Okyanusun dibine, kafam suyun dışındayken ayak basmaya çalışmak gibiydi.
İçimde sakladığım, dibinde okuduğum romanları istiflediğim geçmişim, ellerini nefes boşluğuma uzattı ve pençelerini altında sakladığı parmaklarıyla boğazımı kavradı. Mavi bir uçurumun en dibindeki kayalıklardan yükselen tozlar, mavinin ve yeşilin tabiat kurduğu gözlerini griye boyamıştı. Yıllar önce onu ilk defa ay ışığının altında gördüğünü hisseden kalbim, bana bir hatıra daha sundu.
Ay ışığının altında beni izleyen gözlerini hatırlıyordum.
Birbirine devrilen günler zamanı çizerken, ben onunlaydım. Onunla ilgili birçok şeyi bildiğimi, bilmesem de yavaşça öğrenmeye başladığımı sanıyordum. Sandığım gibi değildi. İnsanları sevmiyordu, bunun aksine insanlar onu bayağı seviyordu. En azından hemcinslerim onu bayağı seviyor gibiydi. Karanlık ve çekiciydi, bazen aptal adamları da sırf bu tanıma uyduğu için severiz. Ama o aptal değildi. Ve olduğunu sanmaya başladığım adam da değildi.
Onun Nigin’iydim çünkü bizi bağlayan bir geçmiş vardı.
O benim yıllar önce, zamanını bile bilmediğim bir zamanda sevdiğim adamdı.
Hatırladım.
“Seni bu karta benzetiyorum,” diye fısıldayışını hatırladım, ay ışığı esmer teninde yakamoz gibi parlıyor, siyah saçlarının üzerinde gümüş parıltılar oynuyor, rüzgâr kokusunu ciğerlerime taşıyordu. Kokusu aynıydı. Parmaklarının arasında tuttuğu kartı havaya kaldırdı ve arkasında ay ışığı kalan kart karanlık bir şekilde karşımda belirdi.
Azize kartı.
“Sen de benim sessiz, bilge, güçlü Azize’msin.”
Uzandığımız çimler henüz kar tutmamıştı, karta bakarken gülümsediğimi hatırladığımda içim acıdı.
“Sana bu kartı bırakıyorum,” dedi ve işaret parmağının önde, orta parmağının arkada durarak aralarında tuttuğu kartı yüzüme doğru yaklaştırdı. “Ne zaman bu karta baksan, Azize’m olduğunu hatırla.”
Hatırlıyordum.
Daha da acısı, o bunu hatırlamıyordu, sadece ben hatırlıyordum.
Çaldığımı sandığı o kartın bana onun tarafından emanet edildiğini, bir zamanlar onu yüreğimde kan gibi yükselen bir aşkla sevdiğimi, bir zamanlar onun da beni Azize’si olarak kabul ettiğini hatırlıyordum. Çok acıydı çünkü o, tüm bunları hatırlamıyordu.
Ve o yemini anımsadım, kan gibi süzülerek aramızda ilerleyen sessizlik yeminini. Karşımızdaki her şeyi hatırlayana dek, hiçbir şeyi ona söylememek zorunda olduğumuz yeminini. Yoksa ona her şeyi tamamen, kalıcı olarak, sonsuza dek unutturacağımız konusunda bizi uyarıp ettirdikleri yemini. Yemin bir ninni gibi zihnimde döndü ama ağzımı açamadım. Sadece ağladım.
Bu yemini ne zaman, neyi göz önünde bulundurarak verdik hatırlamıyordum ama ağladım.
Ve ben ağlarken, Crystal’in bir şeyleri hatırladığımı bildiğini biliyordum. Ruhuma dokunan parmaklarını hissettim, zihnime kendi sesinden teselliler bıraktı, onu yok saydım ve Efken’e bakarken akan gözyaşlarımı tutma gereği duymadım.
“Ne oldu?” diye sorarken sesindeki o buz dağı yıkılır gibi oldu.
“Hi-hiç,” diye fısıldadım, kekelemem dikkatinden kaçmadı. Ellerini yüzümden iterken bana bakmaya devam ediyordu. Cama doğru dönüp, “Tek başıma gireceğim,” dedim ama sanki benimle beraber tüm dünya titriyordu. İçimde sıkışan bu gerçeği çığlıklar eşliğinde haykırmak, onun yakasına yapışıp ben çalmadım, bana sen verdin diyerek ağlamak, o zamanlar aramızda neler geçti tamamını bilmek istedim.
Sanki beni ağlatan buymuş gibi, “Tamam,” diye kabullenmesini beklemiyordum.
Belki de Asale’si olmamın sebebi, bir zamanlar Azize’si olmamdan.
Belki de içinde bir yerlerde bana karşı açtığı ama kazanamadığını kendisine bile zor itiraf ettiği savaşın esas nedeni buydu.
Belki de bu dünyada kötü bir gölge olduğunu bilsem de ona karşı koyamayışımın esas nedeni, geçmişten gelen o bağdandı.
Gözleri gözlerimdeyken usulca ışıldayınca panikledim, bunu gören İbrahim sanki az önce yazıtların önündeyken onu uyandıran Efken değilmiş gibi irkilerek yerinde zıpladı. “O neydi?” diye sordu, sesinde gerçek bir korku vardı. “Gördün mü?” Crystal’i sarstı. “Gördün mü sarı kadın? Gözüyle selektör yaktı, gördün mü? Yansıma mıydı?” Crystal öfkelenerek kolunu sertçe geri çektiğinde bile uslanmayan İbrahim, bu kez ellerini yüzüne örtmüş, “Allah’ım ne olur bugün herkes kontakt lens takmış olsun, Efken’in lensleri de küçükken giydiğim spor ayakkabıların tabanındaki ışıklar gibi parlayan türden lenslerden olsun. Ne olursun,” diye yalvardı.
