🎧: Elley Duhe, Middle of the Night
Hiç hâlâ nefes alıyor olmana rağmen kalbinin durduğunu hissettiğin oldu mu? Göğsünde uzayıp giden derin bir sessizlik, bir ıssızlık; kaburgalarının içindeki boşlukta bir arazide esiyormuş gibi ıslıklı rüzgârın uğultusu…
Sanki kalbin orada değil.
On üç saniye boyunca takla atan aracın içinde olduğum kâbuslardan birinden daha uyandığımda, saçlarım yüzümün önüne yayılmıştı. Saçlarımın arasındaki boşluklardan karşımdaki boydan camdan içeri sızan sokak lambalarının turuncu ışıklarını görebiliyordum.
Uzandığım koltukta bir cenin gibi küçülebildiğim kadar küçüldüm ve avuç içlerimi kazağın kollarının içine doğru çekerek saklayıp yumruk yaptım.
Önümdeki masada, dibinde ve ağız kısımlarında kara lekelerin olduğu boş bir kahve fincanı, uykuya dalmadan önce aldığım ağrı kesicinin metalik gri şeklinde parlayan paketi vardı.
Sessizliğimi ve dahası korkularımı ehlileştirebilmek için birkaç gün öncesini düşünerek rahatlamaya çalıştım.
Zamanda yavaşça geriye doğru çekildiğimi hissettim, sanki o yazar parmaklarını sayfalarda gezdirdi ve beni geriye doğru çevirmeye başladı. Onun parmaklarını hissettim, mürekkep kokuyordu; gözlerimi yumdum ve sayfanın açılmasını bekledim.
Sayfayı açtı ve benimle beraber beklemeye başladı.
“Ülen,” dedi babam, Gurur’a doğru atılacakken Eymen beline sarılarak babamı durdurmuştu.
Gurur’un korktuğunu gördüm. Hiçbir şeyden korkmayan dağ aslanı, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırarak korkulu gözlerle babamı izliyordu…
“Ülen bir de olduğu yerde bana mermi gibi yalan sıkıyor! Çekil len kızımın yanından, bir diğer kanadını da ben kırıveririm.”
Gurur’un sargılı koluna bakan babamın gözlerinden ateşler fışkırıyordu. Babam gülüşen askerlere aldırış etmeden Gurur’a doğru bir hamle daha yapmaya kalkıştı ama Eymen, resmen babamı kucaklayarak geri çekti.
Ayakları yerden kesilen babam bu kez öfkeyle Eymen’in kafasına vurdu.
“Bırak len beni, dünkü dölüme bak bugün beni kucaklamış durdurecek aklı sıra, hadi len oradan. İndir len beni, sen ne zaman bu kadar traktör tekerleği oldun len, traktör tekerleği gibi genişledin len? Ülen elin elektrik direği tüm kablolarını ablana sarmış vakum gibi elektriğinden geçiriyor ablanı, kör enik!”
“Abi sen kesinlikle konuyu çok mu yanlış anladın acaba?” diye sordu Gurur korkuyla. “Çünkü sen bence gerçekten de yanlış anlamış olma ihtimalinde olabilirsin gibi geldi de bana.”
“Gurur yeni bir taktik deniyor, uzun cümleler kurup adamın aklını karıştırarak vakit kazanmaya çalışıyor,” dedi Yener. “Şahsen üzerinde biraz daha çalışırsa, benim açımdan başarılı olduğu su katılamaz bir gerçek diyebilirim.”
“Bana bak çeyrek elektrik direği, konuşup durma seni de elimden kimsecikler alemez. Kaç gündür elime kahve koyup durün, ne istiyon len sen, kalp krizi mi geçirtecen bana kafeinden?” Babam, Eymen’in kafasına bir tane daha vurdu. “Bırak beni, sen kimin tarafındesin?”
“Çeyrek elektrik direği mi?” diye sordu Yener hayretler içerisinde.
“Kısasın ya, ondan diyor,” dedi Tayfun sakince.
“Ay gerçekten de bir duruşun olsun, Gurur,” dedim. “Jöle gibi şekilden şekle girdin ya.” Öfkeyle babama doğru döndüm. “Baba, lütfen sen de çocuk gibi tepinip durma.”
“Depinmekmiş. Ne depinmesiymiş? Bak bak, gördün mü o sırığın ettiğini sana? Tanımazdan geldi seni, sattı anında, kalıbına tükürdüğümün kavak ağacı.”
Gurur babama sakince, “Gerçekten de damadınızla biraz kırıcı konuştuğunuzu düşünüyor olabilirim şu an,” deyince, bu kez babam gerçekten bağıra bağıra küfürler etmeye başladı.
Gurur bir adım geri çekilip korku ve dehşetle babamı izlemeye devam etti.
Muşta, Gurur’u oradan götürene kadar babam durmadan küfürler ve tehditler savurmaya devam etti…
⛓️
Kızlarla kaldığım evin büyük masasının önünde otururken yüzümde gergin bir ifade vardı. Babamın öfkesi dinmiş miydi yoksa dünden beri hâlâ tüm hızıyla sürüyor muydu hiçbir fikrim yoktu. Odanın bir diğer ucundaki koltuğa oturmuş, yaklaşık bir saattir hiç konuşmadan aynı boşluğa bakıyor, on dakika arayla da cıkcıklıyordu.
Bunun dışında sessiz sayılırdı.
Babam dün gece yarısı Eymen ile Antalya’ya gitmiş, sabah erkenden gelip beni pansumana götürmüştü. O gittiğinde bile Gurur’u arama cesaretinde bulunmamıştım, muhtemelen Gurur da babam yanımda sandığı için gelmemişti.
Eymen suçlu çocuklar gibi buzdolabına yaslanmış göz ucuyla babamı takip ediyordu, benim gözlerim de ara sıra erkek kardeşime ve kafasından duman çıkıyor gibi düşünceli, biraz da pasif öfkeli gibi görünen babama kayıyordu.
Çolpan odasından çıkarken babam sesin geldiği yöne bakmadı, Çolpan’ın babama yüzünde hafif gergin bir tebessümle baktığını gördüm, sonra o bakışlar bana çevrildi ve birbirimize özellikle Ayça’yı sinirlendirdiğimizde attığımız ’sıçtık’ bakışını attık.
“Ne zamandan beri?” diye sordu babam birden bir bacağını diğerinin üstüne atıp Doblocu dayılar gibi oturduktan sonra bu kez bakışlarını başka bir boşluğa dikerek.
“Ne, ne zamandan beri?” diye sorma gafletine düştüğümde, korku filmlerindeki ürkütücü katilin kurbanına attığı bakışı atmak üzere omzunun üzerinden yavaşça bana doğru döndü.
Farkında olmadan sırıttım. Sırıtışım neye benziyorsa Eymen patlayan gülmesini tutamadı. Babam bu kez aynı bakışı Eymen’e attı ve Eymen de artık yüzüne o sırıtışın aynısını takınmıştı.
Sıçtım sırıtışı.
“Ne zamandan beri o çocukla arkadaşsın?” diye sordu yumuşatmış hâliyle. Aslında ne düşündüğünü, dilinin ucuna neyin geldiğini, yine de bunu kabullenmek istemediği için sormadığını biliyordum. Konu ben olunca kıskançtı ama bu kıskançlık hiç bana zarar vermemişti; o daha çok çocuk gibi kıskanan, asla zarar vermeyen biriydi.
“Arkadaş mı?” diye sordu Eymen, sesi manidardı. Babam öfkeyle ona bakınca korkuyla olduğu yere sindi.
“Bir süredir,” diye mırıldandım, babam uzun uzun yüzüme baktıktan sonra, “Anan geliyor,” dedi. “İçine kurt düşmüş işte. Biliyorum kızın yanında olduğunu, dedi. I-ıh desem de inanmadı.”
Boynumdaki boyunluğa dokunup, “Ama annem öğrenirse fenalaşır,” dedim panikle.
Kötü haberler en son anneme verilirdi çünkü annemin rahatsızlığı o kadar korkunç seviyelere ulaşıyordu ki bazen korku en çok bizim eve aitmiş gibi gelirdi bana. Annemi arkasından sessizce yaklaşmaktan bile çekinirdik, korktuğunda bile eli ayağı boşalıyor, bazen bayılabiliyordu.
Tansiyonu bu kadar oynakken hâliyle birçok şeyi ondan gizlemek zorunda kalıyorduk; tabii ki annem açıkgözlü bir kadındı ve eninde sonunda doğruyu öğrenip bize kızıyordu. Yine de doktoru ani kötü haberleri ondan sakınmamızı tembihlemişti, birdenbire yaşayacağı şok ona felç, daha kötüsü ölüm bile getirebilirdi. Kalbim kara bir hisle dolarken babamın gözlerinin içine ısrarla bakmaya başladım.
“Asıl gelme dersem kafayı yiyecek, daha da meraklanıp gelecek, Zeliha. Anneni bilmiyor gibi bakma yüzüme,” dedi babam, sonra sigara paketini sallayarak bir dal sigara daha çekti. “Ben bu gece yine Eymen’le Antalya’ya gideceğim, ufacık evde bir sürü kız varken bizim burada kalmamız doğru olmaz. Kızcağızlara ayıp. Yarın sabah yine erkenden gelirim. Annen de bir saate otogara iner zaten, o sizinle kalır isterseniz.”
“Gülbahar teyzem geliyor,” dedi Ayça odadan fırlayıp gözlerini iri iri açarak. “Tabii ki bizimle kalmalı.”
“Annemi nasıl sakinleştireceğimizi düşünmemiz gerek,” dedim dizlerimi karnıma çekerek. Boynumdaki ağrı belli ölçüde azalmış gibiydi ama kafamı sağa sola çevirememek can sıkıcıydı. “Yani kazayı öğrenince ya bayılacak ya da ona söylemediğimiz için kafayı yiyecek.”
“Ona bunu söylememiz üzerine toprak atmamız demek, bunu kendisi de biliyor. Sen sapasağlam, tek parçasın çok şükür. Çok büyük bir şoka girmeyecektir.”
“En azından annem yola çıkarken haber verebilirdin baba. Gelmesine iki saat kalmış.”
“Seni pansumana götürdüğümde aradıydı, dünden beri hâlâ o at nalı kafalı çocuğa sinirli olduğumdan çıkmış aklımdan. Zaten Muğla’dan burası üç saat kız, kıt kafalı,” diye kızdı babam. “Kalan iki saatte o elektrik direğini öldürme planları kurduğumdan aklımdan çıkmış, ne yapayım? Çemkirip hötleyip durma bene.”
“Tek derdin Gurur’du sanki,” diye homurdandığımda bunu duydu ve “İsmini anıp durma şu oğlanın, gider kafasını soğan gibi yumruklarım,” dedi söylenerek. “Gurur’muş. Onda accıcık gurur olsa çengi gibi kıvırtır mıydı beni görünce? Ödleğin tohumu.”
Sustum. Haklıydı.
Zaten annem geleceği için endişem de gerginliğim de had safhaya ulaşmıştı. Babam ve Eymen annemi otogardan almak için evden çıktıkları anda hızla ayağa kalktığım için başım pervane gibi döndü, sendeleyerek sandalyenin kenarına tutunup Gurur’un kaç farklı şekilde kafasını yarmam gerektiğini düşünmeye başladım.
Simge, “Neden aniden kalkıyorsun?” diyerek belime dokundu, sağlam bir şekilde ayakta durduğumu fark edince gevşedi ama bu kez, “Düşündüğüm şeyi mi yapacaksın?” diye sordu. Tek yaptığım içimi çatlatan siniri göstermek ister gibi ona bakmak oldu. Bu onu yumuşak bir şekilde gülümsetti. “Hadi ama… Korkması çok normaldi. Kahraman Özdağ’dan bahsediyoruz.”
“Onun kafasını balon gibi patlatırım.” Kaşlarımı iyiden iyiye çatarak Simge’ye bakmaya devam ettim. “Telefonum nerede, biliyor musun?”
Bir süre tepkimi ölçmek istiyor gibi yüzüme baktıktan sonra, “Kaza ânında parçalandı,” dedi. Sesleri duymayı bekledim, geleceğini biliyordum; on üç saniye boyunca on üç kez yere vurma sesinin geleceğini biliyordum. Gelmedi. Sadece kalbimi yakan bir korku hissettim ama anlıktı. Hemen kayboldu. “Sana yeni bir telefon almalıyız.”
“Eve gideceğim,” dedim hiç düşünmeden.
“Eve mi?”
“Gurur ile evimize.”
“Ha…” Gözleri iri iri açıldı. “Kafayı mı yedin? Eymen denen köstebeğin bunu söylemediğine şükrediyordum ama şimdi amcama onunla aynı evde kaldığını kendin mi ele vereceksin?”
Ayça, “Eninde sonunda öğrenecek, Maria’nın kafa gidip geliyor, ağzından kaçırır,” deyince, Maria, “Ağzını manikür makasımla keserim,” diye çemkirdi Ayça’ya.
“Ben o koca dağ ayısının yanına gideceğim. Şimdi.” Simge’yi itekleyerek yanından geçtim. Çıkış kapısının önünde durdum ve başımı çeviremediğim için tüm bedenimi askıya doğru çevirmek zorunda kaldım. Askıdaki montumu aldıktan sonra homurdanarak, “Şu botları biriniz bana giydirebilir mi?” diye sordum, hatta daha etkili olsun diye onlara doğru dönüp dudaklarımı bükerek, “Lütfen,” dedim mırlayarak.
Ayça, “Senden bıktım,” dedi ama eğilip botlarımı dolabın içinden çıkardı ve bana giydirdi. Bağcıklarımı bağlarken, “Söyle o basketbol potasına, eğer Kahraman amca buralardayken eve gelmeye kalkışırsa onu sunumum için hazırladığım alçı maketle döverim,” diye söylendi. “Ciddiyim, oldukça ağır oldu. Taş kıvamında.”
“Sana gerek kalmayabilir.”
“Vay canına, git ve onun iri kafasını kaldırım taşlarına sürt.”
“Dağ domuzu koşturur gibi koşturacağım onu.”
“Zeliha, dağ domuzları insanları koşturur, insanlar dağ domuzlarını değil.”
“Benden korksa iyi eder.”
“Adamın göğsüne geliyorsun kızım.”
“Rey Mysterio da küçücük bir adam ama güreşirken kendisinin beş katı adamların içinden geçiyor. Lütfen bunu unutmaz mısınız ya?”
“Tamam, küçük Rey Mysterio, git ve o koca dağ ayısını hakla.” Ayça ile yumruklarımızı birbirimize vurduğumuzda Simge ve Çolpan gözlerini devirdiler.
Bakışlarım Çolpan’a kaydı. “Sende Adnan’ın telefon numarası var mı?”
Çolpan kaşlarını çattı. “Ne münasebet?”
“Adnan ile evlenecek misin diye sormadım, telefon numarası var mı diye sordum, Çolpan, gel bir de döv beni istersen. O kadar kazalar geçirmişim, ölümlerden dönmüşüm, boynum kırılmış, iç kanaması geçirmişim…”
“Ay abart, bir de bayıl şuraya tam olsun, tamam, sus ya,” dedi Çolpan telefonunu cebinden çıkararak. “Ne diyeyim, söyle?”
“Ha var yani sende Adnan’ın telefon numarası?” diye sordum sırıtarak.
“Bora hakkında konuşmuştuk, bir şey olursa beni aramasını rica etmiştim. Bu konularda bilgiliyim, biliyorsun.” Gözlerini yüzüme dikerek beni aksinin olmadığını ikna etmeye çalışıyor gibi ciddiyetle baktığında başımı salladım ve onu sıkıştırmamaya karar verdim.
“Dağ domuzuna söylesin, dağ domuzu aşağı insin. Benim geldiğimi söylesin. Yanındadır kesin.” Dış kapıyı açarken ekledim: “Sinirli olduğumu söyleme. Gelsin bakalım domuzcuk. Elinde bıçak olan domuzcuğu henüz görmedi. Görecek.”
“Aa, hazır bulduğu kocayı da elinden kaçıracak ya,” diyen kişi babaannemdi ama aldırış etmedim. Çolpan, Adnan ile konuşurken ben çoktan merdivenleri inmeye başlamıştım. Binanın önüne çıkmamla beni bir kar birikintisinin karşılaması bir oldu.
Gökyüzünden de kül gibi görünen minik kar parçaları dökülüyordu.
Köşeyi dönerek kar topu oynadığımız küçük yokuşun başında durdum ve birlikte yaşadığımız evin olduğu büyük binaların çıkış kapısında birinin durduğunu gördüm. Gurur, siyah bir montla kaldırıma çıktı, karşıdan karşıya geçmek için hazırlanıyorken on metre kadar uzağında durduğumu gördü.
Dudaklarına beni savaş yerine silahsız götüren bir gülümsemenin yayıldığını gördüm.
Kumral saçları, karın ışığıyla daha da açık bir renge bürünmüştü ve bu mesafeden bile uzun, kıvrımlı kirpiklerine düşüp oraya yerleşen beyaz kar tanelerini görebiliyordum. Yaşıyordu, canlıydı, ayaktaydı, gözlerinin altı mor değildi, yüzü ölümü hatırlatan cinsten beyaz değildi; beyazdı ama nedeni soğuk ve kardı.
Bunun beni rahatlattığını hissettim.
Onu gördüğüm anda yaşanan her şey içime gömülüyordu ve kalbimde bir güneş doğuyordu.
Akşam vaktiydi, kar taneleri hafif bir melteme tutunmuş uçuşarak yağıyor, saçlarımın arasına konuyordu ve aramızda birkaç metre varken durmuş birbirimizi izliyorduk. Birkaç araba aramızdan geçip gitti. Gurur kaldırımdan indi, karşıya geçti ve aramızdaki mesafe bir üç metreye inene kadar bana doğru yürüdü.
“Küçük, güzel kı-”
İçine taş alıp yuvarladığım kar topunu kafasına fırlattım.
“Küçük, güzel kızımmış!” diye çığlık attığımda, çaprazımızdaki evin çatısına biriken karların sesimin çınlamasıyla sarsılarak yere yığıldıklarını fark ettim. Gurur’un eli dehşet içinde kafasına giderken taş, karlar ile birlikte yere düştü ve ellerimi belime koydum.
“Tanımıyorsun ha sen? Bu kızı ilk defa o an, ikinci defa da şu an görüyorsun lan hıyar! Nereden küçük güzel kızın oluyor senin ikinci kez gördüğün bir kız? Bağırayım mı sapık var diye, toplayayım mı herkesi başımıza?”
Gurur’un buz sıcağı gözlerinin iri iri açıldığını gördüm. Yaşadığımız her şeyi kazdığımız bir mezarın içine bırakmıştık, kötü şeyler o mezarın içine gömülmüştü; bunu hissetmek güzeldi.
En ıssız, soğuk, karanlık geceden bile güneşin doğacağını bilerek çıkmayı ondan öğrenmiştim.
Ona bakarken içimde beni kavuran varlığının ne kadar büyüdüğünü hissettim; bir noktadan sonra acaba o olmazsa güneş doğmayı bırakır mıydı? Nefesim artık boğazımdan akıp derinlerime ulaşmaz mıydı? Elbette hepsi yeniden olurdu. Ama o varken, sadece varlığını düşünebiliyordum; artık yokluğuna yerim kalmamıştı.
“Ne oldu?” diye sordu bir çocuk gibi saf saf ama ne olduğunu gayet iyi biliyordu. Güçlükle tekrar eğildim, başımı eğmemeye çalışarak yerden bir taş daha aldım ve bu kez karlarla yumuşatmadan doğrudan ona fırlattım. Taş bacağının yanından sıyırıp geçti, Gurur ellerini havaya kaldırarak, “Dur bir, açıklayacağım,” dedi telaşla. “Gözüm, vallahi açıklayacağım.” Bir taş daha. “Kız dur, atmasana.”
“Seni ödlek, iki metre bir santim olmuşsun ama adam olamamışsın. Seni çam yarması.”
Bir taş daha fırlattım ve bu kez taş boşluğuna geldi.
Gurur inleyerek elini bel boşluğuna koyunca birden durdum, gözlerimde saklayamadığım bir korkuyla ona bakmaya başladım. Canını mı acıtmıştım?
“Dinlesene beni,” dedi eli boşluğunda dururken. Acı çekmediğini, beni böyle kandırdığını düşünerek kaşlarımı çatıp yine bir taş almak için yavaşça eğilecektim ki, “Gözüm, dinler misin?” diye sordu, tek kaşımı kaldırarak ona baktım.
“Gözün çıksın.”
Ve elimdeki taşı ona fırlattım.
“Kızım! Ah! Neden dinlemiyorsun ulan dağ gelinciği. Kafamı yardın kafamı!” Gurur birden bana doğru atılınca çığlık atarak geriye doğru kaçmaya çalıştım ama beni belimden kavrayarak durdurdu. Dokunuşuyla tüm buzlarımın çözüldüğünü, bedenimin gevşediğini, acılarımın dindiğini hissetsem de çırpınmayı elden bırakmadım. Beni bırakması için omuzlarına vuruyordum ama dağ ayısının beni bırakmaya hiç niyeti yok gibiydi.
Boyunluğum canımı yakmasa da sırf beni bıraksın diye acıyla inledim ve Gurur panikleyerek beni yavaşça yere indirdi. Sargılı koluna rağmen beni omzuna post atan ilk insan gibi sırtladığı için şaşırarak ama öfkemden de ödün vermeden gözlerinin içine baktım.
“Evet, seni dinliyorum, Gurur. Ne anlatacaksın bakalım bana?”
“Bu kadar mı kızdın bana?” diye sordu, sesindeki tınıdan anladığım kadarıyla bu kızgınlık hoşuna bile gitmiş olabilirdi. Ona inanamıyormuş gibi bakıp bir adım geri çekildikten sonra vücudunu inceledim. Düne göre daha sağlıklı görünüyordu. Güzel yüzüne kan geri oturmuştu. Teni yine beyazdı ama korkutucu seviyede değildi, gözlerinin altındaki koyuluklar da yerini daha açık bir renge bırakmıştı ama yine de uykusuz olduğu belli oluyordu. Tüm geceyi uyumadan geçirdiğini fark ettiğimde ağrı çekip çekmediğini merak ederek kaşlarımı çattım. “Kaşlarını çatma da söyle, çok mu kızdırdım seni, Gelincik?”
“Kolundaki sargıyı ne yaptın?”
“Hâlâ sargıda, desteği çıkardım sadece.”
Montumun kapüşonunu kafama geçirdim ve “İyi,” dedim. “Konuyu değiştirme. Dinle deyip duruyordun. Dinliyorum işte. Hadi anlat?”
Bir süre susup yüzümü izledi, bir şey düşünüyor gibi görünüyordu. Ne düşünüyordu? Bahane mi? Yoksa daha başka bir şey mi? Ona biraz daha bakacak olursam kızgınlığımın geçeceğini fark ettiğim için bakışlarımı ondan kaçırıp çaprazımdaki taksi durağına çevirdim. Taksi durağının kulübesinin camından bizi izleyen şoförlerden birini gördüm.
Daha sonra kafama dank eden düşüncelerle beraber gözlerimi etrafta gezdirmeye başladım ve bağrışmalarımızdan dolayı balkonlarına, camlarına çıkan sokak sakinlerinin göz hapsinde olduğumuzu fark ettim.
“Seni kızdırdığım için özür dilerim,” dedi yumuşak bir sesle. “Hayatımda ilk kez bir kızın babasıyla tanıştım.”
“Tanıştın mı? Ona tanışmak mı diyorsun sen? Beni sattın. Resmen beni itip bana kim olduğumu sordun.” Çatık kaşlarımın altında sorguyla parlayan gözlerimi onun yüzüne diktiğimde bakışlarımdan zevk alıyormuş gibi sırıttı. “Bir de gülüyor musun? Dua et boynumdaki boyunluğa, yoksa çoktan yerdeki kaldırımı söküp kafana fırlatmıştım!”
“Kaldırımı sökeceksin demek, seni gidi güçlü kız…”
“Güçlü biriyim, istersem seni bacaklarından yakalar sağa sola çarparım.”
“Evet evet, Hulk’un Loki’ye yaptığı gibi, değil mi? Bu tehdidi daha önce de duydum.”
“Tekrar duy o zaman, korkak tavuk.”
Başını iki yana sallayarak, “Ödlek dersen ödlek de, korkak dersen korkak de, hiç fark etmez. Şu an karşımdasın ve seni izlemek benim için iyileşmek demek. Senin nefes alıp verişini, saçlarının kıvrılarak kapüşonundan süzülüp montunun üzerini örtüsünü, gözlerini kırpıp geri açışını, alnını benim için kırıştırarak kaşlarını çatışını izliyorum. Bana istediğin kadar taş fırlatabilirsin, hakaret edebilirsin, dilediğini yapabilirsin.”
“Direkt babamın önüne atabilirim, seni şişlerken izleyebilirim, seni bahçemizdeki çardağa domuz postu diye asarken tepkisiz kalabilirim.” Kollarımı göğsümün üzerinde topladım. “Resmen ödleklik ettin. Tesistekiler seninle kırk sekiz yıl dalga geçseler bile doymayacaklar, ben de önümüzdeki kırk sekiz yıl önüme gelen her taşı senin kafana atmak için çantamda biriktireceğim.”
Şaşkın ifadesi yerini hızla huzurlu bir gülümsemeye bırakırken, “Bu, önümüzdeki kırk sekiz yıl yanımda olacağın anlamına mı geliyor?” diye sordu yavaşça.
“Konuyu hâlâ saptırıyorsun, Gurur. Resmen babamdan kor-”
Avucunu belime bastırıp beni kendisine doğru çekti ve dünyanın ekseni birkaç santim geriye kaydı. Güneş sanki bir anda gökyüzünde belirdi, karlar sanki bir anda eridi, kar taneleri birdenbire büyük, kordan parçalar gibi sıcak ve kızıl bir şekilde yeryüzüne düşmeye başladı.
Tüm bunları sadece belime dokunmasıyla hissettim.
“Herhangi bir kadının babası değil, senin babandı karşımdaki. Bir çocuk gibi korkmam çok normal değil mi?” diye fısıldadığında, sıcak nefesi hafif mentol ve sigara kokusuyla bir olup yüzüme, boynuma, saçlarıma yayıldı. Isının artması, onu hissettiren bir kokuyla bana doğru savrulması kalbimin panikle çarpmaya başlamasına neden oldu.
Kaşlarım hâlâ çatık olsa da kızgınlığım birdenbire yerini yangın gibi büyüyerek ısıtan, hatta beni kavurmaya başlayan akıl alması güç bir hisse bıraktı. Parmaklarımı onun omuzlarına koydum, kar tanelerinin düştüğü omuzlarına dokunduğumda gözlerini gözlerime dikti.
Tüm benliği bana aitmiş, ruhu önüme, ayaklarıma yıkılmış gibi büyük bir dikkatle beni izlemeye başladı.
“Başka kızların varlığını hatırlatmasan olmaz mıydı kas kafalı?” diye fısıldadım, yine de yanaklarıma hızla dolan kanı gördüğüne emindim. Kızardığımı hissediyordum çünkü tenim alev alev yanıyordu.
“Senden başka kız yok.” Kelimeleri vurgulu ve içinde barınan anlamlar güçlüydü. “Hep en çok sen varsın dersem, bu başkalarının da var olabileceği ve olduğu anlamına gelir. O yüzden… Hep tek sen varsın.”
Burnunu burnuma değdirmek için yüzünü yüzümün eksenine soktuğunda, tırnaklarımı hafifçe montunun omuz kısımlarına geçirdim ama geri çekilemedim.
“Bir kız babasıyla ilk karşılaşma ânımdı. Ve o adam bir başkasının değil, senin babandı. Aptallaşmamı, hatta ondan bir çocuk gibi korkmamı mazur görsen olmaz mı? Bir babadan saygı duyduğum için korkmayalı çok uzun zaman olmuştu.”
Ona gülümsedim ve beni paramparça eden bu cümlenin içimde nasıl büyük bir acıyı uyandırdığını saklayıp kollarımı yavaşça boynuna doladım. Dikkatli olmam için belimi yavaşça sıkarak beni kendisinden biraz uzaklaştırdı ama bunu yaparken aksini istediğini biliyordum. Boyunluğun engel olmayacağı seviyede yakınına geldikten sonra buz tutmuş parmaklarımı ensesinin arkasında birleştirdim.
“Şimdilik affedildin, asker,” diye fısıldadım.
Ona baktığımda sadece daha fazla acı hissediyordum çünkü bazen kelimelerinin içinde geçmişinin, çocukluğunun, yaşadıklarının ve ağrılarının saklı olduğunu henüz şimdi, yeni yeni anlıyordum. Önceden de böyle cümleler kurduğu olmuştu ama geçmişine süzülüp o eski anıların uyuduğu kaldırımlarda yürümediğim için hiçbir şey anlamamıştım.
Şimdiyse kurduğu öylesine bir cümlenin bile benim için anlamı da etkisi de acısı da çok büyüktü.
“Şimdi seni bu sokağın ortasında öpsem, komşular bunu görse, el âlem bizim için ileri geri konuşsa, sonra birdenbire hiç arkadan konuşanları takmayan bizim bu konuşulanları takacağımız tutsa, sonra seni kuyumcuya götürsem, yüzük falan seçsek…”
Kahkahamı bastırarak, “Sonra kuyumcuya birden babam girse, senin el ayak yine boşalsa, korkudan kuyumcunun yanına geçip kuyumcu gibi davranmaya başlasan, babama fiyat falan versen, bana bakıp, aa sizi daha önce hastane bahçesinde görmüştüm, bana sarılmıştınız, siz kimsiniz desen,” dedim muzip bir sesle.
