılık nefesi saç diplerime sızarken gözlerimin üzerinden aşağı sarkan kirpiklerim bakışlarımı gizledi.
“Geç kalma,” dedi, erkeksi sesine dolanan tınıyı içime bir duygu gibi yerleştirmişti.
Elimi sertçe geri çektim ama onun yüzüne bakmadım. Çünkü bakarsam, hissettiğim her çıplak duygu, onun gözlerinde çıplak derisinden de sıyrılacaktı. Merdivenlere yönelip onu arkamda bıraktığımda, bazı hislerin nedenleri kara bir gölge gibi kafamın içine çökmüştü. Kafamın içinin onunla dolduğunu fark edince iki kaşımın ortasında bir korku yarığı oluşmuştu; onu bu kadar özümsememeliydim.
Sahra ile Burak’ın kaldığı odanın önüne geldiğimde düşünceler geriye doğru yatarak zihnimde görünmez oldular. Bakışlarım bir süre kapıda bekledi, sonunda yumruğumu kapıya yavaşça indirdim ve Sahra’nın cılız sesini duyana dek elimi geri çekmedim. “Gel,” demişti zayıf ses, beni içeri davet ederken onun isteksizliğini solumuştum ama biraz daha iyi hissedebilmesi için üzerine gitmem gerektiğini biliyordum. Kapıyı aralayıp içeri girdiğimde beni karşılayan, kaldığımız odadaki kadar büyük bir cam duvar olmasa da yine camdan bir duvardı. Cam duvar, duvarın yarısını kaplamıştı, bir kısma kadar devam etse de sonrasında plastik bir şerit duvar ile camı birbirinden ayırıyordu ve camın şerit geçen diğer tarafı gri bir duvara dönüşüyordu.
Sahra, duvara dayalı kadife yatak başlığına yaslanmış, dizlerini karnına kadar çekmişti. Dizinin ön kısmına yasladığı açık kitaba dikili gözlerini geri çekerek kapıya çevirdi. Beni görmeyi beklemiyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. “Lavin, gelsene.” Dizlerini indirmesiyle zayıf bacakları yorganın altında kayboldu ve açık duran kitabın kapağı kendiliğinden kapandı. “Kusura bakma, biraz pasaklıyım,” dedi gülümseyip, saçını kulağının arkasına iterek.
“Sorun değil,” dedim yalanlama ihtiyacı duymadan. Duymayı beklediği, iyi göründüğünü söylemem değildi; duymak istediği bu kadar basit şeyler değildi. Onu tam olarak tanımıyordum ama onunla geçirdiğim çöpe atılamayacak bir süre zarfı vardı. Bu süre zarfında Sahra’nın bu grubun en hassas ruhu olduğunu anlamıştım. Belki yaşadıkları, belki de ruhunu saran o hassas bariyer, onu diğerlerinden bir tık daha çözülmesi kolay hâle getiriyordu. Ona baktığımda acılarından kaçan bir kız çocuğu görüyordum ve yine ona baktığımda gördüğüm, acılarına sarılan bir kız çocuğuydu.
Yatağın önüne geldiğimde Sahra dağınık saçlarını bileğine geçirdiği mor bir tokayla bağlıyordu. Atkuyruğu şeklini verdiği saçları aşağı doğru salınıp yanağına sürtündü ve Sahra yeşil gözlerini bana dikti. “Canın mı sıkıldı çiftlikte?”
“Eh,” dedim kuru bir sesle. “Senin de canın sıkılmışa benziyor.”
“Aynı tas, aynı hamam,” dedi, sesi bitkin geliyordu. “Dikilme öyle, otur yanıma.”
“Aslında oturmaya gelmedim,” dedim, karnım ağrıyormuş gibi bakıyordum çünkü bir karın ağrım olduğuna inanırsa, yapacaklarıma da inanırdı. Şu an önemli olan onun güvenini kazanmaktı ve bu diğer grup üyelerinin güvenini kazanmakla aynı değildi; o çok zor biriydi ve güvendiği her yerden delik deşik edilmişti.
“Ne oldu?” Tedirgin olmuş gibi yavaşça doğrulup, kapağı kapanan kitabı aldı ve komodinin üzerine bıraktı. Komodinin üzerinde, yarısı içilmiş bir su bardağı vardı. Duyacaklarına hazır değilmiş gibi su bardağına uzandı ve içinde toz parçalarının uçuştuğunu gördüğüm suyu umursamadan kafasına dikti. Canı sıkkındı, bu çok belliydi. “Anlatsana,” dedi suyu yutup, bardağı komodinin üzerine bırakarak.
“Kartal ve Burak alt katta dövme hazırlığı yapıyorlar,” dedim dudaklarımı öne doğru uzatıp, sıkıntılı bir ifade takınarak.
“Dövme hazırlığı mı?” Sahra bir an afalladı, anlayamamış gibiydi. “Anlamadım.”
“Kartal’ın dövme yaptığını biliyor muydun?” Konuyu biraz uzatmalıydım, kolaya kaçarsam karşımdaki kuş, bu daldan uçup giderdi. “Yapıyormuş. Hatta Burak’a bir tane yapacak. Bugün Yunus ile Bursa’ya inip malzeme almışlar. Dövme için…”
“Hım…” Keyifsiz bakışlarını ellerine indirip, “İyi,” diye mırıldandı. “Burak dövmeleri sever.”
“Ben de dövme yaptırmak istiyorum,” dedim ve elimi omzuma koyup, “Burada bir tane var, görmüşsündür,” diye ekledim. “Kartal’dan istesem bana da yapar mıydı?”
“Yapar,” dedi Sahra, dudaklarına güvenilir bir tebessüm çizdi. “Neden yapmasın? Sen ne istersen yapar.”
“Öyle mi?” Nefesim boğazıma dizilmişti sanki. Parmaklarım, bilincim dışında boğazıma kaydı ve soluk boşluğumu okşayarak etrafa baktım. “Biraz çekindim açıkçası. İstemekten…”
“Saçmalama. Neden çekinesin ki?”
“Ne bileyim,” dedim kuru bir sesle.
“Senin için onunla konuşurum,” dediği an, avı kapana sokmuşum gibi gözlerimi kıstım. Birden komodinin üzerinde duran telefonuna uzanınca, “Dur,” dedim korkarak. “Telefondan mı isteyeceksin?”
Bana garip garip baktı. “Evet, ne oldu ki?”
“Öyle daha çok utanırım,” dedim tek nefeste. “Kendin söyleyemiyor musun falan der, utandırır beni. Birlikte insek, hem Burak senin sevgilin, sen onu izliyormuş gibi yaparken bana dövmeyle ilgili bir şeyler sorarsın, ben de o sırada istediğimi belli ederim, olmaz mı?”
“Çocuk gibi oyun mu oynayacağız, Lavin?” Keyifsizce güldü. “Kartal bunu anlar.”
“Amaç anlaması zaten. Direkt söylemekten çekiniyorum…”
“Ne tuhaf kızsın,” dedi gülümsemesi içtenleşirken. “Şey, gelebilirim ama Burak ve ben hâlâ… Bilirsin işte, aynı konular.” Gözlerini kaçırıp tekrar parmaklarına indirdi. Pembe alt tonlu nude bir renge boyanmış zarif, uzun tırnaklarını izlemeye başladı. “Böyle olmaktan ben de mutlu değilim ama hâlâ barışmadık.”
“Siz çocuk musunuz da küsüyorsunuz?”
“Bilmem,” dedi Sahra. “Belki de biz koca çocuklarızdır.”
“Hem belki aranızı da düzeltmiş olursunuz,” dedim ona kuvvet vermek ister gibi. “Dövmelerden konuşurken falan…”
“Bilmiyorum,” diye fısıldadı Sahra. “Konuşursak her şey daha da beter hâle gelebilir, bundan korkuyorum.”
“Konuşmazsanız her şey mükemmel olmayacak ama.”
“Öyle mi?” Bana bir çocuk masumluğuyla bakınca, bir an her şeyi boş vererek başımı iki yana salladım.
“Amacım dövme falan değil, Sahra. Seni kandırmayacağım,” dedim direkt olarak. Bana bakakaldı ama konuşmamı bölmedi. “Sen ve Burak, yani ne zamana kadar susacaksınız? Ya kılıçlarınızı giyinip savaşın ya da sarılıp birbirinize sevdiğinizi söyleyerek yaralarınızı iyileştirin. Yeni yıla küs girmenizi istemiyoruz. Buraya seni alıp, Burak’ın yanına götürmeye ve sizi barıştırmaya geldim. Şu ankinden daha kötüsünün olmayacağının da garantisini veriyorum çünkü o koca adam seni çok seviyor.”
Sahra, “Beni kandırmadığın için teşekkür ederim,” dedi yavaşça. “Ama yüzleşmekten korkuyorum.”
“Bence yüzleşmekten korkma, geç kalmaktan kork.” Onun elini tutup yavaşça çekerek, “Şimdi kalk,” dedim. “Üzerini değiştir ve gidip o adama âşık olduğu kadını gösterelim.”
