Bazen elinizde sapını sıkıca kavradığınız bir bıçakla karanlıkta usulca yürürsünüz ve siz de dâhil, hiç kimse nereye gittiğinizi bilmez.
Zaman, o karanlık sokağa benimle beraber girmişti. Zaman, arkamda beni izleyen yabancı gözlere benimle ilgili bir anı bırakmış, zaman o bıçağın keskin yüzeyine anılarımdan akan kanın resmini çizmişti. Sanki hâlâ o bıçağın sapını sıkıca kavrıyormuşum, avuç içlerim o bıçağın sapının soğukluğu ve sertliğiyle acıyormuş gibi hissediyordum. Sanki o bıçağın sapını o kadar çok kavramıştım ki, avuç içim nasır bağlamıştı.
Bir uçurumun kenarındaydım.
Kendime çok benzeyen bir kadın, uçurumun karşısındaki kayalıklarda durmuş beni izliyordu. Kadın ağlıyordu. Uçurumun eteklerinden yükselen dev dalgalar, kayalıklara çarpıyordu. Sanki yine karanlık bir sokaktaydım, sanki elimde sapını sımsıkı kavrayarak tuttuğum o bıçakla karanlığa doğru ilerliyordum, sanki yabancı gözler sırtımı hedef almış beni izlerken, tıpkı kaybolmuş ruhumun nereye gittiğimizi sorguladığı gibi, nereye gittiğimi sorguluyordu.
O kadın neden ağlıyordu bilmiyordum, o kadın neden bana benziyordu bilmiyordum. Zamanın içinde kendi masalıma doğru düşüyor gibi hissediyordum. Kendi masalımın içine çakıldığımda tüm kemiklerim, artık yaşanması imkânsız olan güzel anlar gibi kırılarak içime batacaktı.
Bir yaranın üzerini bağlayan kabuğu koparır gibi içimdeki o iyilik duygusunu koparıp kötülüğün kanamasına izin verdim.
Çöl Cadısı’nın yaşamını sonlandırmayı içimdeki kötülüğün sahibi olan zehir dilli kadın değil, sanki kalbimi doldurup taşıran tüm duyguların esiri olmuş olan ben istemiştim.
Ramon Velencoso. Hoş bir reverans ile önümde eğilip kendini taktim eden adamın ismiydi bu.
Bu, tam da İbrahim’in kendine gelip, manzarayı görünce çığlık atarak bayıldığı anda olmuştu.
“Ah,” demişti Ramon eldivenli elini çıplak elinin üzerine koyup manzaraya normal bir şeye bakıyormuş gibi bakarken. “Cadı pisliği süpürmek zorunda kalacağım sanırım.” Sonra Crystal’in parmak uçlarını öperek, “Sevgili Crystal’im,” diye şakıyarak birbirleri ile olan mazilerinden söz etmeden hemen önce, “Seni çok özledim,” demişti.
Bize karşı nazik tavırlarına rağmen, Efken’in saldırganca karşılığı ondaki nezaketi biraz olsun azaltmamıştı. İbrahim’i nazikçe ayıltmış ama İbrahim, etraftaki karmaşayı görünce yine bayılmıştı. Adamda normal olmayan şeyler olduğunu anlamamak için buraya gelmeden önce olduğum kız olmam gerekiyordu. Değildim ve ânında anlamıştım. Artık her şey ihtimaller dâhilinde bile değildi, doğrudan gerçekti.
Velencoso, bizi tapınaktan çıkarırken yaşadığım şok hâlâ tazeydi. Konuşamıyordum, tepkilerim çekilmişti, öylece adamın arkasından giderken aklımda kanımla zehirlediğim o adam vardı. Ona son kez baktığımda, gözlerinin siyahının önüne beyaz bir zar inmişti. Titreyerek ağlamam gereken yerde, ifadesiz bir şekilde öylece durup o beyaz zarı ve ölümün yüzüne çizdiği desenleri izlemiştim.
Efken çok tehditkârdı, devamlı olarak adamı sorgulamış, hatta saldırmaya kalkışmıştı ama sonunda adamdaki o güvenilir his onu da sarmış olacak ki onun arkasından tapınaktan çıktık. Cam tabutta beni bekleyen sırra rağmen çıktık çünkü içeride kalmanın akabinde daha büyük bir kaosu da bizim üzerimize doğru yıkacağını biliyordum; sanırım bunu Efken de hissetmişti.
Velencoso, bizi büyük, siyah ve camları da filmli olan minibüsüne davet ettiğinde bile ona güvenmeye devam ettim. Yaşadığım şokun bir ürünü müydü bilmiyordum ama Crystal’in gözlerindeki güveni de gördüğümde, artık Ramon Velencoso’dan emindim. Tabii Efken’in kimseye güvenmediği gerçeğini önüme çektiğimde, belki de adamın arkasından tapınaktan çıkmasına neden olan şey, Crystal’in adama kur yapar gibi gülümsemesi ve onunla sohbet etmesiydi. Crystal’in geçmişi olan biri bana zarar veremezdi; bunu biliyordu. Bunu bildiği için mi sakin davranıyordu? Crystal ile olan düğümüm, Crystal’in çevremde güven vermeyen birinin olmasına izin vermeyeceğinin tesciliydi ve Efken de gücünü bundan mı alıyordu?
