Karanlığın ruhumda mayalandığını hissediyordum.
Her zaman karanlık olana daha yakın olduğumu biliyordum ama bir gün karanlığın kendisine dönüşme düşüncesi beni ışığa doğru koşmaya zorluyordu.
Şimdi karanlık, sığındığım güven veren kollar gibiydi. Beni sarıp sarmalayan, ışığın üzerime değip yaralarımı açığa çıkarmasına engel olan bir koruyucu, kurtarıcıydı.
Karanlık bir nehrin önünde durduğumu hatırlıyorum. Zehri yapraklarının teri gibi akarak nehre damlayan kısa boylu ağaçların sarmaşığı anımsatan dalları nehrin içinden yavaşça yükseliyor, nehrin suyu dallara çarptıkça kuru kalan yerler de koyu renge boyanıyordu. Çamur gibi yumuşak bir toprağın üzerinde yalın ayak durmuş, durgun olmasına rağmen bazen yükselip dalları boyayan nehrin karanlık sularını izliyordum.
Suyun ortasında bir halka beliriyor, görüş alanıma siyah saçlar giriyordu. Suyun içinden yavaşça yükselen saçlar suyun yüzeyine dağılıp kara yılanlar gibi yüzüyor, akabinde suyun içinden beni izleyen bir çift göz de yüzeye çıkıyordu. Etrafında saçların yüzdüğü o gözler doğrudan bana kilitlenmişti. Aldığım nefesin içime karanlık gibi dolduğunu, ruhumun boğulduğunu hissettiğimde bile ona bakmayı sürdürdüm. Kızıl gözlerinin içi ateş gibi parıltılıydı. Ağzı ve burnu suyun içindeydi, ıslak kirpiklerinin arasında duran suçlayıcı bakışları çok uzun süre bende kalmaya devam etti.
Sıcak ellerin dokunuşunu hissettim. Gözlerimi açmak için karanlığa kılıcımı çektiğimde yorgundum ama savaşmaya hazırdım. Kirpiklerim yukarı doğru kalkınca bakışlarım tavana dokundu. Açık renk tavanın üzerinde uçuşan toz zerreciklerini bile net bir hâlde görmek şaşırmama yetmedi. Ama bana yaklaşan mavi gözleri gördüğümde artık şaşkındım. Endişeli bakışları yüzümdeydi, alnıma düşmüş saçları avucunun içiyle geri iterken sıcak avucunun baskısını alnımda hissettim. Bilincim karanlık bir boşluğun içinden ışığa çekilmiş gibiydi ama ne gariptir ki o bana böyle endişeyle bakarken sanki asıl karanlığa tam da şu anda sığınıyordum. Onun karanlığına…
“Her şey yolunda fıstık,” diye fısıldadı, gözlerimi kırpıştırdım ama cevap veremedim. Sesim içimde bir yere saklanmıştı; kelimelerimi de yanına almıştı.
“Bana ne oldu?”
“Sezgi’den hemen sonra sen de bayıldın,” dedi sakince, evin içine çökmüş sessizliğin esas nedenini merak ederken yutkundum. Tavanı boyayan ışığın bir mumdan yükseldiğini tavandaki gölgelerin titrediğini gördüğümde fark ettim. Şehirde elektrikler kesilmiş olmalıydı. Patlayan elektrik direklerini ve sokak lambalarını hatırlayınca yutkunamadım.
“Sezgi iyi mi?”
“Evet,” dedi Efken, bakışlarının durgun olduğunu fark edince yeniden ona bakıp daha dikkatli bir şekilde onu incelemeye başladım. “Ceyhun’un sol kulağı duymuyor, geçici bir şeymiş, depremin yarattığı uğultudan kaynaklanabileceğini söyledi doktor.”
“Doktor mu?”
“Evet, arka sokaktaki lojmanlardan birinde kalıyordu. Bulmak çok zor olmadı.” Derin bir nefes aldı. “Sana da seni rahatlatabilecek bir şeyler bıraktı.”
“Efken, bunun gerçekten deprem olduğuna inanıyor musun?”
“Hayır,” dedi, gözlerim gözlerinde saplıyken derin bir nefes aldı. “Ama Yaren öyle bilse, olur mu?”
“Hım?”
“Korkmasını istemiyorum,” diye fısıldadı. “Dakikalarca ona depremin bu tarz emarelerle gelebileceğini anlattım, ikna etmesi çok zordu, hâlâ ağlıyor.”
“Sezgi’nin o hâli…”
“Sezgi’nin korkudan ne yaptığını bilmediğini düşünüyor sadece,” diye açıkladı, tüm bu saçmalıkları göz önüne alan Yaren’in korkuyla bunlara inanmayı seçeceğini ama içten içe hiçbir şeyin duyduğu gibi değil, tam da gördüğü gibi olduğunu bileceğini biliyordum.
“Sezgi’nin o hâlinin korkudan olmadığını gayet iyi biliyorsun o zaman.”
Gözleri ürpertici bir soğuklukla yüzümü deşip bedenime indi, bedenime karanlık duygularla baktıktan sonra tekrar gözlerime tırmanan bakışları keskindi.
“Evet,” dedi, bu kadar açık bir itiraf beklemediğim için kaşlarımı kaldırdım. “Çünkü kullandığı o dili bilmediğine eminim. Çok küçükken o dili duyduğuma da.”
“Ne?”
“Küçüklüğümde böyle bir anı yok ama sanki varmış gibi, sanki çocuktum ve bu dili kullanan insanlar etrafımdaydı,” dedi düşünceli bir sesle, ardından mekanik bakışları bir noktaya çevrildi ve onun düşüncelere dalış ânına şahitlik ettim. “Sana da bazen senin olmayan ama seninmiş gibi hissettiren anıların varmış hissi geliyor mu?”
Kuru bir sesle, “Bazen,” diye fısıldadım.
“Gökyüzünde yolunda gitmeyen bir şeyler var,” dedi bu konuyu kendi içinde sonlandıramadığı hâlde ikimizin arasında sonlandırma ihtiyacı duyuyormuş gibi. Şakaklarımdaki ağrının varlığını o bu cümleyi kurduğu an fark ettim. Parmak uçlarım şakağıma kayarken gözleri üzerimdeydi, pürdikkat bana baktığını gördüm. Konuşmadığım için yeniden, “Ve Sezgi bir şekilde…” diyordu ki, sustu.
“Bir şekilde ne?”
“Farklı.” Gözlerini benden çekerken tüm bunlara anlam yüklemeye çalışıyormuş gibi çatık kaşlarla boşluğa bakıyordu. “Sikeceğim sonunda bu işin ızdırabını.”
“Tüm bunlar ben geldikten sonra mı başladı?”
“Sayılır.”
“Mustafa Baba dediğin adam bir şeyler biliyor,” dediğimde gözleri bana çevrildi. Ne karşı çıktı ne de beni onayladı. “Dahası içimde bir yerlerde ben de bir şeyler biliyor gibi hissediyorum ama hatırlamıyorum.”
“Ben de öyle,” dedi donuk bir sesle.
“Sezgi konusunda…”
“Ceyhun’un tepkisi koca bir tepkisizlik şu an,” dedi. “Muhtemelen Sezgi’nin psikolojik olarak çöktüğünü, bu yüzden böyle şeyler yaptığını düşünüyor. Eğer bir süre önceki düşüncelerim hâlâ benimle olsaydı, ben de öyle düşünmeyi seçerdim. İnsan zihni bazen gerçeği geri yansıtıp ondan bir yalan doğurur Medusa.”
“Tüm bu olanları psikolojik olarak adlandıramaz herhâlde, değil mi? Normal şeyler olmadı.” Sustum, Efken de sessizleşmişti. “Her şeyi bir an önce çözmek için önce tapınaklara gitmem gerekiyormuş gibi,” diye mırıldandım yeniden konuştuğumda. Aklımı kaçıracakmışım gibi hissediyordum. Babamın beni bir şeylerden korumaya çalıştığını hissetsem de şimdi o şeylerin ortasına çekildiğimi yeni fark ediyordum; babam her şeyi biliyordu.
Babam beni buraya gönderilmemden korktuğu için koruyordu.