“Âşık yani bana…”
“Şüphen mi vardı?” Kıkırdadığımda Sahra da gülüyordu. “Kalk giyin, bu gece sana sarılıp uyuması için ona en iyi hâlinle görünmen ve meydan okuman gerekiyor…”
“Sarılıp uyumak için mi yani…”
“Sahra…”
“Tamam…”
“Sen giyin,” dedim kapıya yönelirken. “Seni kapıda bekliyorum ama lütfen havanın çok soğuk olduğunu aklında bulundurarak giyin. Anlık aşk ateşiyle yanarken giyinirsen, gece birlikte uyumak yerine bir acil serviste birlikte sabahlarsınız.”
“Uyuyacağımıza inanıyor hâlâ ya…”
“Ne ahlaksız insanlarsınız be,” diye çemkirdim kapıya doğru kaçarken. “Üstüme iyilik sağlık ya…”
Sahra pis pis sırıtarak, “Çoğul konuştun, Kartal mı bir şey dedi yoksa?” diye sorup güldü.
“Ya ne diyebilir bana Kartal?” Kapıyı açıp kendimi koridora atarken ona dik dik bakmaya devam ettim. “Ne diyebilirmiş bana Kartal?” Kapıyı kapatacakken durup geri açtım. “Ne diyecek sanki bana Kartal?” Kapıyı kapattım, sonra geri açtım. “Hiç de bir şey demedi bana Kartal.”
Sırıtışı daha da adileşti. “Ha desin istiyorsun sen…”
“Aa, git be, delinin zoruna bak.” Kapıyı sertçe kapatıp ellerimi kotuma sildim. “Deli mi ne… Ne isteyecekmişim ben? Hayret bir şey yani.”
“Lavin, duyuyorum…”
“Sus da giyin sen.”
“Ben giyinmeyi istiyorum da sen soyunmayı mı istiyorsun sanki?” diye seslendi bana imalı imalı.
“Aa, ne isteyecekmişim ben soyunmayı?” Kapıya dik dik baktım. “Yüzüne gözüne kapatıcı fondöten ne bulursan sür de Burak korkmasın, bok gibi görünüyordun. Soyunmak falan da istemiyorum ben.”
Sahra devamlı olarak içeride güldü ama ona hiç cevap vermedim.
Soyunmak falan istemiyordum çünkü ben.
“Soyunmadan da oluyor hem, Nesli dedi,” diye homurdandım kendi kendime. “Nesli dedi, ben değil.”
“Bir şey mi dedin?”
“Kes çeneni de fondöten sür yüzüne.” Ellerimi kotumun üzerine sildim. “Hayret bir şey yani şu an.”
Sahra odadan yüzüne renk gelmiş bir şekilde çıkmıştı ama ben, sebebini gayet iyi bildiğim bir şeyden dolayı boynum kıpkırmızı hâldeydim. Sahra, benim aksime yüzünde tatlı bir pembelik taşıyordu, bunu allığa borçluydu ama ben bildiğin mordum, bunu düşüncelerime yansıyıp duran o aptal görüntülere borçluydum. Sanki Sahra içeride giyinirken gerginlikten yüzüme iki yumruk patlatmış gibi görünüyordum. Sahra’nın keyfi yerine gelmişti çünkü kendi derdini bırakıp benim hiç de ağzıma bile almadığım şeyleri kafama kakmaya başlamıştı. Ben hiç de öyle şeyler ima bile etmemiştim. Alt kata inip, Burak ile Kartal’ın olduğu odanın önüne gelene dek yüzümü daha da koyultacak sorular sormaya devam etti ama Burak’ın kokusunu alınca birden sakinleşip gergin bir şekilde odanın kapısına bakmaya başladı.
“Ne oldu bir sesin kesildi senin?” diye sordum yüzümde beliren hain bir ifadeyle.
“Benim sesim gerginlikten kesildi, seninki çığlık atmaktan kesilmesin de,” deyince birden karnıma bir yumruk yemişim gibi Sahra’ya bakakaldım.
“Ne diye çığlık atacakmışım ben?”
“Ne bileyim Lavin, sen neyden çığlık atacağını düşündün ki?” Pis pis sırıttı. “Hı?”
“Sen azmışsın,” diye homurdanarak kapıya döndüm.
“Ha bu hikâyede azan ben oldum yani…”
“Sus sus, atom karınca.”
Sahra’nın tek kelime daha etmesine izin vermedim çünkü tek kelime daha ederse, inanırdım… Kapıyı tıklatıp, Eyşan’ın yanında kandırılmaya müsait bir Ömer gibi beklemeye başladım ama bu kapı açıldığında Ezel bile olsam, sonunda Eyşan yine yapacağını yapıp beni kandırırdı. Bir an Kartal ile Burak’ı, Ali ve Cengiz olarak düşününce dudaklarımı birbirine bastırdım. Kartal, açılarak yatak kadar uzun hâle gelen bir tekli koltuğun önüne çektiği sandalyenin üzerinde oturuyor, Burak da cep telefonunun ekranına bakıyordu. İçerisi çok fazla ışıklı duruyordu çünkü ormana çökmüş karın beyazlığı, cam duvardan içeri yansıyarak her yanı aydınlık hâle getirmişti.
Burak kafasını kaldırıp karşısında Sahra’yı görünce bir an duraksadı, çiftlik evi sıcak olduğundan kolları kesik bir basketbol tişörtü giymiş, neredeyse Sahra’nın beli kadar olan kollarını açıkta bırakmıştı. Bakışları kısa süre Sahra’nın yüzünde dolandıktan sonra tekrar telefonuna indi. Birbirlerine hem bakmak istiyorlardı hem de küçük bir bakışmanın doğuracağı alevlerin farkında bir şekilde gözlerini birbirlerinden kaçırıyorlardı.
“Başlamadınız mı daha dövme yapmaya?” diye sordum içeriye girip, arkamdan Sahra’yı da içeriye sürükleyerek. Kartal, dövme makinesinin pedalına ayağını yaslamış, elindeki makinenin ucunu bir çalıştırıyor, bir sessizliğe gömüyordu. Sahra çekimser bakışlarını odada gezdirirken, Burak’ın gözleri hâlâ telefon ekranındaydı.
“Burak bir model beğenmedi henüz,” dedi Kartal. Sandalyenin kenarındaki uzun bacaklı, ahşap sehpanın üzerindeki taş kül tablasında yarısı içilmiş bir sigara vardı. Bakışlarım Kartal’ın yüzünde dolandı, bundan sonrası ne onun ne de benim elimde olan şeylerdi; bundan sonrası Burak ve Sahra’nın elindeydi.
“Bakıyorum bir tanesine,” dedi Burak. “Üzerinde oynama yapalım ama. Senin çizimlere dokunuşlarını seviyorum,” dedi.
“Benim dokunuşlarımı sevmeyecek bir insan tanımıyorum yeryüzünde,” dedi Kartal bilmiş bilmiş. Bakışları çok kısa yüzüme çarptı, iki kaşımın ortasında beliren çukuru ben fark etmeden o görmüştü; bakışlarını hissettiğim an o çukuru fark ettim ve gözlerimi kül tablasında ölüm döşeğinde gibi uzanan sigaraya indirdim. “Tabii öyle herkese dokunmam ben.”
Gözlerimi devirmek istesem de bunu yapmadım. Burak güler gibi bir ses çıkardı, Sahra sessizdi ama sonunda bakışları birbirlerine dokunmuştu. Kartal’a onları göstermek ister gibi kaş göz yaptığımda, altın kahve gözler yüzümde dolaşıp anlık olarak arkadaşlarına çevrildi ve “Sahra, sana da yapalım mı bir şeyler?” diye sordu konuyu dağıtmak ister gibi.
“Ha?” Sahra şaşkın bakan yeşil gözlerini Kartal’a çevirdi. “Yok, ben istemiyorum.”
“Hep isterdin aslında,” dedi Burak birden konuya dahil olup, gözlerini Sahra’ya dikerek. “Bir yazı yazdırmak istemiyor muydun?”
Sahra çekimser bir şekilde, “Şu an istemiyorum,” dedi, ses tonu hafif olsa da içindeki sitem duyulur cinstendi.
“Sebebi şu an bana dövme yapılacak olması mı?” Burak’ın ani sorusu, gergin olan ipi biraz daha gerdi ve Sahra’nın bakışları, Burak’ın gözlerine çevrildi. Burak, yüzünde sakin bir beklentiyle Sahra’ya bakıyordu.
“Bununla ne alakası var, Burak?”
“O kadar zaman bir dövme isteyip, şimdi bundan vazgeçmen bana bunu düşündürttü,” dedi Burak, sesi ifadesizdi. “Gerçi sen hiçbir zaman ne istediğini direkt olarak söylemezsin. Hep benim çözmemi beklersin, sanki müneccimmişim gibi, doğru.”
