🎧: STEELHEART, I’ll Never Let You Go
Ruhum, bedenimden daha yorgundu ve yorgun ruhum, onun sesinden sonu kaybolmuş masalları dinlerken, göğsünde bir uyku apsesi olduğum adamın, tenindeki beyaz gökyüzünün üzerindeki kahverengi lekelere dokunuyordum.
Aynanın önünde durmuş kendimi izlerken birden gözlerimi kendimden ayırıp ellerime indirdim. Ellerimi öne doğru uzatıp deriyi yırtacak gibi belirginleşen kemikleri izlemeye başladım. Kartal’ın çektiği fermuarın sesi odaya yayıldı ve ardından fermuarını çektiği çantayı yavaşça yataktan aldığını fark edip gözlerimi aynadaki yansımasına çevirdim. Dudaklarının arasında eğreti duran sigarasının külü uzamıştı. Atkuyruğu yaptığım saçımdan firar eden saç telleri yüzüme yapışmıştı. Saç tellerini kulağımın arkasına itip ona doğru döndüm ve dudaklarının arasında duran sigarayı parmaklarımın arasına alıp onun dudaklarından kurtardım. Artık onun dudaklarındaki sigara, benim dudaklarımdaydı.
“Sigara hırsızı,” diye mırıldanıp çantayı yavaşça salladı. “Kar fırtınası yolları felç etmeden gitsek iyi olacak, Yabani.”
Dudaklarımda oyunbaz bir gülümseme belirirken sigarasını dudaklarının arasına geri yerleştirerek, “Lavin,” dedim ve sırtımı ona dönüp makyaj masasının üzerindeki cep telefonumu elime aldım. Beni izlediğini biliyordum. Telefonumun kilidini açtığım an Emir ve İrem’den gelen mesajların bildirimleri telefonumun ana ekranına birer birer dökülüvermişti. Kaşlarımı kaldırarak telefonu kilitledim ve siyah montumun cebine koyup omzumun üzerinden Kartal’a baktım. “Yılbaşı için ne yapacağımızı sorup duruyorlar,” dedim. “Emir, ilgi çekmemek için bir arada olmamızın daha doğru olacağını söyleyip duruyor.”
“O doldurulmuş tavşanın tek amacı yeni yıla bizimle girmek, yoksa herkesin kendine özel bir programı olabilir ve bunun ilgi çekmekle yakından uzaktan alakası yok,” dedi Kartal. “Çiftlikte gireriz büyük ihtimalle. Leyla’nın dedesi bizi bırakmaz.” Sigarayı dudaklarından ayırıp beni baştan aşağı süzdü. “O yılbaşı gecesinde, partileyen biri olduğumu ima etmiştin, hatırlıyor musun?”
Bana atkısını verdiği o geceyi yeniden hatırlayınca gözlerimi kaçırdım.
“Bana karşı her zaman tuhaf bir ön yargın vardı bence,” diye devam etti. “Belki de içten içe beni kıskanıyordun.”
Kaşlarımı alayla kaldırdım. “Seni kıskandığımı mı sanıyorsun?”
“Bebeğim, sanmıyorum,” dedi başını iki yana sallayarak, “bunu zaten biliyorum.”
“Kendini beğenmiş,” diye homurdanarak odanın çıkışına doğru ilerledim. “Bildiğin her şey doğru olmayabilir.”
“Nasıl yani?” diye sordu şaşırmış gibi yaparak. “Yoksa beni sevd-”
“Kartal,” diyerek aniden onu susturdum. “Kar fırtınası yolların anasını bellemeden yürü.”
Sırıttığını biliyordum.
Evden çıktığımızda kafam epey allak bullaktı aslında. Özay ile ilgili zihnime batmış bir gemi enkazı gibi oturan düşünceler vardı. Onu kırmış, bir şekilde incitmiş olmanın düşüncesi bile moralimi bozmaya yetiyorken, onu gerçekten bir enkaza çevirmiş olduğum gerçeği içimde kesinlik kazanmıştı. Cipin ön koltuğuna oturup emniyet kemerimi bağladığım sırada Kartal telefonla konuşuyordu. Tüm sokak karlar altındaydı ve uğultu eşliğinde yağan kar da gitgide çoğalarak daha büyük parçalar hâlinde yeryüzüne düşmeye başlamıştı.
Kartal telefonu kapatıp siyah paltosunun geniş cebine koyduktan sonra aracın kapısını sertçe kapattı ve sokaktan aracın içine doluşan soğuk, az da olsa kırılmış oldu. Aracı çalıştırıp kullanmaya başlayana kadar konuşmadık ama uzun sürecek bu yolculuğu tamamen sessizliğe gömülerek geçirmemizin imkânı yoktu. Elbet bir şeylerden konuşmamız gerekecekti.
Torpidoda duran kitap dikkatimi çekince kitaba uzanıp onu elime aldım. Bu sırada radyoda hafif bir şarkı çalıyordu. Kitabın sararmış, eski sayfalarını karıştırdığım esnada Kartal’ın bakışlarının bende olduğunu bilmek, dilimi damağımı kurutmuştu ama profesyonel bir şekilde renk vermemeyi başarabiliyordum.
“İlgini çekti galiba,” demesiyle kafamı çevirip ona bakmam bir oldu. “Yüzbaşının Kızı[1],” diye açıkladı. “İlk baskısı. Değerli, bulunması imkânsız olmasa da günümüz şartlarında biraz zordur. Sahaflarda bulunabilir tabii.” Kitabın sararmış sayfalarını incelemeye döndüğümde de onu dinlemeye devam ediyordum. Sık sık yolu takip etmek için benden kopan gözleri, bir yaranın yolunmuş kabuğu gibiydi ve çok geçmeden yaranın üzerini tekrar sarıyor, gözleri beni yeniden kafesliyordu.
“Kitapların eskiliği seni cezbediyor bence,” dediğimde onu göremesem de başını salladığını hissedebildim. Aracı belli ölçüde hızlandırmaya çalışsa da yolu sarmış kar taneleri her seferinde çoğaldığından istediği hıza erişemiyordu. Lastiklerde zincir olduğunu biliyordum ama sadece bizim değil, yoldan geçen herhangi bir aracın ya da yayanın da hayatını riske atmak istemediğinden aracı dikkatli kullanıyordu.
“İlk baskıları elde etmek gibi bir takıntım var,” dedi ciddiyetle. Gözlerimi yüzünde dolaştırdım, tekrar sararmış kitap sayfasına indirdim. “Garip gelebilir ama asıl ruhun, ilk baskıda saklandığını düşünürüm. Bir kitabın dünya üzerindeki ilk kopyasına sahip olmak harika hissettirir. Önceleri buna daha meraklıydım, büyüdükçe bu körelse de o istek hiç tamamen yok olmadı. Hâlâ bir kitap alacağım zaman o kitabın ilk baskısını bulabilmek için uğraşırım ve bir şekilde de bulurum.”
“Kitapların ilk baskıları, özellikle kitap eskiyse daha da pahalı oluyordur,” dedim.
“Sahaftan sahafa değişir ama evet, öyle. Yıllandıkça güzelleşen şarap gibi, kitaplar da yıllandıkça değer kazanır.” Bir sayfa daha çevirdiğimde o sayfanın içinde bir not kâğıdı buldum. Dörde katlanmış, çizgili bir deftere ait bir kâğıttı bu. Bir an merak etsem de bu merakın doğru olmadığını düşünerek bir diğer sayfaya geçtim. “Eski bozuk paralar bile değerlidir,” dedi düşünceli bir sesle. “O yıllarda onlarla pek bir şey yapılamıyor olsa da yaşları büyüyüp, onlar eskidikçe değerinin arttığını ve sergilerde kullanıldıklarını görürsün. Müzeleri gezmeyi sever misin?” Son sorusunu gözleri bendeyken sormuştu.
“En son on altı yaşındayken falan gezmiştim,” dedim.
“Sever misin?”
Gözlerinin içine baktım. “Evet,” dedim.
“Bir ara birlikte müzeleri gezmeliyiz o zaman.” Bakışlarını yola çevirdi. “Zafer amca yaşananları biliyor ama merak etme, sormayacaktır.” Neyden bahsettiğini anlayamadığım için kaşlarımı kaldırdım. “Yani Leyla’yı kaybettikten sonra kimseyle kayıplar hakkında konuşmadı. Bundan hoşlanmaz.” Neyden bahsettiğini anlamak, kalbimin yerine taş koyulmuş gibi göğsümü ağırlaştırsa da bir şey söylemedim.
“Zafer amca, çiftlikte yalnız mı yaşıyor?”
“Evet,” dedi Kartal yolu izlemeye devam ederken. “Leyla’yı kaybettikten sonra bırak İstanbul’a gelmeyi, Bursa’nın merkezine bile çıkmadığını duydum. Yani günlerini hep çiftlikte geçiriyor. Kahyası onun için alışveriş yapıyor, çiftliğin ince işleriyle ilgileniyor falan.”
“Onu rahatsız etmez miyiz?”
“Hayır. O Leyla ile ilgisi olan insanları hep sevmiştir.”
“Benim Leyla ile sizin gibi anılarım yok, onun için bir yabancıyım.”
“Ama benim için değilsin.” Göz ucuyla bana bakarken konuşmayı sürdürdü. “Yunus için de öyle. Leyla’yı tanıyan herkes için öyle. Bu zaten seni onunla ilgisi olan biri yapmaz mı?”
“Yine de kötü hissettim,” dediğimde anlayamadığını belli edercesine gözlerime baktı. “Aranızdaki tek yabancı benim, Doktor.”
“Yabancı mı?” Dudakları keyifle yukarı kıvrıldı. “Yabancılarla öpüşmem.”
Bir an söyledikleri yanaklarımda bir alev topu dolaşıyormuş gibi hissettirdi. Yine de meydan okuyan Lavin buradaydı, onu hâlâ kaybetmemiştim. Kaybedersem işte o zaman ne yapardım bunu ben de bilmiyordum. Ona meydan okuduğumu göstermek ister gibi, “Yabancılarla öpüşüp öpüşmediğini bilemem,” dediğimde kaşlarını hayretle kaldırdığını fark ettim. “Sonuçta başlarda da İrem’in ağzına giriyordun ve o bir yabancıydı.”
“Ağzına mı giriyordum?” Dalga geçer gibi güldü ama buna aldırış etmedim. “O benim için sadece bir görevdi. Hem onunla bir kez bile yakınlaşmadım ben.”
Onu başka biriyle düşünmek bile acının lav misali ruhuma doğru akmaya başlamasına neden oluyordu. Bir kadın için en korkunç şeylerden biri, kesinlikle duygularını düğümlediği adamın yanında başka bir kadını görmekti. Kartal’ı hayallerimde bile başka bir kadının yanına koyamazken, geçmişte bile olsa onun yanında başka bir kadının olmuş ihtimalini düşünmek kalbimi sancıtıyordu. Acaba Özay söz konusu olduğunda Kartal’ın hissettikleri de bunlar mı oluyordu? Çok daha ağırı mıydı?
“Kızı giriş bileti olarak görüyordun, onu etkilemeye çalışmadığını söyleyemezsin.”
“Bu bir amaç uğrunaydı ve amaç için bile olsa, bunu yapmaktan vazgeçtim. Denemedim. Denesem yapabileceğimi gayet iyi biliyorsun,” dedi sertçe. Bu kalbimi acıttı. Bir cevap vermedim, o da uzun süre sustu.