“Sonsuza kadar bununla dalga geçeceksin, değil mi? Daha az önce Yener’i merdivenlerden aşağı kasıtlı bir şekilde ittim. Merdivenlerden yuvarlanırken bile benim taklidimi yapıp gülerek çarpıyordu basamaktan basamağa…”
“Ona çarpan basamak çoktan çarpmış, Gurur, boş ver.”
“Ne?”
“Boş ver boş ver.”
Tam babamın hâlâ burada, bu şehirde olduğunu söylemek için ağzımı açacaktım ki Gurur birden belimi serbest bıraktı ve acaba babamı mı gördü diye kaşlarımı çatarken ellerini montunun büyük ceplerine soktuğunu gördüm.
Montun büyük cebinden bir paket çıkardıktan sonra bana uzatıp, “Bunu al,” dedi, şaşkınlığımı gizleyemediğim için iri gözler ve çatık kaşlarla bir elindeki pakete, bir de ona bakıyordum. “Far görmüş tavşan gibi bakacağına alsana kızım…”
“Ne ki bu?”
“Açıp bakabilirsin.”
Sessizce elindeki paketi açtım, son model bir cep telefonunun kutusunu tuttuğumu fark ettiğimdeyse, kaşlarımın arasında daha da derin bir çukur oluşacak kadar ciddi bir şekilde kaşlarımı çatıp itirazla onun gözlerine baktım.
“Bu da ne, Gurur?” diye sordum ters bir sesle. Elimdeki telefonun binlerce lira ettiğini iyi biliyordum, elime öylece koyabileceği bir şey değildi bu. Sinirlendiğimi anlayınca duraksadı ama renk vermemeye gayret ederek yumuşak bir sesle konuştu.
“Kaza ânında telefonlarımız kullanılmaz hâle gelmişti.”
“Sonra?”
“Bir cep telefonuna ihtiyacın vardı. Kendime alırken sana da aldım.”
“Buna gerek yok, gerçekten.” Hızla kutuyu ona geri verdim. “Jelatini kaldırılmadığı sürece geri iade edilebilir diye biliyorum. Bunu geri ver.”
Buz sıcağı gözlerde ateş gibi çakıp kıvılcımlarıyla beni hedef alan bir meydan okuma gördüğümde ben de ona aynı gözlerle bakıyordum. “Telefonun benim dikkatsizliğim yüzünden o hâlde. Aynı zamanda sen de öyle.” Eline tutuşturmaya çalıştığım paketi geriye doğru itip karnıma yasladı. “Senin bu hâlde olmana sebep olmama rağmen pişkince seni kollarımın arasına alabiliyorsam, hâlâ karşında durabiliyorsam, bence sen de paramparça ettiğim bir şeyin yerine yenisini koymama izin vermelisin.”
“Bu ikisi aynı şeyler de-”
“Biliyorum güzelim, değil. Buna yediğin boku temizlemek diyebiliriz. Telefonun parçalandı ve sebebi bendim.” Kendini suçlaması beni çileden çıkardığı için ondan uzaklaşmak için geriye doğru bir adım atmamla bileğimi kavrayıp beni durdurması bir oldu. “Ben bunu sana hediye etmiyorum, Zeliha. Hoş, etsem ne olacak? Sen bana etmez miydin?”
“O kadar param olsaydı ederdim, enayi,” diye homurdandım tekrar geri çekilmeye çalışırken. “Üzerime paranı yağdırabileceğini kim söyledi sana? Evin kirasını da sen ödüyorsun. Leş hissettirdi bu. İyi falan hissettirmedi.” Evet, beni düşünmesi, benim için bir şeyler yapması iyiydi ama bu kadarını yapamazdı. Buna gerek yoktu. Yanaklarım ısındı. Önemsenmek güzeldi ama bu kadar fazla önemsenmek utandırıcı geliyordu. Öfkemin utancımdan olduğunu anlamış gibi kollarını omuzlarıma atıp omuzlarıma sarıldı ve beni usulca göğsüne yaklaştırdı ama bastırmadı.
“İleride avukat olduğunda sana en son çıkan oyun konsollarını aldıracağım,” dedi. “Söz.”
“Böyle kanmadım.” Kaşlarım hâlâ çatıktı, somurtuyordum.
“Seninle mesajlaşmayınca bok gibi hissediyorum.”
“Bu biraz ikna ediciydi.”
“Dün gece yanımda değildin. Uyuyamadım. Hep seni düşündüm. Arayıp sesini duyamamak kötüydü. Kapına gelirsem de baban beni neyin üzerine oturturdu kestiremedim. Bu seni ikna etti mi?” Saçlarımın üstünü öptü. “Etsin çünkü.”
“Sana istediğin bir şeyi alacağım, tamam mı?” diye sordum çocuk gibi.
“Kendini bana alamazsın ki.”
“Öf, bırak şu Facebook şiirleriyle beni düşürmeye çalışmayı.” Gülümsememek için dudaklarımı dişledim. “Ciddiyim, sana pahalı bir şey almama izin vermezsen bu telefonu sana-”
“Sokar mısın?”
“Ay babam seni nasıl korkuttuysa biri sana hep bir şey sokacak sanıyorsun, geri veririm diyecektim ya…”
“Tamam, anlaştık. Ayrıca ne yapabilirim, baban ne bulursa sokacak gibi bakıyordu bana. O kadar korktum ki,” dedi ciddiyetle, bu beni daha da güldürdü. “Bu sim kartı takarsın.” Cebinden kartvizit şeklinde bir şey daha çıkarıp bana verdi. “Ben numaranı kaydettim, sana mesaj atarım. Telefon numaramı kaydedersin.”
“Kendi telefon numaranı da mı değiştirdin?”
“Hayır, aynı numarayı çıkarttırıp diğerini iptal ettirdim.”
“O zaman mesaj atmana gerek yok.”
“Neden?” diye sordu kaşlarını çatarak.
“Telefon numaranı ezbere biliyorum.”
Karşı şeritte birdenbire beliren bir aracın ışığının yüzüne çarpması gibiydi; gözleri ışıltıdan dolayı kısıldı sanki. Bakışlarının derinleştiğini hissettim ve beni kavrayan elleri sanki bana sinmiş, benden bir parça olmuş gibi daha da sıkı bir hâle geldi.
Tutuşunun ne kadar güçlü olduğunu fark ettim. Beni ufalayabilecek kadar güçlüydü, beni kırmadan tutabilecek kadar narindi. Bir karahindibaya dokunuyor ve dokunuşuyla dağılmasına engel oluyor gibiydi.
“Yani sen benim telefon numaramı ezbere biliyorsun, öyle mi?” diye sordu, sesi ateşten gelen çatırtılara benziyordu; bir şöminenin içinde patlayarak yanan odunların arasından yükselen alevler gibiydi. “Şu an dudaklarına yapışmamam için tek bir sebep söylesene sen bana.”
“Babam burada,” dediğimde bir an duraksadı, dalga geçip geçmediğimi anlamak ister gibi yüzüme baktığındaysa gözlerim caddenin öbür ucuna kaydı ve geveze taksi şoförünün arabasının köşeyi döndüğünü gördüm.
Gözlerimin çok iyi gördüğünü söyleyemezdim ama kardeşimin koca kafasını her yerde tanırdım.
Taksinin içinde Eymen, babam ve muhtemelen annem vardı. Gurur’a şaşırma fırsatı bırakmadan onu yakasından tuttuğum gibi hızla çektim ve karlarla kaplı bahçeye doğru kayarak giriş yaptım. Bahçe, yolun alt kısmında kaldığı için eğildiğimiz anda taksinin içindekiler bizi fark etmezdi.
Dengemi kaybetmek üzereyken Gurur beni belimden kavradı ve kıçımın üzerine değil, onun üzerine oturduğumu hissettim. Birlikte karların içinde kayarak bahçenin dibini bulduğumuzda ise büyük avucunu karnıma bastırarak beni göğsüne iyice yasladı. Parmaklarımı karlara bastırarak kafamı kaldırmaya çalıştım ama boyunluk buna engel oldu.
Gurur’un hemen altımdaki sıcak bedenini hissediyordum.
“Babanın o takside olduğunu nasıl anladın?” diye sormasıyla, sıcak nefesinin saç diplerime yayılması bir oldu. İrkilmeme mâni olamadım, hızlıca geri çekilmek istedim ama büyük avucunu karnıma daha sert bastırarak bu ani kalkışa engel oldu.
Bedenimin altındaki bedeninin sıcaklığı doğrudan vücuduma yayılıyordu.
“Eymen’in kafasını nerede görsem tanırım da ondan.”
Taksinin yakınlarımızda durduğunu, oluşan o küçük sessizliğin içinde net bir şekilde duyabildim. Önce babamın sesi duyuldu ve babamın sesini duyan Gurur irkildi.
Babam, “Anladım, oğlunu askere gönderdin, sonra gittin Marmaris’ten kız istedin ona, bir dünya çeyiz aldın ve nişanı attılar, anladım dayı, valla anladım. İn lan arabadan taş kafa,” diye söylendi. Son cümlenin Eymen’e söylendiğini biliyordum. “Gülüm, baharım, gül kokulum, alayım mı çantanı? Heh, in.”
“Eymen’e mi diyor o şeyleri?” diye sordu Gurur sessizce, kulak boşluğuma akan sıcak nefesi içimin sıkışmasına neden olsa da renk vermeden, “Hayır,” dedim. “Annem de geldi.”
“Buyurun cenaze namazına.”
“Telefon kutusu ıslanıyor,” diye mırıldanarak karların içindeki kutuyu almak için yavaşça döndüğümde Gurur’un kasıklarına sürtünen kalçalarım ona acı veriyormuş gibi kısık sesli bir küfür etmesine neden oldu.
Sanki o bir buzdu, ben ise bir ateştim ve onu usul usul eritirken ben de yavaşça sönüyordum. Ellerini belimin iki kenarına koydu, parmak uçlarında kıvılcımların çaktığını hissettim.
“Bekle biraz, girmemişlerdir daha binaya,” dedi, sesi esrarengiz bir şekilde yükselen ve ciğerlere dolarak boğmaya başlayan bir duman gibi etrafımı sardı; bu alevlerinin dumanları mıydı? Sıcaklığını her zerremde hissediyordum.
Her yerimdeydi.
Bana biraz daha dokunursa ya harlanacak ya da tamamen sönecektim. Kasıklarının sıcaklığını bel boşluğumda ve kalçalarımda hissedebiliyordum; kocaman bir bedeni olduğu için bedeninin baskısı her köşeme siniyordu. Yüzünü yavaşça yüzümün eksenine yaklaştırdı, arkamda olmasına ve boynumda boyunluk olmasına rağmen soğuk yanağını yanağıma bastırdığında onun buzlarının, benim ateşlerimden daha yakıcı olduğunu anladım.
Sanki her köşesi ben tarafından keşfedilmeyi bekliyordu.
Bu düşünce yanaklarımın acıyarak yanmaya başlamasına neden oldu.
Gurur yanağı yanağımdayken gerginliğimi fark etmiş gibi, “Annene kazayı sağlık durumundan dolayı söylememişler. Nasıl öğrendi ki?” diye sordu hafifçe. Sesinin sıcaklığı tenimi daha da ısıtınca kafam allak bullak olmuştu.
“Öğrenmedi ki. Babamdan şüphelenmiş. O yüzden birdenbire buraya gelme kararı vermiş.”
“Anneler cidden hisli oluyor. Benimki de bir hafta boyunca hiç durmadan arayıp görevimin tehlikeli olup olmadığını sormuş. Beni görevde sanıyormuş, tehlikede olmadığını, sadece telefonumun çekmediğini söylemişler.” Gurur konuştukça bedeni altımda büyüyor, nefesi daha da sıcak hissettiriyordu.
“Benim telefonumun kapalı olmasından ve onunla başka bir hat üzerinden güya mesajlaşmamdan yola çıkarak bir şeylerin yolunda gitmediğini anladı bence. Onunla benim yerime Simge ve Eymen mesajlaşıyormuş, telefonumun kampüste bir su birikintisine düştüğünü, hattımı yeni telefon aldığımda çıkaracağımı falan söylemişler sanırım.”
Durup yakınlığımızdan dolayı duyduğum baskıyı azaltmak için iki derin nefes aldım. Ben bunu yaparken, Gurur sanki daha da çok nefesimi kesmek istiyor gibi belimin kenarlarına dokunmaya devam ediyordu.
“İlk anlattıklarında benim telefonumdan mesajlaştıklarını düşündüğüm için rahatlamıştım ama annem benim bir başkasından mesaj çekmeyeceğimi bilir. Üstelik aramak istediğinde de durmadan dersleri bahane etmişler. Annem çok hisli bir insandır, hoş, hisli olmasa da anlardı bence.”
“Sen böyle uzun uzun konuştuğunda, benim içimde bir mum yanmaya başlıyor ve biliyor musun, her kelimende mumun ışığı biraz daha büyüyüp her yeri aydınlığa boyuyor.” Parmakları yavaşça belimin kenarlarından sızarak karnıma doğru geldi ve iki eli tam ortada buluştu. Karnımın kasıldığını hissettim. Bununla beraber, kalçalarımın altındaki bedeni de kasıldı ve daha da büyüdü. Yutkunmamak için kendime telkinler yağdırsam da dayanamadım ve yutkundum. “Eğer sığacağını bilsem, içimde bir mum değil, bir güneş olduğunu söylerdim ve bu güneşin senin yüzün olduğunu bilirdin.”
Sanki altımızdaki kar bile onun karnımda yaktığı ateşle beraber yavaşça eriyordu.
Bu mümkün müydü? Yerleri kaplayan karlar, en soğuk oldukları anda, bir insanın kelimeleriyle erir miydi? Oysa onun vücudunun buzdan olduğunu sanırdım ama şimdi kelimeleri gibi o koca bedeni de beni erittiği gibi karları eritiyordu.
“Tüm bunlara verilecek bir cevabın yok mu?” diye sordu genizden gelen bir gülme sesi çıkarıp bana dünyayı dar ederek. Yanağımı yanağına yasladım, bedeninin bedenimin altında bir kaya parçası kadar sert olması başımı döndürüyor, kelimeleri bilmediğim diyarlara götürüp orada karanlığa terk ediyordu sanki. “Hım,” diye mırıldandı. “Kucağımda olduğun için mi bu kadar mayıştın?”
“Mayışmak mı? Ne kadar diriyim bir bilsen,” dediğimde bu kez gerçekten içten geldiğini bildiğim bir kahkaha sesi duydum. Kasıklarının kalçalarıma iyice yaslanmasıyla gülüşünün ekseninin dışına çıktım ve sadece bedenime yayılan sıcaklığına odaklanabildim.
“Eve gelmeyecek misin?” diye sordu bir çocuk gibi, sıcak nefesi yanaklarımdan kulak boşluğuma akarken gözlerimi kısarak avuç içlerimi yavaşça karlara bastırdım.
Karın soğuğu beni yaktı. Ya da belki de beni yakan Gurur’du.
“Nasıl gelebilirim ki? Annem de babam da bu şehirde. Seninle yaşadığımı bilmiyorlar. Duyduklarında şoka girebilirler, özellikle babam…”
Gurur, babamdan bahsettiğim için gerildi, bunu altımda kaya kadar sert bedeninin daha da gerginleşmesinden anlayabildim. Parmakları karnımda ufak turlar bindirmeye devam ederken, “Ne kadar sürer?” diye sordu bir çocuk gibi. “Kaç gün eve gelmeyeceksin?”
“Bilmiyorum. Belki üç, belki beş.”
Bu cevaptan hoşlanmamış gibi, “Baban beni gördüğünde bir an evren değiştireceğiz ve bir ejderhaya dönüşecek sandım,” dedi, “eminim önümüzdeki birkaç sene sen mezun olana kadar burada kalır.”
“Kötüyü çağırmasana,” diye alay ettiğimde gözleri irileşti.
“Bak saçmalama bile diyemedin, Zeliha. Böyle bir ihtimal var mı yani?”
“Çocuk gibi sormana mı güleyim, böyle bir ihtimal olmasına mı üzüleyim bilemedim.” Bir an duraksayıp hızla onun kucağından kalktım ve “Yaran,” dedim panikle. “Karnındaki yara acımıyor mu? Beni kendine öyle yaslarken canın hiç yanmadı mı?”
Onunla dalga geçiyormuşum gibi baktı, bunun nedenini kavrayamadım ama bana, “Sence ağrıyan yaram mı?” diye sorunca boğazımda biriken nefesin beni boğacağını sandım.
“Neren ağrıyormuş?”
“Görmek istersen gösteririm bir gün.”
Buz sıcağı gözleri gözlerime saplanınca kulaklarıma bir uğultu çökmeye başladı. Etraf bembeyaz, karlarla kaplıydı ama sanki birdenbire her yer artık kızıldı ve alevler yükselerek ikimizi de yakıyordu. Bir adım daha geri çekilerek, “Babam evde olmadığımı görünce çıldıracak, gideyim ben,” diye fısıldadım.
“Babandan gizli kapaklı mı buluşacağız birkaç gün?” diye sordu garip bir ifade takınarak, sonra da “Aslında bu oldukça heyecan verici olur,” dedi. “Gizli kapaklı yapılan işler beni her zaman daha çok…” Susup yüzüme baktı, bir şeyi hatırlamış gibi gözlerini kıstığını gördüm. Yavaşça yıkıldığı yerden kalktı. Bana doğru bir adım attı ve aramızda garip, içimi közleyen bir bakışma geçmeye başladı.
Sonunda zaman beni onun için yanan bir muma çevirmeden önce, “Neden öyle bakıyorsun?” diye sorabildim.
Yavaşça eğildi, başını yüzüme doğru eğerek koca bedeniyle üzerime çöktü. Yüzlerimizi aynı hizaya getirdiğinde buz sıcağı gözlerinin içindeki beyaz manzarada benim yansımam da vardı. O yansımayı izlerken şaşkındım çünkü onun gözlerinde ne kadar minik ve savunmasız göründüğümü yeni fark ediyordum. Avcının usulca yaklaşmaya başladığı ceylan gibiydim, ürkek gözlerle tetikte bir şekilde onu izliyordum ve tehlikenin kokusunu alıyordum. Sanki aklımdan geçenleri okuyormuş gibi dudaklarına yamuk bir tebessüm dengeledi.
“Seninle geçen gizli kapaklı birkaç gün, çok keyifli olacak, Zeliha Özdağ.”
Yanaklarımın tamamen ısındığını hissederek geri çekilecekken, “Bir şeyi unuttun,” deyip bileğimi yakaladı.
“Neymiş o, dağ domuzu?” diye sordum çatık kaşlarla. “İki güzel söz söyledin diye senin beni satışa getirişini hâlâ unutmadım. Hayal kurma o yüzden.”
“Hayal kurmuyorum. Olacakları söylüyorum. Ayrıca…” Elini montunun cebine sokunca bakışlarım gözlerinden ayrıldı. O beni izlemeye devam ediyordu. Cebinden uçları birbirine tutunduğu için tek parça hâlinde duran bilekliklerimizi çıkardığında gözlerim iri iri açıldı ve ânında dudaklarım büküldü. “Senden çaldığımı fark etmedin bile.”
Bilekliğe uzanmaya çalıştığım anda kolunu havaya kaldırarak ulaşmamı engelledi. Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Neden çalıyorsun bilekliğimi?” diye çemkirdim.
“Yokluğunu fark etmemişsin bile…”
“Sana sinirimden hiçbir şeyi fark etmiyordum, kusura bakma.” Tekrar parmak uçlarıma çıkıp parmaklarının arasından sarkıttığı bilekliği yakalamaya çalıştım ama başarısız olunca öfkeyle, “Hadi ama Gurur,” diye söylendim, kaşlarımın ortasındaki çukura eğleniyormuş gibi baktı. “Babam birazdan bağıra bağıra beni aramaya başlayacak. Beni senin oyaladığını söylerim. Sen de beni ikinci kez gördüğünü, asla tanımadığını söylersin.”
“Kan lekeleri vardı,” dedi Gurur sessizce. “İkisini de temizlemek istemiştim.”
Bir binanın içindeydim ve bina, ben tam orta katında durup camdan dışarıyı izlemeye başlamışken çöküyordu; duvarlar çatlayıp ayrıldıkça anılar o boşluklardan sızarak akmaya başlıyor ve o soğuk gece, zihnime yeniden doluyordu. Gözlerimin önüne gelerek ruhumu tıpkı o aracın içindeki bedenim gibi durmaksızın yere çarpan anıları yok etmek ister gibi yavaşça Gurur’a sokuldum ve kollarının beni sarmasını istercesine ellerimi güçsüz bir şekilde beline yerleştirdim.
“Her şey boka sardı dediğimiz anlarda hep ondan da kötüsünü yaşadık,” diye fısıldadım soğukla karışan ona ait kokuyu içime çekerken. “Ben bizi yok edecek şey yaşanana dek senin yanında olacağım. Bunu hiç unutma.”
Kolları beni yavaşça sardığında ve parmak uçlarındaki anılar bana onun gerçekliğini ispatlamak ister gibi izlerini tenime bırakmaya başladığında gözlerimi yumdum. Sadece birkaç saniye öylece durduk ve içimdeki depremin, karanlığın, o harabeye dönmüş anıların yavaşça çekildiğini hissettim.
“Yok olduğumda bile senin yanında olacağım,” diye fısıldadı. “Bunu hiç unutma.”
“Yok olmak demesene,” diye sızlandım. Bunun içimde ne biçim acı kalıntıları bıraktığını bilseydi bence böyle cümleler kurmazdı. Kolları beni sarmaya devam ederken gözleri gözlerime takıldı. Dudaklarımız arasında saniyeler kaldığını hissetmeme neden olan sıcak nefesinin devamlı olarak yüzüme vurmasıydı. İçimde felaket duygular uyandırıyordu. Acıyı, şehveti, tutkuyu, korkuyu, endişeyi, şefkati, merhameti ve öfkeyi. Her şeyi bana ekiyordu ve her şeyi benden biçiyordu.
“Zeliha!” diye seslendiğini duydum babamın, kalp atışlarım hızlandı ama Gurur’un yüzü kemik gibi ifadesiz, gözleri yangın yeri gibi ürkütücü ama sıcaktı; gözlerindeki buzlara rağmen.
Soğukkanlılığını koruyarak beni birden kendi etrafımda çevirdi, kollarımı kavradı ve sırtımı hafifçe karla kaplı duvara bastırarak gözlerini yukarıya kaldırdı. Gelen birinin olmadığını anladığında ise gözleri yeniden gözlerime inmiş, buz sıcağı gözleri nabzımı yakarak derimin altına inmiş, kanıma karışmıştı. Bakışlarının bu denli büyük bir karmaşa yaratacağından bihaberdim.
Şimdi ise o karmaşanın tam ortasındaydım.
“Zeliş!” diye bağırdı yeniden babam, beni arıyordu, sesi öfkeli değildi ama meraklı yükseliyordu. Tüm dikkatimle Gurur’un gözlerinin içine bakmaya devam etsem de korku kalbimin göğsümü yaracak kadar şiddetli bir şekilde atmaya başlamasına neden olmuştu.
Gurur bunun farkındaydı ama korkumu dindirmek için uğraşmadı. Sanki bir kibrit çaktı ve korkum denen çıra bir anda parlayarak alev aldı; o çıra içimdeydi ve beni ateşe veriyordu.
Gurur bedenini hafifçe bana bastırıp önüme bir duvar örmek ister gibi beni kapladığında, saçlarımın arasında duvardaki karların soğukluğunu hissettim.
“Bizi yakalarsa bu kez ondan kurtulamazsın,” diye fısıldadım, sıcak nefesim doğrudan bir hançer gibi parlayarak tüm ısısıyla ona saplandı. Tenine yayılan sıcaklık gözlerini kısmasına neden oldu. Kirpiklerini görüyordum, gözlerinden ve saçlarından daha koyu renk olan, neredeyse siyah olan kirpikleri nefesimin yeliyle titriyordu. Gözleri iki çukurdu, iki derin kuyuydu, buz sıcağından buz karasına doğru gidiyordu ama sebebi gölgeler miydi bilmiyordum.
“Bunun hoşuna gitmediğini söyle,” dedi, sesi esrarengiz bir sırrı benimle paylaşıyormuş gibi tenime yayılınca karnımın çekildiğini hissettim ama bunu ona belli etmemek için sadece gözlerimi kısmakla yetindim.
Babam ismimi bir kez daha seslenip harekete geçti, yürüdüğünü karlara düşen adım seslerinden anlayabiliyordum; karlar bize onun varlığını haber veriyordu.
Gurur beni duvara biraz daha yaslayınca soğukluk saçlarımdan sırtıma yayıldı ve karın yaktığı yerler acıdığı için alt dudağımı ısırdım. Yırtıcının gözleri şimdi ısırdığım dudaklarımdaydı ve karnını karnımın daha üstünde baskı hâlinde hissedebiliyordum.
“Hoşuna gitmişe benziyor, Zerda.”
“Bizi böyle yakalarsa yarın evlenmemiz için başına bir tüfek yaslar,” diye fısıldadım muzip gözlerle ona bakarak.
“O zaman bizi böyle yakalamasını sağlamalıyım.” Karnını karnımın biraz üstüne gelen kısma tekrar bastırınca soluğum kesilerek ona baktım ve onun ne kadar iri, uzun, çekici göründüğü bir defa daha dank etti. “Ne dersin?”
“Boyundan büyük laflar ediyorsun derdim de boyun da maşallah.”
“Şşşh.”
Kendini bana biraz daha yaslayıp kolunu kaldırarak duvara koydu ve bir ağacın kalın dalı gibi yüzümün kenarından geçen koluna bakmaya çalıştım. Gücünün bu kadar farkında olması onu daha da seksi kılıyordu ya da benim hormonlarım bu aralar bana ters düşmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Babamın karların içinde yürümeye devam ettiğini sessizliğe kulak kesilince fark ettim. Parmaklarım güçsüzce Gurur’un göğsüne kaydı. Kalbinin hiç de yumuşak olmayan vuruşlarını parmak uçlarımda hissedince gözlerim gözlerini yakaladı ve aramızdaki o ikimizi de tüketen gerilimin, dehşet verici çekimin katlanarak arttığını hissettim. Tüm bedenim sanki zıt kutbunu bulmuş bir mıknatıs gibi delice ona çekiliyordu. Tıpkı bilekliklerimizin birbirine tutunan uçları gibi bedenlerimiz de birbirine yaslanarak tutunmak istiyorlardı.
“Şimdi,” diye fısıldadı Gurur beklenmedik bir anda kulağıma yaklaşıp, o ızdırap verici sıcaklıktaki nefesini kulak boşluğuma, boyunluğun içinde kalan ince boynuma sızdırarak. “Baban hemen üzerimizdeki yolda yürüyorken seni burada öpsem, deliler gibi öpüşmeye başlasak, o kadar çok delirsek ki ağzının içine inlesem, bu seni korkutur muydu?”
Kısık bir sesle, hatta fısıldayarak içimi yakan sorular sorması kaşlarımı alnımdaki deri acıyana dek çatmama sebep oldu. Kasıklarının sıcaklığını hissediyordum; sanki kocaman olan bedeninin alt kısmı daha da büyüyordu.
“Bence sadece o küçük ağzını aralar, daha fazlası için mırlardın,” dedi erkeksi bir sesle.
Sonra dudakları kulağıma sürtündü ve tüm bedenimin resmen çınlamasına neden oldu. Dudaklarını şakaklarıma kaydırdı, şakağımdan aşağı hiç çekmeden sıyırarak indirdi, belirgin elmacığıma sürttü ve daha da indirip çene kemiğimi öptü. Tüm bedenim nasıl oluyordu da infilak edecek bir bomba gibi gerilmiş sızlıyordu?
Gözlerimi kaldırarak zehir saçan buz sıcağı gözlerine baktım. Çenesi kasılmıştı, gözleri öyle derin bakıyordu ki sanki kelimelere dökemediği her duygu, gözlerindeki keskin virajlardan dönerek tenime dökülüyordu. İri eli birdenbire çeneme kaydı, boynumdaki acıyı tetiklemeyecek şekilde dokunduğu çenem bile yanmaya başlamıştı. Dudaklarımızın arasındaki mesafeyi sıfıra indirdiğinde artık dudaklarımız birbirine dokunuyordu ama öpüşmüyorduk. Öylece durmuştuk. Her yer sıcaktı. Dudakları sıcaktı, parmakları sıcaktı, karlar sıcaktı, tenim sıcaktı; kalbim sıcaktı.
Dudakları dudaklarımdayken kelimeleri içime aktı.
“Nabzın tıpkı nabzım gibi alev aldı biliyorum. Şimdi geri çekil dersen çekilirim.” Dudakları hâlâ dudaklarıma baskı uyguluyordu. Onu geri itemeyeceğimi, ona geri çekil diyemeyeceğimi biliyordu ve benimle oynuyordu.
Dudaklarım dudaklarının üzerindeyken, “Bunun için ölüyorsun,” diye mırıldandım, bu mırıltıyla beraber bedeni daha da büyüdü. Bana yaslı duran bedenindeki her bir parçanın benim için yakıcı bir güdüyle genişlediğini fark ettim.
“Bunun için değil. Senin için ölüyorum,” dedi dudaklarıma doğru.
Bu ikimizin de bardağını taşıran son damla olmalıydı. Dudaklarım dudaklarına ısrarla gömüldü. Öpüşmeyi benim başlatmam ilgisini çekmiş, keyfini yerine getirmiş gibi dudaklarım dudaklarına saldırı hâlindeyken yamuk bir şekilde gülümsediğini hissettim. Daha sonra buz gibi eli yüzüme kaydı, avucu yüzümde dolanırken parmak uçlarından alevler çıkarak tenimi yakacak sandım. Dudaklarımız birbirine karışır gibi öpüşüyorduk.