Ramon Velencoso, uzun zamandır Ay Tapınakları’nın korumalığını yaptığından bahsettiğinde de Efken’in güvenini bir nebze olsun kazanmış gibiydi. Üstelik bir anda ortaya çıkmasının nedeni, tapınakları koruma görevini üstlendiğinden olmalıydı.
Ramon’un minibüsüne doğru ilerliyorduk. Efken yanımda yürürken, “Hatırlıyorum,” deyince kalbim duracak sandım ama ölümün ağırlığı daha fazlaydı, susup bekledim. Neyi hatırlıyordu? “Tapınakta olanları,” dedi zihnime dokunur gibi. “O dangalak şarlatanın kulağının arkasında gücünün özünü gizlediğini nasıl bildiğimi bilmiyorum. Kendimi bir an olsun dizginleyemedim. Ben çok kontrollüyümdür. Anlamıyorum.”
Gözlerim korkudan bir köpek yavrusu gibi titreyerek Crystal’e sokulan İbrahim’e dokundu. “Ama o, hiçbir şeyi hatırlamıyor gibi duruyor. Gölgelerden birini öldürdü.”
Efken gözlerini Ramon’un ensesine dikerek, “Crystal onu tanıyor diye peşinden gidecek miyiz yani?” diye hırladı. Sonra gözleri İbrahim’e dokundu ve durgun bakışlarının yüzünü kapladığı ânı izledim. “Hatıralar,” dedi Efken. “Birden değil, yavaşça geliyor gibi.” Yutkundum, bunu duydu ama benimle göz kontağı kurmadan yürümeye devam etti. “Bir şey kafamın içinde durmadan susmam gerektiğini söylemese, İbrahim’in yakasına yapışıp sorgulardım. Ama o gerçekten hatırlamıyor ve susmam gerekiyormuş gibi geliyor.”
“Anıların parçalanmamasını istiyorsan, susmalısın,” dediğimde şaşırdı. “Crystal söylemişti,” diyerek gözlerimi yere indirdim. “Muhtemelen İbrahim’in de bazı anıları var ve sanıyorum ki ona bundan bahsedersek anılarını parçalarız. Her şeyi kalıcı olarak unutmak demekmiş bu. O yüzden bırakalım, hatırlayacağı gün gelene kadar sadece anlık olarak unutsun.”
“Anılarım olduğunu biliyorsun. Bu ne demek?”
“Bilmiyorum. Hem bence… hepimizin anıları var.”
“Yaşanmamış anılar? Bu kadar sikik şeye inandığım için diplomamı kendime sokmam lazım,” dedi gürültülü bir nefes aldıktan hemen sonra.
Anılarımdan bahsetmek istesem de o hatırlamadığı için onun anılarını parçalamaktan korkup sustum. Oysa bir zamanlar kanımla şifa verdiğim, bana bakarken dolunayın ışığının bile hislerle titrediğine şahitlik ettiğim o adam yanımdaydı ve biz birbirimize yabancıydık. Bunu bilse ne hissederdi? Birbirimize duyduğumuz o ilgi, belki de bu hatıralarla var olmuş bir illüzyondu. Belki de o hatıralarda bize benzeyen insanlar bile değildik.
Üstelik kanımla birini bilerek zehirlediğimden haberi bile yoktu. Sadece ona şifa olduğumu bildiğinden haberi bile yoktu.
Birini zehirlemiştim.
Kalbim yangın yerine döndü. Ona dün geceye kadar katil diyen zihnim, bana kirli kelimelerle öfkesini kustu ve kalbim sadece yandı. Yangını söndürmeye çalışmadı, hiç karşı koymadı, sadece durdu ve yandı.
Sanki zihnimde ilerleyen bir hayaletmiş gibi, “Kanın,” dedi düşünceli bir sesle. “Kanın beni iyileştirirken onu…” Sustu. Sanki bu gerçek canımı yakacakmış gibi sustu. Bana baktı. Uçurum mavisi gözlerine sis çökmüştü. “Sadece yardım etmek istiyordun.”
Neredeyse kahkaha atacaktım ama ifadesiz gözlerimi yüzünden çekip minibüse çevirdim. Ramon minibüsünün lüks kapısını açtı ve Efken’in ona öfkeyle bakan gözlerine rağmen gözlerinin kenarları kırışana dek gülümsedi. Hoş, bir mermer kadar pürüzsüz teni nasıl kırışırdı orası meçhuldü. Çizgiler yaşlılık değil yaşanmışlıkla anlık var olup sonra da kaybolmuştu.
Yolculuk sessizlikle başladı, sessizlikle bitti. Yeniden o tapınağa döneceğimi bilmenin huzursuzluğuyla yeni durağımıza bakmak için filmlerin örttüğü cama yaklaştım. Güneşin bulutların arkasında kızıl halesiyle bir ay gibi parladığı konağına geldiğimizi gördüğümde donup kaldım. Kubbeleri olan konağının her bir kubbesinde devasa büyüklükte melek heykelleri vardı. Tıpkı demir parmaklıkların arkasındaki arazinin bitiminde, konağın giriş kapısında karşılıklı duran iki aslan heykeli gibi oldukça büyük heykellerdi bunlar. Eski, korku aşılayan bir şatoya benziyordu.