Sonunda dayanamayıp, “Hiç denemedin mi? Yalnız kaldığınızda falan?” diye sordum.
“Denemedim. Sapık mıyım ben?” Kitabın kapağını kapattığımda başparmağım kitabın en son sayfasının arasında duruyordu. Gözlerimi ona çevirdim ve altın kahve gözlerdeki şaşkınlığın pençeleri yüzüme sertçe saplandı.
“Sana sapıksın demedim.”
“İyi,” dedi sertçe.
“Tamam.”
Uzun uzun sustuk.
Şimdi ne diye bu konuyu açıp kendi kalbimi kendime kırdırmıştım ki? Oysa onun için geçmiş, şimdiden çok uzakta duran ölmüş bir akraba gibiydi ve kalbinde geçmiş için çarpan bir atış sesi yoktu. Ama benim kalbim, geçmişi de şimdiyi de geleceği de içine almış çırpınıyordu.
Çiftliğe uzandığını düşündüğüm yol, orman ve dağ arasındaydı. Dar bir yol gibi görünse de sonunun lüks bir yere çıktığını yola bakınca bile hissetmek mümkündü. İki yandan oldukça yaşlı ağaçların yola kadar dallarını uzatmasıyla yol tamamen kapanmasa da iyiden iyiye daralmıştı. Kartal, dar yoldan geçerek yavaşça ilerledi, aracın hız seviyesi büyük ölçüde düşmüştü.
Kartal aracı yeniden hızlandırdığında artık önümüzdeki alan tekrardan genişlemişti. Sağ tarafımıza doğru bir patika yükseliyordu ve sol tarafımızda da ağaçların örttüğü bir uçurum vardı ama her ne kadar ağaçlar o uçurumdan yükseliyor olsa da manzara ürkütücü bir güzelliği gözler önüne seriyordu. Çiftliğin sınırlarında olduğumuzu fark ettiğim anda bakışlarım ön camdan dışarı çevrildi ve hemen ileride, patika yolun döne döne yükseldiği ağaçlık kesimdeki o inanılmaz büyük yapı dikkatimi çekti.
Tek katlı olan bu yapının ucu bucağı yokmuş gibi duruyordu ve duvarları algılayabildiğim kadarıyla taştandı. Etrafı ağaçlarla örtülü olan yapının önündeki ağaçlık alan, sırtını verdiği dağlık alandaki ağaçlardan daha yüksek olmasa da gözle görülür derecede yer kaplıyordu. Bakışlarımı omzumun üzerinden yavaşça Kartal’a çevirdim. “Ne kadar büyükmüş,” diye mırıldandım.
“Evet,” dedi direksiyonu sıkıca kavrayarak. “Öyledir.”
“Yunuslar gelmiş midir?” Bakışlarımı yapıya çevirdim, patika yolları döne döne tırmanmaya başlamıştık. Yol gitgide daha da taşlık bir alana çevrilse de Kartal’ın cipi bu hatları bozuk yolda hiç zorlanmadan öne doğru atılıyor, hızından bir şey kaybetmiyordu.
“Evet,” dedi Kartal yeniden. “Bizden daha önce çıktılar yola. Daha çabuk varmışlardır.” Bakışlarını yavaşça bana çevirdiğini fark edince ben de ona baktım. Altın kahve gözleri bir süre yüzümde dolaştı. Artık onun yarattığı fırtınadan kaçmak anlamsız geliyordu. Çünkü zaten beni yakalamıştı ve kaçsam da gittiğim her yerde başıma yağmaya devam eden şiddetli yağmurları vardı. Onun bana verdiği hislerin ne olduğunu, herkesin şu âna dek içimde bıraktığı hislerle kıyaslayarak öğrenmiştim.
“Gergin misin?”
Gerginliğimi gizleyemediğimi fark etmenin telaşıyla kaşlarımı çatıp başımı iki yana salladım ama Kartal, buna inanmadı ve bir elini bana doğru uzatıp yavaşça yanağımı okşadı.
“Benim yanımdayken buna gerek yok,” diye fısıldadı, sesindeki anlayış beni afallatsa da cevap vermedim. “Endişelenmene.”
“Endişeli değilim,” konuşmaya devam ederken yanağımı avucuna bastırıp gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm, “sadece hiç tanımadığım bir insanın yanına gidiyoruz, anladığım kadarıyla kalabalıktan da hoşlanmıyor.”
“Ben onun yanına bir bütün olarak gidiyorum,” demesini beklemediğim için kirpiklerim gözlerimin üzerine bir bedenin içine uzanan ruh gibi serildi. “Bir yabancıyla ya da kalabalıkla değil.”
Bir şey söylememi beklemediği belliydi. Benim söyleyeceğim kelimeler de karanlıkta ellerimi bıraktıkları için kaybolmuşlardı. Hissettiğim duygular öyle yoğundu ki, kelimelerim bu duyguların altından kalkabilecek kadar güçlü değildi.
Cip, çiftliğin yüksek, demir kapısının önünde yavaşladığında, siyah kapı arkasında bir kaleyi muhafaza ediyormuş gibi sağlam duruyordu. Kartal kornaya basınca demir kapının arkasında bir adamın koştuğunu fark ettim. Aracın içinde olsam bile adamın adım seslerini duyabiliyordum. Ön camdan kapıyı izlemeyi sürdürdüm. Bir gürültü duyuldu, ardından demir kapının tekerlekleri sürüklenmeye, kapı açılmaya ve çiftliğin bir tabloya ait gibi duran görüntüsünü gözlerimin önüne sermeye başladı. Kapıyı açan orta boylarda, zayıf ve yaşlı bir adamdı. Adam bize gülümseyerek el sallayıp eliyle gelmemizi işaret ederek açtığı kapının dibine sindi. Kartal bir kere daha kornaya bastıktan sonra aracı çiftliğin içine doğru sürmeye başladı. Şimdi her an olduğumdan daha da diken üzerinde hissediyordum kendimi.
“Bu kez kuzenim olarak tanıştırmayacağım seni,” dedi Kartal bana bakmadan, doğruca önümüzde akan yolu izlerken. Omzumun üzerinden ona baksam da bu bakışlara ondan bir karşılık koparamadım.
“Peki ya kim olarak tanıştıracaksın?” diye sordum lafı hiç gevelemeden, bir şeyleri ondan bekleyip duracak bir kadın değildim.
Aslında en cesur olduğum anlar, en çok korktuğum anlardı.
Dudaklarının kenarına yavaşça oturan o tebessümü gördüm. Cevap vermedi.
İleride Yunus’un ve Burak’ın araçlarının park hâlinde durduğu süs havuzunu gördüğümde, parmaklarım bedenimin önünü örten emniyet kemerinin kayışında dolaştı ve Yüzbaşının Kızı’nı torpidonun üzerine bıraktım. Süs havuzunda ince, uzun bir kadının heykeli vardı. Havuzun içindeki suda yüzen beyaz gül yapraklarını fark edince yutkundum.
İleride tıpkı ev gibi ahşaptan yapılma büyük çardaklar vardı. Bahçenin sağ tarafı gül ağaçlarıyla doluydu, sol tarafıysa uzun çam ağaçlarıyla kaplı sık ormanlık bir alandan oluşuyordu. Çiftlik evinin girişinde iki ahşap kolon yan yanaydı, sanki girişin olduğu katı ayakta tutan o kolonlarmış gibi duruyordu. Verandanın korkulukları da tıpkı kolonlar gibi ahşaptandı. Çiftlik evi ise tüm ahşap ayrıntıların aksine taştandı. Kartal emniyet kemerini çözerken çıkan kayış sesi beni düşüncelerimden uzaklaştırdı ve verandanın arkasında duran ihtişamlı kahverengi kapı açıldı.
Dışarı çıkan ilk kişi tanımadığım biriydi. Zafer amca olmalıydı. Beyaz gömleği, siyah deri yeleği, siyah pantolonunun paçalarını içine soktuğu uzun botlarıyla her an efe oynayacak bir at seyisi gibi görünüyordu. Kır saçları ve sakalları, hafif göbeği olan ama bakıldığında yaşının asaletine karışmış bir karizma taşıyan türden adamlardandı.
Zafer amca kollarını kaldırarak arabaya doğru yamuk bir gülümseme eşliğinde bakınca, Kartal aracın kapısını açtı ve çiftliğin çetin soğuğu, peşinde dağın ferah kokusunu da taşıyarak aracın içine doluştu. Araçtan inecekken birden elim onun eline kayınca durup omzunun üzerinden bana baktı. Dudaklarındaki kıvrımı gördüğüme yemin edebilirdim ama buna dikkat kesilemedim bile. “Sen korkuyor musun?” Dudaklarında şefkatle bükülen o gülümseme genişledi, bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Aşırı gergindim, bunu anlaması gerekti. “Her şey yolunda. Otur yerinde ve beni bekle.”
Elini yavaşça bıraktım çünkü söylediklerine güveniyordum. Kartal araçtan inip kapıyı sertçe kapatınca içinde oturduğum araba sarsıldı ve aşılması güç duygular, göğsümden yukarı tırmanmaya başladı. Bakışlarımı ön cama çevirip onu beklemeye başladığımda, büyük adımlarla Zafer amcaya doğru ilerlediğini görmüştüm.
Zafer amca, verandanın ahşap merdivenlerini inmedi, Kartal merdivenleri tek adımda tırmandı ve Zafer amca ile kucaklaştılar. Zafer amcanın Kartal’ı bırakmasıyla gözleri araca kaydı ve o an Kartal’ın ona bir şeyler söylediğini anladım.
Zafer amca bakışlarını cipten uzaklaştırıp Kartal’a çevirdiğinde, Kartal’ın bakışları içinde beklediğim ama son birkaç dakikadır içinde değil de mezardaymışım gibi hissettiren araca çevrildi. Sonra sırtını adama döndü ve bana doğru gelmeye başladı.
Olduğum yerde küçüldüğümü hissettim, emniyet kemerimi yavaşça çözerken ellerim kan ter içinde kalmıştı. Kartal yavaşça kapıyı açınca soğuk rüzgâr saçlarıma karışarak onları dağıttı, siyah ve kalın taytıma rağmen tenime sinen soğuğu hissettim ama bu soğuk bile hislerimin üzerini buzdan bir tabaka altına alarak dondurmayı başaramadı. Kartal elini bana uzatınca kafamı kaldırıp ona algılayamıyormuş gibi baktım. Elini tutup parmaklarımızı birbirimize mühürlediğimizde yavaşça araçtan çıktım.
Gözlerini yüzümde hissettiğim anda sudan çıkmış bir balıktan farksız hâlde ona baktım ve bu hâlim onu gülümsetti. Kaşlarımı çatarak ona baktığımdaysa, gülümsemesi daha da genişlemiş, uzun dişlerini ortaya sermişti. Elini sıkarak yutkunup gözlerimi Zafer amcaya çevirdim. Kayıplar vermiş ve kendini insanlardan uzaklaştırmış birinin evine bir yabancı olarak gelmek çok zordu, çekimser hissediyordum ve bence hissetmeliydim de. Doğru olan bu olurdu.
“Yürüyebilecek misin, Lavinia?” diye sordu alayla, bunu sadece ikimiz duyabilelim diye kulağıma eğilerek söylemişti. “Yoksa seni yeni bir gelini kucaklar gibi kucaklayayım mı?”
“Dalga geçme,” diye fısıldadım elini daha sıkı kavrayarak. “Adama ne söyledin? Bir şey söylediğini gördüm. Sonra da bana baktı.”