Crystal, “Doğru gördün,” dedi sonunda sertçe. İbrahim olduğu yerde donup kaldı, daha sonra sırtını duvara yaslayıp gözlerini kıstı. “Belki bunu bize Efken’in kendisi açıklamak ister.”
“Efken, kontakt lens de darling, hadi söyle ona.”
İçim hislerle bulanıyordu. Efken sadece, “Bir göz yanılsaması,” dediğinde Crystal burnundan sert bir nefes vererek alayla güldü. Efken gözlerini kısarak ona baksa da İbrahim rahatlamış gibi görünüyordu.
“Her halükârda bu dünyada inandığım tek ve yegâne insan, aşkım, paşam, sevdiğim kişi, belalım, delalım, canım, cananım, tabii ki de ışık yansımasıydı, inanmadım ben bu kadına.”
Düşünceler başımı döndürürken kapıya uzandım ve açtım, Efken arkamda kalmayı kabullenmişti, gelmeyeceğini bilmenin getirdiği rahatlıkla içeri süzüldüm ve bir kilisedeymişim hissi veren geniş salon önümde uzandı. Ahşap bankların arasında yürüdüğüm sırada kapının arkamdan kapandığını duydum ama aldırış etmedim.
Büyük, beyaz bir kadın heykelinin altında tabutu anımsatan cam bir kutu vardı. Cam kutuya doğru ilerledim. Bir şeyin çağrısına kulak vermem gerektiğini hissetmiştim ve o çağrının çıkış noktası kristal gibi parlayan cam kutuydu.
Cam tabut kutusu…
Kutunun önüne kadar ağır adımlarla geldikten sonra gözlerimi kutunun içine çevirdim. Saatin ibresi bir adım daha attı ama zaman, bu adımı reddedercesine geriye sarmaya başladı. Sanki tüm zamanların içinden geçtim. Sanki tüm zamanlara izim değdi. Tüm zamanlarda bir parçamı bıraktım, tüm zamanlardan bir parça oldum.
Yılanın ölü, belki de donmuş olan vücudu oradaydı, cam tabutun içinde hoş bir kıvrımla öylece yatıyordu. Onunla aramda bir ip uzadı sanki, o ipin bir ucu göbek deliğimden içeri girdi, diğer ucu onun zehirli diline dolandı. Gözlerimi ayırmadan ona bakıyordum. O benden bir parçaymış, o benim anılarımın devamıymış gibi hissediyordum. Anılarımdan bir parçayı bulmuştum, diğer parçaları ne zaman bulacaktım bilmiyordum ama bu bulduğum beden, en az bulduğum anı kadar değerliymiş gibi hissediyordum.
Heykelin arkasındaki kızıl-turuncu tonlarındaki vitray camın arkasından bir karartı geçtiğini fark eder etmez gözlerimi bedenden çekip cama sabitledim. İçime kademsiz bir hissin sürüklenerek yerleşmesiyle beraber bir adım geri çekilip zemine kulak verdim. Kum zeminde yürüyen birinin ayak sesi zor duyulurdu ama o an, bir başkasına ait kalp atışlarını bile duyabileceğim kadar konsantre olduğum bir andı.
Tüm sesleri duyabileceğim bir andı.
Gözlerim yeniden cam tabuta kaydı, cam tabutun içindeki yılan bedeninin etrafında zümrütler, yakutlar, kristaller ve elmaslar vardı; muhtemelen hepsi gerçekti. Bir yabancının bulması takdirde kolayca girebileceği bu tapınakta bu kadar değerli taşların olması normal miydi? İçimde biriken huzursuzluk duyularımı etkilemiş gibi gözlerimi kısmamla, camın arkasında ilerleyen silüetin netleştiğini gördüm. Bunu yadırgamadım, o an olması gereken oluyordu, o an içimde sürüp giden karmaşanın nedeni olan o Mar, gücünü benimle paylaşıyordu. Çığlık atıp kaçabilir, saklanabilir, ağlayabilirdim ama hiçbir şey yapmadım. Sadece gücün varlığına inandım ve o da beni kuşattı.
“Vay canına, beni görüyor musun?” Bu soru gırtlağında hâlâ sigara izmaritleri gömülü duruyormuş gibi boğuk çıkan bir sese aitti. “Enerjin ne kadar da dikkat çekici. Bir Kanbaz değilsin, öyle değil mi? Kanbazlar sadece et parçası gibi kokar.” Derin bir nefes aldığını duydum. “Sense bir elmasın üzerindeki pahalı kristaller gibi kokuyorsun.”
Göz ucuyla arkama doğru baktım, kapıdan metrelerce uzaktaydım. Efken bir aptal değilse kapıyı açıp içeriye bakabilirdi, geç kaldığımı düşünüp beni merak edebilirdi ama Crystal’i göz önünde bulunduracak olursam, muhtemelen her şeyi hatırlamamı istediği için Efken’in ânı bozmasına engel oluyordu. Beni koruduğunu düşünürken aslında beni küf kokan bir tehlikenin kollarına ittiğini bilse ne hissederdi?
Vitray camın içinden sanki şeffafmış, bir bedeni yokmuş gibi geçerek karşımda beliren uzun boylu, zayıf ve sivri çeneli siyahi adamı gördüğümde, kalbim korkuyla kasıldı. Çığlık atma dürtüsüyle kabaran boğazıma rağmen durup adama dikkat kesildim. Üzerinde eski çağlara kolayca ayak uydurabilecek bir takım, takımının üzerinde de iplerini boğazının biraz altında bağladığı pelerini vardı. Az önce bir adamın camın arkasından bir hayalet gibi geçmiş olmasının dehşeti kanımın bile dehşete düşmesine neden olmuşken, ben nasıl bu kadar ifadesiz, sessizdim?