“Ne ilgisi var, Burak?” Sahra’nın sesi şimdi daha duyulur tondan yayılıyordu. Kartal bana kısa bir bakış attı, dudaklarımı kemirerek bir ona bir de önümde kavganın alevine benzinli kâğıt tutan çifte bakıyordum. “Şu an dövme yaptırmak istemediğimi söyledim, hepsi bu.”
“Ben de o kadar zaman isteyip, şimdi neden vazgeçtiğini soruyorum, Sahra?”
“Sen bunu sormuyorsun, sen direkt olarak beni hedef hâline getiriyorsun.” Sahra kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup, sessiz kalmayı seçer gibi derin bir nefes aldı. “Her neyse ya.”
“Ne her neyse? Neden direkt kafandakileri söylemek yerine neyse, tamam, peki gibi kelimeler söylüyorsun?”
“Burak, ne desem suçlu ben oluyorum, farkında mısın? Bak, suçsuzum demiyorum, evet, suçluyum ama ne yapmam gerektiğini bilemeyecek hâle gelmemin nedenini de bir oturup düşün istersen.” Sahra’nın yeşil gözlerinde duygular parlıyordu, sanki hem Burak’a sarılmak istiyordu hem de kendisini anlatamadığı için Burak’ın onu anlamadığını bile bile anlamamasına kırılıyordu.
“Bana anlatmazsan, seni anlamam. Anlamazsam sonumuz hep senin peki, evet, tamam, neyse gibi kısa kelimelerinden olur.”
“Sonumuz mu?” Sahra, Burak’ın gözlerinin içine bir cevap bekliyormuş gibi baktı. “Bu da ne demek oluyor?”
“Bana güvenmiyorsun, bana anlatmıyorsun, tek yaptığın şey güvensizliğini durmaksızın yüzüme vururken, aramızdaki sorunları konuşmak yerine susmak.” Burak, elindeki telefonu cebine sokup Sahra’nın üzerine yürüyerek dikkatli gözlerle Sahra’ya baktı. “Neden günlerdir bu hâlde olduğumuzu hiç sordun mu sen kendine?”
“Sordum,” dedi Sahra. “Aldığım cevapların tümünde seni kaybediyordum.”
“Kendine sordun, bana değil. Kendi cevabını duydun, benimkini değil.”
Sahra, kafasını kaldırdı ve kendisinden bir hayli uzun olan sevgilisinin gözlerine dikkatle bakmaya başladı. Zaman, ikisinin ortasında duran bir Azrail gibiydi ama Azrail’in görevi bu kez can almak değildi; bu kez ölüm meleği bile sadece izleyiciydi. “Senin cevabını duymaktan korkuyorum,” dedi Sahra dürüstçe. “Senin benimle ilgili düşüncelerini duymaktan korkuyorum çünkü seni çok yordum, biliyorum. Ama seni seviyorum. Seni yora yora, seni seviyorum.”
Burak’ın düzgün burnunun kanatları genişledi, dudaklarını yalayıp dilini ağzının içinde çevirirken sabır dileniyor gibi bir hâli vardı. Düşünceler kafasının içine gömülmüş kimsesiz cesetler gibi olmalıydı. Yine de ona duyduğu bir aşk vardı, bu kesintisiz aşkın sonunda her defasında kendisi tek başına yanacağını bile bilse, söz konusu onun gözlerine bakmak olduğunda ateşe kendi isteğiyle yürüyordu.
“Bana anlatmıyorsun,” dedi Burak. “Bu beni tüketiyor.” Sahra’nın küçük yüzünü büyük avuçlarının arasına hapsederek, “Seni seviyorum,” dedi tek nefeste. “Ve Sahra yemin ederim, bu beni her şeyden daha çok tüketiyor.”
Sahra, Burak’ın yüzüne örttüğü avucunun üzerine elini koyup, “Biliyorum,” diye fısıldadı. “Hatalı benim, biliyorum. Hep özür diliyor, sonra hep aynısını yapıyorum, biliyorum.” Gözlerinin içinde tükenmez bir pişmanlıkla Burak’ın gözlerinin içine baktı. “Anlatacağım. Her şeyi. Sadece bilmeni istiyorum. Seni ne kadar sevdiğimi bil istiyorum. Hep bilmelisin.”
Burak başını iki yana sallarken gözlerini birkaç saniyeliğine de olsa yumdu. Gözlerini yeniden açmasıyla, Sahra’yı birdenbire kucağına alması bir olmuştu. Dudakları birbirlerine öyle sert bir şekilde tutundu ki, birden yanaklarımdan gözlerime tırmanan sıcaklığın saf duygulardan olduğuna inanarak gözlerimi kaçırma gereği duydum. Birkaç saniye, belki de dakika, bizim sessizliğimiz üzerlerine kül gibi yağarken birbirlerini deli gibi öptüler. Sonunda, Burak onu kucağından indirdiğinde, gözlerim yeniden onlara çevrilebilmişti ama ikisinin de gözlerindeki saf tutkuyu görünce gözlerimi yine kaçırma ihtiyacı duymuştum.
“Kartal,” dedi Burak, gözlerini Sahra’dan çekmeden. “Dövme işi sonra.”
“Tamam,” dedi Kartal sadece, gülmemek için dövme makinesinin ucunu izliyordu.
Sahra ve Burak öyle aceleci bir şekilde çıktılar ki, olacakların farkında olduğumdan yanaklarım anında kıpkırmızı olmuştu. Kar ışığının tüm hücrelerimi şeffaflaştırmış gibi gözler önüne serdiğini düşünerek yanaklarımı gizlemek için bakışlarımı cama çevirdim, Kartal’ın da gözleri hâlâ dövme makinesinin ucunda devamlı olarak hareket eden iğnedeydi. Birden oraya bakarken gördüğü her neyse yüksek sesle gülmeye başlayınca irkilerek ona doğru döndüm.
“Ne gülüyorsun ya?”
Bir eliyle yüzünü örttüğünde artık görebildiğim tek ayrıntı dudaklarıydı, genişçe sırıtarak gülmeye devam etti. “Hiç,” dedi. “Hiç…”
“Eşek gibi iiileme,” diye homurdandım. “Ne oldu, söylesene?”
“Eşek mi gibi?” Şimdi daha yüksek sesle gülüyordu. Elinde tuttuğu dövme makinesini kaldırıp, devamlı olarak içeri girip çıkan iğnenin hızlı hareketlerini görmemi sağladı. “Sahra ve Burak’a benzettim de…”
Bir an algılayamadım, ardından yüzümde dehşet dolu bir ifade oluşurken, “Ay seni aşağılık!” diye bağırdım abartılı bir sesle.
“Dur lan, bir an üzüldüm.”
“Niye?”
“Senle bana da benzetebilirdim ama gidip başkasına benzettim,” dedi dudağını büküp iğnenin girip çıkışına bakarak. “Burak hayal ettiğim hayatı yaşamakla meşgul.”
“İğrenç birisin,” dedim, yanaklarımın içini dişleyerek kurduğum bu cümlenin altında, sana verecek bir cevap bulamadım vardı ama bunu bilmese de olurdu. “Çirkef çirkef hayaller, ne biçim konuşmalar, ne çirkin iddialar, nasıl insansınız siz ya?” İleri geri yürümeye başladığımda Kartal büyük bir sakinlikle beni izlemeye başlamıştı. “Ne terbiyesiz, ahlaksızsınız ya. Aklınız fikriniz hep şeyde, benim öyle mi? Değil.”
“Değil mi?”
Birden ona doğru döndüm. “Değil!”
Sadece sırıttı.
“Ne gülüyorsun açıkta kalmış bir yer görmüş gibi ya?” Bir an kendi dediğime kendim şaşırarak, “Ne alakası var ya?” diye kendi kendime bir soru sordum.
“Görsem keşke,” dedi sadece.
“Gidiyorum ben ya,” dedim direkt kapıya yönelerek. “Hayret bir şey, herkesin kafası başka çalışıyor, benim gibi olamadınız bir ya.”
“Lavin…”
Kapının önünde durup, “Ne Lavin ne Lavin?” diye çemkirdim.
“Kalsana.”
“Niyeymiş?” Gözlerimi kıstım. “Hayal ettiğin hayatı yaşamak için mi?”
“Senin neden aklın fikrin benim hayalimdeki hayatta?”
“Sen söyledin.”
Başını iki yana sallayarak güldü. “Kal, korkma seni şu koltuğa yatırıp çıldırtmayacağım…”
“Neden korkacakmışım, o koltuğu kafanda parçalarım senin. Hıyar.” Kapının kolunu indirdiğim an, gülüşü zihnime dokunup zihnimde çiçekler açtırdı.
“Kal,” dedi.
“İyi, kalayım.”
“Neden diye sormayacak mısın?”
“Eşek gibi iiileme diye sormuyorum.”
“Hiç,” dedi i harfini uzatarak.
“Salak.”