İbrahim, “Ne değişik bir zevkiniz varmış beyefendi,” derken kireç gibi bir yüzle etrafını inceliyordu. Birini sadece gülerek delirtip öldürdüğünü bilse, ne düşünürdü? Sadece bir çatışma çıktı sanıyordu, sadece Efken’in ‘yine’ birini katlettiğini sanıyordu. Katliamcılardan birisi kendisiyken hem de…
Ramon Velencoso, yüksek demir parmaklıklı bahçe kapısını itince, kilitli olduğuna neredeyse emin olduğum kapı gıcırdayarak açıldı. Koruluktan esen soğuk bir rüzgâr saçlarımı yana doğru savururken, Ramon eliyle kibar bir şekilde bahçesini gösterdi.
“Sevgili dostlarım, bu taraftan lütfen.”
Efken beni kolunun altına çekince kalbim kasıldı ama tepki veremedim. “Neden tapınakları koruyan kişi sensin?” diye sordu Ramon’a, Ramon gülümseyerek ona bakıyordu ve Efken’in bu gülümseme yüzünden onun çenesini kırmak istediğini hissedebiliyordum.
“Çünkü tapınağın son sahibine ne pahasına olursa olsun orayı koruyacağımı söyledim, sevgili dostum.” Gülümsemesi derinleşti, Efken sadece kaşlarını çatıyordu. “İçeri buyurun, lütfen.”
Efken beni kendine bastırırken, “İşimiz tapınakta sanmıştım,” dedi tehditkâr bir sesle ama tepki vermedim. Yaşananlar bir girdap gibi ruhumda dönüyordu.
Konak, yaşananların izini silemese de anlık olarak bulanık bir şaşkınlık hissetmeme neden olacak türden bir yerdi. Dev kapılarından girdiğimiz an bizi karanlık karşılıyordu. Holün yan tarafında büyük, şamdanlarla süslenmiş gösterişli bir yemek masası vardı ve üst kata giden merdivenler oldukça genişti. Merdivenlerin tırabzanlarının başladığı yerlerde de heykeller olduğunu gördüm. Merdivenin bittiği yerde büyük vitray cam, camın önünde oldukça kaliteli bir tablo vardı ve iki tarafa ayrılan yerlerden yukarı uzanan iki merdiven daha olduğu açıkça belli oluyordu.
Şamdanlar konağın her yerindeydiler. İçlerindeki uzun, beyaz mumların ince bedeni hiç erimiyor gibiydi ve güçlü alevi titreyerek etrafa mistik bir aydınlık kazandırıyordu. Efken, Crystal’e, “Medusa’ya dua et,” dediğinde göz ucuyla ona baktım. “Yoksa senin tanıdığın sikik heriflerin peşine düşüp tanımadığım birinin evine asla gelmezdim. Kraliyet uşağı mı bu pezevenk?”
“Bir minnet göstergesi olarak susmaya ne dersin?” diye çemkirdi Crystal.
“Benimle böyle konuşma, bunca zaman karşımda insan rolü yaptın.”
“Gözünle selektör yaptığını herkesten sakladın,” diye çemkirdi Crystal.
“O gerçekten oldu mu, hayal gücüm değil miydi, gözüyle dörtlüleri cidden yaktı mı?” diye sordu İbrahim dehşetle fısıldayarak.
“Sen bir sus,” dediler aynı anda, aralarındaki problemin esas nedeni olduğumu hissettiğim için gözlerimi kısarak ikisini izlemeye devam ettim. İbrahim ise dudaklarını bükerek arkama saklanıp onlara baktı.
“Bu arkadaşın ne peki? Kraliyet Yılanı mı?”
İbrahim, “Yılan mı?” diye sordu tekrardan.
Yine aynı anda, “Dur bir,” dediler. Sanki biri sağ kolumdan biri sol kolumdan tutup beni çekiştiriyor, ikisi de onda olmamı isteyerek diğerine öfkeleniyordu. Ramon yemek masasının çaprazındaki konsolun önünde durmuş aynadan bizi izlerken, gümüş renkli ibrikten kadehine şarap dolduruyordu.
Crystal, “Benim arkadaşım en azından bunca zamandır başarılı bir şekilde insan rolü yapabiliyor, keşke sen de biraz yapsan,” dedi, sonra bana hayran hayran baktı. “Çok güzelsin.”
“Sana ne güzelse, seni ne ilgilendiriyor?” diye diklendi Efken.
“Bunca zamandır insan mı rolü?” diye sordu İbrahim tekrar korkuyla fısıldayarak.
“İkiniz de bu güzel hanımefendiyle ilgileniyorsanız bir düello yapmak yerine hanımefendiye tercihini sorabilirsiniz,” dedi Ramon kadehini havaya kaldırarak.
“Güzelliğinden sana ne?” diye sordu Crystal ile Efken aynı anda.
“Ups…” Ramon’un gülümsemesi derinleşti, gülerken iri açık mavi gözleri kısılıyordu. “Pekâlâ. Sanıyorum ki yol yorgunusunuz çünkü benim değerli Crystal’im Mavi Yaka’daydı, bu da demek oluyor ki hepiniz oradan geldiniz. Sizi daha önce görsem hiç unutmazdım.” Kederli mavi gözlerindeki bakışlar anlık olarak beklenmedik bir hisle dolmama neden oldu. “Sizin için konağımdaki süitlerden birkaçını hazırlatayım. Karnınız açsa söylemem gerekir ki, insan damağı uzmanıyımdır.”