Koca cüssesiyle küçük kalmış bedenimi örterken duvardaki karları avuçladığını hissettim. Diğer eli yüzümde kaymaya, dokunuşlarıyla kavradığı karları erittiği gibi beni de eritmeye devam ediyordu. Babam birkaç kez daha adımı seslendi ve sonra adım sesleri kayboldu, muhtemelen markete gidiyordu ama aldırış etmedim. Korku kalbimi gümletse de kendimi çoktan Gurur’a bırakmış, Gurur’a kaptırmıştım.
“Siktir,” diye fısıldadı sıcak nefesini dudaklarımdan içeri bırakarak. O nefes bir bıçak oldu, boğazımdan indi, kalbimi, göğüs kafesimi ve tüm hayati parçalarımı keserek ilerledi. Bir elim göğsündeki kumaş parçasını kavrarken diğer elim saçlarının arasına kaydı ve küçük kar parçalarının düştüğü soğuk, alabildiğine yoğun saçlarını avuçladım.
Saçlarını avuçlamam onu kısık kısık inletirken o inilti doğrudan ağzımın içine yayılarak içime dağıldığı için bacaklarımdaki güç çekildi. Bedenim yoklukla savaşıyor gibiydi, kıtlıktan çıkmış gibiydim.
“Bunu özlemişim, bunu sadece bir gecede özlemişim, bunsuz nasıl durmuşum?” diye sordu ağzımın içine doğru inleyerek.
Bir eli karlardan çekildi ve duvardaki karlar yere yıkıldı. Buz gibi eliyle belime dokundu. Eli yavaşça kayarak kalçama indi ama bu dokunuşu yadırgamadım, aksine oldukça istekli bir şekilde kabul ettim. Tırnaklarımı ensesindeki saçların diplerine, derisine doğru sürterken, “Ver dilini dilimin üzerine,” diye emretti ve ehlileştirdiği yanım anında bu emre itaat etti. Dilimi ağzının içine aldığında artık paramparça olmuştum; tek nefeste dağılmış bir karahindiba gibiydim.
“Artık,” diye inledim ağzının içine doğru, “sanırım,” nefesim kesik kesikti, dili tekrar dilime dolandı ama kısa sürdü, “durmamız gerekiyor, Gurur.”
“Biliyorum.” Sesi sitemle dolu bir inilti şeklinde duyulunca kasıklarımda çarpık bir sızı hissettim. Dili tekrar dilimin etrafında dolandı, bu defa iki eliyle yüzümü kavradı ve beni açlıkla birkaç defa öptü. Dudaklarını değdirdi çekti, değdirdi çekti, değdirdi çekti. Hızlı, sert ve baştan çıkarıcı öpücüklerdi. Sonunda göz göze geldiğimizde, “Sana doyamıyorum, bu çok saçma. Beni istila ediyorsun, anlam veremiyorum, gıcık oluyorum buna,” diye itiraf etti açıkça. “Lanet ediyorum bu olaya ama çok da düşkünüm, bağımlıyım, durduramıyorum. Nasıl olacak bu? Nasıl duracaksın sen benim içimde?”
Güçlükle yutkunurken, “Durmam mı gerek?” diye sordum usulca.
“Beni nasıl içimden kuşatarak bitirdiğini bilsen, belki dururdun. Ama olay da şu ya, durmaman için ayaklarının önüne yatıp sana yalvarabilirim. Çok saçma, değil mi?” Alnını alnıma bastırdı. “Bence çok saçma.”
“Saçma mı?” Yutkunurken oradan oraya savrulan kelimeleri zihnimin içine geri toparlamaya çalışıyordum. “Saçmaysa neden ben de öyle hissediyorum?”
“Beni öldürecek laflar ediyorsun.” Yanağımı okşadı. “Öleyim mi istiyorsun? Böyle konuşursan kendimi yere atarım ve iki metre bir santim bir adamın yerde nasıl debelendiğini görünce şoka girersin.”
“Salak,” dedim gülerek. “Gitmem gerek. Markette beni arıyor olmalı.”
“Kabul et, hem çok seksiydi hem de adrenalin oranı oldukça yüksekti. Tepemizde yürüyordu ve ağzını emikliyordum. Yakalasaydı taşaklarımı koparırdı.” Sırıttı. “Beni taşaksız da seversin.”
“Seni sevdiğimi nereden çıkardın?” diye sordum muzip gözlerle ona bakarak.
“Sus, seviyorsun beni.”
“İyi madem, kandır kendini böyle…” Gözlerine eğleniyor gibi bakarken birden parmak uçlarımda yükselip onu ensesinden kavrayarak kendime çektim. Dudaklarına küçük ama sert bir öpücük bırakıp geri çekildiğimde bana sersemlemiş bir hâlde bakakaldı. “Çok konuşuyorsun. Bilekliğimi ver de gideyim. Yoksa sadece taşaklarınla kurtulamazsın.”
“Taşaklarımdan bahsetmen beni karıncalandırsın mı yoksa korkutsun mu inan hiç bilemedim ya.” Bilekliklerimizin uçlarını ayırdı. “Bileğini uzat bakayım.”
“Dizlerinin üzerine çöküp romantik bir şekilde takabilirdin. Bilezik için bileğimin ölçüsünü alan kuyumcu gibi söyledin.”
“Sen bu aralar bir tuhafsın ha, eskiden gebertiyordun beni böyle romantiklikler yapmaya çalıştığımda. Şimdi utanmasan Tarık Akan gibi geleyim pencerenin önünde ateşlerle seni seviyorum yazayım diye trip atacaksın bana.”
Bana hayret dolu gözlerle bakarak bileğimi yavaşça avucunun içini aldı, iç tarafını çevirdi ve nabzımın üzerini öptü.
“Bu nabız, nimet,” dedi kalbime gölge gibi çöken bir sesle.
Bileğimi kaldırdı, bir defa daha öptü ve bunu yaparken o gözler, gözlerimdeydi. Kıyametimi başlatan o gözler, aynı zamanda cennetteymişim gibi hissettiren o gözler… Bendeydi.
“Benim nimetim.”
“Her zaman.”
“Hep ve tek,” diye fısıldadı. Ardından yavaşça bilekliğimi taktı, yarım duran kalp figürüne bakarken, “Hep ve tek,” dedi yeniden ama bunu neden söyledi anlayamadım.
“Artık gitmeliyim.”
“Peki. Kaçak göçek buluşmamız için Yener’in ruhunu ortaya koyuyorum.”
“Günah, yuvarlamışsın zaten çocuğu, kaçak falan buluşamayız. Babam tazı gibidir.”
“Tazıya bak, kızının kokusunu alamadı,” diye güldü Gurur.
“Alsaydı da tek taşaklı Gurur olarak devam etseydin hayatına,” diye çemkirerek ittim onu. “Gidiyorum ben.”
“Bekle, telefon.” Karların arasında duran, Allah’tan üzerinde jelatin olduğu için ıslanmayan telefon kutusunu alıp, ne ara cebine geri soktuğunu bilmediğim telefon kartını da çıkararak bana uzattı. “Ben yukarıya bir bakayım, sen şu taraftan çık binanın önüne.”
Başımı sallayarak çekinerek de olsa elindekileri aldım ve “Sana pahalı bir şey almazsam bu telefonu sana yediririm,” diye bir hatırlatma daha yaparak yukarıyı denetlemesini beklemeye başladım.
“Çık, görünürde yok,” dedi Gurur yukarıyı izlerken. “Ulan, çok heyecanlı. Kendimi liseli veletler gibi hissediyorum.”
“Ruh hastası, sen otuz iki yaşındasın,” diyerek çıkışa doğru inmeye başladım.
Arkamdan, “Bazen çok kırıcı konuşabiliyorsun,” diye seslendi ama dönüp ona bakmadım.
“Zeliha,” dediğindeyse bir an duraksayıp ona doğru döndüm. “Müthiş bir şeymiş damarlarımda sana can olan birinin kanını taşımak,” dedi usulca.
Babamın kanı onun damarlarında dolaşıyordu. Tıpkı onun kelimelerinin içimde dolaştığı gibi.
Sessizce gülümseyip önüme döndüm. Telefon kutusunu ve kartı montumun cebine sokup, bunları babamdan nasıl gizleyeceğimi düşünerek binaya doğru ilerlemeye başladım.
Binanın önüne geldiğimde babamın yokuştan aşağı doğru salındığını görmüştüm. Yüzünde hafif endişeli, hafif de rahatlamış bir ifadeyle bana doğru geliyordu. Birden büyük bir suçluluk duygusu hissettim. Acaba dudaklarım kızarmış mıydı? Ya da şişmiş miydi? Gurur beni ne zaman öpse dudaklarım uyuşur, şişerdi; dudaklarımı birbirine bastırarak şişliğin var olup olmadığını hissetmeye çalıştım.
Bu sırada babam sinirli sinirli, “Nereye kayboldun?” diye sordu. “Yürüyüşe çıkılacak zaman mı? Hava alacakmışsın, böyle havada hava mı alınır? Donacak her yanın. Nazlı kuzum, sen hemen hastalanıyon, unuttun mu bunu? Muğla’da hiç kar mı gördü gözün? Buraya geldin geleli daha çok hastalanıyondur sen. Hadi yürü eve, yürü.”
Sanırım evdekiler bunalıp dışarı çıktığımı söylemişti ama yine de babamın tepkisi çok sakindi. Tabii sakin olurdu. Bu sokakta Gurur’un da oturduğunu bilmiyordu ki.
Suçluluk duygusu biraz daha irileşerek kafamın üzerine oturdu. Koca götlü bir suçluluk duygum vardı artık.
Gözlerim babamın arkasındaki boş sokağa kaydı. Gurur orada, sokağın sonunda bana bakıyordu. Panikle babama sokulduğumda babam bir şey fark etmemiş gibi buz tutmuş yanağıma dokundu ve “Çok üşümüşsün,” diye homurdandı. “Hemen zencefilli çay yapayım sana, bir dilim de limon atarım içine.”
Gözlerim babamın arkasındaki Gurur’a kaydı. Elini salladığını, pis pis sırıttığını gördüm ve sonra birden parmaklarını dudaklarına götürüp hiç de komik olmayan, aklımı karman çorman eden bir ciddiyetle parmak uçlarını öperek o öpücüğü havaya bıraktı.
Sanki beni gerçekten öpmüş gibi irkilmeme neden olan bu hareketle beraber babam gerginliğimi fark etmiş gibi başını eğerek yüzüme baktı.
“İyi misin? Hortlak görmüş gibi bakıyon.”
Dağ ayısı gördüm baba.
“İçeri girelim mi artık?” diye sordum sessizce, gözlerim hâlâ Gurur’daydı. Karşıdan karşıya hızla geçti ve tekrar bana doğru dönüp el salladı. Sonra sitelerin giriş kapısına ilerleyerek gözden kayboldu.
İçeri girerken tedirgindim. Babam annemle ilgili bir şey söylemese de annemin şu an evde olduğunu, beni beklediğini biliyordum. Karşı karşıya kaldığı manzara onda nasıl etki ve tepkilere sebep olacak gerçekten merak ediyordum. Endişe, korkudan daha fazlaydı.
Annemi uzun zaman sonra ilk gördüğüm o an, tüm ağrılarımın ve kaygılarımın hızla silinerek yerini saf bir mutluluğa bıraktığı andı. Tüm endişelerim bir canavarın içimde geri adım atmasıyla silinerek karanlıkta kayboldu. Boyunluğu gördüğü anda bayılacağını sandım ama bayılmadı, sadece sendeledi ve gözlerimin rengini miras aldığım gözleri, saniyeler içinde gözyaşlarıyla doldu. Tek bir adımda kollarının arasına girerek gözyaşlarını daha fazla görmeye katlanamadığımı ona göstermek istercesine kollarımı sıkıca ona sardım. Kokusu her zamanki gibiydi; yasemin ve sıcak limon kokuyordu.
“Zeliha, iyisin değil mi?” diye sorarken ağlamaya devam ediyordu. “Hissettim bir şey olduğunu. Yemin ederim hissettim.”
Beni bağrına basmak istedi ama boyunluğum ikimize engel olunca saçlarımı ve yanaklarımı öpmekle yetindi. O kadar çok ağladı ki gözyaşları sanki benim yanaklarımdan akıyormuş gibi yüzümü ıslatmaya başladı. Fenalaşmasından korkarak kollarının kenarlarını tutup onu sabit tutmaya çalıştım. Bunun eninde sonunda yaşanacağını biliyordum. Nereye kadar saklayacaktık ki? Babamın birdenbire ortadan kaybolması, benim onunla başka telefondan mesajlaşıp aramalarını reddediyor olmam elbette bir dikenin ona batmasına neden olacaktı ve olmuştu da.
Geri çekilerek gözyaşları içinde yüzüme baktı. Eymen de ben de çillerimizi ondan almıştık; Eymen genel olarak babama benzediği için çilleri daha azdı ama annem ile benim çillerimiz sanki birbirimizin yansımasıymışız gibi oldukça fazla ve aynı renkteydi. Badem şeklindeki gözleri bir ceylanınkine benziyordu, tıpkı Disney çizgi filmlerindeki ceylan Bambi gibiydi. Kalkık burnu benimkinin aynısıydı, onun dudakları daha küçüktü ve çenesi benimkine oranla daha yuvarlaktı. Benden dört, beş santim kadar kısa olsa da vücut tipimiz aynıydı; yani eskiden aynıydı. Annem biraz balık etliydi, kilolu değildi ama hatları oldukça belirgindi. Tıpkı onlarca kilo vermeden önce olduğum gibi. Yaşananlar benden iki basamaklı sayılara inecek kadar çok kilo alıp götürmüştü.
Annem bu kilo kaybını dehşetle karşıladı; gözleri iri iri açıldı ve beni baştan aşağı incelerken, “Erimiş bitmişsin,” diye inledi. “Sana neler oldu? Hemen hepsini anlat yoksa bu evi önce babanın, sonra da hepinizin başına yıkacağım, Zeliha. Derhâl anlatın bana neler olduğunu.”
“Her şeyi anlatacağım,” diye fısıldadım ellerini avuçlarımın içine alarak. “Ama önce sakinleş. Senin sağlığın benim için her şeyden önemli, biliyorsun değil mi?”
“Benim için de sen her şeyden önemlisin!” Annem gözyaşlarına rağmen meydan okuyan gözlerle gözlerimin içine bakıyordu. “Bunca zaman burada neler oldu? Neden bu kadar zayıfladın? Neden boynunda bir boyunluk var? Hepsini bilmek istiyorum yoksa buradan adliyeye gider, babanı boşarım.”
“Aa, beni niye boşuyon ki şimdi gözümün nuru sultanım?”
“Sen sus,” diye söylendi annem gözlerini benden çekmeden. “Kızımın yanına geldin ama bundan haberim bile yoktu. Kızıma bir şeyler oldu ve haberim yoktu. Seni incecik incir değneğiyle kovalamadığıma şükret, Kahraman Efendi.”
“Anne, sakinleşip şöyle otur. Kilo vermek benim seçimimdi, gerçekten.” Hayır, bu bir yalandı. Ayça bu yalanı görüyormuş gibi sessizce bir köşede beni izliyordu ve izlendiğimi bilmek yeni bir yalan daha doğurmak üzereyken canımın daha çok yanmasına neden oldu. “Boyunluğun sebebi küçük bir kaza geçirmem,” dedim yeni bir yalana gebe kalarak. Hayır, ben büyük bir kaza geçirmiştim. Geri döndürülmüştüm, iç kanama geçirmiştim, boynum kırılıyordu ama annemin bunları bilmesine gerek yoktu. Kaldıramayacağı yükleri ona bırakmak niyetinde değildim. Ellerini okşamaya devam ederken, “Babama söylememesi gerektiğini söyleyen bendim,” diyerek yalanımı güçlendirdim. “Küçük bir araba kazasıydı. Boynumu incittim, hepsi bu.”
“Sen ne kadar söyleme desen de seni ben doğurdum.” Annem ellerini geri çekince bana gücendi sandım ama bir elini kaldırıp yanağıma kaydırınca endişelerim pus gibi dağıldı. “Hep her şeyi en son ben mi duyacağım, Zeliş? Sırf bayılmalarımı bahane ederek her şeyi benden saklayamazsınız. Böyle sonradan öğrenince daha kötü oluyorum.”
Daha fazla ayrıntı vermemenin ne kadar doğru bir karar olduğunu, annem hâlsiz bir şekilde sandalyenin kenarına yıkılıp başını ellerinin arasına aldığında anladım. Yorgun birkaç nefes aldı, gözlerini yumdu ve sanki nabzının normale dönmesini bekliyormuş gibi dudaklarını araladı. Babamın panikle onun bakır renge boyalı saçlarını okşadığını gördüm, alnına düşen perçemleri çekip eğildi ve annemi başının üstünden öptü.
“İşte bu yüzden söylemedik,” diye bana uydu babam. “Çok büyük bir şey değildi gülüm, kız sen panikle istemedi.”
Zamanın içinde oluşan bir girdabın içinde durmuş ailemi izliyor gibiydim. On üç saniye süren çarpma sesi anıların içinden süzülerek yeniden zihnime dolduğunda, bir damla gözyaşı yanaklarıma süzülerek çeneme dek aktı.
Bunu ilk fark eden Maria oldu. Babaannem hızla yerinden kalkarak bana doğru geldi, derisi buruşmuş ince, uzun parmaklarını kaldırıp kırmızı ojeli tırnaklarını tenime sürterek gözyaşlarımı sildi ve kulağıma, “Böylesi en doğrusuydu,” diye fısıldadı. “Suçluluk duyma.”
Bir saat kadar annemi kazanın küçük bir trafik kazası olduğuna ikna etmekle uğraştık. Kemiklerimdeki ağrıyı, sızıyı ve bedenimdeki çürükleri ondan gizlemek için olduğum yerde küçücük durmuş, yüzüme yapışmış bir tebessümle onları izliyordum. Çolpan ve Simge bizim için yemek hazırlamışlardı, babam annemin laf çarpıp durmasına aldırış etmeden anneme her zamanki gibi ‘aşırı’ sevgi gösteriyor, Eymen de masanın altından dizime dokunup gözlerini yüzüme dikerek sırıtıyordu.
Bu sırıtmayı biliyordum. Bu sırıtma, babam ‘Gurur denen hıyarın bu sokakta oturduğunu biliyor mu?’ sırıtmasıydı. Alt metninde, özellikle birlikte yaşadığınızı biliyor mu sorusu da var gibiydi.
Dizimle dizine sert bir tane koymamla acıyla inlemesi bir oldu ve annem, “Ne oldu?” diye sorunca da “Hiç,” dedim i harflerini uzun uzun mırıldanarak. “Birileri tüm bedenimi incittim sanıyor herhâlde. Ona unuttuğu dizimin tadını hatırlattım.”
“Tepişmeyin,” diye söylendi annem. “Kaç yaşında oldunuz, hâlâ dünkü veletler gibi sofrada tepişip duruyonuz.”
“Kız kızınca senin kayan o Muğla ağzını yiyeyim ben ya,” dedi babam birdenbire yükselerek. “Nasıl kızdın, bir daha kız şu salak çocuklarımıza. Kızım daha az salak bu arada. Oğlun en salak.”
“Ablasının dizi suretiyle yaralanan benim, annemden azar yiyen benim, ablamdan tehdit yiyen benim.” Eymen bunları işaret parmağını havada sayı sayıyormuş gibi sallayarak ciddi bir şekilde söylüyordu. “Babamın en salak olan çocuğu ilan edilen benim. Ha altını çizmek isterim anne, ablam için kızım dedi, benim için oğlun dedi. Beni ölümüne reddetmekle birlikte suratıma da kapı kapatıp beni odaların dışında unutuyor.”
“Yalan gülüm,” dedi babam, Eymen’e dik dik bakarak. “Bilmiyon mu bunu sen, eşek osuruk saldıkça bu yalan atar.”
“Ablamı da seni de Yalan Rüzgârı dizisine koyalım, başrolde oynayın ya.”
“Sus, bacağını ortadan ikiye lades kemiği gibi kırarın senin.”
“Anne, gördün mü? Bana hep böyle yapıyor.”
“Anana mı şikâyet ediyon beni eşeğin dölü?”
“Eşek sen mi oluyorsun babacığım? Bu cümle birazcık onu gösterdi gibi geldi bana ama yine de yorum yapmayacağım,” dedi Eymen sırıtarak.
“Len sen bana eşek mi dedin dünkü bok?” diye soran babam birden ayağa kalkmaya yeltenince, annem babamın elini tutarak, “Karaamaan, uğraşman çocukla, derdin ne len?” dedi ve bu Çolpan’ın kahkaha atmasına neden oldu.
“Eşek dedi bene oğlun.”
“Uğraşıp durun çocukla, vallayi boşarım seni. Bıktım. Otur yemeğini zıkkımlan. Yetti. Çocuklan çocuk olup durun.”
“Ne çoççağa be? Eşek kadar senin oğlun.”
“He benim oğlum? Tek başime mi yaptım ben bu danaları?”
“Güllü bak benim sinirlerimi tepeme bindirme,” diye homurdandı babam sandalyesinde yan dönüp anneme bakmamak için etrafa bakmaya başlarken.
“Güllü dip durma bana. Güllüymüş, kızınce hemen güllü. Ye yemeni.”
“Sene ne benim yememden?”
“Napıp durursan yap. Uğraşma çocuklarımla.”
Eymen ile suçlu suçlu tabaklarımızı izlerken aslında gülmemek için aşağıdan birbirimizin ellerine vuruyorduk. Masadaki herkes gülmek istiyor gibiydi, hepimiz gergindik ve sebebi gerçekten tutulan kahkahalardı.
Babam o gece Gurur’dan bahsetmedi ama annem, babamı geren başka bir durumun daha olduğundan haberdar gibi büyük bir dikkatle hem beni hem de babamı seyrediyordu. Gece yarısından sonra saat bir buçuğa doğru Eymen ve babam internet üzerinden otobüs bileti aldı, ardından da Antalya’ya gitmek için evden ayrıldılar.
Boynumdaki boyunluk derimi kaşındırdığı için Simge yardımı ile boyunluğu çıkardıktan sonra Hüsrev’in önerdiği kremi ince bir tabaka hâlinde enseme ve boynumdaki kemiklere yedirmeye başladım. Bu sırada saat ikiye geliyordu ve annem benim odamda, çalışma masamın önündeki sandalyede oturmuş kitaplarımdan birinin sayfaları arasında geziniyordu.
Simge kremleri poşete koyup odadan çıktığında annem yavaşça bana doğru döndü ve o an kaçınılmaz konuşmalardan birini daha yapmak üzere olduğumuzu anlayarak bacaklarımı yatağın üzerine çektim. Güçlükle bağdaş kurarak oturdum ve anneme bakmaya başladım.
Kendimi, annemin kalesinden benim kaleme fırlatılacak o topu karşılamaya hazır hissediyordum ama yine de içimde tükenmek bilmeyen bir tedirginlik vardı. Gözlerim yavaşça elbise dolabımın kulpuna astığım montuma kaydı. Montun cebinde cep telefonunun olduğu kutu ve telefon kartı vardı. Bunu annem ya da babam görürse nasıl açıklardım bilmiyordum. Zaten telefonun varlığı beni son derece huzursuz ediyordu.
Sonunda annem, “Ağrın var mı?” diye sordu, saatin akrebi sanki yelkovanmış gibi hızla dönmeye başladı ve aramızda asırlar gibi gelen ama aslında oldukça kısa süren bir bakışma geçti.
“Fazla değil.” Neredeyse ölmek üzere olan birinin aksine oldukça canlı hissediyorum anne. Bunu bilsen mahvolurdun.
Sanki içimdeki çığlıkları duyabiliyormuş gibi, “Bir insan sadece birkaç ay içinde bu kadar kilo vermemeli. Bu sağlıksız. Canını sıkan başka durumlar yok, değil mi?” diye sordu. “Seninle son görüntülü konuşmamızda bile bu kadar zayıf değildin.”
“Kilo vermeye karar verdim ve verdim anne, başka bir durum söz konusu değil.” Boynumun kaşındığını hissettim, parmak uçlarımla hafifçe boynumu kaşırken annem beni izlemeye devam etti.
Bakır rengi buklelerini omzunun üzerine topladı, omzunu sandalyenin sırtlığına yasladı ve “Babanı öfkelendiren başka bir şey var gibiydi,” dedi. Rüzgâr, zihnimin bir köşesi delinmiş de birdenbire düşüncelerimin olduğu odaya dolmaya başlamış gibiydi. Tıpkı o gece olduğu gibi yine rüzgârın uğultularını duymaya başladım. Dizlerimi yavaşça karnıma çektim, bedenimdeki acı beni iki büklüm edecek gibi hissetsem de yüzümdeki ifade stabildi. Annem hislerinin ne kadar kuvvetli olduğunu bana kanıtlamak istiyor gibi, “Kazayı kimle yaptın, Zeliş?” diye sordu usulca.
Kaşlarımı kaldırmama engel olamadım, yüzüm şaşkınlığımı doğrudan ifade etmiş olmalı ki annemin dudaklarında hafif bir tebessüm büyüdü.
“Biri mi var?”
Ayaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. Gözlerimi kaldırıp yeniden anneme baktım. Kirpiklerim birkaç saat önce dökülen gözyaşların etkisiyle hâlâ parlıyordu, bunu çaprazımdaki duvara yapışık boy aynasına göz ucuyla baktığımda görmüştüm. O aynada solgun tenimi, kuru duran dudaklarımı ve zayıf görünen bedenimi de görmüştüm. Kalbimin güçlü çarpışlarını dizginlemek için bir müddet bekledim ama annem o süre zarfında anlaması gerekeni çoktan anlamıştı.
“Biri var, bu doğru,” diye onayladı kendi kendisini. “Elini ayağını koyacak yer bulamayışından, göğsünün çaresizce kabarışından belli.”
“Evet.” Daha fazla saklayamazdım. Birdenbire sağanak yağmura yakalanmış, bir süre koşmuş, sonra da yağmurdan kaçmanın ne kadar anlamsız olduğunu anlayıp durmuş ve adımlarını yavaşlatmış birinin gözleriyle anneme bakarken başımı salladım. “Biri var.”
“Baban onunla benden önce tanışmış olmalı.” İlgili gülümsemesi hâlâ yüzünün güzelliğine aydınlık katıyordu. Bacak bacak üstüne atarak, “Çıldırttın mı Ege Yörüğü’nü?” diye sordu keyifle.
“Evet. Yani şey, babamın onunla tanışmış olmasına evet.”
“Çıldırdı mı çıldırmadı mı? Delirmiş olmalı.”
“Babamı deli etmek hoşuna gidiyor senin.” Gülümsedim. “Biraz sinirlendi.”
“Yirmi üç yaşındasın, Zeliha. Dilersen evlenirsin, dilersen kariyer yaparsın, dilersen çocuk. Dilersen bunların üçünü de yaparsın. Âşık da olursun, çocuk da yaparsın, evlenirsin de, kariyer de yaparsın. Sen çoktan on sekizini geçmiş, yirmi üçüne gelmiş, kendi ayakları üstünde gayet de durabilen güçlü, genç bir kadınsın. Elbette hayatında erkekler olacak. Baban köpürse de, şirin şirin ege ağzı yapsa da bunlar olacak. Baban da farkında ve emin ol, seni kısıtlamıyor, kısıtlamaz. O şirin bir telaş içinde sadece. Şirin bir… Yarış da diyebiliriz buna. Âşık olacaksın ve baban o adamla yarışacak. Rakibi olarak görecek… Ama bu özgürlüğüne balta vuracağı anlamına gelmiyor, biliyorsun.”
Başımı yavaşça sallarken, “Biliyorum, aksini bana yaşatacak bir adam değil babam,” diye mırıldandım. “Aslında anne, söylemek istediğim bir şey daha var.”
“Nedir?”
Gece lambasının ışığı yüzümün yarısını aydınlatıyordu. Derin bir nefes aldığımda bedenim hafifçe sızladı. Dürüst olmanın ne demek olduğunu unutmaya başlamaktan korktuğumu fark ettim. Artık hayatımda yalan vardı. Çok uzun zamandır yalanlarla ilerliyordum. Sevdiğim insanlara yalanlar söylüyordum. Başta yalanı hayatıma sokan Gurur’ken, Cenan için ona bile yalan söylemiştim.
Zehirli çiçeklerinin özü yalanlar olan bir sarmaşığın tüm bedenimi sardığını ve boğmaya başladığını hissediyordum.
“Ben bir süredir bu evde yaşamıyorum,” diye itiraf ettim sessizce.
“Hım?” Annemin sesinde soru işareti vardı. Gözlerine baktığımda, aynı soru işaretlerinin benimkinin bir kopyası olan gözlerinde de gördüm. Artık yorgundum, yalanlar beni çok yormuştu. Artık kaçmak değil, sakince yürümek ve gerekirse yürürken kurşunların beni vurmasına izin vermek istiyordum. Kaçarken değil, umursamazken vurulayım istiyordum.
“Bir süredir hayatımdaki insanla aynı evde yaşıyorum.” Gözlerimi yere indirdim, eğebilsem başımı da yere eğerdim ama ağrı buna engel oldu. Annemin tepkisinden korktum mu yoksa utandım mı bilmiyorum. Sonuçta onu da kandırmıştım. Hayatımda olan herkesi kandırdığım gibi hem de. Annem o kadar çok sessiz kaldı ki sonunda kafamı kaldırıp ona bakmak zorunda kaldım.
Tepkisini çok merak ediyordum.
Yüzünde koca bir boşlukla karşılaştım. Bir şey hissetmemiş ya da kızmamış gibiydi, sadece küçük bir şaşkınlık yaşıyordu ve bu çok belliydi. Elini ensesine atıp saçlarının iç kısmını kaşırken, “Peki… Sanırım Kahraman Özdağ’ın kalbine inebilecek bir sorunumuz var,” diye mırıldandı.
