🎧: Eylem Aktaş, Gece ve Rüzgâr
Hiç ölmediğin için asla ölmezsin sanıyorsun. Oysa insan ölür.
Ölüm anidir. Herkes birdenbire ardından hiç beklemediğini söyleyip şaşırabilir, çok hızlı geliştiğini, birdenbire gittiğini söyleyebilir; oysa insan ölürken yaşadığında geçmediği kadar çok yoldan geçer, yaşarken görmediği kadar çok insan görür, yaşadığı süreçte hissetmediği her şeyi hissedebilir.
On üç saniye.
03:03
Birinci saniyede arabanın önünün havalandığını hatırlıyorum, birdenbire önü alınamaz bir yüksekliğe gittik ve ruhumun neredeyse bedenimin içinden kalkmak üzere olduğunu hissettim. Canlılığım ruhumun iplerini asıldı ve onu tuttu.
İkinci saniyede Gurur’un sesini duydum ama dudakları kapalıydı; ona bakmıyordum ama gördüğüm, takla atmaya başlarken dönüp duran dünya değildi; oydu.
Üçüncü saniyede çığlık atabilirdim ama atmadım. Tüm duyularım kilitlendi. Kalbim bile çarpmıyormuş gibi hissettim. Gurur’un yüzü yavaşça silindi. Babamı hatırladım. Kahraman Özdağ oradaydı, mavi gözleri beni izliyordu; bir adım sonra annem oradaydı, kahverengi gözlerinde ikimizin olduğu bir anıyla beni izliyordu; bir an sonrasındaysa Eymen oradaydı, babamın bir kopyası olan gözlerinde çocukluğumuzdan bugüne kadar onunla gelen bir anıyla beni izliyordu.
Cip devamlı takla attı, durmadan savruldu; sesleri duydum. Korkutucuydu. Ölüme bu kadar benzeyen bir ses daha önce hiç duymamıştım. Bir silah sesinden daha deliciydi. Her yere çarpıp tekrar havalanarak bir sonraki çarpmayı yaşadığımızda artan sesler, bir süre sonra beni sağır etti ve kulağımda müthiş bir çınlama sesi oluştu. Ardından acı geldi.
İskeletim tuz buz oluyormuş gibi hissettim ama sanki hâlâ sapasağlamdım. Farklı bir milyon yerimden koparılmış gibi hissettim ama sanki hâlâ büsbütündüm. Sesler yerini koca bir sinyal sesine bıraktı; uzun ve bir radyo frekansının bozuk sesini anımsatan ses, kulağımda o kadar çok kaldı ki biri benim adımı bağırıyor olsaydı bile duymazdım. Sanki şu an, tanrıyı bile duymazdım.
Rüzgârın sesi gelmeye başladı.
Geceyi hissettim. Karanlıktı ve soğuktu; rüzgâr durmadan esiyordu. Tenime batmış bir şeyler vardı, cam mıydı? Bilmiyordum. Gözlerimi açamadım ama rüzgârı hissettim. Tanrının kudretli elleri gibi yüzümü okşadı. Gözlerimi açamadım ama geceyi hissettim. Her yer karanlıktı.
İçimde ruhsal değil, doğrudan maddesel batan bir şeyler hissederken dudaklarımın kenarlarından akan kanın boynuma dek süzüldüğünü hissettim.
Her şey geceden bile daha karanlık olmadan önce söylediğim son söz, “Gurur,” olmuştu.
GURUR MERT ÇALIKLI
Onun ölümü hakkında hiç düşünmemiştim.
Sanki bir gün onun yanında olmasam bile, o bir yerlerde hep hayatta olacaktı; sonsuza dek nefes alan tek insan o olacaktı. O kadar canlıydı ki gözümde, ölümünün düşüncesi ağzımın içine bir namlu sokup içimi mermilerle dolduruyorlarmış gibiydi.
Bir düşünceyken bile yıkımı var eden bu ihtimal, gerçekken bana deliliği ve ölümü getirirdi.
Direksiyonu hızla yana kırıp, kırmamla beraber hâkimiyetini kaybettiğimi fark edene kadar bu düşünce ihtimaller dâhilinde değildi. Onun turuncu bir karnelyan taşı gibi parlayan gözlerinin göstergeye dokunduğu andan sonrası, benim için kendi hayatımın dışına çıkıp onun hayatı için korkuyla dolmamdan ibaretti.
On üç saniye boyunca sadece onu ve onunla ilgili ihtimalleri düşündüm.
Bu bana on üç yıl gibi geldi.
Şiddetle bedenime çarpan acıyı hissettim ama bunu bilincimden bir duvar örerek karşıladım. Suyun altında dakikalarca nefessiz kalabilen bedenim, birdenbire bu kadar büyük bir basınçla çevrelendiğinde nefesim kesildim; yerimde bir başkası olsaydı ölürdü. Bedenim çevikti ve ölümü tam da o anda reddetti. Yine de acı, benim bedenim için bile keskin, sivri, korkutucu ve ızdırapla yüklüydü. Ondan korkmadım, acıdan korkmadım çünkü acı çekmeden bu bedene sahip olamazdım; bu beden için çok fazla acı çekmiştim. Sadece bu, milyonda bir ihtimal, ölmüşüm ve geri gelmişim gibi hissettirdi. Bin bıçak aynı anda hayati tüm organlarıma girdi ve çıktı; ama ben ölmedim. Çünkü korumam gereken biri vardı.
Kalbimin bedenimden daha çok acıdığını, onun enkazın altından geliyormuş gibi zayıf çıkan sesinden ismimi duyduğumda fark ettim. Müthiş bir zelzele yaratarak bedenimden içeri girdi ve beni acıtan her ihtimali köşeye iterek kalbime geldi. Emniyet kemerim bağlı değildi, bu yüzden cipin içinde kalmam olası bile değildi.
Ön camdan şiddetli bir patlama sonucu fırladığımı hatırlasam da gerisi karanlıktı. Yanağımı çamur gibi olmuş toprağa bastırdım.
Acıyla inledim ve sesini yeniden duymayı bekledim; beklemek aptallıktı.
Ayağa kalkmak istedim ama neticede bu beden bir insana aitti; tüm kemiklerim kırılmış gibiydi. Bedenimin şeklinin nasıl olduğunu hayal edemiyordum. Koca bir hissizlik. Acı her yerdeydi ama bedenimdeki hiçbir uzvu hissetmiyordum. Ne kadar uzağa fırlamıştım, ne kadar yara almıştım, kaç kemiğim kırılmıştı, ölmek üzere miydim yoksa bir şey çoktan bedenime saplanıp kan kaybını başlatmış mıydı bilmiyordum.
Gözümü açmak çok zordu.
Geceyi ve rüzgârı hissediyordum.
Zeliha’nın sesini duymak için ölürdüm; ölmemi istemiyormuş gibi sustu ve onun sesini bir daha duymadım.
Şiddetle muhtemel, hayati bir yara almıştım. Şiddetle muhtemel, o hâlâ cipin içindeydi. Şiddetle muhtemel, cip sızdırıyordu.
Gözlerini hayal ettim, gülümsemesini, burnundan elmacıklarına dağılan kristal gibi parıltılı kahverengi çillerini, tavşan gülümsemesini, muzip bakan badem gözlerini.
Tanrıdan sadece tek bir an istedim. Bir an.
Ayaklarımın üzerinde durabildiğim, onu çıkarabildiğim, onu cipten uzaklaştırabildiğim bir an. Sonra ölümü muzaffer bir göreve gidiyormuş gibi kabul edebilirdim. Hiç sorun değildi.
Şiddetle birbirine çarpan bileşenlerimin, beni insan kılan duygularımın, beni bir kadına meftun eden bu kalbin her zerreme işkence ettiğini hissettim; duygularım, bileşenlerim ve kalbim beni hırpaladı.
Acı nasıl bu kadar fazla olabilirdi?
Sırtımda babamın kırdığı hiçbir şey, bedenimi bu kadar acıtmamıştı.
Hareket eden tek parçam olan parmaklarımı toprağa bastırdım, parmak uçlarıma kozalakların kırıklarının girdiğini hissettim ama acımadı; acı o kadar içimdeydi ki dışıma yansıyan hiçbiri o büyük etkiyi göstermeye yetmezdi. Gözlerimi açamadım. Başım dönüyordu. Çok hızlı dönüyordu. Kulaklarımda bir çınlama ve rüzgârın sesi vardı.
Gözlerimi araladığımda önce karanlığı gördüm. Bir kör gibi hiçbir şeyi görmeden karanlığa baktım ve sonra ağaçların silüetleri belirmeye başladı. Görme yetim mümkün olduğu en hızlı hâliyle usulca gelip gözlerime yerleşti. Çenemi kaldıramadım; boynumdaki muhteşem ağrı iskeletime dağılıp beni inletti. Bedenimin şekli hâlâ belirsizdi. Bir ölü gibi uzanırken belki de gerçekten öldüğümün farkında bile değildim.
Zeliha zihnimde hep var olan, bazen çocukluğumun içinden çıkıp bana anılarımızı getirdiği portaldan çıktı. Zihnimin içinde dolaşmaya başladı. Çocuksu bakışları, sırıtışı, sırıtınca daha da küçülen fındık kadar burnunu hayal ettim. Acım çoktu ama onu düşünmek her şeyi durdurdu. Sadece kalbim attı. Her şey durdu. Sadece kalbim vardı.
Tırnaklarımı çamura sapladım ve acıyı reddettim. Hatırladım. Muşta’nın karnımda duran ayağını, bana, “Bu kadar mı?” diye bağırırken küçümseyerek bakan mavi gözlerini hatırladım. Ona, “Hayır!” diye hırlarken karnıma baskı uygulayan ayağına aldırış etmeden durmadan mekik çekiyordum. Metrelerce yüksekten suya bırakıldığım ânı hatırladım. Çivilerle dolu bir yatağa düşmek gibiydi o an suya düşmek. Dakikalarca bedenimi yakan bir acıyla o suyun içinde nefessiz kalmıştım; beklemiştim.
Ben bu bedeni zorlayarak bir komandonun bedenine çevirmiştim.
Şimdi tek bir hamleye ihtiyacım vardı.
Ayağa kalktığım an öleceğimi bilsem de ayağa kalkmaya ihtiyacım vardı.
Devran’ı hatırladım. Bizi ters kelepçe yakalayıp tutsak eden heriflerin ettiği eziyetleri hatırladım. O eziyetlerin içinden ölmeden, öldürerek çıkmıştık. Binlerce leş bırakmıştık arkamızdan. Bedenimi tekrardan, ardında binlerce leş bırakan, ölmeden oradan çıkan adam olmaya çağırdım. Beni dinlemek zorundaydı.
Büyük bir hırıltı kopararak tırnaklarımı toprağa sapladım ve var gücümle kendimi kanırtarak yukarı çektim. Bacaklarımı hissettim. Kanamam olduğunu ıslaklıktan anladım. Çok kanıyordum ve gecenin rüzgârı tenime vurdukça kanımın soğuduğunu fark ediyordum. Kalkamadım ama süründüm. Sanki çok yüksek, dümdüz bir duvarda ilerliyormuşum gibi zordu ama alışkanlık vardı; sadece hiçbirinde bu hâlde değildim.
Arabanın göçük hâline gelen önüne kadar geldiğimde gözlerim onu aradı. Hâkimiyeti kaybetmeme neden olan orospu çocuğu yoktu; yardıma kimse gelmemişti. Çökmüş kaputa ellerimi koymayı başardığımda kaputun üzerini saran cam kırıkları avuçlarıma saplandı. Aldırış etmeden kendimi yukarı ittim ve biri ciğerimi yerinden söküyormuş gibi hırladım; müthiş bir ağrıyla dizlerimin üzerinde durduğumda, dizlerime batmış camların biraz daha derine girdiğini hissettim.
“Dağ Çiçeği’m?”
Bu iki kelime dudaklarımdan, ölen bir insanın son nefesine sığdırdığı bir kelimeymiş gibi tek seferde, birbirine yaslanarak döküldü. Kanın ve acının kokusuna rağmen sızıntının kokusunu aldım. Kalbim ağrıyla çarparken yavaşça göçüğün kenarına ilerledim, dizlerimin üzerinde duramadım ve tekrar yere düştüm. Avuç içlerimi yere bastırıp kalkmak için kendimi zorladığımda vücudumdaki kırıkları saptamaya başlamıştım; omurgamda hasar varmış gibi hissediyordum çünkü dik duramıyordum.
Onu görmek istedim.
Onu görememek benim kıyametimdi. Kıyameti yaşadığımı o kadar derinlerde hissediyordum ki. Üstelik bunun sebebi hissettiğim fiziksel acı da değildi. Zeliha’yı görmek istedim. Hâlâ canlılıkla kalkıp inen göğsünü, içine usulca akan nefesi görmek istedim. Kendimi gayretle kapıya kadar sürüklediğimde dünyam durdu; bedeni kapı ile araç arasına sıkışmış hâldeydi ve gözlerinin kapalı olduğunu gördüm.
Bağırmak, bir adamın değil, bir çocuğun kalbiyle bağırmak istedim ama tek yapabildiğim hırıltılı bir inleme sesi çıkarabilmek oldu. Cam parçalanmış, tenine saplanmıştı. Dudaklarının kenarlarından, şakaklarından akan ince, uzun şeritlerin kan olduğunu biliyordum ama gece öyle koyuydu ki ben, onun kan değil, mürekkep olduğunu düşünmek istedim.
Keşke, dedim. Keşke o bir yazarın kaleminde cam bulmuş olsa, mürekkebi parmak ucumla silsem ve iyileşse.
Elimi cama uzatıp camın üzerindeki kırıkları geri ittim. Bedenine zarar vermemek için usulca yaptığım bu harekete kaşlarımı çattım çünkü gitgide azalan zamanımız beni hızlı olmam için uyarıyordu. Bedenimin gitgide daha da soğuduğunu, damarlarımın uyuştuğunu ve boşaldığını hissederek inledim ve “Zeliş,” diye fısıldadım beni duyması umuduyla. “Çıkaracağım seni, Gelincik. Beni duyuyorsun, değil mi? Duyuyorsun.”
Ağzım her aralandığında soluğumu kesen bir acı duyuyor olsam da ona baktığımda hissettiğim bu acının bir hiç olduğunu fark ediyordum. Onu bu hâlde görmek, acıların en büyüğünün tanrısıydı. Bedenimi biraz daha hareket ettirdiğimde karın boşluğumdan sırtıma giden, beni deşen bir acı hissettim ve o an gözlerim ilk kez ondan ayrılarak karnıma kaydı. Karnıma batmış ve her hareketimde içime biraz daha gömülmeye başlamış olan kırık parçayı o an fark ettim.
O parça içime her hareketimde biraz daha gömülüyordu ama umurumda değildi. Asıl durursam, onu sızıntının gitgide arttığını bildiğim bu enkazın içinde bırakırsam ölürdüm. Camları avuçlarımla iterken, “Güzelim,” diye fısıldadım güçsüzce. “Ne olursun Zeliha, cevap ver bana.”
Bir elim yarama gitti, içimden kayıp giden kanı, beni terk eden sıcaklığı hissediyordum ama durmadım. Ona dokundum ve o an, içimden boşalan kan da beni terk etmeye başlayan sıcaklık da anlamını ve önemini yitirdi; o an tek önemli olan oydu. Benim kızımdı.
Küçük kızımdı.
“Gözünü seveyim, konuşamıyorsan da kirpiklerini oynat. Öyle derin uyuma. Öldürür bu beni. Öldürme beni, Zerda.”
Zeliha konuşmadı, kirpiklerini oynatmadı, beni öldürdü.
Onu sıkıştığı yerden çıkarabilecek gücüm var mıydı bilmiyordum ama kırıkları ellerimle iterek kolunu kavradım. Bir bebek gibi kolumun üzerine yığıldı. “Çıkaracağım seni, yemin ederim.” Onu kendime doğru çektiğim an, içime batan parça biraz daha derine doğru gitti ve acıyla inledim. Vazgeçmedim ve onu biraz daha çektim. Ama Zeliha gelmedi. Emniyet kemerinin onu sıktığını fark ettim.
Enkazın içe çökmüş penceresinden kafamı içeri uzattığımda kokusu kendi kanının kokusuyla karışarak içime doldu. O kadar hareketsizdi ki, kokusu bile soğumuş gibiydi. Gece ve rüzgâr diye düşündüm, tek sebebi buydu, bu olmalıydı.
“Biraz sonra seni çıkaracağım.”
Telefonumu arayan gözlerimin önünde küçük, kızıl, sarı noktalar uçuşuyordu ama kendimi toparladım. Telefonum nereye savrulmuştu bilmiyordum. Zeliha’nın telefonunu bulmam için önce onu buradan çıkarmalıydım. Soğukkanlı olmam gerekiyordu ama bir çocuk gibi titriyordum.
Emniyet kemerini çözmek benim için çok zordu. O kollarıma yığılmışken, bu kadar soğukken; tüm ihtimallerden bile daha zordu. Tüm gücümü toplayıp büyük bir haykırışı dudaklarımdan salarak emniyet kemerini kökledim ve alt bölmeden koparak ayrıldığını fark ettim. Zeliha’yı tutan emniyet kemeri kopunca bedeni aniden üzerime doğru yıkıldı ve parçanın içime daha da çok girdiğini hissedip inleyerek onun saçlarına dokundum. Ellerimi dolduran kan lekelerinin onun saçlarına bulaştığı an, işte tam da o andı.
“Bu kadar,” dedim. “Yemin ederim bu kadar. Bitti. Çıktın.”
Geriye doğru sürünmeye çalıştım ve bedeni tamamen üzerime yıkıldı. İnleyerek onu biraz daha sert çektim ve bacaklarının yavaşça camdan çıktığını gördüm. Bedeni bedenime sertçe yaslandığında, karnımdaki parçanın tamamen içime girdiğini hissederek çenemi havaya dikip bağırdım.
Bir süre hareket edemedim. O üzerime yığılmıştı, parça içime saplanmıştı; onu çıkarmıştım ama zamanda geriye doğru düşmeye ve damarlarım tükeniyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Yaşamı çağırdım, ölüm için zamanım yoktu.