“Başka ne damağı uzmanı olacaktınız birader?” diye sordu İbrahim hem saygılı hem de kaba bir dili aynı soru cümlesinin içine sığdırarak.
Efken olması gerekenden daha düz bir sesle, “Bana kalırsa geceyi burada değil, dışarıda geçirirdim ama onu yalnız bırakmayacağım,” dedi.
Bana karşı bu kadar koruyucu olmasını beklemiyordum. Onu ilk tanıdığım zamanlar olduğu adamı düşününce benim için bir şey yapmasının imkânsız gelmesi normaldi. İbrahim, yaşadığı korkuya rağmen gözlerinde ciddi bir ifadeyle, onun bir kadın hakkında böyle bir cümle kurması beklenmedikmiş gibi Efken’e bakıyordu.
Sonunda Ramon, “Bu konakta erkek kardeşim ve kuzenlerim ile birlikte yaşıyorum fakat onlar şartlar gereği bu gece evde değiller,” dedi, şartlar gereği olarak nitelendirdiği şeyin ne olduğunu merak ettiğimi hissettim ama ruhum yenik düşmüş gibi yorgun olduğundan kendimi kelimelerine bulaşmış gizemi çözmeye adayamadım. “O yüzden keyfinize bakın ve kendinizi asıl ev sahipleriymiş gibi hissedin. Sizin için süitleri hazırladığım sırada içkilerinizi yudumlayarak biraz rahatlamaya ne dersiniz?”
Efken hiçbir şey söylemeden Ramon’a baksa da İbrahim korkusunu biraz yenmişe benziyordu, o yüzden Ramon’a sorular yöneltebildi. Muhtemelen normal gitmeyen şeyler olduğunun farkında olan İbrahim, belki de hepimizin bildiğinden fazlasını bilmesine rağmen hafızası onunla oyunlar oynuyordu. Birinin onun hafızasını parçalayıp parçalamadığını merak ettim.
Ramon’un konağının ikinci katı alt kata nazaran daha genişti. Uzun, kırmızı bir halının takip ettiği koridorda dört farklı antre daha vardı. Altın varaklı kapı kollarına, tabloların altın varaklı çerçevelerine baktım, binlerce yılı üzerinde taşıdığı belli olan antikaların süslediği koridorda içimdeki şaşkınlığa rağmen bir ruh gibi sakince ilerledim.
Ramon’un benim için ayırdığı süit, konağın karanlık ve gösterişli aurasına rağmen huzur vericiydi. Beyaz tül perdeler, düz uzanıp tepe noktasında ovalleşen boydan camın arkasında gizlenen karanlık ormanı bir nebze de olsa örtüyordu. Çift kişilik beyaz nevresimler serilmiş büyük yatağın tepesinden bir gelinliğin eteği gibi yere uzanan cibinlik de beyaz tüldendi. Odayı aydınlatan, şamdanda hiç sönmüyormuş gibi yanan mum aleviydi, hiç sönmüyormuş gibi yanan bir mumun aksine ince bedenli beyaz mum yeni yakılmış gibi görünüyordu.
Huzursuzluğun ve bulantının sardığı ruhumdaki sessizlik, saniyeler zamanın üzerine düşerek bir yığın oluşturdukça beni daha da telaşlandırıyordu. Soğuk yatağın üzerine oturduğumda, neden burada, bir yabancının korku filmlerine konu edilebilecek türden karanlık atmosfere sahip olan konağında olduğumu düşünüyordum. Görüntüler zihnimde cadının damarlarından boşalan siyah kan kadar tazeydi. Sanki hâlâ o andaydım, hâlâ onun yerde benden iyilik dilendiği andaydım, hâlâ onun infazına karar verdiğim andaydım. Kalbim bu yükün altında tekledi. Efken’den uzak durmam gerektiğini düşündüren o leke, şimdi benim kalbimin üzerinde bir ur büyüklüğündeydi.
Yalnızlığın ruhuma çöktüğünü hissetmiş gibi zihnime seslenen kadını dinledim, Crystal’in sesi ilk seferde olduğu gibi korkutmadı bu defa beni. Hatta yalnız olmadığımı hissettirdi.
“Beni duyuyorsun, biliyorum,” diyordu. “Ramon iyi biri ve güvendesin. Yaşanan sancılı olaydan sonra seni yalnız bırakmanın daha nazik ve doğru bir karar olduğunu düşündüğüm için odanın kapısını kırmayacağım. Ama benimle konuşmak istersen, düğümümüzü hatırla, düğümümüzü düşün. Ben hep seninleyim.”
Cevap vermedim, belki vermeyi bilmediğim belki de vermek istemediğim için. Karnımda yumru gibi büyüyen ağrıyla yatağa doğru devrildiğim an, koyu renk saçlarım bembeyaz çarşafların üzerine derisi endişeyle parlayan yılanlar gibi yayıldı. Ağırlaşan göz kapaklarıma rağmen gözlerimi yummadım, sadece kıstım ve tül perdenin arkasında gizlenen karanlık ormanı seyre daldım. Efken’in yanımda olmamasını mı içerliyordum yoksa onda bir leke gibi gördüğüm o şeyin bende de olduğunu fark ettiğim için vicdan azabı mı çekiyordum tam olarak belirsizdi. Ona katil demiştim, birinin infazına karar veren biri olarak yapmıştım bunu, içimde bir zehir taşıdığım hâlde onu zehir olmakla suçlamıştım. Şimdiyse bu konağın kasvetli ve gösterişli odasında onsuz, yalnızdım.