“Bana ait olan birkaç zümrüt parçasını alıp gideceğim şekerim,” dedi adam mizah dolu bir tebessüm ve sıcak bir ses tonuyla. “Zorluk çıkarmayacağını umut ediyorum. Bu kadar yüksek enerjili genç, seksi ve güzel bir kadının böyle bir çöküntünün içerisinde işi ne?” Bir adım atınca kaşlarımı çatarak düşmanlığı giyinen kızıl gözlerimi yüzüne diktim. Dilini şaklatıp, “Bir koruyucu olamazsın, Kanbaz değilsin,” diye tekrarladı, anlamını bilmediğim kelimeye değil, onun bana olan bakışlarına odaklanmıştım. Cambazlıkla parlayan iri zeytin karası gözlerini cam tabuta çevirip, “Ah Marların Çöldeki Serabı,” diye iç çekti. “Ölün bile görkemli, gösterişli görünüyor. Seni görmek için kalan ömrümden iki bin yılı gözden çıkarırdım.”
İki bin yıl mı?
Tekrar kapıya baktığımı fark ettiği an, “Seni duymazlar,” demesini beklemediğim için dişlerimi gıcırdattım. “Dilsiz misin Ahu Güzel?” diye şakıdı. “Kapıya basit bir çöl mührü bıraktım. Dışarıda garip dostların olduğunu biliyorum.” Sivri burunlu pabuçlarının yere emanet ettiği adımları izlemeye başladığımda kalbim sıkışıyordu. Cam tabutun olduğu platforma çıkıp tabuta doğru yürüdüğünü görünce boğazımda birikmiş bir hırıltı gibi dışarı kopan öfke onu duraksattı.
“Tabuta yaklaşmam seni rahatsız mı etti canım?” Hilekâr gözleri beni baştan aşağıya süzdü. “Ne kadar da eşsiz bir güzellik. Tıpkı elmas gibi.”
“Sen kimsin?” diye sordum sonunda, sesimdeki sertliği duyunca kaşlarını kaldırıp iki elinin avuçlarını birbirine yasladı ve ciddiyetle bana baktı ama gözleri hâlâ hilekârdı.
“Ben Gabriel,” dedi ve eski zamanlara ait bir reveransla beni selamladı. “Lütfen beni mazur gör leydim, sana kendimi tanıtamadım. Ama şimdi izin verirsen zümrütlerimi de alıp çekip gideceğim. Gittiğim an mührü kaldırırım.” Kapıyı işaret etti. “Malum, kapıyı mühürledim, arkadaşların da şu an şiddetli bir tartışmanın ortasında gibi geldi bana.”
Tam tabuta doğru dönüyordu ki zihnimdeki kızıl gözlerin sahibi kirpiklerini kaldırıp düşüncelerimin arasından uzanarak adama baktı. Dudaklarım aralandığında biri bana, diğeri geçmişime ait iki ses ağzımın içinden zehirli bir ok gibi fırlayıp zamana saplandı.
“Sana geldiğin çöllerdeki kızgın kumları yalatıp tükürmene izin vermeden hepsini yuttururum.” Gabriel bir an donup kaldı. Gözlerim otomatik bir şekilde onun gözlerini kavradı. “Sıkıyorsa, dokun.”
“Sen bir Mar’sın?” dedi sorar gibi.
“Evet Çöl Cadısı,” dedim bilinçsizce, sanki biliyor, sanki onu tanıyor, sanki onu aşağılıyor gibi. “Ömründen iki bin yıl feda etme konusunda ciddi miydin? Test etmek istiyorum.”
“Siktir, sen…” diyordu ki arkamdaki kapının öne doğru devrilerek yıkıldığını kapı daha yere çarpmadan hissettim. Vitray camlar hızla parçalara ayrılarak salona dağılmaya başladığında, İbrahim’in dudaklarından sesli bir çığlık koptu ve çığlığı takip eden gürültülü bir çıngırak sesi oldu.
“Evet,” dedi Crystal ateşten bir bayrak gibi dalgalanan saçlarıyla. “Ve buradaki tek Mar o değil.”
“Çıngıraklı yılan ha?” Gabriel kaşlarını kaldırarak Crystal’e baktıktan sonra, “Seni durdurmak benim için çocuk oyuncağı evlat, bana bulaşma. Alacağımı alır yoluma bakarım. Yıllar önce Kanbazlara bırakıp gittiğiniz bu tapınakta hak iddia ediyor olamazsınız,” dedi, hâlâ alaycı bir yanı olsa da gerildiğini görebiliyordum.
Gözlerim Efken’i aradı, yıkılan kapının ardında Crystal ve İbrahim dışında kimse yoktu. Bir saniye sonraysa, Gabriel’in önünde durduğu vitray camlar yıkıldı ve Efken cam kırıklarının arasından bir gölge gibi çıkarken kolunu açıp Gabriel’in boynuna sardı, cam kırıkları Gabriel’in başından aşağıya yağmur gibi yağdığında artık Efken’in kolu kapanmış, dirseği sıkı bir şekilde Gabriel’in çenesinin altından dışarı doğru bir bıçak gibi sivrilmişti. Gabriel bir an için nefessiz kalıp elini geriye doğru atmaya çalıştı ama içimde yükselen alevlere karşı koyamadım ve “Apstājies!” diyerek durmasını emrettim, Gabriel’in eli havada asılı kaldı, gözlerinin etrafında beliren altın rengi bir haleyle bana doğru baktı.
“Çöl engereği,” dedi Gabriel dişlerinin arasından. “İki bin yıllık ömrüme bedel güzellikteki elmas yılan.”
Gabriel’in cümlesi, derin bir sessizliğin sağanak gibi üzerimize yağmaya başlamasına neden oldu. Efken onu daha sıkı kavrayınca, “Ne kadar da güçlüsün,” dedi şaşırmış gibi, “ama senin bir Mar olmadığına yüzde yüz eminim. Oldukça sıcaksın.”
“Tek bir hamleyle boynunu kırabilirim, yerinde olsam sakince dururdum,” dedi Efken dişlerinin arasından ama bu Gabriel’i sadece güldürdü.