“Biri yok mu?” diye bağırdım bizi duymalarını umut ederek.
Neredeyse uçurumun dibini boylayacak olan cip son anda durmuştu ama yoldan geçen hiçbir arabanın bizi fark etme ihtimali yoktu. Tek ihtimal, bu cipin yanmasıydı ve alevlerin büyümesiydi. Bunun olmasına çok yoktu ve Zeliha’yı oradan uzaklaştırmam gerekiyordu. En yakın ihtimali düşündüm; takla atmaya başladığımız anda cipten kopan parçalar yola savrulmuş olabilir miydi? Biri, tek biri, bu parçaların bir arabadan koptuğunu, burada olduğumuzu akıl edebilir miydi? Ellerim onu sardı ama acım çoktu; inledim ve telefonunu bulma umuduyla ona sarılarak ceplerini aradım. Yoktu.
Sikeyim, yoktu.
“Ben ölsem bile, Zeliha,” diye fısıldadım onu sıkıca sararken. “Yemin ederim, sen yaşayacaksın.”
Bir çığlık daha. Bana aitti ama dudaklarım sanki mühürlü değildi. O feryadın ardından ben ayaklarımın üzerindeydim. Bir cesettim ama ayaklarımın üzerindeydim. Bir cesettim ama ayaktaydım. Onu kollarının altından tuttum ve dişlerimi kıracak gibi sıkıp, çığlıklarımı durdurarak onu sürükleye sürükleye oradan uzaklaştırmaya başladım. Her bir adımda nasıl olurdu da ölüme bu kadar yakındım.
Zemin kanımdan bir nehirdi. Kanım zeminde çamurdu.
Saniyeler sonra, ben onu uzaklaştırmış bir ağaca yaslanmış ve ayaklarımın üzerine çökmemek için kendimi iyice o ağaca bastırmıştım. Kolları avuçlarımın içindeydi. Karnımdan aşağı süzülen kan sanki yağmurdu, onun saçlarına akıyordu. Başımı ağaca yaslarken bir patlama sesiyle beraber alevler cipi sardı ve yükseldi; Isparta yanıyordu.
“Biri görecek,” diye fısıldadım. “Zerda, Gurur değil, Mert olarak söylüyorum. Biri şimdi görüp gelecek. Kurtulacaksın.”
HAKAN BASRİ ŞENKAYA
Dalgındım ama gülümsedim.
Camdan yolu izlerken Devran ve Eymen arasında geçen bir sohbeti yüzümde bir tebessümle dinliyordum. Eymen’i tesisten şehre indirdikten sonra tesise dönecektim. Genç çocuk konuşkan birisiydi, Gurur’a olan çocuksu kıskançlığını anlatırkenki ciddiyeti beni de Devran’ı da eğlendirmişti.
Emniyet kemerinin tokasına parmağımla küçük fiskeler vurduğum esnada Eymen, “Bana unutturmayın, ona babamın bizim mahalleden bir kıza askıntılık eden üç erkeği nasıl aynı anda Allah’ına kavuşturduğunu anlatacağım. Korksun biraz lavuk,” dedi. Bu kez gülüşümü bastıramadım ve başımı iki yana sallayarak kahkahayı bastım.
Eymen arka koltukta oturuyor, ara sıra öne doğru abanarak beni güldürmeye devam ediyordu. “Sen iyi bir adamsın,” dedi birdenbire. “Azıcık korkutucu duruyorsun ama iyi birisin.”
“Öyle miyim?”
“Evet. Babam seni severdi ama askerini sevmezdi.”
“Bence sen babanın da Çalıklı’yı sevmesinden korkuyorsun.”
“Ablamı çaldı zaten,” diye homurdandı genç adam.
Devran ile aynı anda güldüğümüz sırada, birdenbire kulakları sağır eden bir patlama sesi her yana yayıldı ve Devran ile gözlerimiz aynı anda birbirine tutundu. Devran’ın iri, kara gözlerinin keskinleştiğini gördüm. İçime birdenbire yayılan endişeyle gözlerimi yola çevirdiğimde, arka koltuktaki genç çocuk korkuyla öne doğru abandı. “O da neydi öyle?”
“Devran, hızlan,” dedim. “Dağda bir şey patladı.”
Devran başını hızlıca salladı, köşeyi dönmemizle, yamacın altında kalan ağaçların arasından yükselen alevleri ve dumanları gördük. Yola saçılmış parçaları da gördüğümde, bir kazanın gerçekleştiğini biliyordum ama arkamızdaki araçla aynı anda durduğumuzda ve araçtan indiğimde, o kazanın etkisinin kalbime bir kazık gibi saplanacağını bilmiyordum.
Alevler yükselirken ve Devran ile Eymen yavaşça arkamdan bana doğru yaklaşırken, yere savrulmuş parçalar ve yamacın ucuna sürüklenmiş plakaya baktım.
Gurur Mert Çalıklı.
“Gurur,” diye fısıldadı Devran, sesini Eymen’e duyurmaktan korkuyor gibi. O an, yükselen ateşlere bakmak, canımın içinden can sürüklüyorlarmış gibi hissetmeme neden oldu. Yamaca doğru koşmaya başladım. Ayağımın altındaki yer kaydı, ben kaydım ama düşmedim. Alevler yükseldikçe içim daha çok yandı. Yamaçtan aşağı dengemi zor sağlayarak, kayarak inmeye başladığımda, Eymen’in bağırtılarını duyuyordum.
Hayatta, her şeyi aynı anda hissettiğiniz anlar vardır.
O an, benim her şeyi aynı anda hissettiğim üçüncü andı.
“Oğlum!” diye bağırdım. Siren sesleri şehre dağıldı, dağıldı, dağıldı…
Ama sonra onu gördüm. “Muşta!” diye bağırdı alevlerin arkasından. Bir bedeni kucaklamaya çalışır gibi sürüklerken, “Muşta!” dedi tekrardan. “Muşta, Zeliha’yı al, ne olursun!”
Sürüklemeye çalıştığı bedenin kime ait olduğunu biliyordum. Ona doğru koşmaya başladığımda dizlerinin üzerine aniden düştü ve sürüklediği bedeni sıkıca tutarak acı, feryat dolu bir sesle bağırdı.
Zeliha’yı onun kollarından çekip kucaklayacaktım ki, “Dikkatli ol,” diye inledi ve gözleri yarı kapalı bir şekilde başını omzuna düşürdü.
“Devran!” diye bağırdım içimde son kalan güçle. “Zeliha’yı al, Devran!”
Devran’ın ellerinin titrediğini gördüm ama yüzü soğukkanlıydı. Eymen’in feryat dolu çığlıkları dağda çınlıyor, siren sesleri gitgide daha da yakınlaşıyordu. Korku ve panik duygusu büyüdükçe büyüdü. Devran, Zeliha’yı kucaklayacaktı ki Gurur ve Zeliha’nın elleri birbirine tutundu ve bileklerindeki zincirlerin uçları birleşti.
“Merdo,” dedi Devran soğukkanlı bir sesle. “Bırak kızı. Biz buradayız. İyisin kardeşim. İyisiniz kardeşim.”
Eymen, “Abla!” diyordu bir çocuk gibi. “Ablam! Ablam yaşıyor, değil mi? Ablam! Ablam orada.” Birilerinin onu tuttuğunu son âna kadar fark etmedim. Sadece ağlıyordu. Fidan gibi bir delikanlıydı ama ablasını bir çocuğun kalbiyle seviyor, bir çocuk gibi ağlıyordu.
“Aslanım,” diye fısıldadım; ben bir babaydım. Ben, benden çok da küçük olmayan bu çocukların babasıydım. Bir babanın kalbiydi bu. Aksi hâlde bu ızdırabın bir açıklaması var mıydı?
Zeliha’nın ve Gurur’un bilekliklerinin uçları birbirinden ayrıldığında, artık Zeliha, Devran’ın kucağındaydı ve ben görüyordum.
Gurur Mert Çalıklı’nın karnına saplı parçayı, akan dere gibi kanın kaynağını.
Oğlumu.
Ölmek üzere bir adam bu kadar ayakta durabilir miydi? Bir insan, bu hâldeyken nasıl yaşayabilirdi? Duruyordu. Gurur Mert Çalıklı, oğlum, ölüyordu.
Zamanda kaymaya başladığımı hissettim. Onu küçük bir çocukken tanımıştım, henüz çok gençtim, ben de bir çocuktum; gözlerime geleceğinin de çocukluğu gibi alev almasından korkan gözlerle bakarken duruşu güçlüydü. Bir çocuğun bedeninde yaralı bir adamı yaşatıyordu. Görüntüsü yavaşça büyüdü. Oğlan çocuğu serpildi, genç bir delikanlı oldu, gözlerime hırsla bakan bir askere dönüştü, grubunun başına geçti ve kendisinden daha iri adamların lideri oldu; o adam büyüdü ve o büyüdükçe zaman etrafa daha hızlı yayıldı. Ellerim titremeyecekti.
Ben bir babaydım ama her şeyden önce onların şu an oldukları insanı var eden adamdım.
Baktım. Onu tanıdığım zamanlar bir çocuğun bedeninde yaralı bir adamı yaşatan o genç adama baktım.
O adam şimdi büyümüştü ve bir adamın bedeninde, yaralı bir çocuğu yaşatıyordu.
Yaşıyor muydu?
Zeliha’nın o yamaçtan çıktığını görene kadar durdu; başka biri ölürdü, Gurur ölmedi, durdu. Kırmızı mavi ışıklar geceyi ikiye böldü ama karanlık hiç kanamadı. Gurur’a dokundum, soğuktu. İçinde olduğu büyük bedene rağmen, bir çocuk nasıl olurdu da bu kadar soğuk olurdu?
“Oğlum,” diye fısıldadığımda bile gözleri Zeliha’daydı, çığlıkları duymuyor gibiydi, ışıkları ve Zeliha’yı görüyordu ama bakışları tuhaftı. Onu ayakta tutmadım. Yere çöktüm ve kollarımın arasına çektim. Sağlık görevlileri kızı sedyeye yatırıp ambulansa taşırken itfaiyenin siren seslerini duydum ve yamaçtan aşağı sağlık görevlileri inmeye başladı. Gurur’un alnından buz gibi ter damlaları gözyaşı olup şakaklarına kayıyordu; alevler büyüyordu.
Panik her yerdeydi. Onları tanımayan insanların gözlerinde ve seslerinde, ablası için haykıran çocuğun kalbinde, titremesini durduramadığım ve oğlumu tutan ellerimde.
Sağlık görevlilerinin yüzünün kireç gibi beyazladığını gördüğümde bir şey söyleyemedim; tepkilerim geri çekilmişti. Sadece bakabildim. Bir askerin, rütbeli bir askerin, bir binbaşının gözleriyle değil; bir babanın gözleriyle baktım onlara. Çaresizlik buydu. Çaresizlik, büyüklük ve güç dinlemezdi; çaresizlik, sindiği her bedeni zayıflatıp acizleştirirdi.
“Onu kıpırdatmayın,” dedi genç bir adam telaşla ve Gurur titreyen çenesini kaldırıp, “Baba,” dedi. “Ben Zeliha’yı buradan çıkardım. Sen beni buradan çıkaramazsan, sakın kendine kızma.”
Dudaklarımı açıp ona ne kızabildim ne de onun içimde yarattığı yıkımı ona gösterebilecek tek bir kelime edebildim. Baba olmak böyle bir şey miydi? Senden toplasan dokuz on yaş küçük bir çocuğu kollarında tutarken bir baba gibi hissedebilir miydin?
İlk ambulansın sireninin sesleri şehri yakmaya başladığında, Gurur’un bilinci tutunduğu yerden kaydı gitti. Gözlerini kapattı. Zayıf bir şekilde aldığı nefese tutundum ama onun nefesi nereye kadar bedenine tutunacaktı, bilmiyordum.
Bu gece bu cipin bu yamacı yaktığı gibi, bu şehri yakabileceğimi hissettim.
ZELİHA ÖZDAĞ
Ben çocukken, geceleyin babamın çaktığı damsız çardağa uzanıp yıldız sayanlardandım.
Muğla’da yıldızlar daha parlak olurdu. Gök karanlığa boğulup gece çökünce, yıldızlar da bazı geceler kalbimin yandığı gibi şiddetle yanmaya başlardı. Gecenin o kar ayazı soğuğunu, tenimden geçip giden karanlık rüzgârları hatırlıyorum. Hiç kar yağmayan bir şehrin, sancılı başlayıp doğum yapamadan öldüğü geceler çok soğuk olurdu. Sanki şehir karları doğuramadığı için bu kadar sancılıydı, sanki ölüm hep gece ve rüzgâr gibi kapıdaydı.
Babamın soğuk parmağı omzuma dokunurdu. O an onun çardağın ucuna oturduğunu, beni izlediğini fark ederdim. Sonra birdenbire çardağın az ilerisindeki asma bahçenin dallarına sarılı sarı ampulden bir ışık yayılırdı; eski model bir motosikletin sesini duyardım ve Eymen motosikleti kaçırırdı.
Her şeyi aynı anda nasıl olurdu da düşünebilirdim? Gece ve rüzgâr hâlâ tenimde dolaşıyormuş gibi hissediyordum ama uyuyordum; uyku ne kadar da derindi. Uyandığımda beni bekleyen bir sürpriz vardı da bir türlü uyanamıyormuşum gibi kederli hissediyordum.
Bilincim sanki hem buradaydı hem de yoktu. Uyanmak neden bu kadar zordu?
“Zeliş.” Sanki ses hem içimde hem dışımdaydı. Sesi ânında tanıdım. Çocukluğum buradaydı. Babamın sesi çocukluğumla beraber zihnimde dolaşıyor, kapı kapı geziyor, her açtığı kapının ardındaki odada beni arıyor, adımı sesleniyordu.
Biri sanki yıllar önceden gelen elini saçlarıma kaydırdı, dokunuşu hissettim ama eli göremedim; yine de o eli tanıdım çünkü okşamak için de kalksa, vurmak için de kalksa, bir kız babasının elini hep tanırdı.
Benim babam bana hiç vurmamıştı.
Önce rüzgârın sesi kesildi, sonra gecenin usulca geri çekildiğini hissettim. Sanki başımın üzerinden geçti ve gökyüzünde siline siline ilerleyip yavaşça kayboldu. Dokunuşu daha net hissettim, sonra soğuğu hissettim, sonra da sesleri hissettim. Periyodik bir şekilde devamlı öten bir cihazın sesini duyduğumda kaşlarımı çatmaya çalıştım ama öyle dehşet verici bir acı çektim ki kaşlarım değil, dudaklarım hareket etti. Çığlık atmak için. Ama bunu da yapamadım.
Gurur’u düşündüm. Mükemmel bir acıyla kendi içinde katlanan kalbim birden dirildi ve ağrıyla zonklamaya başladı. Olanlar hafızama birdenbire değil, yavaşça, canımı kanırta kanırta geldi. On üç saniye. Her saniyesini hatırlıyordum. Her saniyesinde, sanki ardımda yıllar kalmış gibi hissetmiştim.
Gözlerimi aralarken birbirine giren renkleri hatırlıyorum. İlk kez dünyayı gören bir bebek gibi şaşkınlıkla bulanıklığın netleşeceği ânı beklerken birileri bağırıyordu. Hiçbir sesi ayırt edemedim. Gurur’un gözlerini hatırladım, on üç saniye başlamadan son anda birbirimize baktığımız ânı hatırladım.
Emniyet kemerini takmadığını, benimkini ise bağladığını, dudaklarında bir tebessümle bana kendini açtığını hatırladım.
Camların kırıldığı ânı hatırladım, çıkan sesleri, durmadan çarpıyorduk; hiç durmadan…
Endişe içimde bir aynaydı ve birdenbire paramparça olup yere dökülmeye başlamıştı. Her parçada onun yüzü vardı.
“Gurur,” diyebildim, sesimi kendim bile tanıyamadım. Bu bir başkasının sesi miydi? Ağrı o kadar çoğaldı ki yüzümü buruşturabildim, oysa çığlık atmaya ne kadar da yakındım. Bir süre sonra bedenim aniden gevşedi ama hâlâ dikenlerin içinde yatıyor gibiydim.
“Zeliş,” dediğini duydum ve bu defa bu sesin zihnimde olmadığını, hatıralarımdan gelmediğini anladım. Babamın yüzü yüzüme çok yakındı ve mavi gözlerinden akan yaşlar yüzüme damlıyordu. “Allah’ım çok şükür, şükürler olsun Yarabbim.” Yüzümü parmaklarının arasına aldı ama kırılmamdan korkuyor gibi parmak uçlarıyla dokunuyordu. “Canım benim. Canım benim. Kuzum benim. Kızım benim.”
Bir an kelimeler boğazıma doldu. Boynumun sert bir şeyin içinde olduğunu fark edip başımı hareket ettiremeden titreyen kaşlarım ve dolu gözlerimle babama baktım. Hiçbir şey söyleyemediğimi fark ettim. Dudaklarımdan çıkıp giden o isim, sanki bir şiş olmuş içimi deşmişti. Babam hüngür hüngür ağlayarak dudaklarını alnıma sürttü, gözyaşları yanaklarıma devrildi ve yüzümden akıp giderken Simge ile Eymen’in birbirlerine sarılarak ağladıklarını göz ucuyla da olsa gördüm. Babaannemin sevinç dolu çığlıkları gözyaşlarına dönüştü.
Ayça ve Çolpan içeri girdiler, benim gözlerimin açık olduğunu gördüklerinde attıkları çığlıklarla beraber biraz sonra Girdap ve Adnan da içerideydi. Babam kimseye aldırış etmeden yanaklarıma dokunuyor, dudaklarını alnımda, bebek saçlarımda, burnumda gezdiriyor ve sadece sarsılarak ağlıyordu.
“Baba,” diye fısıldadım ve sonra, her şey paramparça oluyormuş gibi hissederken haykırarak, “Gurur!” diye ağlamaya başladım. Gözyaşlarım durmadan aktı, boynumdaki sert şeyin içine girdiklerini hissettim. Kimseyi duyamadım. Duyduğum tek şey cip takla atıp yere çarptıkça çıkan sesler oldu; kırmızı yazıların olduğu göstergedeki saati gördüm ve ağlamalarım şiddetlendi. Acı o kadar umurumda değildi ki parçalanıyormuş gibi hissetsem de doğrulmak için zorladım kendimi.