Zihnimde sessizliği umursamadan uzanan o zehirli kadın, saçlarının uçlarında yılanlar besleyen Medusa uzun, kırmızı tırnaklarını izliyordu. Bana bir şeyler söylemedi. Kışkırtmak ya da rahatlatmak adına… Sanki o bile, bu kez kendimi dinlemeye ihtiyacım olduğunu biliyordu.
Bugün, o ormanda cam gibi parçalanan kalkandan, etrafımda koşan gölgelerden, beni bir kurttan koruyan diğer kurttan bile daha çok etkileyen bir hadise yaşamıştım ama sanki ruhum öyle boştu ki, içimde huzursuzluğun boy vermeye başlamış rutubetli tohumlarından başka hiçbir şey yoktu.
Kulun kınadığını yaşamadan ölmeme durumu bende çok hızlı aksetmişti. Acaba ölüm kapımda mıydı?
Süit küçük bir apartman dairesi kadar kapsamlıydı, korkunç bir havası olmasına rağmen konforluydu. Çift kanatlı kapının tıklatıldığını duyunca geniş yatağın üzerinde yavaşça yan dönüp kapıya doğru baktım. Huzursuzluğu değil, onu hissettim. Sanki oradaydı ve orada olduğunu bildiğimi biliyordu. Onu bu kadar derinden hissetmem başka zamanlar bana sıra dışı gelebilecekken, üzerimde ölü toprağı varmış gibi hissetmeme neden olan parçalar zihnime girdiği andan itibaren bunu doğal karşılamaya başlamıştım.
Hatırlamasını istiyordum. Eğer aynı parçalara o da sahipse, gördüğüm ona benzeyen adam gerçekten o ise, hatırlamasını deliler gibi istiyordum.
Kapının bir kanadı öne doğru açılınca nefesimi tutup gözlerimi kapıya çevirdim. Önce karanlık, sonra da karanlığı bile koyuya boyayan gölgesi geldi. Kaslı ve epey uzun olmasına rağmen zarif görünen bedeni kapının ardında belirdiğinde yutkundum. Üstündeki tişört kan ve pislik içindeydi. Cadının kara kanı hâlâ üzerindeydi.
“Uyumamışsın,” dedi kapıyı yavaşça kapatırken.
“Mümkün olsaydı uyuyor olurdum.”
Cümlemde de sesimde de sitem yoktu. Efken beni anlamış olacak ki başka bir şey söylemeden yatağa doğru yürüdü. Onu izlerken tenime sinmiş ölüm sessizliği yavaşça dağılmaya başladı. Artık kalbimin yaşamı haykıran atış seslerini daha net duyabiliyordum. Ruhum sessiz akan bir nehir gibi içimde geziniyordu.
Yatağın ucuna oturduğunda artık sırtı bana dönüktü. Sırtında da silkelese de geçmeyecek toz lekeleri vardı. Tişörtünün kumaşı hasar görmüştü. Birkaç uzun nefesin ardından, “Kendini bok gibi hissettiğini hissettim,” dedi, kaba sesinden bana akan güven duygusu içimdeki soğukluğu ısıtırken, yatağın içinde biraz daha küçüldüm. “Madem bok gibi hissediyor, en azından yalnızlığı yanından sileyim dedim kendi kendime.”
Efken’in varlığı bana iyi geliyordu.
Bazı anılar, yaşandığı anda ne kadar acıttıysa, hatırlandığında da o kadar acıtırdı. Hatta belki de daha fazla acıtırdı. Varlığı şu an bana iyi geliyor olsa da anılar paramparçayken, bir bütünken bile böyle acıtıyorsa, anıların tamamı geldiğinde şu an parça parça oldukları gibi beni de parçalamaz mıydı?
Onu o kadar uzun süre izledim ki sonunda bir cevap vermeyeceğimi anlayıp bana doğru dönünce, ona takılmış gözlerimle karşılaşmak onu duraksattı. Sonra sanki gözlerimde ihtiyacım olan şeyi görmüş gibi dizini yatağa bastırıp yatağa çıktı, beni kollarının arasına aldığı anda hiç zorluk çıkarmadan kollarımı onun ince beline sardım. Bu hareketimle beraber, Efken’in çenesi saçlarımın arasına yerleşti. Yeryüzüne düşmeye başlayan yağmurların toprağın kokusunu açığa çıkardığı gibi, bu hareketi de kalbimin gürültülü atışlarını açığa çıkardı.
“Senin bir suçun yok,” dediğinde kalbimdeki ağırlık arttı ama güçlü atışların sesini duymaya devam ettim. “Ona yardım etmek istemiştin.”
“Ya istemediysem?” diye sordum durgun bir sesle, bu sorunun akabinde harfleri takip eden o sessizlik, sağırlığı soğuğunda taşıyan ölümcül bir rüzgârın aramızdan esip geçmesine neden oldu. Parmaklarını omuzlarımın arkasına koyup kafamdaki çıkmazları besleyen parmaklarını tenime sürttü.