“Çocuğum, çocuğum diyorum çünkü muhtemelen benden onlarca yaş küçüksün. Bir Çöl Cadısı’nı öldürebileceğini sanmak ne büyük ahmaklık. Sen boynumu kırsan, ben sadece üç saniye nefessiz kalırım.” Gabriel, cümlesini bitirmesiyle algılayamadığım, harfleri bile oturtamadığım bir dil kullanarak bağırdı ve Efken’in kollarının arasından bir duman gibi kolayca süzüldü. Birkaç saniye içinde Efken’den beş metre kadar uzaktaydı.
“Siz ne olduğu belirsiz karma sürü,” dedi Gabriel avuçlarını havaya kaldırıp altın rengi bir halenin içinde gibi parlarken. “Bırakın zümrüdümü alıp gideyim, yoksa her birinizi çöldeki bir kum tanesine çeviririm.” Gözlerinin bana döndüğünü hissettim, altın sarısı hale bir zar gibi gözlerini de örtmüştü ama bakışları tüm merakıyla üzerimde parlıyordu. “Sen o musun?” diye sordu. Ardından çenesiyle cam tabutu işaret etti ve zihnimin üzerine yıkılmaya başlayan o soru cümlesini tekrarladı: “Sen o musun?”
İbrahim, tüm ânı bozmak istiyormuş gibi, “La ilahe illallah,” dediğinde korkusu güçlü bir dalga gibi duvarlara yayılmıştı.
Parmak uçlarımda kıpırdayan elektriği, belki de ateşi hissettim. Sıcaktı ve tenimi ürpertiyordu. Gözlerim Gabriel’in gözlerindeyken Gabriel’in gözleri benden ayrılmayı seçerek Efken’e çevrildi. Efken’in elindeki büyük cam parçasını görünce kaşları öfkeyle çatıldı ve “Dövüşmek mi istiyorsun kötü çocuk?” diye sordu. “Yoksa elmasla mı ilgileniyorsun?” Başını benden tarafa yatırıp beni işaret ettiğinde Efken öfkeyle kaşlarını çattı. “Ben sadece zümrüdü istiyorum.” İç çekti. “Ya da belki elması da istiyorumdur, tabii elmas o ise…”
“Kafanın derisini yüzeceğim,” dedi Efken, ardından öyle hızlı bir şekilde Gabriel’e yöneldi ki, Gabriel’in etrafını saran hale bir cam gibi yarılarak dağılmaya başladı. Gabriel’in şaşkınlığı anlıktı, gözlerindeki koyuluklar arttığında göz bebeklerinin büyüdüğüne emindim ama kısa sürmüştü. Efken cam ile ona saldırınca, İbrahim de korkuyu bir köşeye bırakmış olacak ki Gabriel’in arkasından sokulup onu Efken’e doğru itti. Efken, camın keskin ucuyla Gabriel’in kulak boşluğuna bir yarık açtı, Gabriel titreyerek dizlerinin üzerine düştü. Yere damlayan kanın rengi siyahtı.
Crystal bir kedi gibi onlara doğru yürümeye başladığında, her bir adımında zehirli bir çıngırak sesi tapınağın duvarlarına siniyordu. Gabriel’in normal olmadığı kesindi, İbrahim’in ise bunu ilk kez yadırgamadığını fark etmiştim çünkü İbrahim korkusuzca Gabriel’i kısa siyah saçlarından kavrayarak kafasını kaldırdı. Tam da o anda, Efken de durmadı ve Gabriel’e bir yumruk geçirdi. İbrahim’in dudaklarında yine o sinsi, rahatsız edici gülümseme belirmişti.
Gabriel, “Kulağımın arkasını çizmen gerektiğini nasıl bilirsin sen iblis?” diye bağırınca, biri girdiğim transtan çıkmama neden olan bir tokat patlatmış gibi irkilerek Efken’e baktım. “Gücümün aktığı yeri nereden bilebilirsin ki?”
Crystal’in her bir adımıyla etrafa yayılan çıngırağın sesi artıyordu. Crystal, İbrahim’in yanında durup öne doğru eğildi ve yerde duran Gabriel’in yüzüne akan ateş sarısı saçlarının arasından zehirli bir sesle fısıldadı: “Buradaki herkes senden daha güçlü seni küçük bedevi.”
“Çıngıraklı yılan,” diye tısladı Gabriel, “bunun bedelini ödeyeceksin.”
“Ödet.” Crystal saçlarını Gabriel’in yüzüne sürterken sırıtıyordu. İbrahim’in yüzündeki ölümcül gülümsemenin de derinleştiğini gördüm. Efken gözlerini ayırmadan Gabriel’e bakıyordu.
Sanki şu an girdiği transın içinden kendini izliyor, hareketlerini engelleyemiyor, anılarımdaki o mavi gözlü adamın onu ele geçirmesine karşı koyamıyordu. Gabriel, Efken’in gözlerinde her ne gördüyse, harelerine hızla bulaşan korkuyu durduramadı. Dehşet, devamında paniği de beraberinde getirdi ve “Âdil, Şânil,” dedi birden Gabriel yerdeki parmaklarını şaklatarak.
Rüzgâr saçlarımı uçuşturmaya başladığında, hızla inime gelen karanlığı algılamam zamanımı aldı. Gölgeler kırık camların arasından bir bütün hâlinde ahenkle gelmeye başladığında İbrahim’in sinsi gülümsemesi yüzünden silindi, bir an insana ait bir dehşetle, güçlü bir varlığa ait nefret arasında gidip gelen bakışları gölgelerdeydi. Gölgelerden biri Efken’in koluna dolandı, kara bir duman gibi kolunu sarınca Efken saplandığı transtan çıkıp kaşlarını çatarak dumana baktı. Bunu anlamlandıramıyor gibiydi, buna koyabildiği bir isim yoktu ama yine de sakindi. Elinde tuttuğu siyah kana bulanmış cam parçası yere düşüp iki farklı parçaya bölündüğünde ona doğru koşacaktım ki, duman kümelerinden bir diğeri bana doğru gelip kalın gövdeli bir yılan gibi bedenimi sararak beni olduğum yere mühürledi.