“Gel hadi,” dedi elindeki dövme makinesini kapatıp, koltuğun üzerine bırakarak. “Hem nereye gidiyorsun? Üst kata gidiyorsan, bence iki saatten önce çıkma derim…”
“Bak aşağılık aşağılık imalar yapma bana, bana ne onlardan, sevişirler sevişmezler,” dedim ona doğru dönüp, kaşlarım çatık bir şekilde ona bakarken. Bir an gözleri dudaklarıma kaydı, ardından tekrar gözlerimin içine bakarken dışa doğru kıvrımlı dudaklarını yaladı.
“Ne yaparlar, ne yapmazlar? Tekrar söylesene. Hiç, öylesine…”
“Söylemeyeceğim,” dedim muzip bir sesle, kollarımı göğsümün üzerinde düğümleyip odanın içinde ona doğru ilerledim. “Ee, senin dövme işin iptal mi şimdi? Tüh, boşuna almışsın o kadar malzemeyi de.”
Tek kaşını kaldırıp yüzüme uzun uzun baktıktan sonra, “İstersen sana yapalım bir tane,” dedi, sakin sesinde alay olmadığından bir an içim istekle doldu ama bu isteği ona belli etme taraftarı olmadığımdan isteksiz bir şekilde başımı iki yana salladım.
“Yo, gerek yok.”
“Benim canım sana dövme yapmak istiyor.”
“Senin canın oramı buramı görmek istiyordur, Kartal, dügalak yapma.”
“Dügalak ne demek?”
“Senin gibi yalancı, ırz düşmanlarının yaptığı şey,” dedim.
“Seks değil o zaman,” deyince bir an duraksadım. “Malum onu yapamıyorum…”
“İki lafından biri bel altı,” diye söylenerek gözlerimi dövme makinesine indirdim. “Aslında bir dövme fena olmazdı. Tek dövmem sırtımdaki kanatlar. Başka yok.”
Bir eli belime kaydı ve sandalyede oturmaya devam ederken beni belimden çekerek kendisine yaklaştırdı. Çenesini göğsümün biraz altına yaslayıp, yüzünü iki göğsümün arasına yaklaştırarak bana alttan alttan baktığında, iki göğüs arasındaki fırtınanın adı onunkiyle aynıydı. “Yine benden bir parça taşımak istiyorsun yani,” dedi yavaşça, nefesi bir kamçı olup iki göğsümün arasındaki vadiden yukarı bir darbe indirdi.
Parmaklarım asi saçlarına kaydı, siyah saç tellerini parmak uçlarımla geriye doğru tararken gözlerimi indirmiş onu izliyordum. “Ne demek istediğini anlamadım,” diye mırıldandım, birdenbire sakinleşmiştim çünkü o elimin altına küçük bir çocuk gibi yaklaştığında içimdeki tüm duygular bir annenin avuçlarında büyüyordu.
Dudakları çöl kumlarını yarıp başını göğe kaldıran bir çiçeğin yaprakları gibi aralandı ve o aralığa bir gülücük gömdü. “Sana hiç söylemedim, değil mi?” diye sordu, sorusu bir damla suyla taşacak bir okyanus kadar merakla dolmama neden oldu. Parmakları belimden yukarı kayarak kazağımın içine girdi, çıplak tenimde onun güçlü parmak uçlarındaki nabızları hissedince irkildim ama geri çekilmeden iki göğsüm arasındaki vadide duran yüzünü izlemeye devam ettim. Parmakları sütyenimin bantlarından geçerek omuzlarımda durdu ve dövmemin başladığı yerden aşağıya doğru su gibi akmaya başladı. Yutkundum. “Bu kanatları sana takanın ben olduğumu.”
Bir an kelimeleri, ölümleri durduracak kadar güçlü bir şifa oldu. Tam dudaklarım aralanacakken, dudaklarını iki göğsüm arasına sürterek kelimelerini göğsümün içine döküyormuş gibi dışarı bıraktı. “Sana dokunmadığım zamanlarda bile parmak uçlarımı teninde taşıyordun. Sana dokunmadan dokundum. Parmaklarım teninde dolaşmadığında bile,” diye fısıldayıp parmaklarını tenime sürttü, “dokunuşlarımın izleri hep seninleydi.”
“Sen çizdin,” diye fısıldadım yavaşça. “Benim için.”
Kartal birkaç kez durup dururken dövmemi sevip sevmediğimi sormuştu, çok üzerinde durmamıştım. Nedenini şimdi anlayabiliyordum.
“Kalemi tuttuysam, bu senin içindi.”
“Onun kurduğu oyunda, onun en sevdiği oyuncaklarıydık,” diye fısıldadığımda parmakları tenimde duraksadı ama çok geçmeden söylemeye çalıştığım şeyi anlamış gibi yine dövmemin etrafında gezindi. Sanki gerçekten kanatlarım vardı da parmakları kanatlarımda dolaşıyordu. Olabilir miydi? Onu altına saklayabileceğim kadar büyük kanatlarım olabilir miydi?
“Onun kurduğu oyunda, onun en sevdiği oyuncaklarıydık,” diye mırıldandı.
“Teşekkür ederim,” dedim, içimde kesintisiz bir duygu vardı.
“Teşekkür etmeni gerektirecek bir şey değil bu,” dedi, sesi göğsüme gömülü bir ağıt gibi duyulmuştu. “Sana bir dövme daha yapmamı ister misin?”
Başımı yavaşça salladım. “İsterim.”
Dudaklarının yukarı kıvrıldığını hissettim. “İstediğin bir şey var mı peki?”
“Var,” dedim kendimden emin bir sesle. “Aşk ya da ölüm.”
Dudaklarını yavaşça göğüs boşluğuma sürterek, “Mathilda ve Leon,” dedi beni anlamış gibi.
“Evet, onlar.”
“Önce çizim yapmam gerek, kusursuz olması için üzerinde çalışmalıyım.”
“Buna gerek yok,” dediğimde gözleri yüzüme dokundu. “Kusurları da olsun. Kusursuz bir dövme istemiyorum.”
“Sen benim sana verdiklerimi istiyorsun. Kusurlu ya da kusursuz fark etmez, beni istiyorsun.”
Kartal, kusursuz bir adam değildi. Aksine, öyle büyük kusurları vardı ki, onun güzelliğine kapılıp giden bir kadının sonu kaçar adımlarla ondan uzaklaşmak olurdu; ben onun kusurlarını ilerlediğim yol bilmiştim. Bir insanın önce kusurlarını görebilmek çok önemliydi. İnsanlar önce gördüğü güzelliklere aldanırdı, oysa güzellik bir tiyatro oyununun gösterildiği sahne gibiydi; perdeler açıkken o sahnedeki ışıltı herkesin gözlerini alırdı ama perde kapandığında, sahne zifirden bile karanlıktı.
Leon ve Mathilda’nın karşı karşıya olduğu bir görsel dikkatimi o kadar çok çekmişti ki, bir süre sonra Kartal kendini kâğıda o çizimi uyarlarken bulmuştu. Mathilda’nın üzerinde, o gece üzerimde olan kıyafetleri vardı ve Leon da tıpkı o gece Kartal’ın göründüğü gibi görünüyordu. Fotoğrafta Mathilda ve Leon karşı karşıyaydılar, Mathilda kafasını kaldırmış Leon’un yüzüne bakıyordu ve kucağında saksısını tutuyordu. Çizim aslında kolay gibi görünse de emek istiyordu, fotoğrafı birebir kâğıda geçirdiği söylenemezdi ama bakıldığında onlar olduğu çok bariz ortadaydı.
“Bunu bir daireye alabiliriz,” dedi Kartal. “Çünkü bacak kısımlarının tamamı yok fotoğrafta. Yuvarlağın içinde olurlarsa dövmede bir eksiklik olduğu belli olmaz. Güzel bir geçiş olabilir.” Kalemi çevirip kafasını kaldırınca, onu pürdikkat izlediğimi fark edip gözlerini kıstı. Kalemin ucunu iki gözüm arasında hareket ettirdikten sonra, “Şş,” diye mırıldandı. “Sana diyorum ama…”
“Dövmeyi çizen sensin, yapacak olan da sensin, benden daha iyi anlamasan kalem şu an senin değil, benim elimde olurdu,” dedim yavaşça. Dirseğimi koltuğa bastırıp dizlerimin üzerine çöktüm ve gözlerimi kâğıda indirdim. “İşi bilenin işine burnunu sadece cahiller sokar.”
Bakışlarım yüzüne salındı. Bir süre hiçbir şey söylemeden yüzüme bakınca, kafamı kaldırıp ona soru işareti dolu gözlerle baktım. “Hiç,” dedi soru işaretlerini görmüş gibi. Bu beni gülümsetti.
“Bacağımda nasıl durur?” diye sordum parmağımı kâğıda uzatıp, Leon ile Mathilda’yı parmağımla oluşturduğum bir çemberin içine alarak. “Üst taraf, ön kısma.”
“Güzel durabilir,” dedi başını sallayarak. “Ama baldırda da güzel olur.”
“Yok,” dedim. “Baldıra değil de üst bacağın ön kısmına istedim.”
“Öyle mi istedin?” diye sordu çocukla eğleniyormuş gibi. Ona dik dik baktım.
“Evet, öyle istedim.”