Peşimde bir şeyler olduğunu hissediyordum. Bir şeyler yolunda gitmiyordu ve hayatımın meridyenlerinden kayışını izlerken hiçbir şey yapamayacak olma ihtimalinden delice korkuyordum.
“Crystal içeride,” dediğinde şaşırmadım, sadece gözlerimi yumup geri açtım. “Onu ensesinden tutup karanlık sokağa bırakabilirdim ama yapmadım. Şehirdeki deprem etkisini her yerden hissettirmiş. Şehirde bir panik havası var. İbrahim de geliyor. Yolda. Alacaşafağı beklemeden çıkarız.”
Efken tam geri çekilecekti ki bileğini yakaladım. “Efken,” diye fısıldadım.
“Söyle,” derken gözlerinde güven vardı, kendimi biraz daha iyi hissettiğimde derin bir nefes aldım.
“Sezgi bilinci kapanmadan önce bir şey söyledi.”
Efken, “Biliyorum,” dedi. Farkındalık içimi deşip geçti. “Duydum.”
“Ne demek istedi?”
“Çözeceğiz.”
İçinde olduğumuz odanın kapısı yavaşça açılınca gözlerimi Efken’den çekip kapıya bir namlu misali doğrulttum. İçeri süzülen, her şey olurken üzerinde beyaz geceliği olan Sezgi’ydi, hâlâ o geceliği giyiyordu, kızıl saçlarını toplamıştı ama yüzü renksizdi. Kuru dudaklarını yalarken, “Gelebilir miyim?” diye sordu, ikilemde kalmış gibi bakıyordu. Sanki beklemediği ters bir cevap alırsa hemen çıkıp gidecekti; gözlerinde gördüğüm korku muydu yoksa endişe miydi çözemedim. Başımı salladım ve Efken’in geri çekilmesiyle sahne Sezgi’ye kaldı.
“Ben…”
“Hepimiz gördük,” dedim yavaşça.
Cesur bakışları gözlerine yayılsa da yaşananların getirdiği sarsıntı hâlâ ruhunu titretiyor olmalıydı. “Neredeyse hiçbir şeyi hatırlamıyorum, sadece ay… Ay yıkılacak gibi görünüyordu. Patlamak isteyen bir yanardağ gibiydi.”
“Biliyorum,” diye mırıldandım, Efken tepkisizce boşluğa bakıyordu. Sezgi onun varlığından dolayı asıl kelimeleri geri itip daha uygun kelimeleri önüne alarak kısıtlı cümleler kuruyordu.
“Mahinev, Ceyhun bunu görmesine rağmen bana inanmamayı seçecek çünkü bu inanılacak bir şey değil,” diye fısıldadı, Efken’e baktı, Efken sessizdi; sert bakışları boşluğa saplı duruyor, sanki oradan kan taşırıyordu. “Ama sen inanıyorsun. Önceden inanmamak için direnen ben de artık kendime inanıyorum.”
Sertçe yutkundum.
“Ben delirmiyorum,” diye fısıldadı. “Teşekkür ederim ve lütfen o tapınaklara git.” Gözlerimi kırpmadan ona bakmaya başladım. Artık Efken’in gözleri de ondaydı. “Çünkü gelecek olan ya da gelmiş olan her neyse, babaannen bunu biliyordu. Rüyama geldi çünkü seni uyarmak istedi.”
Efken birden kapıya doğru baktı ve onun duyularının ne kadar kuvvetli olduğunu, o kapıya doğru baktıktan birkaç saniye sonra dış kapının tıklatılmasıyla bir defa daha anladım. İçinde olduğumuz odanın değil, sokak kapısının sesini bile henüz o ses zamana yayılmadan duymuştu.
“İbrahim,” diye fısıldadı Efken. Tekrar o oldu; kimin geldiğini bilmeden kimin geldiğini bildi. Gelenin İbrahim olduğunu telaşlı sesi eve dağıldığında anladım. Yutkunarak Efken’e baktığım sırada Sezgi öyle dalgındı ki bunu fark etmemişti bile. Belki de Efken’in duyularının bu denli gelişkin olmasına alışkındı ve bu durumu yadırgamıyordu.
Efken odanın çıkışına yöneldi, tam arkasından gitmek için doğrulmuştum ki Sezgi bileğimi kibarca tutup, “Dikkatli ol,” diye fısıldadı. “Onu görmedim, hissettim, nasıl hissettim bilmiyorum, ben tam olarak neyim, söylendiği gibi miyim yoksa lanetli miyim bilmiyorum ama o ya çok yakında ya da burada.” Gözlerim gözlerine mıhlandı. Yeşil gözleri gerçekleri bebeğinde yakmış bana yansıtıyordu. “İyi niyetli bir şey değil.”
“Düşman dedin.”
“Öyle mi dedim?” Şaşırarak bana baktı, daha sonra başını salladı. “İyi bir şey değil.”
“Yaren’i koru,” dediğim anda irkildi. “Sezgi, sen güçlüsün.”
“Ma…”
“Sıradan değilsin. Bunu hatırla ve onu koru. Şimdilik bilmese daha iyi. Ama koru. Ne zaman döneriz ya da ne olur bilmiyorum.” İçimdeki o his büyüdüğünde Sezgi bana anlayışla bakıyordu.
Odadan çıkıp üç kolu olan bir boynuzu anımsatan şamdandaki beyaz, uzun mumların aydınlattığı uzun holün ortasında durdum. Yaren’i İbrahim’in kolları arasında görmek kaşlarımı kaldırmama neden oldu ama Efken ortada yoktu. Yine de içimden bir ses, Efken’in şu an burada olmamasının nedeninin Yaren’e iyi gelecek olan şeye sığınması için zaman vermesinden kaynaklı olduğunu söyledi. İbrahim bir süre Yaren’in karanlık saçlarını okşadıktan sonra geri çekildi ve bir şeyler söyledi ama kulak vermedim. Crystal antrenin sonunda, sokak kapısının önünde durmuş, kollarını göğsünün üzerine toplamıştı. Siyah, dizlerine dek uzanan parlak çizmelerinin altında siyah bir tayt, üzerinde siyah deri ceketi ve ceketin içinde de siyah boğazlı kazağı vardı. Alev sarısı saçları turuncu görünüyordu, yüzünün iki yanından büyük bukleler hâlinde göğüslerine dek akıyordu.
Üzerimi değişmem çok zamanımı almadı. Siyah saçlarımı özgür bıraktım, belimi açıkta bırakan boğazlı badinin üzerine içi pamuklu deri bir ceket giydim ve böylelikle açık kalan belimi de örttüm. Ceketin fermuarını boğazıma kadar çektim, bacaklarımı saran taytın altında kulakları gevşek bir şekilde aşağıya doğru sarkan postallarım vardı. Küçük bir çantada birkaç parça daha kıyafet vardı ve kıyafetlerin olduğu deri çanta Efken’in cipinin arka koltuğundaydı.
Yaren’in durgun bakışları biz evden çıkarken de üzerimizdeydi. Ceyhun kulağını ovalarken tedirgin bakıyordu; sanki inanmak istemese de bir şey zihninin çekmecelerini karıştırıp düşünceleri gelişigüzel etrafa fırlatıyordu. Yaren, Ceyhun’un arkasında bize son kez baktığında, siyah gözlerinde farklı bir şey gördüm. Durgun bir yüzle evden çıkışımızı izledi.
Sanki o durgun bakışların altında, İstanbul gibi bir yer varsa, çok daha farklı şeylerin de olabileceğine dair koyu renk bir inanç saklanıyordu.
Efken demir verandadaydı, çoktan erimiş kar kırıklarından kalan tek şey zeminde süzülen soğuk suydu. Efken’in de üzerinde deri bir ceket olduğunu gördüm, önü açıktı, içine beyaz, yuvarlak yaka bir tişört giymişti, altında açık renk bir kot pantolon vardı ve postallarının bağcıklarını da sıkıca bağlamıştı. Saçlarını geriye yatırırken Yaren’e bakmamaya dikkat ederek, “Semih konusunu aklından çıkarma,” dedi Ceyhun’a, Ceyhun onu kara zorla da olsa duymuş gibi başını salladı. Semih ile ilgili konu kısa bir anlığına zihnimde tekrar sahne aldı ama üzerinde durmadan metal merdivenlere doğru yöneldim.