“Mahinev!” diye bir çığlık attı Crystal, çıngırağın sesi zamanı delip geçerken gölgeler ona da saldırdı ve İbrahim bir adım geri çekildi. Gölgeler ona doğru gidiyordu.
Efken’in bakışları bana döndü. Paniği ve öfkeyi aynı anda var eden mavi gözlerindeki parıltılar dışarı doğru süzülmese de göz bebeklerinin içinde bir ateş böceği gibi yanıyordu. Gabriel, avucunu kulağının arkasına bastırarak ayağa kalktı ve bakışları bana çevrildi, hissetsem de o bakışlara karşılık vermeden bedenimi olduğum yere mühürleyen dumanlara meydan okumaya devam ettim.
Dumanların içinden gelen rahatsız edici incelikteki bir ses, “İnsan değiller,” diye tısladı. “Aralarında hâlâ uyanmayanlar olduğu için üzerlerinde gölge kalkanı var, göremiyorum efendim.”
Bir diğer kalın ses, “Ateş saçlı gerçek bir çıngıraklı,” diye doğruladı Gabriel’i.
“Elmas yılan o mu?” diye sordu Gabriel kanlı parmak ucuyla beni işaret ederek.
“Senin evveliyatını sikeceğim,” diye hırladı Efken ayağa kalkmak için direnirken ama gölgeler daha şiddetli bir şekilde tüm bedenine dolanıp onu karanlık bir sarmaşığın içine hapsetti.
“Terbiyesiz,” diye fısıldadı Gabriel.
İnce sesin sahibi tam konuşacaktı ki, vereceği cevap birden beş parmağımı genişçe açmamla kesildi. Bileğimi saran gölgenin genişlediğini, bileğimin etrafından yavaşça çekildiğini gördüm ama yine de zorluyordu. Tırnak diplerimdeki acıyı hissettim, daha sonra tırnaklarım öne doğru gelerek köklerinden ayrılıyor gibi uzadı ve gölgeden kurtardığım elimi yüzüme doğru getirip avucumun içine baktım. Sivrileşen tırnaklarımı gördüm, parmak boğumlarıma kara bir kınayla işlenmiş gibi duran dövmeleri gördüm, avuç içimdeki çizgilerin içinde gümüş gibi parlayan yarıkları gördüm; gücümü gördüm. Kontrolsüz bir hırıltı çıkararak elimi hızla diğer koluma bastırdığımda, ince sese ait olan çığlık tapınağın tozlarını kaldırdı.
“Şânil,” dedi Gabriel hayal kırıklığına uğramış gibi. Gölgelerden bir diğeri İbrahim’i karşıdaki duvara yaslamış, âdeta duvara çakmıştı. İbrahim’in yüzü bile gölgenin altında gibi görünüyordu. Gölgenin titreyen dokusunu sertçe tırnakladığımda bir çığlık sesi daha yükseldi ve gölge bedenimi öyle hızlı serbest bıraktı ki dizlerimin üzerine düştüm. Saçlarım yüzümün önüne düştüğünde nefesim saçlarımı uçuşturdu ve Efken, “Medusa!” diye hırladı. Hırlamadı kükredi, işte o an, kalın sesli gölgeden de bir çığlık koptu ve Efken’in özgür kaldığını anladım.
“Gölgelerime ne yaptınız?” diye bağırdı Gabriel, bir adım gerilediğinde arkasındaki boşluğa denk gelen adımı onu kıçının üzerine düşürdü. Efken beni bileklerimden kavrayarak yerden kaldırdı, İbrahim’i ve Crystal’i saran gölgenin adını bilmiyordum ama güçlü çıngırak sesleri ile bir yırtıcıya ait gibi yükselen kıkırtı sesini duymaya başladığımda, arkadaşlarımın da kurtulmanın eşiğinde durduklarını anlamıştım.
Avuç içlerimi yere düz bakacak şekilde açtım ve Efken’in önünde durduğum sırada avuçlarımdan yere akan o enerjiyi hissettim. Sanki bedenim benim değildi ama benimdi, sanki içimde açığa çıkmak için ruhumu delip geçen güç benim değildi ama benimdi. Gölgeler hızla bir bütüne dönüştü, iki farklı beden tapınaktaki salonun iki farklı noktasındaki yerde uzanıyor, gölgeler onların üzerine kapanıyordu. Efken iyi olduğumdan emin olduktan hemen sonra Gabriel’e yöneldi, Gabriel Efken’i görünce irkilerek saldırı pozisyonu aldı ama yarası hâlâ kanıyordu. Gücünü muhafaza ettiği yerde bir kesik vardı ve bu onu zayıf düşürmüştü. Tam anlamı ne bilmesem de Efken ona doğru bir hamleyle saldırmıştı.
Efken, Gabriel’i boğazından yakalayıp karşıdaki kabartmalı duvara kadar sürükledi ve sırtını sertçe duvara çarptı. Gabriel fiziksel olarak oldukça güçlü gibi görünse de Efken onu bir böcek gibi öylece duvara yapıştırmıştı ve Gabriel bundan hiç memnun görünmüyordu. Yere yığılan iki insan bedeninin gölgelerin tamamını içine emdikten sonra netleşen görüntüleri zihnime kazındı. Biri uzun, siyah saçları olan uzun bir erkekti, diğeri ise kısacık siyah tonlarında mor renkte saçları olan zayıf bir kızdı. Siyah kıyafetlerinin içinde zorla nefes alabildiklerini fark etmiştim. Crystal kızı kısa saçlarından tutarak kaldırınca kız beyazı olmayan kara gözlerini açtı ve Crystal’e düşmanca hırladı.
“Gölge cini,” dedi Crystal sırıtarak. “Beni tanıdın mı sevgilim?”