“İstemediysen mutlaka bir sebebi vardır,” dedi, sesi sertti ama verdiği his yumuşaktı. Omuzlarımda dolaşan parmaklarının hareketlerini anlamlandıramadım, sanki tenime bir şeyler kazıyormuş gibi hissettim ve sonra, “Sezgi de mi öyle?” diye sorarak konuyu kapatmak istediğini açıkça belli etti. “Yani o herif gibi mi?”
Artık inanıyordu, belki de en başından beri inanmıştı ama reddetmeyi seçmişti.
“Sezgi tam olarak ne bilmiyorum ama geçmişinden hâlâ peşini bırakmayan bir konu bu. Yani inanmak istemese de çok küçük yaşlarda maruz kalmış bu konuya. Geri kafalı insanlar onu çocuk olmasını önemsemeden dışlamış.”
“Bilmiyordum,” dedi sakince. “Ama her zaman mistik şeylere merakı vardı. Kartlarımı hiç görmedi ama kartlarım olduğunu öğrendiğinde günlerce peşimden koşarak kartlarımı görmek ve ona tarot okuması yapmamı istedi.”
“Ceyhun’la da mı konuşmamış bu konu hakkında?”
“Ceyhun bu konularda inançsız biri, kartları da manevi değeri olduğu için sakladığımı düşünüyor.”
Çenesi saçlarıma sürtünürken sakince, “Ama öyle değil, değil mi?” diye sordum. Kartları ile arasındaki tek bağın manevi değer olmadığı belli oluyordu. O kartlardan tek bir tanesi için bana neredeyse işkence edecekti.
“Bazen o kartlardan nefret ettim,” dedi düşünceli bir sesle. “Bazense o kartlar tek dostumdu. Yoldaşımdı. Deli saçması olduğunu savunan mantığıma rağmen, canavarın kalbi de bazen dile geliyordu ve o kartların benim parçam olduğuna inandırıyordu beni.”
Nefesi saçlarımı okşamaya devam ediyor, çenesi saç diplerime baskı yapıyordu. Karanlık derinlerde doğum sancısı çeken bir kadının karnında taşıdığı şafağı doğuracağını bilmenin acelesiyle, sinebildiği kadar çok noktaya sindi. Bu noktalardan birisi geçmişti ve geçmiş, hâlâ bir yerlerde bizim için derin bir yaraydı; geçmemişti.
Daha fazla konuşmak istiyordum. Sezgi’den, benimle olmadığı yakın geçmişten, kartlardan, cadının zayıf noktasını bularak gücünün çıkış noktasını etkisiz hâle getirişinden… Onunla konuşmak istediğim çok fazla şey vardı ama kalbim böyle sancıyla dolu bir kadın gibi içindeki son ışığı da doğurmanın telaşına düşmüşken, dudaklarım yeni sorular ve yeni kelimeler için aralanmadı. Oysa Efken ve İbrahim arasında gelişmiş o bağı, Efken’in tek bir kelimesiyle İbrahim’i uyandırışını, rahatsız edici kahkahalar atan İbrahim’in birinin zihnini parçalayarak onu intihara sürüklediğini görmüştüm.
“Medusa,” dedi Efken, bu isim bana verilmiş bir ceza değil, armağanmış gibi gözlerimi gözlerine yerleştirdiğimde, beni kendine doğru çekerek göğsüne yatırdı. Saçlarım kirli tişörtünün üzerine yayıldığında, “Öldürmek için saldırdığım birini kurtarmaya çalıştın, sonra da benim yüzümden kurtulan birinin ölümüne sebep olmuş gibi hissettin. Bilmeni istiyorum. Evet, bir cinayet var ve o cinayetin tek suçlusu benim. O cadıyı öldüren bendim.”
“Yanılıyorsun,” dedim, ruhum can çekişiyordu, hissetti ama bir şeyler söylemeden bekledi. Zaten bildiğini hissettiğim o gerçeği pürüzsüz bir ruhsuzlukla dillendirdikten sonra ağlarım sanmıştım ama ağlamadım. “Kanımın sadece sana şifa olduğunu biliyordum.”
Sanki bu cümlem, yüzyıllardır aramızda büyüyüp giden bir kaybedişin, acının, ağrının, uyutmayan bir sancının kaburgasıydı. Onun şifası olmam, sanki bizi bir araya getiren hikâyenin kaburgasıydı. Gözlerim gözlerine tutunduğu an, bu cümlenin onda var ettiği enkazı gördüm, o enkaz bir yuva gibiydi; çökmüştü ama sıcaktı, evim gibiydi. Mavi gözleri gözlerimden geçmişi çalmak ister gibi bakıyordu. Kaybolmuş küçük bir erkek çocuğuydu sanki, kabuk bağlamayan bir yara gibi devamlı kanayan, o kalabalığın içinde annesini arayan küçük bir erkek çocuğu…
“Sadece benim şifamsın,” dedi, kelimeleri bu denli yakıcı bir duyguyla seslendirmesinden mi yoksa beni delip geçen uçurum kıyısı, uçurum dibi, uçurum mavisi gözlerinden mi etkilenmiştim ayrım yapabilecek gibi hissetmiyordum. Sanki bir bütün olarak Efken Karaduman, beni alaşağı etmek için yaratılmıştı. Sanki hem en büyük düşmanım hem de tek sırdaşımdı; sanki hem en büyük rakibim hem de tek destekleyenimdi. Yükselebildiği en üst noktaya yükselsin ve yolumu gösteren, önümü aydınlatan bir yıldız gibi parlasın istedim.