Sokak karanlıktan ibaretti. Dolunayın gümüş ışığı şehri aydınlıkla çevrelemeye yetmiyordu. Efken yanımdan geçerek arabasına doğru ilerlemeye başladığında Crystal’in dikkatli gözlerinin profilimdeki baskısını hissedebiliyordum. Kar ince ince atıştırmaya başlamıştı, yerdeki buz kalıntılarına bastıkça çıkan sesler şehre çöken sessizliği bölüyordu. Efken büyük elini cipinin üzerine atıp aracın üzerinde birikmeye başlayan kar tabakasını temizledi.
Efken aracın ön yolcu koltuğunun kapısını açtığında gözleri bana dokundu ama ben ona bakmadan doğrudan arka koltuğun kapısını açtım ve cipe bindim. Crystal de arkamdan bindiğinde ön yolcu koltuğunda yerini alan kişi İbrahim’di. Araç çalışana ve karanlığı far ışıkları yararak ilerlemeye başlayana kadar çıt çıkmadı. Efken’in dikiz aynasına yansıyan ifadesi hiç hoş değildi.
İbrahim sululuk yapmayı bir köşeye bırakıp büyük, dürülerek ortasından bir kurdele ile bağlanmış haritayı çıkarıp dizine vurduktan sonra, “Deprem epey şiddetliydi,” dedi, Crystal’in gözlerinin tekrar bana çevrildiğini hissetsem de ben bakışlarımı camdan dışarıya çevirip gecenin karanlığını izlemeye başlamıştım bile.
“Depremden önce dikkatini çeken bir şey oldu mu peki?” diye bir soru yönelterek yeniden konuştu İbrahim. Efken hareketsiz bir suratla arabayı sürmeye devam ediyordu. “Gökyüzünde bir sürü havai fişek patladı sanki. Penceremden içeri kızıl ışıklar girdi.”
“Depremden dolayıdır,” dedi Efken sadece. “Çeneni kapat ve yakadan ayrıldığımızda yolu tarif etmeye başla.”
“Darling, deprem sende sinir ve baskı yapmış. Boşalması gereken bir el freni gibisin, seni çekip boşaltmak gerekiyor.” İbrahim bir an durdu. “İnanın o anlamda yapılmış bir espri değildi hanımefendiler ama şu an o anlama çıktığı için de gülesim gelmedi desem yalan olurdu.”
“Biraz daha konuşacak olursan arabayı kenara çekerim, arabadan inerim, kapını açarım, seni de dışarı çıkarırım, yere yatırırım…”
“Sonra da yasak meyveyi yeriz galiba…”
“Hayır, yattığın yerde bırakır, arabaya binip üzerinden geçerim. On kez üst üste. Yerde fotoğrafın çıkana kadar.”
“İnanır mısın bu olmadan bile kemiklerime bir ağrı girdi.”
Yakanın çıkışına ulaştığımızda gün beyaza dönmeye başlamıştı, kar artık şiddetle yağıyor, uçurum kenarındaki yolda ilerlerken radyoda çalan müziği dinliyordum. Bakışlarım gitgide derinleşen uçurumların başından eteklerine kadar uzanan karla örtülü bitkilerde, ağaçlarda dolaşıyordu. Crystal’in gözleri ise sanki onun yanında oturuyor olmama rağmen uzağındaymışım gibi tedirgince benim üzerime konup duruyordu. İbrahim’in birçok şeyi bildiğini göz önünde bulunduracak olursak, belki de Crystal ile ilgili gerçeği de biliyordu. Benim bildiğim ya da bilmediğim başka neleri bildiğini merak ediyordum.
Birkaç saat daha sessizlikle devam eden yolculuğun bir kısmında Crystal, “Deniz yolunu seçseydik çok daha kolay bir şekilde karşı yakaya geçerdik,” diye söylendi, Efken buna cevap vermedi ve İbrahim de gürültülü bir şekilde horlayarak uyuduğu için bunu duymadı.
Birkaç saat sonrasındaysa bir benzin istasyonunun gişesindeydik, soğuk bedenimi etkisi altına almasa da çenem titriyordu. Kollarımı bedenime sararak Efken’in elindeki pompayla arabaya benzin dolduruşunu saçakların altında durup izlemeye başladım. İbrahim sigara içiyor, Crystal benzin istasyonundaki marketten aldığı pet şişedeki suyu içiyordu. Efken’in de dudaklarının arasında bir sigara vardı, benzini doldururken çatık kaşlarla sigaradan yükselen dumanlar yüzünden gözlerini kısıyordu. Uzayan kül yere dökülünce, zamanda bir adım daha ilerlediğimizi hissettim ve bakışlarım karşıdaki karlı dağa kaydı. Eteklerindeki toprak kızıldı, yarık kaya parçalarının içi kanla doldurulmuş gibi duruyordu.
İbrahim, “Geceleri bu istasyona çakallar, kurtlar falan iniyormuş,” dedi baktığım yere doğru bakarken.
Kurt demesi bana İstanbul’da geçirdiğim o şafak vaktini hatırlattı, mutfağın balkonunda gördüğüm ve kurda benzettiğim o yansıma zihnime kendini yeniden var ediyormuş gibi çizdiğinde, gözlerimi kısarak dağın eteklerinden tepesine doğru baktım. Crystal bu konu ile ilgili yorum yapmadı, suyu bana doğru uzattı ama istemedim ve o da şişenin kapağını sıkıca kapattı.
“İstanbul’la ilgili soracakların olur diye düşünmüştüm,” dedim sonunda düşünceli bir sesle.
Efken sanki beni duyuyormuş gibi omzunun üzerinden bana doğru baktı, mavi gözleri koyu gri havaya rağmen gök gibi parlıyordu. İbrahim’in sessizliği kısa sürdü, omzunu silktiğini hissettim.
“Özlediğin bir şeyi devamlı anarsan ondan asla kurtulamazsın,” dedi. “Benim için İstanbul artık içinde benim olmadığım eski bir anı.”
“Burada da basketbol oynuyorsun demek.”
“Evet, küçüklere koçluk yapıyorum.”
Bir şeyler daha söyleyecektim ki Efken, İbrahim ile konuşmamdan rahatsız olmuş gibi, “Faydasız,” diye seslendi İbrahim’e. “Şu haritayı bir aç. Hangi yöne gideceğiz?”
İbrahim sigarayı yere fırlattı, izmarit su birikintisinin içine düşüp cızırtılı bir ses çıkararak söndü ve ölü bir beden gibi yüzmeye başladı. Dalgın gözlerle izmaritin cesedinin usulca yüzdüğü anları izlediğim esnada İbrahim arabanın içindeki haritayı çıkarıp açtı, 1/1000 ölçekli haritayı Efken’in cipinin ön kaputunun üzerine serdi. Kollarımı bedenime sıkıca sararak Efken’in arkasından sokuldum ve gözlerim düzgün bir şekilde çizilmiş olan haritaya kaydı. Efken’in göz ucuyla bana baktığını hissetmiştim ama dalgın bakışlarımı haritadan kaldırıp Efken’e dokundurmadım.
İbrahim parmağını düzgün bir şekilde resmettiği tepelerden birinin üzerine bastırdı. “Kan ve Şarap tepeleri,” diye açıkladı, karmaşık ama hoş görünen bir el yazısıyla tepenin altına da yazılmış olan bu isim bana bir şeyler çağrıştırsa da sessizce İbrahim’i dinledim. “Bu tepelerin aralarına yerleştirilmiş yolları kullanırsak kestirmeden gitmiş olacağız.”
Efken’in omzu omzuma sürtünce ürperdim, onun da ürperdiğini hissettim, büyük elini haritanın üzerine koyup gümüş yüzüklerin parladığı esmer parmaklarını haritadaki çizimlerden birine bastırdı. “Tapınaklar,” dedi.
“Evet, ibadetler ve ritüeller için kullanılan sıradan tapınaklar,” diye açıkladı İbrahim. “Bu Hristiyan bebeklerin vaftiz törenini gerçekleştirdikleri Gümüş Kristal Kilisesi, isminin bu olmasının sebebi bu bölgede yarı insan kurtların ve yarı insan kar leoparlarının olmasındanmış. Gümüşler ve gerçek kristallerin bu canavarları öldürebildiğine inanıyorlar.”