“Orospu,” diye homurdandı kısa saçlı kız. “Çıngıraklı, zehirli bir yılansın. Sürüngensin.”
İbrahim’in uzun saçlı erkeğin saçlarını eline dolayarak erkeği yerden sertçe kaldırdığını ve hoş olmayan ürkütücü bir kıkırtıyla adamın yüzüne dik dik baktığını gördüm. Bilinci yerinde değilmiş gibi sadece kıkırdıyor, gözünün beyazı bile siyah olan adamın öfkeyle hırıldamasına neden oluyordu.
Efken, Gabriel’in boynuna yapışınca direkt onlara yöneldim, artık gözümün gördüğü her şey kızıldı; gözümün yüzeyine kan damlamış gibiydi. Etraftaki her şey kızıl görünüyor, hafif bir titreşimle dalgalanıyordu. Avucum hâlâ yere doğru açıktı, avucumdan akan bir şey tapınağın zeminine düşüyor, pürüzsüz kum zemin titriyordu.
Efken, Gabriel’e, “Benim elmasıma göz dikersen, gözlerini oyarım, soyun bunu ne çabuk unuttu?” diye sorunca, bir an için adımlarım durdu, avuçlarımdan akıp giden enerji de durdu; kumlar geri çöktü ve Efken dediği şeye anlam veremiyormuş gibi kaşlarını çattı. Anlamlandıramamak onu daha da öfkelendirmiş olacak ki Gabriel’in boğazını saran parmakları sıkılaştı, Gabriel’in alnındaki damarların patlayacak kadar belirgin hâle gelişini izledim.
“Se-sen,” diye kekeledi, dili boğazında kırk düğüm olmuş gibi sustu. Çölün kumlarında yaşayan o gazap verici sıcaklığı tenimde hissettim. Bu, Gabriel’in özüydü. Gücünü son damlasına kadar kullandığını etrafa dalgalar hâlinde yayılan sıcaklıktan anladım ama Efken bu sıcaklıktan etkilenmiyor gibiydi. Gabriel kan ter içinde kalmış, boğazındaki düğümden dolayı sessizce Efken’e bakıyor, Efken onun boğazını her saniye ölüme biraz daha yaklaşıyor gibi sertçe sıkıyordu. Gabriel onun ellerinde ölecek gibiydi.
Gölge cinlerinden dişi olanın çığlığını dinledim ama o yöne bakmadım. Crystal ona gün yüzü görmemiş işkenceler etmeye başladı. İbrahim ise sadece o rahatsız edici, ölümü çağrıştıran kahkahasıyla erkeği deliye çeviriyordu.
Dişlerimin arasından kısık bir tıslama sesi dışarı döküldüğünde, Gabriel’in ölümle süslenmeye başlayan kara gözleri usulca benden yana doğru geldi. Efken bana bakmadı, deri ceketi üzerinde değildi ve beyaz tişörtünün açıkta bıraktığı kalın kollarındaki tüm damarlar ölümcül kablolar gibi dışarı doğru filizlenmişti.
Gabriel, “Aklımdan geçeni biliyorsun, değil mi?” diye sordu acı çekiyormuş gibi pürüzlü, titreyen bir sesle. Adi gülümsemesi, ölüme meydan okur gibi yüzünün sınırlarına yayıldığında gerçekten de ne yapacağını hissettiğimi fark ettim.
Avucumu yere sertçe itmemle, avucumdan akan o enerji yerdeki pürüzsüz kumu havalandırdı ve Gabriel bana fırsat bırakmadan, “Çölde kızgın yılankökü, öldürürsün ölümlüyü, ne yaptığımı sorgulama, acı gelecek benden sana,” diye tuhaf, kafiyesi içime batan bir tekerleme söyledi. Gabriel’in elinde oluşan krom saplı bıçağı izlerken nefesimin kesildiğini hissettim. Yerdeki kumlara avucumla bir baskı daha gönderdiğimde kumlar, küçük yılanlar gibi ince şeritler oluşturarak Gabriel’in bacağına dolanmaya başladı ama Gabriel durmadı. “Çölde kızgın yılankökü, öldürürsün ölümlüyü, ne yaptığımı sorgulama, acı gelecek benden sana.”
“Efken, elindekine bak!” diye bağırdım onlara doğru koşmaya başlamadan bir saniye kadar öncesinde. Kumlar da benimle beraber koştu, yılanları anımsatan kumdan şeritler yükseldi, Gabriel’i sardı ama Gabriel hızlıydı, sanki karşısında ne olduğunu tahmin ediyormuş gibi pratik bir şekilde saldırmanın yolunu bulmuştu.
Efken bıçağı fark ettiği an eliyle bıçağın sapına dokundu ama bıçak onu dağlayıp geçti, ateşin tene bastırılırken çıkardığı o cızırtıyı duyup bir çığlık attım. Kumlar yükseldi, Crystal ile İbrahim gölgeleri bırakıp bana doğru koşmaya başladı. Efken, hissettiği kızgın acıya rağmen Gabriel’i boynundan yakaladığı gibi ters çevirip alnını duvara vurdu. Cadı kükredi, öfkeyle hırladı ve gölgeler yeniden ayaktaydı ama duman formuna giremediler, bir insana ait vücutlarıyla Crystal ile İbrahim’i durdurmak için koştular.
Gölgelerden biri, “Az önce sizi sadece tek bir uzvumuzla durdurduk, dördünüzü iki kişi dört kişiymiş gibi tuttuk,” diye hırladı. “Bizi yenebileceğinizi düşünmeyin bile.”
Gülümsedim. Gölgelerin korkusu içime doldu, korktular. Evet, bunu hissettim, korktuklarını hissettim. Korkularının tadı küf gibiydi.
“Jūs nevarat mani pārspēt.” Beni yeneceğini düşünme.