“Şu anda da sana bakıyor, yürümeye ne dersin?”
Dudaklarımı kemirerek gözlerimi adama çevirdim. Gerçekten de kahverengi gözleri altına alan, yukarı doğru taranmış beyaz çatık kaşlarla bizi izliyordu. Kartal’ın parmaklarını mümkünmüş gibi daha sıkı kavrayıp bizi yürütmesini bekledim çünkü eğer Kartal yürümeseydi, diğer günün sabahına kadar burada bu şekilde dikilebilirdim, sorun değildi. Sonunda Kartal, karnı ağrıyan bir kuzu gibi göründüğümü fark etmiş olacak ki beni adama doğru yürütmeye başladı. Ayağımın altında ezilen otların üzerini kaplayan kar kristallerinin çıkardığı sesler, attığım her bir adımda zihnimde büyüyerek endişemi tavana değdiren seslerdi.
Adamın önüne geldiğimiz an, adam, “Merhaba,” dedi bana, sesi gerçekten de gür ve beklediğim bir şekilde ürkütücüydü. Sağlam bir ifadeyle adama baksam da kalbimde havai fişek gösterisi vardı. Zafer amca elini bana doğru uzatınca başta ne yapacağımı bilemeyerek eline baktım, sonra elimi uzatarak onun elini yavaşça sıktım ve bu hareketim onun hoşuna gitmiş gibi genişçe gülümsedi. “Sonunda elimi öpmeye çalışmayan biri,” dedi rahatlamış gibi. “Hoş geldin yuvama.”
“Hoş buldum efendim,” dedim ölçülü bir sesle. Kartal’ın elindeki elim terliydi. Adamın elini bırakarak gözlerinin içine bakmaya devam ettim. “Beni de kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.”
Adamın gözleri ikimizin ellerine kaydı, bakışlarını yeniden bana çevirip kısık gözlerle gülümsedi. “Siz burada tek kişi olarak ağırlanacaksınız.” Anlayamadığımdan öylece adama baktım, adam gözlerini Kartal’a çevirdi ve dudaklarından o cümle döküldü: “Sana da yuvama hoş geldin derdim ama sen zaten yuvanla gelmişsin.”
Duyduklarım, göğsümde bir kıyamet gibi büyürken, Zafer amca bizi eve buyur etmişti. Koca bir şöminenin üzerindeki uzun boynuzlar ve diğer aksesuarlar göz alıcıydı. Evin neredeyse tamamı kahverengi ve krem renklerinden oluşuyordu, genel olarak deri ve eski eşyaların süslediği salondaki bazı vazoların tarihi bir değeri olduğu çok açıktı. Ahizeli bir telefon sehpanın üzerinde duruyordu, hemen yanında onu şapkasının altına alan geniş, eski bir abajur vardı. Gözüm abajurun altında duran bir diğer ayrıntıya kaydığında salonda Kartal, ben ve Zafer amcadan başka kimse yoktu. Bakışlarımın dokunduğu ayrıntıdaki cam, etrafı gümüş renginde bir çerçeveydi ve çerçevenin ortasından bir yarık geçiyordu; cam ikiye çatlamıştı.
Kısa, kulaklarının altında kesilmiş küt, siyah saçları, dümdüz ve gece kadar karanlıktı. Gözlerinin üzerine ve altına çektiği siyah göz kalemi, mavi gözlerinin daha da belirginleşmesine neden olmuştu. Karların içinde, simsiyah binici kıyafetlerinin içinde olduğu bir fotoğraftı bu. Hemen arkasında bembeyaz bir at duruyordu. Küçük, kalkık burnu soğuktan kızarmış, dolgun dudaklarında da kan çatlakları belirmişti. Kollarını göğsünün üzerinde toplayışı bana kendini insanlardan soyutlayan biri olduğu hissini vermişti. Leyla. Onu görmek, bana karşılaştığımız o kısacık ânı ve Kardelen’in kollarımda ağlayışını hatırlattı.
“Leyla,” dedi birden arkamda o tanıdık, yaşlı ama güçlü ses. “Onu ilk görüşün mü?”
“Hayır, bir kez karşılaşmıştık,” diye mırıldanıp yavaşça ayırdım gözlerimi fotoğraftan. Kimsenin yarasına bıçak sokmaya gelmemiştim ben. Leyla’ya bakmamaya çalışarak gözlerimi salonda gezdirdim, hemen ilerisi boydan boya camdı, çamlara tutunmuş kar tanelerini görmek mümkündü. Bizimkiler neredeydi? Bu konuyu dağıtmam gerektiğini düşünüyordum.
Zafer amca, “Emre’ye bir fotoğrafını sorsan,” dediğinde Yunus’tan bahsettiğini biliyordum. “Boğazından karnına kadar bir yarık açıp kalbini göstermeni istesen gösterir ama onun fotoğrafını göstermez.” Bir adım atınca ayağındaki çizmelerin altında kavrulan parke gıcırdadı. “Ama ben Emre değilim işte, kalbimi çatlamış bir çerçevede sergiliyorum.”
Yunus’u düşündüm, Zafer amcayı ve Leyla’yı… Leyla için onları arkada bırakmak zor olmuş muydu? Olmuş olmalıydı. Zafer amca kalbini çatlamış bir çerçevede de olsa sergileyebiliyordu. Peki ya Yunus? Şimdi onun kalbi, denizin üzerinde ilerlerken alevlere yenik düşen bir gemiydi ve en acısı da bu ateş sadece dibe batarsa sönecekti.
“Şimdi diyorsundur, bu yaşlı, geveze adam ne zırvalıyor, çok mu Nazım Hikmet okuyor? Çok mu Süreya dizelerinde nefes almış? Neden böyle konuşuyor?” Kendi kendine gülüp koltuklardan birine oturdu, Kartal arkamdaydı. “Önceleri şiirleri pek sevmezdim. Şair adam boş adamdır derdim, şairlik boş insan mesleğidir. Öyleymiş. Bu adamların, kadınların içlerini boşaltıp sadece aşkı ve acıyı koymuşlar. Sadece aşkı ve acıyı. Yani şairlik hâlâ boş insan mesleği. O kadar boş ki, acıdan başka bir şeye yer yok orada. Bomboş o yüzden. Bir acı, bir de onun annesi aşk var.” Hayretle Zafer amcaya baktım. Yeleğini düzeltti. “Önceleri kitaplığım okunmamış kitaplarla doluydu, az okur, az konuşur, çok iş yapardım. Sonra o gitti…” Elini kaldırıp fotoğrafı gösterdi. “Çok okudum, çok konuştum, yine çok iş yaptım. İnsan durmadan düşününce, durmadan üretiyor biliyor musun? Durmadan üreten insana bak, kızım. Durmadan konuşana, gülene, okuyana bak. İçlerindeki suskunluğu böyle bastırırlar. Bana Nazımları, Süreyaları, Nilgünleri bir emanet gibi bıraktı gitti.” Parmağını indirip pantolonunun üzerine koydu ellerini. “Bana şiirler bıraktı, kendi şiir oldu gitti.”
İçinden çıkamadığım cümleleri vardı. İnsanı bir kez kıstırırsa, en derin sulara götürüp boğabilirdi de en ızdırap verici ateşlere atıp kavurabilirdi de. Kartal, onun bu hâline alışkınmış gibi elimi tutup beni Zafer amcanın karşısındaki koltuğa oturttu. “Gelmeden önce tedirgin olmuşsundur,” dediğinde içimi okumuş olması beni irkiltti. “Hatta seni istemeyeceğimi bile düşünmüşsündür. Evet, bu ev yabancıya hayalet, tanıdığa yuvadır. Yanında yuvasını getirenin başına da dikilmiş çatıdır.” Kartal’a bakıp gülümsedi. “Kasılma hiç, evinde gibi ol. Hoş, sen de alıp gelmişsin yuvanı. Nereye gidersen git, yabancılık çekmezsin artık. Leyla’nın arkadaşıymışsın, değilmişsin, önemli değil. Onun olduğu zamana denk gelseydin, zaten çok yakının olurdu. Leyla’nın kalbi gayya kuyusu gibiydi. Giren bir daha çıkamazdı. Çok soğuk dururdu ama içi sıcacıktı.” Kollarını iki yana açarak koltuğun kenarlarına yaslayıp derin bir nefes aldı. “Sibel ve Han yukarıdalar,” dedi, başta Neslihan’a Han demesini yadırgasam da önemsemedim. “Yerleştirdik onları. Burak ile Sahra da atlara bakmaya gittiler.”
“Yunus?” dedim sorar gibi.
“Yüreğini dökmeye gitti.”
“Ne?”
“Göle,” diye fısıldadı Kartal, Zafer amcanın söylemeye çalıştığını dillendirerek. “Göle gitti.”
“Neyse,” dedi Zafer amca bir elini sertçe dizine vurarak. “Sizi nereye yerleştireyim? Ormana bakan tarafı seversiniz, değil mi?” Öksürüp gözlerini kapıya çevirdi. “Murtaza, gençler için yer hazırlamalarını söyle Mukaddes ve Naciye’ye.”
Kartal’ın avucunun içindeki elimi yavaşça hareket ettirdiğimde Kartal bana baktı ama ben Zafer amcaya bakıyordum. Murtaza ismiyle seslendiği, bize demir kapıyı açan adam, boyalı siyah saçlarının üzerini örttüğü şapkayı çıkararak karnının üzerine bastırıp, “Hemen söylerim, hangi odayı hazırlatayım, Zafer Bey’im?” diye sordu.
“Ormana bakan oda,” dedi Zafer amca. Murtaza başını sallayarak salondan çıktı, işte şimdi yeniden yalnızdık. “Ne yer, ne içersiniz? Kaç saattir yoldasınız, söyleyin bakalım?” diye sordu Zafer amca.
Kartal, gözlerini Zafer amcaya çevirerek, “Çok uzun sürmedi,” dedi. “Kar fırtınası çıkacağından yollar biraz bozuktu ama sorunsuz geldik.” Gözleri beni buldu. “Karnın aç mı?”
Bu da soru muydu şimdi? Elbette kurtlardan daha aç hissediyordum kendimi. Yine de ayıp olmasın diye, “Hayır,” diye mırıldandım ama Kartal buna inanmışa benzemiyordu.
“Yahu bu kızın ağzı yok mu? Kendisi cevap veremiyor mu?” Zafer amca genişçe sırıtarak bana baktı. “Mutfak senindir, ne istersen ye, iç.”
“Zafer amca haklı,” diyerek ters ters baktım Kartal’a. “Benim ağzım var, konuşurum ben…”
Kartal’ın kaşları alayla yukarı dikildi. “Buyur, konuş hadi…”
Birden söyleyecek bir şey bulamadım ama elimi onun elinden kurtarıp ona kötü kötü baktım. Beni sıkıştırmaya, benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya bayılıyordu. Kısa süren sessizlik sonunda, “Efendim,” diyerek içeri giren kadına çevirdim bakışlarımı. Başında yazma olan, orta yaşlarda, etine dolgun ve kısa boylu bir kadındı bu.
“Söyle Mukaddes, ne oldu?” diye sordu Zafer amca.
“Odayı hazırladık,” dedi Mukaddes Hanım. Bakışları kısaca beni buldu, bana sıcak bir gülümseme gönderdikten sonra, “Efendim, Yunus Emre Bey geldi, oturma odasında, haber vereyim dedim,” dedi.