“Kızım dur,” dedi babam şaşkınca. “Dur Zeliş’im, dur.”
“Baba,” diye inledim bilinçsizce. Bir an kusacağımı düşündüm, boğazım sıvıyla dolmuş gibi yüzümü buruştururken gözyaşları arasında, “Gurur,” dedim yeniden.
“Tamam, her şey yolunda.” Babam beni büyük elleriyle sabit tutmaya zorlarken bedenim zonkluyordu.
“Gurur,” dedim tekrar gözyaşlarına boğularak.
“Uzun çocuk iyi, vallahi de billahi de iyi,” dedi babam birden, o an durdum. Gözyaşlarım akmayı kesmedi ama iniltilerim durdu. Babamın gözlerinin içine baktım. Mavi gözlerinde yatıştırıcı bir ifadeyle, “Uzun çocuğu diyon ya,” dedi şivesini tutamayarak. “İyi.”
Hüsrev’in içeriye bir doktorla birlikte girdiğini gördüm. O da yanındaki doktor gibi önlük giyiyordu. Meraklı gözleri bendeydi ama bir an o kadar yorgun hissettim ki gözlerimi kapatıp bekledim. İdrak edemiyordum. Hiçbir şeyi.
“Sakinleştirici verelim,” dedi Hüsrev’in yanındaki doktor.
“İstemiyorum,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum, sonra bilincim yavaşça söndü.
Ne kadar süre zihnimin karanlık sularında yüzdüm, ne kadar süre sonra bilincimden yapılma bir kayığa tutunup karaya geldim bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda içeride hafif soluk bir ışık yanıyor, kalbimden geldiğini bildiğim ses, makineye gürültülü şekiller çiziyordu. Bedenimdeki acı, gerçekliği ortaya koydu. Babam çaprazımdaki deri koltukta uyuyordu, karşımdaki çift kişilik deri koltukta da Simge iki büklüm olmuş derin bir uykuda gibi görünüyordu. Eymen ve babaannem yoklardı. Boynumdaki şeyin sertliğinden dolayı başımı tam olarak çeviremiyordum. Ağzımda acı bir tat vardı ve kemiklerim sızım sızım sızlıyordu.
Ne düşünmem gerektiğini bilmesem de ağlamak istediğim kesindi. Onu göremiyordum ve ağlamak, şu an bana en yakın olan ihtimaldi. O ânı hatırlıyordum. Unutmak mümkün değildi. Ne hâlde olduğunu bilmek istiyordum. Zihnimde akan kanlı ihtimaller deresi yükselip düşüncelerimi içine almaya başlamıştı. Artık acıdan ölsem bile, ayağa kalktığım an kırılıp yere düşsem bile, ortadan ikiye bölünsem bile, onu görmeden bu yatağa geri yatmayacaktım.
Boynumdaki boyunluk yüzünden doğrulması zor olsa da dişlerimi sıkarak yavaşça bedenimi doğrultabildim. Bedenim sızım sızım sızlıyordu. Gözlerim bacağıma kaydı, çarşafın dışında kalan bacağımın dizimden başlayarak kaval kemiğime kadar ince, beyaz bir bandajla sarılı olduğunu gördüm. Ayak bileklerimden diz kapağımın üzerine kadar derin kesik izleri devam ediyordu. Yüzümü buruşturdum ve bileğime bağlı serumun borusunu çıkarıp yavaşça yana dönmeye çalıştım. Simge’nin uyandığını fark ettiğimde acıdan çığlık atmamak için dudaklarımı dişliyordum.
“Ne yapıyorsun?” diye fısıldadı dehşet içinde. Ben bedenimdeki kabloları yavaşça sökerken babamın da uyandığını hissettim ama babam tepkisizdi, hatta neredeyse uyuyor numarası yaparak beni izliyordu.
“Görmem lazım,” dedim o an her şeyi bir kenara iterek. “Ortadan ikiye de bölünsem, onu göreceğim. İyi olsa gelirdi, Simge. Yanıma gelirdi. Ben çocuk değilim. Beni kandırabileceğini düşünme. En azından sen yapma.”
“Yatmalısın bebeğim, lütfen. Dinlenmelisin.”
“Yapma,” diye inledim. “Buradayım. Hayattayım. Peki ya o nerede?”
“Sen kaç gündür uyuyorsun biliyor musun?” diye fısıldadı öfkeyle. Bir an durup Simge’ye baktım.
“Ne?”
“İç kanama geçirdin.” Duraksadım. “Boynun neredeyse kırılıyordu. Eğer Gurur seni arabanın içinden çıkarmasaydı o göçük seni gitgide daha da ezecekti ve boynun kırılacaktı.” Parmaklarım boyunluğuma giderken kaşlarımı çattım. “Günlerdir burada uyuyorsun. Ne hâldeyiz, biliyor musun? Biz öldük. Sen uyuyordun ve hepimiz birer ölüydük.”
Sanki aklım da kalbim de tek bir yerdeymiş gibi, “Gurur nerede?” diye sordum ağlamaklı bir sesle.
“Kendini biraz bile önemsemediğini biliyorum, aptal.” Simge gözlerini kapatıp bana kıyamıyormuş gibi inledi. “Sana yemin ederim hayatta,” dedi ve bu cümle, beni rahatlatacağına daha da dehşete düşürdü. Yaşıyordu, bunu zaten söylemişlerdi ama iyi olduğunu da söylemişlerdi. Yalan mı söylemişlerdi? Gurur, iyi değil miydi?
Yavaşça ayaklarımı yere bastım ve acı bir şimşek gibi içimde çaktı. Uluyacağımı düşündüm. Gözlerimi yumup, “Lütfen,” diye fısıldadım uyku numarası yapan babam duymasın diye. “Ölecekmişim gibi hissediyorum. Onu görmezsem. Sanki ölecekmişim gibi. Onu görmem gerek. Öleyim mi istiyorsun?”
“Aptal âşıklar gibi konuşmayı kes,” diye mırıldandı ama tek amacının biraz olsun beni sakinleştirmek olduğunu biliyordum. Gözlerine yalvarır gibi bakarken çektiğim acıyı ondan gizlemeye çalıştım ama gizleyemediğimi biliyordum.
Simge benim için bir tekerlekli sandalye bulup gelene kadar odadaki sessizlik sürdü. Babam uyanıktı, biliyordum ama tek kelime etmiyor, hatta uyuyor gibi yapmaya devam ediyordu. Beni yavaşça tekerlekli sandalyeye oturturken gözleri babama kaydı, sessizce tekrar bana bakıp, “Bedenini çok hareket ettirmemen lazım,” diye fısıldadı uyarıcı bir sesle. Patlayacakmış gibi çarpan kalbime rağmen sakince gözlerimi yumup geri açtım. Başımı çok oynatamıyordum.
Önce hastanenin karanlık koridoruna çıktık. Çok ileride, metrelerce ötede bu kattan sorumlu hemşireler masanın arkasında oturmuş, dalgın bir şekilde bilgisayar ekranını izliyorlardı. Ortamda öyle büyük bir sessizlik ve karanlık vardı ki, sanki gece ve rüzgâr hâlâ buradaydı. Karanlık koridordan geçerken sessizce, “Diğerleri onun yanında, değil mi?” diye sordum.
“Çoğu, evet. Seni tekrar uyuttuklarında da Yener ve Devran devamlı yanına geldi. Muşta da hep yanındaydı.” Yavaşça beni sürmeye devam etti.
“Ne kadar zamandır bu hâldeyim?”
“Bir haftadır.”
“Bir haftadır bu hâldeyim ve Gurur hâlâ benim yanıma gelemeyecek hâlde,” diye fısıldarken içimde yükselen paniğin tüm damarlarımı çekiştirdiğini hissettim. Korkuyla ayak parmaklarımı bükmeye çalıştım ve tüm bedenim ağrılarla doldu. “Gurur’a ne oldu, Simge?”
Simge sessizdi, yavaşça köşeyi döndük ve başka karanlık bir koridorda ilerlemeye başladığımızda kalp atışlarım karanlık koridorun duvarlarına yayıldı. Yoğun bakım odasının önüne geldiğimizde birden oturduğum yerden kalkmak için ellerimi tekerlekli sandalyenin kenarlıklarına bastırdım ama birdenbire karanlıktan süzülen büyük cüsse, beni bileklerimden tutarak yerimde kalmaya zorladı. Gözlerimi kaldırıp loş ışığın altında parlayan kahverengi gözlerin sahibine baktım.
Yener, yüzünde tuhaf bir ifadeyle, “Sakin ol,” dedi. “Evet, burada ama her şey yolunda.”
“Bir haftadır,” diye inledim acıyla. “Bir haftadır mı burada?” Yener birden gözlerini kaldırdı ve Simge’ye dikkatle baktı. Gözlerinde, neden bunu bana söylediğine dair yargılayıcı bir bakış belirir gibi oldu ama o bakışlar çok kalmadı; hemen dağıldı ve gözlerini tekrar kaçırıp bana baktı. Hissedebileceğim her şeyi aynı anda hissettim ve bunun beni öldürebileceğini düşündüm.
“Çok kan kaybetmişti, ölümcül bir yarası vardı,” dedi Yener ve yanaklarımı büyük avuçlarının arasına aldı. “Başka biri ölürdü. Ama o yaşıyor. O nefes alıyor ve her şey yolunda.” Gözlerimden sızan ılık yaşlar Yener’in büyük avuçlarına akıyordu. Yener dişlerini sıkıp eğildi ve alnını alnıma bastırdı. “Sadece daha iyi olması, daha hızlı toparlaması için uyutuyorlar. Yemin ederim.”
“Göreyim,” dedim boşlukta çırpınıyormuşum gibi hissederek. Yanaklarıma akan yaşlar Yener’in parmaklarını ıslatmaya devam etti. “Yalvarıyorum. Görebilir miyim? Onu bir kere görürsem iyileşirim. Ayağa kalkarım hemen. Şakalar yaparım, şakalarım sinirini bozunca uyanır, o da daha kötü şakalarla karşılık verir bana hemen.”
Yener, dudaklarını başımın üzerine bastırıp, “Görmek istersen göstereyim,” dedi. “Ama daha kötü olursan bunu ben kaldıramam. Sakin olacaksın, değil mi?”
“Sakin olmayacağım bir şey mi var ki? Ne oldu?” diye sordum algılarım kapanmış hâldeyken tıpkı bir çocuk gibi.
“Hiçbir şey.” Yener, doğruldu. “Sadece her zaman görmeye alışkın olduğun kadar dinç değil, yorgun. Hepsi bu. Yemin ederim.”
“Yorgun.” Başımı sallamaya çalıştım ama acı bunu durdurdu. Kalbime bir şarapnel parçası batmış gibi hissetsem de tepkilerime, reflekslerime, ifadelerime yayılmadı.
Sanki öyle bir parçalanmıştım ki artık ruhum bile sağlam değildi.
Simge, tekerlekli sandalyeyi yavaşça sürmeye başladı ve Yener hemen önümde ilerledi. Önce cam bir kapının arkasından geçtik, daha dar bir alana girdik ve o alandaki portatif deri sandalyelerde oturanları gördüm. Devran başını duvara yaslamış loş renkteki tavanı izliyordu, Girdap ile Adnan ayaktaydılar, Muşta sandalyenin o kadar ucundaydı ve o kadar eğreti duruyordu ki sanki hem var hem yoktu. Diğerlerine dikkatlice bakamadım. Var olanları da olmayanları da ayırt edemeden gözlerimi çaprazımda başlayan cam duvara çevirdim. Tekerlekli sandalye ilerledikçe camın arkasında bir ışığın var olmaya başladığını fark ettim. Sonra makineleri gördüm.
“İçeri kimseyi almıyorlar,” dedi Yener ve bakışlarını yavaşça cam duvara çevirdi.
Onu gördüğüm ânı asla unutmayacağım.
Oradaydı. Yüksek bir yatağın üzerindeydi, baş kısmı daha yüksek olan yatağa gelen kabloların tamamı ona bağlıydı. Periyodik bir şekilde çalışan makinenin yüzeyinde yeşil renkteki çizgiler kalbinin ne kadar canlı, ne kadar orada, göğsünün altında olduğunu kanıtlamak ister gibi ona ait ritimleri yaratıyordu.
Gözlerinin altı mor, yüzü keskin bir biçimde beyazdı, öyle hareketsizdi ki bunu kaldıramadım. Birini sevdiğinizde, onun size değil başka bir yere bakıyor olması bile canınızı yakardı; o başka bir yere bile bakmıyordu, sanki orada yoktu. Bedeninin içi boştu.
Sanki bedenimden de zihnimden de hâlâ silemediklerim beni usulca bu dünyadan siliyormuş gibi hissederken, ne dış etkenleri ne iç etkenleri umursamadan ayağa kalktım. Anlık bir acıydı ama çabuk kayboldu. Beni bir anda vurdu ama yere deviremedi. Avuç içlerimi kaldırıp güçsüz bir şekilde cama yasladığımı hatırlıyorum. Gözyaşları gözlerimden hızla akarak yanaklarımı sıyırıp çenemden aşağı damlarken ne kadar da sessizdim.
Oysa içimde hâlâ bir cip takla atıyor, her çarpma ânında yükselen gürültü kalbimin içinden geliyordu.
Kayboldu. Tüm ihtimaller kafamın içinde kayboldu. Hiçbir şey yerli yerine oturmadı. Sadece kaos vardı. Her yolu uçuruma çıkan bir sokaktaydım. Sadece gözyaşlarımın aktığını hissettim. Sıcak damlalar çenemden boyunluğun içine kadar girdi. Algılarım yavaşça gelmeye başladı. Ben, içinde olduğumuz durumu şimdi kavramaya, yaşadığımız şeyin ne olduğunu yeni anlamaya başladım.
Orada yatan adama baktım. Beyaz kesiği bir yüz, morarmış göz altları ve canlı olduğunu kanıtlayan tek şey olan, bir ekranda belirip duran kalp atışlarının çizgileri… Gurur Mert Çalıklı oradaydı, bir adım ötemde, bir camın arkasında ama sanki aramızda yıllar, yollar, insanlar, koca bir hayat vardı.
Gözyaşlarım zamanın içinde şiddetle akmaya devam etti.
Ambulanslar köşeyi, arka arkaya ve acı bir sesi sokağa savurarak döndü. İlk genç kadın indirildi, etrafını saran sağlık görevlileriyle beraber sedye hızla acil servisin beyaz koridorunda gürültü çıkararak ilerlemeye başladı. Nabzı ve tansiyonu hakkında belirsiz birkaç kelime havada uçuştu. Ardından ambulanstan yere yeni bir sedye sertçe indi ve bahçeden acil servisin girişine doğru hızla ilerlemeye başladı. Genç adamın karnından bir oyuktan sızan suymuş gibi sızan kan, sedyenin demir kollarını sararak yerlere akmaya başladı. Herkesin yüzünde aynı kireç renginde bir korku belirmişti; onu tanımayan, yıllardır bu işi yapan insanların bile yüzünde bu ifadeyi görebilirdiniz.
Kalabalığı genç bir adamın haykırışı ikiye böldü. Canhıraş bir çırpınışla onu tutan kollardan koptu ve koridora daldı. Koşmaya başladı. Kanla kaplanmış koridorun zemininde koştu. Ayaklarının altına kan bulaştı.
Ablasını bulma ümidiyle kapısı açık her müdahale odasına baktı.
Sonunda çift kanatlı büyük odayı gördü ve durdu. Ablasının üzerinde kan lekeleriyle dolu bir sütyen vardı, altındaki kumaş parçaları da parçalanmıştı. Bir kadın var gücüyle ona kalp masajı yapıyordu, biri durmadan aynı şeyleri söylüyordu: Nabız alamıyorum.
Muşta oradaydı. Genç adamın arkasındaydı. Konuşmuyordu. Sessizdi. Genç adam artık Muşta kadar sessizdi. Mavi gözleri kan çanağıydı, yaşlar önünü göremeyeceği kadar çok akmıştı; ablasını görüyordu ama sanki buzlu bir camın ardından ona bakıyordu. Algılarının kapandığını hissediyordu. Tamamıyla kapandığını…
Muşta bir adım öne çıktığında kıza baktı; bir süre sonra nabız geldi ama bu kez, diğer sedyede yatan adamdaki durdurulamayan, sanki anbean çoğalıyormuş gibi akan kanın kokusunu soludu. Oda pas kokuyordu. Duvarlar pas kokuyordu. Bazen kanın paslı kokusu, en sevdiğimiz insanın son kez içimize çektiğimiz kokusu olabiliyordu.
“Ameliyathaneyi hazırlayın,” dedi doktorlardan biri, bir diğer doktor ise genç kadının başındaydı ve “İç kanamadan şüpheleniyorum, bilinç yok,” diye ekledi. Birdenbire kâbusa dönen gecede birbirini tanımayan onlarca insan, yine tanımadıkları iki insan için koşuşturmaya başladı.
Muşta sadece aceleyle dışarı gelen doktora, “Bana söyle,” diyebildi kolunu yavaşça kavrayarak. “Sana yalvarıyorum, bana söyle. Ben bu çocukları ölümden alır, sana geri veririm de.”
“Genç kadın için umut var,” dedi doktor yansımalı gözlüklerinin arkasından Muşta’ya acı bir haberi veriyor gibi.
“Ya oğlum?” diyebildi doktora.
“Çok kan lazım. Çok kan. Künyesinde negatif yazıyor. Bizdeki yeterli olmaz. Çok kan.” Doktor derin bir nefes alarak hızla geri çekildi ve koridorda kayboldu.
“Çok kan,” diye fısıldadı Muşta olduğu yerde, gözleri yerde insanların üzerinden basıp geçerek dağıttığı kan lekelerindeydi. “O zaman çok kan bulurum.”