“Hiç kimseye söylemeden bunu yapmam seni kırmadı mı?”
“Neden kırsın? Yirmi üç yaşında yetişkin bir kadınsın. Nasıl yaşayacağının iznini benden mi alacaksın? Tabii ki bilsem daha hoş olabilirdi, en azından kimle yaşadığını, nasıl bir adamla birlikte olduğunu bilebilirdim. Kararlar sana kalmış, Zeliha. Biz ebeveynler sadece kararlarınız ile ilgili fikir belirtiriz, o kararları değiştirme hakkına sahip değiliz. En azından artık yirmi üç yaşındaysanız, değiliz.”
“Ama sonuçta bunu senden sakladım.”
“Evet, bu birazcık kırıcı olabilir işte. Sen büyürken senin arkadaşın gibiydim, yani öyle olduğumu sanıyordum. Değil miyim?” Bana gücenmiş gibi baktığını görünce dudaklarımı büktüm.
“Elbette öylesin. Her zaman en yakın arkadaşımdın.”
“O zaman kızımın hayatındaki insanla değil, en yakın arkadaşımın hayatındaki insanla tanışmak hakkım sanırım.”
“Elbette. Evet, elbette.”
“Nerede yaşıyorsunuz? Buralara yakın mı?”
“Bu sokakta.”
Annem bir an için donup kaldı. “Şu an burada mı?”
“Evet, karşımızdaki büyük binalardan birinde, muhtemelen şu an benden mesaj bekliyor ve mesaj gelmedikçe Yener’in ruhunu ortaya koyuyor.”
“Yener mi? O da kim?”
“Ben mesaj atmadıkça hayatı tehlikeye giren bir dost.”
Annem karman çorman olmuş bir ifadeyle, “Zeliha, Twitter ağzıyla konuşuyorsun ve pek anlamıyorum,” diye mırıldandı.
“Olay şöyle ki, biz onunla karşı binalardan birinde yaşıyoruz anne. Çok uzun zaman olmadı. Hatta çok yakın bir zamanda yaşandı bu ve sana anlatmak istedim, ilk sana söylemek istedim. Sadece doğru zamanı bekliyordum.” Elim boynuma gitti. “Tabii doğru zaman bu değildi, biliyorum. Böyle bir şey yaşanmasaydı öğrenmeyecek miydim diye düşünme, öğrenecektin. Sadece, hazır olmam gerekti, anladın mı?”
“Evet. Sadece neden çekindiğini anlamadım. Tepkimden mi? Babanla paylaşmasan bile benimle paylaşabilirdin.”
“Biraz karışık. Her şey karışmış hâldeydi.” Anneme beni anlaması için yalvarıyor gibi baktığımda yanaklarının içini havayla doldurup, “O çocuğun kim olduğunu bilmek istiyorum, başka da bilmek istediğim bir şey yok,” dedi. “Benim için önemli olan senin güvenliğin ve iyi hissetmen.”
“Ben iyiyim, güvendeyim. O bana hem iyi hissettiriyor hem de güvende.” Bu kadar açık bir şekilde hislerimden bahsetmek benim için kolay sayılmazdı, hele bu kadar dikkatli gözlerle beni izleyen bir anneye sahipken çok daha zor olabiliyordu. “Onunla tanışmanı ben de istiyorum.”
“Ona bir mesaj çek, gözlerinin bu denli parlamasına sebep olan biriyse gerçekten hâlâ senden gelen bir mesajı bekliyor demektir.” Telefonunu bana uzatınca karman çorman bir ifadeyle ona baktım. “Senin telefon sorununu çözene dek bunu kullanabilirsin,” dedi annem yüzüme dikkatle bakarak.
Madem kartları açık oynuyorduk, “Telefon sorunumu o çözmüş,” demekten de çekinmedim. Annem hafifçe başını salladı, sonra bu durumu yeni idrak ediyormuş gibi kaşlarını çatarak bana baktı. “Telefonum kaza sırasında kullanılmaz hâle geldi. Sorumlu hissetmiş.”
“Kabul mü ettin?” diye sordu annem ters bir sesle.
“Hayır. Direttim ama kabul etmedi, kendini sorumlu hissediyordu.” Tam olarak böyle olmuştu. Evet, ben de bu telefonu kabul ettiğim için mutlu değildim ama annemin suçlayıcı bakışları da eklenince bu mutlu olmama durumu doğrudan saf bir mutsuzluğa dönüşmüştü. “Ciddiyim anne, ona bunu istemediğimi söyledim.”
“Her zaman kendin başarabilirsin. Kendi arabana, kendi telefonuna, kendi evine ve kendi özel eşyalarına kendi emeklerinle sahip olman benim için önemli. Bu senin için de önemli, biliyorum. Beyefendiye zorba olmamayı ve kararlara saygı duymayı öğretmek gerekecek sanırım.” Annem telefonunu masanın üzerine koyup kollarını göğsünün üzerine sardı, elleri gözden kayboldu. “Aç bakalım telefonu.”
“Senin önünde açmasam daha az gergin olabilirim.”
“Peki.” Yavaşça oturduğu yerden kalkıp, “İçeride bir sigara içeceğim,” dedi.
Odadan çıkana kadar yerimden kıpırdamadan bekledim. Kulaklarıma kadar kızardığıma emindim, tüm bedenim gerginlikle yanıyordu. Telefon konusunun bir adamla birlikte yaşadığımı yeni söylüyor olmamdan daha çok sinirini bozması normal şartlarda beni gülümsetirdi ama şimdi sadece utanmıştım. Aslında birçok konuda anneme benzediğimi biliyordum. O konulardan birisi de buydu. Birinden bir şey kabul ederken baygınlık geçirecek gibi hissediyordum.
Telefonu paketinden çıkarıp hattı kutunun içinden çıkan iğneyle telefonun içine yerleştirdim. Ardından telefonu başlattım ve kurulumunu yaptıktan sonra hattın gelmesini bekledim. Üç beş dakika sonra operatörden onlarca mesaj geldi ve hattın açıldığını anladım. Operatör mesajları arasına düşen farklı numaraya ait mesaj dikkatimi ânında çekmişti. Telefon numarası ona aitti, birkaç mesaj arka arkaya gelmişti.
05*********: Telefon numaramı mı unuttun…
05*********: Telefon numaramı unutacağına umarım telefonu binanın girişinde unutmuşsundur ya.
05*********: Ben de o kadar havaya girdim telefon numaramı ezberledi diye
05*********: Telefonu hâlâ açmamışsın
05*********: Tüm cesaretimi toplayıp evin kapısına gelsem taşakımın başı belaya girer mi.
Evin Wi-Fi şifresini girip internete bağlandıktan sonra mesajlaşma uygulamasını indirdim, ardından kurulumunu yaptım ve aktif hâle geldikten sonra rehbere girip onun numarasını kaydettim. Mesaj bölümünü açarken ellerim garip bir şekilde uyuşmuş, nefesim sıklaşmıştı. Bu kadar heyecanlanmam artık saçma gelmeye başlamıştı.
Zeliha Özdağ: Geldim
Gurur Mert Çalıklı çevrim içi.
Gurur Mert Çalıklı yazıyor…
Gurur Mert Çalıklı çevrim içi.
Gurur Mert Çalıklı yazıyor…
Yazıp yazıp sildiği şeyi merak ederken kaşlarımın ortasında küçük bir çukur oluştu.
Gurur Mert Çalıklı yazıyor…
Zeliha Özdağ: Yokluğumda şiir yazmaya başladın da kafiyeyi mi tutturamadın? Yazıp yazıp siliyorsun ya.
Gurur Mert Çalıklı: Sadece heyecanlandım.
Zeliha Özdağ: Yalanın bini bir para. Bekle.
Gurur Mert Çalıklı: Neyi? Kaç saattir bekliyorum zaten seni. Gitme bi yere
Zeliha Özdağ: Ay tamamen şova döktün gerçekten ya.
Zeliha Özdağ: Cumhuriyetin ilanından beri bekliyorsun herhalde Gurur
Zeliha Özdağ: Cumhuriyet ilanıyla aranda pek de bir yaş farkı yok ya xd
Gurur Mert Çalıklı: Bir insan ilk saniyeden kırk beş ayrı yerinden bıçaklanmaz ya.
İnternete girip iki görsel indirdikten sonra yüklenmesini beklediğim uygulamanın nihayet yüklenmesiyle uygulamaya girdim ve Gurur’un çok sevdiği pembe domuzcuğa güzel bir ekleme yaptıktan sonra fotoğrafı kaydederek tekrar WhatsApp’a döndüm.
Gurur Mert Çalıklı: Sahiden de gitti inanamıyorum ya
Gurur Mert Çalıklı: Uğruna taşaktan olmak varsa, olurum geliyorum
Zeliha Özdağ: Hadi lan oradan ödlek
Zeliha Özdağ: Babamın gittiğini gördün dimi
Zeliha Özdağ: Ondan bu yiğitlik maskaralıkları
Zeliha Özdağ: Haddddddi oradan be
Zeliha Özdağ bir fotoğraf gönderdi.
Gurur Mert Çalıklı: ADHGAHGGDSHGHSDJSJASHA
Gurur Mert Çalıklı: Tek lokmada yutarım seni
Gurur Mert Çalıklı: Löp diye yutarım kafanı
Gurur Mert Çalıklı: Of canım çekti
Gurur Mert Çalıklı: Neden burada değilsin ki şimdi
Gurur Mert Çalıklı: Öf ya
Zeliha Özdağ: Seninle yeniden sonsuza dek küsmeye karar verdiğim için beni gruba alsana
Zeliha Özdağ: Yener bile senden daha uzun şu an gözümde ya.
Gurur Mert Çalıklı: Bu fazlasıyla ağırdı bu arada.
Zeliha Özdağ: Ağlama da gruba al beni
Gurur Mert Çalıklı sizi POMPALAMASYON BU BİZİM MİSYON grubuna ekledi.
Yener Açıkgöz: Mal
Yener Açıkgöz sizi POMPALAMASYON BU BİZİM MİSYON grubundan çıkardı.
Ayaklarımı oynatarak güldüm ve uzun zaman sonra geçmişe hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak olmama hayret ettim.
Gurur Mert Çalıklı sizi GECE AZGINLIĞI GELDİ grubuna ekledi.
Vural Demirezen: Artk vgrçkten bilerek yptını ve zeliaya bişiler ima ettini dsünmeye bsladim sapk
Yener Açıkgöz: Kırk yılda bir doğru çıkarım yaptın Vural
Vural Demirezen: Bişy mi ima eidorsn
Yener Açıkgöz: Hyr
Vural Demirezen: Eyala
Vural Demirezen sizi GECE AZGINLIĞI GELDİ grubundan çıkardı.
Gurur Mert Çalıklı sizi SIĞIR GURUR KIZI BURAYA ALSANA grubuna ekledi.
Vural Demirezen: Çk şükr
Vural Demirezen: Te allam ya
Yener Açıkgöz: Bari Allah’ı doğru yaz sen ne biçim kulsun gerçekten keşke bir kere çarpsa seni ters düz etse ya
Devran Soydere: Sen Allah yazınca çok iyi bir kul mu olmuş oluyorsun amk zinacısı
Yener Açıkgöz: Bir ben kötüyüm hepiniz en iyisiniz yuh gerçekten de ya.
Adnan Bahtıvar: Çünkü öyle sığır.
Adnan Bahtıvar: Günahmatik.
Girdap Demiralp: Yeter artık sevdiğimle uğraştığınız.
Girdap Demiralp: Canımın yongasıyla bu kadar da uğraşılmaz.
Girdap Demiralp: Canımın içi sultanımın günahlarını saymakla görevli melek misiniz siz cellat kılıklı adamlar.
Yener Açıkgöz: Allah Allah bismillah
Yener Açıkgöz: Maşallah!
Girdap Demiralp: Kucakla çabuk, döndür sonra beni
Yener Açıkgöz: Önce Mesneviden ders almam gerek.
Girdap Demiralp: Bak beni azdırma
Girdap Demiralp: Azarım biliyosun
Yener Açıkgöz: :d özele gel de azdırmak nedir gösterim sana
Adnan Bahtıvar: Hasbinallah.
Gurur Mert Çalıklı: Al Zeliha, benim yerime konuşmayı tercih ettiğin herifler bunlar işte.
Hakan Basri Şenkaya: Kızı tersleme, ters kelepçe takar döverim seni.
Yener Açıkgöz: Kanka muşta bana bir boyun kilidi attı, basiretim bile o kilit ile birlikte kapandı yemin ederim acısını her gece kuyruk sokumumda hissediyorum
Adnan Bahtıvar: Ne o ya sen atmıyor muydun Muşta’ya boyun kilidini
Yener Açıkgöz: Adnan sen benim dostum musun düşmanım mısın bileyim ona göre safımı alayım birader
Adnan Bahtıvar: Bence sen buradaki herkesin dostluğunu bi sorgula.
Yener Açıkgöz: Eyşan’a ben bi su döküp geliyorum diyen Ömer kadar saf hissettim kendimi.
Devran Soydere: Kim bilir belki de kısa su dökmeye gidiyorum dediği için Eyşan’ın seçimi Cengiz’den yana olmuştur Yener
Zeliha Özdağ: Bu sohbet grubunu da özlemezsin Zeliha ya…
Adnan Bahtıvar: Neden kendi kendinizle konuşuyorsunuz Bayan Yenge?
Zeliha Özdağ: İçsel ama sesli dile getirilmiş özlemle yüklü saçma bir yakarıştı Adnan…
Tayfun Soydemir: Lirik bir şiir gibi dillendirdin Zeliş.
Zeliha Özdağ: Sen şiirden anlıyorsun Tayfun
Gruptaki yeni isim dikkatimi çekti.
Ecevit Erçetin: Bildirimleri kapatmadığıma öyle çok pişmanım ki.
Ecevit Erçetin: Bir saat geçti, koca bir saat. Bu bir saat içinde neler oldu neler. Düzgün bir sohbet grubuna alındığıma inandırıldım önce. Meğer alındığım en dandik sohbet grubu olacakmış. Çok öğretici oldu ama! Efendi görünenlere, beyefendi takılanlara inanmamam gerektiğini öğrendim. Kendi çıkarları için bildirimlerimi sikip attılar telefonumun panelinde. Hiç yaşamamış olmayı dilerdim bu son bir saati. Gruptan atılana kadar acıyla, nefretle hatırlayacağım.
Yener Açıkgöz: Bırak insanlar stickerlarımızı konuşsun Ecevit
Gülerek telefonu yatağın üzerine bırakıp yavaşça oturduğum yerden kalkarak elbise dolabına doğru ilerledim. Üzerimdekileri çıkarıp yerine kırmızı bir kazak, siyah bir tayt giydikten sonra tekrar yatağa girdim ve Gurur’dan gelen mesajın paneldeki görüntüsünü birkaç saniye izledikten sonra mesaja tıkladım.
Gurur Mert Çalıklı: Yanındakiyle yaşar, aklındakiyle ölürsün.
Gurur Mert Çalıklı size bir fotoğraf gönderdi.
Fotoğraf karesinde Yener, Ayça’nın bana aldığı büyük ayının üzerine yayılarak oturmuş, sırıtarak kameraya bakıyordu.
Zeliha Özdağ: Bu salak neden benim evimin içinde ayakkabısıyla duruyor ve neden Ayça’nın bana aldığı ayının üzerinde?
Gurur Mert Çalıklı: Dedi ki ‘evin içinde değilim kız, dış kapı burası, binanın koridorundayım’
Zeliha Özdağ: Koridorda neden koltuk var?
Gurur Mert Çalıklı: Biri taşınıyor
Zeliha Özdağ: Ayıcığım orada ne yapıyor?
Gurur Mert Çalıklı: Pars ondan hoşlanmamıştı.
Zeliha Özdağ: Ee?
Gurur Mert Çalıklı: İşemiş bacağına.
Yener’den bir mesaj geldiğinde kaşlarım çatıldı.
Yener Açıkgöz: Sen dua et ayının üzerindeyim, ya Gurur’un üzerinde olsaydım?
Zeliha Özdağ: Teknik olarak sana üzülürdüm çünkü Yorgi de basbayağı seni götürüyor gibi görünüyor. Bu arada Yorgi’nin bacağında Pars’ın çişi var.
Yener Açıkgöz çevrim içi.
Yener Açıkgöz yazıyor…
Yener Açıkgöz çevrim dışı.
Zeliha Özdağ: Yener bayıldıysan kalk bir gören olacak ASHJBASDBHDASBJH
⛓️
Boğazımda cam varmış, yutkunsam da aşağı inmiyormuş, ne yukarı çıkarabiliyormuşum ne de sindirebiliyormuşum gibi hissettiğim çok fazla zaman olmuştu.
Aynanın karşısına geçip ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle kendime baktığımı ve çevremdekileri iyi olduğuma inandırmak için kendi kendime gülümseyerek alıştırma yaptığım anları hatırlıyorum. Çok uzun zaman geçmemişti üstünden, dün gibi taze ve netti.
Karların içine düşen adım seslerimi ve karların ayaklarımın altında parçalanarak çıkardığı sesleri duyuyordum. Soğuktan buz keserek hareketleri kısıtlanan parmaklarımı kapüşonlumun içine sokarak yokuşu aştım, sitenin girişinde durdum ve birbiri ardına sıralanmış yüksek binalara baktım. Henüz kuşluk vaktiydi, kar taneleri usul usul, telaşsız ve her an kaybolup gideceklermiş gibi silik yağıyorlardı. Öğlene doğru ince ama sık yağmaya başlayacağına emindim.
Binaların girişleri birbirine bakan farklı noktalardandı. Yüksek binaların arasında ilerlerken kar taneleri kirpiklerime, saçlarıma tutunmaya devam ediyordu. Bizim kaldığımız binanın girişine geldiğimde, girişin sol çaprazında oturan güvenlik görevlisi beni tanıdığı için gülümsedi. İsminin İsmail olduğunu biliyordum, onunla ilgili bildiğim tek şeydi bu.
Ona basitçe, “Günaydın,” dedim ve o da bana aynı karşılığı verdiğinde asansörlere doğru ilerledim.
Boynumda boyunluk yoktu, kremin yapış yapış yaptığı deriyi ince bir sargıyla boynuma tek kat dolanacak şekilde sararak örtmüştüm. Evden çıkarken annem de diğerleri de uyuyordu. Babam ve Eymen’in Antalya’dan yola çıkmadıklarına emindim, yola çıktıklarında da en erken bir buçuk saat içinde Isparta’da olurlardı; kar yağışını hesaba katarsak bu iki saatten fazlasına da sallanabilirdi. Rahattım. Ama sanki bir o kadar da boşlukta sallanıyordum ve huzursuzdum.
Bu hissin sebebini kafamda tam olarak netleştiremedim. Bilmiyordum. Belki her yalnız kaldığımda cipin takla atarken yere vurup çıkardığı sesleri duyduğum için olabilirdi. Bozuk bir frekans ve sinyal sesi, cipin taklaları kesmesiyle beraber yoğun bir şekilde her yeri sarıyordu; tıpkı o gece olduğu gibi. Bunu devamlı duyuyordum.
Asansörde yalnız olmak kaygımı çoğalttı. Kapüşonlunun cebindeki telefonu çıkarmadan birkaç kez kilit düğmesine basıp durdum ve asansörün kapıları benim için yeniden açılana kadar kilidin açılıp kapanma sesini dinledim. Bir yerde kapalı kalma korkum hiç olmamıştı, klostrofobinin nasıl hissettirdiğine dair fikrim bile yoktu. Şimdiye kadar yoktu. Asansörün kapıları açıldığı an resmen koşarak attım kendimi dışarı.
Sanki asansör birdenbire takla atmaya başlayacaktı ve sıkışacaktım içinde.
Nadiren de olsa insanlar kaza sonrası travmalar yaşamazdı; keşke o azınlığın içinde ben de olsaydım.
Cenan ve kızının oturduğu dairenin kapısına baktım, ardından gözlerim hemen yanında Yorgi’nin olduğu dairenin kapısına kaydı. Anahtarım olmadığı için geri dönmeyi düşünsem de bugün onu bir kez daha görme şansı bulamama ihtimalim vardı ve bu yüzden şimdi, hemen burada, doğrudan onu görmek istiyordum.
Zili çaldıktan üç saniye kadar sonra içeride bir patırtı duydum ve birinin kapıya yaklaştığını hissettim. Kapı deliğinden bakmadan doğrudan açmış olmalıydı çünkü kapıya değil, salona doğru bakıyordu ve boynu gergin bir şekilde damarlı görünüyordu. Üstünde sadece siyah bir atlet, altında da gri eşofman vardı. Gözleri yavaşça bana doğru dönerken bir eli kapının kulpundaydı, diğer eliyle ensesindeki saçları düzeltiyordu.
Çok güzeldi.
Uykulu gözleri birdenbire iri iri açıldı, göz kapakları şişmişti ve ne kadar az uyuduğunu gösteren koyu halkalar yeniden gözlerinin altına yayılmıştı. Pars ile Leon havlayarak kapıya doğru geldiler ama ben gözlerimi ondan ayıramadım. Pars doğrudan üzerime abanıp ellerimi yalamaya başlamıştı.
Yener ile Girdap nasıl sığdıklarını bilmediğim koltuktan aynı anda kafalarını kaldırarak bana doğru baktılar ve onların da orada olduğunu fark edip çekingen bir şekilde gülümsedim.
Gurur kapıyı ardına kadar açarken, “Toparlanın lan,” diye çemkirdi Yener ile Girdap’a doğru dönerek. Ardından yeniden bana doğru döndü. “İçeri girecek misin yoksa omuzlayayım diye mi bekliyorsun, yeni gelin?”
“Sevimsiz.” Homurdanarak içeri girip Pars ile Leon’un başlarını okşarken Yener ve Girdap’a baktım. “İkiniz o koltuğa nasıl sığdınız?”
Girdap, ciğerci kediler gibi sırıttı. “Elbette onu kucakladım ve göğsümde uyuttum.”
“Üzerinde Pars’ın çişi varken mi?”
Girdap olduğu yerde sıçrarken Gurur keyifli bir kahkaha attı, Yener de sahte bir alınganlıkla Girdap’a bakıyordu.
Mutfağa doğru ilerledim ve koridorda durup Gurur’a dönerek, “Babam iki, üç saate burada olur,” dedim, şimdi kahkaha atma sırası Yener’deydi çünkü Gurur antrenin önünde durmuş, yüzünde kireç gibi bir ifadeyle bana bakıyordu. “Yani burada olur derken, Isparta’da demek istedim, Gurur. Altına girip saklanacağın bir yatak ya da içine girip kaybolacağın büyük bir elbise dolabı aramana gerek yok…”
Girdap, “Baban bir anda kapıyı çalar diye birkaç kez kamuflajını giyip hazır bir şekilde beklemeyi bile düşündü,” dedi. “Sonra babanın onun burada oturduğunu bilmediğini hatırladı, daha sonra da öğrenme ihtimalini düşünüp korkudan üç dört kez bilincini kaybetti.”
“Sen gidip kendini tuvalete kapat ve Bergen dinlesene, Girdap,” diye homurdandı Gurur arkamdan koridora doğru gelerek. Mutfağa girip buzdolabını açtım, buzdolabında dün gece sipariş edildiği belli olan yarım yemek paketlerine bakarken kaşlarım çatıldı.
“Yemek yapamadınız mı koca koca insanlar?”
“Yapmadılar bana yemek, Zeliha. Sen yoksun diye kuryelerle savaştım, konumu doğru atabilmek için pencereye yapışarak on dakika bekledim, Pars kuryeye saldırmasın diye kendimi ısırttım. Sen yoksun, bana yemek yapan kimse yok.”
“Kendin yapamadın mı koca sığır?”
“Farkındaysan ben çok hastayım.” Sargılı kolunu işaret etti, eli atletinin önüne kaydı ve karnına dokundu. Yüzünde mazlum bir ifade vardı ama bunu beni kandırmak için takındığını iyi bilecek kadar da tanıyordum onu. “Bu hâlde yemek mi yapacaktım? Ya yemek yaparken tüp birden patlasaydı veya gaz kaçağı olsaydı da o sırada aptal Yener çakmak çaksaydı, havaya uçsaydım veyahut tut ki birdenbire sıcak su üzerime dökülseydi, ben cayır cayır yansaydım?”
“Çenene vurmuş yine senin koca komando,” dedim gülümsememi bastıramadan. Gözlerimi yüzüne diktim ve kendimi yüzünde akıp giderek beni boğan güzelliğe bıraktım. Güzelliği şiddetli bir akıntı gibiydi, beni ters düz etmiş içine alarak boğarken gittiği yöne taşımaya başlamıştı. Sanki yüzünü izlemem hoşuna gidiyormuş gibi bana yaklaştı, aramızda açık duran buzdolabının kapağı vardı. Başını indirdi ve “Koca komando senin kafanı tek lokmada yutar,” diye fısıldadı.
“Venom gibi mi?”
“Venom gibi.”
“Kocaman vücudunla ona benziyorsun zaten.”
Kaşlarını kaldırdı. “Vücudumu inceliyorsun yani?”
“Bakmasam da görünmeyecek gibi değil, kocamansın, bakmadığımda bile seni görüyorum çünkü her yerdesin.”
Gözlerimi kaçırarak buzdolabının içine çevirdiğim anda yanağıma buz gibi eliyle dokunarak beni ürpertti. Parmak uçları usulca kayarak yanağımda dolaşıp şakaklarıma, oradan da saçlarıma kaydı.
Saç tellerimi işaret parmağına dolayıp, “Keşke, biliyor musun?” dedi. “Keşke her yerinde olsam.”
Gurur’un yakınlığının güneşe yaklaşmak kadar tehlikeli olduğunun farkındaydım. Her an eriyebilir ya da en az zararla alev alabilirdim.
“Senin kanına ilaç diye başka şeyler mi veriyorlar? İki gündür mart kedileri gibi miyavlıyorsun.”
Buzdolabının kapağını kapatıp ondan uzaklaşmak için mutfağın içine doğru ilerledim ama yere düşen adımlarından ve üzerime düşen gölgesinden arkamdan geldiğini anlamak mümkündü. Birden beni tezgâhla arasına aldı ve bedeni sırtıma yerleşirken kasıklarım tezgâha yaslandı. Bedeni bedenime değince, içine kar taneleri düşen bir nehrin soğuğun dokunuşlarıyla usulca donması gibi buz tutarak olduğum yerde kaskatı kesildim.
Sıcak nefesi enseme akmaya başladı ve “Sen benim için o tetikleyici ilaçlardan daha etkilisin. Seni gördüğümde ya da seni düşündüğümde, o ilaçlardan alınan verimin misliyle fazlasını alıyorum,” diye mırıldandı erkeksi bir sesle.
Ağzından çıkanlar belki havada eriyip gidiyor, buharlaşıyor ve kayboluyordu ama benim içime bir cemre gibi düşüp mevsimimi değiştiriyordu.
Bedeni bedenime gerektiği miktarda alınırsa şifa olacak olan bir zehir gibi yaslı duruyordu ve kanım gitgide onun zehriyle dolarken vücudum iyileşmeye, hatta fazla gelen zehir ile beraber ölmeye başlıyordu. Kalp atışlarım kulaklarımda göğün gümbürtüleri gibi patlarken tırnaklarımı tezgâha bastırdım ama geri çekilmedim.
Var olması, bana yaslanması, imaları, sıcak nefesi hoşuma gidiyordu.
Dudaklarını saçlarıma bastırdı, yavaşça sürterek başımın üstüne kadar getirdi ve ardından çenesini başımın üzerine yaslayıp, “Saçlarının kokusunu çok sevdiğimi söyledim mi hiç?” diye sordu.
“Söylemedin,” dedim utanarak.
“Tamam, işte şimdi söylüyorum.” Çenesini başımın üzerine sürterek güldü. “Bu kadar kasılmasana. Komando seni yemeyecek.”
Keşke yese biliyor musun…
Düşüncelerim beni utandırdı.
Yavaşça kayarak geri çekilip bu defa sırtımı tezgâha yasladım ve yüzümü yüzüne çevirip gözlerinin içine baktım. Avuçlarını tezgâha yaslayarak yüzünü yüzüme yaklaştırırken beni geniş kollarıyla kendine ait zincirleri olan bir hücreye hapsetmişti.
Ne düşündüğünü merak ediyordum çünkü gözleri muziplikle parlasa da o gözlerin ardından bambaşka bir ateş daha yanıyordu. Ateşin dumanlarını ve kızıllığını görüyordum ama neden orada olduğunu, neden yandığını bilmiyordum. Düşüncelerini göremiyordum, ufak tahminlerim vardı ve bu tahminler bana kendimi labirentte gibi hissettiriyordu. Gurur Mert Çalıklı’nın labirentinde…
Avucumu kaldırıp kalbinin üstüne yaslamamla gözleri kısıldı. Amacımı anlamaya çalıştığını görebiliyordum, elimin neden tam şu an kalbinin üzerinde durduğunu merak ediyor olmalıydı.
“Sadece atışlarını hissetmek istiyorum,” dedim. “Seni tetikleyen bensem, beni tetikleyen de senin kalp atışların.”
Gözlerinde kendini değerli hissettiğine dair gölgeler büyüdü ve bu yüzden bir an ağlayacağımı sandım ama durup sadece değerli hissettiğini görmenin tadını çıkardım. Parmaklarıma telaşla vuran kalp atışlarının biraz daha hızlandığını fark ettiğimde, gülümsememem imkânsızdı.