Bakışlarımı Zafer amcaya çevirdim. Yunus neden buraya gelmiyordu ki? Kartal’ın elini dizimde hissedince gözlerim dizimde duran eline kaydı, sanırım bu çiftlik evinde her şeye yabancı olan tek kişi bendim ama benim dışımdaki herkes, her şeyi en ince ayrıntısına kadar biliyordu. “Yine girmiyor salona,” dedi Zafer amca gülümseyip ellerini dizlerine bastırarak ayağa kalkarken. “Gideyim de şu oğlana bakayım ben. Siz istirahate çıkın, dinlenin isterseniz, akşam yemeğinden önce bir şeyler de yiyin, aç karnında durulmaz.”
Zafer amca salondan çıktığında yine Kartal ile baş başa kaldım. Dizimi yavaşça kırarak koltuğa bastırıp gözlerimi ona çevirdim, bakışları bendeydi. “Yunus neden salona girmiyor?” diye sordum, alacağım cevaptan ben de korkuyordum ama madem buradaydım, herkesin bildiği şeyleri sanırım benim de biraz olsun bilmem gerekirdi.
Kartal’ın altın kahve gözleri yüzümde dikkatle dolaştı. “Yunus, Leyla’nın fotoğrafının olduğu odalara girmez. Kendisi de onun fotoğraflarını hâlâ olduğu yerden kaldıramadı ama yüzüstü çevirdi görmesin diye.”
Sakince başımı salladım, söyleyecek bir şeyim yoktu.
“Odaya gidelim,” dedi. “Biraz dinlen. Yaran hâlâ sızlıyor olmalı.”
“Hissetmiyorum,” diye mırıldandım dalgın gözlerle yüzünü izlerken. Buna bir şey demedi ama aksini düşündüğünü söylemesine gerek yoktu, bunu gözlerinden zaten görebiliyordum. Kartal ile bizim için hazırlanan odaya çıktığımızda zihnimin limanına demir atan düşünce çok daha farklıydı. Diğerleri benim içime bir bomba gibi yerleşen duygudan bihaberlerdi ve şimdi onunla bu odada yalnızdık. Belki buraya Kartal’ın sevgilisi rolünü oynayarak geldiğimi düşünebilirlerdi ama yine de artık ikimiz yan yanayken etrafımızda kırmızı bir ışığın yanıp yanıp söndüğünü görebilirlerdi. Ne kadar saklasam da o ışık beni kör etmişti.
Odada ortaya koyulmuş, sırtı duvara yaslı koca bir yatak vardı, yatak şaşırmayacağım şekilde ahşap bir başlıktan oluşuyordu ve üzeri ipek nevresimlerle süslüydü. Epey kabarık, yüksek duran bir yataktı. Bu yatağın içine girip, yorganı üzerine çeken biri hiçbir şeyi düşünmeden günlerce uyuyabilirmiş gibi gelmişti bana. Yatağın hemen karşısındaki duvar, tıpkı salonda olduğu gibi tamamen camdan oluşuyordu. Derinliği gitgide artan ağaçlarla donatılmış bir orman hemen gözlerimizin önündeydi ve çiftlik evi biraz tepede kaldığından sanki orman ayaklarımızın altında başlıyor gibi duruyordu. Yine de ağaçlar öyle yüksekti ki, bizim tepede durmamız çok da bir şey değiştirmiyordu.
“En iyi odayı bize ayırmış,” dedi Kartal yatağın ucuna oturup üzerindeki paltonun düğmelerini çözerken. Yatağın çaprazındaki büyük elbise dolabının önüne ilerledim. Elbise dolabı tamamen aynalardan oluşan kapaklarla örtülüydü. Dışarıda hava kapalı olduğu için görüntüm mavimsi gri tonlarda yansıyordu. Kollarımı göğsümün üzerine sarıp bakışlarımı bedenimde, ardından da arkamdaki yatakta oturan Kartal’da gezdirdim. Bir an aynanın önünde yaşananları hatırlayınca yanaklarımda ani bir ısı artışı yaşansa da bakışlarım hâlâ aynı sabitlikteydi.
Kartal üzerindeki paltoyu çıkarınca bedenini sıkıca saran boğazlı, siyah bir kazakla kaldı. İnce ama kaslı bedeni, bu kazağın içinde gerçekten estetik bir görüntü sergiliyordu. Bakışlarımı yeniden kendime çevirdim, üzerimdeki montu çıkarıp yavaşça ona doğru döndüm ve yatağa ilerledim. Çizmelerimin kısa topukları ahşap parkeye temas ettikçe bana annemi hatırlatan bir sesin etrafa yayılmasına neden oluyordu.
Kartal’ın yanına oturup derin bir nefes alarak, “Yunus Emre’nin burada olması onun için çok zor olmalı,” dedim yavaşça. “Yeni yıla burada girmek istediğine emin mi?”
Kartal kolunu kaldırıp beni kolunun altına alarak sarınca birden kendimi çok savunmasız hissettim ama geri çekilmek yerine avucumu göğsüne koyup başımı omzuna yasladım. Bu yakınlık, her zaman kurduğumuz yakınlıktan biraz daha farklı gelmişti bana. Ama iyi de hissettiriyordu. Her ne olursa olsun, bana kötü hissettiremezmiş gibi geldiği zamanlar olsa da aslında o bana iyi gelirken bile bir tarafımı çok yaralıyordu.
“Yunus için doğru zaman, doğru yer,” dedi Kartal, bu cümlenin derinlerine inemedim ama bir anlamı olduğunu biliyordum. “Çok uzun süre kaçtı, kaçmaya devam ediyor ama bu sürdürdüğü kaçışın ilk nefes alma molası. Molayı burada vermesi iyi çünkü eğer vazgeçerse, kaçmaktan yine burada vazgeçecek.”
“Leyla’nın fotoğrafının olduğu odaya giremiyor bile,” dedim. “Bu şekilde nasıl vazgeçebilir ki?”
“Biz ona Leyla’dan vazgeçmesini söylemiyoruz, kaçmaktan vazgeçmesini söylüyoruz. Leyla’dan istese de vazgeçemez.” Gözlerim yüzünde bir noktada daldı, Kartal’ın bakışlarının yoğunlaştığını hissettim ama o bakışlara karşılık veremedim. Yunus’un hissettiklerinin ağırlığını düşünüyordum, nasıl olmuştu da aklını kaybetmeden bu işin içinden çıkabilmişti? Benim aklım hâlâ kaybettiklerimleydi, ben aklımı çoktan onlarda kaybetmiştim.
“Şimdi,” dedi Kartal. “Bir duş al, sonra çıkıp bir şeyler yiyelim. Belli ki burada rahat değilsin. Bursa’yı biraz gezdiririm sana. Sen duşa gir, ben de arabadan çantaları alayım.”
Başımı salladım. Odada bir banyo vardı, üzerimdekilerden kurtulup küvetin çaprazındaki duş kabinine girerken kendimi yeni bir yerde olduğum için tedirgin hissediyordum ama ılık su, düşüncelerimi zihnimden süpürmek ister gibi saçlarıma akmaya başladığı anda bedenim gevşedi. Elimi uzatıp karşımdaki fayans duvara tutundum ve suyun başımdan aşağı akarak tüm bedenimi gezmeye başlamasına izin verdim. Saniyeler içinde banyo, sis altında bir şehir gibi buharlar altında kalmıştı. Odanın kapısının açılıp kapandığını duyduğumda Kartal’ın çantaları getirdiğine emindim. Tamamen temizlendikten sonra misafirler için çıkarılmış temiz havlulardan birine sardığım bedenimle aynanın önüne geçtim. Saçlarımdaki suları sıkmış olmama rağmen devamlı olarak göğsümün arasına akmaya devam eden su damlaları, göğsümün akıttığı gözyaşları gibi duruyordu.
Kartal yavaşça kapıyı tıklattı. Kapıyı tamamen açmasa da araladı ve, “Bir şey lazım mı?” diye sordu.
“Diş fırçam ve diş macunum makyaj çantasının yanındaki küçük çantada olmalı. Çantanın en üst gözünde,” diye seslendim saçlarımı tekrar elimin etrafına sararak lavaboya sıkarken. “Ve parfümüm de orada.”
“Vereyim,” dedi sakince, banyonun kapısından uzaklaştığını fark edip omzumun üzerinden hâlâ aralık duran kapıya baktım. İçerideki buhar süzülerek odaya doğru kayıp gitmeye başlamıştı. Yine de bir bulutun içinde gibiydim ve içerisi hâlâ son derece ılıktı.
Sadece elini içeri uzattığında, diş fırçası ve diş macunu bir elinin içinde duruyordu. Yaklaşıp onları almamla bileğimi kavrayıp beni çekmesi bir oldu ve ıslak saçlarım sertçe omuzlarıma çarparak yapıştı. Üzerimdeki havlu neredeyse kayıp düşecekti. Kartal birden kapıyı ardına kadar açarak içeri girip beni sıkıştırdı, bir eli belime akarken diğer elinde tuttuğu parfümü havaya kaldırıp yavaşça yüzüme sıktı. Parfümün acı tadı, aralık duran dudaklarımdan içeri girerek ağzımın tadını bozarken ellerimi aramıza sokmaya çalıştım. Gözlerim yanmasın diye gözlerimi sıkı sıkı yummuştum. Dudaklarını burnuma bastırıp, gülerek, “Kokun beni içeri davet ediyordu,” diye fısıldadı. “Engel olamadım.”
Söyledikleri, ondan duymaya alışkın olduğum şeyler olmasa da aslında onun kelimeleri en baştan beri üzerime dökülen, beni altına alan bir gölgeydi ve şimdi o gölgenin gitgide daha da genişleyerek etrafıma yayılıp beni tamamen kapladığını hissediyordum. Kartal, gözlerimi açtığımda gözlerini gözlerime sapladı ve erkeksi bir gülümseme yüzüne gökyüzüne bulaşmaya başlayan karanlık gibi yayıldı. İçimde, ona dair kuluçkaya yatırdığım her duygu, yumurtalarını kırıp dışarı çıkmıştı.
Teni bir gökyüzü gibiydi ve o gökyüzündeki kahverengi lekeler benleriydi.
Kalbimi değiştiriyordu.
“Beni bıraksan iyi edersin, Alaşan,” diye kısık sesli bir tehdidi ortaya bırakmam onun gülümsemesinin alayla şekillenmesine neden oldu. Parmaklarını bel boşluğuma sertçe bastırdı, bu baskı bir an için bana havlunun tenimden kayarak ayaklarımın dibine düşeceğini düşündürttü. Bırakmaya niyeti yoktu, bunu gözlerinde görüyordum.
“Bırakmazsam?”
“Bırak,” dedim, gözlerine bakan gözlerimde gördüğü neydi bilmiyordum ama kılıçlarım çıplakken tenimin içine gömülü olurdu, parmaklarımı tenime bastırsam bir bıçağı kınından çıkarır gibi o kılıcı içimden çıkararak ona saplayabilirdim.
“Bırakmazsam ne yapacağını söylemedin, Ölüm Çiçeği,” dedi, beni sinir etmek istediğini anladığım anda dudaklarım yukarı kıvrıldı ve Kartal’ın gözleri, bir uçuruma düşer gibi gülüşüme düştü. Elindeki parfümü yakalayıp birden onun yüzüne sıkınca, o iri iri açılmış beni izleyen altın kahve gözler birden sıkıca yumuldu. Parmaklarını tenime daha sert bastırıp, içimdeki fırtınayı büyütse de dudaklarımı birbirine bastırarak ona bakarken bu fırtına yüzüme bir renk katmamıştı. “Siktir,” diye fısıldadı, boşta duran avucunu gözüne bastırarak tısladı. “Gözüme sıktın…”
“Gözlerinden pis pis kokular alıyordum,” diye dalga geçtim. “İyi oldu.”