Efken bir an için ölümcül ve alaycı bir sırıtışla İbrahim’in parmağının altında duran kiliseye baktı. Sonra kaşlarını çatıp neden bunu yaptığını sorgular gibi homurdanarak parmağını İbrahim’in parmağının yanından geçirip bir diğer tapınağı işaret etti. “Bu?”
“O bir cadı tapınağıymış, White Witch Tapınağı.” Altında yazan yabancı dil ismi gösterdi. “Beyaz Cadı Tapınağı da deniyor. Kızıl Yaka daha gelişmiş gibi görünse de günümüzde de cadılara inanılıyor sanırım. Gerçi insanlar bunun hurafe olduğunu söylüyormuş. Geçmişten günümüze mimari bir yapı olarak kendini koruduğu için günümüzde de insanlar onu korumaya devam ediyor.”
“Bizim tapınaklar da şu sanırım,” dedim ve parmağımı Efken’in parmağının üzerine bilinçsizce sürtüp yavaşça yukarıya doğru tırmandırdım. “Çöküntü,” diye fısıldadım.
“Evet, tapınaklar bu çöküntünün altında kalmış. Yeni bir şehir gibi düşün. Şehrin içinde bir antik şehir,” dedi İbrahim.
Crystal yavaşça eğilip haritaya baktı. “Doğru konumlandırılmış.”
“Teşekkür ederim şekerim,” dedi İbrahim böbürlenerek.
Tek kaşımı havaya kaldırarak, “Sen bu kadar iyi çizim yapmayı nereden biliyorsun?” diye sordum. “Doğal bir yetenek için bile fazla. Lejantını bile oluşturmuşsun.”
“Şehir plancısıydım,” dedi haritaya bakıp çenesini kaşırken. “Üniversitede eğitimimi bu alanda aldım. Şehir bölge planlama.”
“Bizden çok sizin lejantlarınız böyle ayrıntılı olur,” dediğimde, “Sen mimarlık falan mı okuyordun?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Evet.”
Bir süre bu konuyla ilgili sohbet ettik. İbrahim ile ilgili ikinci fark ettiğim şey, sulu ve şakacı kimliğini saymazsak, gerçekten keyifli bir muhabbeti olmasıydı. Göründüğünün aksine bilgiliydi, bölümlerimizle ilgili sohbetimiz bittiğinde yeniden yollara düşmüştük. Yine aracın ön koltuğunu tercih etmemiştim, bitkindim ve arka koltuktayken Efken ile daha az göz kontağı kuruyorduk; onunla daha az bakışırken düşünmek de daha kolaydı. Gece yaşananlarla ilgili sonuçlara ulaşmaya çalışıyordum. Eğer yalnız olsaydık olup biten hakkındaki soruları Crystal’e de yöneltebilirdim ama bana ne kadar doğru cevaplar verirdi orasını kestiremiyordum.
Güven duygum, ölüm için hazırlanan günleri sayılı yaşlı bir kadın gibiydi.
Düşman. Sezgi düşman diyerek neyi, kimi kastetmişti? Ben olabilir miydim? Yoksa gerçekten başka biri miydi? Hayatlarının ortasına bir anda şiddetle düşmüş bir yıldırım gibi ortalığı ateşe vermiştim ve tıpkı yıldırım çarpan insanlar gibi onların üzerine çarpıp onlarda iz bırakmaktan korkmaya başlamıştım.
Yakanın derinlerine girdikçe, renk değişmeye, altında ilerlediğimiz gökyüzüne kan sızmaya başladı. Bir süre sonra kömür gibi siyah olan güneş oradaydı, etrafında sarı-turuncu bir hale ateş gibi dalgalanarak parlıyordu ve güneş öyle karanlıktı ki, sanki geceye aitti. Kızıl gökyüzünün yakasına iliştirilmiş siyah elmastan bir bronşu anımsatıyordu. Kan donduran görüntüye duyduğum hayranlığı gizleyemedim. Arabanın camına sokulup göğün bağrında asılı duran kara güneşi izledim.
Olağanüstü manzarayı izlerken göz kapaklarım ağırlaşmaya başlamıştı. Tüm gece gözüme bir gram uyku girmediğinden artık bedenim de bilincim de bana savaş açmıştı. Ağırlaşan göz kapaklarımı güçlükle açık tutabiliyordum. Karanlığın usul usul çökmeye başladığını fark ettim ama güneş hiç kaybolmadı. Kara bir elmas gibi gökyüzünde durdu, etrafındaki sarı-turuncu alevler de hafifçe titreşmeye devam etti.
Aracın durduğunu gözlerimi yavaşça araladığımda ve uykunun tenime is lekesi gibi sindiğini fark ettiğimde anladım. Hangi ara içim geçmişti bilmiyordum ama şimdi karanlık bir orman ile uçurum arasındaki tenha yolda duran arabanın içinde yalnızdım. Denizin üzerinde karınca kadar küçük görünen gemiler ve tekneler epey uzakta olmalıydılar, ışıkları küçük sim parçaları gibi sonsuz görünen denizin üzerinde ışıldıyordu. Huzursuzlukla titrediğimde arabanın kapısı açıldı ve soğuk tenimi ısırdı. Gözlerimi ovuşturarak karanlıkta gri bir silüet gibi görünen bedene baktım. Cüsseli bedeninden onun Efken olduğunu hemen anlamıştım.
Crystal ile İbrahim’in sesleri geliyordu ama onları göremedim. Neden burada olduğumuzu sorgular gibi kaşlarımı çattığımda Efken arka koltuğa, yanıma oturdu ve “Arabayı başımıza yıkmandan korktum ve kenara çektim, biraz uyu,” dedi, anlamadığımı belli edercesine homurdandığımda da “Küçük bir ayı yavrusu gibi horluyorsun,” diye alay etti.
“Horlamadım.”
“Öyle diyorsan…” Alayı hissettim ama kaşlarımı çatmak dışında bir şey yapmadım. Karanlık aracın içinde bana biraz daha sokulup, “Çok yorgundun,” dedi, “toprak yolda cip bile sarsılır, sarsıntıda uyumak zor olurdu. Biraz dinlen.”
Yanaklarımın ısınmasına engel olamadım. Gerçekten düşünceli miydi yoksa sandığım her şeyin bir fazlası, hatta çok daha fazlası mıydı bilemiyordum. Yine de kendimi daha iyi hissetmedim desem yalan olurdu. Deri ceketini üzerime örttüğünde ona şaşkınlıkla baktım. Beyaz tişörtünün içinde hiç de üşüyor gibi görünmüyordu.
Ceketi üzerime bir battaniye gibi çekerken, “Başına bela oluyorum,” diye mırıldandım, sesimdeki yorgunluğu fark etmemesine imkân yoktu. Gözlerim tekrar ağırlaşmaya başlamıştı.
Beni yavaşça kollarının arasına çekerken, “Emin ol,” dedi sert, erkeksi bir sesle. “Hiçbir belayı bu kadar çok istememiştim.”
Cümlesi göğsümden girip sırtımdan çıkan, zamanın içinde benim kanımı taşıyarak hızla ilerlemeye devam eden bir ok gibiydi. Duygularımın mırıltıları, düşüncelerimin çığlıklarını bile bastırabilecek güçteydi. Hiç hareket etmeden kollarının arasındayken derin bir nefes aldım.
“Uyu fıstık,” diye mırıldandı rüyalarımı çağıran güven verici bir sesle. “Alacaşafakta orada olacağız.”
❄️
Crystal’in şişenin içinden avucuma döktüğü suyu yüzüme çarpıp su yüzümden gözyaşları gibi akarken, bizi bekleyen labirent görünümündeki moloz yığınına baktım. İbrahim haritayı havaya doğru germiş inceliyor, Efken yüksek bir kayalığın üzerine çıkmış etrafı kolaçan ediyordu.
“Bu taraftan,” dedi İbrahim, yaklaşık yarım saattir durmaksızın yürüyorduk, arabayı antik kentin, yani çöküntünün başladığı kısımdan içeri sokabilmemiz mümkün olmadığından dışarıda bırakmıştık. Üzerinden kıyamet geçip gitmiş gibi görünen yıkıntıların içinde yavaşça ilerlemeye başladım. Labirent benzeri zikzaklar çizen yüksek molozların arasında yürüdüğümüz sırada Efken, “Deprem burayı bambaşka bir yere dönüştürmüş,” dedi düşünceli bir sesle. “Ebesini sikmiş resmen.”