Dudaklarımdan dökülen bu cümleyle, Gabriel’in içinde kaynayan endişeyi hissettim. Avucumu yere biraz daha itmemle, Gabriel inleyerek yere doğru kaydı ve yanağı duvara yaslı hâlde yan gözle Efken’e baktı. Efken, kan akan büyük avucunu Gabriel’in ensesine yerleştirip onu kaldıracaktı ki, Efken’in avucundan akan kan Gabriel’in tenine temas ettiği anda Gabriel ölümü anımsatan kıyamet yüklü çığlıklar atmaya başladı.
Acı, resmedilesiydi.
Efken eğilip yerdeki krom saplı bıçağı aldığında, gölgeler ağıt yakar gibi çığlıklar atmaya başladı. Yerdeki kumu göğe kaldırdım, tavana gömülmüş taşlar yere dökülmeye başladı. Efken bıçağın keskin ucunu Gabriel’in ensesinden boynuna kadar sürükledi ve siyah kan fışkırarak duvarda ebru sanatına ait bir desen gibi iz bıraktı.
İbrahim’in ruh emen kıkırtıları tapınakta yankılar uyandırdı. Ölüm her yerdeydi; ölüm İbrahim’in gülüşündeydi, Efken’in sapı kanlı bıçağı tutan elindeydi, Crystal’in mor saçlı dişinin kırdığı boynundaydı.
Saniyeler dakikaya evrilmeden, İbrahim’in gülüşü erkek gölgeyi deliliğe sürükledi ve gölge yere eğilip mermer karo basamağa kafasını vurmaya başladı. Kan çok hızlı yayıldı, alnı mermer karoya yaslı şekilde kendini infaz eden bedene bakan İbrahim hâlâ gülüyordu.
Gabriel’in elinin boynundaki dev kesiğe yaslandığını gördüm. Normal bir insanın ruhu bedeninden çoktan kopmuş olmalıydı. Yerde iki büklüm sürünüp Efken’e bakmaya başladı. Gözleri cansızdı, dehşetle renklendirilmiş ölümü anımsatan bir tablo gibiydi. Yavaşça Efken’e doğru ilerledim ve geçmiş zamandan damlayan anı, saatin ibresini kana buladı.
O anıda karanlık bir ormanda, bir nehrin önünde duruyordum. Nehre ayın gümüş renkli ışığı vuruyor, yakamoz parlıyordu. Kısa boylu ağaçların gövdeleri nehrin içindeydi, dalları nehre sarkmıştı ama tamamen suya batmış olduğu söylenemezdi. Bileğimden akan sıcak sıvıya yasladığı bembeyaz kesilmiş dolgun dudaklarına baktığımda kalbim acıyla burkuldu. Kanımı içerken titriyor, çamura bulanmış zırhı ve üniformasıyla dizimde uzanıyordu. Kanım, dudağının kenarından ona ait gibi akınca gözlerimi yumduğumu hatırladım. Gözyaşı yanağımdan süzülüp çeneme doğru aktı ve o anı beni tekrar geleceğe doğru fırlattı. Saatin ibresindeki kan değil, mürekkepti ve yeni bir anı zihnime bir yazarın romanına işlediği sayfa gibi işlenmişti.
Onu kurtaran benim kanımdı.
Benim kanım, onun şifasıydı.
Haddinden fazla keskin olduğunu hissettiğim dişimi, onunla bağımın belgesi olan kar tanesi dövmesinin hemen altındaki damara saplamamla, kanım hızla akmaya başladı. Efken, yaralı eli ona acı veriyormuş gibi inledi, daha sonra kanımın akışını fark edip gözlerini irice açarak bana baktı.
“Ne yaptığını sanıyorsun aptal?!” diye bağırdı öfkeyle, canımın yanması, onun bedenine yayılan zehirden bile önemliymiş gibiydi. Ama değildi. Yılankökü, demişti Gabriel. Kızgın yılankökü. Beyaz yılankökü kadar zehirli olmayan ama kanda uzun süre dolaşırsa kalbi krize zorlayıp durduran bir zehirdi. Bu bilgi taze değildi, geçmişe ait tozlu bir raftan çıkıp zihnime gelmiş bir bilgiydi.
Efken’e bir cevap vermeden, yeni bir cümle doğurmak için aralanan dudaklarına bileğimi yasladım ve Efken’in uçurum mavisi, diplerinde kara yılanların birbirine dolandığı kuyu gibi gözlerindeki o yuvarlak bebeğin dağınık bir görüntü eşliğinde genişlediğini gördüm. Kanımın tadını aldığı o ilk an, gözleri yıldırım ışığıyla dolup taştı, sonra mavi bir şafak aydınlığına boyandı. Ardından da kendi gözlerini gördüm.
“Em,” diye emrettim, emrime sadık kaldı, bana boyun eğdi, kanımın hükmü altına girdi ve beni emmeye başladı.
Kanım çok hızlı tesir etti. Avucundaki büyük yarıktan anlık olarak akan kara zehri gördüm, sonra yarık hızla birleşti, kan lekeleri dursa da artık avucunda bir çizik bile yoktu. Efken’in dudakları kan rengindeydi çünkü benim kanımı içmişti. Gözlerim gözlerine saplı hâldeyken, yerde kıvranan Gabriel’in titreyen elini kaldırdığını gördüm, güçsüz nefesler aldığını duydum.
“Sen osun,” diye fısıldadı titreyen bir sesle. “Lütfen. Bana da şifandan ver. Bir damla. Bir damla kanınla eskisinden güçlü olurum. İyileşmem çok yavaş. Bu yavaşlıkla devam ederse geç kalıp felç olacağım. Lü-lütfen.” Ağzının kenarından akan zehirli kanı izlediğim sırada Efken işini tamamlamak ister gibi hırıltıyla ona doğru döndü. Efken’in elini kavrayıp onu durdurdum.
Bir alkış sesi algılarıma saplandı.
Kırılarak yere yıkılmış camların ortasında bizi izleyen mavi gözlü adamı gördüğümde Gabriel bir defa daha inledi.