“İftira,” diye söylendi, hâlâ gözlerini açamıyordu. “Acıttın kızım ya.”
“Hadi ama Alaşan,” diyerek kollarından kurtuldum, “canın amma da tatlıymış…”
Burnundan sert bir nefes vererek güldü. Diş fırçası, parfümüm ve diş macunuyla lavaboya doğru ilerlemeye başladım. Gözlerini açıp beni izlemeye başladığını biliyordum ama ona bakmadım.
“Neden parfüm sıkıyorsun ki?” Sorusu, omzumun üzerinden ona bakmama neden oldu. “Tenine gömülmüş olan o koku, tüm parfümlerden daha güzel.”
“Şu lafları nereden buluyorsun?” Gözlerimi kaçırdığımı belli etmemek için aynaya bakıyormuş gibi yapıp suyu açtım.
“Boş zamanlarımda sana şiirler yazıyorum ben, bilmiyor musun?” Sırıttığını hissettim ama ona bakmadım. Aynadaki görüntümü izlerken, ne ara bu hâle geldiğimizi sorguluyordum. Dişlerimi fırçaladığım süre zarfında kapıda öylece dikilip beni izledi ama konuşmadı. Her hareketimde bir anlam arıyormuş, hatta aramıyor, anlamları içime gömüyormuş gibi beni izliyordu. Dudaklarımı havluyla kuruladığım sırada sırtını kapıya yasladığını fark edip ona baktım. Kollarını göğsünün üzerinde toplamış beni izliyordu, gözlerinde sakinliğin renklerinden oluşan bir gökkuşağı olsa da sanki yine gözlerinde fırtınanın bulutlarını toparlayan karanlık bir gökyüzü vardı.
“Ee?” Ona yaklaşıp, havluyu bir kenara bırakarak kaşlarımı çatıp kafamı kaldırdım. “Bana yazdığın şiirleri okumanın zamanı gelmedi mi?”
Bu onu bir anlığına duraksattı. Dalga geçiyor gibi gülerek tekrar lavaboya döndüm, parfümü elime aldığım anda söylediklerini hatırlamak beni duraksattı. Bu sırada odanın içinden telefonunun melodisi yükseliyor, dalgalanarak duvarlara çarpıp daha da güçleniyordu. Bu melodiden hoşlanmıyordum. Kötü haberleri de bu melodi bir rüzgâr gibi onun gökyüzüne taşıyor, sonra da yağmur başlıyordu. Parfümün tenime püskürüşünü hissettim, koku tenime, damarlarımda ilerleyen kanın tüm vücudumda dolaştığı gibi dolaşarak yayıldı. Banyodan çıktığımda kendimi daha ferah hissediyordum; artık yaramın acısı da sırtımda bir yara yokmuş gibi kaybolmuştu ama soğuğa maruz kaldığımda dikişlerimdeki sızıyı çok net hissediyordum. Bu epey kötü bir histi.
Kartal, cam duvarın önünde telefonla konuşurken çantadan temiz iç çamaşırları çıkarıp, güçlükle de olsa alt üst takım olan siyah iç çamaşırlarını çıplak bedenime geçirebildim. Islak saçlarımı omzumun üzerine aldım ve giyebileceğim bir şeyler arayışına giriştim. Siyah, önünde yakasından sonuna kadar küçük düğmeleri olan, beli açıkta bırakacak bir kazak çıkardım, koyu mavi bir kot pantolon da ona eşlik etti. Üzerime uzun, kalçalarımı altında bırakarak neredeyse bacaklarıma kadar inen gri bir hırka çıkardım, hırka depresyon hırkasından çok, spor bir şıklık vadeden türdendi. Kazağı üzerime geçirirken, Kartal, “Cahit ile ilgili ne olursa artık,” deyince, bu isim hafızamı başa sardı ve bakışlarım usulca Kartal’ın ensesine tutundu. Eli, siyah kotunun cebindeydi, cam duvarın önünde düşünceli bir şekilde ormanı izliyordu sanırım. Yansıması az da olsa görünüyordu, şeffaf bir gölge gibiydi.
Şu Cahit denen adamın bizi sokacağı yolu merak ediyordum.
Bu işin sonunda girdiğimiz sokak ya bizi içine alıp kendi kendini ateşe verecekti ya da biz o sokaktan çıkarken o sokağın içine kibriti atan kişiler olacaktık.
Kot pantolonu yavaşça eğilerek bacaklarımdan geçirmemle, Kartal’ın derin bir nefes alması bir oldu. Saçlarımdaki hoş koku, tüm odaya yayılarak her yeri kaplamıştı. Bir an yüzümü saçlarıma gömmek, kokuyu doya doya içime çekmek istedim çünkü her ne çiçeği özündense, inanılmaz güzel kokan bir şampuandı. “Onun dirisi yetmez, ölüsünü de sikeceğim,” dedi Kartal birden hiddetlenerek.
İrkilerek pantolonunun fermuarını yukarı çektim, yüksek bel pantolon giymiş olmama rağmen kazak belimi örtmeye yetmiyordu. Kimle konuştuğunu merak etsem de ona sormadım ama konuşma gittikçe daha da hararetli olmaya başlamıştı. Küfürlerin dozunu arttırdığı konuşmaya kulak misafiri olmamak için kolları epey geniş olan hırkayı üzerime geçirip, küçük cüzdanımı cebime sıkıştırdım ve çıkışa yöneldim. Çıkmadan deodorantımı da sıktığım için kendimi ekstra ferahlamış hissediyordum. Saçlarımı parmaklarımla taramış olsam da zaten yumuşak ve düz oldukları için onları şekle sokmak zor olmamıştı. Koridora çıktığımda telefonum elimdeydi, gökyüzünün kasvetini içine gömmüş koridor epey loş olduğundan etrafı incelerken bir şeyleri seçmekte güçlük çekiyordum. Koridorda bir çift iri gözle karşılaşınca duraksadım, odalardan birinden çıkan kişi Sibelay’dı, saçları tıpkı benim saçlarım gibi ıslaktı.
“Saçlarını kurutmadan çıkan tek kişi ben değilmişim,” diye seslendi içinden çıktığı odaya doğru. “Selam,” diyerek bana döndü, yüzünde temiz bir gülümseme vardı. “Zafer amca akşam yemeğini biraz geç yer genelde. Düzenini bozmak istemedik. Mutfağa gelsene, bir şeyler atıştırırız.”
“Kartal ile dışarı çıkacağız sanırım,” dedim ikilemde kalmış gibi. Sibelay’ın üzerinde gri, kısa, yünden bir elbise vardı. Siyah saçları, beyaz sayfaya atılmış siyah mürekkep darbeleri gibi omuzlarının üzerini süslüyordu. Bana sıcak bir şekilde gülümsemeye devam etti, gözlerindeki anlamlardan kaçınmak ister gibi, “Yunus’u gördün mü?” diye sordum yavaşça.
“Salondan ve Leyla’nın odasından kaçıyor,” dedi düşünceli düşünceli. “Yani buralarda bir yerlerdedir.”
“Leyla’yı hatırlatacak şeylerden yani,” dediğimde başını iki yana sallayarak bu söylediğimi reddetti.
“Hayır,” dedi gözlerimin içine bakarak. “Bu çiftlik zaten onu hatırlatıyor. Yunus sadece onun yüzünden ve kokusundan kaçıyor. Bir de Bulut’tan kaçıyor.”
“Bulut mu?”
“Evet. Leyla’nın atı.”
Fotoğraftaki atı hatırlayınca duraksadım ve yutkundum, kelimeler dudaklarıma iğne gibi batarken yapabildiğim tek şey susmak olmuştu. Sibelay gülümseyerek avucunu omzuma sürttü ve, “Onun yanında bu kadar sessizleşme,” dedi. “Yunus birilerini üzmektense, sonsuza dek yalnız kalmayı seçer. Her neyse, size iyi eğlenceler ama bence akşam yemeğinden önce evde olun. Çünkü Zafer amcanın sohbetine doyum olmaz, çok eğlendirir insanı.”
“Gecikmeyiz herhâlde,” diye mırıldandım sadece. Pek keyfim yoktu, bir an önce çıkıp hava almak istiyordum. Aslında beni bir başıma bıraksalar çiftliğin her köşesini dolaşır, her yere göz atardım ama olduğum konum buna engel oluyordu.
Kartal, “Beni beklemeden çıkmışsın,” diyerek kafama bir bereyi aniden geçirmesiyle, Sibelay yüksek sesle güldü.
“Çocuk gibisiniz,” dedi gülmeye devam ederken. “Her neyse, gözümün önünde oynaşmayın, şu sevgili rolünüze alışmaya çalışıyorum şu an.” Birden duruldum, kafama geçirdiği şapkayı düzeltmeye çalışırken Sibelay’a dikkatle baktım. “Ne? Bana hiç öyle bakma, Zafer amca anlattı. Kuzenlikten sevgililiğe atlamışsınız.” Tabii ya, haklıydı, şu âna dek kuzen gibi, sevgili gibi, iki yabancı gibi olmaktan ne kadar ileri gidebilmiştik ki? Onu tanıdığımdan beri, hayatımızda birbirimizin gibisiydik.
Kartal cevap vermedi, sanki cevabı benim vermem gerekiyormuş gibi sustu ama benim de dilimin denizlerinin dibinden çıkaracağım istiridyelerin içi, susulması gereken kelimelerle doluydu. Sibelay gülerek odasına geri döndü. Kartal öylece arkamda dururken şapkayı düzeltip yutkundum. Onun da yutkunduğunu hissettim ama ona bakmadım. Ellerimden kayıp düşen her kelime bir yıldız gibiydi, sanki konuşmadığım her saniye ayaklarımın ucunda biriken kelimeler çoğalıyor, gökyüzüm karanlıkla boğuluyordu.
Sonunda, “Gidelim,” dediğimde bu kelime onu silkelemiş gibi kendine getirdi. Ondan ayrılarak çıkışa yöneldim. Aslında nereye gitmem gerektiğini tam olarak bilmiyordum, çiftlik evi epey büyüktü, ucu bucağı yokmuş gibi görünüyordu. Yine de hislerime dayanarak koridoru takip ettim, sonuçta Kartal beni takip ediyordu, yanlış bir yolda olsam bunu bana söylerdi. Söyler miydi?
Birden ona söyleyecek bir şeylerim olduğunu düşündüm. Kelimeler, kalbime ağırlık yapıyordu. Bakışlarımı ona doğru çevirecekken kendimi durdurdum, uçurumlar zihnimde başlayıp kalbinde derinleştiğinden, kalbime dolduramayacağı kadar derin bir çukur açmak istemiyordum. Sessizce yürümeye devam ettim. Sonunda içeriye ilk girdiğimiz yeri bulunca durup gözlerimi ona çevirdim, sakince beni izleyerek hemen yanımda duruyordu. Çizmelerimin içindeki parmaklarımı yavaşça içeri doğru çekip tedirginliğimi ayaklarıma gömmeye çalıştım. Çünkü eğer yüzüme duygularım bir renk gibi bulaşacak olsaydı, kaçış bu kez daha çetrefilli olurdu.