Gözlerini kaçırdı, evet, bunu yaptı ve bunu yapmasıyla sanırım benim de kalp atışlarım hızlandı. Yanakları kızarmadı, geri çekilmedi ya da utandığına dair bir şeyler koymadı önüme ama gözlerini kaçırdı; bu çocukça hareketi öylesine masum gelmişti ki gözüme…
“Meğer senin kalp atışların benim için ne kadar da değerliymiş,” diye fısıldadım tüm açıklığımla. Gözleri hâlâ bende değil, bir başka noktadaydı. Ne hissettiğini merak ediyordum ama bana kalırsa söylemesine gerek yoktu. Kalbi hızlanıp, panikleyen atışlarıyla bana onun dudaklarından çıkmayan kelimeleri veriyor gibiydi. Tüm sırları o kalbin içindeydi ve o kalp, benim parmak uçlarıma sırlarını fısıldıyordu. Bana dair sırlarını…
“Koca komando gözlerini mi kaçırdı?” Ses tonum beni bile şaşırtmıştı çünkü bu defa muzip olma sırası bende gibiydi, üstelik bunu heyecandan ölürken yapmıştım.
Gurur, “Öf ya,” diyerek geri çekilince parmaklarım göğsünde kayarak kasıklarına indi ve o an ikimiz de donup birbirimize bakakaldık.
Parmak uçlarım bir bıçaktı ve onun kasıklarına girip çıkıyordu sanki; gözlerine yayılan sertlik bana bunu anlatmıştı. Onun ise kasıkları buzdu ve ben parmak uçlarımı yakan buza dokunuyor gibi hissetmiştim. O anlam vermesi güç, uğultulu sessizlik saniyelerce sürdü.
Benim parmaklarım saniyelerce onun kasıklarında kaldı.
Akıl alır gibi değildi ama gerçekti.
Karnının kasılarak içeri gömüldüğünü hissettim. Kasıkları dipdiri olmuştu, sanki kasıklarını saran deri taşa dönmüştü. Parmaklarımı aceleyle geri çektiğimde ikimizin bedenine tüm elektronlarını dağıtan bu tuhaf hissin ne zaman son bulacağını çok merak ediyordum.
Tam ağzını açıp bir şey diyecekti ki Yener mutfağa girince ikimiz de sessizleşerek mesafemizi biraz daha arttırdık. Ben tezgâha doğru dönüp alakasızca kahve kavanozuna uzandım, Gurur da boynunu ovalayarak mutfağın boydan camına doğru ilerledi. Yener ortamdaki gerginliği hissetmiş gibi göz ucuyla ikimizi süzerek buzdolabını açtı. Bir süre buzdolabının içini izledi ama daha fazla kendini tutamıyormuş gibi Gurur’a doğru döndü.
“Kardeşim, bu mutfak testosteron kokuyor şu an ya,” diye çemkirdi. “Utanmıyor musun bölgesini işaretleyen köpeğin etrafa işediği gibi etrafa testosteronunu yaymaya?”
“Hadi lan oradan, sen bu aralar kimselerle buluşmuyorsun diye aklın fikrin bunlara çalışıyor, anlıyorum ben seni,” dedi Gurur, Yener’e cins cins bakarak. Kaşlarımı kaldırarak omzumun üstünden Yener’e doğru baktım. Boynum beni uyarmak ister gibi hafifçe sızladı.
Uyarıcı gözlerle Gurur’a bakarken buzdolabındaki filenin içinden bir tane elma çıkarmıştı. Elmayı beyaz tişörtüne sildikten sonra ısırıp buzdolabının kapağını kapattı.
“Ne o, Yenerciğim?” diye sordum imalı bir ses tonuyla. “Alıcıların mı parazitlendi de hovardalığı bıraktın?”
Boğazına elma kabuğu ya da parçası kaçmış gibi öksürmeye başladığında yüzü o kadar hızlı bir şekilde renk değiştirmişti ki, bir an panikleyerek tüm bedenimi ona doğru çevirdim.
Birkaç büyük öksürüğün ardından elini kaldırıp sallayarak, “Ne alakası var?” diye sordu, ağzı dolu olduğu için sesi komik çıkmıştı. “Şimdi arasam on sekiz tane randevuyu birden ayarlayabilecek kapasitede olduğumu unuttunuz herhâlde?”
“E niye aramıyorsun o zaman? Biz sana randevu ayarlayamazsın demedik, ayarlamıyorsun dedik…” Sırıttım, Yener bundan rahatsız olmuş gibi gözlerini benden çekerek Gurur’a doğrulttu. Gurur’un beni susturmasını istiyor gibi bakıyordu. Sanırım köşeye sıkıştırılmak pek de hoşuna gitmemişti.
“Size mi kaldı benim çetelemi tutmak ya?” Elmasından bir ısırık daha aldı ama bu ısırık, diğer ısırığa nazaran daha sertti. Öfkeyle soluyarak sırtını bize döndü, tam kapıdan dışarı süzülecekti ki gözlerimi kısarak, “Simge,” dedim ve Yener olduğu yerde kasılarak donup kaldı. Dudaklarımdaki gülümseme büyüdü. “Ha Gurur, şey diyecektim, bizim Simge için ev bakabilir miyiz? Isparta’da okumaya karar verdi gibi. Ankara’ya dönmeyecek sanırım.”
“Tabii,” dedi her şeyden habersiz Gurur. “Bakarız yavrum. Tek kişi mi kalacak? Eşyalı baktırayım ben bizim çocuklara.”
“Olur. Evet ama yine de iki kişinin rahatça kalacağı bir yer olsun. Misafiri falan olur sonuçta.”
Yener omzunun üzerinden bana doğru bakarken gözlerinde meraklı parıltılar vardı ama bu parıltılar hayra alamet gibi değildi; daha çok şimşeklerin uğursuz ışıklarına benziyordu. “Ev arkadaşı falan mı arıyor ki?” diye sordu beklenmedik bir şekilde.
“Ha? Yok. Belki biri gelir ona, ara sıra kalır. Simge sosyal kızdır, çabuk çevre edinir,” dedim.
“Biri mi gelir? Kim gelecek ki?” diye sordu yeniden.
“Arkadaşları falan?”
“İyi. Doğru. İnsanların arkadaşları olmalıdır. Çok iyi, tabii ki de. Arkadaş önemli bir şey. Yalnızlık kötü. Arkadaşlar edinilmeli.” Yener saçmalayarak önüne dönüp elmasından bir ısırık daha alarak mutfaktan çıktı. “Edinsin tabii. Sosyallik iyi.”
“Plak gibi takıldı,” diyerek güldüm. “Adnanlar falan tesise mi döndüler?”
“Evet. Birilerinin oradaki işleri halletmesi gerekiyordu.” Mutfak masasının sırtı cam duvara bakan sandalyesini çekerek oturdu. “İlaçlarını aldın mı, Zerda?”
“Sabah bir ağrı kesici aldım, kuvvetli bir ağrı kesiciymiş. Hüsrev’in önerdiği merhem de boynuma çok iyi geldi. Dün başımı çeviremiyordum ama şu an çevirebiliyorum. Sadece çok hafif bir sızlama var, hepsi bu.”
“Sen yine de çok zorlama gözüm.”
“Kahve yapmamı ister misin?” diye sorduğumda beni yorma düşüncesinden hoşlanmamış gibi, “Gerek yok,” dediyse de aldırış etmeden mutfak dolabını açarak iki kupa çıkardım. “Seninkiler de içer mi?”
“Girdap sabahları süte Nesquik tozunu döküp karıştırarak içiyor, Yener de güne elma yiyerek başlar…”
Ciddi olup olmadığını anlamak ister gibi ona baktım ve gayet ciddi olduğunu görünce sinirlerim bozulmuş gibi güldüm. “Girdap ciddi ciddi bunu yapıyor yani?” Kapsül kahveleri kutudan çıkarırken bir gözüm Gurur’daydı. “Espresso mu Cappucino mu?”
“Espresso, teşekkür ederim.” Dirseğini mutfak masasına yasladı, yüzünü avucunun içine koyarak ilgiyle beni izlemeye başladı. “Evet, Muşta bu huyunu bırakmazsan seni silkelerim dedi ama Girdap gizlice yapıp içmeye devam ediyor.”
Kapsülleri tezgâhın üzerine koyup kahve makinesinin arka kısmına şişe suyu doldurdum. Kapsülü yerleştirip düğmeye bastıktan sonra Gurur’a doğru dönerek tezgâha yaslandım. “O kızla ilgili bir gelişme oldu mu?” diye sordum, sanki bizi kazayla ilgili şeylere götürecek konulardan bile bile uzak duruyordum. Gurur fark etmiş gibi bana uydu.
“Girdap’ın eski sevgilisinden mi bahsediyorsun?”
“Evet.”
“Artık girip onunla ilgili şeylere bakmıyor. Boyunun ölçüsünü aldı.” Gurur üzgün gözlerle bana bakınca bu konunun Girdap’ı üzdüğü kadar arkadaşlarını da üzdüğünü fark ettim. İlk kahveyi kupaya doldurup onun önüne bıraktım, tekrar, “Teşekkürler,” diyerek kahve kupasını iki avucuyla kavrayıp kendisine doğru çekti. Bir diğer kahveyi hazırlamak için sırtımı ona döndüğümde, “Bitik hâldeydi,” dedi yavaşça. “Girdap’ın hiç toparlayamayacağını bile düşündük.”
Huzursuzlukla yerimde kıpırdanırken, “Sanırım ben bile bunu düşündüm,” diye sessiz bir itirafta bulundum. “Perişandı.”
“Toparlıyor. Artık durumuyla dalga geçmeye başladı. Yine içinde onu dürten, içini sıkan şeyler tabii ki vardır ama en azından, o zamanlar olduğu kadar kötü durumda değil.”
Kahve kupanın içini koyu bir şerit şeklinde akarak doldurmaya başladı.
“Size sahip olduğu için şanslı. Tabii yaşadıklarını düşününce, ona şanslı demek de komik oluyor.”
Gurur ne düşündüğümü merak ediyor gibi tüm dikkatiyle sırtımı izliyordu, bunu hissedebiliyordum. Gözlerinin ağırlığı doğrudan sırtımdaydı. Sanırım artık kazadan, kaza öncesinden ve birbirine girdiği hâlde her şey yolundaymış gibi devam eden hayatımızdan bahsetmemiz gerektiğini düşünüyordu.
Onu düşündüm.
İlk zamanlar soğukkanlılıkla yaptığı planlar, bana asla güvenmemesi, beni iş birliği yaptığı bir düşman olarak görmesi… Hepsi dün kadar yakın, bugün kadar benimleydi. Şimdi birbirimize bu kadar yakın mesafede duruyorken ve hayatlarımız birbirine doğru bakan ay ile güneş gibi birbirini tamamlıyorken, artık düşünmek eskiden olduğundan da zordu. Daha zordu. Artık ne o soğukkanlı planlar kurabiliyordu ne de ben ona duyduğum nefret yüzünden kendisini tehlikeye doğru savurduğu planlara uyabiliyordum.
Kupayı yavaşça alıp dumanı tütüyor olmasına rağmen bir yudum aldım ve kahvenin sıcaklığı dilime yayılarak canımı yaktı. Sessizce ona doğru dönerken, “Aklındakini söyle,” dedim. “Öylece beni izlediğine göre aklında bir şey var.”
“Şu an canını sıkacak şeylerden bahsetmek istemiyorum,” dedi kahveden bir yudum almadan hemen öncesinde. “Sadece, kazada yüzde iki yüz suçlu olan tır şoförünü bulacağımızdan yana şüphen olmasın.”
“Kusurlu olanın o olduğunu biliyorum. Üstüne yardım etmek için gelmedi bile. Muhtemelen direksiyon başında uyuyordu.”
Gurur, tüm tehlikenin içimde çağlamasına neden olacak o cümleyi kurdu: “Zeliha, Isparta’nın sadece dağına giden bir yola o istikamette ilerleyen bir tır asla girmez.”
İnsanın üzerine mutsuzluk bir kez yağmaya başladığında, mutluluğun ne kadar kıymetli, ne kadar ender rastlanan ve yaşandığı andan birkaç saniye sonra tamamen kaybolan bir şey olduğunu anlıyordu. Sanki elimi hangi mutluluğa uzatsam, o mutluluk rengini kaybediyor, yanıp küle dönüyordu.
Mutsuzluğun birdenbire üzerime çöktüğünü hissettim.
Bazı insanları içine attıkları çürütürdü, bazılarını ise üzerine atılanlar. Sanırım ben üzerime atılanları toplayıp içime atıyordum.
“Cellat senin başını keserse, önce kendi elleri kirlenir.” Gurur’un bu cümlesinden bir anlam çıkaramadığım için daldığım boşluktan çıkarak ona çaresizlikle baktım. Keskin gözleri gerçeklikle parlıyordu. “O tır öylesine orada değildi ama o tırı kullanan cellat da değildi. Biri başkasının elinin kirlenmesini istedi.”
“Bunu birinin yaptırdığını mı düşünüyorsun?” diye sordum, ruhumu kusup yere dökülen parçalara iğrenerek bakmaya başlamıştım.
“Paranoya yapıyor gibi görünebilirim ama düşüncem bu yönde. Gecenin o saatinde, hatta neredeyse sabahın o saatinde, gidebileceği hiçbir konumu olmayan, rotası belirsiz bir tır neden birdenbire o yola girdi?” Öylesine yoldan geçip anlık olarak Gurur’un zihninde konaklayan düşünceler değildi bunlar, doğrudan Gurur’un zihninde var olmuş bir düşünceydi.
Kalbim korkuyla çarpıp, düşüncelerim aksini bana kanıtlamak ister gibi birbirine çarpıyordu ama kalp atışlarım bir köşeye sinerek saklandı. Tüm soğukkanlılığımla ona bakmaya devam ettim. Korktuğumu görüyorsa bile görmüyor gibi davranmaya devam etti. Sabit bakışları yüzümü bir müddet daha inceledikten sonra tekrar kahvesini yudumladı.
“Ortalık iyiden iyiye yangın yerine döndü,” dedi sessizce.
“Biri bitmeden bini başlıyor.”
“Doğru söze ne denir,” dedi alayla ama gözlerinde alaydan eser dahi yoktu.
“Nasıl ortaya çıkaracağız peki?”
“Bu gece onunla ilgileneceğim. Gece tesise gelebilir misin? Seni istediğin yerden alırım istersen.”
“Babam geceleri Antalya’ya dönüyor, sorun çıkmaz. Gelirim. Peki neden tesise gidiyoruz? Bir şey mi oldu?”
“Mobese görüntülerine sızmaya çalışacağız. Normalde dağlık alanda mobeseler olmuyor, askerî alan olarak geçtiği ve bizim tarafımızdan korunup bize ait bir alan olarak görüldüğü için belli makamlar orayı izleyip denetleyemiyor. Ama bu daha kıdemlilerimizin zaten dağların güvenliği için her gece kayıt almadığı gerçeğini değiştirmez.”
Büyük ellerini masanın üzerine koyunca gözlerim çizikler ve yaralarla dolu ellerine kaydı. Tüm düşünceler sustu çünkü gözlerimi ellerinden ayıramadım. Mahvolmuş hâldeydiler.
“Bir şekilde görüntü alacağız. Tırın plakasını ya da en azından hangi markanın hangi modeli olduğunu bilsek yine elimizde bir şey olmuş olacak. Eğer kameralara bizi hastaneye götürdükleri andan sonrasında da yansıyorsa, bu işte bir bit yeniği var demektir. Bildiğim kadarıyla dağda başka çıkış yok. Oraya yanlışlıkla giremez. Diyelim ki girdi, uyuyan biri öyle kafasına göre giremez, uyumayan biri de durup yardım eder. Bizi doğrudan yok saydı.”
Tam ağzımı açacaktım ki birdenbire kapının zili çalınca konuşma dağıldı. Gerilerek omzumun üstünden mutfağın çıkışına doğru baktım. Gurur oturduğu yerden kalkarak koridora çıktı, ben de arkasından çıktım. Yener kapıyı açarken Pars meraklı bir şekilde kulaklarını dikmiş kapıya bakıyordu.
“Yorgi neden kapıda?” diye bağıran kişi Ayça’ydı, Yener’i iterek içeri girerken Pars kulaklarını oynatarak geriye doğru kaçtı çünkü bu kaçık turuncu kadının şu an ileri seviyede tehlike arz ettiğini anlamıştı.
Yener korkarak bir bana, bir Gurur’a baktıktan sonra gözlerini kapıya çevirdi ve kapının diğer ucunda bir kişinin daha olduğunu kavramama neden olan bakışlar yüzüne hızla yayıldı.
Simge, Yener’in yüzüne bakarak sessizce, “Onu tutmaya çalıştım ama…” diye fısıldayınca Yener sertçe yutkunup başını hızlıca aşağı yukarı salladı.
Ayça işaret parmağını bana uzattı. “Yorgi’yi çöpe koymaya mı karar verdin? Koca Yorgi’yi attın mı? Bu ne demek? Arkadaşlığımızın fesihnamesini imzaladım mı demek? Her şey bitti, yollarımız ayrıldı, artık dost değiliz mi demek?”
“Ben koymadım,” dedim ellerimi kaldırıp Ayça’yı durdurmaya çalışarak. Çileden çıkmış gibi Gurur’a bakıp, işaret parmağını sallayarak Gurur’u işaret etti.
“Bu peygamber devesi aramıza mı girmeye çalışıyor? Bu mu attı Yorgi’yi evden?”
“Portakal Cini, bir dur da dinle istersen,” dedi Gurur gözlerini devirerek.
“Ayy. Yoksa seni evden mi attı, Zeliha? Seni evden mi attı? Evimize mi dönüyorsun? Yorgi’yi kapı dışarı ettiği gibi seni de attı ve ondan sonsuza dek ayrılarak bana mı dönüyorsun?” Ayça tekrar kaşlarını çattı ve Gurur’a pis pis baktı. “Arkadaşımı mı terk ettin? Sırf dağınık, çıkardığını bıraktığı yerde bırakıyor, biraz pasaklı, yemek yapmasını beceremiyor ve götünü hep birisi toplamak zorunda diye bıraktıysan adam değilsindir.”
“Sağ ol, teşekkür ederim,” dedim düz bir yüz ifadesiyle.
Simge kapıyı kapatırken Yener onu izliyordu.
Ayça yüzüme doğru yaklaşıp, “Kovulmadın, ayrılmadınız, ilişkiniz tam hızıyla devam ediyor, eve dönmüyorsun ama Yorgi dışarıda. Bunu açıklamaya ne dersin?” diye sordu.
“Yorgi’nin bacağına Pars işedi, ondan attılar onu dışarı. Kuru temizlemeye gidecekmiş,” dedi Girdap çenesini koltuğun sırt kısmına yaslayıp bir çocuk gibi bize alttan alttan bakarak. Pars, sanki onu anlamış gibi ona doğru dönerek havladı ve Ayça’nın gözleri büyük bir hızla Pars’a döndü.
“Umarım sen Leon falansındır. Yoksa bu kadar yakınımda olman pek hayrına değil, kara çocuk.”
Leon suçsuzluğunu ve kim olduğunu kanıtlamak ister gibi merdivenlerin başından havlayınca Pars uzun, sivri kulaklarını geriye yatırarak Ayça’ya bakmaya başladı. Mükemmel bir şekilde suçluluk psikolojisine girerek korkusunu gösterebiliyordu.
“Yani sen benim sevgili Yorgiciğimin bacağına işeyen çocuksun, öyle mi?”
“Tek akıl sağlığı olan insan yok etrafımda, müthiş bir olay. Sanki kocaman bir kliniğin içinde birbirine komşu odaları olan bir sürü deliyiz. Harika,” dedi Girdap önüne döndükten sonra kollarını açıp koltuğun sırt kısımlarına doğru uzatarak.
“Bana deli mi dedi bu?” diye sordu Ayça çatık kaşlarla.
Ayça’nın sorusuna, “Haksız da sayılmaz mı sanki?” diyerek soruyla karşılık verdi Gurur.
Ayça hızla Gurur’a doğru döndü. “Derhâl Yorgi’ye gösterilen bu çirkin davranışın özrü olarak Yorgi’yi Isparta’nın en pahalı ve lüks olan, en iyi makinelerin kullanıldığı kuru temizlemecisine götürürsen sevinirim. Fişi getirmezsen, fişte güzel bir meblağ görmezsem, kuru temizlemeci diye götürdüğün yerin vasat olduğunu öğrenirsem, Kahraman amcacığımı koluma takar, buraya getirir, seni artık dürdürüp nereye soktururum inan bilemiyorum peygamber devesi.”
“Biraz kırıcı konuşmalarda bulunuyorsun, ileride enişten olabilirim ve yeğenlerin bana baba diyebilir. Ayrıca ben Kahraman Baba’dan hiç korkmuyorum, sen yanlış anlamışsın, araştırmanı öneririm.”
Babama baba demesi donup kalmama, hatta kalbimin egzozu patlak araba gibi öttüre öttüre, vurdura vurdura çarpmasına neden olurken hareketsizdim.
“Seni hain, zavallı, işgüzar, işe yaramaz fasulye sırığı. Kahraman amcacığıma baba diyerek bu salak arkadaşımı eritebilirsin fakat beni asla. Ben yemem. Takarım koluma, getiririm buraya, ben yemem ama Kahraman amcam yer mi gargara yapıp seni şöyle balgamlı şap diye tükürür mü, etini kemikten mi ayırır bilemem.”
Bana baktı.
“Toparlan Allah’ın belası!” diye bağırdı komik bir sesle. “Şu girdiğin hâllere bak, senelerdir evde kalmışsın, koca bulamamışsın, turşu bidonu olmuşsun gibi tavırlara bak. Erime hemen. Bir duruşun olsun. Dik dur biraz.”
Ayça parmağını sallayarak Yener’e döndü ve bir an durdu. “Ne bakıyorsun salak? Ağzının kenarında hoşur hoşur yediğin elmanın artığı kalmış midemi bulandırdın, çekil. Yıkıl karşımdan.”
Yener parmağıyla ağzının kenarındaki parçayı alırken şok olmuş gözlerle Ayça’ya bakıyor, Simge bıyık altından gülerek ikisini izliyordu.
“Salak, git yüzünü yıka, çapaklı suratınla elma yemiş bir de nimeti ellemiş pislik.” Ayça, Yener’i iterek geçti. “Gidiyorum ben. Canım Kahraman amcacığım birazdan otobüse binerek Isparta semalarına gelecek, umarım canına susayanlar susuzluğunu gidermek için herhangi bir gaflete düşerek bizim evin olduğu sokaktan geçerler.”
Ayça çıkıp gitti, kapıyı arkasından kapattık ama koridorda bağırarak, “Özür dilerim, Yorgi! Yorgi sen bunları hiç hak etmedin!” diye ağladığını duyduk…
“Regl öncesi galiba,” diye fısıldadım Simge’ye bakarak.
Simge gözlerini kırparak başını salladı. “Evet. Evden kendini pembe montuna sarılıp omzuna çantasını takmış Leyla gibi aceleyle atmadan önce senin odana girdi, yatağını boş görünce yorganına sarılarak beni terk etti diye ağladı.”
Yener kendini tutamadı, bu onu güldürdü. Kahkahasını duyan Simge ona doğru dönerken o da gülümsüyordu. Yener bir süre gülerek Simge’ye baktıysa da gözlerini hızla ondan kaçırdı ve “Ben bir yüzümü yıkayayım,” diyerek merdivenlere yöneldi.
⛓️
Öğlene doğru kar yağışı durmuştu ve şehir artık bembeyazdı. Eymen ve babam çoktan gelmişler, hatta babam bizi yemeğe götürmeyi teklif etmiş, ben pek istemesem de kızların ısrarı üzerine kabul etmiştim. Geldiğimiz restoran şehrin yüksek kısımlarındaydı, bu yüzden şehri kaplayan beyaz örtüyü daha net görebiliyorduk. İçerisi sıcak ve lükstü. Kahverengi ile altın tonlarında dizayn edilmişti. Tepemizdeki sarmaşık şeklindeki halatlarda sarı ampuller vardı. Babam cam kenarındaki masayı bilerek seçmişti çünkü şehri izlemek istiyordu.
Babam, Eymen’in Antalya’da kaldığı evi çok beğendiğini söylemişti, bu gece de birlikte Antalya’ya döneceklerini biliyordum. Bu benim için iyiydi çünkü Gurur ile birlikte tesise gitmem gerekiyordu. Başıma örülmüş çorapların fazlalığından kafamdaki basınç da artmıştı; biri kafama üst üste çorap geçirip duruyordu.
Ne zaman biteceğini, nasıl sonlanacağını, her şeyin sonunda beni neyin beklediğini düşünürken önümdeki yemeğin soğuduğunu fark etmedim bile.
Babam, “Gitmeden sana yeni bir telefon alacağım, Zeliha,” deyince annem de ben de Simge de donup kaldık. Eymen ne olduğunu anlamaya çalışır gibi üçümüzü izliyor, bakışları kısılmış o sivri bakan mavi gözleriyle bizi didikliyordu. Eymen’in bakışlarından rahatsızlık duyarak, “O konuyu hallettim, baba,” dedim kara zorla. İşte şimdi Eymen’in dikkatini çektiğim gibi, babamın da dikkatini çekmiştim.
Şüphelerinde haksız çıkmak istiyor gibi bakan babam, “Nasıl hallettin?” diye sordu tek kaşını kaldırarak.
“Kullanıcısı olduğum marka, kazalarda veya hırsızlıklarda bize yenisini gönderiyor,” dedim profesyonelce. Bir avukatın profesyonelliğinden çok, babasının karşısındaki bir kızın profesyonelliği vardı yalanımda.
Eymen böyle bir şeyin mümkün olmadığını söylemek ister gibi ağzını açacaktı ki Simge her ne yaptıysa Eymen birden susarak Simge’ye baktı. Simge’nin, Eymen’in ayağını çiğnediğine emindim. Keşke kafasını da çiğneseydi. Birbirlerine manidar bir bakış gönderdiler. Bu Simge’nin, seni sıçan, senin de bende sırların var, ağzını aç da hepsini döküleyim bakışıydı.
“Böyle bir şey mi varmış?” diye sordu babam hayretler içerisinde.
“Var tabii, sabah erken saatte eve bir paket geldi. Ayça bildirisini yapmış kazanın, hemen bir gün içinde onay gelmiş, kargolamış şirket,” dedi annem. “Sen ne anlıcen len, ye yemeni işte.”
“Sen ne bene bağırıp durun iki gündür?”
“Saklayıveren kimdi kızımın kaza ettiğini?”
“Bağırma bene.”
“Höst, sen bağrınma asıl. Ye yemeni, sıkıştırıp durma eniklerimi.”
Babam, annemi yok sayarak, “Ayça, iyi etmişin kızım,” dedi ve Ayça’ya gülümsedi.
“İyi ettim tabii, Yorgi’ye kötülükler ediliyordu ama ben iyilikler ettim,” dedi Ayça dalgın bir şekilde önündeki salatayla oynarken.
“Ney?”
“Yorgunum dedi baba,” diye atladım hızla. “Kafası yerinde değil hiç. Proje hazırladı ya, ondan…”
“Heee.”
“He ya,” dedim birden ağzım topraklarıma kaymıştı. “Diyom ona hep baba, dinlen diyom anlamıyo beni, dinlenmiyo. Biliyon pimpirikli, başak burcu hep, ondan…”
Babam gözlerini birdenbire kıstı. “Zelya, sen bene yalan mı atıveriyon, neden birden ağzın kaydı senin, sen bene yalan mı atıveriyon?”
“Heyheylerim geliyo, heyheylerim toplu geliyo, yahu adam salsana kızımı. Sen niye bu kadar debelenip duruyon desene bi bana,” dedi annem, sandalyeyi kaydırıp babama doğru dönerek oturdu.
“Ağzımı açtırme Güllü, bak benim ağzımı açtırme.”
“Güllü dip durma bana, Gülbahar benim adım.”
“Güllü decem, sus, gıcıkım kızına da sana da böğün. Hepinize gıcıkım.”
“Vardır bi sebebi vardır. Karamaan, söyle, derdini söyle bene.”
“Sevdalık yapmış kendine borda. Beş para etmez, boyu uzun kavak ağacı gibi, yöreği var mı sanmam, ipdurur ne iş yapar, gomandoyimiş, yöreksiz.” Babam söylenerek çatalını tabağa fırlattı. “Bene o sıfatsızı hatırletmeyin. Keçiler gelir gitmez, dellendirmeyin.”
Babamın çoğunlukla sinirlendiğinde şivesinin kaydığını bildiğimden sesimi çıkarmadım. Demek ki bu kez gerçekten çok sinirliydi.
“İyi insan lafın üstüne gelir, canım eniştem geldi,” dedi Eymen birden kapıya doğru bakarak. Babam tam Eymen’e vurmaya yelteniyordu ki, sanki Eymen’in haklı olduğunu görmüş gibi donup kaldı. Restoranın kapısı açılıp kapandı, rüzgâr çanları birbirine çarptı ve bakışlarım usulca sesin geldiği yöne çevrildi.
Gurur’un gözlerinin bize dokunduğunu gördüm. Kamuflajının içindeydi, arkasından üç kamuflajlı asker daha girdi ama daha önce gördüğüm askerler değildi. Çok geçmeden kapı bir kez daha açıldı, Yener ve Girdap da kamuflajlarıyla içeri girdiler ve herkes restorana giriş yapan askerlere bakmaya başladı.
“Ülen bu… Bu herif benden bir temiz sopa istiyor.” Babam yerinden kalkacakken babamın eline uzanarak, “Sakin ol, insanlar yemek yemeye gelemez mi baba?” diye sordum sakince.
“Seni görmeye geldi bu kavak ağacı.”
“Ya benim burada olduğumu nereden bilsin? Kuşlar söyleyecek değil.”
“Bir de formalarını giymiş de gelmiş, bana hava atıyor. Hava etsin ne olacak be, korkak. Hey gidi hey, traktörle üzerinden geçerdim de senin ben…” Babam kafasını sallayıp el kol yaparak Gurur’a doğru, “Ne bakıyon len?” diye sordu.