“Birini isteyerek ölüme sürüklemem sorun değil mi?”
“Her gün içimde elimi değdirmeden onlarcasını öldürüyorum. Bazen içimdeki ölümler dışıma taşıyor, parmaklarıma kanları bulaşıyor.” Cümleleri kan ile mühürlenmiş kara bir yemin gibiydi. Gerçeğin ta kendisiydi. Ölüm mavisi gözlerini gözlerimden çekmeden tekrarladı. “Ben bir katilim Medusa. İnsanların ruhlarındaki yaraları sarıp, zihinlerindeki fazlalıkları çıkararak boşlukları da doldurmak için yemin etmiş diplomalı bir katilim.” Yutkundum, gerçek içime kan gibi aktı. “Ve ben iyileştirmem gereken ruhları bedenlerinden söktüm. Ben doldurmam gereken her zihnin içine bir şarjör dolusu mermi boşalttım.”
Kanımı dondurması gereken her cümle, yani bu kanlı gerçeği yansıtan her cümle, sanki saatler önce tam tersini düşünen ben değilmişim gibi yavaşça içimdeki kabullenişi besledi; hatta o kabullenişe yuva oldu ve içimi ısıttı. Onu her hâliyle kabul eden bir tarafım mı vardı? Yoksa o taraf bana değil, anılarımda olduğum kadına mı aitti? Belki de ben o kadın bile değildim. Ben sadece o kadına çok benzeyen, onun geçmişinin sanrılarını gören bir yabancıydım.
“Sen benim gibi değilsin. Onun içindeki kötülüğü gördün, biliyorum. Benim içimdeki canavarın başını okşadığında senin insanların içine saklanmış her hissi, her kaybı, her kayboluşu görebildiğini anlamıştım.” Kelimeleri o kadar ağır geldi ki, gözlerimi kaçırmasam biliyordum ki bu kez kirpiklerim göz pınarlarıma birikmiş hisleri akıtırdı. “Sen görüyorsun aptal yılan,” diye fısıldadı bir ninni gibi. “İçimde iyi kötü ne varsa görüyorsun. Kayboluşlarımı, yok oluşlarımı görüyorsun. Hatta o kadar görüyorsun ki, keşke beni bu kadar görmesen.”
“Seni görmüyorum,” diye itiraf ettim. “Seni hissediyorum.”
“Beni hissediyorsun,” diye doğruladı kurduğum cümleyi. Çaresizlik bir örtü gibi üzerimi örttüğünde, geri dönüşümün anahtarının kolları arasındaydım, geri dönebilmek içinse bu anahtarı kullandıktan sonra karanlık bir kuyuya atmak zorundaydım. Benim için öldüreceğini söylemişti, gerekirse ölebileceğini… Bencil bir yanı olsa da verdiği her sözü tutan birinin intihar notunun altına onay imzasını nasıl atabilirdim ki? Teni tenime yuva gibi sinince yutkunup bu yabancının kollarında kırk yıllık bir hatırmışım gibi ona sığındım. Kaçmam gerekiyordu, her şeyi öğrendiğimde kalıp savaşmak yerine kaçıp gitmeliydim, evime dönmeliydim.
Biliyordum, tüm bu düşünceler boşaydı.
Ne onun ölmesine izin verebilirdim ne de kalbimi deri gibi kaplayan o sadakat hissini kalbimden soyarak geçmişi arkamda bırakabilirdim. Bir görevim olduğunu hissediyordum. Hissetmiyor, artık tamamen biliyordum. Herkesten farklı bir görevim vardı. Gabriel ölü gözleriyle kâbusların içinden bana uzanıp tekrar fısıldadı ama bunu sadece ben duyabildim: Elmas yılan…
Bir kolumu Efken ile yatak arasına soktum, diğer kolumu da Efken’in kolunun üzerine attım ve onu sıkıca sarıp birleşmeyen ellerimi sırtına yerleştirdim. Bu hareket onu şaşırttı ama doğaüstü saçmalıklardan bahsetmek yerine bana sıkıca sarılarak karşılık verdiği için ona minnet duydum.
“Böyle kalabilir miyiz?” diye sordum yüzümü göğsüne yaslayıp tişörtün temiz olan kısmına sinmiş kokusunu solurken. Sesimdeki bir şey onu duraksattı, ardından çenesini kafamın üzerine bastırıp, “Sorman hata fıstık,” diye fısıldadı. “İste ve olsun.”
Efken’in göğsüne saklanırken Gabriel’i düşünmemeye çalıştım.
Ama ne Gabriel’in kara gözlerinden kaçabildim ne de hafızama dolan o karanlık, bir kuyunun dibinde ölüp kokuşarak çürümüş gibi hissettiren o anıdan…
Efken bana daha sıkı sarıldı, sanki zihnimde dönen bıçaklar gibi anılarımı kanatan o girdaptan kurtulmamı istiyordu; yani öyle sarıldı ve ben de kurtarıcımın o olduğunu biliyor gibi ona sığındım.