“Hep öyle çocuk gibi mi istersin sen?” Kafasını öne doğru uzatınca, azalan mesafemiz nefesinin dudaklarıma çarpmasıyla yerini ateşlere bıraktı. Gözlerimi kaldırıp, altın kahve gözlerine düşen yansımama baktım. Gözlerini hangi yıldızdan çalmıştı?
“Çocuk gibi falan istemedim ben,” diye mırıldanarak bakışlarımı yüzünde gezdirdiğimde, kalemin lekelerini taşıyan parmaklarını yanağıma dokundurdu ve dokunuşu içime daha önce bilmediğim ama beni yukarı çeken, aydınlıklara boğan bir his gibi doldu. Kartal bir ışık gibi içime her dolduğunda, karanlık bir adım geri çekiliyordu.
Gözleri uzun süre yüzümde dolanırken parmakları yanağımda bekledi. “Başka eklemek istediğin bir şey var mı?” diye sordu, sesinin tınısında kaybettiğim bir akıl vardı.
Parmağımı çizimin üzerinde gezdirerek, “Love,” dedim ve parmağımı aşağı kaydırdım. “Or Death. Love yukarıda, or Death ise aşağıda. Love’ın o harfini silahların hedef işareti şeklinde yapabiliriz.”
“Vay,” dedi gözleri kâğıtta, kaşları havaya dikilirken. “Güzel olur öyle.”
“Değil mi?” diye sordum heyecanlı heyecanlı. Bir an bana baktı, sonra tekrar çizime bakarak yavaşça gülümsedi.
“Evet,” dedi sadece ama hâlâ gülümsüyordu.
“Öyle yapalım o zaman.” Kaşlarımı çattım. “Ne gülüyorsun?”
“Hiç.”
“Başladın yine eşek gibi iiilemeye.”
“Şunu söyleme, daha da gülesimi getiriyorsun,” dedi sırıtarak.
“Neden güldüğünü söylesene ya…”
“Çocuk gibi tavırların var,” dedi gözlerini bana doğru namlu misali doğrulturken, “bana kendimi iyi hissettiriyorsun.”
İtirafı beni anlık duraksattı ama hiçbir şey söylemeden yavaşça doğrulup kalktım. “Kapıyı kilitlesene,” dedi çenesiyle kapıyı işaret ederek. “Bir de pantolonunu çıkar.”
Başımı sallayıp kapıyı kilitledim, pantolonun fermuarını indirirken kalbim yine garip bir patırtı çıkararak atmaya başlamıştı. Kartal, çizime yazıyı ekliyordu ama ben son derece gergindim. Beni birkaç kez iç çamaşırıyla görmüş olsa da kendimi garip hissediyordum; bedenim birden alevler altında kalmış gibiydi. Ormana çöken karlara bakarak derin bir nefes alıp pantolonu aşağı doğru çektim ve Kartal’ın bakışları anlık olarak beni buldu. Kazağımı kalçalarıma doğru indirip ayakkabılarımı pantolon ile birlikte çıkararak koltuğa doğru ilerledim. Gözlerini benden uzaklaştırmıştı ama yine de yanaklarımdaki ısı azalmak yerine çoğalıyordu.
“Seni yemeyeceğim, Kırmızı Başlıklı Kız, şöyle uzan,” dedi koca kurt, bu beni gülümsetse de çaktırmadım ve yavaşça koltuğa oturup, bacaklarımı ona doğru uzattım. Koltuğun sırtımı koyduğum kısmını hafifçe aşağı indirdi ve bedenim arkaya doğru kayınca yutkundum. Parmaklarını bacağımın ön bilek kısmından başlatarak dizime kadar sürttü, dizimin üzerine çıkarttığında gözlerimi tavana çevirip sertçe yutkundum. “Kurt mu soruyordu soruyu, sikime kadar hatırlamıyorum şu an, hafızam kayıp ama söylesene Kırmızı Başlıklı Kız, bacakların neden bu kadar beyaz? Beni daha rahat kudurtabilmek için mi?”
Yanaklarımdaki sıcaklığa rağmen dudaklarımı birbirine bastırarak dokunuşunu hazmetmeye çalıştım. “Kırmızı Başlıklı Kız soruyordu, koca kurda.”
“Sor,” dedi, parmaklarını diz kapağımda dolaştırıp tekrar üste doğru kaydırdı.
“Parmakların,” dedim yavaşça. “Neden bu kadar sıcak ve sert?”
“Sikerim ama oynamıyorum ben,” diyerek elini geri çekti.
“Cevap vermeyecek misin?”
“Devam edersen cevabı ben değil başka sıcak ve sert bir yerim verecek, Lavin, ondan oynamıyorum…”
“Ahlaksız,” diye homurdandığımda kısık sesle güldü.
“Sanki karnını karıncalar kaplamıyor da ben böyle konuşunca…”
“Kaplamıyor…”
“Elimi koyayım bir karnına, bakayım karınca var mı?”
“Tekmeyi bir koyarım, odanın diğer ucuna kadar kanatsız uçarsın.”
“Tamam tamam, sakin ol, Bal Leoparı,” dedi muzip bir sesle. “Şimdi dövmeyi tam olarak şuraya mı?” Parmaklarını dizimin üst kısmına kaydırıp bacağımı gererek dokununca sertçe yutkundum. “ Yoksa şuraya mı,” parmağını biraz daha yukarı kaydırdı, “yoksa şuraya mı yapalım?”
Elimi, elinin üzerine koyup, parmaklarını sürte sürte üst bacağımın tam ortasına getirdin. “Tam buraya,” diye fısıldadım. “Buraya yap.”
“Titreyen benim ellerim mi senin ellerin mi bilmiyorum ama benim bir tansiyonum düştü şu an, Lavin.”
“Aptal…”
“Ettin beni.”
Gözlerini kaldırıp bana bakınca, bakışlarımı odada gezdirerek ona bakmamaya çalıştım; itirafları fazla gelmeye başlamıştı. Kartal, dövmenin kopyasını bacağıma çıkarmış, sonunda makineyi çalıştırabilmişti ama biraz gergin olduğu her hâlinden belliydi. Dövme konusunda bir geçmişim olduğundan canımın çok acımayacağını biliyordum. Acı eşeğim yüksekti, sırtıma o koca kanatlar çizilirken yüzümü bile neredeyse hiç buruşturmamıştım. Ama yine de bu küçük acıyı bana verecek kişi o olduğundan mıdır bilinmez, o benden katbekat daha gergin görünüyordu. Alnında oluşan ter damlacıklarını anbean takip edebilme şansım olmuştu. Sonunda bacağımın zaten gergin olan derisini yavaşça gerip, “Canını yakarsam, dur de,” dedi kısık sesiyle, gözlerini yavaşça kaldırıp benden onay bekler gibi baktı. “Başlayayım mı?”
“Korkmana gerek yok, daha önce dövme yaptırdım.”
“Sana iğne batıran dövmecinin kulağını sikeyim,” diye homurdanarak gözlerini gerdiği etime indirdi. “Canını biraz bile yakacak olmam düşüncesi nasıl belamı sikiyor, bilsen önümden kalkardın.”
“Kalkardım,” dedim yavaşça.
Dudakları yukarı kıvrıldı, güçlükle dudaklarını yalayıp saniyede onlarca kez içeri dışarı hareket eden iğneyi tenime dokundurdu. Sertçe yutkunduğumda iğnenin girişlerini derimin içinde hissetmiştim. Beklentiyle sarılı endişeli bakışlarını bana doğrultup iğneyi geri çekecekken, “Devam et,” dedim güven verici bir şekilde. “Acımıyor, Doktor.”
Biri canımı acıtacaksa, bu kişi sadece o olsun istiyordum.
Canımı yakarsa, canını yakardım; iki kişinin başlattığı yangında tek kişi yanmazdı.
Parmakları, bir tabloya renklerini bırakan ressamın fırçasının ucundaki boya gibi tenime mürekkepler gömmeye başladı. Çizdi, mürekkepleri sildi, çizdi ve mürekkepleri sildi. Tenime gömdüğü acı bir müddet sonra yerini uyuşukluğa devretti ve iğnenin her bir darbesinin sonunda tenimde yeni bir iz belirdi.
Bacağımı sildiği peçeteyle bacağımı silmeyi bırakıp alnını silmeye başladığında afallayarak, “Ne yapıyorsun sen?” diye sordum şaşkınlık içerisinde. “Bacağımı silmen gerekmiyor mu?”
“Dur şimdi sen, bir dur,” dedi nefes nefese alnını bir kez daha silerek. Bir an gerçekten yüksek sesle gülmüş olmam onun kaşlarını çatmasına neden oldu.
“Bu kadar gerileceğini düşünmemiştim,” dedim dudaklarımı birbirine bastırarak.
“Hem canını yakıyorum diye gerildim hem de…” Burnundan sert bir nefes verince, iğnenin açtığı derim nefesini emdi ve kaşlarımın ortasında bir kasılma yarığı oluştu. “Bacakların o kadar beyaz ki, parmaklarımı ne zaman bastırsam bastırdığım yere kan oturuyor. Çok kışkırtıcı görünüyor.” Bir an durup bana baktı. “Çok mu açık konuştum?”