Zaman gecenin içinden sızdı, şafağa karıştı, şafak bitti, gün doğmadı; gökyüzü karanlık kaldı. Saatler yavaşça zamana yayılırken, artık herkes oradaydı. Askerlerin yüzü kül rengindeydi. Adnan’ın ve Cesur’un kanı yetmemişti, tek sıfır negatif ikisiydi, damarlarını bile verebilecek kadar çok ısrar ettiyseler de olmuyordu. Eylül’e kimse haber veremedi; zaten kanı uymuyordu, aynı gruptan değildi ve abisini bu hâlde göremezdi. Gurur bu konuda kesin ve netti. ‘Ben ölmeden ölümün eşiğine gelirsem,’ demişti son olayda, ‘sakın ailemi bu işe katmayın. Annem de Eylül de katlanamaz buna.’ Ne kan bankasından ses çıktı ne de bir başkasından. Eymen bir süre sonra damarlarını ona uzattı.
Ve sonra, o geldi.
Onu yaşama tutabilecek kadar kanı damarlarında taşıyan adam. Kahraman Özdağ.
Her şeyi ve kendini, geceyi ve şafağı parçaladıktan sonra durulduğunda, o hastaneye ilk adımını attığında, yüzünde mermer gibi bir sertlikle aynı cipin içinden çıktığını bildiği adamı ilk gördüğü an, kalbinde kızını ölümün ellerinden son anda almış bir babanın dehşeti vardı.
Cama usulca yaklaşıp, camın öteki ucunda ölüme hiç olmadığı kadar yakın genç adama bakarken, “Sıfır negatifim,” demişti. “Ben ona kanımı veririm. O benim canımı oradan çıkardıysa, ben onun için canımı içimden çıkarır ona veririm.”
“Baban,” diye fısıldadı Muşta arkamdan yavaşça sokulup parmaklarını omzuma nazikçe değdirirken. “Önce kardeşin, sonra baban. Çok yaşasınlar.”
“Ne?” Acıyla yavaşça Muşta’ya doğru döndüm.
“Baban, Adnan, Cesur ve Eymen olmasaydı, şu an herkese kanını verebilen ama kendi grubu dışında kimseden kan alamayan bu adam, şu an orada bilinci kapalı bir şekilde bile olsa yatıyor olmazdı. Yattığı yer neresi olurdu, biliyor musun?” Gözlerimdeki cam kırığı gibi parlayan yaşlara baktı. “Biliyorsun. Ölüyordunuz kızım. Ve ben hiçbir şey yapamadan, sadece sizi izliyordum.”
“Çok kan kaybetmiş,” dedi Yener yorgun bir sesle. “İçindeki şeyi çıkardıklarında da kan kaybetmeye devam etti. Ameliyattayken Adnan ve Cesur’un kanı yeter sanıyorduk. Ama durmadan kan kaybetmeye devam etti. Çıkarmaları zor olmuş.” İçinden çıkardıkları şey neydi? Bakışlarım Yener’e tutundu ve Yener kaşlarını çatıp alnını cama yasladı. Yener bana bunları anlatırken şiddetle ağladığımın farkında bile değildim. “Kemerini takmamış,” dedi. “Arabanın ön kısmı tamamen parçalanmıştı. Dışarı fırladığında parçalardan birinin üzerine şiddetle düşmüş. Parça tamamen karnına gömülmüştü. Baban olmasaydı o masada kalacaktı.”
“Ne olursunuz,” diye fısıldadım. “Ne olursunuz içeri gireyim.”
“Zeliş, o yemin ederim iyi,” dedi Devran. “Merdo iyi, sadece yorgun. Toparlayacak. Şu an yarası enfeksiyon kapmasın diye kimseyi içeri almıyorlar.”
“Beni cipin içinden o çıkardı,” diye fısıldadım, sesi bulanık bir anı gibiydi, kaybolmuş bir hatıradan farksızdı. “O hâldeydi ve önceliği yine bendim.”
“Bebeğim, lütfen.” Simge beni dirseklerimden tutup kaybettiğim dengemi sağlamaya çalıştı. Tüm bedenimde ızdırapla dağlayan bir acının gezindiğini hissederken çaresizliğime değil, yaşananlara ağladım.
Muşta yavaşça bana doğru geldi. Kollarını kırılgan bir nesneymişim gibi usulca bedenime sardı ve canımı yakmayacak bir şekilde bana sarılırken, “Geçti, güzel kızım,” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Bunu da atlattınız.”
Muşta bana güven veren kollarıyla sarılırken gözlerim yavaşça cama kaydı ve onu izledim. Damarlarında babamın kanı dolaşıyordu ve onun önceliği olduğumu fark etmek beni ilk kez bu kadar derinden yaralıyordu.
Muşta’nın savunmasızlığımı hissedebildiğini biliyordum. Hatta buradaki herkes, şu an ne kadar savunmasız olduğumun farkında olmalıydı. Evet, çaresizdim. Evet, savunmasızdım. Evet, ben bunların tamamıydım.
Annemin kucağına ilk defa bırakıldığım anda kader benim için neleri planlıyordu?
Kaderimde o gün bir bebekken, bugün yaşayacaklarım yazıyor muydu?
Gözlerimden yaşlar boşalırken yavaşça bedenimin ağırlaşmaya başladığını hissettim. Bir süre sonra nabzımı tutamadım, damarlarımdan salınıp gitti ve yavaşladı. Bir an sonra gözlerimin önüne karanlık bir perde indi. Bir an sonraysa, geride ismimin yükseldiği koridordaki yankılar kaldı.
Bilincim sürüklenirken ben bir sokaktaydım. Yaşanmaması gereken o geceyi izliyordum ama ilahi bir gözden izliyor gibiydim; oradaydım, kendimi görüyordum, arabanın kenarına sığınmış hüngür hüngür ağlıyordum ve Gurur sokağın diğer ucundan bana doğru geliyordu. Yağmur yağıyordu. Yüzümde az önce ölmüş bir adamdan yediğim darbe vardı, o an bedenimin içinde değildim ama kendimi izlerken ne kadar korktuğumu hissedemesem de görebiliyordum. Sanki yıllar geçmişti bu olayın üzerinden. Sanki yıllar öncesindeydim, artık bana hiç benzemeyen bir kadına bakıyordum.
Kalbim mutlak suretle o gece korktuğum, şu an ise sevdiğim adam için çarpıyordu.
Ciğerlerimi yaka yaka içime inen havayı hissettim. Devamlı kafamda çınlayan bir ses vardı. Ne ismimi söylüyordu ne de bir kelime; sadece senkronize bir şekilde sinirlerimi bozuyordu. Birinin parmakları yanaklarımda daireler çizdi, bunu hissettim ve yorgun göz kapaklarımı yukarı itebildim. Kirpiklerimin arasından bulanık olan görüntüye baktım. Babamın mavi gözleri parlayarak yüzümde dolaşıyordu.
“Baba,” diye mırıldandım bir çocuk gibi.
“Öldürecektin beni çocuk,” diye fısıldadı saçlarımı geriye yatırarak. “Hep böyle kıpır kıpırsın. Öyle kaçılır mı odadan?”
“Baba…”
“Annene hiçbir şey demedim, merak etme.” Birden içime sıcak bir his yayıldı, rahatlamaya benzer bir histi ama kalbimdeki acı tamamen kaybolmadı. “Tansiyon hastası biliyon, bayılacak kalacak, ölecek kalacak başıma. Demedim.” Mavi gözleri yaşlarla dolmaya başlayınca yutkunamadım. “Öldürecektin beni. O yol bene ne oldu sen biliyon mu? O yol bana sırat köprüsü oldu. Gel gel bitmedi.” Yanaklarımdan kaymaya başladığını fark etmediğim yaşları parmak uçlarıyla sildi. “Sen ayılmadan önce dedim, onu alıvercem gidivercem, dizime oturtuvercem dedim.” Sinirlenince şivesi kayıyordu, en çok da bunu özlemişim gibi gözlerimi yumduğumda yanaklarımdan akan yaşları sildi. “Bir daha yanımdan ayırmeyecem dedim.”
Tam ağzımı açacaktım ki, sanki eteğinde tuttuğu taşlar dökülmeye devam etmezse ölecekmiş gibi parmaklarımı dudaklarına bastırdı. Kalbim acıyla gerildi.
“Biliyom, avukat olcen sen,” dedi, sonra birden cümleleri daha vurgulu bir şekilde, siniri kaybolmuş gibi kurmaya başladı. “Gelmezsin Zeliha’m, biliyorum. Hem avukat olacaksın hem…” Sustu. “Seni alıp götürecek vicdan yok bende. Ama buraya gelip de senin ölünü alıp götürseydim, sanıyor musun ki ben gittiğim yerde yaşardım?” Parmaklarını çeneme indirdi. “Ölürdüm babam ben.”
Eymen’i gördüm, elinde karton bir bardakla babamın arkasında dikilmiş, yorgun bir yüzle bizi izliyordu. Kolunun içinin mosmor olduğunu gördüm. Erkek kardeşimin damarlarından akıp giden kanı düşündüm, o kanın yerleştiği yeni damarları düşündüm, onu hatırladım ve kalbim yandı.
Gözlerimden akan yaşlar şiddetlenirken, “Ona mı ağlıyon sen?” diye sordu babam birdenbire. “O sedyeden dizleri sarkan uzun herife mi ağlıyon?”
“Baba, ben sana anlatacaktım,” dedi Eymen sessizce arkadan, yüzünde muzip bir sırıtışla bana bakıyordu.
“He, anlatacaktın. Ne anlatacaktın? Ablam mahallenin elektrik direği için mi ağlıyor diyecektin.” Babam, Eymen’e kötü bir bakış attı. “Beni konuşturmayın. Ben kibar bir adamım.”
“Ona kanını vermişsin.” Babam bu cümlemle beraber, gözlerini usulca bana doğru çevirdi. Elimi kaldırıp babamın elinin üzerine örttüm ve burnumu çektim. “Sen onu iyi etmişsin.”
“Ettim. Sor niye ettim? Kendim gebertecem onu da ondan.”
Gülümsemek istedim ama yapamadım. Utanmak istedim, bunu da yapamadım. Eymen’e çaresizlikle baktığımda, Eymen derin bir nefes aldı. Babam sanki gözlerimdeki çaresizliğin nedenini biliyormuş gibi oturduğu yerden doğrulup, “Ben sigara içeceğim,” diye söylendi. “Maşallah, küçükken sana hep kemik iliği yedirirdim, gördün mü faydalarını? Ağlayarak yerdin bir de. Hiç sevmezdin. Bak kemiklerin nasıl sağlam olmuş.” Bana üzgün gözlerle baktı. “Ben gideyim de sigara içeyim.”
Babam kapıdan çıktığı an, boyunluğa aldırış etmeden doğruldum ve “Beni hemen oraya götür, hastaneyi ayağa kaldırırım. Neden hâlâ orada tutuyorlar onu? Bir hafta olmuş, Eymen. Söylemediğiniz bir şey mi var bana?” diye sordum titreyerek. Kanımda ne dolaşıyordu bilmiyordum ama kendimi çığlık atarak ağlayacak kadar dolu hissetsem de sadece titriyordum. Gözyaşlarımı parmak uçlarımla sildiğimde Eymen sağına soluna bakıp bana doğru yaklaştı.
“Çok kötüydü,” dedi ve boğazıma kızgın bir demir giriyormuş gibi ona bakakaldım. “Başka biri olsaydı, ölürmüş. O ölmedi.” Mavi gözlerini benden kaçırdı. “Her yerde kan vardı.”
“Beni ona götür, lütfen.”
“İçeri almazlarsa?”
“Camı kırar, içeri girerim,” dedim çatık kaşlarla. “Götür beni, lütfen.”
“İyi olması yetmiyor mu sana? Sen de o da hayattasınız. Ne kadar ciddi bir durumda olduğunu görmezden geliyorsun abla.” Eymen, kaşlarını çattı. “Bir hafta parmağını bile oynatmadan uyudun. Annemle senmişim gibi mesajlaştım. Bu nasıldı, biliyor musun? Yanında babam yoktu, ona bunu söylesek ne olurdu, o an ne hâle gelirdi bilmiyorduk. Her gün parmağını kıpırdatır umuduyla ellerini izlediğimi biliyor musun? Simge’nin, benim, tüm arkadaşlarının, askerlerin… Herkesin. Herkes senden bir kıpırtı bekledi. Şimdi birdenbire ayaklanıp böyle kendini etrafa vura vura ona gitmeye çalışama-”
“Çalışırım,” dedim sertçe. “O benim için ölüyordu. Ben onun için kendimi parçalarım.”
Bir an durdu ve “Aşk böyle bir şey mi?” diye sordu fısıltıyla.
“Bu kadar kötü bir şeyse, sen âşık olma.” Cümlem çok keskindi, Eymen gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra yavaşça, “Yürüyebilecek misin?” diye sordu.
“Beni götüreceğini söyle, koşarım bile.”
Kapı yavaşça tıklatılınca, Eymen ile aynı anda kapıya doğru baktık. Kapı yavaşça aralandı ve elinde orkide ile Cenan içeri girdi. O içeri girdiğinde ve elindeki orkideyi gördüğümde, çaprazımdaki onlarca orkidenin kimden geldiğini anladım. Benim için her gün burada mıydı?
Yavaş adımlarla Cenan’a doğru yürümeye başladığımda Eymen koluma girmişti. Cenan panikleyerek, “Lütfen lütfen,” dedi telaşla. Elindeki orkideyi koltuğun üzerine bırakıp boşta kalan koluma girdi. “Nereye gidiyorsunuz?”
“Onu görmem lazım,” diye fısıldadım sanki etim kıstırılıyormuş gibi bir acı çekmiyormuşum gibi dik durarak.
“Birini çağırayım,” dedi Cenan ama elini kavrayarak onu durdurdum.
“Hayır. Buna gerek yok. Kendim gidebilirim, gerçekten. İyi hissediyorum.”
“Zeliha…”
“Yemin ederim, ben iyiyim.”
Kader böyleydi. Bir kadın sende geçmişini, sen bir kadında geleceğini görebilirdin; ikisi aynı anda pek tabii olabilirdi. Cenan, durdu ve geçmişini izliyor gibi uzun uzun yüzümü izledi; ben de durdum ve geleceğim olmasından korktuğum kadına baktım.
Eymen ve Cenan beni birlikte koridora çıkardılar. Yoğun bakım odasının olduğu koridora gidene dek konuşmadık. İleride, koridorun sonundaki pencereden ince ama sık yağan karı görebiliyordum. Kar taneleri, yeni yeni bastırmaya başlayan gecenin içinden beyaz, keskin anılar gibi yeryüzüne düşüyordu.
Cenan, Yener’i görünce yavaşça kolumdan çıktı ve Yener bize doğru gelmeye başladı. Cenan’ın tedirgin siyah gözlerinin başka birini arıyor gibi etrafı kolaçan ettiğini fark ettim. “Ben odanda seni bekleyeceğim,” diye fısıldayıp saçlarımı yavaşça okşadıktan sonra Yener’e bakmadan arkasını döndü ve diğer koridora doğru yürümeye başladı. Yener, Cenan’ın arkasından bakarken yavaşça koluma girmişti.
“Yerinde duramadın,” diye söylendi. “İç kanamayı ben geçirdim sanki.”
“Sus da yürüt beni.”
“Defalarca kez odaya yanına geldik ama baban her seferinde bize parazitmişiz gibi baktığı için topukladık,” dedi Yener neşemi yerine getirmek istiyormuş gibi.
Oysa yıkılmış olduğu, canlı bakan gözlerine çöken yorgunluktan belli oluyordu. Ne kadar tedirginliklerle dolu bir bekleyişten çıktığı her hâlinden belli oluyordu.
Askerleri gördüm. Artık onları daha net seçebiliyordum. O gecenin veya şafağa az kalanın bulanıklığı yoktu gözlerimde. Onlara tek tek baktım. Devran oradaydı, Biricik omzuna yaslanmış, üzerinde Devran’ın ceketiyle uyuyakalmıştı. Ecevit kafasını kaldırdı ve göz göze geldik; yumruklarını dizlerinin önünde birleştirmiş, başı eğik duruyordu ama gözlerini kaldırdığı için bakışlarımız buluşmuştu.
Adnan, Çolpan ve Ayça’nın yan yana olduklarını gördüm, ayakta, duvar kenarındaydılar. Yüzleri renksizdi, ellerinde karton bardakta, içinden yukarı duman süzülen içecekler vardı. Çay mı kahve mi bilmiyordum, düşünmek istemeden herkese tek tek baktım. Sanırım sadece Girdap burada değildi.
Herkes bana baktı.
Sanki bir filmin son sahnesinin içindeydim, yavaşça ilerlerken herkesle göz göze geldim. Muşta’nın tam önünde durduğumda, camdan içeriye bakamadığımı fark ettim. “Durumu nedir?” diye sordum, sanki içimde beni anbean parçalayan, ruhumu yerinden söküp dağıtan bir fırtına yokmuş gibi sabit bakan gözler, titremeyen bir sesle kurmuştum bu soru cümlesini.
“Kendine gelecektir,” dedi Muşta sadece. Bana, sanki burada, karşısında olduğuma inanmak istiyor gibi dikkatle bakıyordu. Ne hissetmişti? Bizi ne hâlde görmüştü? Benim gerçekliğimi sorgular gibi bakan gözleri, bizim hangi anlarımıza şahit olmuştu? Sanki bir ölüyü, hareket eden bir cesedi izliyormuş gibi izliyordu beni. Eli birden yanağıma kaydı ve sıcacık dokunuşuyla çözüldüm. “Çok şükür,” dedi sessizce.
“Görebilir miyim?”
“Çocuk gibi sormasana…” Gülümsedi. “Gör.”
“İçeri, yanına girsem…” Omzumun üstünden o yöne bakmak istedim ama hem boyunluğum engel oldu hem de kalbim. Ona bakamadım.
“Madem istediğin bu.”
“Evet, bu,” dedim kısık sesle.
“O zaman elbette içeri girebilirsin.” Bana içtenlikle gülümsedi. “Belki o tembel teneke senin geldiğini duyunca uyuyor numarası yapmayı bırakır…” Muşta, yavaşça Ecevit’e doğru dönüp, “Evlat,” dedi. “Hemşireye haber verseniz?”