Kartal’ın altın kahve gözleri yüzümde dolandı, tıpkı kelimelerin kalbime dolandığı gibi…
“Çıktığımızı söylememize gerek var mı?” Sorum anlık olarak beni de şaşırttı, kimseye bir konuda bilgi vermemize gerek yoktu, evet ama sonuçta bu evde misafirdik, bir şekilde nezaketen ne yaptığımızı söylememiz gerekliydi.
“Gerek yok,” dedi sakinliğini sesine bulaştırarak. Acaba o da benim gibi sakinlik maskesini takmış, beni mi kandırmaya çalışıyordu?
“Tamam o zaman,” diyerek kapıya uzanıp, çift kanatlı ahşap kapıyı açtım. Kapının gümüşten bir halkası vardı, halkasının ucunda da bir kaplan sembolü. Bunu yeni fark ediyordum, göz alıcıydı, içinde olduğumuz yerin gerçekten değerli bir mülk olduğunu hissettiriyordu.
Çiftliğin havası yüzüme çarpar çarpmaz, zaten ıslak olan saçlarımdan yukarı tırmanan soğuğu hissettim. Başımda bir şapka olduğu için şanslıydım, aksi takdirde amansız bir baş ağrısı çekmek zorunda kalabilirdim ve bunu istemiyordum. Bedenim bir süredir maruz kalması gerektiğinden beş, on misli fazla acıya maruz kalmıştı. Hiç makyaj yapmadığım için yüzümde bir ağırlık yoktu ama soğuk çok kuruydu, cildimi anında germişti ve yüzümde maske varmış gibi hissettirmişti. Verandaya çıkıp, ayağımın altında ezilen ahşap zeminin gıcırtısını dinleyerek korkuluklara doğru ilerledim. Bir sigara molasına ihtiyacım olsa da geç kalmamamız için aceleci davranmamız gerekiyordu.
Yunus’un sesi zihnime dokundu. “Geldiğinizi söylemişlerdi,” dedi, tanıdık sesi zihnime yerleşirken omzumun üzerinden sesin merkezine baktım. Çiftliğin Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş bahçesindeydi, iki yanındaki yeşilliğe rağmen taşın üzerinde duruşu bana onun ruhunun zaten bu olduğunu, ruhunun bunu çektiğini hissettirmişti. “Bir yere mi gidiyorsunuz?” Kulağındaki sigara dalını alıp dudaklarının arasına yerleştirdi, siyah paltosunun iç ceplerini yoklarken onun bir çakmak aradığını biliyordum. Kartal’ın fırlattığı çakmak omzumun üzerinden geçerken Yunus ellerini aniden kaldırdı ve çakmağı hızla havada yakalayarak arkadaşına baktı. Ateş, fırlayarak dudaklarının arasında duran sigaranın ucunu tutuşturduğunda, esen rüzgârın uğultusu aramızda olan tek sesti.
“Bursa’ya ineceğiz,” dedi Kartal. “Hem bir şeyler yiyeceğiz hem de vakit öldürmüş oluruz.”
Yunus, çakmağı Kartal’a geri fırlatıp sigarayı iki parmağının arasına alarak dudaklarından ayırdığı anda, iki dudak boşluğundan dışarı süzülen duman kıvrılarak etrafa yayıldı ve yüzünü arkasında bırakarak kısa süreliğine örttü. Duman dağıldığında Yunus’un gözleri yüzümdeydi, bakışlarındaki durgunluk fark edilmeyecek kadar gizli değildi ama ilk bakışta görülemeyecek kadar da şeffaftı. “Ben de geleyim,” dedi, işte bu iyiydi çünkü şimdilik Kartal ile baş başa olma düşüncesi belli miktarda içimi yontuyordu. Geçen birkaç günü öyle yan yana geçirmiştik ki, biraz uzağında durmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Her ne kadar kalbim tam aksini istediğini beyan etse de mantığım doğru kararı verdiğimi zihnime fısıldayıp durarak sırtımı sıvazlıyordu.
“Keyfin bilir,” dedi Kartal, belli ki o da Yunus’un gelmesini istiyordu. Her ne kadar belli etmemek için yüzümüze buzdan duvarlar örsek de Sibelay’ın söylediği öylesine bir şey değildi. Sibelay, hiçbir şey bilmeden, çok doğru bir noktaya parmağını bastırmıştı ama biliyordum ki, eğer durumu bilseydi parmağını noktanın civarında bile dolandırmazdı.
Direksiyon başında yine Kartal vardı, onun aracındaydık, Yunus arka koltuğa oturmayı kendi seçmişti ve camı açmış, sigarasını içerken soğuk rüzgârın tenine düşen darbelerini hissediyor olmalıydı. Ne zaman aracın yan taraftaki dikiz aynasından ona baksam, hep aynı şeyi görüyordum; elini dışarı çıkarıyor ve parmaklarının arasında düşecek gibi duran sigarayı döndürerek sıkıyor, uzayan külü rüzgâra emanet ederken dalgın gözlerle yolu izliyordu.
“Nereye gitmek istediğini bilmeyen biri, nerede kalmak istediğini de bilemez, değil mi?” Yunus’un sorusu, son hızla yolu gerisinde bırakan aracın içine is lekesi gibi yayıldığında, kafamı koltuğa bastırıp önümde akıp giden yola düşünceli gözlerle baktım.
“Madem bu kadar acı çekiyorsun, neden şu an buradasın?” Dudaklarımdan dökülen soru, Kartal’ın yolu takip eden bakışlarının donmasına neden olsa da Yunus sadece dudaklarının arasındaki dumanı geri bıraktı. Bu soru, Kartal’ı şaşırttığı kadar onu şaşırtmamıştı.
“Çünkü acı çekmeye de ihtiyacım var.”
Derin bir nefes aldım. “Sen zaten her an acı çekiyorsun,” dedim yavaşça. “Senin nefes almaya ihtiyacın var.”
“Acı çekmeden, nefes alamaz insan.” Cümlesi beni duraksattı ama o durmadı. Anlaşılan o ki, onun kelimeleri insanlara çok ağır geliyordu ama o, kelimelerinin hamalı olduğu için bu ağırlığa alışmıştı. “Bir kadın doğum yaparken ona sık sık nefes almasını söylerler, derin nefesler. O an, kadın için nefes demek, acı demektir ama kadın nefesi alır çünkü acının bu nefesle yiteceğini sanır. Yine aynı şekilde, bilmem hiç duydun mu ama karnın ağrıdığında, başın ağrıdığında, en ufak bir yerin ağrıdığında derin derin nefes almanın acıyı kestiğini söylerler. Nefesini otuz saniye tutarsan, ciğerlerin acımaya başlar. Nefes alırsın, acı dağılır. Acı çekmeden, nefes almaz insan.” Derin bir nefes aldı. “Nefes ne kadar derinleşirse, acı o kadar büyümüş demektir. İnsanların nefeslerini takip et, Lavin. Sıklaşan her nefes, bir hikâyenin ilk cümlesi gibidir.”
“Ve sen buraya nefes almaya geldin,” diye fısıldadım. İçimdeki ses konuştu: Çünkü canın çok acıyor.
“Evet,” dedi Yunus içimdeki sesi duymuş gibi. “Ben nefes almaya geldim.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı ama aslında bu acının sessizce çizdiği bir resimdi, renkleri olmayan, ortasından yırtılmış bir tuvale resmettiği tek bir çizgiydi. Araç şehrin içinde ilerlerken saçlarım açık duran cama rağmen kurumaya başlamıştı ama yine de ağır olduklarını hissediyordum. Araç caddelerden birinde yavaşlamaya başladığında, yeni yıl kutlamalarının yaklaştığını çağrıştıran ışıltılı vitrin süsleri dikkatimi çekmişti.
İçim birden kaldırmakta zorlandığım bir ağırlıkla doldu ve vitrinde yanıp sönen küçük ışıkları izlerken sertçe yutkundum. Eskiden, babam ve annemin romanımın sayfalarında birer cümle oldukları zamanlarda, yeni yılın ilk sabahı birbirimize hediyeler verir, akşam için güzel bir yemek organize ederdik. Genelde yemek organizasyonunu yapan kişi annem olurdu çünkü babam iyi restorandan, iyi yemeklerden pek de anlamazdı ama annem bir organizasyon kraliçesi gibiydi, her şeyi zamanında, doğru şekilde planlar ve her yılı en iyi şekilde geçirmemizi sağlardı. Yeni yılın ilk yemeğini dışarıda yerdik ki kalan tüm yıl, evimizde bir arada yiyebilelim. Bunu alışkanlık hâline getirmiştik ama çok uzun sürmemişti. Bir gün romanımın sayfalarından biri yırtıldı ve o sayfada, annem ile babamın olduğu cümleler gizliydi.
Birden içimde çocuksu bir heyecan belirdi ama bu çocuksu heyecanın yatağının altında, gözyaşlarıyla beslenen karanlık bir canavar vardı. Kartal’a bir hediye alma fikri zihnime umut gibi ekildiğinde, heyecanın büyüyerek bir şenlik ateşi gibi kalbimi tutuşturup yakmaya başladığını hissettim. Tepkisi ne olurdu bilmiyordum. İşin özüne inecek olursak, onun neyden hoşlanacağını da bildiğim söylenemezdi ama küçük bile olsa, her baktığında gördüğü şeyde beni bulacağı bir hediye hiç de fena olmazdı. Yeni yıl, bizim gibi insanların umudu değildi belki ama birçok insanın kalbindeki umut kırıntılarıydı, en azından benim de anlık yaşadığım bir mutluluk olarak hafızamda yer edinebilirdi.
Kartal ile Yunus aralarında bir şeyler konuşuyorlardı ama düşüncelerimin öyle derinlerine inmiştim ki onları duyamıyordum bile. Birden elim kot pantolonumdaki küçük cüzdana kaydı ve gözlerimden bir parıltı geçtiğini hissettim. Uzun zamandır babamın maaşının yatırıldığı kartı kullanmıyordum, içinde kullanabilmem için epey para birikmiş olmalıydı, ki bu şu an tam da ihtiyacım olan şeydi. Parmaklarımı cüzdana bastırarak gözlerimi kıstım, tek gereken yaratılacak kısa bir zaman dilimiydi, sonra da gidip onun için bir şeyler seçebilirdim. Evet, bu harika olurdu.
Kartal aracı yağın üzerinde kaydırıyormuş gibi kolayca park etti, aracın motorunun dinen sesi yeni bir sessizlik doğurdu ve düşüncelerim daha da derinleşip, kalbime kök salarak orada bir bağ yarattı. Kalbimde hissettiğim bir hediye olmalıydı alacağım şey. Pahalı olmasına gerek yoktu ama derinliği, en az onun gözleri kadar olmalıydı.
“Hey,” dedi birden Kartal, ona şaşkınlık içerisinde baktığımı görünce kaşlarını kaldırdı. “İnsene,” diye mırıldandı, gözlerimdeki dalgınlığın sebebini bilmek istiyor gibi bakıyordu.
Emniyet kemerimi çözüp, yavaşça aracın kapısını açmamla yoldaki ezilmiş kar birikintilerini görmem bir oldu. Dikkatle araçtan indim, Yunus ile etrafımızı izlemeye başladık ama Kartal sanki nereye gitmemiz gerektiğini biliyormuş gibi kaldırıma çıkmış, bizi geride bırakarak yürümeye başlamıştı bile.
“Yine dediğim dedik, çaldığım düdük yapıyor,” dedi Yunus bezmiş gibi saçlarını karıştırarak. Saçlarının rengi eski hâline dönmüştü, yeşil saçtan kurtulduğu için şanslıydı ama ben o hâlini de sevmedim desem yalan olurdu. “Takip edelim şunu, kaybetsek bile sorun değil, et kokusu yayılan herhangi bir restoranda bulacağımız kesin.”