Ama kutsal Tevrat’ı göğsüme bastırarak ay mavisi elbisemin kuyruğu beni bir gölge gibi takip ettiği sırada tapınağın koridorlarından birinde ilerlediğim ânı hatırlamayı durduramadım. Yüreğimde sanki o an olduğu gibi derin bir keder taşıyordum. Yeniden o kederi hissetmek acı vericiydi.
Oradaydı. Yaşam ve ölüm gibiydi. Hem varoluşu hem de yok oluşu simgeleyen bir figür gibiydi. İnsandan çok bir semboldü. Karanlığın ve aydınlığın ortasında duran cennet ile cehennemin geçtiği yoldu; araftı.
Cübbesinin içinde beni izlediğini hissediyordum ama yüzü karanlığın evladıydı. Sakallarının karnına dek uzamış olduğunu görebiliyordum, elinde kahverengi bir asa tutuyor, asanın ucu bir meşale gibi görünüyordu; her an alevler yükselecek gibi duruyordu. Elimdeki kitabı kalbime bastırırken hissettiğim çaresizliği hatırlıyordum. Ne kadar da yakıcıydı.
“Ey Azize,” dedi, sesi hem yaşlıydı hem gençti, hem iyiydi hem de kötüydü. “Bir karara vardın sonunda, öyle mi?”
Kitap göğsümdeyken, “Tapınağıma hoş geldiniz,” dedim saygılı bir sesle.
“Azize, hoş buldum elbette, hoş buldum…” Başını omzuna doğru yatırdığını hissettim. “Konseyden çıkan karar hakkında ne düşünüyorsun sevgili kızım?”
“Bu Kan Yemini’ni kabul edemem,” diye fısıldadım. “Geleceği değiştirmek için çok uğraştım ama Azize kartı yanılmaz. Sırların ve gücün kartıdır. Gerçeğin kartıdır Azize. Bu sırrı daha fazla saklayamam. Her gün olması ihtimaller dâhilindeki geleceği hatırlayarak çıldırıyorum. Konseyin bu gelecek ihtimalini düşünüp böyle bir karar vermesi kabul edilemez.”
“Sen istediğin kadar yaşayabilecek, sonsuzluğu görebilecek bir kadınsın. Ama bir hükümdarın kartları yalan söylemez.” Adam gülümsedi. “Geleceğiniz ölümle gölgelendiyse sevgili kızım, yani bu vahim hadise yaşanırsa, soyunu ve tüm soyları kan ile mühürlediğini ilan etmen gerekecek. Kan Yemini edilmezse ve olası gelecekte sizi bir başka yaşantıdan çağırırlarsa, yeniden kim olduğunuzu hatırlayana dek, kimse size kim olduğunuzu söylememeli. Her anı bir sinirimiz gibidir, yanlış bir sinire yapılacak müdahale, tüm vücudu felç bırakır.”
“Böyle bir gelecek gelmeyecek, uğraşacağım,” dedim kısık sesle, bizi bekleyen gelecek gölgelerle doluydu. Azize kartı o gece alacaşafakta bana ölümü göstermişti. Ölümü ve yeniden doğumu. Bir gün onunla mutlu bir yuva kurabilsek, bu savaşı dindirebilsek bile sonsuz olarak betimlenmiş yaşamımıza ölüm düşme ihtimali vardı. Kart tam olarak bir şeyleri göstermese de gösterdiği parça soğuktu; benim tenim gibi değil, ölüm gibi soğuktu.
“Gelirse?”
“Kan Yemini’ni net olmayan bir gelecek uğruna edemem. Hepsinin hafızasını parçalama ihtimalim var.”
“Olası bir yanlışa karşı hafızaları ayakta tutan Karga Sarmaşıklarının Kraliçesi uyandığında, sana ve soyuna yardım edecektir,” dedi o kötü ve iyi, yaşlı ve genç sesiyle.
“Bu Kan Yemini’nin esas nedeni ne?”
“Soyların birbirine sadık kalması için, hafızalarının bir düğüm gibi bağlı kalması, sadakat geliştikçe anıların yavaşça oradan dışarı sızması gerek,” dedi kesin bir sesle. “Gelecek her nasıl olursa olsun, tüm ihtimalleri göz önünde bulundurarak Kan Yemini etmen gerek.”
“Peki ya… Böyle bir gelecek hiç olmazsa?”
“O zaman yeminin de bir anlamı kalmayacak zaten sevgili Azize.”
İçim anlık da olsa rahatlamıştı ama o susmadı ve kısık sesle, “Ama unutma,” dedi. “O sana boşuna Azize kartını vermedi. Sırlar, gerçekler, güçler senin. Sen bir okyanus kadar derinsin.”
Kan Yemini, bir daha gelme ihtimalimiz için bizi birbirimize bağlayan sadakatin yeminiydi; zihinlerimiz, günü gelene dek sessiz kalacak, sadakat anıları kusmaya başlamadan bir şeyleri öğrenecek olursak, hafızalarımız parçalanacaktı.
Efken’in kollarındaydım, uyku ölüm gibi tenime çöktü ve gözümden bir damla yaş hızla akarak şakağıma doğru kaydı.
Geçmişin parçaları hafızamdan önce, kalbime battı.
🎧: Soen, Lumerian