“Hüsrev’di sanırım ismi, o konuşmuş. İçeri girebilirmişiz,” dedi Ecevit.
“Hiçbirimiz onu öyle görmeye hazır değiliz. Yani yakından. Onu yeterince uyurken gördük,” dedi Yener sessizce. “İlk Zeliha girer diye düşündük. Sen de çok yoruldun, Muşta.”
“Uyanmaya niyeti yok mu bu haytanın?” Muşta söylenerek cama doğru döndü. “Kızcağızı böyle üstüyle başıyla içeri sokarlar mı? En azından üzerine bir şey verselerdi.”
Nihan, “Hallettim,” diyene kadar, onun orada olduğunu bile fark etmemiştim. Ondan tarafa dönemedim ama o, üzerime giydirmek için yeşil, kumaşı tuhaf, sanki kolayca parçalanacakmış gibi hissettiren bir önlükle bana doğru geldi. Nihan bana önlüğü giydirirken çok sessizdim. Sanki hâlâ şoktaymışım gibi. Sanki hâlâ yaşanan birçok şeyi yerli yerine oturtamıyormuşum gibi.
“Her şey yolunda,” diye fısıldadı. “Her an kontrolleri yapılıyor. Biliyorum şu an şoktasın. Tepki vermek bir kenara dursun, belki de ne hissettiğini hâlâ anlayamıyorsun.” Cipin takla atarken çıkardığı sesleri hatırlayarak ürperdiğimde Nihan bunu hissetmiş gibi kollarıma dokundu. “Bir rüyanın içinde değilsin, Zeliha,” diye fısıldadı. “Keşke her şey bu kadar gerçek olmasaydı.”
“Anlayamıyorum,” diye mırıldandım. “Hem her şeyin farkındayım hem de sanki zaman ve mekân algımı tamamen kaybettim. Parçalanıyormuşum gibi hissediyorum ama hâlâ tek parçayım.” Gözlerimi kıstım. Nihan yüzünü boynuma yaklaştırarak önlüğün iplerini arkama doğru geçirdi ve sıkı olmayacak şekilde gevşekçe bağladı. “Sanki…” Sustum. Tekrar o sesler geldi. Devamlı yere çarpan cipin sesi. Durmadan aldığımız darbeler ve o ses. Gecenin karanlığı ile rüzgârın uğultusu…
“Sanki birazdan uyanacaksın.” Nihan bana gülümsedi ama gülümserken gözleri doluydu. Son bir haftada yaşadıkları kâbusu düşündüm. Hayatımızdaki herkes, tıpkı bizim gibi o cipin içinde taklalar atmıştı sanki. “Neler hissettiğini kestirmesi güç, Zeliha. Şu an büyük bir karmaşanın ortasındasın. Biliyorum çünkü bir haftadır o karmaşaya ait olmasak da o karmaşanın içindeyiz. Ne hissettiğini az çok tahmin etmekten ileri gidemem. O ânı sen yaşadın, senin birlikte olduğun adam içeride yatıyor, sen bir anda gözünü açtın, babanı karşında buldun ve yine sen, muhtemelen şu an günlerden ne bilmiyorsun çünkü zaman kavramın kaza ile beraber kaydı. Ekseninden kaymış gibi hissettiğini biliyorum ama söz veriyorum, bu geçecek. Bu geçici bir durum güzelim.”
Nihan’ın kurduğu cümleler bir uyanışı tetikleyen alarm sesi gibiydi. Durdurması imkânsız bir sarsıntının tüm hücrelerime basınç yaparak dolduğunu hissettim. Karanlıkta el yordamıyla o çok bildiğin evin içinde dolaşıp, bir şeylerin yerini bulmaya çalışmak gibiydi ama bıraktığın hiçbir şey, bıraktığın yerde değildi. İşte içinde olduğum durum, tam olarak böyleydi.
Kafamın içinde dönen tekerleklerin sesi yankılandı. On üç saniye süren ama on üç yıl gibi hissettiren o çarpma ânını, attığımız taklaları tekrar hatırladım. Ellerim titremeye başladı ama tepki vermedim. Yeniden neyin içinde olduğumuzu kavradım. Yeniden kimi görmek için burada olduğumu hatırladım.
Nihan alnımı öptü ve “Her şey daha iyi olmasa bile bir daha bu kadar kötüsü olmayacak,” dedi, belki söylediği şeyden kendisi bile emin değildi ama o an için bu sözcüklerin bana verdiği kuvvet, açıklanamayacak derecede büyüktü.
“O nefes alıyor ve hayatta, sen de hayattasın, Zeliha,” dedi Nihan. “Hiçbir şey bundan önemli değil. Şu an sadece sevinçli hissetmen gerek.” Yüzüme düşen saç tellerini kulağımın arkasına itti. “Şimdi o koca bebeği uyandırırsan sevinirim. Aksi hâlde Simi’nin yeni kum kabı onun yatağı olacak. Bunu ona söyle.”
Bir tepki veremedim. Nihan beni kolumdan tutup yavaşça yoğun bakım odasının kapısına doğru götürdü. Buzlu cam iki yana kayarak açılırken, hayatımın yeni bir döneminin de benim için açıldığını hissediyordum. Hem acı içindeydim hem de Nihan’ın söylediklerinin farkındalığı ile birlikte gelen müthiş bir rahatlamanın içimde gezindiğini hissediyordum. Buradaydım. Onun kalbinin senkronize atışlarının yükseldiği o odanın içinde.
Gurur Mert Çalıklı, tüm canlılığı ile burada, bu odadaydı ve hayata tutunmaya devam ediyordu. Önceliği ben olmama rağmen, bir şekilde kendini de benim için burada, hayatta tutuyordu.
Beyaz odaya girdiğim anda tüm adımlarımı taşıyan bacaklarımın çözüldüğünü hissettim. Eğer kendimi sıkmasaydım dizlerimin üzerine yığılabilirdim. Devamlı öten o makine, bana hayatın önemini vurguluyordu.
Nihan, “Yürümeye devam edebilecek misin?” diye sordu maskesini dudaklarının üzerine iyice çekerken. Konuşmadım, sadece başımı salladım ve o da tedirgin bir şekilde beni bırakıp arkamda kalmayı seçti. Ağır adımlarla onun olduğu yüksek yatağa doğru yürümeye başladım. Sanki zaman donmuş bir suydu, üzeri buzla kaplıydı ve bir ayna gibi parlayan o buz, bin farklı yerinden kırılarak ayrılmaya, zaman bir su gibi yeniden ikimizin arasında akmaya başlamıştı.
Yüzünde, çehresinin yarısını gizleyen bir oksijen maskesi vardı. Maskeye belli aralıklarla içine nefes çektiğini ve o nefesi geri verdiğini belli eden bir buhar yayılıyor, buhar usulca yeni bir nefesle beraber siliniyordu. Algılarımın koptuğunu, yeniden bilincimin kıyılarında olduğumu ama derinlere gidebilecek cesaretimin olmadığını hissettim. Bilincim, o derin okyanus, sanki beni bekleyen kana susamış bir canavarın varlığıyla kapkaranlıktı. Kıyılarına yaklaşsam da içine giremiyor, derinlere doğru ilerleyemiyordum. Onun yüzüne baktım. Araba bir takla attı, onun yüzüne baktım ve ikinci taklanın ardından yere çarparken çıkan sesi duydum, onun yüzüne baktım ve çarpma sesleri çoğaldı.
Göğsüm panikle dolarken ona iyice sokulup gözlerimi yüzüne diktim. Derisi ne kadar da renksizdi, maskenin altında görünen dudakları ne kadar da beyazdı, gözlerinin altı nasıl da çökmüş ve morarmış, hatta kararmıştı.
“Benim için,” dedim. “Benim için bu hâldesin. Yine kendini değil, ilk beni önemsedin. Beni önceliğin hâline getirdin.” Ona dokunmak isteyen parmaklarımın uçlarında alevler yanıyor gibiydi. Parmak uçlarım sanki çıraydı ve ona sürttüğüm anda daha da tutuşacaktı; sanki ben baştan ayağa alev alacaktım. Hissettiklerimin ilk defa bu kadar derininde, ilk defa bu kadar yüzeyinde, ilk defa bu kadar içinde ve yine ilk defa bu kadar dışındaydım. “Sen kendini benim için daha kaç kez harcayacaksın, Mert?”
Ellerine baktım. Buz gibi görünüyordu. Bembeyaz, bumbuz, her zamanki gibi büyük ve güçlü ama sanki bu kez, gücü kırılmasına neden olacaktı; sanki bu kez kırılgandı.
Parmaklarında kurumuş kan lekelerini gördüm. Ne yaptılarsa çıkaramadıkları kan lekelerini. Dokunmak istedim. Parmaklarına dokunmak istedim ama kendime bu olanları bir kez daha anlattığımda, dokunmanın bile günah olduğunu hissettim. O kadar benim içindi ki, artık onu her zerremde hissediyordum ama korkuyordum, beni bu denli önceliği yapmış bir adamın hâline bakıyordum ve korkuyu hissediyordum.
“Bana seslendiğini hatırlıyorum.” Ellerine baktım. O kadar uzun süre ellerini izledim ki, ellerindeki çizgileri bir falı yorumluyormuş gibi usulca yorumladım. “Beni çekip aldığını hissettim. Sadece hissettim.”
Gözlerimden yaşlar akarken kalbinden yükselen sesleri dinlemek için sustum. Devamlı olarak yükselen sesler, bir süre sonra gözyaşlarımı şiddetlendirdi ama içimi onun yaşamının huzuruyla doldurdu.
“Gurur, ya sana bir şey olsaydı? O zaman beni kurtarmış olmanın, aslında beni öldürmüş olmandan ne farkı kalırdı?”
Yüzüne bakarken gözlerimden kayan yaşlar her şeyin bulanık görünmesine yol açsa da o hâlâ çok netti.
“Neden bu kadar uyudun anlamıyorum,” diye fısıldadım bir çocuk gibi. “Kan kaybettin diye mi? Yaran yüzünden mi? Neler oldu sana? Bilsem dayanamayacakmışım gibi ama bilmemek de öldürüyor. Bedenimde göremediğim kaç yerde yara, kaç yerde hissetmekten yorulduğum acı var bilmiyorum, yemin ederim bilmiyorum ama şu an hissettiklerim her şeyi nasıl sıfırlıyor bilemezsin. Seni bu hâldeyken göreceğime, keşke diyorum, uyanmasaydım. Bir az önceye kadar farkında değildim. Farkında değildim, Gurur. Yaşadıklarımızın, olanların, şu an içinde bulunduğumuz durumun… Farkında değildim. Sadece sesleri duyuyordum. Durmadan çarpıyor bir şey kafamın içinde. Çok gürültülü. Ama şimdi hissediyorum. Sadece sesini duymuyorum. O şey gürültüyle içimde çarpıyor ve her sarsıntısını sana yemin ederim içimde, kalbimde hissediyorum. Bana böyle hissettirme, ne olursun.”
Gözlerini açmasını istiyordum. O muziplikle parlayan gözleri görmeye ihtiyacım vardı. Buz sıcağı gözlerini görmeden her şey imkânsız gibi geliyordu. İyi olmak imkânsız gibi geliyordu, acımın dinmesi imkânsız gibi geliyordu, iyileşmem imkânsız gibi geliyordu.
“Bu kadar çok uyuyacak kadar ciddi hasar gördün, yoruldun,” dediğimde sesim bana yabancıydı, sanki bana ait değildi.
Gurur’un hareketsiz yatan bedenine bakarken kalbim bir çanaktı da içindeki kan her sarsıntıda göğüs kafesime dökülüyordu sanki. Kendi kanımı kendi içimde kaybediyordum. Bakışlarım şeffaf bir şekilde parlayan kapalı göz kapaklarına kaydı. Ona dokunmak istedim. Parmak uçlarımda mülhem bir sızıyla, içimde dayanılmaz derecede büyümüş çaresizliği yok etmek ister gibi ona dokundum. Göz kapaklarına. Gözleri o göz kapaklarının arkasında bir yerde kaybolmuştu; bana bakmıyordu. Gözlerini açsa, bana bir kez baksa, tanrının parmakları bana dokunacaktı ve sanki iyileşecektim.
İçinden, bir insanın iyileşmesini imkânsız hâle getirecek, bir insanı ölü saydıracak kadar çok kan akıp gitmişti. Şimdi damarlarında, belki de kendi kanından çok, başkalarına ait olan kanlar dolaşıyordu.
Ne kadar çok ağladığımı hatırlamıyorum. Sadece göz kapaklarına dokundum ve her şey bir kenara geçti, bedenimi yakıp kavuran acı bile bir kenara geçti ve ben sadece ağladım.
“Lütfen uyan,” diye fısıldadım. “Sen uyanmazsan, benim uyanmamın ne anlamı kalır?” Gözlerimden akan yaşları parmak uçlarımla sildim. Boynumdaki ağrı boğazıma yayıldı sandım ama hayır, sadece ağladığım için boğazım yanıyordu; sadece daha fazla ağlamak istediğim için boğazım ağrıyordu.
“Aklımdan geçenleri okuduğunu düşündüm hep. Çünkü aklımdan ne geçse, sanki bunu duyuyor, sanki kafamın içinde dolaşıyor, sanki benim sana her hâlim çıplakmış da her şeyi görüyormuşsun gibi cevaplar verdin bana. Bazen bana, beni okudun. Bir kitap gibi. Biliyorsun, Gurur. Bir kitabı okuyabilirsin ama bir insanı okumak mümkün değil ki. Sen okudun beni. Bazen benim farkında olmadığım taraflarımın bile ilk sen farkına vardın. Bazen beni bana sen gösterdin.” Gözyaşlarıyla ıslanan parmaklarımı onun sabit duran eline yaklaştırma düşüncesiyle yavaşça aşağı doğru indirdim. “Şimdi de duyuyorsan beni, aklımdan geçenleri okuyorsan, beni yine bir kitap gibi okuyorsan yani… Belki bencillik bu istediğim, belki de ben senin aksine durmadan kendimi düşünüyorum, senin beni düşündüğün gibi ben de beni düşünüyorum ama ne olur, lütfen, uyan. İyileşemeyecekmişim gibi hissettiriyor gözlerinin kapalı olması ve kalbinin atış seslerini duymak ilk kez bana yeterli gelmiyor.”
Onu daha fazla böyle göremeyecek hâlde hissediyordum. Yavaşça geri çekilirken bileğimdeki zincirin çıkardığı sesi duydum ve bakışlarım birden elime doğru indi. Bileğimde kana bulanmış zincirden bilekliğin ucundaki yarım kalp, onun bileğindeki zincir bilekliğin ucundaki yarım kalbe tutunmuştu ve birbirlerine yapışmışlardı; ikisi de kan rengiydi. Gurur’un parmakları güçsüzce parmak uçlarımı tuttu ve bakışlarım hızla ona doğru kayarken buz sıcağı gözlerinin aralık olduğunu gördüm.
Gurur Mert Çalıklı bana bakıyordu.
“Gurur,” diye fısıldadığımda, sanki bana cevap vermek istiyormuş gibi burnundan sert bir nefes verdi ve maske onun ılık, yaşam dolu nefesiyle buğulandı. Gözlerimden hızla, şiddetle akmaya başlayan yaşları izlerken parmaklarımı daha sıkı tuttu ve kaşlarını çattığını gördüm.
Bana, ağlama der gibi bakıyordu.
Arkama doğru dönüp onun elini sıkıca kavrarken camdan bizi izleyen, dudaklarında şaşkınlığın ve genişleyen bir gülümsemenin büyümeye devam ettiği arkadaşlarımıza baktım. Neredeyse iki metrelik adamlar olduğu yerde zıplıyordu ama sesleri içeri gelmiyordu. Yeniden Gurur’a doğru döndüğümde, diğer elini hafifçe oynatarak maskeyi işaret etmeye çalıştı. Titreyen elimle maskesini yavaşça çektim ve gülümsediğini gördüm.
“Öf ya,” dedi yorgun, pürüzlü bir sesle. “Anladık, çok âşıksın bana ama bir uyutmadın beni.”
“Salak,” diye mırıldandım ağlarken. “Salak seni.”
“Her salak dediğinde aslında içinden bana aşkım diyorsun, biliyorum…” Yavaşça öksürdü. “Kurtlar Vadisi’nde uyandığında hâlâ 2004 yılında olduğunu sanan, 2008 yılında olduklarına inanmayan adam gibiyim. Bir anda uyanıp seni buruşmuş görmekten korkmadım diyemem.” Sesi kısık ve kelimeleri yavaşça akıyor olsa da beni güldürdü.
“Dört yıl içinde buruşacağımı düşünüyordun herhâlde… Otuz iki yaşında hâlâ buruşmadığına göre, ben de dört yıl içinde buruşmam.”
Gülümsemesi derinleşti. “İyisin,” diye fısıldadı.
⛓️
Zamanda kaydığımı hatırlıyorum. Yaşanan o sevincin, aslında ne kadar büyük bir acıdan sonra geldiğini biliyordum. Gurur uyanmıştı, gözlerime bakıyordu, iyiydi, hayattaydı, dudaklarından beni gülümseten lakırtılar dökülmüştü. Çok uzun sürmedi, yeniden uykuya daldı ve bedeni içinde kalan son yorgunluğu da atmak istiyormuş gibi uykuya direnmeden kolayca teslim oldu.
Yoğun bakım odasından çıktığım ânı hatırlıyorum. Beni önce Yener kucakladı. Bedenime zarar vermeden, acı duymamam için beni dikkatlice tuttu ve kaldırdı. Boynumdaki boyunluğun canımı yakmasını umursamadan kollarımı Yener’in boynuna sardığımı hatırlıyorum. Bir abi gibi bana sıkıca sarılırken, yaşanan her şey çamurlu bir su gibi akıp gidiyordu üzerimizden.