Kafamı kuma gömmek, olduğum yerde bayılmak ve bu olanları görmemek istiyordum.
Annem sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi, “Kim o adam, Kahraman?” diye sordu ciddiyetle, bu sırada benimkilerin ikizi olan gözler Gurur’daydı, birkaç metre ötemizdeki masaya yerleşen askerleri izliyor gibi görünse de doğrudan Gurur’a bakıyordu.
Babam parmaklarıyla masada ritim tutmaya başladı. Mavi gözlerindeki soğukluğu da öfkeyi de görebiliyordum ama o mavi, derin gözlerde saklanan tek duygular bunlar değildi. Onun öfkeli hâllerini de bilirdim, bu öfkeden çok çocuksu bir kıskançlık gibiydi; hâlâ ona borçlu hissettiği Kahraman Özdağ’ın mavi gözlerinden okunuyordu.
“Sana kızın anlatsın,” dedi babam ciddiyetle, ardından buz kırıkları gibi görünen engin mavi gözlerini bana çevirip, sanki düşüncelerimin arasına kendi düşüncelerinin kanına bulanmış bir bıçak saplıyormuş gibi gözlerimin içine baktı. “Anlat annene. Ben anlatırken kuruluyorum.”
“Ben sana sordum, Kahraman.” Annem dirseklerini masanın üzerine yaslayıp Gurur’a sapladığı bakışlarını geri çekerek babama çevirdi. “Senden duymak istiyorum bu oğlanın kim olduğunu.”
“Elbet anladın, bir de söyletecek misin? Dedim ya az önce…”
Annem, sanki babamın çocuksu kıskançlığını körüklemek istiyor gibi, “Erkek arkadaşın mı?” diye sordu bana doğru dönüp, gözlerinde ona eşlik etmemi isteyen bir çağrıyla bana bakarak.
“Evet,” dedim, babam olduğu yerde kabardı, bedeni resmen genişleyerek büyüdü ama çıtını çıkarmadı. Birkaç kez homurdanarak gözlerini önündeki tabağa mıhladı ve asla bakışlarını kaldırıp bana dokundurmadı.
“O hâlde neden gelip bizimle tanışmıyor?”
Babam hâlâ gergindi ama bu soruyu duyunca gerginliğinin daha da korkunç bir şeye dönüştüğünü gördüm. Hızla, “Ne tanışmasıymış? Ben sizi yemeğe getirdim. Bene ne ondan?” diyerek kestirip attı. “Onda şu kaşığın içi kadar yürek olsa, heh bak, şuncacık yürek olsa zaten karşıma geçer derdini anlatırdı.”
“Huylu domuz huyundan vazgeçer mi? Vazgeçmez. Senin baban böyle olduğu sürece sen benim başıma kalacaksın, Zeliha.” Annem ortamı yumuşatmak istiyor gibi gülse de ortam bir türlü yumuşamıyordu.
Dudaklarımı atkımın içine gizleyerek alttan alttan Gurur’un olduğu masaya doğru baktım. Burada olduğumuzu biliyor muydu yoksa gerçekten bir rastlantıdan mı ibaretti bilmiyordum. Rastlantı olması imkânsız geliyordu çünkü dağ domuzu ciddi yaralanmıştı ve birden kamuflajlarını giyip tesise dönmüş olamazdı.
Burada daha çok babama karşı yapılan bir boy gösterisi var gibi gelmişti bana.
Gurur hiç beklemediğim bir anda oturduğu yerden kalktı. Ben daha aklından ne geçirdiğini düşünme şansı bulamadan bizim masamıza doğru yürümeye başladığını gördüm. Onun gelişini ilk ben, benden hemen sonra Eymen, sonrasında da babam fark etmişti. Babamın kafasındaki tüm saçların öfkeden ya da başka bir şeyden diken diken olduğunu gördüm. Sanki vücudundan bir milyon volt elektrik geçmiş gibi kirpiye dönüşmüş, gözlerini Gurur’a dikmişti ama yorum yapmıyordu.
Ben daha ne yapacağımı kestirememişken Gurur’un adımları masamızın önünde durdu, kesilen ayak seslerinin yerini restoranın içindeki çatal, kaşık ve sohbet eden insanların uğultulu sesleri aldı. Kafamı kaldırıp gözlerime inanamıyormuş gibi Gurur’a baktım. Bu herifin aklıyla zoru mu vardı?
“Merhaba efendim,” dedi Gurur ağzını yeni icat edilmiş bir küfrü ortaya sunmak üzere olan babamın gözlerinin içine, tam merceğine bakarak. “İzninizle oturabilir miyim?”
“Ayakta dur da kefeninin ölçüsünü alayım, daha kolay olur,” diye fısıldadı babam ama annem dirseğiyle boşluğuna vurunca susup sadece düz düz Gurur’a baktı.
“Buyurun tabii ki,” dedi annem karşısındaki sandalyeyi işaret edip gözlerini Gurur’a sabitleyerek.
“Teşekkür ederim efendim.” Gurur başını saygılı bir şekilde indirip kaldırdı, bu daha çok bir askerin üstünü selamlamasına benziyordu. Simge ile birbirimize kısa bir bakış attıktan sonra ikimiz de Gurur’a doğru döndük. Çolpan, Maria, hatta Gurur’un can düşmanı Ayça bile sessizdi; herkes put kesilmiş birbirini izliyordu. Ortamda garip bir sessizlik oluştu.
“Öncelikle rahatsız ettiysem özür dilerim.” Gurur’un bu cümlesi, Eymen’in dalga geçer gibi bir kıkırtı sesi çıkarmasına neden oldu ama babamın yüzündeki çelikten dayak atarım ifadesi Eymen’i hemen susturdu. Babam tek kelime dahi etmeden Gurur’u izliyor, sadede gelmesini bekliyor gibi kaşlarını çatıyordu. “Geçen seferki olay yüzünden kendimi suçlu hissediyorum. Öncelikle bu konu hakkında sizden gerçekten özür dilerim. Hazırlıksız olduğum bir ânımdaydı ve size duyduğum saygı, yaşadığım şok nedeniyle böyle bir saçmalık yaşattım size.”
Babam kaşlarını alay eder gibi kaldırınca Gurur ona dikkatle baktı.
“Özür dilerim,” dedi. “Uzun zamandır bir babaya nasıl yaklaşılır bilmiyorum efendim.”
Sanki kurduğu bu parçalayıcı cümlenin üzerinden bin asır geçti; insanlar doğdu, yaşadı ve öldü, zaman değişti. Göğsümü ağrıyla dolduran korkunç bir gecenin içinden tek bir duayla sağ çıkmışım gibi hissettim. Gurur’un elinde bir rende vardı da kalbimi o rendeden geçiriyordu sanki. Gözlerim nihayet Gurur’dan ve onun çekingen bakışlarından ayrıldığında, babamın yüzüne engelleyemediği çok net belli olan bir şaşkınlığın ve sakinliğin çöktüğünü gördüm. Sessizce Gurur’a bakarken artık gözlerinde taş kaynatan bir öfke yoktu.
“Eğer tavrım nedeniyle gözünüzde asla gelmek istemeyeceğim bir yere geldiysem, önce sizden sonra da izniniz olursa kızınızdan özür dilerim.” Beni hırpalayan çekingen bakışlarını görmek için yeniden ona baktım. “Daha önce içinde hiç bulunmadığım bu duruma nasıl tepki verilir bilmiyordum fakat izin verirseniz bunu öğrenebilir, o günkü kabahatimi affetmenizi sağlayabilirim. Çünkü mahcup oldum ve utandım.”
Gurur bir süre babamdan cevap bekliyor gibi sustu. Babamın gözlerinin içine bakıyor, sanki tıpkı benim gibi o da babamın şu an ne düşündüğünü merak ediyordu. Babam hâlâ sessizdi. Sadece büyük bir sakinlikle karşısında oturan koca adamı izliyordu. Mavi gözleri durgun bir denizle aynı görüntüye sahipti.
“Ben Gurur Mert Çalıklı. Otuz iki yaşındayım, dağcı komandoyum. Şu anki rütbem Yüzbaşı’dır. Kızınızın erkek arkadaşıyım. İzin verirseniz erkek arkadaşı olmaya devam etmek istiyorum fakat söylemem gerek, izin vermeseniz bile olmaya devam edeceğim. Çünkü kızınızı seviyorum ve kızınızla ciddi düşünüyorum.”
O an kendimi ikiye böldüm: O an ben iki kişiydim. Kahraman Özdağ’ın kızı, Gurur Mert Çalıklı’nın sevgilisi. Kendimi ikiye böldüm ve iki kişi olup dinledim, gördüm, hissettim.
Kulaklarım uğuldamaya başladı.
“Bana kanınızı verdiniz, bana yaşam verdiniz. Şimdi belki de sizin canınızı sizden istiyor gibi görünüyorum, biliyorum. Beni affedin ve size minnettar olduğumu lütfen bilin.”
O an düşündüm. Ben şimdi içimdeki bu âşık kadını nasıl zapt edeceğim diye çok düşündüm.
“Yanlış anlamalara neden olduğum, en önce kızınızı, sonrasındaysa sizi hayal kırıklığına uğrattığım için pişmanım. Tekrarı olmayacak.” Başını önüne eğdi. “Tekrarı olursa, bana yapacağınız her şeye şerefim ve namusum üzerine yemin ederim ki razıyım. Buna beni traktörle ezme isteğinizi kayıtsız ve şartsız kabul edecek olmam da dahil.”
Beni seviyor muydu? Gerçekten seviyor muydu? Aramızdakileri son âna dek birbirimize söylememeye dair sessiz, dillendirilmemiş bir yemin etmiştik. Ama bir yanım, zapt edilemez bir şekilde bu sevgiyi istedi. Bu sevgi için kalbimi tırmalayıp göğüs kafesimi parçalayarak bana yalvardı.
“Ben Gülbahar,” dedi annem birdenbire. “Zeliha’nın annesiyim.”
“Memnun oldum efendim,” dedi Gurur kısaca gözlerini kaldırıp anneme baktıktan sonra başını yeniden önüne eğerek. “Şimdi buradan gidiyorum. Huzurunuzu kaçırdıysam özür dilerim.”
Gurur tam ayağa kalkıyordu ki babam, “Otur bir çorba iç,” dedi Gurur’a bakmadan kaşığını eline alırken.
Yine sessiz kaldım ve sadece Gurur’a bakmaya devam ettim. O çorbayı içene, babam ona hiçbir şey demese de o babama birçok şey söyleyip masadan ayrılana, hesabımızı ödeyene ve restorandan çıkana kadar hiç konuşmadım. Babamın onunla ilgili yorumu olmadı, tek kelime etmedi, öfkesi yeniden gelecek ve ona saydıracaktı, biliyordum ama o an için babam, belki de o anlığına sanki onu sevdi. Hiç söylemedi ama onu kabullendi. Burnundan getirecek olsa bile…
Hiçbir şey söylemeden masadan kalkıp restoranın dışına çıkarken artık babama nereye gittiğimi belirtme gereği duymamıştım çünkü kulaklarım uğulduyordu. Gri bulutlar göğe usulca çöktü, gitgide yere yaklaşıyor gibi görünen bulutların içinden dökülen kar parçaları saçlarıma tutunmaya başladığında, restoranın arkasındaki karlı çayırda sigara içen Gurur’u gördüm. Yalnız başınaydı. Girdap ile Yener hâlâ restoranın içindeydiler ama Gurur, sanki içeride nefes alamıyor gibi kendini dışarı atmıştı.
Beni gördüğü an sanki kafamdan her şeyi silmek istiyormuş gibi sırıtıp karların içinde koca bedeniyle, yaraları ve acılarına rağmen zıplayarak, “Altıma sıçtım, altıma sıçtım!” diye bağırdı. “Az daha bayılacaktım, kafam çorbanın içine girecek, baban benden ölene kadar nefret edip her traktöre bindiğinde üzerimden geçtiğini hayal edecek diye çok korktum!”
Babama söyledikleri usulca süzülerek saçlarımıza, kirpiklerimize, kıyafetlerimize tutunan kar taneleri gibi içimize tutundu, işledi ve eriyip gitti. Tek kelime etmeden sadece kahkaha atarken aslında söylediği her şey, şu an o suçlu çocuk bakışlarına ve beni delice güldürüyor olmasına rağmen içimde çok büyük, köklü, ölene dek benimle olacağını bileceğim türden bir yer edinmişti.
Gurur başını hafifçe yana eğdi, gözünü bile kırpmadan bana bakmaya başladı. Hâlâ gülüyordum ve kar taneleri artık döne döne yağıyordu. Ona yaklaştım, bir an düşünmek bile istemeden onun kollarının arasına girip kollarımı beline sardım ve “Gözümde ödlek olmamak için mi yaptın bunu?” diye sordum sessizce.
“Hem öyle hem de babana kendimi kanıtlamak istedim.” Alnını alnıma bastırıp yutkundu. “Biraz canım acıyor açıkçası, bacaklarımdaki kesiklere sürtüyor kamuflajın kumaşı. Ama babanın gözlerinde bir anlığına büyük bir adam olduğumu görmek, tüm acılara değermiş. Bir babanın gözünde büyük bir adam olmak, çok güzel şeymiş.”
Keşke, dedim kendi kendime. Keşke sen içimi böyle kendinle yontmasan. Kalbimde senin portren var artık.
Kendimi onun yanında güvende hissediyordum. Her şeyi onun yüzünden yaşamış veya yaşayacak bile olsam, bu güven duygusu sarsılmaz bir temel gibi içime atılarak köklerini ruhuma salmıştı.
Gözleri gözlerimdeyken onu gerçekten sevdiğimi tekrar ve tekrar, durmaksızın hissettim.
Kalbimi genişleten bir duyguydu. Kalbimdeki tüm duvarları çatlatarak genişletiyor, duvarları parçalıyordu; doğrudan kalbimin içindeydi ve kalbimin içiyle beraber her zerremdeydi. Babama öylesine söylemiş olabilirdi, belki içinde bu hisler vardı, belki daha da büyükleri vardı ama bunu bir itiraf olarak kabul etmiyordum.
Henüz birbirimizi sobelememiştik.
Henüz birimiz yenilgiyi kabul ederek diğerini sevdiğini ona haykırmamıştı.
Son âna kadar bu rekabet sürecekti.
Ama şimdi anlıyordum, beni sevdiğini bana değil, başkasına, öylesine bile olsa söylediğinde hissettiğim şeyden sonra anlıyordum; onu uçsuz bucaksız, dip köşe, sınırsızca seviyordum.
Restoranın arka tarafına önce Simge, arkasından da Yener ile Girdap geldi. Yağan karın altında Gurur beni usulca kollarından azat ederken arkadaşlarıma doğru döndüm. Simge, “Amcam muhtemelen kimin yanında olduğunu biliyor ama sadece hava almaya çıkmışsın gibi davranıyor,” dedi gülerek. Gözleri Gurur’a çevrildi. “Şimdilik yırttın gibi bir şey.”
“Senin için ev baktırıyorum,” dedi Gurur, Simge’ye. “Sanırım burada kalıcı olacaksın.”
“Teşekkür ederim, iyi olur.” Simge koluma girerken, “Maria’yı da yanıma almak istediğimi söyledim ama Ayça yine ağlamaya başlayıp babaannemin koluna yapıştı ve o da giderse Yorgi’ye yaptığı gibi Pars’ın kendisinin de bacağına işemesinde bir sakınca görmeyeceğini, Maria’nın onlarla kalmasının kendisinin duygusal sağlığı için şart olduğunu söyledi…” dedi gülerek. “Açıkçası benimle olması daha doğru olur gibi geliyordu ama Maria senin odanda kalıp evde senin ödemen gereken şeyleri ödediği için, kızlar onunla mutlu. Hem onu seviyorlar da.”
“Babaannemin bana yakın olması daha iyi. Birkaç adım ötemde olduğunu bilmek beni rahatlatır. Hem artık o evde kalmadığım için kızlara faturalar için yardım edecek biri lazımdı. Maria onlara iyi bakıyor. Ayrıyeten Simge, sen de o da birer delisiniz, birinin kıçınızı toplaması gerekiyor. O biri de benim. Yani sizi aynı evde tek başınıza düşünemiyorum.”
“Senin kıçını da Ayça topluyordu ama…”
Yener sessizce bize yaklaştı, gözleri belli belirsiz Simge’ye dokundu, ardından bana çevrildi. “Ben de birkaç ilana baktım sabah sen söyledikten sonra,” dedi. “Birkaç düzgün muhitte güzel ev buldum. Sana linkini atayım istersen, Zeliş.”
Girdap, “Sen link atma bence, en son Muşta’ya dosya linki atacağına kırmızı noktalı site linki attın. Kopyaladığın şeyleri unutuyorsun, sonra başımız belaya giriyor,” deyince Simge eliyle ağzını kapatarak kahkaha atmaya başladı.
Yener, bakışlarını Simge’ye büyük bir hızla çevirip gülüşünü hayretle izledikten sonra çekingen bir tavırla kaşlarını çatarak Girdap’a baktı. “İftirayı bu kadar derinlerimde ve kalbimde hissetmemiştim daha önce.”
Simge, sanki uzun zamandır bunu yapmayı düşünüyormuş gibi, “Yener,” dedi ikilemde kalmış gibi bir ifade takınarak. Yener, ismini Simge’nin dudaklarından ilk kez duyduğunu çok belli eden bir mimikle hızla Simge’ye doğru döndü. Simge bir süre sessiz kaldı. Sadece birbirlerinin gözlerinin içine baktılar ve birbirlerini tanımalarının üzerinden geçen zaman içerisinde, ilk kez birbirlerinin gözlerine bu kadar dikkatli baktıklarını fark ettim.
Sanki Yener bu sese susamıştı, şimdi bu ses bir bardak su gibi önünde duruyordu ama Yener uzanamıyor, o bardağı kavrayamıyor, o suyu içemiyordu. Sadece bardağı ve içindeki suyu izliyordu.
“Linkleri bana atabilirsin,” dedi Simge konuşması gerektiğini fark edeceği kadar çok süre geçtikten sonra. Yener bir an anlayamamış gibi Simge’nin suratına bakakaldı. Simge kaşlarını kaldırıp tekrar güldü ve “Yani ev linklerini,” diye ekledi. “Sonuçta o evlere benim için baktın, değil mi?”
“Evet.” Yener’in sesi düzdü, ruhsuzdu; sanki ses tonu Yener’e aitti ama o sesi kullanan başka birisiydi.
“O zaman sanırım linkleri bana atabilirsin, değil mi?” Simge tek kaşını kaldırıp cevap bekliyor gibi onu izleyen gözlere bakmaya devam etti.
“Sana nasıl atacağım ki?” diye dınkof bir soru soran Yener, Gurur’un da benim de dehşetle ona bakmamıza neden oldu. Neden kıza hâlâ dumanla haberleşilen zamanlarda yaşıyormuş, bir güvercinin ayağına notunun asılı olduğu bir ip bağlıyormuş gibi davranıyordu?
Simge montunun cebinden telefonunu çıkarıp, yüzünde tuhaf bir ifade ve o ifadeyi takip eden çatık kaşlarla telefonu salladı. “Bununla? Tabii telefon numaramı kimseye veremem diyorsan mail hesabımı da verebilirim, oraya gönderirsin…”
“Tabii ki telefon numaramı verebilirim.” Yener, aceleyle ellerini kamuflajının ceplerine soktu, bir süre cebinde bir şey arıyor gibi ellerini cebinde bekletti, sonra birden çıkarıp bu kez arka ceplerine soktu. Simge tam karşısında durmuş, elinde telefon, yüzünde garip bir ifadeyle olduğu yerde çişi gelmiş bir köpek gibi dönüp duran Yener’e bakmaya devam ediyordu. Sanki kemiğini gömdüğü yeri arıyor gibi çırpınan Yener, uzun uğraşlardan sonra cep telefonunu buldu ama neredeyse yere düşürüyordu. Sonunda elleri telefonu sıkıca kavradığındaysa artık gözleri yeniden Simge’deydi.
“Telefonunu bulamadığın zamanlar, üç kez içinden çık ortaya telefon çık ortaya dersen telefonun birdenbire ortaya çıkacaktır,” dedi Simge sinsi bir yüz ifadesiyle. “Ben hemen buluyorum öyle.”
Yener bir çocuk gibi saf saf, “Gerçekten mi?” diye sorunca Girdap da neye uğradığını şaşırmış gibi Yener’e bakakaldı.
“Evet, dene bunu…” Simge sırıttı. “Telefon numaranı verecek misin?”
“Tabii.”
“Yaklaş istersen birileri duymasın.” Simge etrafına bakınıp bir sır verecekmiş gibi Yener’e yaklaştı. “Biliyor musun bir dua var, onu okuyunca karşındakine durugörüyle telefon numaranı falan verebiliyorsun. İstersen şimdi sana durugörüyle telefon numaramı verebilirim. Duayı öğreteyim mi sana?”
Yener bir an tereddütte kalsa da tekrar, “Gerçekten mi?” diye sordu çocuk gibi…
“Tabii ki. Bak şimdi ben duayı okuyup görülerimi açıyorum, sana transfer ediyorum. Bekle. Gözlerimi açtığımda artık numaramı biliyor olacaksın.” Simge gözlerini kapattı, Yener cidden buna inanıyormuş gibi Simge’yi izlemeye başladı. Bir süre bekledi, bekledi, bekledi… Yener bunu hiç yadırgamadı, biz de Simge’nin bu küçük oyununa dahil olmadan sessizce onları izledik. Simge gözlerini açtığında Yener irkildi. “Geldi mi bir his?” diye sordu Simge ciddiyetle.
“Evet, pır gibi bir his oldu.”
“Değil mi? Bak ben demiştim sana!”
“Böyle bir ılıklık, hafiflik, ürperme yaşadım,” dedi Yener şok içinde.
“Telefon numaramı görmek üzereydin resmen!”
“Harbiden mi?” diye bağırdı Yener tıpkı Simge gibi.
Simge gür bir kahkaha atınca Girdap da ona uyarak kahkaha atmaya başladı ama Gurur ve ben neler olduğunu anlamaya çalışır gibi bakıyorduk. Yener ciddi ciddi bu çocukça oyuna inanıp bu kadar heyecanlanmış mıydı? Yener? Otuz bir yaşında olan komando? Hovarda olan? Şaşkınlığımı gizleyemedim.
“Çalışalım bu durugörü meselesini, Yener,” dedi Simge tekrar ciddileşerek. “Sende ışık var, gördüm ben. Alnında kocaman bir ışık belirdi şu an, kimse göremez ama. Sadece ben görebiliyorum. Özel bir yetenek bu. Aynısı sende de var sanırım.”
“Gerçekten mi?”
“Yalan atacak birine mi benziyorum, onu mu kastettin, Yener?”
“Hayır hayır.” Yener, telefonunu Simge’ye uzattı. “Telefon numaranı yazar mısın?”
“İleride çalıştığımızda ve sana durugörüyü öğrettiğimde yazmama gerek bile kalmayacak.” Simge telefonu aldı, ekrana kendi telefon numarasını tuşlayıp kendisini çaldırdıktan sonra telefonu Yener’e uzattı. “Bak mesela telefonun bir daha kaybolursa ve içinden söylediğin tekerleme bulmana yardımcı olmazsa, ne düşün biliyor musun?”
“Ne düşüneyim?”
“Telefon olsam nerede olurdum diye düşün.”
“Nasıl yani?” diye sordu Yener, bu kez gerçekten o da şaşırmıştı.
“Kendini telefonun yerine koy işte, Yener, telefon olsam nerede olurdum acaba şu an diye düşün.”
“İşe yarar mı ki?”
“Herhâlde yani. Empati yapıyorsun telefonla. Empati duygun gelişmemiş mi yoksa senin, Yener?”
“Ge-gelişmiş tabii ki, ben çok empatik biriyim.”
“Güzel. Bu arada biz seninle hâlâ net olarak tanışamadık,” dedi Simge, Yener’e biraz daha yaklaşarak. Elini Yener’e uzattı. “Sence de artık zamanı gelmedi mi?”
Yener ona uzanan ele uzun süre baktıktan sonra usulca elini Simge’nin eline uzattı ve o an, ikisinin de gözleri birbirine ciddi bakıyordu.
“Çoktan geldi,” diye fısıldadı Yener usulca.
⛓️
Tesis ilk kez bu kadar çok soğuktu.
Son yaşananlardan sonra düşüncelerime bir dur diyebilmek istiyordum ama her şey gibi, düşüncelerim de çok aktifti; beni karanlığa sürükleyen varsayımlarda bulunuyordu.
Buraya gelirken arabada Yener olmasına ve aracı kullanırken durmadan beni rahatlatmak için şakalar yapmasına rağmen, özellikle dağ yolunda olmak üzere, yüzümüze vuran her araç ışığında nabzım öyle çok yükseldi ki korkumu gizleyemedim. Gurur bu hâlimi gördüğünde arka koltukta beni kendine doğru çekmiş, sarılarak güvende hissetmemi sağlamıştı ama boşaydı; korku yine oradaydı.
O ses durmadan çınlıyordu kulaklarımda. Durmadan duyuyordum.
Dudakları alnımda, saçlarımda gezinmiş, parmakları hassas bir şekilde sanki dağılmamdan korkuyormuşçasına sırtımda, kollarımda dolaşmıştı. Beni büyük oranda sakinleştirse de kafamın içindeki kaos çok büyüktü. Gurur bana sarılıp kokusunu ve sıcaklığını bana verdiği her an, kanın kokusu, gecenin karanlığı ve rüzgârın soğuğu sanki yeniden oradaymışım gibi her yanıma yayılmıştı. Bunu hiç dillendirmesem de anladığını biliyordum.
Karanlık aracın içinde bana sıkı sıkı sarılırken, beni en çok anlayanın o olduğunu hissetmiştim; aynı zamanda beni hiç anlamayan tek kişi de oydu. Her ikisi de olmayı nasıl başarıyordu?
Sanki en yakınımdı ama en uzaktaki yabancım gibiydi de. İkisi de aynı anda onda olan şeydi. İkisi de aynı anda hissettiğim şeydi. Hem sevdiğime hem düşmanıma sarılıyor gibi hissediyordum.
Hem beni iyileştirene hem de en büyük yarayı açana sarılıyormuşum gibi…
Bu dünyadaki en çok sevdiğim insana ve en nefret ettiğim insana aynı anda sarılıyormuşum gibi hissettiriyordu.
Tesisin soğuk, karanlık koridorlarından birinde ilerliyordum. Boynumdaki boyunluğu aracın içindeyken geçirdiğim taşikardi nöbetini kimseye çaktırmamak için yavaşça çıkarmıştım. Boynumdaki ağrı iyiden iyiye azalmıştı ama ense kökümden aşağı doğru bir şey tarafından çekiliyormuşum gibi hissediyordum. Yine de hızlı toparladığımın farkındaydım. Kazadan geriye sadece yara izleri kalmış gibiydi.
Kestane’nin yanına girmiştim, onu biraz sevmiş, kaderimi yeniden çizen o cana onu unutmadığımı göstermiştim. Mutluydu, artık arkadaşları vardı ve sevilerek eğitiliyordu. Onu kurtaran insanlar için eğitilmekten mutlu gibiydi. Ona sokakta kimsenin vermediği sevgiyi, buradaki koskoca cüsseli adamlar veriyordu. Kestane kilo almış, tüyleri sağlıkla parlar hâle gelmişti. Gözleri oyunbaz, bir yandan da sanki bana minnet duyuyor gibi bakıyordu.
Babamın Antalya’ya gitmeden önce kulağıma yaklaşıp fısıldadığı şeyi hatırladım: “O kavak ağacı, anana dua etsin, karşıma geçip öyle beylik laflar edince hemen yumuşadığımı sanıyorsa çok yanılıyor…” Gülümsedim. Aslında en başından beri ona karşı yumuşamış olduğunu zaten biliyordum.
Gurur üzerini değişmek için koğuşuna gitmişti, o sırada sıcak çay içip Muşta ile sohbet etmiştim. Bana zorla kuru üzümlü kek yedirmişti; kuru üzümü hiç sevmesem de sırf gönlü olsun diye yemiştim. Bir baba gibiydi. Gencecik bir baba. Babamız olamayacak yaştaki babamız… Bana artık bir abiden çok, baba gibi hissettiriyordu. Kahraman Özdağ ile son derece benzer noktaları vardı. Muşta, müthiş bir insandı.
Kollarımı bedenime sararak üşümemi gidermek için kendime sarılırken boydan camın önüne doğru ilerledim. Dağ karlar altındaydı. Karanlık koridorun sol kolundan bana doğru gelen birinin varlığını hissedince omzumun üstünden o yöne doğru baktım. Gelen kişi Nihan’dı, hemen arkasından Simi de kuyruğunu sallayarak koştura koştura ayaklarıma doğru geldi.
“İyi geceler güzelim. Bu kadar çabuk ayaklanmanız mucize gibi,” dedi Nihan bana gülümserken. “Çok iyi görünüyorsun.”
“Teşekkür ederim. Hep ilgilendiniz, özellikle söylediğin ilaç ağrılarıma çok iyi geldi.”
“Hüsrev ile de görüştüm, o ilacı kullanmanda bir sıkıntı yokmuş. Onun söylediği merhemi kullanıyorsun, değil mi? Boynun nasıl oldu?”
“Daha iyiyim ve evet, kullanıyorum. Sadece… Sence Gurur’un biraz yatması gerekmez miydi? Bacaklarını görmedim, bana göstermedi ama duydum. Bir şeyler duydum yani. Dinlenmeliydi.”