Gülerek hırkama sarılıp, buz tutmaya başladığından kayganlaşmış yolda dikkatle yürümeye devam ettim. Dışarısı epey kalabalıktı, herkes yeni yıl için alışveriş yapıyor olmalıydı çünkü caddeye sıralanmış tüm mağazalar, ağzına kadar insanlarla doluydu.
Ben de attığım her adımın sonunda önünden geçtiğim mağazalara meraklı meraklı bakıyordum. Alışveriş yapmayı sevdiğim söylenemezdi, pek gerekli bulmazdım, internet sitesine girip bana uygun bedende bir şeyler almak daha eğlenceli olabilirdi çünkü saatlerimi mağazalarda harcamayı sevmiyordum. Şu an bu inceleme operasyonunun tek nedeni, ona uygun bir hediye bulmaya çalışmaktı. Etraf öyle kalabalıktı ki, saniyeler içinde Kartal’ı kaybetmiştim ama yanımda Yunus olduğundan kendimi tedirgin hissetmiyordum.
“Aradığın şeyi bulamıyor musun?” diye sordu Yunus, beni izlediğini fark edip omzumun üzerinden ona baktım.
“Evet,” dedim lafı gevelemeden.
“Ona bir hediye,” dedi içimi okumuş gibi başını aşağı yukarı sallayıp gözlerini ileriye doğru çevirerek. “Zor bir adamdır ama senden gelecek tel bir toka bile olsa, onu kısa saçının önüne takar…”
Bu beni gülümsetti ama Yunus’un böyle düşünmesi kalbimi sızlatmıştı. Gerçekten de öyleydi. Kartal’ın bana hissettiklerini görmeyecek kadar kör değildim. Çok kitap okumuş, çok film izlemiş, çok insan tanımış, çok insan izlemiştim ve bir adamın bir kadına öylesine böyle davranmayacağını gayet iyi biliyordum. Lafı çevirmeye gerek yoktu, Kartal Alaşan bana, benim ona beslediğim türden tehlikeli duygular besliyordu işte.
“Neyden hoşlanır bilmiyorum. Hoşlandığı tek şey içki şişeleri gibi geliyor.”
“Bir de sen,” deyince yanaklarım ısındı ama bir şey söylemedim. “Hadi ama Lavin, biliyorsun zaten.”
“Biliyorum,” diye itiraf ettim, bu Yunus’u bana bakmadan da olsa gülümsetmişti. Ellerini paltosunun geniş ceplerine sokarak gözden kaybetti ve söyleyeceklerimin dahası varmış gibi beni dinlemeye devam etti. Durum böyle olunca kendimi konuşmak zorunda hissettim. “Kör değilim, görüyorum.”
“Bu zamana kadar kör taklidini gayet güzel idare ettin öyleyse,” diye dalga geçti ve sonra birden ciddileşti. “Bak, o her şeyden hoşlanabilir ama her şeyi sevmez.” Gözlerini bana çevirdi. “Senden sadece hoşlanmıyor yani.” Tekrar önüne bakıp kalabalığı taradı, Kartal görünürlerde değildi. “O yüzden ona sana duyduğu kadar olmasa da sevgi duyacağı bir şey al. Aslında almasan bile olur, söylediğim gibi, senin alacağın dünyada en nefret ettiği şey bile olsa o bunu sever. Tek bir tavsiyem var, bir sürü Damak çikolata alıp kutuya doldurmaya falan kalkma… Tiktok videosu tadında bir yılbaşı gecesi geçirmek istemiyorum.”
“Damak seviyordu, değil mi?” Başımı salladım. “Merak etme, bunu yapmam.” Kartal’ın torpidoda sakladığı çikolatalardan haberim vardı. Ama tüketeceği değil, sonuna dek onunla kalabilecek bir hediye olsun istiyordum ben. Beni hissedebileceği, bizi hissedebileceği bir hediye… Zamanım çok kısıtlıydı. “Bana bir önerin var mı?”
Yunus aniden ellerini havaya kaldırıp, bu işten sıyrılmak istiyor gibi, “Bak bal porsuğu, beni kullanma,” dedi. “Bu senin hediyen, yani senin seçmen gerekiyor. Kimseden akıl almadan. Hisset ve al.”
“Ya gidip ona bir bal kabağı alırsam?”
“Tatlısını yaparız, yeriz, ne diyeyim…”
“Yardımcı olmayacaksın,” diye homurdandım umutsuz gözlerle mağazalara bakarak. “Her neyse, o yemeğini yerken ben de tuvalete diye kaçıp bir şeyler bakarım o zaman.”
“O kadar süre tuvalette kaldığını düşünmesi senin için biraz utanç verici olmaz mı, Lavin?”
“Öf,” diye söylendim gözlerimi devirerek. “O et yerken dakika mı tutar sence?”
“Konu sensen,” dedi ve sırıtarak bana baktı, “tutar.”
Bakışlarımı yere indirip ayaklarımın altında ezilen buz tutmuş karları izlerken, “Ne zamandan beri bunun böyle olduğunu düşünüyorsun?” diye sordum Yunus’a.
“Bir süredir.” Derin bir nefes aldı. “Uzun bir süredir.”
Bu süreyi merak ediyordum, ona sormak da istiyordum ama öğrenirsem, kalbime bir yük daha almış olurdum. Hem bunu Kartal’ın sesinden duymak isteyen bir tarafım da vardı, işte o tarafım cehennemlikti. Adımlarımı hızlandırdım, Yunus da bana ayak uydurdu ve kalabalığa girerek gözden kaybolan Kartal’a yetişmeye çalıştık. Yunus haklıydı, onu bir et restoranında bulmuştuk. Restoranın kapısında dikilmiş, kalabalığı yarıp onu bulmamızı bekliyordu. Bir sigara yakmıştı, biraz yorgun gibi görünse de diğer günleri önüme alıp düşündüğümde, daha sağlıklı olduğu aşikârdı.
“Nerede kaldınız?” diye söylenerek elindeki sigarayı fırlatıp restorandan içeri girdiği an Yunus’un bakışları bana dokundu, dudaklarının kıvrıldığını gördüm ve gözlerimi kaçırıp restorandan içeri girdim.
Kırmızı deri koltuklar ve siyah, demirden masalardan oluşan bir dekorasyona sahip olan restoranın duvarları koyu griydi, hemen tepeden sarkan sarı lambalar gösterişli birer avizenin içindeydiler. İçerisinin pahalı olduğunu, garsonların bile smokine benzer kıyafetler giymesinden anlamıştım. Ortam biraz kasıntı olsa da burnuma doluşan kokular, karnımın gurultusunu azdırmıştı. Duvar kenarındaki masalardan birine oturduk, Kartal siparişleri vermişti ve karışmamıştım çünkü sadece yemek yemek istiyordum. Ne olursa yerdim, önemli değildi.
“Yılbaşı partisi hakkında konuştunuz mu?” diye sordu Yunus, sarışın garson siparişini önüne bırakıp, temiz bir gülümseme eşliğinde masadan ayrılmadan hemen öncesinde. Yunus, genç garsona içtenlikle teşekkür etmiş ve bakışlarını Kartal’a mıhlamıştı. Bakışlarımı Kartal’a çevirdim, gümüş rengi bıçağı etin yüzeyinde gezdirmeye başlamıştı bile.
“Hayır, vaktimiz olmadı ki,” dedi Kartal, vaktimiz olmamış mıydı gerçekten?
“Ne partisi?” diye sordum, tam o sırada kızıl saçlı, saçlarını sıkı bir atkuyruğu şeklinde toplamış genç kız, siparişimi önüme yerleştirdi ve bana gülümsedi, ona yavaşça gülümseyip tekrar sorguyla Kartal’a baktım.
“Çiftliğin olduğu ormanda bir parti var, yeni yıl partisi,” dedi Kartal, etini kesti, çatalını sapladı ve bakışları beni buldu. Lokmasını ağzına yerleştirmeden önce, “Katılmayı düşünmüyordum ama buraya gelince, aslında bu partinin pek de fena olmayacağını düşündüm,” diye mırıldandı.
“Çiftliğin etrafında yaşayan başka insanlar da var öyleyse?” Kaşlarımı kaldırdım. “Tanımadığımız insanlardan mı bahsediyoruz?”
“Kısmen,” dedi Kartal eti çiğnerken. Çatalıyla havayı yavaşça döverek, “Çoğu arkadaşımız. Liseden, üniversiteden… Burada gençler genelde kulüplerde değil, sokakta, açık yerlerde eğlenmeyi sever. Ateş yakarsın, sınırsız biran olur, fıçıdan bira içersin ve dans edersin. Sarhoş olursun falan,” diye açıkladı. “Tanımadığımız insanlar varsa da bir elin parmakları kadardır.”
“Güzel gibi,” dedim sadece. Açıkçası partilerden çok hoşlanmıyordum. Zaten peşinde olduğumuz şey yüzünden sık sık partilere katılmak zorundaydık, şimdi bir arada yalansız geçireceğimiz bir gecenin de partiyle heba olması düşüncesi beni biraz irrite etmişti. Gözlerim restoranın gri duvarındaki siyah duvar saatine kayınca, yelkovanın beni koşturmak isteyen bir at gibi zamanın üzerinde dörtnala koştuğunu gördüm. Yemeği, zamanla yarışır gibi yedim. Sürem aşırı kısıtlıydı, hızlı olmak zorundaydım ama Allah’tan Kartal bir şeyle yarışır gibi hızla yemek yediğimi fark etmemişti.
Sonunda Yunus Emre, “Lavin,” dedi beni kurtarmak istiyor gibi. “Zafer dede bugün elime bir liste sıkıştırdı. Birkaç çeşit kahve almam gerek, Kartal zıkkımlanmaya devam ederken benimle gelsene.”
Kartal’ın kaşları birden sertçe çatıldı. “O ne alaka şimdi? Kendin gidip alamıyor musun?”
“Bana söyledi, sana değil,” diye sertçe çıkışıp Yunus’a minnet duygusuyla baktım. “Olur, hem ben de hava almış olurum. Çok yedim.”
“İyi, bekleyin, ben de geleceğim.”
“Hayır,” dedim birden ona dönerek. Benlerin birer yıldız gibi serpiştirildiği yüzünde bir şaşkınlık dalgasının kabardığını görüp yutkundum. “Otur yemeğini ye işte, önündekini bitirmemişsin bile.”
“Ben neden gelmiyormuşum?”
“Çünkü önündekini bitirmeden kalktığın için günü bize zehredeceğini biliyoruz,” dedi Yunus takılır gibi. “Hemen şu sokakta kahveci, birkaç çeşit kahve alacağım. Sen de o sırada yemeğini ye işte.”
“Ee, Lavin niye seninle geliyor? O da otursun benimle.”
“Lavin’le siyam ikizi olmadığınızı düşünüyorum,” dedi Yunus alayla. “Her neyse, gelmek istiyorsan beni takip et, Lavin. Ve evet, hesabı sana kitliyoruz kardeşim.”
“Geliyorum,” dedim, belki buna bozulabilirdi ama şu an beni özgür bırakması gerekiyordu. Zamanım kısıtlıydı, şu an çaldığı benim zamanımdı. Restorandan çıktık ama Kartal her ne kadar arkada kalsa da bir şeylerden kıllanıp bizi takip edebilirdi, bu da kötü olurdu. Hissettiklerim hakkında ona renk vermemek için çok uğraşmıştım ama o sonuçta Kartal Alaşan’dı, attığım her adımdan bir anlam çıkarabilecek kadar zekiydi.