Eylül’ün kazayı, Gurur’un hayati tehlikesi ortadan tam olarak kalkmasa da daha iyi olacağına inandıkları zaman öğrendiğini söylemişlerdi. Yener, “Şebnem ablayı arayamadık, kadın orada yalnız başına. Bu onu yıkardı,” demişti. “Gurur böyle durumlarda beni kefenlemeden anneme söylemeyin, söylemeyeceksiniz diye yeminler ettirir bize hep. O yeminin hatırına, biraz da kadıncağızı düşündüğümüzden sustuk.” Şebnem, Gurur’un annesiydi. Tıpkı Gurur’un kaybolma haberini vermedikleri gibi, kazanın haberini de kadına vermemişlerdi.
Babam da anneme hiçbir şey söylememişti, aksi hâlde, yani annem tüm bu olanları biliyor olsaydı, muhtemelen benim başımda değil annemin başında olurlardı. Tansiyon hastasıydı, kötü haberleri ondan her zaman saklardık ve annem için bu haber, kötü bir haberden de ötesiydi; babam bunu göze alamazdı. Bunu hiçbirimiz göze alamazdık.
Babamın kolları arasında, Gurur’un da gözlerini nihayet açmasıyla beraber huzur içinde uykuya daldığımı hatırlıyorum.
Odada Muşta vardı, uzak bir köşeye oturmuş, dudaklarında sıcak bir gülümsemeyle babamın kollarında uykuya dalışımı izliyordu. Yener elinde devamlı sıcak dumanların tüttüğü bardaklarla bir benim odama, bir Gurur’u tuttukları yerdeki bekleme alanına gidiyordu. Simge, babamın sigara molası için gittiği aralıklarda bana özellikle Yener ve Girdap’ın her an başımda olduğunu, beni hep kontrol ettiklerini, babamdan çekinmelerine rağmen her an yanımda olduklarını anlatmıştı.
Babamın kollarında uykuya daldıktan sonraki zamandan düşüşümde de ne zaman gözlerimi hafifçe aralasam, askerlerden birini yanımda buluyordum. Ecevit’i bile görmüştüm. Tuhaftı. Hiç tanımadığım insanlar tarafından önemseniyordum ve kısa sürede sanki hepsi ailemden olmuşlardı.
Kanımda bedenimdeki ağrıları durdurmak için dolaşan yüksek etkili ağrı kesicilerin ve uyuşturan sakinleştiricilerin varlığını hissettiğim bir anda, tomografiden bir sedye ile çıkarıldığımı hatırlıyorum. Tomografi odası morg kadar soğuktu. Boynumda olmasından şüphelenilen gizli kemik kırığının belli kontrollerden sonra olmadığını öğrenmek babamı büyük ölçüde rahatlatmıştı. Yine de doktor, boynumda darbe nedeniyle kireçlenme başladığını söylediğinde, Ayça ve Çolpan’ın nasıl korkuyla gözlerime baktıklarını, bu konuyu babama söylemelerini rica ettiğimde de bana kızdıklarını hatırlıyorum.
Sonraki iki gün, bedenimi artık daha rahat oynatabildiğim, birinin yardımı olmadan tuvalete gidebildiğim, koridora çıkabildiğim, Gurur’un ağır doz ağrı kesicilerin etkisiyle sık sık uyuduğu odanın önünden geçip durduğum kendini tekrar eden olaylarla geçip gitmişti.
Babaannem artık daha az ağlıyor, hatta tırnaklarıma ojeler sürmeye çalışıyor, bir polis memuru da benden aldığı ifadenin bir eşini Gurur’dan alabilmek için Gurur’un uyanık olduğu anları yakalamaya çalışıyordu. Ama Gurur ağır ilaçlar aldığı için durmadan uyuyordu. Artık bu duruma o kadar alışmıştım ki Yener’i sinir edecek sorular sormayı ve kafamı meraklı meraklı odanın kapısının aralığından içeri uzatmayı bırakmıştım.
Babamın, Gurur ile ilgili soruları yoktu, neden o cipte onunla olduğumu, onun kim olduğunu, durmadan odama girip beni küçük bir çocuk gibi seven iki metrelik adamların neyim olduğunu, burada neler döndüğünü sormuyordu. Tüm bu soruların bir sonraki aşamada yöneltileceğini düşününce gerilmiyorum dersem yalan olurdu. Kahraman Özdağ, şimdilik sakindi. Ha bire avucuna sıcak karton bardakta kahve tutuşturan Yener’e bile cins cins bakmasına rağmen tek kelime etmiyordu.
Koridorda ilerlediğim ânı hatırlıyorum. Günlerden Cumartesi’ydi. Saçlarım nihayet temizdi, bedenim temiz sayılırdı, yaralarımı yakan kremin kalın dokusunu kıyafetimin altında hissediyordum. Kıyafetim tenime yapışınca krem iğrenç, vıcık vıcık bir his bırakıyordu. Simge ile yan yanaydık, ağır adımlar atmasının sebebi bana ayak uydurmaya çalışmasındandı.
“Muşta daha iyi görünüyor,” dedi derin bir nefes alarak, avucunda tuttuğu karton bardağı dudaklarına götürdü ve az önce Yener’in onun eline bırakıp, yüzüne bakmadan kaçtığı karton bardaktaki kahveden bir yudum içti. “İkinizin arasında mahvolmuştu, Zeliha. Dağ gibi adamı öyle görmek çok tuhaftı. Her an, gerçekten her an yanına geldi. Askerler de öyle. Perişan hâldeydiler.”
Yutkunup, “Bir hafta kâbus gibiydi sizin için,” diye mırıldandım.
“Evet. Amcam apar topar geldi, sadece iki üç saat içinde buradaydı. O gelmeseydi…” Sustu. “Gurur’un çok kana ihtiyacı vardı.”
“Eymen, Cesur ve Adnan da kan verdiği hâlde…”
“Şey…”
“Hım?”
“Cenan abla da verdi.” Gözlerim Simge’ye kaydı. Göz bebeklerimin genişlediğini görebildiğine emindim. “Bir kişiden en fazla yarım litre kan alınıyor, o da sağlıklı bir bireyse, Zel. Yani… Belki lazım olur diye geldiği gibi kan odasına gitti. Amcamın verdiği kan ile beraber Gurur artık hayati tehlikeyi atlatmıştı ama Cenan abla ne olur ne olmaz, hazırda olması için kan verdi. İyi de oldu. Gurur için zor bir geceydi. Takviyeye ihtiyacı vardı.”
Kollarımı bedenime sanki damarlarımdaki kan beni terk ediyormuş, ölümün soğuğu beni usulca kaplıyormuş gibi ürpererek sardım. Bakışlarım koridorun temiz zeminine kaydı, zemin ayna gibi parlıyordu, yorgun yansımam bir gölge gibi de olsa seçiliyordu.
“Ben… Durmadan o sesleri duyuyorum.”
Simge yavaşça, “Sayıkladın,” dedi. “Uyandıktan sonra sana ilaç verdiklerinde durmadan sayıkladın. Gurur’un ismini söyledin, korkuyla mırıldandın.”
“Lütfen babamın yanında olmadığını söyle tüm bunların.”
“İsterdim…”
“Babam sana onlarla ilgili bir şey sordu mu? Gurur ve diğerleriyle ilgili…”
“Hayır. Eymen’e sormuş sanırım. Ama kısa sorular. Adamın canı burnundaydı.”
“Elbet soracak.”
“Gurur için ağlamışsın, yani sayıklamandan daha büyük bir falso vermiş oldun. Amcam zaten her şeyin farkındadır.”
Boynumdaki ağrıyla yavaşça yüzümü buruşturdum. Simge bunu fark etmediği için şanslıydım. Adnan’ın ileriden bize doğru geldiğini gördüm ama adımları hemşirelerin olduğu masanın önünde durdu. Masanın arkasında oturan genç kadına bir şeyler söylediğini gördüm.
“Bu adam,” dedi Simge çenesiyle Adnan’ı işaret ederek. “Koskocaman göründüğüne bakma, bir çocuk gibi Zeliş diyerek etrafında dört döndü, neredeyse ağlayacaktı. Hatta sadece yarım litre kan alabileceklerini söylediklerinde de neredeyse kanını almaya çalışan adamın ayaklarına kapanacaktı. Zorbalık yapar sanmıştım, ona bakınca öyle bir his alıyorsun ama bir çocuk gibi yalvardı. Daha fazlasını verebileceğini söyleyip durdu.”
“Adnan’ın kocaman olduğuna bakma,” diye fısıldadım. “O bir çocuk kadar saf ve temiz. Özel bir çocuğun babası. Bu hayatta oğluyla tek başına kalmış. Kaybetmekten belki de en çok Adnan korkuyor.”
“Devran en sakin ve soğukkanlılarıydı,” dedi Simge. “Onun bile ellerinin titrediğini gördüğümde korktum. Belki de en net korkuyu, aralarındaki en soğukkanlı görüntüye sahip olanın ellerinin titrediğini gördüğümde yaşadım, Zelluş.” Simge daha fazla bu konu hakkında düşünmek istemiyormuş gibi iç çekerek bana doğru baktı. Gözlerim onu bulmasa da beni izlediğini hissedebildim. Karınca kadar ağır adımlarla yürüyorduk. “Böyle şeyler söyleyerek seni daha da üzdüm, değil mi? İyisiniz, en önemlisi de bu. Gerçekten iyisiniz.”
“Zaman kavramım kayboldu, ne zaman geri gelir bilmiyorum.” Bakışlarımı ellerime indirdim. Yıkamama rağmen sanki kan hâlâ parmaklarımdaydı. Bilekliğimde hâlâ kan lekeleri vardı. Saçımdan şampuan kokusu geliyordu ama sanki kanın kokusu o kadar keskindi ki şampuanımın kokusu bile kanı anımsatıyordu. “Ayın kaçı bilmiyorum, sadece uyandığımdan bugüne kadar iki buçuk gün geçtiğini biliyorum.” Kaşlarımı çattığımda boynum da başım da sızladı. Aldığım darbelerin acısı ne zaman geçerdi hiçbir fikrim yoktu. “Ayrıca, ikinci kez Gurur’a bir şey oldu düşüncesinin nasıl hissettirdiğini anlatamıyorum. Yani bu… İki oldu. Üçüncüde ne olur bilmiyorum. Yani üçüncüde… Bana ne olur?”
“Kötüyü düşünerek kötüyü çağırıyorsun. Bunu yapmayı kes.”
“Ben uyurken başka ne oldu?”
“Hüsrev senin için de Gurur için de tüm hocalarla devamlı iletişimdeydi. Muşta da öyle. Sizle çok ilgilenildi. Cenan abla her gün senin için çiçek getirdi, ziyaretçi kabul saati bitene kadar bekledi. Bazı akşamlar bahçede onunla oturdum, bana kahve ısmarladı, gözü hep tutulduğun odadaydı. Babaannemle iyi anlaştılar, Maria onu sevdi.”
Sanki yıllardır görüşmemişiz gibi yaşadıklarını bir anıymışçasına ondan dinliyordum. Oysa tüm bunlar bir hafta içinde yaşanmıştı. Bir hafta içinde, kendi hayatımızla beraber insanların hayatlarını da yeni bir döngüye sokmuştuk.
“Askerlerin çok yardımını gördüm. Ailecek gördük. Her gelişmeyi yakından takip ettiler. Amcama ve amcamın yabancılara sergilediği o garip bakışlarına rağmen…” Gülümserken aslında canı acıyormuş gibi bir hâli vardı. Onlara neler hissettirdiğimizi düşününce boğazımın düğümlendiğini hissettim. Kendimi herhangi birinin yerine koyduğumda, olduğum konuma da onlardan birini yerleştirdiğimde kahroldum. Kahrolmuşlardı. “Eymen geceleri senin telefonundan yengemle mesajlaştı. Anne işte, hissediyor. Aramak istediğinde bir bahane uydurduk senmişiz gibi. Amcamın burada olduğunu bilmiyor yengem. Amcam ona, yirmi yıl ortadan kaybolacağım, Müge Anlı’yı arama, dedi telefonda biraz güldürmek için. Amcamın modu düşük olunca hissediyor yengem, biliyorsun.”
“Annem babamı çok merak etmiştir.”
“Bir arazi işini halletmek için gittiğini söyledi sonradan. Dönüşte kızıma da uğrayacağım, dedi.” Simge koluma girmek isteyince başımı hafifçe sallamaya çalışarak onu reddettim. “Bir de… Cenan abla ve Muşta karşılaştı sanırım. Yani aynı ortamdaydılar. Hayal meyal hatırlıyorum.”
“Konuştular mı?”
“Bilmiyorum. Canım burnumdaydı, o an umursamadım.” Simge kavisli kaşlarını çattı. “O an umursamasam da sonradan gıcığıma giden olaylar olmadı değil.”
“Nasıl yani?”
“Şu sessiz tilki,” dedi boşluğa bakarak. “Yener. Benimle konuşurken yüzüme bakmaya tenezzül etmiyor. Başta acısı var, kötü hissediyordur diye düşündüm ama hep öyle. Kolu koluma sürtünce bin volt yemiş gibi seke seke kaçıyor benden. Gulyabaniymişim gibi hissettirdi aptal.”
Dudaklarımda gelgitleri olan bir tebessüm var olup anında yok oldu. Simge bu gülümsemeyi görmedi, görse bile çözebilecek hâlde gibi görünmüyordu. Oldukça uykusuz, yorgun ve mutsuz bir hâli vardı. Gurur’un alındığı odanın önünde durduğumuzda Adnan da arkamızdaydı, bana şefkatli bir şekilde gülümseyip, “Bayan Yenge,” dedi. “Bugün çok daha iyi görünüyorsun. Senin adına sevindim.”
Yener bir anda kapıyı açınca Simge, Yener’in göğsüne çarptı ve ikisi de şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Simge kafasını kaldırıyor, Yener ise gözlerini indirmiş ona bakıyordu. Çok kısa süren bu bakışma, Yener’in hızla geri çekilip yolu açmasıyla son buldu ve Simge kaşlarını çatarak onun yanından geçip içeri girdi. Gurur’un kaldığı oda, benim odamın neredeyse aynısıydı, yatak bir duvarın arkasında kaldığından ne ben onu görebildim ne de o beni.
Yatağın önüne geldiğimde bir hemşire elindeki iğneyi onun serumunun hortumuna batırmış, ilacı yavaşça seruma bırakıyordu. Gurur yarı uyanık hâlde ilacın sıkılış ânını izlerken, varlığımdan bihaber hâlde, “Zeliha nerede?” diye sordu uykulu bir sesle. “Beni Zeliha’ya götürmezseniz…” Hâlsiz bir şekilde susup kuru dudaklarını emerek gözlerini yumdu. “Uyutup durmasanıza lan,” diye homurdandı.
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. Yener de sırıtarak, “Aşkım, geldim,” dedi, sesini inceltmişti.
“Kes lan sesini sikik,” diye homurdandı Gurur gözleri kapalı bir şekilde uzanmaya devam ederek. “Orangutan gibi bütün gün yatıyorum, miskin hayvanlar gibi ha bire uyuyorum. Zeliha gelmiyor mu hiç? Kızdı kesin bana yanına gitmedim diye. Sikikler.” Birden uykuya dalmış gibi sustu ama sonra yeniden konuştu. “Sikik herifler.”
“Merdo,” dedi Devran gülmemek için çenesini sıkarak. “Kanka bak bir.”
“Götlek, uyuyayım diye bastınız ilacı, nasıl bakayım?” Tekrar uykuya dalmış gibi bir homurtu çıkardı. Bir süre sessiz kaldı. Hatta o süre uzadıkça, onun uyuduğuna inanmaya başladım. Ama sonra birdenbire dudaklarını buruşturdu. “Zeliha’ya beni götürmezseniz sizi siktiğim oda olur burası.”
“Kanka, bak birazdan ilaç seni uyutacak, sonra kendin pişman olacaksın. Bir baksana buraya…”
“Bu yatağın tekerlekleri var altta.” Sarhoş gibi inledi. “Beni onun odasına sürmezseniz…”
Yavaşça sokulup elimi elinin üzerine koydum. “Piç Yener, dokunma bana,” dedi ve ağzım kocaman açıldı. Yener arkamda zıplayarak gülüyordu. Bilekliklerimizin birleşirken çıkardığı sesi duyunca, “Zeliha’nın bilekliğini de mi çaldın hırsız?” diye sorarak birden bana doğru döndü ve uykulu gözleri irice açıldı.
“Piçler,” dedi bana bakarak. “Doğru söyleyin şu an Zeliha halis mi?”
“Küfürler edene kadar neden yanıma gelmiyorsun?” diye sordum yalandan kızgın bakışlar atarak.
“Şerefsiz evladıyım sana gelmek için bir yerimi öyle bir yırttım ki doktor muayene etse dikiş atma kararı verir.” Parmakları güçsüzce parmaklarımı kavradı. “Hep bu hemşire kadın yüzünden. Bastı bana ilacı bastı bana ilacı. Hep uyudum. Bağışıklık kazandım, daha da uyumam.”
Hemşire hafifçe tebessüm edip odadan çıktı. Yener arkamdan sokulup çenesini omzuma koydu ve Gurur’a bakarak, “Uyku sersemi beni Zeliha sanıp ellerimi okşayan, parmak kıllarım parmaklarına gelince bir duraksayan sen değil miydin?” diye sordu.
“Satılık,” diye homurdandı Gurur.
“Bir yere kadar his kaybından dolayı Zeliha’nın bu kadar kalın parmakları olabileceğine inanmanı anlarım da, parmak kıllarımı da anlık yadırgayıp sonra okşamaya devam etmezsin ya.”
Girdap, “Bir anlığına beni Gurur ile aldattığını düşünmek, şu küçük kalbimi ne kadar kırdı biliyor musun? Üvey kızı Nihal ile âşığı Behlül’ün mutluluğunu izleyen Bihter gibi izledim o parmak kıllarının okşanma ânını,” dedi elini kalbine koyarak.
“Bence biraz dışarı çıkalım,” dedi Tayfun, o bunu söyleyene dek köşeye sinmiş varlığını fark bile etmemiştim. “İkisinin konuşacakları vardır. Gurur yine bayılmadan…”
“Çok ayıp ediyorsun, Tayfun,” diye homurdandı Gurur.