“Deprem ne zaman oldu ki?” diye sordum gökyüzüne doğru bakarak. Kömür gibi güneş uzaklarda bir yerde yanıyordu, kızıl yıldız parıltılarının ışıldadığı gökyüzü artık simsiyah sayılmazdı. Şafak her an bir yaradan akan kan gibi gökyüzünün yarasından taşmaya başlayabilirdi.
“Birkaç yıl evveldi sanırım,” dedi Efken, sesi yine mesafeliydi, yine bir duvarın arkasına geçip bizi o duvardaki küçük bir delikten izlemeye başlamıştı. Crystal ile İbrahim birkaç adım önden gidiyorlardı, Crystal telefonunun feneriyle önümüzü aydınlatırken İbrahim haritayı incelemeye devam etti. Efken ile beraber onların arkasında kaldığımızda tedirginliğim kaybolsun diye ona biraz daha yakın durup o şekilde yürümeye başladım. Bunu fark etmiş gibi burnundan sert bir nefes vererek gülüp bana doğru baktı.
“Korkmuş gibisin, hayrola?”
“Korktuğumdan değil,” diye homurdandım.
“Neyden o zaman? Biraz daha sokulursan kucağıma çıkacaksın…”
“İşine gelmez miydi?” diye sormamla, sorduğum sorudan dolayı pişmanlığı damarlarımda hissetmem bir oldu. Bana baktığını hissetsem de ona bakmadım.
“İnanılmaz işime gelirdi. Senin de gelirdi bence. Kucağımda olup senin için kabaran, zonklayan tüm damarlarımı, gerginleşen derimi, tamamını, benden her parçayı en net hâliyle hissederdin.” Karanlık sesi sadece benim duyabileceğim bir sinsilikle kanıma dolduğunda yutkunup adımlarımı hızlandırmaya çalıştım ama beni birden bileğimden yakalayınca saçlarım yüzüme çarptı ve saçlarımın arasından ona baktım. “O zehirli kızıl gözlerin yine dolunaya kan çökmüş gibi bakıyor, ne o, sen de beni mi parçalamak istiyorsun yoksa?”
“Sen beni parçalamak istiyorsun yani?” diye sordum bileğimi avucunun içinden kurtarmak için sertçe geri çekerken.
“Cevabım evetse ne yaparsın, zehirli dişlerini derime batırıp kanıma kendini mi akıtırsın?” Hain bir sırıtışla bana bakınca kalbim öyle bir dehşetle çarptı ki bedenimdeki kasılmayı hissetmesinden korkarak hızla ondan uzaklaşıp önüne geçtim ve onu arkamda bırakarak yürümeye başladım.
“Ben de senin için akıtmak isterdim,” diye fısıldadı karanlık bir sesle. “Zehrimi.”
Onu duymamak için sağır olmayı diledim. Ona göre kurması basit cümleler, benim bedenimde burayı harabeye çeviren o depremden bile daha şiddetli bir sarsıntıya neden oluyordu. Ona karşı duyduğum hislerin birbiri üzerine binerek ruhumu içimdeki doluluktan dolayı sıkıştırdığını, köşeye yasladığı ruhumu deştiğini hissediyordum.
Birden belimden yakalayınca panikle İbrahim ve Crystal’e baktım, bir şeyler konuşarak ilerlemeye devam ediyorlardı. Kalbim göğsümü delip çıkacak gibi hissettiğim sırada beni kendine doğru çevirdi ve soğuğun yerleştiği koyu saçlarım yüzüne çarpıp göğsüne doğru döküldü. Gözlerimiz buluştuğunda, işte orada, o uçurum mavisi gözlerinde yine yıldırımları anımsatan ışıklar parlıyordu. Dudaklarım aralandı ama bir şey söylemek için değil, şaşkınlığın resmini çehreme çizebilmek için.
“Sezgi’yle ilgili benim bildiğimden fazlasını biliyorsun,” dedi, yakıcı sesi hücrelerimi alevler içinde bırakırken gözlerimi kırpmadan parıltılı gözlerine bakmayı sürdürdüm. “Yanlış mıyım?”
“Yanlışsın desem inanacak mısın?”
Bir süre bana baktı, tam aksini iddia edeceğini düşünecektim ki, “Canım isterse,” diyerek sert bir duvara toslamama neden oldu. Bir iyiydi bir kötü, bir karanlıktı bir aydınlık, bir cennetti bir cehennem, belki de aynı anda hem hiçbiri hem de hepsiydi; yani araftı.
“Ben de tüm sorularına canım isterse cevap vereceğim Karaduman.”
“Dene de nasıl bir yanlış yaptığını göstereyim sana.”
“Başladın yine balon tehditler uçurmaya.”
“Bu kadar rahat olmanın esas nedeni sana karşı kimseye olmadığım gibi olmamdan,” dedi karanlık bir sesle. “Senin dışındaki herkes karşımda titrerken sen bana meydan okuyorsan, bunun da sorumlusu benim.”
Ona aldırış etmeden labirente doğru yürüdüm ama söylediklerinde haklılık payı olduğunu biliyordum. Buraya, bu bir zamanlarki yaşantımda olağan gelmeyen her şeyin birdenbire doğal gelmeye başladığı şehre geldiğim ilk zamanlar ondan tanrıdan korkar gibi korkmama rağmen, tıpkı tanrıdan korkmasına rağmen ona savaş açan şeytan gibi ben de ona meydan okuyordum.
Ne kadar süre labirentin içinde ilerledik bilmiyorum, sadece rüzgârın uğultulu sesini duydum ve rüzgâr bazı anlamları içinde taşırken saçlarıma takılıyormuş gibi bana dokunup eserek ilerlemeye devam etti. Şafak kurumuş kan rengiyle gökyüzünü boyamaya başladığında, İbrahim haritayı dürdü, ip ile bağladı ve ileride yükselen sisin içinde bir hayalet gibi görünen yapıyı işaret etti.
“İşte,” dediğinde sesi heyecan yüklüydü. “Ay Tapınakları.”
Hayallerden, belki de en süslü masallardan çıkıp gelen o yapı, sislerin ardında yavaş yavaş belirdi. Önce kalın, uzun ve yuvarlak kolonları gördüm. Sarı tonlarında kumtaşı bloklardan oluşuyordu. Kolonların arkasında kalan kısım geniş bir alan olarak devam ediyordu. Çöküntü gibi duran tapınağın taş blokları parçalanarak dökülmüştü. Sis usulca dağıldı ve sonunda tapınak tamamen gözler önüne serildi.
Efken’in nefesi enseme akarken, “Hatırladığımdan çok da farklı değil,” diye mırıldandığını duydum.
İbrahim, “Son gördüğümde de böyleydi, depremden sonra daha da beter hâle gelir diye düşünmüştüm ama kendini korumuş,” dediğinde, Crystal kalın kolonlara doğru ilerlemeye başlamıştı bile. İbrahim de peşine takıldı. İki kalın kolondan bir tanesinin ortasında yarık vardı, bir kısmı kırılmıştı, o yüzden oyumlu duruyordu. Bu iki kolonun arasından geçildiği an geniş alana çıkılıyordu.
Efken ile yan yana kolonların arasından geçtik ve pürüzsüz, çöl kumunu anımsatan kadife kumun üzerinde yürürken omzumun üzerinden etraftaki parçalanmış bloklara göz gezdirdim. Sanki yüzlerce yıllık bir ruh bu taşların arasında süzülerek dolaşıyor, bizi karşılarken eskimiş kalbindeki anılar gün yüzüne çıkıyordu.
Vahşi bir tanıdıklık hissinin tüm bedenimi ele geçirdiğini hissettim.
Taştan bir kapıdan içeri girdik, bizi karanlık bir koridor, âdeta mistik bir geçit karşıladı. İçerideki ağır toz kokusu ciğerlerimi yakarken yüzlerce yılı kapsayan anılar da duvarlardan kafalarını uzatarak içime dolmayı bekledi.