“Her zamanki hâlin,” diye mırıldandım yüreğim ağzımda olmasına rağmen.
“Kafamı karıştırma da şu dövmeyi bitireyim, Lavinia,” dedi gergin bir sesle. Dövme bitene dek konuşmamıştı ama alnında kullandığı peçetedeki mürekkep lekeleri vardı. Buna gülemedim çünkü zaten gergindi, bir de buna gülecek olursam tamamen ateş hattına dönüşebilirdi. Sonunda dövmenin son rötuşunu da yapıp makineyi kapatmasıyla, gözlerimi araladım ve zihnimdeki dinginlik birdenbire sona erdi. Bacağıma bir köpük sıkıp yavaşça sildi ve ardından bacağıma resmettiği eserine uzun uzun baktı. O bacağımdaki çizime bakarken kolları iki dizinin üzerinde asılı duruyor, bir elinde dövme makinesini, diğerinde peçeteyi tutuyordu.
“Çok güzel oldu,” dediğinde eğilip dövmeye bakmak istedim ama kendimi durdurdum. Onun incelemesi henüz bitmemişti. “Dövme beyaz tende daha güzel duruyor.”
“Öyle mi?” Yavaşça doğruldum, bacağımı yukarı kırıp gözlerimi dövmeye indirdim. Tenime kan oturmuştu, dövmenin etrafında kan kabarcıkları vardı ama alabildiğine siyah göründüğü için tenimle yarattığı zıtlık bir an için inanılmaz derecede hoşuma gitmişti. Parmaklarımı dövmeye dokunduracaktım ki elimi havada yakaladı.
“Dur bakalım,” dedi uyarıcı bir tonlamayla. “Orada açık bir yara var şu an, öylece dokunamazsın. Mikrop mu kapmak istiyorsun? Hayatında benden başka bir mikroba yer olmamalı.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Mikrop olduğunu kabul ediyorsun yani?”
“Evet,” dedi pişkin pişkin. “Birazdan Bursa’ya ineceğim, krem alırım,” dedi dövmeyi işaret ederek.
“Yine neden Bursa’ya iniyorsun ki?”
“Hiç, krem mrem.”
“İiilemeye başladığına göre hiç değil,” diye homurdandım.
“Hadi Lavin, yorma beni, bak hâlâ ellerim titriyor.” Ellerini bana doğru uzattı. “Çek bacaklarını gözümün önünden, öyle konuşalım.”
💫️
Uzun kolları bileğime kadar indiğinde, kan kırmızı elbisenin kumaşı tenimde yumuşak, kadifemsi bir his bırakmıştı. Bedenime tam oturuyordu, elbisenin kumaşı yumuşak kadifeden olmasına rağmen belimden aşağısı kanat gibi açılıyor ve şekli bozulmadan öylece durabiliyordu. Henüz dövmem çok yeni olduğu için üst bacağımı açıkta bırakabilecek kısalıkta bir elbise seçmiştim. Dizlerimin üzerine kadar çekeceğim siyah çoraplar da bedenimin daha az üşümesi konusundaki koruyucum olacaktı. Açık renk saçlarımın uçları maşa sayesinde lüle lüle duruyordu ama çok yapılı bir saç tercih etmemiştim; doğal bir görüntü veriyordum.
Gözlerimi bomboş bırakmıştım, eğer yorgun olsaydım bu görüntü beni hasta gibi gösterebilirdi ama kan kırmızısı ruju sürdüğüm an, ela gözlerimin boş olması gerektiği Sibelay tarafından altı çizili bir emir metni olarak önüme sunulmuştu. Siyah çorabı bacaklarımdan yukarı çekip, çoraplarla bir uyum yakalayacak olan postalları ayağıma geçirdim. Postalların önünden dil gibi sarkan siyah kulaklarını bilerek aşağı doğru sarkıtmıştım. Böylelikle hem rahat hareket edebilecek hem spor hem de şık görünebilecektim. Ormanda geçecek bir geceyi topuklu ayakkabıların üzerinde hayal edemiyordum; üstelik yaram da yeni iyileşmişti ve bedenimi çok da zorlamak istemiyordum.
Kitabı Yunus Emre’den alıp siyah, zincirli çantanın içine sokmuştum ve telefonumdan başka hiçbir şeyi çantanın içine atmamıştım. Kitabı, saat on ikiye vurana dek görmesini istemiyordum. Kitap bir paketin içindeydi ama yine de bir paket görecek olursa bu onu şüpheye düşürürdü. Karşımdaki herhangi biri değildi, Kartal Alaşan’dı ve ellerimdeki tüm suları çalıp beni sularla geldiğim bu yerden susuz geri gönderirdi. Siyah, uzun sallantılı küpelerimden biri kulağımı acıtınca gözlerimi kısarak kulağımı ovdum. Kartal, bize verilen odanın duşunu kullanıyordu. Tıraş olduğunu yayılan tıraş kolonyası kokusundan anlamak mümkündü. Ensesine attığı beyaz havluyla duştan çıktığında çıplak bedenini içine alan tek şey, beline sardığı siyah havluydu. Kaslı göğsünden yağmur damlaları misali süzülen su damlacıklarına bakakaldığımda, artık onun altın kahve gözleri de benim üzerimdeydi.
Avucunu ensesindeki havluya bastırarak su damlacıklarını havlunun altına toplarken, “Böyle üşümeyecek misin?” diye sordu yavaşça, gözleri beni izlemeyi bitirmemişti ama kelimeleri, sanki tüm analizlerini tamamlamış gibi sesine tutunarak zihnini terk etmişti.
“Üşümem.”
“Üzerine deri ceket al,” dediği anda bakışlarını dövmenin hâlâ etrafında halka gibi kızarıklığını taşıdığı bacaklarıma indirdi. “Dövmene krem sürdün mü?”
“Sürdüm,” diye mırıldandım.
“Fazla iyi görünmüyor musun sence de?” Sorusu beni afallatınca, gözlerine yayılan ifadeyi görmek için bakışlarına tutundum ve dudaklarım yavaşça aralandı. Gözleri bacaklarımdan yukarı kayıp gözlerime tutundu. “Sadece partideki kızları değil, tüm doğayı kıskandıracaksın.”
“Kartal Alaşan gibi konuşur musun?” Yanaklarıma oturan ısıyı fark etmemesi için bakışlarımı odanın diğer tarafına çevirdim. “Ne zaman çıkarız?”
“Ben hiç bu kadar kendim olarak konuşmamıştım,” dedi ama onu duymazdan geldim. “Zafer amcayla yeterince vakit geçirdik, şimdi istirahate çekilir o, biz de çıkarız.” Ensesine bastırıp ıslattığı havluyu yere bıraktı ve koltuğun üzerine serdiği kıyafetlerine doğru ilerledi. Havlu her an sıkı kalçalarından kayıp düşecek ve uzun, gergin bacakları gözlerimin önüne serilecekti sanki. Bakışlarımı farklı bir yöne çevirerek çantanın zincirini boynumdan geçirdim. Havlunun yere düşerken çıkardığı sesi duydum, nabzımın içinde ilerleyen iğneler kalbime yüzüyormuş gibi hissettiren o ses, devamında çıplak bedenine sürtünen kumaşların seslerini zihnime taşımaya başladı.
“Yunus gelecek mi?”
“Evet,” dedi Kartal, ona bakmamaya devam ediyordum. “Saat on iki olmadan ortadan kaybolur büyük ihtimalle.”
“Neden?”
“Yeni yılları tek başına karşılar,” dedi ve ekledi, “bir süredir.” Sessizlik dilime bulaştığında, Kartal, “Beni çıplak görmek çok mu korkunç?” diye sordu, bilincime sızan sesi beni duraksatsa da olduğum yerden santim kaymadan bekledim. “Çok gergin görünüyorsun. Elektrik tellerine konmuş kuşlara benziyorsun. Uçmak istesen kanadın kopmuş, kalsan elektriğe kapılacakmışsın gibi.”
Yutkunup, “Gerçekten şiir yazdığına inanmaya başlayacağım,” diye homurdandım konuyu dağıtmak istiyormuş gibi.
Güldüğünü işittim, bu kalbimi tekletti. “Hiç yalan söylemem.”
Kaşlarımı kaldırarak, “Yani şiir yazıyorsun, öyle mi?” diye sordum gözlerimi yere indirirken. Onu kalemi tutmuş, kelimeleri yan yana dizerken düşünmek çok garip geliyordu.
“Sana,” diye düzeltti. “Sana yazıyorum…” Alay eder gibi gülmesi duvara toslamıştan beter hissettirse de aldırış etmiyor gibi görünmeye çalışarak ona bakmadan ceketimi aldım ve odanın çıkışına yöneldim. “Nereye?” diye sordu ama cevap vermedim, kapıyı açmamla kendimi dışarı atmam bir oldu. Benimle daha fazla alay etsin istemiyordum, kalbimin ritimlerini de değiştirsin istemiyordum; yine kalbimin ritimlerini durdurup, kalbimi sessizliğe bıraksın da istemiyordum.