“Gurur bu. Üç kurşun yedikten iki gün sonra vücudunda koca deliklerle operasyona gitmişti. O zamanlar onu yeni tanıyordum, garipsemiştim. Ama şimdi Gurur’u tanıyorum. O yüzden garipsemiyorum. Bir komplikasyon oluşmadığı müddetçe ona kızamam.” Nihan, ensesini ovaladı. “Öte yandan neredeyse iki hafta olacak, işlerin onsuz yürümeyeceğini düşünüyor olmalı. Saçma bir düşünce. Kardeşleri var, hepsi burada.”
“Yarası çok mu kötüydü peki?” diye fısıldadım yavaşça.
“Hâlâ kötü ama ilk gördüğümüz andaki gibi değil. İz kalmaması için Hüsrev de elinden geleni yapmış ve yaptırmış. Sağ olsun. En azından çok büyük bir yara iziyle yaşamak zorunda kalmayacaktır. Sadece bu süreçte, yarası tamamen kapanana dek, sürekli olarak pansumanını yaptırması gerek. Enfekte olabilecek bir yarası var. Dikkat etmeli.”
İçimdeki duyguyu bastırmak ister gibi derin bir nefes aldım.
“İş oyun olmaktan çoktan çıktı, o gece buraya getirdiği titreyen çaresiz kız değilsin artık. Ona nefretle değil, sevgiyle bakıyorsun. O da sana düşmanına değil, bu hayattaki en değerli varlığına bakar gibi bakıyor.” Nihan, elini omzuma koydu. “Daha güçlü olmalısın. Artık bunun farkındasın. Çünkü sevgi, zayıflatır. Birini seviyorsan, daha güçlü olmak zorundasın. Sadece kendin için değil, onun için de güçlü olmalısın.”
“Biliyorum.”
Sevginin bir gün en büyük hastalığım olacağının zaten farkındaydım. Bunu biliyordum.
Gurur’u gördüğüm, onun gözlerine baktığım, onun hayatına bodoslama daldığım o gece bile, onun hayatıma bir yıldırım gibi düşmesine rağmen, bir güneş kadar çok yer kaplayacağını biliyordum. O, yıldırımın anlık öfkeli ışığı değildi. Güneşin sonsuz parıltısı gibiydi ve gece bile güneşe mahkûmdu. Ayın tenine güneşin ışığı düşmeden, gece de olmazdı. İşte beni böyle sarmıştı. Her köşemi. Hücrelerimi. Moleküllerime kadar sızmıştı. Yapı taşım hâline gelmişti.
“Muşta kayıtlara ulaşmak için çalışıyor, eğer mobese görüntülerine ulaşabilirsek birçok şeye de ulaşmış olacağız,” dedi Nihan. “Biricik, staj yaptığı gazetedeki iç kaynaktan öğrenmiş. O gece, kaza gecesinin haberi yapılmış ama tek bir araç görünüyor. İkinizin olduğu araç. Tırdan ya da tıra dair bilgilerden eser yok. Polis seninle konuştu mu?”
Uykuya dalıp durduğum, bilincimin bir saç teli kadar ince bağlarla hayata tutunduğu o paramparça günlerden birini hatırladım. Evet, ifadem alınmıştı. Neler anlattığımı hayal meyal hatırlıyordum ama ayrıntıları vermiştim; bazı noktalarda ayrıntıları vermeme, kaza anından hemen sonra oraya gelen kardeşim de yardımcı olmuştu. Nihan’a anlattıklarımı parçalar hâlinde aksettiğimde başını salladı.
“Gurur da böyle bir ifade verdi,” dedi. “Ortada bir tır var ama aslında yok. Biricik’e bunun bir hayalet tır olduğunu söylemişler. Belirsiz kazalarda, yani sürücü kaçtığında ve izine rastlanmadığında, artık kaynaklar tükenir, arayış biter, bunu hayalet araç olarak adlandırırlar,” Nihan, sıkıntıyla dolu bir nefes aldı. “Bakalım bu gece o görüntülere ulaşabilecek miyiz?”
“Umarım.”
“Gidip Gurur’u bul istersen. Askerlerden biri fena üşütmüş, gidip ona bakmam gerek. Vural’ı alıp gelirim.”
“Tamam.” Yavaşça eğilip Simi’nin yoğun tüylerine parmaklarımı daldırdım. “Hoşça kal şirin bebek.”
Simi kuyruğunu sallayıp yüzünü elime sürterek sanki bana veda etti. Nihan’ı arkamda bırakarak diğer koridora girdim, Gurur’un kaldığı koğuşa doğru yürümeye başladım. Devran ile Ecevit, koridorun sonunda konuşuyorlardı. Yanlarından geçerken, “İyi geceler,” dedim, yüzümün solgun olduğunu fark eden Devran, ânında yanımda bitmişti.
“Her şey yolunda mı, Zel?” diye sordu merakla. “Rengin kireç gibi.”
“Üşüdüm biraz.” Kollarımı bedenime iyice sardım. “Tesis hep böyle soğuk muydu?”
“Çalışma yapılıyor, o yüzden petekler kısıldı.” Devran üzerindeki kamuflaj montu çıkardı, yeşil, oldukça kaba bir monttu. Omuzlarıma bırakırken ona, “Gerek yok,” desem de umursamadı. Üzerinde sadece kısa kollu kamuflaj yeşili bir tişörtle kaldı ama o kaslara soğuk işlemiyor olmalıydı. “Bu seni idare eder,” diyerek gülümsedi. “Merdo’nun yanına mı gidiyorsun?”
“Evet. Kaldığı odadaydı. Giyinecekti.”
“Koğuşun yerini biliyor musun? Götüreyim istersen.”
“İlk geldiğim günden beri biliyorum, Devran,” dedim sırıtarak.
Çekimser bir ifadeyle başını salladı. “Pardon.”
“Sıkıntı değil. Sanırım artık burası da evim gibi oldu.” Montuna sarıldım. “Mont için teşekkürler. Gurur’un montunu çaldıktan sonra bunu sana geri getiririm.”
“Sıkıntı yok,” dedi genişçe gülümseyerek.
Ecevit, Devran’ın arkasından yavaşça yaklaştı. Sanırım onun için hâlâ bir yabancı olduğumdan bana karşı temkinliydi ve duvarları vardı. Kahverengi gözleri beni inceledikten sonra, “İyi görünüyorsun,” dedi. “Senin adına sevindim. Tekrar geçmiş olsun.”
“Teşekkür ederim.”
“Ecevit bizim ekipten, Girdap ve Tayfun yokken onunla çalışırdık, hâliyle yoktu uzun zamandır,” dedi Devran. “Büyük bir başarıyla geri geldi, aslan parçası.”
“Biliyorum, yani Ecevit’i daha önce gördüm.”
Ecevit ismini telaffuz etmemi garipsemiş gibi bana baktı, ardından Devran’ın omzuna vurarak, “Eyvallah tertip,” dedi alay eder gibi.
“Sizin timde başka askerler de var mı?”
Devran bir süre sustuktan sonra, “Evet, Beyhan var,” dedi. “Bir de gölgeler.”
“Gölgeler mi?”
Ecevit’in bana güvenmediğini, “Bekletme istersen Gurur’u. Sonra Hulk’a dönüşüyor, gözünle de gördün,” diye araya girerek belli etti.
Gölgeler ne anlama geliyordu hiçbir fikrim yoktu ama irdelemedim. “Tamam, haklısın. İyi geceler ikinize de.”
“İyi geceler,” dedi bir kadın aniden. Duraksadım, Ecevit ve Devran hızla sesin geldiği yöne baktı ve o an, kurum siyahı saçları olan esmer kadını gördüm. Hemen hemen bir seksen boylarında, manken gibi uzun ama bir mankene oranla iri bir vücuda sahip olan bu kadının üzerinde kamuflaj takımı vardı. Başındaki asker kasketine bakakaldım. Siyah saçlarını sıkı bir atkuyruğu yaparak şapkasının deliğinden dışarı çıkarmıştı. Kadın genişçe sırıtarak Devran’ın omzuna vurup Ecevit ile yumruk tokuşturduktan sonra, “Bu küçük hanım da kim?” diye sordu kalın, tok ve güzel sesiyle.
“Zeliş,” dedi Devran.
“Çalıklı’nınki…” Kadın parmağını kaldırıp salladı ve bana doğru döndü. “Merhaba, Zeliha. Seni örmeden namını duydum. Çok ünlüsün bizimkilerin arasında. Ben Beyhan.”
“Merhaba.” Elimi Beyhan’a uzatmamla, kadının sıkıca kavraması bir oldu. İnanılmaz güçlüydü, parmakları sert, uzun ve kemikliydi. Elimi sıkarken canımı acıtmamak için ekstra uğraşsa da parmaklarımın uyuşmasına engel olamadım.
“Kazayı duydum,” dedi üzüntüyle başını sallarken. “Çok geçmiş olsun. Ayrıca çok da memnun oldum. Uzun süredir görevdeydim, bu sabah döndüm. Seninle daha önce tanışmak isterdim. Çalıklı’yı çok severim, sıkı adamdır.”
“Görevde olduğunuzu duymuştum.”
“Hadi ama… Sadece bu taş kellelere ve yabancılara karşı firavun gibiyimdir. Benimle sizli bizli konuşmana gerek yok.” Omzuma dokunup, “Tutmayalım seni, ben bunların haracını kesmedim daha,” dedi hain bir sırıtışla
Koğuşun kapısına geldiğimde etrafıma bakındım. İn cin top oynuyordu. Devran’ın montuna daha sıkı sarıldım ve tam koğuşun kapısını çalacaktım ki kapının çok küçük, gözle seçilmesi güç bir aralıkla açık olduğunu fark ettim. Parmaklarım buz gibi hissettiren demir kapıya dokundu, ağır kapıyı güçlükle ileri doğru ittim.
İçeride beni karşılayan uğultulu bir karanlık vardı. Daha sonra bu karanlık gri gölgelerle bölündü ve tam kapıda durup öylece içeriye doğru baktım. Sırtı dönüktü. Oradaydı. Odadaki cam duvarın önünde dikilmiş dışarıyı izliyordu. Siyah bir kar maskesi taktığını yüzü bana dönük olmasa da fark etmiştim. Sırtı çıplaktı, altında ise sadece kamuflaj pantolonu vardı. Geniş sırtı bir insana ait olamayacak kadar kusursuz ayrıntılarla işlenmiş bir heykelinkine benziyordu. Sırtının ortasından beline kadar inen o belirgin çukurlu çizgiye bakakaldım. Bu kadar müthiş bir iskelet ve kas sistemine sahip olması, diğer insanlara haksızlık değil miydi?
Hareketlerini izlemek ister gibi kapıya sokuldum. Beni fark ettiğini içten içe biliyordum ama ya tetikte olmaktan vazgeçmiş ve bana tam anlamıyla teslim olmuştu ya da onu izlememde bir sakınca görmemişti. Ama beni bir tehlike olarak gördüğü zamanlar hiç de uzak olmadığı, hâlâ son derece yakın olduğu için bir yanım sadece teslim olmaya karar verdiğini söylüyordu.
Ayağımdaki postalların bağcıkları gevşek bir şekilde bağlı olduğu için yere sürünüyordu. İçeri doğru bir adım attım ama bu bir avcının avına yaklaşma şeklini değil, bir avın avcısına yaklaşma şeklini anımsatıyordu.
Av, avcısına yaklaşıyordu.
Kar maskesi başındayken o dağlara karlar yağdıran, güneşi tenime sindiren gözlerinin nasıl göründüğünü merak ediyordum. İçimde fokurdayan paniği görmezden gelmeye çalıştım, hislerim içimde lavlar gibi patlıyordu ama yine de içeri süzüldüm. Gurur olduğu yerde dimdik durmaya devam ediyordu. Sırtı gergindi, geniş ve buzla kaplı bir heykelinki kadar pürüzsüzdü. Ona yaklaşırken yüzümün renginin attığını biliyordum. Buz tutan ellerimi yavaşça ceplerime soktum. Artık titriyorlardı.
Ellerim ceplerimde ısınacaktı, tam ona yaklaştığım anda ısınan ellerimi cebimden çıkararak, onun eşsiz sırtına dokunacaktım. Kafamdaki buydu. Ama öyle olmadı. Tam arkasında durup kafamı kaldırarak ona baktığımda ellerim hâlâ buz gibiydi. Sanki şu an ellerimi ateşin içine bile soksam, buz gibi kalmaya devam edecekti.
Ayaklarım geri geri gitse de cesaretimi toplayarak sırtının önünde durdum ve alnımı yavaşça çıplak sırtına bastırdım. Ellerim hâlâ ceplerimde, alnım mezar kadar derin sırt çizgisindeydi. Teninin ne kadar soğuk olduğunu hissettim. Buzla kaplı gibiydi. Alnımı yakacak türden bir soğuktu bu ama sanki dokunduğum buz değil, ateşti; misafir etmeye başladığım hisler ateşin içinden çıkıp gelmişti.
“Alnını sırtıma yaslayınca alnında adımın yazdığını daha net hissettim,” diye fısıldadı alayla.
Ellerimi ceplerimden çıkardım. Soğuk olmalarına rağmen parmaklarımı bel kenarlarında kaydırarak usulca ona dokunup onu ürperte ürperte karnına kadar taşıdım. Karın çizgisinin altında, kasıklarına yakın bir yerde duran parmaklarım, karnının içeri göçmesine neden oldu. Yarasını merak ettim. Acıyor muydu?
Şu an ne hissediyordu? Ben hiç hissetmediğim şeylerle sınanıyordum. Bu duygular bedenime yavaş yavaş yayılıyordu ve ben artık geri adım atamayacak kadar çaresiz, bunun adına cesaret diyecek kadar aptal hissediyordum.
“Bedenin kocaman,” diye fısıldadığımda nefesim doğrudan sırtına yayıldı. Aklımın bir köşesinde bedeniyle ilgili düşünceler zaten tutunmaya devam ediyordu ama şimdi daha netti her şey. Ona dokunmak istemem kadar netti.
“Bedenimdeki her parçanın kocaman olduğunu daha önce de söylemiştim,” dedi, sesi boğuktu ve tınısında alevlerin yanarak yükseldiği bir cehennem gibiydi.
“Kocaman olduğuna eminim,” diyebildim, bu cümle onu çileden çıkarmış gibi kasıldı. Kasılmasını karnının altında duran kasıklarının dirileşmesiyle anladım. Parmaklarım yavaşça karnına çıktı. “Yaralı olduğun yere dokunmama izin verme, oraya gelirsem beni durdur,” diye fısıldadım, gerildi ama olumlu anlamda başını salladı. Parmaklarımı karnının çizgisinde, taştan daha sert kas kütlelerinde dolaştırırken içimdeki ürpertiler, çağlayan bir ırmağa dönüşüyordu. Kanımın gürül gürül aktığını hissedebiliyordum.
“Bana doğru dön,” diye fısıldadım. “Seni kar maskesiyle görmek istiyorum.”
Cevap vermedi. Nefesi hızlı ve hırıltılıydı. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyecekleri ikimizi de ateşlere iter diye duruyordu. Sanki dilinin ucunda beni utandıracak ama utandırırken daha arsız hislerle dolduracak kelimeler, dışarı çıkacakları ânı bekliyordu. Ellerim yarasına gelmeyecek şekilde hızla yukarı tırmandı, büyük kaslı göğsünde durdu. Bir an kasıldı ama hareket etmedi.
“Bana doğru dön dedim,” diye fısıldadım. “Neden görmeme izin vermiyorsun?”
Camdaki yansımasından karanlık da olsa gördüm. Belirsiz bir silüet gibiydi, yüzü bir kar maskesinin altındaydı ama güldüğünü hissedebiliyordum çünkü nefes alıp verişi bana bunu bildiriyordu.
Buz gibi parmaklarımı göğüs uçlarına koydum ve küçük göğüs uçlarını yavaşça sürterek okşadım, halkasının etrafında parmağımın ucuyla bir daire çizdim. Gurur’un gırtlağından gelen o erkeksi, kasıklarımı sızlatan ve beni çileden çıkaran iniltiyi ilk o an duydum.
“Bana kendini göster,” diye fısıldadım.
“Görmek hoşuna mı giderdi?” diye sorarken sesi gücüne ve sertliğine rağmen titriyordu.
“Her zaman gider. Seni görmek…” Parmaklarımı göğüs uçlarına bastırdığımda beli ürperdi.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu acı çekiyormuş gibi bir sesle.
“Madem benimle oynuyorsun, ben de oyununa karşılık vermeye karar verdim.”
Parmaklarımın altındaki göğüs uçlarını hafifçe sıkmamla inleyerek birden bana dönmesi bir oldu. Bir dağ gibi önümde yükseldi. Beni belimden kavradı, bedenlerimizi yapıştırmadan geri geri yürümeye başladı ve koğuşun kapısını şiddetle kapayıp beni soğuk, demir kapıya yasladı. Bir eli yüzümün yanından demir kapıya uzandı, güçlü parmaklarını kapıya yaslayarak bana doğru eğildi. Burnundan verdiği sert, sıcak nefesler hızla tüm yüzüme, boynuma ve tenime yayılmaya başladı.
“Oyunun kuralını yazan kişiyle oynamaya kalkışırken, oyuna senin bilmediğin yeni kurallar ekleme hakkına sahip olduğunu da aklında bulundurman gerekir,” dedi sert, kısık bir sesle.
Bakışlarımı usulca onun yüzüne sürüklerken kalbim şiddetle çarpıyordu. Maskenin ardındaki gözler yanıyordu.
“Kuralları bana da öğret o zaman,” dedim. “Eklediğin yeni kuralları da bilmek istiyorum.”
Gözlerim çıplak karnına kaydı. Yarası beyaz, etrafı tentürdiyotlu bezin altındaydı ve tenine uyum sağlamış görünmez bantlar bezi sabit tutuyordu. İçim acısa da gözlerimdeki tutku silinmedi. Yeniden ona doğru çıkardığım gözlerimdeki ateşi görebiliyordu.
“Beni azdırdığının farkında mısın?” diye sorarken, maskenin altındaki gözleri o kadar büyük hislerle taşmama neden oldu ki tek yapabildiğim derin bir nefes almak oldu. “Beni deli gibi azdırdığının farkına var.”
Gözlerim irileşti ama cesaret geri çekilmedi. “Gözlerini bu maskenin içinde görünce benim için de kolay olmuyor,” diye itiraf ettim. Gurur, çenemi tuttu, başımı yavaşça kaldırdı ve dudaklarımız birleşmek üzereyken durup eziyetin dozunu arttırdı.
“Söylemeni istiyorum,” dedi. “Senden, seni ne kadar azdırdığımı duymak istiyorum.”
Kasıklarımdaki yangın karnıma, karnımdan göğsüme, göğsümden kalbime yayılıyordu. Ateşin bana dokunması gibiydi, ateşin önünde savunmasızca durmak gibiydi. Kabuğundan çıkardığı o insandım. Şimdi karşısında çırılçıplak bir gerçeklikle dururken, bir zamanlar olduğum kabuğa ne kadar da yabancıydım.
“Söylet o zaman,” dedim, bu bir başkaldırıydı. Beni ne kadar etkilediğini ona kolayca söylemekten kaçacaktım. Son âna kadar. Beni sudan çıkmış bir balık gibi çırpınmaya başlamama neden olacak kadar delirtene dek.
“Bu maskeyi uzun zamandır takmıyordum,” derken dudakları dudaklarıma daha yakındı. “Bana hep girdiğim çatışmaları, kazandığım zaferleri hatırlatıyordu. Ve soğuğu, bembeyaz karları. Artık seni de hatırlatacak.” Dudaklarımız birbirine sürtündü ama öpüşmedik. Soğuğun kaybolduğunu, yerine sıcağın geldiğini artık tüm hücrelerimde fazlasıyla hissediyordum.
Aramızda tutku kıvılcımları uçuşmaya başlarken, “Demek söyletmemi istiyorsun,” dedi, sesi bir ok gibiydi. Açlıkla daha fazlasını ister gibi dudaklarıma saldırdığında ise ona istediğini verdim ve bu karanlık koğuşta onunla sertçe öpüşmeye başladım.
O beni öptükçe, içimde yaktığı ateş daha da yoğunlaşıyordu. Sanki boğazımdan aşağılara, kalbime, göğüs kafesime, kasıklarıma lavlar akıyordu. Her bir noktamı bu denli yakabiliyor olması akıl dışıydı. Böyle soğuk bir havada, buz gibi teni nasıl oluyordu da ateşin içinde oturuyormuşum gibi hissettirebiliyordu?
Gözlerini açtığında öpüşmemiz devam ediyordu. Bana baktığını hissedebiliyordum ama odaklanamıyordum. O bana bakmaya başlayıncaya dek, ben gözlerimin açık olduğunun bile farkında değildim. Üzerimden önce Devran’ın kamuflaj ceketi kayıp yere düştü, ardından Gurur ellerini belime indirdi ve incelen belimin kıvrımlarına dokunarak kazağı yukarı sıyırdı. Kazak karın boşluğuma dek yukarı sıyrıldığında ise onun soğuk ve sert parmak uçlarının dürttüğü çıplak tenim, sanki dokunduğu yerlerden açılarak kanamaya başlamıştı.
Sanki parmakları tenime batıyor, tenimin içine girip keskin bıçaklara dönüşüyor, tenimden kanım değil, ruhum akmaya başlıyordu.
Gurur, ruhumun kokusunu alıyormuş gibi inleyerek dudaklarımı daha şiddetli öpmeye başladı. Elleri izin isteyen dokunuşlarla beni çileden çıkarıyordu. Sonunda izin bariyeri yıkıldı ve arsız dokunuşlar yukarı doğru tırmanmaya başladı. Kazağımın içine daldı, sırtıma geldi, kanatlarım varmış ve kanatlarıma dokunuyormuş gibi beni okşadı, ardından sütyenimin kopçasını buldu. Nefesim dudaklarında hızlandı. Körük gibi inip kalkan göğsüm, artık eğildiği için neredeyse benimle aynı seviyede duran göğsüne yaslı hâldeydi.
Gurur’un parmakları tenimde yavaşça ilerlerken artık ben de onun dudaklarına doğru inliyordum. Sanki ağzının içine iniltilerimin temeline gizlediğim istekleri bırakıyordum. Bu istekleri görüyor, duyuyor, hissediyor ve ona göre dokunuşlarını şekillendiriyordu. Akıl alır gibi değildi, tenim ise aklımı bir kenara iterek her şeye razı bir şekilde bu dokunuşları anlayışla karşılıyordu.
Parmakları, kopçası çözüldüğü için ayrılan sütyen uçlarının az önce yaslı durduğu derinin üzerinden geçerek daha yukarı geldi. Elini kazağımın baş kısmından çıkararak ensemi kavradı ve bu hareket beni sessizce inletti. Saçlarımı alt kısımlarından kavrayıp başıma güçlü parmaklarıyla masaj yapıyor gibi beni tutarak daha sert öpmeye başladı. Bu sırada diğer eli öne doğru kaymış, kopçaları açıldığı için genişleyen sütyenimin demirinin altından girerek göğsüme ulaşmıştı.
Büyük avucu bir göğsümün tamamını kavradı ve içinde âdeta yok etti.
Göğsümün ucunun şişerek onun avucunun içine yaptığı baskıyı tıpkı benim gibi o da hissetmiş olacak ki, gırtlaktan gelen bir iniltiyle beraber kasıklarımdaki kanın çağlamasına neden olan erotik bir küfretti. Bacaklarımı birbirine bastırma ihtiyacıyla kasıldım ve Gurur, dudakları dudaklarımı eritirken büyük avucunun içine sürten göğsümün ucunu yavaşça okşamaya başladı. Gözlerimi sabit tutamadım ve Gurur, göğüs ucumu parmaklarının arasına alarak sıktığında tırnaklarımı onun çıplak, geniş omzuna bastırarak inledim.
Gurur, “Uçların benim yanımda hemen böyle şişiyor, değil mi?” diye sordu.
Zonklayan kasıklarımla sadece kısık kısık inleyebildim. Her an biri içeri girebilir, bizi bu hâlde bulabilirdi ve bu çok korkunçtu ama öte yandan salgıladığım adrenalinin sebebinin bu korkudan kaynaklı olduğunu da biliyordum. Baş ve işaret parmağının arasına aldığı göğüs ucumu sıkarak daireler çizerken başımın üstünde şimşekler çakıyordu.
“Siktir,” diye tısladı zehirli sesiyle. “Uçları ne kadar da sert. Eminim emdiğimi düşünerek iç çamaşırına akmışsındır.” Sesinin kalınlığına yakışan bu kelimeler, kalbimi yerinden çıkaracaktı. Tüm duyularımın tek bir noktaya toplandığını hissettim. “Söyle bana. Seni sulandırıyor muyum?”
Tüm bunları içimi ağrıtacak kadar kısık, dehşet verici şekilde seksi mırıldanıyordu. Ona hayır demenin imkânsız olduğunu zaten biliyordum ama bu yeni bir deneyimdi ve artık bunu tüm damarlarımda hissediyordum. Ona hayır demenin imkânsızlığı, damarlarımda kanım gibi dolanıyordu.
“Söyle,” diye diretti kulağıma doğru ve parmakları göğüs ucumu daha sert ezdi. Bedenimin yay gibi öne doğru büküldüğünü ve bir hilâl şekli aldığımı fark ettim. Bu onu eğlendirdi ama işkencesini sürdürmeye devam etti. “Söylesene benim güzel sevgilim.”
“Gurur, evet, lütfen,” diyebildim. Panikle kaplı, istek ateşine tutulup alev almış çaresiz kelimelerdi bunlar. Bedenim alarma geçmişti. Resmen tüm hücrelerimden yükselen alarm seslerini duyuyordum. Zonklamalar, patırdamalar, çarpmalar ve uğultular. Tamamı vücudumun içinden geliyordu. İçinden ve dışından.
“Ne evet? Söyle. Söylesene güzel sevgilim, küçük deliğin benim için ıslanmıyor mu hiç?”
Nasıl ıslandığımı bilse şaşırırdı.
Bacaklarımın arasında, doğrudan vajinamda hissettiğim kasılmalar şiddetlenmeye başladı. Bir akıntıya kapılmışım da sürükleniyordum sanki. Onun koca bedeninin altında olduğumu hayal ettiğimde, onu koca bedeniyle üstümde nefes nefese düşündüğümde, uzunluğunun içime girip çıkışını izlemek için başımı öne uzatıp birleşmemizi izlediğimi düşlediğimde nasıl kasıldığımı, parçalandığımı, sırılsıklam olduğumu bilmiyordu. Tüm düşünceler, istekler ve hayaller bir sağanak gibi beni yağmalıyordu.
“Gurur,” diye fısıldadım. “Söylesene, yakalanma tedirginliğiyle dolduğunda daha çok mu istiyorsun beni?” Kar maskesinin ardındaki gözler şehvetle parladı; bir bıçağın keskin yüzeyi gibi, ayna gibi…
Tırnaklarım tenini çizdi ve vajinam yeniden ısrarla seğirdi. Vücudumda pek de pratiğe dökmediğim için belirsiz olan zevk kanalları ve noktalarını benden önce o keşfediyordu. Sanki her şeyimin yerini biliyordu. Neresinin beni delirtip, neyin benim dilimi çözeceğini muhteşem bir uyumla biliyordu. Sadece Gurur biliyordu.
“Her an, her zaman,” dedi. “Seni düşünmediğim, istemediğim tek bir an yok. Olmadı. Hiç. Peki ya sen? Sen de beni istiyor musun, Zeliha?”
Dizini yavaşça bacak arama sokup kaldırdı, sürterek ilerletti ve tam vajinamın üzerine yasladı. Bu, dizinin üzerine tüm ağırlığımı vererek sürtünmeye başlamak istememe neden oldu. Utançtan ölebilirdim ama bunu yaparken tek bir an düşünmezdim.
Kendimi onun hırçın sularına boğulmak pahasına bırakmıştım.
“İstiyorum.”
“Burası, Zeliha,” diye fısıldadı. “Dizimle bastırdığım yer.” Dizini artık kalp kadar şiddetli çarpan klitorisime sürttüğünü hissettim. “Burası benim için hiç sulanmadı mı?”
“Neden bakmıyorsun?” diye sordum tüm cesaretimle.
Gurur gırtlaktan gelen bir inlemeyle dudaklarıma yapışırken dişlerimde onun çenesinin kuvvetini hissettim. Elini yavaşça kapıya götürdü ve demir sürgüyü sertçe çekerek kapıyı kilitledi. Kazağımı sıyırdı, yukarı çekti ve dudaklarımız sadece kazağımı kafamdan çıkarana dek ayrı kaldı. Sonrasında öpüşmemiz yine başladı. Hızla yayılan bir yangın gibi dudaklarımız yüzümüzün her noktasına yayıldı. Kazak yere düştü, sütyen yere düştü ve Gurur beni belimden kavrayıp dudaklarımız hâlâ mıhlı hâldeyken ranzaya doğru götürmeye başladı.
“Siktir et, acımayacak canım falan. Kucağıma çık,” dedi hırsla ve ben daha hareket edemeden beni kavrayıp kucakladı. Vajinamın göğsünün altına yaslandığını hissettim. Eğildim, başının etrafına kollarımı sardım ve yukarıdan ona doğru sarkarak dudaklarını şiddetle öpmeye başladım. Ranzanın önüne geldiğimizde, “Başını eğ,” dedi, çok geçmeden beni ranzaya yatırdı ve bedenim onun altında yayılırken gözlerimi kaldırıp koca bedeniyle önümde duran kar maskeli adama baktım.
Gözleri tüm karanlığa, gölgelere ve geceye rağmen cam gibi parlıyordu. Dizini ranzaya koyarak önümde yükseldiğinde gözlerim geniş omuzlarına, patlayacak gibi duran kaslarına, beni meftun eden koca cüssesine kaydı. Sonra yeniden ona baktım ve “Bekle,” diyerek ranzadan kalktı. Nabzım damarlarımı yırtan bıçak gibi içimde dolaşıyordu. Ellerimle göğüslerimi örtmedim. Karın beyaz ışığının ve ayın gümüşi parıltısının tenimi aydınlattığını biliyordum ama beni görmesinden çekinmedim. Beni görmesini ben istedim.