Geçidin ucunda bir ışık gördüğümde Efken’e sokuldum, Crystal’in topuklu çizmelerinin yere emanet ettiği sesler ve devamlı olarak bir su birikintisinin içine damlayan suyun sesi birbirine karışıyordu. Efken beni kolunun altına çekince güvende hissettim, bundan nefret etsem bile ona sığındım ve bu hissin daha fazlasına açlık çektiğimi fark ettim.
“O ışık da nereden geliyor?” diye sordum kısık sesle.
“Bilmiyorum,” dedi Efken, İbrahim korkmuş gibi etrafına baktıktan sonra ışığa doğru yürümeye başladı. Muhtemelen arkasını dönüp kaçmayı da düşünmüştü ama Crystal’in ona sapladığı tehditkâr bakışlar buna engel olmuştu.
Işığın geldiği yere girmek için oval kesim taş bir kapının altından geçtik, kapının kapağı hemen yan tarafta ortadan ikiye yarılmıştı ve taştandı, kullanılmadığı belli oluyordu. Üzerinde örümcek ağları vardı. Efken avucunu omzuma bastırıp vücut ısısını bana net bir biçimde hissettirdi. Kapıdan geçip içeri girdiğimiz anda bizi karşılayan geniş bir avlu oldu. Pürüzsüz toprak bir zemin yerde boylu boyunca uzanıyordu. Başımı kaldırdığım an, tapınağın ikinci bir katının olduğunu gördüm. Sınırlarının taştan bir korkulukla çevrelendiği balkonunun korkuluklarında kabartma motifler vardı.
“Bu tapınak korunmaya devam ediyor,” dedi Crystal, “bakın, meşaledeki alev ne kadar taze.”
Meşale, balkonun altındaki büyük, geriye doğru eğimli duran kavlamış kerpiç duvara monte edilmiş bir demirin içinde duruyor, alev hafifçe esen rüzgâra rağmen hareketsiz görünüyordu.
Benim kalbime ait bir atış sesi duydum ama göğsümden gelmiyordu. Sanki benden bir tane daha vardı, bu tapınağın kabartmalı duvarlarına uzun, içine kan oturmuş tırnaklarını sürterek ilerliyor, onu bulmamı bekliyordu. Geçmiş de buradaydı, gelecek de. Yürümeye başladığımı Efken’in, “Nereye?” diye sormasıyla fark ettim ama ona cevap veremedim. Sadece yürüdüm. Avlunun tavanı gökyüzündendi, güneş sanki tam tepemizde duran kara bir elmastı. Efken hırıltılı bir nefes alarak, “Beni bekle,” dese de duramadım, bu kez gerçekten durmak istediğimde bile sadece yürüyordum.
Crystal, “Onu rahat bırak,” dediğinde, Efken birden Crystal’e doğru döndü, ölümcül mavi gözlerin kıza saplandığını hissettim. Onlara bakmasam da sanki bedenimin dışında duruyordum ve hem onlardan uzaklaşan bedenimi hem de onları izliyordum. Ağır adımlar beni tapınağın diğer girişine kadar taşıdı. Kısa, yarısı kırık olan taş kapının içinden eğilerek geçtim.
O an taytının ve deri ceketinin içindeki Mahinev değildim, o an ay mavisi bir elbisenin içinde usulca süzülürken dalgalı saçları tülün arkasındaki göğüslerinin uçlarını örten kutsal kadındım. Ayaklarımda botlar yoktu, ayaklarım çıplaktı, halhallarımın beyaz altın topları birbirine çarparak çıngırağı anımsatan sesler çıkarıyordu. Sessizlik vardı, bir de rüzgârın sessizliğin içinde çaldığı o kısık, bir yılanın tıslamasını anımsatan ıslık…
Tavanı alçak bir geçitten geçip süzülerek duvarlarına gümüş yaldızlar takılmış gibi parlayan mağara gibi açılmış oyuğa doğru ilerledim. Bir an ellerim eteklerimi aradı, yerde sürüklenen tok kumaşı avucumun içine almak istedim ama o kumaş yoktu. Soğuk taytımın kumaşına avucumu silerken arkamdan gelen gölgenin farkındaydım.
Bu gölge Efken Karaduman’a aitti.
Alnımın yeniden yanmaya başladığını hissettiğimde artık hareketlerime engel olamıyordum, bedenimin dışında durmuş benden bağımsız akıp giden tepkilerimi izliyordum. Görüntü birkaç defa kaydı; bir modern görüntüsü içinde ilerleyen o kız oldum, bir kutsal mavi elbisesinin içinde ilerleyen o kadın… Birbirine girip bozulan o görüntü sonunda yaldızlı gibi parlayan bozuk duvarın önünde durduğumda normale döndü ama ben bedenimin iplerini elime alamadım. Elimi uzatıp duvara doğru yaklaştırırken, hiyeroglif bir dilin kullanıldığını fark etmem çok uzun sürmemişti. Bir an gözlerim elime kaydı, uzun parmaklarıma sarmaşıklar gibi çizilmiş dövmeleri gördüm, her biri duvardaki dilde kullanılan sembollere benziyordu.
İşaret, orta ve yüzük parmaklarımın tırnak bitimindeki ters duran siyah hilâllere bakarken kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Geçmiş parmaklarıma bulaştığı an, o dövmeler yeniden açığa çıkarak bana kim olduğumu anlatmak ister gibi kendilerini gözüme sokmuşlardı. Tırnaklarımın iç diplerinde hilâl şeklinde kan lekelerinin olduğunu fark ettim, daha sonra o mistik görüntüden ayrılan gözlerim duvarın bütününü kavradı ve ruhumdan bir domino taşı çekildi; şimdi ruhum geriye, geçmişe doğru hızla yıkılıyordu.
Diğer elimi de kaldırıp duvardaki dili iri gözlerle izlerken bilinçsizce avuç içlerimi duvarda dolaştırmaya başladım. Avuçlarıma kına gibi bulaşan kiremit rengi tozu hissediyordum ama aldırış etmiyordum, altın gibi görünen ama kızıl renk bulaştıran duvardaki sembollere çıldırmış gibi dokunuyordum
“ES atnācu,” dedim bilinçsizce. Ben geldim.
Ve yeniden bağırdım.
“ES atnācu!” Ben geldim!
Duvara delirmiş gibi sarılmak ister gibi dokunurken Efken’in bana doğru atılacağını hissettim ama Crystal sırtımın önünde bir duvar gibi durup, “Sakın engel olma!” diye hırladı.
“Kur tu esi?” diye sordum çaresizce. Neredesin? Elbisem ayaklarıma değiyormuş gibi hissediyordum; hatta belki de artık ne modern kıyafetlerim ne de elbisem vardı, ilk defa böylesine çıplaktım. “Kur tu esi?” Neredesin?
“Medusa,” diye fısıldadı Efken, istese Crystal’i püskürtüp beni omuzlarımdan sarsarak kendine doğru çevirebilirdi ama yapmadı. İbrahim’in ve Crystal’in sessizliğini dinlerken sadece sembollere bakıyordum. Dil, sanki bana aitmiş, benim buraya bıraktığım bir izmiş, belki de içimde kalmış bir izmiş gibi bana kendini fısıldadı.
Sembollerden birine dokunup, “Buz,” diye fısıldadım, parmağım dehşetle diğer sembole gitti, sembole uzun uzun bakıp, “Mar,” diye mırıldandım. Crystal etten bir duvar gibi beni hem Efken’den hem de tüm dış etkenlerden korumaya çalışıyordu. “Kalp. Kalbim.”
Birden durup bir adım geri çekildim ve kafamı kaldırdım.
Bütüne baktım.
“Kalbim donsa da ruhum seni hiç unutmayacak,” diye fısıldadım. Semboller, sanki doğru okuyormuşum gibi zihnimde uğuldadı ve devam etmemi ister gibi bütüne bakmam için beni zorladı.
“Valdnieks,” diye fısıldadım. Hükümdar.
“Vilkacis,” dediğimde Efken’in garip bir hırıltı çıkardığını duydum ve bağlantı yavaşça kopmaya başladı. Kurt adam.
“Vilku Valdnieks.” Kurt Hükümdarı.