Ahşap merdivenleri inerken aslında kafamda cevap bulmayan birçok soru olduğunu fark etmiştim. Bu sorulardan bir gün tamamen kurtulmak mümkün olur muydu? Gözlerimi merdivenlere çevirdiğimde, Sibelay ile aramızda geçen konuşmayı hatırlamak beni bir an duraksattı. Adımlarım yere düşmeye devam etse de zihnim tek bir şeye odaklı kalmıştı. Eğer hayatta olsaydı, buraya getireceği kişi ben olacaktım ve şimdi buradaydım; yalnızdım. Bu gerçek öyle derin bir yerden içime saplandı ki, saplandığı yerden bıçak gibi geri çıkarken oraya açtığı yaranın kanlarını taşıyordu.
Sibelay, sarı elbisesiyle odağıma girince merdivenin son basamağında olduğumu fark edip son adımı da atarak gözlerimi ona mıhladım. Hemen arkasında Neslihan, siyah bir tulumun içindeydi. İkisi de hem spor hem de şıklardı ve yan yana durduklarında, birbirlerinin devamı gibi görünüyorlardı. Birbirlerini tamamlayan görüntüleri içimdeki buruk hisse rağmen dudaklarıma bir gülümseme çizmeme yardımcı olmuştu.
Sıkı bir atkuyruğu şeklinde bağlanmış saçlarının gerdiği yüzü, hafif bir makyajla renklendirilmişti Sibelay’ın. “Söylediklerimi yaparsan, işte tam da şu an göründüğün gibi eşsiz görünürsün.”
Parmaklarım çantamda dolaşırken, “Sen de bayağı iyi görünüyorsun,” dedim, bakışlarım Neslihan’a kaydı. “Ve sen de.”
Neslihan bana çapkın bir şekilde göz kırptıktan sonra gözleri arkama kaydı ve turuncu ince kaşlarını kaldırarak, “Sanırım tek eşsiz görünen Lavin değilmiş, ha bebeğim?” diye sordu kolunu Sibelay’ın beline sarıp, dudaklarını Sibelay’ın saçlarına sürterek. Bunu yaparken de kızıl kahve gözleri hemen arkamdaki görüntüdeydi.
Arkamda kim olduğunu bilmenin getirisi bir merakla bakışlarımı omzumun üzerinden arkaya doğru çevirdiğimde, merdivenlerin başında siyah kot pantolon, beyaz, yuvarlak yaka tişört ve siyah blazer ceketin içindeki Kartal’ı gördüm. Ceketin kollarını dirseklerinin üzerine kadar sıvamış, bileklerinden başlayarak dirseklerine doğru tırmanan, kalın ağaç köklerine benzeyen mavi damarları gözler önüne sermişti. Siyah saçları hafif ıslaktı, tıraşlı yüzünün derisi bir bebeğinki kadar kusursuz görünse de yüzüne özenle döşenmiş gibi duran kemikler, o deriyi yırtmak için bekleyen sivri dikenlere benziyordu ve bu kemikler onun yüzünü inanılmaz erkeksi kılıyordu. Sol bileğinde hafif gevşek duran gümüş rengi kol saati dikkatimi çekti, bu kol saatini onun bileğinde ilk defa görüyordum. Bakışlarım yeniden yüzüne tırmandığında, altın kahve gözlere düşen yansımamla karşılaştım ve alt dudağını yavaşça yalayarak hızlı birkaç adımda neredeyse burnumun dibinde bitti.
Boynundan dağılan o yoğun erkek parfümü kokusu genzimi gıdıklayacak kadar yakınımdaydı ama yine de her yağmurun sonunda toprağın havaya kaldırdığı o koku da onun teninde kendini belli ediyordu. Aramızda bir basamak olduğundan ve Kartal benden daha uzun boylu olduğundan kafamı kaldırıp ona baktığımda, o da bu farkı burnuma sokmak istiyormuş gibi kafasını eğmeden, gözlerini indirerek bana üstünlük taslayan kısık bakışlarını verdi.
“Dehşet iyi göründüğümü gözlerine bakarak anlıyorum, aynaya gerek kalmadı,” dedi aynı kısıklık ve ifadelerden uzak bakışlarıyla yüzüme bakmayı sürdürürken. Sesi de gözleri kadar kısıktı, bakışlarının yoğunluğu tenime kar gibi yağıyordu.
“Biz çıkalım,” dedi Sibelay gülerek. “Fikrimize bile ihtiyacın olmadığını görebiliyoruz.”
Kartal gözlerini benden çekmeden konuştu. “Fikrini merak ettiğim tek kişinin gözlerinden ne düşündüğünü görebiliyorum.” Gözlerini yavaşça kaldırınca bakışları yüzümden sıyrıldı ve Kartal bakışlarını arkamda bıraktığım arkadaşlarına çevirdi. “Yani evet, ihtiyacım yok.” Elimi tutup beni bir adım yukarı çekmesiyle artık yan yanaydık. Gözlerimi Sibelay ve Nesli’ye çevirdim; Kartal elimi korkusuzca tutuyordu.
“Vay canına,” dedi Sibelay büyülenmiş gibi. “Aşk Tanrısı Eros, elindeki oku sana saplarken götüne nişan almış olmalı çünkü hayatında böyle göt edilmemişsindir, Kartal. Hani elini tutmazdın sen kimsenin…”
“Kimsenin elini tutmam dedim, Lavin’in elini tutmam demedim,” dedi Kartal dudağında hafif bir kıvrımla, Sibelay’a muzip bir bakış atarken.
“Ben konuşmama hakkımı kullanıyorum…” Sibelay ellerini havaya kaldırdı. “Ben Azerciğimden Duygularım’a başlamadan önce, biz gidelim…”
Neslihan birden irkilerek, “Evet evet,” dedi telaşla. “Hadi aşkım, gidelim biz…”
Sibelay ve Neslihan uzaklaşırken, avucunda duran elimi geri çekmeden, “Zafer amcanın yanına bir kez daha uğramamız gerekir mi?” diye sordum kısık sesle.
“Hayır,” dedi. “Şimdi plaktan bir şeyler dinler, sonra da uyur. Rahatsız edilmek istemez.”
“Tamam.” Tam basamağı inecektim ki, birden elimi sıkarak beni durdurdu. Kafamı kaldırıp, altın kahve gözlerinin içine baktım.
“Gitmeden sana bir şey söyleyeceğim,” dedi yavaşça.
“Hım?”
“Sence senden bir hemşire olur muydu?”
Kaşlarımın ortasında bir yarık oluşmasına neden olan sorusuna, “Ne alaka?” diye soruyla cevap verdiğimde, gözlerini kısaca yüzümde dolaştırdı ama ne düşündüğünü anlaması çok güçtü.
“Yani bence sen çok rahat damar yolu da açabilirsin, çok rahat müdahale de edebilirsin bir insana, öyle durumlarda.” Basamağı indiğinde ben de arkasından indim ama hâlâ sorduğu soruya da akabinde söylediklerine de bir anlam yükleyebilmiş değildim. “Sana bunları göstersem, çok çabuk kavrardın bence.”
“Neden bunları konuşuyoruz?”
Derin bir nefes alarak koridora baktı, elim hâlâ avucunun içindeydi. Yavaşça yürümeye başladığımızda onun gözleri koridorda, benim gözlerimse bir meraka tutunmuş karanlıkla ondaydı. Birkaç adımın sonunda, “Bir planım olduğunu söylemiştim, hatırlıyor musun?” diye sordu zihnime daha büyük bir karartı düşürerek.
Başımı salladım, bana bakmadığını anımsayınca da “Evet,” dedim. “Ne oldu?”
“O hastaneye girmemiz gerek,” dediğinde bir an donup kaldım, adımım havada asılı kalmış, el ele olduğumuz için bu duraksama onu da durdurmuştu. Bakışları yavaşça bana dönünce, yüzümde nasıl bir şokla karşılaştıysa burnundan sert bir nefes vererek, “Oraya tek başıma giremem, senin de yanımda olman gerek,” dedi. “Oraya girmeden, orada neler olduğunu çözemem.”
“Ha kafana sıkmışsın ha bunu yapmışsın,” dedim dehşet içinde. “Doktorluğunu yakmak mı istiyorsun?”
“Kan döktüğümde, o önlüğe benzini döküp çakmağı üzerine çakarak atmıştım zaten.”
Söyledikleri ellerime kızgın yağ dökülmüş gibi canımı yaksa da yüzüme oturan ifadeyi silmeden, “Tek bir kişiye odaklanamayız,” dedim.
“Odaklanırız.”
“Aradığımız kişi o bile değil belki de.”
“Evet,” dedi kendinden emin bir sesle. “Değil.”
Bir an bu eminliği beni duraksatsa da “O zaman neden?” diye sordum. “Neden oraya girelim?”