Önüme tekrar geldiğinde maskenin içindeki buz sıcağı gözler resmen vücuduma damladı. Yaktı. Göğüslerime baktı, sonra göçük gibi duran karnıma ve taytımın zar zor örttüğü kemikleri belirginleşen kasıklarıma. Elinde beyaz bir şey tuttuğunu fark ettim. Gözlerindeki öfke büyüyordu, sanki buz sarkıtları gözlerinden düşerek tenime saplanıyordu. Göğüslerim onun önündeyken tutku sanki onun içindeki tüm kötü, karanlık duyguları yukarı yükseltiyordu.
“Başını kaldır,” dedi sertçe.
Doğruldum, doğrulduğumda içeri çöken karnıma, belirginleşerek öne atılan göğüslerime kaydı gözleri. Burnundan verdiği sert nefesle beraber onunkinin aksine beyaz olan kar maskesini başıma geçirdi. Gözlerimi ve dudaklarımı yakalayan gözleri, yeniden göğüslerime doğru su misali damladı ve “Öp beni,” diye emretti.
“Gel buraya,” dediğimde avucum çoktan ensesine kaymıştı. Bacaklarımı biraz aralayıp yer açtım ve onu kendime doğru çektim. Dudaklarımız şiddetle çarpıştı. Üzerime uzanmadan dizlerinin üzerinde abanırken altımızdaki ranzanın gıcırdadığını duydum. Nefes nefese öpüşmemiz çok gürültülüydü, sanki beni hem diliyle hem de dişleriyle öpüyordu. Baş döndürücü sesleri duyuyordum. Bize aittiler.
“Öp beni,” diye inledim sanki şu an dudaklarımı ısırıp çekiştirerek öpmüyormuş gibi. Parmaklarım boynundaki damarlara kaydı, güçlü damarları parmak uçlarımda hissettim. “Bu damarlardan sadece boynunda mı var?” diye sordum ağzına doğru ve bu ikimizi dudak dudağayken aynı anda gülümsetti.
“Daha fazlası, daha çok seveceğin bir yerde var,” diye fısıltıyla inledi.
“Görmeden inanmam,” dediğimde iniltiyle karışık kahkahası ağzımın içindeydi.
Parmaklarım hınçla saçlarına kaydı, saçlarını avuçlayıp çekiştirirken içli içli inleyerek öptüm onu. Maskenin yünden yapısı mı yüzümü terletiyordu yoksa ona bu denli açık olmam mı bilmiyordum. Elleri göğüslerime indi, başım geriye doğru giderken dudaklarımız ayrıldığı için sinirlenmiş gibi, “Geri çekilmeyeceksin,” diye hırlayıp çenemi dişlerinin arasına alarak sertçe ısırdı. “Sakın tekrarlama,” dedi uyarıcı bir sesle. “Şimdi ağzını ağzıma ver.”
“Emretmen hoşuma gitti,” dedim dilimi çenesinde gezdirip dudaklarımı dudaklarına yaklaştırarak. “Yeniden yap.”
“Kudurtmak istiyorsan, başardın.” Dudaklarını dudaklarıma sürterken kurduğu bu tehlikeli cümle, bedenimin kasılmasına neden oldu. “Sırılsıklam olunca böyle ağzın mı açılıyor senin, yabani gelincik?” Dilini çeneme sürttü, boynuma indirdi. Daha fazlası için başımı geriye atarak boynumu ona sundum. Parmaklarıyla göğüs uçlarımı sıkarken diliyle de boynumda bilinmez noktalara kayarak beni çıldırmanın eşiğine sürüklüyordu.
“Maskeni çok sevdim,” dedim. “Ama şimdi çıkar şunu.” Kafasından tutup yere attığım maskeye ikinci kez dönüp bakmadı bile. Bir gölge gibi üzerime çöktü ve dudakları çenemden boynuma, oradan da iki göğsümün ortasındaki boşluğa inerken dili de dudaklarına eşlik etti. Bunu yaparken dağılmış saçları kışkırtıcı görünüyor, gözleri doğrudan beni izliyordu.
Beni delirten bir hisle, “Gurur,” diye söylendim.
Dişlerini göğüs ucuma sürterken gözleri hâlâ bendeydi. Dağılmış saçlarına dokunmak için elimi uzatacakken elimi havada yakalayıp, öfkeyle kaynayan kışkırtıcı gözlerini kıstı ve dişlerini sertçe göğüs ucumdaki halkanın etrafına batırdı.
Belim yataktan yükselerek bir yay şeklini alırken, “Ellerin tutmayacak hâle gelene kadar boşaldığında da saçlarıma asılmaya çalışacak mısın merak ediyorum,” diye fısıldadı ürkütücü bir sesle.
“Tüm tırnaklarımı sana batırıp her yerini kestiğimde, elimin tutup tutmadığını anlarsın,” diye inledim ve bu onu daha çok delirtmiş gibi dişlerini sertçe göğüs ucuma bastırıp göğsümün ucunu çekerek ısırdı.
“Bu hâlini çok beğendim ama boşaldığında yaptığın tek şey kedi gibi miyavlayarak titremelerin geçsin diye bana sığınmak olacak.” Gözleri bu kez maskenin ardından değil, doğrudan çıplak bir şekilde göğüslerime kaydı. “Emdiğimde daha da büyüyecekler.”
“Em,” diye emrettiğimde burnundan sert bir nefes verip göğsümün ucunu ağzına alıp ısırarak emmeye başladı. Tırnaklarımı çarşafa geçirdim, başımı sağa sola çevirirken bilinçsizce inliyor, alt bedenimi havaya kaldırıp onun kasıklarına bastırmaya çalışıyordum. Eli usulca taytımın tam ortasına, onun için kasılan vajinama kaydığında, elinin soğukluğunu bize engel olan kumaş parçasına rağmen tam o noktada hissettim. Bu, beni tamamen delirtmişti.
“Sikerler.”
Birden geri çekildi. Bacaklarımı ikiye ayırdığında taytımın bağlarının gerildiğini hissettim. Gözlerini kaldırıp darmadağın olmuş saçlar ve tutkuyla yanan gözlerle, “Dünyadaki tüm taytları sana alabilirim. O yüzden çok üzgünüm ama bu olmalı, bebeğim.” Ben daha ne olduğunu anlayamadan, o koca eller taytımı ortasından yırttı ve çıkan kumaş sesiyle beraber gözlerim iri iri açılırken Gurur kumaşı parçalayarak tüm bedenimden sökmek ister gibi ayırdı.
Sadece bacaklarımın bir kısmını örten kumaş parçası ve çıplak göğüslerimle öylece altında yatarken ona dehşetle bakıyordum. Bilinci hâlâ kaybolmamıştı ama sanki birazdan tüm mantığı devre dışı kalacaktı. Bakışları beni bu düşünceye götüren pusulaydı.
Bacaklarımı birleştirmeye çalışırken, “Biri gelirse?” diye sordum. Dizlerimi öyle sıkı kavradı ki bunu yapamadım. Gözlerimiz birbirine mıhlı hâldeydi, bedenlerimizin eksi ve artı kutupları birbirini ihtirasla çekmeye devam ediyordu.
“Bacaklarını aç, Zeliha. Benim için aç.”
“Ya biri…”
“Kimse gelmeyecek. O kapıdaki sürgü varken bu kapıyı tankla açamazlar.” Dizlerimi tutarak birden bacaklarımı ayırıp aç bakan gözlerini iç çamaşırıma indirdi. “Hassiktir amına koyayım ya,” diye açık saçık bir küfür ederken yüzündeki öfke beni korkuyla doldurdu. “Küçücük olmasına rağmen nasıl tüm şeklini verebilir ki?” Eğildi, diz kapaklarıma bastırdığı avuçlarına rağmen bacaklarım tir tir titriyor, vajinam şehvetle kasılıyordu. “Çok mu kasılıyorsun?”
Gözlerini hızlıca kaldırıp gözlerime dokundurdu, ardından tekrar iç çamaşırıma indirdi.
“Siktir, kalp gibi atıyor ve bu o sikik kumaş parçasına rağmen belli oluyor.” Birden bacaklarımın arasına doğru uzandı, yüzü tam o noktaya geldiğinde sıcak nefesi bacaklarımın iç kısmını okşuyor, titremelerimi arttırıyordu. Tırnaklarımı kumaşa bastırırken ne yapacağını merak eder hâlde başımı kaldırıp onu izlemeye başladım. Kendi bedenimden güç almak için dirseklerimi yatağa yaslamıştım.
Dudaklarını yaladı. Kendi dudaklarını. Çıldırtıcı bir görüntüydü.
Sıcak nefesini oraya verirken, yüzünü yavaşça yaklaştırdı ve burnunu kumaşın üzerine sürtüp yavaşça bastırdı. Gözlerimin kaydığı an, o andı. Başım geriye düştü. Nefesi doğrudan oraya yayıldı ve beni kokladığını hissettim.
“Siktir siktir siktir,” diye fısıldadı arka arkaya. “Benim küçük, güzel sevgilim.”
Parmaklarını kalçalarıma bastırarak burnunu oraya biraz daha bastırdı. Dirseklerim yatağın üzerinde kaydı ve geriye doğru devrildiğimi hissettim. Gurur burnunu klitorisime sürterken tüm bedenimle birlikte kulaklarım da zonkluyordu. Burnunu sanki bilinçli bir şekilde gitgide yükselerek onun için şişen yumruma bastırıyor, sürtüyordu ve bu akıl alır gibi değildi.
“İşkence ediyorsun!” diye inledim öfkeyle.
“Sessiz olmazsan bu işkence yarım kalır ama…” Dilini bacak içime sürterken gözleri bendeydi. “Yarım kalsın mı istersin? Hoş, istersen bağıra bağıra boşal. Bu koğuştaki sesler dışarı çıkmaz ama dışarıdaki sesler doğrudan içeri gelir.” Dili yeniden bacak içime kaydı. Tam vajinamla bacağım arasındaki gergin deriyi yalarken artık ayak bileklerim bile titriyor, Gurur sabit durmam için beni kasıklarımdan kavrayarak tutuyordu.
“Maskeni çıkar,” diye emretti. “Maskeni çıkar ve dilim deliğine istediğini verirken nasıl göründüğünü görmeme izin ver.”
“Ben…” Nefes nefese elimi maskeme götürdüm. Göğsüm körük gibi inip kalkıyordu.
Gurur, “Çıkar şunu,” deyince gözlerimiz buluştu ve dilinin açlıkla yeniden bacağım ile vajinam arasındaki gergin deride dolaştığını gördüm. “Hadi bebeğim, çıkar. Yüzünü görmeme izin ver.”
Maskeyi tutup söker gibi çıkarmamla saçlarım dağıldı, başımı hafifçe salladığımdaysa saçlarım birer kamçı gibi şakıyarak tenimi dövdü. Gurur bu görüntü karşısında nedenini anlayamadığım bir şekilde inledi ve o an ayın gümüş ışığı ikimizi de altına aldı. Gurur’un iç çamaşırımın kumaşını usulca kenara çektiğini hissettim. Kumaş vajinamdan ayrılırken nemden dolayı zorlanmıştı. Gurur dudaklarını ısırıp gözlerini oraya dikerken bu görüntüden son derece hoşlanmışa benziyordu.
“Sen düşüncelerimden de hayallerimden de güzelsin, Zeliha,” dedi ağır nefesi oraya çarparken.
“Görmek istiyordun, gördün,” diye fısıldarken artık arsızlık sırası benim gibiydi ama yanaklarım yanıyordu.
Gurur söylediğime aldırış etmeden bacaklarımı iyice ayırdı ve vajinamın tüm hatlarını görüyor olduğunu bilmek beni utançtan öldürecek sandım. Ne kadar kısıtlı ışık olsa da o keskin gözler benimkilerden iyi görüyordu, emindim. O gözler bir komandonun gözleriydi. Karanlık dağlarda nöbet tutup bir aslan gibi ilerleyen vahşi adamın gözleriydi.
Dudaklarını sanki öpüyor gibi oraya bastırdı. Küçük bir öpücüktü. Ama tüm dengelerimin sarsıldığını hissettiren bir öpücüktü. Karanlığın içimden emildiğini hissetmeme neden olan ise bir sonraki öpücük oldu. Çünkü bu öpücük, ilk öpücüğe göre daha ısrarcı, daha sertti. Sanki bir şeyi koparıp almak istiyor gibiydi. Klitorisimi dudaklarının arasına alarak çekiştirdi ve etimin uzadığını hissedince dişlerimi sıkarak inledim. Daha sonra Gurur serbest bıraktığı yüzeyi aşağıdan yukarıya doğru sertçe yalayıp yeni bir öpücük daha kondurdu.
“Seni öyle çok yiyeceğim ki kırıntın bile kalmayacak,” diye inledi, ardından orayı âdeta emmeye başladı. Ellerim saçlarına gitti ama dokunmama izin vermeden bileklerimi havada yakaladı. Ona hükmetmeme son âna dek izin vermedi.
Dili, vajinamın içine kadar geliyor, beni baştan sona yalarken onun sıcak ağız sıvılarını her noktamda hissetmemi sağlıyordu. İç çamaşırımı biraz daha çekince kalçalarımın acıdığını hissederek kıpırdandım. Gurur bir eliyle kalçalarımı yoğururken, diğer eliyle vajinamın duvarlarını araladı ve diliyle klitorisime seri darbeler vurmaya başladı.
“Gurur,” diyebiliyordum, dudaklarıma gelen küfürler ise sadece mırıltılar olarak çıkıp gidiyordu ağzımdan. Ağzını tamamen oraya bastırmadan önce adımı inledi ve sonra beni âdeta vakumlar gibi emdi. Tüm zerremi yemek istiyor gibiydi. Dili öyle seri hareket ediyordu ki, artık dilinin başka ne işlere yaradığını daha iyi biliyordum.
Bir eli yılan gibi sürünerek yukarı çıktı. Göğsümü büyük avucunun içine aldığında yer yerinden oynadı. Orayla öpüşüyordu ve bu öpüşmenin seslerini duyuyordum. İniltilerim artık ağır tahrik kokan kelimelere bırakmıştı yerini. Resmen oraya doğru konuşuyor, tüm benliğimi ve ruhumu sarsarak bana daha fazlasını vermek ister gibi yalıyordu. Birdenbire kadınlığıma tükürdü ve diğer eliyle kadınlığıma küçük bir fiske vurarak kendi ağız sularını kadınlığıma yaydı. Şimdi sadece kendi parıltıma değil, onun bana verdiği parıltıya da sahiptim.
“Bir köpek gibi yaladığımı hissediyor musun?” diye sordu sertçe, ardından dişlerini deride gezdirdi ve klitorisimi dişlerinin arasına aldı. Zonklamalar arttı. Dişlerinin etrafında bir nabız gibi gümlüyordum. Klitorisimin acısı bir müddet sonra zevke dönüşünce, “Evet,” diye inledim.
“O zaman kafamı tutup neden beni deliğine bastırmıyorsun?” diye sordu. “Kullan ağzımı.”
Saçlarını kavradım, dediğini yapmak için onu kendime bastırırken her şey karmaşıktı. Sanki olduğum yerde bir hologram gibiydim. Etraf parazitleniyor, görüntüler bulanıyordu. “Kalçalarını kaldır ve güzel amını ağzıma yasla bebeğim,” dediğinde hırsla kalçamı kaldırıp onun saçlarını asıldım. İnleyerek öyle deli yalamaya başladı ki, artık son nefesimi vermek üzereymişim gibi titriyordum. Kalçalarım havalanmıştı, sadece belimin bir kısmı ve omuzlarım yatağa değiyordu. Titriyordum. Onun ağzındaydım ve delice titriyordum. Tüm hücrelerimle.
“Evet,” dedi ağzı oradayken. “İşte böyle. Bu küçük delikle sik ağzımı,” deyince gözlerim geriye doğru kaydı ve bedenimi havada tutamayıp titreyerek yatağa düştüm. Gurur bir bacağımı dizimden kırarak ikiye ayırıp diğerini yukarı çekti. Tekrar tükürdüğünü fark ettim ve sonra dik bir yokuştan aşağı doğru salınmaya başladığımı hissettim. Çığlık atmamak için ağzıma bir parmağını verirken dişlerim artık onun parmaklarının etrafını kavramış hâldeydi. Büyük parmağını hem yalıyor hem de tüm çığlıklarımı dindirmek istercesine ısırıyordum. Tıpkı onun, oraya yaptığı gibi.
Algılarım kayboldu. Bir boşluktaydım. Artık bedenimin içinde değil, dışındaydım sanki. Gurur’u da kendimi de görebiliyordum; o yataktaydık. Dağılmış bir hâlde yatağa serilmiştim, nefes nefese ve kan ter içindeydim. O ise hâlâ bacaklarımın arasındaydı. Parmağı ise dişlerimin…
Yavaşça bacaklarımın arasından çıkarak üzerime doğru kaydı. Ağırlığını bana vermeden parmağını ağzımdan çıkardı ve dişlerimi sapladığım için kan lekeleriyle dolan parmağının bir tarafını o yalarken, diğer tarafını ben yaladım. Aynı anda.
Sonraysa dudakları dudaklarımdaydı. O kirli öpüşmeyi asla unutamayacağımı biliyordum.
Beni yavaşça kollarının arasına çekti. Haklıydı. Titremelerim çağların ötesine geçti; tüm zamana yayıldı. Hiçbir şeye hâlim yoktu. Nefes almaya bile. Her şey, dünya, zaman, gücüm kaybolup gitmişti. Boşlukta uzanıyor gibiydim ama bir o kadar da dopdoluydum. Tek hissettiğim bedenime yayılan o beni kıskıvrak kavrayıp sıkmış rahatlama duygusuydu. Gevşemiştim; her şey kalkıp gitmişti.
Yüzünü boynuma sokarken, “Nasıl bu kadar manyak edebilirsin sen beni?” diye sordu nefes nefese. Ona dokunma isteğiyle yavaşça döndüm ve beni kendine iyice çekip göğsüne sakladı. “Ben iyiyim,” diye fısıldadı. “Bu hâlin beni senden bile çok rahatlattı.”
“Parmağın acıyor mu?” diye fısıldadım.
“Gelincik kaptı,” dedi gülerek, ardından dudaklarını saçlarıma bastırdı. “Senin için bir eşofmanım var, endişe etme.” Çenesini saçlarıma sürterek yutkundu. Sıcak ve kalın kollarına dokunuyordum. “Kokusunu sindirdiğin bu çarşafı da tek başına yıkanması için çamaşır odasına götürüp ellerimle makineye tek başına yerleştireceğim.”
“Hasta,” diye fısıldarken gülüyordum.
“Sana.”
“Hım?”
“Sana diyorum. Sana hasta.” Kafasını indirip yüzüme baktı. “Maske seni bu kadar çıldırtacaksa evde bütün gün maskeyle dolaşacağım, haberin olsun.”
“Sus ya,” diyerek yüzümü göğsüne sakladım. “Deli.”
“Senin delin.”
“Bak sen.”
“Seni temizleyeyim.”
Yavaşça doğruldu ve dediğini gerçekten yapacağından yana şüphem olmadığı için sessizce bekledim. İlk önce bacaklarımı ve bacaklarımın arasını temizledi, ardından kalkıp bana bir eşofman verdi. Eşofmanı bana biraz bol gelmişti. Altımda ona ait bir eşofman ile üst kısmım tamamen çıplak hâlde eğilip sütyenimi aldım yerden. Arkamdan yaklaşıp, çıplak belime sarılıp enseme bir öpücük bıraktı. Başımı geriye attığım anda öpücükler boynuma ve köprücük kemiklerime indi.
“Eşsizsin,” diye mırıldandı. “Neden, nasıl, niye? Aklımı kurcalıyor bu.”
Sütyenimi giyerken gülümsedim. Soğuk parmakları sırtımda turladı, kopçalarımı birleştirmek için yukarı kaydı; sütyenimi takmama yardım etti. Yerdeki kazağı kafama geçirdiğim esnada yatağındaki çarşafı söküyordu. Üzerine tişörtünü geçirdi, yavaşça indirdi. Parçaladığı taytımı ve çarşafı bir top yaptıktan sonra gözleri yerde duran cekete indi.
“Devran’ın mı?” diye sordu.
“Evet, üşüdüğüm için vermişti.”
“Ceketi gebertmişiz,” dedi sırıtarak. “Sana dokunduğum ellerle o cekete dokunamam. Ceketi yerden alsana.”
“Ha?”
“Sana dokundum, sana bulandım. Başkasına ait bir şeye dokunmamı bekleme. Hadi al.” Gülümsemesi hâlâ yüzünün sınırlarındaydı. Omuzlarıma kendisine ait olan kamuflaj ceketi örttü. Eğilip ceketi alırken Gurur, “Maskeleri de al,” dediği için maskeleri de üst üste koyarak elime aldım. Birlikte koğuştan çıktık. O çamaşır odasına giderken ben de alt kata inip cam bahçeye girdim. Cam bahçe karlar altındaydı. İçeride bir sokak lambasını anımsatan büyük, beyaz bir ışık yanıyordu. Demir sandalyeler ve masa da karlar altındaydı.
Gülümseyerek üstü açık cam tavana baktım. Tavanı açmışlardı. İçeri kar yağsın diye miydi? Gülümsemem genişledi çünkü paramparça olmuş bedenime usulca düşen kar tanelerinin dokunuşunu yüzümde de hissediyordum. Gurur’un sihirli dokunuşlarına benziyordu.
Gelişini fark etmedim ama ruhumu bağlayan sarılışını hissettim. Arkamdan sokulup kollarını bedenime sardı ve çenesini başımın üstüne koydu.
“Bu bahçeyi sevdiğini, bu bahçeye ilk girdiğinde takındığın bakışlardan anlamıştım,” diye fısıldadı. “Karlar altındayken de görmek istersin diye düşündüm.”
Karın soğuk kokusunu içime çekerken, “Çok güzel,” dedim.
“Üşüdüysen kar maskeni takabilirsin,” diye fısıldadı kulağıma doğru.
“İşine gelirdi.”
Elimdeki kar maskelerini aldı. “Kesinlikle.”
“Aptal…”
“Dön bana doğru, gözüm.”
Yavaşça ona doğru döndüğümde kar maskesini takmıştı. Benim beyaz kar maskemi de takmak için bana yaklaştı ama gözlerimde her ne gördüyse bir an durup gülümsedi.
“Çillerin.” Yüzüme düşen dağılmış saçları arkaya doğru iterken, “Şu an altın renginde,” diye fısıldadı.
Gözlerimi kaçırıp, “O kadar dikkatli bakarsan tabii,” dedim. Cidden her şeye yoğun bir dikkatle bakıyordu. Tecrübeyle sabitti…
“Görüntüler gelmiş.” Elindeki maskeyi yüzüme sürttü. “Ama istersen onlar izlesin. Biz burada takılabiliriz.”
Kaza ânını görmemi istemiyordu.
Korkunun o soğuk soluğunu ensemde hissettim. Panik birdenbire gelse de sakinlik yüzümün sınırlarını kuşatmıştı.
“Ben de izlemek istiyorum,” diye mırıldandım.
Gurur, buna bir yorumda bulunmadı. Eli elime kaydı, elimi sıkıca tuttu. Her zamanki gibi. Hep olduğu gibi. Birlikte tesisteki varlığından henüz yeni yeni haberdar olduğum ekranlarla kaplı odasına girdik. Muşta en büyük ekranın önünde durmuş, ellerini masaya yaslamış ekrana bakıyordu. Diğer ekranlarda da ana ekranda olan görüntünün aynıları vardı. Henüz oynatılmaya başlamamış bir videonun başlangıç görüntüsü. Altında tarih ve saat yazan kayda hiç olmaması gerektiği kadar uzun bir süre baktım. İzlemek istiyor muydum bilmiyordum. Panik dalgası vücuduma ne kadar şiddetli çarptıysa göz bebeklerim küçüldü ve kuruyan dudaklarımı birbirine bastırdım.
Muşta, “Görüntüler yeni elimize geldi. Kaza anından birkaç saat sonrasına kadar alabildik,” dedi gergin bir sesle. “Görmeniz gereken şeyler var.”
“Başlatayım mı, Muşta?” diye sordu bilgisayar başındaki Yener.
Muşta’nın sorgu dolu gözleri usul usul beni mercek altına aldı. Sakıncası olmadığını söylemem mi gerekiyordu? Bu şart mıydı? Muşta’nın gözlerinin içine baktım ve zaman sanki yavaşladı. Saniyeler zar zor aktı. Yaşananlar kafamda çınlamaya devam etti.
“Başlatın,” dedim.
Muşta gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. “Emin misin? İstersen dışarı çıkabilirsin, güzelim.”
“Hayır. Sonrasında neler olduğunu ben de görmek istiyorum.”
Elimi avucunun içinde tutan Gurur, bana kendini hatırlatmak ve güvende hissetmemi sağlamak ister gibi elimi sıktı. Dışarıdaki gece yağan bembeyaz karlara rağmen gittikçe daha da karanlığa gömülüyor, ruhum da o karanlığın içinde usul usul kayboluyordu.
Video başladı.
Tüm ekranlara parça parça yayılan görüntülere baktım.
Ruhum yerinden koptu. İçimde başı boş bir şekilde süzülmeye başladı. Çarptı, tökezledi, dışarı çıkamayacağını anladığında kaçtığı karanlığa geri gömüldü.
Görüntüler karanlık geceyle başladı. Yol boştu. Saat 02:52’ydi, Yener bir tuşa basınca zaman hızla sarılmaya başladı ve dakikalar saniye gibi geçti.
02:59’da durduk.
Ölüm ile yaşam, oradaydı.
Önce açı genişledi ve cipi gördüm. İçinde olduğumuz cipi. Gurur elimi sıkıca kavradı. Yener tam hızlandıracaktı ki, “Dur,” dedim. “Hızlandırma, Yener.”
Yener kaydı durdurdu.
“Zeliha.” Yener ikilemde kalmış gibi bana doğru baktı. “Bu iyi bir fikir değil.”
“Sadece başlat.”
Adnan, “Zeliş, bence bu doğru bir fikir değil,” dese de Gurur’un elini tuttum ve “O seslerle yaşayan benim. Bunla yüzleşmesi gereken benim,” dedim üstüne basa basa. “Başlat.”
Yener’in tedirginliği bir nehir gibi akıp gitmeye devam ediyordu ama Gurur’un gözlerinin içine baktığında, o nehir bir anlığına akmayı durdurdu; ardından başını sallayarak önüne döndü. Kaydı başlatmak için parmağını tuşa götüren Yener’i izlerken, ne hissedeceğimi merak ediyordum.
Beni bekleyen his neydi? İçimden şiş gibi geçen bir korku mu? Panikleyecek miydim? Sesleri mi duyacaktım yeniden? Rüzgârı ve geceyi mi hissedecektim? Yüzleştiğimde bana ne olacaktı?
Yener tuşa bastığında saniyeler yeniden hareketlendi ama dakika ve saat orada duruyordu. Tırın ışıkları kameranın merceğinde parıldadı; her yan ışığa boyandı ve o an, saat 03:03:00’ı gösteriyordu.
O zaman dilimi, Gurur’un direksiyon hâkimiyetini kaybettiği âna aitti.
Yüreğim buz kesti. Kayıtta sesler olmamasına rağmen, ben o sesleri oradaymışım gibi, hâlâ o cipin içindeymişim gibi net bir şekilde duymaya başladım.
Birinci saniye aktı.
03:03:01
İlk taklayı attık.
Gurur elimi sıkıca kavradı. İkinci takla, ikinci saniyedeydi. Taklalar hızlandı ve sanki akabinde attığımız taklalar ile beraber saniyeler de hızlandı.
03:03:13
03:03:13’te son taklayı attık ve artık yamacın dibindeydik; görünmüyorduk.
Telaşsız görüntüme rağmen hızlanan nefesim, ilk Gurur’un dikkatini çekti.
03:04:01
03:05:16
Video sanki durdurulmuş gibi hareketsiz kalmaya devam etti. Yola dağılmış parçalardan biri, Gurur’un plakasına aitti.
03:10:14
Ve tırın sadece ön kısmı yeniden kadraja girdiğinde donup kaldık. Tır durdu, kameranın açısına tamamen girmeden durdu. Dakikalar sonra, bize bakmak için oradaydı. Gurur elimi tutuyor olmasına rağmen öne doğru çıktı ve herkes tüm dikkatini vererek ekranlara bölünmüş görüntüye odaklandı.
03:16:03
Dakikalarca tır sabit bir şekilde durdu, sadece ön kısmı görünmeye devam ediyordu. İnen kimse yoktu.
Saniyeler hızla akmaya devam ediyordu.
Devran bir tuşa tıkladı ve tüm ekranlar sanki tek bir ekranmış gibi birleşerek bir duvar boyutunda görüntü yarattı. Ecevit çözünürlüğü en yükseğe taşıdı ve ekran parlaklığını açabildiği kadar açtı.
03:21:19
Birinin gölgesi yola doğru uzadı. Ardından o gölgenin bedeni geldi. Bir adamdı.
Adam gri olduğunu düşündüğüm bir kar maskesi takıyordu ve sanki orada bir kameranın onu kaydettiğini biliyor gibi, doğrudan kameraya bakıyordu. Tekrar tırına binip bizi orada ölüme terk edip gitmeden önce kameraya dakikalarca baktı. Yüzü görünmemesine rağmen bakışları bir şeyler anlatmaya çalışır gibiydi.
Buradayım, der gibiydi. Ben yaptım, der gibiydi. Siz ölmeden durmayacağım, der gibiydi.