Efken’in boğazından kopan hırıltıyla birden ona doğru döndüm. İbrahim yerde yatıyordu, o an onun baygın olduğunu anladığım andı ama bir anlam yükleyemedim. Crystal tam önümde durmuş, bacaklarını saldırıya hazır bir pozisyonda ayırmış ve bedenini aşağıya doğru çekerek zıplamaya hazır hâle getirmişti. Efken’e düşmanca bakıyordu ama Efken sadece derin nefesler alarak bana bakıyor, göğsü körük gibi inip kalkarken gözleri bu kez mavi değil, yıldırım beyazı bir ışıkla hafifçe parıldıyordu.
“Efken,” diye fısıldadım ikilemde kalmış gibi.
“Karaduman,” dedi Crystal sert bir sesle. “Boynunu koparmamı istemiyorsan, gözündeki floresanı kapat.”
“Deniyorum,” dedi Efken dişlerinin arasından.
“Deneme, yap şunu. Kızdan uzak dur.” Crystal birden bana doğru dönünce olduğum yerde irkilerek sırtımı duvara yasladım ve kabartmalar sırtımı okşadı. Crystal’in alev gibi yanan gözlerinin ortasındaki elips incecik olmuştu. “Bir şeyler hatırladığını söyle. Yoksa ikisinin dost mu düşman mı olduğunu asla anlayamayacağım ve biraz daha devam ederse birini parçalamak zorunda kalacağım.”
“Saçmalama,” dedim dehşet içinde.
“Gözlerini gördün mü sen onun?” diye hırladı Crystal, ardından tıslar gibi bir ses çıkararak Efken’e döndü. “Normal olmadığını kendisi de kabul ediyordur.”
“Onların zaten kim olduğunu bilmiyor musun?” diye sordum sakince, oysa kalbim korkuyla patlayacak gibi çarpıyordu.
“Biliyorum,” dedi Crystal, hâlâ saldırı pozisyonundaydı. “Ama senden duymadığım her bilgi asılsız ve çöptür.” Omuzları düştü. “O yüzden lütfen Mahinev, beni hatırla, bizi hatırla, kim olduğunu, neden burada olduğumuzu hatırla. Bu iki adamı hatırla.” İbrahim’e baktı. “Gözlerimi görünce bayılacak kadar ödlek olsa da o da normal değil.”
Efken bir an için kafasını geriye doğru atınca Crystal de ben de irkilerek ona doğru döndük. Kafasını öyle hızlı bir şekilde geriye ve yukarıya doğru salladı ki yüzü bile buğulu gibi görünmüştü. Sonunda, “Crystal,” dedi boğuk bir sesle. Tavana bakıyordu. Sadece tavana ve boynundaki tüm damarlar patlayacak gibi dışarı bükülmüştü. Birden başını sağa sola doğru eğerek boynunu kıtlatıp, gümüş gibi parlayan mavi gözlerini Crystal’e dikti. “Bir kez daha ona yaklaşmama engel olursan, çıngıraklı kuyruğunla yahni yapar, zehirli suyu sana içiririm.”
Crystal’in onca zaman sonra ilk kez bir adım geri attığını gördüm, sertçe yutkunduğunu duydum.
“İbrahim,” dedi Efken ağır, mekanik bir sesle. “Uyan.”
İbrahim’in yerde kıpırdayan parmağını gördüm, ardından bedeni yavaşça kıvrıldı ve kafasını kaldırıp gözlerini ağır ağır açtı. Dudaklarına ölümcül bir gülümseme yayıldığında, o sinsi tebessüm kanımın kar kristalleriyle dolmasına neden oldu. Boğazından gelen o kıkırtı, bir sırtlanın avının etrafında attığı ölümcül alayla kaplı kahkahayı anımsatarak tüm tapınağa yayıldı. Her yere yankısı değdi, her yere ölüm bulaştı.
Efken birden başını önüne eğdi. Sanki tüm bağlantısını kesti ve birkaç saniye sonra kafasını kaldırdığında hâlâ sert baksa da alaycı ve ölümcül gözler artık orada değildi.
İbrahim’in bilincinin yeniden kaydığını ve ondan koparak karanlığa battığını gördüm. Yeniden baygındı ama artık olan her şey hafızamdaydı.
Artık her şey olabilirdi. İnanç tüm zerreme yayıldı ve bana esas kimliğimle, esas dünyayla, esas olan her şeyle karşılaşma fırsatı tanıdı.
Crystal, “Buradan çıkalım mı?” diye sordu bana doğru dönerek, gözlerinde gördüklerime tutunarak başımı salladım. İbrahim kendine gelirken geçitlerden birinde ilerliyorduk, az önce olanlar zihnimde bir çarmıh varmış da görüntüler o çarmıha gerilmiş gibi kafamın içinde dönüp duruyordu. Avuçlarımı kaldırıp avuç içlerime gömülmüş kızıl tozlara baktım, Efken’in gözlerini üzerimde hissedebiliyordum ama ona bakamadım. Kalbim karman çormandı.
Kalbim donsa da ruhum seni hiç unutmayacak. Mar bedenim kurusa da bir faninin derisi senin aşkını taşıyan bana, yeniden kılıf olacak.
İşte yazan tam olarak buydu. Devamını o an getiremesem de kelimesi kelimesine buydu.
Ve artık tıpkı Efken gibi, İbrahim’in de normal olmadığını biliyordum.
Crystal ve benim gibi olmasalar da biliyordum ki onlar da bir şeydiler.
Babaannemin burada bulmamı istediği şeyin sadece sembollerin içine gizlenmiş kelimeler olduğunu sanmıyordum. Burada başka bir şey daha vardı. Bilmece gibi zihnime oturanlardan daha farklı bir şey. Efken ile İbrahim, biraz önce olanlardan bihaber gibiydiler, sadece İbrahim, Crystal’den on adım kadar uzaktan yürüyor, bazen irkilerek ona doğru bakıyordu.
Sonunda İbrahim, “Bayan,” dedi Crystal ile göz kontağı kurmamaya özen göstererek. “Umuyorum az önce kontakt lensiniz falan kaymıştır.”
Crystal cevap vermedi.
“Zaten şekerim düştüğü için bayıldım, gözünüzle alakalı bir durum mevzubahis değildi.”
“O sembolleri çözebildin,” dedi Efken sessizce yanımda yürürken. “Okuyabildin, değil mi?”
Crystal hâlâ temkinli gözlerle onu süzüyor, muhtemelen ne konuştuğumuzu da duyuyordu. Başımı salladığımda Efken’in bendeki bakışlarının daha da derinleştiğini hissettim. Sorular zihnini tırmalasa da bunu bana yansıtmadı.
“Döndüğümde Semih denen orospu çocuğuyla ilgilenmem gerekmeyecekmiş gibi bir de şimdi senin daha önce görmediğine emin olduğum ama çözdüğün o dille bağlantının ne olduğunu düşünüp duracağım,” dedi açıkça. “Kafamı sikmekten çok hoşlanıyor olmalısın ifrit.”
“Kafası sikilen tek kişi sen değilsin,” dediğimde, dudaklarımdan dökülen küfrü şaşkınlıkla karşıladı. “Beni buraya boşuna göndermedi, başka şeyler de olmalı.”
“Sembollerin ne anlama geldiğini anlıyorsun, bu boş değil,” dedi Efken mesafeli bir sesle. “Neleri çevirdiğini söylersen belki biz de sana yardımcı olabiliriz.”
Bilmece gibi iki cümle dışında elimde var olmuş bir şeyler yoktu. Letonca kelimeleri de hatırlayınca kaşlarım çatıldı ama dudaklarım aralanmadı. Efken’in ifadesi her ne kadar kabuk bağlayan bir yara gibi soğukluk ve öfke bağlasa da sanırım yaşadıklarımın ağırlığını göz önünde bulundurarak tek kelime etmemeyi seçti.
Yoğun bir kalp çarpıntısıyla sol tarafıma doğru baktığım an bir kilisenin çift kanatlı kapısını anımsatan o kapıyı gördüm, kapının üzerinde vitray cam vardı. Cam ve hakiki taşların birbirinden ayırt edilmeksizin bir bütün oluşturduğu cama baktım. Yakutlar ve elmaslar göze çarpıyordu ama gerçekler miydi bilmiyordum. Kurşunlarla birbirine tutturulmuş cam ve taşlara baktığımı fark eden ilk kişi Efken oldu çünkü camın üzerindeki ışıltılı taşlar yüzüne yansımıştı. Gözlerini kısarak cama baktı.