“Ne kadar büyük şebeke varsa, ulaşabildiğim kadarına ulaşmak istiyorum çünkü.”
“Önceliğimiz onlar değil, önceliğimiz tek bir kişi.”
Birden yine o emin ifadeyle, “Dediğimi yapacak mısın?” diye sordu. Sanki bir şeyden çok emindi ve bunun rahatlığı ruhuna is lekesi gibi sinmişti.
“Bu seni tehlikeye atmak olur, Kartal. Bir hastaneye doktor olarak girmen demek, kendimizi ifşalamak demek. Üstelik ben hem üniversiteyi bitirmedim hem de sağlık alanında değilim, beni hastaneye nasıl sokmayı düşünüyorsun?”
“Asistanım olarak, ne bileyim, sadece benim ilgilendiğim vakalara bakan bir hemşire olarak,” dedi pervasızca.
“Çıldırdın mı? Bilgisizim. Sağlık bu. Başkalarını da mı tehlikeye atmak istiyorsun?”
“Yanında ben varken elinde bir silah bile olsa, namlunun diğer ucundaki kişi masumsa ve silah elinde patlamışsa, ben o kurşunu yine durdururum.” Bana güven veren gözlerle baktı. “Ama yardım et, Lavin. Sen olmazsan yapamam.”
“Kartal…”
“Üzerimize bir dalga gelirse, ben dalgayı yavaşlatan kaya olurum,” dedi birdenbire. “Tamam, biliyorum, o dalga sana yine çarpar ama ben yavaşlatabildiğim kadar yavaşlatırım, anladın mı?”
“Gözlerimin içine her böyle baktığında, sana nasıl hayır demeyi öğreneceğim ben, Alaşan?” İçime dolan korkuya rağmen derin bir nefes alarak başımı iki yana sallarken, “Kaya falan olmanı istemiyorum, dalga bizi altına alacaksa, birlikte altında kalacağız,” dedim. “Senin bir parçanı kıyıya taşıyacağıma söz vermiştim, hatırlıyor musun?” Gözlerimin içine baktı, sadece baktı. “Öylesine değildi.”
“Seni çok pis öpmek istiyorum,” dedi gözlerimin içine büyük bir sakinlikle bakarken. “Ama ne zaman seni öpme düşüncesi zihnimi ele geçirse, sanki birileri her fırsatta seni öptüğümü izleyip bize gülüyormuş gibi hissediyorum.”
Gülümsedim. “Bu yapacağın şey, çok tehlikeli.”
“Biliyorum,” dedi birden ciddileşerek. “Ama seni sevmek daha tehlikeliydi.”
Parmaklarımı göğsümün üzerine yerleştirmek, parmak uçlarımdaki ateşleri derime bastıra bastıra göğsümü ikiye ayırmak, göğsümün altındaki kalbi, içimdeki onu ona gösterebilmek isterdim ama hiçbir aynada kendini o kadar net göremeyeceği için, karşısında bir yansıma değil, kendisini gördüğünü düşünüp aklını kaçırabilirdi. Onu öyle korkutucu seviyordum ki, kalbim karanlıkta kalmış küçük bir çocuk gibiydi.
Ona öyle çok alışmıştım ki, bir gün bendeki en büyük yara olmak isterse, bunu yapması için gitmesi yeterliydi.
Onu öyle çok seviyordum ki, bir gün beni mahvetmek isterse, bunu yapması için karşıma geçip beni sevdiğini söylemesi yeterdi.
Bir anda nefesim boğazımda esir kalmış, ciğerlerime inememiş gibi dudaklarım aralandığında, farkındalık bir canavarın gölgesi gibi üzerime çöktü.
Beni mahvetmişti.
Dudaklarının yukarı kıvrıldığını fark ettiğimde, elimde duran elini çekmedi ama diğer elini belime kaydırdı. “Sen yüzüme bakarak söyleyemezsin ama ben gözlerinin içine bakarak bunu herkese haykırabilirim,” dedi beni mahvedecek bir açıklıkla. Tam dudaklarını aralayacaktı ki, bir kez daha duyacak olmanın enkazından korkarak birden dudaklarına kapandım. Dudakları dudaklarımın üzerinde yukarı kıvrılırken, gülmesine bile engel olmak ister gibi onu daha sert öpmeye başladım.
Dudakları dudaklarımda hoyrat yangınlar yaktığında, kelimeleri sanki o konuşmasa da kalbimin içine dolan duygulardı. Bir öksürük sesi, dudaklarımız birbirine tutunurken aramıza yayıldığında gözlerim yavaşça aralandı ama geri çekilemedim. Kartal’ın belimdeki avucu tenime sıkı bir baskı uyguladı ve birinin gülerken çıkardığı hoş ses zihnime yayıldı.
“Bunu görmeye hazır değildim,” dedi Burak gülmekle ciddiyet arasında bir sesle. “Yani bekliyordum da yakalamayı beklemiyordum.”
“Ben demiştim demeyi hiç sevmem ama ben demiştim,” dedi Sahra kıkırdayarak.
“He Sahra, aynen, hiç sevmezsin,” dedi Burak. “Bölmeyelim diyecektim de ayrılmıyor da bunlar…”
Kartal, nefesini dudaklarıma verip, “İşinize bakın,” dedi alnını alnıma sürterek. “Hadi.”
“Lavin, n’aber ya?” diye sordu birden Sahra imalı bir sesle. Aniden geri çekilip, Sahra’ya doğru döndüğümde, bir an yutkunup sırıtarak baktı.
“Ormana kadar koştururum seni.”
“Aa, ben ne yaptım ya?”
“Ahlaksız seni,” dediğimde sırıtışı daha da genişledi.
“Aa, üzerime iyilik sağlık, sanırsın evin ortasında ben öpüşüyordum…”
“Kızım sussana,” dedim etrafıma bakarak. “Ne biçim laflar bunlar ya?”
“Bu da yaptığından utanmıyor, duyduğundan utanıyor…”
“Gel şuraya, 1.40,” dedi Burak, Sahra’yı belinden tutup çekerek. “Bu kız yer seni…”
“Bu kız derken? Ye kızım Sahra’yı,” dedi Kartal, beni belimden yakalayıp öne doğru iterek.
“Lan.” Burak, sevgilisini arkasına sakladı. “Yer bunu bu…”
“Bu senin babandır,” dedim düz düz bakarak. “O senin hakkından geliyorsa, benim de gelir, Hulk seni.”
“Ben ne yaptım ki yenge?”
“Yenge mi?”
“Evet.”
Sahra, Burak’ın kolunun kenarından kafasını çıkararak sırıttı. “Yenge tabii ya…”
“Sus kız sen,” diye homurdandım. “Bana ne diye yenge diyormuşsun, ona enişte diyeceksin sen.”
Sahra pis pis sırıtınca bir sessizlik oldu. Ardından o ince, cırtlak sesiyle, Kartal’a bakarak, “N’aber enişte?” diye sordu.
“Sahra, eğlenmek istiyorsan çocuk parkına git, hadi enişteciğim,” dedi Kartal alayla, beni yavaşça kolunun altına çekti. “Gel kız sen de şuraya, kardeşlerimin yengesi…”
“Ne diyorsun ya…”
“Annemin ilk gelini de desene, Kartal, ben Sahra’ya söylediğimde çok düşmüştü,” dedi Burak gülerek.
“Evet, lise ikideydiniz değil mi o zamanlar?” diye sordu Kartal ve sonra ekledi: “Lavin, bizim eve bir gelin lazımmış, yarın gel başla.”
“Çok ani bir soğur gibi oldum senden,” diye dalga geçtiğimde, gülerek yanağımdan sertçe öptü. “Hadi gidelim artık.”
“Seninle cehenneme gelirim, Lavin…”
“Gelmene gerek yok, Kartal, zaten oraya gideceksin.”
“Niye öyle diyorsunuz hanımefendi?” diye sordu gülmeye devam ederken. “Kırıldım şu an.”
Bir an hiç yadırgamadan kolumu onun ince beline sararak ona iyice sokuldum. Gülüşmeye devam ederek evden çıktığımız an, belki de hayatımda en huzurlu hissettiğim sayılı anlardan birinin içinde olduğum andı. Tam arabaya binecektik ki, veranda da beliren birinin ıslık sesi dikkatlerimizi tekrar eve çevirmemize neden oldu. Yunus, beyaz, düğmeleri yarıya kadar açık, dağınık bir gömlek ve siyah pantolonla veranda da bize bakıyor, bir elinde tuttuğu içki şişesini havaya kaldırmış, gülümsüyordu.
“Beni unutmadınız mı ulan?” diye sorup başını omzuna doğru düşürerek gülümsemesini genişlettiğinde, hepimizin dudaklarında var olan gülümseme, o gülümsemenin kardeşleriydi.
Kar taneleri yavaşça gökyüzünden salına salına düşmeye başladıklarında, yeni yıla birkaç saat, yanımda ise ailem vardı.
Kar mezarlığı sakinleri, bir aradaydı.