Caddede telaşla yürümeye başladığımızda Yunus’un da benim kadar heyecanlı olduğunu görmek, içimdeki hissin daha da büyüyerek ruhuma kadar yayılmasına neden olmuştu. Caddedeki mağazaların önünden geçerken, bir yandan da, “Para çekebileceğim bir ATM bulmam gerekiyor,” diye hızlı hızlı konuşuyordum.
“Eğer kartın varsa ödemeyi kartla yapsana, vakit tasarrufu yapmış oluruz.”
“Bu bir maaş kartı,” dedim. “Hem yanımda nakit de olsun istiyorum. Kendi paramın olması farklı bir duygu ve ben o duyguyu özledim.”
“Maaş kartıyla da alışveriş yapabilirsin.”
“Dedim ya, nakit param da olsun istiyorum.”
“Anlıyorum…”
Büyük, camdan duvarları olan lüks bir saatçinin önünde durduk, bakışlarım vitrinde dolaşırken, “Kolunda hep saat taşıyor,” dedim düşünceli düşünceli ama içime sinmeyen bir şeyler vardı. Hediyesi saat olmalı mıydı yoksa olmamalı mıydı bilmiyordum. Daha derin düşünmek istiyordum. Belki de ben, onun hayatında zamanı temsil eden kişi olmak istiyordum. Zamanı ben olacaksam, bir saate ihtiyacı olmazdı ki. “Hayır,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Saat olmayacak.”
“Gecikirsek bizi aramak için restorandan ayrılacaktır, biliyorsun.”
“Evet.” Yeniden hızla yürümeye başladık, şimdi caddenin neredeyse diğer ucundaydık. Sağıma döndüğüm an dar bir sokağın önüme uzanmasıyla gözlerimi kıstım. Bu sokakta antika eşyaları sergileyen mağazalar olduğunu anlamak mümkündü çünkü mağazaların, küçük dükkânların önüne koyulmuş tezgâhlarda bu gibi şeyler vardı. Yunus’u kolundan tutup çekiştire çekiştire sokakta yürümeye başladım.
“Sen ATM aramıyor muydun?” diye sorsa da cevap vermedim, şu an amacıma kilitlenmiş bir hâldeydim. Rüzgâr çanlarının şangırdadığı sokaktaki her dükkân, az önce geçtiğimiz lüks mağazaların aksine yaşanmışlık kokuyordu. Kafamı kaldırıp iki katlı binalardan birine baktım. Binanın içinden kısık bir şekilde dışarı doğru yayılan caz müzik, anında algılarıma saplanmıştı. Cam kapı açık duruyordu, içerisi loş bir turuncu ışığın çemberi altında romantik görünüyordu. Duvarlarda plaklar, kasetler, çok eski olduğu her hâlinden belli olan aşınmış posterler vardı. İçeriden yayılan kitap sayfasına karışmış tütsü kokusunu soluyabiliyordum.
“Aradığım şey burada,” diye fısıldadım. “Biliyorum.”
“Burası sandığından daha pahalıdır,” dedi Yunus, iyiliğimi düşündüğü belliydi. “Abartmaya gerek var mı ki?”
Gözlerimi binadan ayırmadan, “Sadece bir ATM bulalım,” diye mırıldandım.
“Anlaşılan biri parayı elden vererek hediye almak istiyor, pekâlâ,” dedi Yunus bileğimi kavrarken, “şurada bir tane var. İşine yarayabilir.”
Binanın karşısına geçip biraz ilerledik, yan yana dizilmiş üç tane bankamatik vardı. Aralık ayında olduğumuza göre yatırılan son üç maaşı almamıştım, en son eylül ayında kartı kullanmıştım. Kartta yüklü bir meblağının beni beklediğini biliyordum ama yine de o kadar yüklü parayı bir arada görmeye alışkın olmadığımdan şaşırmıştım. Paranın neredeyse yarısı kadarını çekip cüzdanıma yerleştirmiş, kartı avucumun içinde ısıtarak yerine geri koymuştum. Evet, belki bu parayı kazanan ben değildim, babamdı ama yine de Kartal’a kendime ait olduğuna inandığım parayla hediye alacak olmam bana kendimi daha iyi hissettiriyordu.
İçeriye girdiğimiz an koku daha da yoğunlaşmıştı. İleride, iki basamak inince sizi bekleyen büyük raflar vardı. “Burası epey eski bir sahaf,” dedi Yunus bana biraz daha yaklaşarak. “Çoğu plak ve kitabın ilk baskıları, ilk piyasaya sürülüş hâlleri vardır burada.”
Gözlerimi kısarak, “Doğru,” diye mırıldandım. Arabada yaşanan kısa kesit zihnime tavandan damlayan bir kan gibi aktığında gözlerimi kıstım. Kitapların ilk baskılarını seviyor, asıl ruhun onlarda gizlendiğini düşünüyordu. O hâlde ona bir kitabın ilk baskısını vermek, bir ruh daha sunmaktı. Parmaklarım boynumdaki güneş kolyesine kaydı, kimsenin bana bakmadığı o kısa süre zarfında kolyeyi avucumun içine alıp yavaşça sıkarak serbest bıraktım. “Ona bir kitap almak istiyorum ama kitaplığında olan bir kitabı değil.”
“Bana kitaplarını soruyorsan, inan bana o kadar çok kitabı var ki, iki gecemizi kitaplığının önünde geçirsek, yine de tamamını sayamayız.” Raftaki eski kitaplardan birini aldı, sayfalar su gibi hızlı hızlı akmaya başladığında derin bir nefes aldı. “Neden ona en sevdiğin kitaplardan birini hediye etmiyorsun?”
“Özay ile de hikâyem bir kitap sayesinde başlamıştı, bu onu sinirlendirir mi?” Bu soru dudaklarımdan çıktığı an, zihnimdeki aynaya düşen yansımamla yüzleştim. Ne zamandan beri düşüncelerimin aktığı yol buna dönüşmüştü?
Yunus’un gözleri bir ok gibi bana dönünce, gözlerimi elinde tuttuğu eski kitaba indirdim. “Aksine, bunu yaparsan, artık onu önemsemediğini hisseder,” dedi, anlamayarak ona baktım. “Ciddiyim.”
“Öyle mi?” Parmaklarımı raflara sürtüp bakışlarımı raftaki kitaplarda dolaştırırken düşünceliydim. “Emin misin?”
“Evet, onu tanıyorum.”
“Doğru hediyenin bir kitap olduğunu düşünüyorum,” dedim. “Ama öfkelenmesini ya da farklı duygulara kapılmasını da istemiyorum.”
“Güven bana.”
“Peki…” Bakışlarım birden bir camın arkasında duran, okuduğum ilk kitaba dokundu. İsmi aynı olsa da kapağı tamamen bambaşka olan bu kitap, Kürk Mantolu Madonna[2]’nın ta kendisiydi. Hızlı adımlarla camekânın önüne ilerleyerek parmaklarımı cama yaklaştırıyordum ki, bir adam yavaşça öksürdü ve irkilerek omzumun üzerinden sesin geldiği yöne baktım. Uzun boylu, zayıf, uzun ve kır saçlı bir adam bana doğru yürüyordu. Dışarıdaki soğuğa rağmen üzerinde mavi, kısa kollu bir tişört, tişörtün üzerinden giydiği siyah, kolsuz yeleği vardı. Sakalını örmüş, ucunu renkli bir tokayla bağlamıştı.
“O biraz değerlidir,” dedi gülümsemesi yüzünü sararken. “Dokunmaman daha iyi olabilir.”
“O eski bir baskı mı?”
“O ilk baskı,” dedi adam alayla kaşlarını kaldırarak. “İlgi duyar mısın?”
Bakışlarımı anında kitaba çevirdim. Mavi bir kapaktı, rengi biraz soluk olsa da mavinin hoş bir tonuydu. Güzel, şekilli bir yazıyla kitabın ismini üzerine yazmışlardı. Kapağın alt kısmına baktığım an jetonum anında düştü. Remzi Kitabevi 1943 yazıyordu.
“Ben değil,” diye mırıldanarak kitabı incelemeye devam ettim. “Almak istediğim kişi duyuyor.”
“O hâlde bayağı zevkli birine almak istiyorsun.” Kollarını göğsünün üzerinde düğümleyip bana baktı. Bakışları karmaşıktı. “Muhtemelen üniversite öğrencisisin. Umarım bütçeni çok zorlamaz.” Bir an adama öfkelensem de gözlerinde kötü niyet ışıltısı olmadığından duruldum.
“Fiyatı nedir?”
“Üç bin,” dedi adam sakince. Evet, epey pahalı olduğu doğruydu ama aşağısını beklemediğim de bir gerçekti. Yunus’un müdahale edeceğini hissettiğim an, “Alıyorum,” dedim direkt adama, Yunus bana bakakalmıştı.
“Tamamdır. Onu senin için paketleyeyim.” Adam kibar bir gülümsemeyle kitabı camekândan çıkarıp sırtını bize döndü ve yürümeye başladı. Yunus kolumu tutup çekerek bana gözlerine inanamıyormuş gibi baktı.
“Sence de bu abartılı değil mi?”
“Değil.”
“Bunu duyduğunda kafanı küçük bir ceviz gibi ezmek isteyecek…”
“Duymayacak,” dedim adi adi sırıtarak.
Kitabı paketletip sahaftan çıktığımızda, kalabalık yavaşça kırılmaya başlamıştı. Telefonumun melodisini güçlükle de olsa duymamın sebebi, belli aralıklarla cebimde titriyor olmasından kaynaklıydı. Arayanın Kartal olduğunu gördüğüm an nefesimi tutarak adımlarımı yavaşlattım. Yunus önden ilerliyordu, arkasında kalmıştım ama onu görebiliyordum. Telefonu açıp kulağıma koyduğum an, “Sikerim ama ha!” diye bağırarak beni irkiltti. Telefonu kulağıma iyice bastırıp etrafıma kısa bakışlar attıktan sonra kaşlarımı çattım. “Nerede kaldınız siz ya? O göte söyle, onu da sikerim.”
“Küfredip durma, geliyoruz işte,” diye söylendim.
“Gözümün önünde olmadığın her saniye, sana dokunan her gözü yerinden çıkarmak istiyorum,” dedi sertçe. “Hemen yanıma gelsen iyi edersin, Bal Leoparı.”
Elimdeki pakete bakarken, “Ne leoparı?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Bal, şaka yapmıyorum. Beş dakika içinde yanımda olmazsan çırılçıplak soyunarak seni bekleyeceğim ve inan, beni çırılçıplak görmek istedikleri bakışlarından bile belli olan yüz tane kız falan var şu an burada.”
“Zerre komik değilsin, git soyun,” diye söylendim. “Ama soyunabilen tek kişi sen değilsin, bunu unutma.”
“Beni seninle sınama,” diye tısladı.
“Sen de beni seninle sınama o zaman,” dedim birden çat diye. Anlık sessizliği, telefonuma düşen bir bildirim sesiyle buluşunca telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. Hoparlöre alıp, ekrana düşen mesaja tıkladım ve yelkovan, huzursuz bir adım atarak akrebin üzerine devrildi.
Gelen mesaj İrem’dendi. Şöyle yazıyordu.
İrem: Her şeyi biliyorum.