“Yine kendini tutamayıp gideceksen bu kez bensiz gitme,” dedi Efken kısık sesle, sesinde tehdit yoktu, sadece bana karşı hissettiği apaçık belli olan, derinden gelen bir endişe vardı.
“Kalbim oraya yalnız girmem gerektiğini söylüyor,” dememle kaşlarını öfkeyle çattı ve kaşının üzerindeki dikiş izinin bir çukur gibi derinleştiğini gördüm.
“Sana bensiz gitme diyorum.” Gözlerinde öfkeyle büyüyen alevlere içimi sarmış buzdan bir ifadesizlikle baktığımda dişlerini sıktı. Mavi gözleri ateş gibiydi. Sanki ona bakıyordum ve gözlerinde yanan ateş, benim göz bebeklerimin karanlığında yanmaya başlıyordu. “Laftan anlamayacaksın, değil mi? Her şeyi tek başına yapacaksın diye bir şey yok. Sok şunu kafana.”
“İstersem dünyayı bile tek başıma yakarım. Senden de izin almam.” Duraksadığını hissettim. “Beni ya dışarıda beklersin ya da gelip burnunu sokarsın. O güzel burnun bir kez daha bir şeyleri yarım bırakmama neden olursa onu tek yumrukta kırarım. Bu ihtimali de göz önünde bulundur Yıkım Getiren.”
“Sen beni tehdit mi ediyorsun?” diye sordu dişlerinin arasından. Crystal bizi izlese de sessizdi, tepki vermiyor, sadece sakin gözlerle bizi izliyordu. İbrahim ise elindeki haritayı sanki ağır bir şeymiş gibi tetikte bir şekilde tutarak Crystal’e bakıyordu. Sanki Crystal ona saldırırsa, Crystal’i haritayla püskürtebilmesi mümkünmüş gibi…
“Tehdidi senin gibiler uygular, ben yapmayacağım hiçbir şeyi yaparım diye boş vaatlerde bulunmam,” diye homurdandım.
“O dilini!..”
“Ee? Acı biber mi sürersin dilime?” diye sorarak üzerine doğru bir adım attım ve kafamı kaldırıp ona meydan okuyan gözlerle baktım. “Söyle, ne yaparsın dilime?”
“Beni zorlama.”
“Zorlarsam?” diye sordum üzerine doğru bir adım daha atarken. “Hadi, ne yaparsın? Küfür mü edersin? Yoksa her seferinde şaka olarak söylediğin o cümleyi gerçeğe dökersin ve bir çarparsın bir de duvardan mı yerim?”
“Fazla olmaya başladın.” Ölümcül mavi gözler gözlerime bir bıçak gibi girse de korku yoktu, içimde heyecan dışında başka hiçbir duygu kanamadı. “Anlıyorum gerginsin ama o zehirli dilini dışarı çıkarıp durursan işler değişecek.” Sakin bir suratla ifade ettiği her şeyi göz ardı ederek tam karşısında dimdik durdum.
“Söyle, zehirli dilime ne yaparsın?”
Bir fırtına gibi esti. Çenemi kavramasıyla havaya kaldırması, akabinde dudaklarının dudaklarıma büyük bir baskıyla çarpması bir oldu. Zemindeki kumla beraber havaya kalkan şaşkınlığı hissettim. Gözlerim açıktı, onun gözleri de… Beni birden sırtım vitray camlı kapıya gelecek şekilde çevirip, çenem hâlâ onun parmakları arasındayken kapıya yaslayarak sertçe öpmeye başladı. Öyle sert öpüyordu ki, kalp atışlarım tapınağı başımıza yıkacak büyüklükte bir depremin yerden gelen derin sarsıntısıymış gibi şiddetle çarpmaya başlamıştı.
İbrahim, “Ben de tam olarak bunu bekliyordum,” dedi hayretler içerisinde. “İnanır mısın saniye bile tutmuştum.”
Efken beni yalnız olmamamızı, bir tapınakta olmamızı ve birçok şeyi umursamadan şiddetle öpmeye devam ederken ne yapacağımı bilmez hâlde öylece durmuş yüzünü izliyordum. Kafamı cama yasladığında ve öpüşü içimi altüst edecek düzeyde derinleştiğinde ellerim saçlarına kaydı; saçlarını avuçlarken öpüşüne beceriksizce karşılık vermeye başladım. O beni öptükçe, hisler bir mürekkebin kâğıda siyah damarlar misali yayıldığı gibi içime yayılıyordu.
Mumun fitili kısaldı, ateş biraz daha yükseldi ve duvarlarda titreyen gölgeler devleşti. Bu tapınaktaydım, bu tapınağa ait bir kadındım, bu tapınağın zemininde çıplak ayaklarla yürürken elimde hep kutsal bir kitap olur, konuştuğum dil herkes tarafından biliniyor diye duvarlara kendi var ettiğim dile ait semboller kazırdım. Her bir sembol bir kelimeydi, hepsini gecelerimi günüme katarak, duvarların önünde saatlerce durup kimsenin anlayamayacağı şekle nasıl sokacağımı düşünerek geçirirdim. Hatırlıyordum. Paslı, kan kokan, ciğerime kum doluyormuş gibi hissettiren oldukça eski bir anıydı. Parçaları kayıptı ama önemli parçalardan biri işte tam şu an hafızamda duruyordu.
Onu seviyordum.
O zamanlar, anılarımda yanımda olan adamı seviyordum. Onun için ölecek kadar seviyordum. Ona dair ettiğim her yemini, duvarlara işleyecek kadar çok seviyordum. Parmaklarımı uyuşturan bir yetenekle her hissi duvarlarına kazıdığım bu tapınak, aynı zamanda soyum, korumak için var edildiğim ırkım için ibadetlerimi gerçekleştirdiğim tapınaktı. Kızıl Yaka’ya sürgün edilmiş, tapınaklarını burada inşa etmiş soyumun asıl yurdu Mavi Yaka’ydı. Mavi Yaka’ya kaçak yollarla gidebiliyordum, ormanda topladığım, parmaklarıma batıp kanatsa da beni zehirlemeyen beyaz yılankökünün dikenlerini hatırlıyorum. Karahindibaya benziyor, üflesem dağılacak ama dikeninde özüm var, kristal gibi uçuşan taneciklerinde bir insanı öldürecek güç gizleniyor.
Efken beni öptükçe anılar birken on oldu, onken yüze doğru yükseldi.
O adamın yüzünü hatırlayamıyordum. Köknarların arasından bana gelişini hatırlıyordum, kudretini ve gücünü, gölgesinin heybetini, sıcaklığını ve ona sığındığımı… Ondan güçlü olduğumu bilirken bile ona sığınınca güvende hissettiğimi hatırlıyordum. Gözlerimin kenarlarından yaşlar taşmaya başladı. Efken durmadı, beni sertçe öpmeye devam etti.
O adamın yüzünü görmek istedim. Hatıralarım derinleşti, bir kuyunun içine usulca inmek yerine birden düşmüştüm çünkü halatım kopmuştu; şimdi o kuyunun karanlığındaydım ve anılar o kuyunun içinde beni bekleyen canavarlar gibiydi.
Gözyaşlarım parmaklarına akmış olacak ki birden durdu ama gözlerimi açamadım. Ne zaman kapattığımı bile hatırlayamıyordum. Yanaklarımdan yavaşça süzülen gözyaşlarını büyük parmaklarıyla silerken, “Gözlerini aç,” dedi, keskin bir emir gibi içime batan sesine karşılık vermeyeceğimi sansam da gözlerim usulca aralandı.
Onu bir an için kendisi gibi değil, ona çok benzeyen bir yabancı gibi gördüm.
Saçları daha uzundu, mavi gözleri daha sıcak bakıyordu, dolgun dudakları düz bir çizgi şeklindeydi ve modern görüntüsü yerini bir şövalyenin, kıdemli bir askerin görüntüsüne terk etmişti. Zırhının demirinin soğukluğunu bile hissettim. Ürperdim, kirpiğimde asılı kalan son gözyaşı damlası da yanağıma düştüğünde, artık o görüntü dağılmıştı.
Karşımda yeniden Efken Karaduman vardı.
Ama ben artık onun kim olduğunu biliyordum.
🎧: Blackbriar, You’re Haunting Me