“Mükemmel gösteriydi,” dedi, bir elinde siyah eldiven vardı, diğer eliyse çıplaktı. Eski zamanlara ait görüntüsüne rağmen oldukça yakışıklı olan adamın teni ölüm beyazı rengindeydi. “Şimdi o ahmak Çöl Cadısı’nı kurtaracak mısın, yoksa öldürecek misin?”
“Sen de kimsin?” diye hırladı Efken ama ben kararımı çoktan vermiştim.
Avucumda kalan son damlayı yumruğumu sıkarak saklayıp Gabriel’e doğru ilerledim.
Yavaşça eğildiğimde gözleri minnetle parlıyordu.
“Ağzını aç Çöl Çocuğu,” dediğimde dudaklarını araladı, titreyen elini bana uzatmak istedi ama Efken ona öyle bir bakış attı ki bunu yapamadı. Açık duran ağzına ve beyazlayan dudaklarına bakarken avucumdaki kanı sıktım, bileğime doğru yol çizen kan sonunda durdu ve bir damla gözyaşı gibi cadının ağzının içine girdi.
Kanım Efken için şifaydı.
Bir anı daha saklandığı yerden çıktı.
Çöl Cadısı, boğazına saplanmış ateşten bir mızrak varmış gibi ellerini boğazına götürdü, yarasından daha şiddetli bir şekilde akmaya başlayan kan sanki boğazından ağzına yükseliyor gibiydi. Gözleri açıkken, kendi kara kanıyla boğulmaya başladığı ânı ölümcül bir sessizlikle izlemeye başladım.
Kanım bir başkası içinse, zehirdi.
❄️
İSTANBUL
Yağan şiddetli kara rağmen, bir yangının eleğinden geçen orman kül kokuyordu. Yelkovan yanık ağaçların kovuklarına dokunuyor, akrep kül kokusunun içinde ağır ağır hareket ediyor ve bir kurt sürüsü usul usul ay ışığının altında ilerliyordu.
Onu arayan sürü karamsar ve öfkeliydi. Şehirde artçıları bile bir ülkeyi yıkabilecek büyüklükte depremler gerçekleşmiş, birçok bina göçüğü altında yuttuğu canlarla beraber ölüme terk edilmişti. Yine de İstanbul, her zamanki gösterişiyle haritadaki yerini koruyordu.
Miraç, üst üste koyduğu notları masanın üzerine bırakıp gözlerini pencereye çevirdi. Yağan karın şehri boyadığı anları yüzüne sinmiş bir sakinlikle izlese de son zamanlarda hiç sakin hissetmiyordu. Ablasının, babasının bahsettiği yerde olmadığını biliyordu.
Babasının bir şeyler sakladığını biliyordu.
Günler artık haftalara değil, aylara devriliyordu. Annesi ve kardeşleri nasıl oluyordu da ablasının gidişini bu kadar doğal karşılıyorlardı? Neden kimse sorgulamıyordu? Önündeki kâğıtlardan birini kaldırıp beyaz sayfanın üzerine yerleştirilmiş kelimeleri okudu. Bir adresin detaylıca işlendiği kâğıtta bahsi geçen adres, değil İstanbul, Türkiye üzerinde bile var olmayan bir adresti. Koordinatların tamamı yanlıştı ya da yalandı; böyle bir adres olmadığına neredeyse emindi. Ablası bir şafak vakti öylece kalkıp şehir değiştirecek biri değildi. Bunu ailesine veda etmeden yapacak biri hiç değildi.
Biliyordu ama bunun normal karşılanmasını anlamlandıramıyordu.
Annesi nasıl olurdu da ablasını aramazdı? Nasıl olurdu da bir şafak vakti öylece evden silinip gidişini kabullenerek babasının dediklerine inanırdı? İkizi nasıl inanırdı? Şehir dışında olmasına rağmen hep iletişimde olduğu abisi Mahzar nasıl inanırdı?
Nasıl inanmayan tek kişi o olabilirdi?
Evdeki sakinlik öyle korkutucuydu ki, dudakları bu soru için aralanamıyordu bile. Sanki her şey normalken, garip olan oydu. “Baba,” diye fısıldadı çatık, keskin kaşların altında parlayan kızıl gözleri kâğıttan bir an olsun ayrılmadan. “Ablama ne yaptın?”
Derin bir nefes aldı, babasının uykusuzluktan çöken göz altlarını hatırlayıp yutkundu.
“Dahası, evdekileri bunun normal olduğuna nasıl inandırdın?”
Yağan karı izlemeye başladığında, çaresizlik kalbinin damarlarını öfkeyle dolduruyordu.
“Abla,” dedi dişlerinin arasından. “Ne olur iyi olduğuna dair bir işaret gönder. Neredesin? Neden bizi, neden beni aramıyorsun?”
Kar fırtınası zamanın içinde hızla dönen anılar gibi şehrin üzerine dökülmeye başladığında, karanlık sokakta ilerleyen dokuz adamın tam ortasındaki dokuzuncu bir adım önden gidiyordu. Yağan kara rağmen üstleri çıplaktı, altlarında yer yer kesiklerle dolu, eski püskü kot pantolonlar vardı ve gölgeleri her bir adımda karın örtemediği buzlu zeminde büyüyordu.
“Dişi Mega’nın kokusu gitgide azalıyor,” dedi arka saflarda yürüyen kumral adam.
En önde ilerleyen kısa saçlı, gözlerini kısarken ellerini kot pantolonunun ceplerinin içine yerleştirdi. Ölümcül sesine kelimelerin kanı bulaştı.
“Gerekirse bu dünyayı yıkacak, göçüğünün altından Mega’mı çıkaracağız.”
Bir saniye sonra gölgeler büküldü, devleşti, şekli değişti; bir saniye sonraysa gölgede gizlenen insanlar silindi.
Artık ormana doğru yürüyen bir kurt sürüsüydü.
🎧: As Everything Unfolds, One the Inside