“Canım benim, hamamdaki ayılar gibi bayılıp duran ben değilim maalesef.”
“Müşkül durumdaki bir insana ayı demen gözümden kaçmadı.”
“Zeliha gelince bir anda ayılman gözümden kaçmadı,” diye alay etti Tayfun.
Hepsi odadan çıkana kadar aramızda herhangi bir konuşma geçmedi. Sadece ikimiz kaldığımızda, parmakları parmaklarımı sardı ve dokunuşunun güçlendiğini hissettim. Aramızda süregelen o sessiz bakışma, dudaklarında içimi acıtan bir tebessüm belirene kadar sürdü. O gülümsemeyle beraber, “Seni gözleri açıkken görmenin ne demek olduğunu anlatabilmek için şair olmak gerek. Ben sana bunu desem, sen anlar mısın benim için seni gözleri açık görmenin ne demek olduğunu?” diye sordu, sesi içimde ilerleyen bir rüzgâr gibiydi; bakışları üzerime çöken gece gibiydi.
Gözlerim duvardaki saate kaydı. Ona bakmamak için bilerek yaptığımı anlayınca parmakları eklemlerimde dolaştı, tüy gibi dokunuşunun tüm hücrelerimi dirilterek ürperttiğini hissettim.
“Bir şey söylememi bekliyorsun,” diye mırıldandım. “Seni gözlerin açıkken görmenin ne demek olduğunu en çok şu an hissediyorum. Anlatmana gerek yok, ben o hissin ne olduğunu biliyorum.” Parmağımı parmağının üzerine koyarak okşadım. Yutkunurken zorlanıyor gibi yüzünü buruşturdu.
“Daha dikkatli olmalıydım.” Bu cümle gözlerimi irice açmama neden oldu. “Ne yapıp etmeliydim ama daha dikkatli olmalıydım. Ben hep dikkatli bir adamım ama sen yanımdayken en dikkatli adam olmalıydım.” Kendini suçlar gibi kısık sesle ama vurgulu kurduğu bu cümleler, sadece kaşlarımı çatıp öfkeyle dolmama neden oldu. Bakışlarımdan bunun beni kızdırdığını anlamış gibi parmağını avuç içime bastırıp avuç içimi usulca okşadı. “Öyle bakma. Seni öfkelendirmek için söylemiyorum. Ama sen yanımdaydın. Dikkatli olmak zorundaydım.”
“Tek suç o tır şoförünündü,” dedim üzerine basarak. “Yanlış yönden geliyordu. Üstelik durup… Durup bize yardım etmedi bile!”
“Onun hayatını sikeceğim, ona da sıra gelecek, Madam Zekâ Küpü.” Yorgun gülümsemesi, daha çok beni rahatlatmak istiyor gibi çehresini aydınlığa kavuşturdu. “Seni iyi gördüm, iyi olduğunu gördüm, gözlerini açık gördüm, karşımdasın ve ben sana gelmeden sen bana geldin ya, şu an bunlar bana yeter. Aslında bunlar bana daima yetermiş.”
“Ya sana bir şey olsaydı?”
“Bana bir şey oldu,” dedi. “Seni o hâlde gördüğümde, bana olabilecek en büyük şey olmuştu zaten. Senin için tüm bunlar ne ifade ediyor bilmiyorum, Zerda ama benim için…” Sustu. “Sen benim için çok önemlisin.”
“Hayatından bile mi?” Bu soruyu içimde kendime karşı büyüttüğüm hayal kırıklığını gizleyemeden sormuştum. Gurur kendimi suçlamamdan hazzetmiyormuş gibi yüzünü buruşturup derin bir nefes aldı.
“Şimdi sana sen benim hayatımsın desem, bu belli ölçüde sadece lafta kalacak romantik bir cümle olur.” Parmaklarımız birbirine dolandı. “Ama ben sana, benim hayatımın, senin hayatın olmadan beş para etmeyeceğini söylersem, tüm kalbimle doğruyu söylemiş olurum. Sana göre ben kendini düşünmeyen bir adamım. Hayır, ben o kadar kendimi düşünüyordum ki, seni önceliğim yaptım. Kendimi düşündüm, Zeliha. Sana vereceğim acıdan korkmadım. Bana vereceğin acıdan korktum. Hayatımın beş para etmemesinden korktum.”
“Sana kızmam gerekirken, söylediğin her şeyin bende deprem etkisi yaratması çok saçma.” Gözlerimi kaçırdım. “Böyle şeyler söyleme bana.”
“Sadece dürüst oluyorum. Tek bir an olsun, bir anlığına bile sana yalan söylemiyorum. Doğrudan, dosdoğru içimden gelenlerdi bunlar.” Yorgun bir şekilde öksürdü, elini daha sıkı tuttum ama ne diyeceğimi bilemedim. “İyisin, değil mi?” diye sordu kendini bir kenara iterek. “Sordum, çok sordum, hep iyi olduğunu söylediler, sonrasını duyamadım. Kafam gidip duruyor.”
“Ben iyiyim. Bak ayaktayım.”
“Boynun…”
“Gurur…” Gülümseyip elini yavaşça kaldırdım ve parmak boğumlarını yavaşça öpüp, “İyiyim,” diye fısıldadım. “Kendini önemse. Biraz olsun. Benim için.”
“Sen beni benim yerime önemsiyorsun.” Parmaklarını dudaklarıma sürttü. “Boynuna ne oldu? Söylemeyecek misin?”
“Sadece incitmişim.”
“Yalan atıyorsun gibi geldi, küçük gelincik.”
“Gerçekten. Sadece boyunluk.” Diğer elimi boynuma koydum, boyunluğa dokunurken gözlerim Gurur’un buz sıcağı gözlerindeydi. Gözleri sarı kristaller gibi parlıyordu. “Kötü bir şey olabilirmiş ama biri beni tam zamanında kurtarmış…”
“Vay be, kahramana da bakın siz,” dedi dişlerini göstererek sırıtırken.
“Evet, hayatımı ona borçluyum.”
“O da sana borçludur belki tüm hayatını.”
“Şair gibi konuşma be.” Gözlerimi kaçırdığımda gırtlağından gelen bir hırıltıyla güldü. Gülüşü beni de gülümsetirken gözlerim tekrar duvardaki saate takıldı. “Neredeyse gece olmuş,” diye fısıldadım. “Ziyaret saati biteli asırlar oluyor, seninkilerin tamamını nasıl odaya aldılar?”
“Yener böyle durumlarda tam teşekküllü çalışır.”
“Hemşireleri baştan mı çıkarmış?”
“Yok…”
“Hım?”
“Odaya gidiyoruz, şimdi, demiş sadece. Hemşire de bir şey dememiş. Daha doğrusu diyememiş.” Gurur sırıttı. “Konuşurlarken duydum. Var böyle huyları.”
“Daha çok hemşirenin numarasını alıp bir date planlıyor olması gerekmez miydi?”
“Hastanedeyken kabuk değiştirir. Hastanelerde biraz ciddileşiyor. Tabii kıllı parmaklarını okşatırken pek ciddi değildi.”
“Cidden bunu yaptın mı?”
“Aklımın ucundan kısaca, acaba bu parmak tüyleri hep var mıydı da ben mi fark etmemiştim diye düşündüm. Bir de bir tüye göre epeyce fırça gibi olduğunu düşündüm…”
“Senin dilin bu kadar iyi hareket etmeye başladığına göre iyisin…”
“Dilim nasıl hareket eder bir bilsen, ne kadar iyi olduğumu bizzat anlamış olursun…”
“Gerçekten seni dava ederim.” Yanaklarımın ısındığını ondan gizlemeye çalıştım. “Geveze. Bu ilaç uyutmayacak mıydı seni?”
“Uykudan daha güzel bir şey gelince uykum kaçtı.” Elimi daha sıkı kavrayıp beni yavaşça kendisine doğru çekti. “Yaklaş. Kokunu biraz daha alamayacak olursam tırlatacağım.”
Ona sokulurken kalbim yerinden çıkacakmış gibi hissettim. O geceye ait sesler zihnimde hâlâ devinip dursa da onun sıcak nefesi tenime döküldüğü anda her şey bir kenara geçerek ikimizi izlemeye başladı. Dudaklarının dudaklarımı istediğini, bir ölümü arkasında bırakarak yaşama tutunmaya çalışıyor gibi bana dokunduğunda anladım. Dudakları çeneme hafif bir baskı uyguladı. Saçlarım pervasızca salınarak onun yüzünü kapladı.
Bir eli yavaşça havaya kalktı, belime dokundu, dokunuşu ilk defa bu kadar güçsüzdü. Onunla ilgili içime sinmiş tüm gerçekleri birdenbire parçalayarak yenilerini inşa eden bir dokunuştu aslında bu. Boynumu ağrıtmadan beni belimden kendine doğru çekti.
Dudaklarını dudaklarıma dokundurduğunda, kalbimin patlayacağını en net hissettiğim anlardan birindeydim.
Dudaklarının dudaklarımdaki ısrarı anlıktı, kabaydı ama bir o kadar da nazikti. Beni öperken ne kadar kendisi gibi olsa da öpüşünün kabalığına rağmen dudakları güçsüzlüğünü simgeliyordu. Sanki suyun içine çökmüş bir canavardım. Onun dudaklarını en net hâliyle dudaklarımda hissetmeye başladığımda tüm anılarımın, hatıralarımın, hislerimin onunla dolmaya başladığını fark ettim.
Gözlerim onu öpmek için kapandığında, beliren o karanlıkta yine onun yüzü vardı. Bu uzun zamandır zaten böyleydi. Kalbimin dışında durmuş, kendi kalbimi izliyormuşum gibi hissettiriyordu bana. Gurur beni öpüyordu ve ben, kendi kalbimi dışarıdan izliyordum; sanki kalbim içimde değildi.
Dudaklarının ardında atan nabzı hissediyordum. Onun canlılığını. Var oluşu bu denli mükemmel bir adamın yokluğunu düşünmek birdenbire gözlerimi doldurdu ama bu defa ağlamadım. Sadece gözyaşlarının gözlerime battığını ve gözlerimi yaktığını hissettim. O beni öperken, ağlamanın bu kadar eşiğinde, bu kadar acı içinde ama bu kadar da mutlu olmamın nedeni onu sevmem miydi? Sadece sevmek miydi tüm bunların açıklaması? Sanki bu sevmekten çok daha fazlasıydı. Bu başka, bambaşka bir şeydi.
Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında saçlarım onun yüzünde sürüklenmeye devam etti. Dudaklarında, beni öpmüş olmak ona hayat ve nabız veriyormuş gibi memnun bir tebessüm genişledi.
“Sana bakıyorum ve geceye en yakın, gündüze en uzak andayız ama güneşin sıcaklığını tenimde, ışığını gözlerimde hissediyorum,” diye fısıldadı. “İyi olduğun için iyiyim. O yüzden her zaman iyi ol. İyi olmam için.”
“İyiysen iyiyim,” diye mırıldanırken içimde parçalanan o pişmanlığı hissetmekten vazgeçemedim. Ama söyledikleri büyük ölçüde gerçeklerdi ve gerçeklerden kaçılmazdı.
Uykusunun geldiğini gözlerine birdenbire çöken yorgunluktan anlayarak gülümsedim. O da gülümsedi ve “Ağzım inşallah kokmuyordur ya, günlerdir burada mamut gibi yatıyorum. At gibi kokmuşumdur kesin,” diye homurdandı.
“Koku almıyorum,” dedim gülümseyerek, bu yalan değildi, büyük ölçüde tat ve koku alma kaybı yaşıyordum ve Hüsrev bunun darbenin etkisinden dolayı geçici bir semptom olduğunu söylemişti.
“Yani koku alsaydın ve at gibi kokuyor olsaydım beni öpmezdin. Bu mamutun kalbi kırıldı.”
“Domuzcuksun sen, mamut değil.”
“İki metre bir santim adama da domuzcuk demezsin.”
“O pembe domuzcuk stickerlarını bana atan sensin, ben değilim.”
“Dağ domuzu diyordun, ne oldu ona?”
“Dağ domuzunu pembeye boyadım.”
“Şimdi seni belinden kavrayıp bu yatağa çekmek çok seksi bir hareket olurdu ama şöyle ikimize de baktım da hurdadan çıkmış gibiyiz. Yemedi biliyor musun…”
“Ne oldu iki metre bir santim adam?”
“Yatağa sığmıyorum. Bacaklarım dışarıda kaldı hep.” Yorgun bakışları yüzümü turladı.
“Kucaklayıp götüreyim seni benim odama?”
“Kucaklayacaksın bir de?”
“Güçlü biriyim.”
“Boynundaki boyunluğu da boks maçında birini yere sekiz kez vurup vurup kaldırdığın için taktılar, değil mi?” Sırıttı, sırıttım.
“Sen benimsin,” dedim ona sahiplenici erkek bakışlarımı atarak. Tek amacım, yüzündeki gülümsemeyi biraz daha görebilmekti. Birazdan derin bir uykuya dalacaktı, belki bir gün boyunca uyku hâlinde olacaktı ve onu göremeyecektim; bu yüzden tüm hatlarını gülümseyişiyle birlikte zihnime kazımak istiyordum.
Yüzünü buruşturup, “Keko keko konuşma,” diye homurdandı ama yamuk gülümseyişini benden saklayamadı.
“Biz seninle Muğla ve Fethiye gibiyiz. Bana ait olduğunu bir türlü kabullenemiyorsun…”
“Fethiye il olacak yalnız.”
“Senelerdir olamadı, hâlâ Muğla’ya ait. Tıpkı senin bana ait olduğun gibi…”
“Birkaç gün beni görememek seni tam bir semt abisine dönüştürmüş.”
“Beni düşünerek Yener’in kıllı parmak boğumlarını okşayan kimdi?”
“Orasını karıştırma…”
“Ayrıca benim incecik parmaklarımı onun koskoca ellerine benzetmeni de uzun süre aşabileceğimi sanmıyorum.”
“Algılarım kapalıydı…”
“Peki…”
Gözlerime dikkatle baktı. “İyisin.”
“Evet. Gerçekten iyiyim.”
“Bu bana nefes aldırdı.” Gözlerini serum bağlı, serum bağlıyken bile belimi saran eline indirdi. “Daha fazla uyutulmak istemiyorum. Buradan çıkmak istiyorum. Sen iyiysen burada kalmak için sebebim yok benim.”
“Sen iyi olana kadar buradayız, Gurur.”
“Sen iyiysen iyiyim demiştim.”
“Neler atlattığını biliyor musun?” diye sordum sertçe. “Emin ol, ben bile sadece küçük bir kısmını biliyorum ve bu bana yetti. Bana söylemedikleri çok şey var. Sen iyi olana dek, buradayız.”
“Sen iyiysen ben de iyiyim,” diye üsteledi. “Artık ağrı kesici almak istemiyorum. Bu benim bedenim için doğru olmaz. Bağışıklık kazanırsam ileride zorlanırım.” Söyledikleri mantık çerçevesinden bakınca beni duraksatan şeylerdi. Başımı yavaşça sallarken buldum kendimi. “Hüsrev ile konuş. Konuşabilirsin, değil mi? Eğer seni çıkaracaklarsa, beni de çıkarsınlar.”
“Tamam,” diye fısıldadım.
“Daha fazla ağrı kesici istemiyorum.”
“Peki ya katlanamazsan?”
“Nelere katlanabildiğimi bilseydin, bu soruyu sormazdın.”
Anlattıkları içimde gerilmiş bir darağacıydı. Kalbimin atışlarının yavaşladığını hissettim. Gurur anlattıklarıyla beni bir uçurumun kenarına sürüklemiş, o uçurumun dibinde hâlâ yaşayan anılarını bizzat beni uçurumdan aşağı sarkıtarak izlememi istemişti. Her şeyi bilmiyordum ama bu bildiklerimin beni cayır cayır yakmasına engel olmuyordu.
Ağrı kesici ve sakinleştirici ilaca daha fazla meydan okuyamadığını fark ettim. Uyku onun yorgun, yaralı bedenine bir anda çöktü. Bana gülümserken gözlerini yumdu ve dudaklarında hâlâ bir gülümseme varken uykuya daldı. Onun açık renk saçlarını parmak uçlarımla geriye doğru tarayıp, gülümser hâldeki uyuyan yüzünü tıpkı onun gibi gülümseyerek izledim. Benim hem en mutlu hem de en üzgün olduğum anlardan birindeydik.
Odasından çıktığım anda Hüsrev ile Gaye’yi, Muşta ile kapının önünde dikilirken buldum. Gaye’nin elinde çizimlerinin olduğu bir klasör vardı, üzgün bakışları ânında bana doğru döndü ve beni görünce yeşil gözleri yaşlarla doldu. En yakın arkadaşlarımdan birinin yüreğindeki endişe tohumu olmak içimi acıtıyordu. Hızlıca bana doğru geldi, boynuma dikkat ederek belime sarılıp, “Çok korktum,” diye fısıldadı. “Bir süre seni gördüğüm her yerde sarılacağım ve itiraz edersen en gıcık olduğun şeyi yaparım, tek kelime etmene izin vermeden uzun uzun konuşurum.”
“İyiyim,” dedim gülümseyerek. “Gerçekten.”
“Boynu kırılmak üzere olan, iç kanama geçirmiş, bedeninde bir sürü ezik ve çürük olan biri için oldukça iyisin.” Bana kötü kötü baktı. “Dinlenmen gerekiyor. Aralıksız, durmadan, sabit kalman ve uyuman.”
Hüsrev, “Gaye, bu kadar üzerine gitme kızın,” diye uyardı sakince. Sonra tekrar Muşta’ya doğru döndü. Elindeki raporları Muşta’ya uzatırken, “Sanılandan hızlı toparlamış, sonuçlarına ben de baktım. Hocamız bu konuda oldukça iyidir. Endişe etmeyin, biraz daha dinlensin.”
“Yarası ne durumda?”
“Enfeksiyon riski tamamen kalktı. Yoğun bakımda uzun süre tutulmasının başlıca nedenlerinden biri de buydu aslında.” Hüsrev, Gaye ve bana baktı. “Açıkçası, biz doktorlar umut vermek ya da umudu yok etmek haddine sahip değiliz. Umut veririz ve bir terslik olur, umut yok ederiz ve bir mucize olur. Bu da bir mucizeydi. Çok geçmiş olsun. Ben Gurur’a bir bakayım isterseniz, bir şikâyeti varsa ondan dinlemek isterim.”
“Uyuyakaldı,” diye fısıldadım sessizce.
Hüsrev, “Uyutulmaktan pek hoşlanmıyormuş. Pınar Hemşire söyledi.” Gülümsedi, beni neşelendirmek istiyor gibiydi. Gülümseyemedim çünkü duyduklarım yine içimi deşmişti. “Uyutmamızdan siz de hoşlanmıyor olabilirsiniz fakat mecburuz. Tüm organlarına zarar verebilecek büyüklükte, oldukça derine saplanmış bir cisim çıkardık içinden. Çekeceği acıları durdurabilmemiz tek yolu ona bolca ilaç takviyesinde bulunmak. Şanslı ki bu kadar şiddetli bir şekilde cipten dışarı fırlamış olmasına rağmen kemikleri sandığımdan iyi durumda. Tüm kemiklerinin kırılmış olması gerekti. Bir komandonun bedeninde olduğu için şanslıymış.”
“Bacakları?” diye sordu Muşta temkinli bir şekilde. “Paramparçaydı.”
“Ciddi kesikler, büyük darbeler ve lif kopmaları var. Kas yırtıkları da pek tabii var ama kırık yok, endişe etmeyin. Düzenli pansumanla halledilemeyecek bir şey yok. Dediğim gibi, o şu anki hâlini bu denli güçlü bir bedene sahip olmasına borçlu. Bir cam gibi parçalanmış olması gerekirdi ama çok şükür ki her şey yolunda.” Bana güven veren gözlerle baktı. “Her şey yolunda,” diye tekrarladı.
“Paramparça olması gerek ama tek parça,” diye fısıldadım kendi kendime.
Gaye, “Sis, o iyi,” dedi dudaklarını bir çocuğun gözyaşlarına hazırlanırken büktüğü gibi acıyla bükerek. “Sen de iyisin. Çok şükür. Allah yüzümüze baktı.”
Muşta, “Çok şükür,” diye fısıldadı sessizce.
“Ne zaman çıkabiliriz?” Sorum Hüsrev’eydi ama herkesin bana baktığını fark ettim.
“Seni yarına eve gönderebilirim ama yatıp dinlenmen şartıyla. Ayrıca haftaya tekrar tomografiye gireceksin ve kontrollerin var.”
“Peki ya o?”
“O evde değil, burada olmalı. Evde ağrılarına çare olamayız, üstelik bakımı açısından hastane onun için daha doğru bir yer.”
“Bunu istemiyor. Ona durmadan ağrı kesici ve sakinleştirici vermeniz onun bedenine iyi gelmezmiş, öyle söyledi.”
Muşta bana hak veriyormuş gibi başını sallayınca, Hüsrev, “Acı eşiği yüksek olabilir ama bu kadarına nasıl katlansın?” diye sordu. “Çok zor. Çok ağrı çeker. Üstelik devamlı olarak kontrolleri yapılıyor. Herhangi bir kanaması olursa burada müdahale etmek daha kolay olacak.”
“O bir komando,” dedi Muşta. “Bu tarz ilaçlar bedenine de zarar verir. Bünyesine de.”
“Ve o bunu istemiyor,” diye mırıldandım pişmanlık içerisinde. Onun acı çekecek olması düşüncesi bile beni çıldırmanın eşiğine getiriyordu ama onun isteklerini yok sayamazdım. İyi hissetmek için onu istemediği bir şeyin içinde bırakamazdım.
“Hocayla konuşacağım,” dedi Hüsrev, bu durum onu tedirgin ediyor gibiydi, Gurur’un kanamasının olmasından korkuyor gibi yüzünü buruşturarak kapıya doğru baktı. “Bir yolunu bulacağız.”
Hüsrev’in endişelerini anlayamadığımı söyleyemezdim çünkü anlayabiliyordum ama konu Gurur olduğunda, aklım da mantığım da duruyordu. Hüsrev ile Gaye’yi geride bırakarak Muşta ile hastanenin içimi sıkan, bana sanki ölümün içinde ilerliyormuşum gibi hissettiren koridorunda ilerlemeye başladık. İkimiz de sessizliğin tam ortasındaydık, ikimizin de elinde sessizliğin göbek bağını kesecek olan paslı makas vardı ama ne o ne de ben bu makasları kullanmıyorduk.
Adnan ile Bora’nın ileride olduğunu gördüm, küçük Bora’nın ne zaman buraya geldiğini bilmiyordum ama korkulu gözlerle etrafını izlerken onu sakinleştiren, Çolpan’ın onun saçlarına dokunan parmakları olmuştu. Çolpan’ı görünce hemen genişçe gülümsedi, Çolpan’ın ona dokunmasına izin verdi. Adnan sakince oğlunu izliyor, Çolpan ise Bora’ya bir şeyler anlatıyordu.
Bekleme salonundaki portatif sandalyelerin bir ucunda Simge, bir ucunda Yener oturuyordu, aralarında tam dört boş portatif sandalye vardı. Biri telefonuna, diğeri elinde tuttuğu broşüre bakıyordu. Broşürün üzerindeki anlamsız internet sitesi adreslerini okuyan kişi Yener’di.
Yener’in ne kadar yalnız olduğunu ilk kez o an hissettim. Bir broşürün üzerine gelişigüzel yerleştirilmiş adresleri okurken aslında içinde konuşma isteğinin olduğunu, her ne kadar Simge’den kaçıyor gibi görünse de aslında onunla konuşmak için delirdiğini o an fark ettim. Sessizdi çünkü muhtemelen korkuyordu; korkuyordu çünkü belki de ilk kez bir insana nasıl yaklaşması gerektiğini bilmiyordu. Yalnızdı. Onun yalnızlığını görüyor olmanın ötesinde, o yalnızlığı sanki kendi içimdeymiş gibi en yalın hâliyle hissetmiştim.
Acaba Simge de hissediyor muydu yoksa sadece Yener’in ondan kaçtığını mı düşünüyordu? Aslında karşısında ne kadar yalnız, ne kadar yolunu kaybetmiş ve ne yapacağını bilmeyen bir adam olduğunun farkında mıydı?
Birbirlerine dönüp tek kelime etmiyorlardı, aralarında dört boş portatif sandalye vardı ama sanki konuşuyorlar, bu koca sessizliğin içinde birbirlerine bir şeyler fısıldıyorlardı.
Muşta, “Kaza nasıl oldu diye sorsam kalbini mi kırarım yoksa korkutur muyum seni bilmiyorum. Sana nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyorum çünkü çok kırılgan görünüyorsun,” dedi bir abi sıcaklığıyla; hatta bir baba şefkatiyle… Ona doğru döndüm. Boynumu tamamen çeviremediğim için tüm bedenim ondan tarafa döndü.
“Kafamdan silemediğim parça parça görüntüler var. Sadece o tırın üzerimize geldiğini, göstergede gördüğüm saati ve takla atmaya başladığımız ânı hatırlıyorum.” İçim anlık olarak ürperdi. O sesleri duymaktan korktum. Kafamın içinde tekrara binip duran o sesleri yeniden duymaktan korkarak kollarımı bedenime sardım.
Bu görüntü Muşta’yı kahrediyormuş gibi, “Özür dilerim,” diye fısıldadı. “Hatırlatmak, isteyeceğim son şey. Ama o herifi bulmamız lazım.”
“Tır şoförünü mü?”
“Evet.”
“Hata tamamen onundu. Bize yardım etmek için gelmedi.”
“Korkudan babasının götüne girse çıkarırım onu.” Muşta bir an durup, “Affedersin, Zeliş,” dedi. “Bizim dangalakların yanında ağzım günbegün bozuluyor benim. Daldım bir an.”
Ona gülümsesem de Cenan ile ilgili soru işaretleri dilimin ucunu karıncalandırıp durdu. Yine de ağzımı açmadım, Muşta’ya, çivit mavisi gözlerini daldıracak ve kalbini yakacak bir soru sormadım.
Kaldığım odanın önüne geldiğimizde gözlerini kapıda dikilmiş beni bekleyen babama dokundurdu. Sonunda, “Tanışma fırsatımız olmadı,” dedi mavi gözlerini babamın mavilerine sabitleyerek. Babam ciddi bir yüz ifadesiyle Hakan abiyi izliyordu.
“Evet, olmadı. Kızımın ve o oğlanın hâli ortadaydı. Geçmiş olsun.”
“Çok geçmiş olsun size de.” Muşta, elini babama uzattı. “Ben Hakan Basri Şenkaya.”
Babam bu ismi bir yerden çıkarıyormuş gibi kaşlarını çatıp bir süre bekledikten sonra Hakan abinin eline baktı ve tokalaşmayı kabul ederek elini uzattı. İkisi tokalaşırken, “Kahraman Özdağ,” dedi babam resmîyetle.
“Sizi tanıdığıma sevindim. Müthiş bir kız evlat yetiştirmişsiniz.” Eymen’i hatırlayarak gülümsedi. Eymen sindiği duvar köşesinden ikisini izliyordu. “Ve müthiş bir erkek evlat.”
“Çok sağ olun.”
“Zeliha’yı yarın taburcu ediyormuşuz.” Muşta içtenlikle gülümsedi. “Çok sevindim.”
Babam ağzının kenarından, “Oğlan nasıl oldu?” diye sordu.
“Bir müddet daha müşahede altında kalması gerek ama laftan anlamıyor pek.”
“Laftan anlasın, neden anlamıyor?” Babamın tek gözünün seğirdiğini gördüm. “Dikkafalılık etmesin, maazallah kafası mafası kırılır sonra. Allah korusun tabii evlatlarımızı.” Babamın gözü tekrar seğirdi. “Kırılmasın kafası sonra.”
Hakan abi göz ucuyla bana bakıp, “Tabii,” dedi. “Kırılmasın…”
“Yani, kafa kırılması zor. Tamiri de zor olur.”
“Yani…” Muşta, tedirgin bir gülümsemeyle babama baktı.
“Yani öyle. Kafasına dikkat etsin.”
“Ne?”
“Hiç, çarpar marpar kafasını. Bir anda kafasına bir şey düşer havadan ya da biri gelişine levyeyle kafasına bir tane v-”
“Baba,” diyerek babamın koluna girdim. “Ben çok yoruldum. Biraz uyusaydım.”
“Tamam, babasının bir tanesi,” diye hafifledi hemen babam. “Gel.”
Muşta, “Tekrar görüşmek üzere, Kahraman Bey,” deyince babam, “He olur olur,” diyerek Muşta’ya sırtını dönüp beni kolunun altına alarak odaya soktu.
“Ne kadar ayıp ya,” dedim babam kapıyı kapattığı anda. “Adamın yüzüne kıçını döndün resmen.”
“Gelmiş bir de bana elini uzatıyor.”
“Ne oluyor sana?”
“Bayramlık ağzımı açmıyorsam şu güzel suratının hatırına, canının acısının hatırına ha, Zeliş Hanım.” Ellerini beline koydu, babaannem kıkır kıkır gülüyordu. “Gine kaçtın o çoççağın yanına gittin de mi?” diye sordu. “Burkturacaksın bana fukaranın kalın ensesini. Boynunu çıt diye böldüreceksin bana çoççağın.”
“Ben senin çocuğun değil miyim yüzüme kapı kapatıp gidiyorsunuz ya?” diye sorarak içeri girdi Eymen ama babam onu hiç umursamadı. Elleri hâlâ belindeydi.
“Herife bak hele bak bak,” dedi. “Karşıma geçmiş. Bir de ayaküstü kızımı isteseydi benden. Yol bilmezler iz bilmezler, geçmiş olsunmuş, geçirirdim ben kafayı da boyu bir tık uzun diye bir de edebimden sustum.” Babam, babaanneme baktı. “Anne bak bene gülüp durma, bilerek yapıp durun, benim delilikler geliyor bak kafama he.”
“Baba…”
“Baba dip durma bana,” diye söylendi babam. “Geldi keçilerim benim. Salıverin biraz sakinleşeyim yoksa gidivecem şimdi o uzun kavak ağacına, dibine döküvecem kireci, vuruvecem baltayı.”
“Bu çok kızmış, şive kaydı yine,” diye fısıldadı Eymen.
“İpdurun deyus, arkamdan mı ötüyon?”
“Baba vallahi bir şey demedim, ablama kızdım, babamı böyle kızdırma dedim, bak adamcağız ne kadar gerildi dedim.”
“Ablana mı ötüyon orlarda? Öldürüveririm seni, bibiğini sıkarım senin.”
“Baba, sakin ol artık lütfen,” dedim.
“Bene bak, sen de bene sakin ol dip durun, bak daha da geliveriyor bana delilikler.”
“Ay dur artık, şehirdesin şehirde,” dedi babaannem. “Ne olmuş kızının bir erkek arkadaşı varsa?”
“Hasbinallah, öldüm de anam kızım oğlum kılığında zebaniler sabrımı mı deniyor benim? Çıkıyorum buradan, gidiyorum bir sigara içmeye, şu odaya tek bir, bir doksan beş üstü bir insan girerse cingarı bak nasıl çıkarıyom ben.”
“Yener girer,” dedi Eymen. “O bir doksan bir.”
“Hele bir girsin zibidi. Simge nerde? Yeğenim nerde?”
Babam söylenerek odadan çıkınca yatağa oturup düşük omuzlarla babaanneme baktım. Süslü Maria, elindeki törpüyle tırnaklarının köşelerini düzeltirken toz pembeye boyanmış parlak dudaklarını büzdü. “Hiç bakma, eninde sonunda öğrenecekti.”
“Önünde onun için ağladım,” dedim dehşet içinde. “Onu öldürene kadar huzura ermeyecek…”
“Ah canım…” Babaannem dudaklarını büzdü. “Nasıl tanıyor babacığını.”
“Gidip Gurur’a bir şey yapar mı?”
“Kanını verdi adama,” dedi Eymen. “Yapmaz herhâlde.”
Babaannemle aynı anda, “Ya kendisi öldürmek için kan verdiyse?” diye sorduk Eymen’e. Eymen’in sırıtışı biraz şey gibiydi… Keşke der gibi…
⛓️
Çıkış işlemleri akşamüstü, güneş hâlâ dağların arasından yavaşça şehre sızmaya devam ederken yapıldı. Babam eşyalarımı toplamak için hâlâ odamdayken, ben çoktan onu görmek için bahçeye inmiştim. Hüsrev hocaları bir şekilde ikna etmeyi başarmıştı. Gurur da bugün çıkıyordu. Akşam güneşi yavaşça tenini aydınlatırken hastanenin bahçesinde onu gördüğüm an, sızlayan bedenimle hızla ona doğru yürümüştüm. Hafif topallıyordu ama ayaktaydı, bir kolu sargılıydı, üzerinde ona oldukça büyük geldiği belli olan bol, gri bir eşofman takımı vardı.
Ona doğru geldiğimi görünce sargılı kolunu da diğer kolu gibi kaldırıp bana kucağını açtı. Hafifçe esen rüzgâr onun açık renk saçlarını dağıtıyordu. Eylül ile Cesur, yüzlerinde abilerinin sonunda buradan çıkıyor olmasının getirdiği bir tebessümle ikimizi izliyorlardı. Gurur’un kollarının arasına girmemle eşofman takımına sinen erkek parfümü kokusunun ciğerlerime sızması bir oldu. Koku hem onu hatırlatıyordu hem de güvende hissettiriyordu. Kollarını başımın etrafına sardı, boyunluğa baskı uygulamadan beni kendine bastırdı.
“Bir fotoğrafınızı çekmek istiyorum!” dedi Eylül cep telefonunu çıkarıp bize doğru ilerlerken. “Bana bakın!”
Gözlerimde yorgun bir ifade olsa da dudaklarımdaki gülümseme silinmedi. Yavaşça Eylül’e doğru döndüm, Gurur beni kendine tam anlamıyla yasladı ve bedeninin sıcaklığını hissettim. Eylül’ün telefonundan yükselen deklanşör sesleri bir iki kez daha bahçeyi çınlattıktan sonra tekrar Gurur’a doğru döndüm ve kollarımı onun beline sararak gözlerimi kaldırıp ona alttan bir bakış attım.
“Evi özledim,” diye fısıldadı.
Babamın bu şehirde, hatta şu an burada olduğunu hatırlayınca içimi yakan farkındalığı gözlerimde görür gibi oldu. Muhtemelen bilmediği çok şey vardı ama kesin ve net olarak bilmediği şeylerden birisi de babamın burada olduğuydu. Ayrıntıları illaki konuşmak zorunda kalacaktık ama şu an bu gerçeği bilmemesi ciddi bir soruna neden olabilirdi.
“Gurur, ben eve gelemem,” dedim, bir an Gurur’un gözlerinde beni delip geçen, içimi acıtan bir bakış belirdi. Kendimi kötü hissederek, “Sebeplerim var,” diye fısıldadım.
“Ne olduğunu söylesene, gözüm.”
“Şey… Babam kazayı öğrenmiş ve şu an b-”
“Ülen! Noluyo len?”
Bu ses, Gurur’un da benim de aynı anda o yöne bakmamıza neden olacak kadar gürdü ve ait olduğu kişinin kim olduğunu bilen tek kişi bendim.
“Çünkü,” diye fısıldadım bize dehşet içinde bakan, kollarını iki yana komik bir şekilde açmış babama bakarak. “Babam burada.”
“Len!” diye bağırdı babam bir kez daha. “Ülen kavak ağacı… Len! Kızımı mı götürüyon len sen?”
Gurur birden beni bırakıp, “Abi sana yemin ediyorum ben bu kızı hayatımda şu an ilk defa gördüm,” dedi dehşet içinde. Sonra bana bakıp kollarını havaya kaldırarak, “Bana niye sarılıyorsunuz hanımefendi?” diye sordu. Tekrar babama baktı. “Abi yemin ederim tanımıyorum ben bu kızı.”
Dehşet içinde Gurur’a bakarken askerlerin bahçeye yayılan kahkahalarını duyuyordum…