🎧: Massive Attack, Angel
Önünde durduğu kurşunlardan kaçma mesafesi bile yokken, elini tutup bir nefesi içine çeker gibi onu arkana çekmekmiş sevmek.
Kurşunların seni deleceğini bile bileymiş sevmek.
Bile bileymiş sevmek.
Sevmek, her cümlenin önüne gelen bile bile demekmiş.
Bile bile yanmak, bile bile sönmek, bile bile kalmak, bile bile gitmek, bile bile susmak, bile bile inanmakmış. Bile bile elini ateşe uzatmak, yanacağını bile bile o cayır cayır yanan kahverengi sobaya dokunmakmış sevmek.
Sonunda var olabilecek tüm ihtimalleri bile bile kendimi onu severken bulacağımı biliyordum ben.
Altında durduğum beyaz bir gökyüzü, o gökyüzünün teninde kahverengi lekeler vardı. Bir adam tanımıştım, beyaz bir teni, o tenin üzerine serilmiş kahverengi lekeleri vardı. Gözlerimi kaldırıp baktığımda gördüğüm sınırsız beyaz bir gökyüzüydü, gözlerimi kaldırıp baktığımda gördüğüm beyaz gökyüzünün tenine gömülmüş kahverengi lekelerdi. Üzerimde beyaz bir elbiseyle saatin kadranından sarkmış, düştüğüm dakika bir atın sırtında beni takip etmeye başlamıştı. Çıplak ayaklarım her kara saplanışında kalbimde bir düğüm daha çözülüyordu, yanımda ilerleyen bembeyaz atın tüylerinin çukurlarına gömülmüş kahverengi lekeleri gördüğümde, atın yularının da elimde olduğunu fark etmiştim.
Tanrı etrafımda dönüyormuş gibi hissediyordum, bir kameranın merceğinde yaşayan bir görüntüymüşüm gibi hissediyordum, her açıdan farklı bir görsel sunarken hissettiklerimin tüm farklı görünen noktalarımda bile aynı olduğunu biliyordum. Kahverengi lekeleri olan gökyüzünden düşen her bir kar parçası, açık renk saçlarıma tutunuyor, lakin saçlarım öyle soğuk olacak ki bir türlü erimeden bir gelinin saçlarını süsleyen çiçekler gibi saçlarımda asılı kalıyorlardı. Atın tüylerini okşuyordum, atın beyaz tüylerine dokunan kar tanelerinin atın beyazlığından dolayı kaybolan varlıklarını izliyordum. Atın iri kahverengi gözleri beni izliyordu, gözlerinin aynasında kendi yansımamı görüyordum. Kar parçaları rüzgâra tutunuyor, döne döne düşmeye başlıyordu.
Onu özlüyordum.
Parmaklarım atın tüyleri boyunca kayıyor, tüylerinin arasına giriyordu, at birdenbire kafasını kaldırıyor ve gözlerime içinde çatlayan bir acıyla bakıyordu. Kar fırtınası benim saçlarımı, onunsa kar beyazı yelelerini uçuşturuyordu.
Ondan bir parçayı içimin limanına asla kopmayacak, içinde yaşam akan damarlarla bağlıyordum.
Onu özlüyordum.
Kar beyazı tüylerinin arasında kahverengi lekeleri olan o at birdenbire geri çekiliyor, bir rüzgâr yeniden saçlarımı uçuşturuyordu, kar parçaları artık gökyüzünden yeryüzüne dökülmeyi kesmiş olsa da soğuğu avuçlarımı çatlatırcasına ağrıtıyordu. İleride, karanlık ağaçların yükseldiği ormandan yükselen adım seslerini duyuyordum. Ağaçların arasından fırlayarak çıkan oydu, onu seviyordum.
Ona doğru döndüğümde o sesi duyuyordum, bir kurşunun sesi içimi delip geçse de geçerken kanattığı ben olmuyordum.
Kafamı çevirip arkama baktığımda, kalbimdeki o tanıdık korku hayallerimde bile içimde yaşamaya devam ediyordu.
Kar beyazı atım yerde yatıyor, kanları bembeyaz karlara, sayfaya yayılan mürekkebe düşen bir damla gözyaşının mürekkebi etrafa yaydığı gibi yayılıyordu. Atın kahverengi gözleri açıktı, beni izliyordu ama artık yaşamıyordu.
Ona dönüp bakarken, belki de o tetiğin çekileceğini, gözlerimi atımdan son kez ayırıp ona baktığımı biliyordum. Bile bile ona bakmayı seçtiğim için onu sevdiğimi her şeyi bildiğimden daha iyi biliyordum.
İçinden sıyrıldığım zaman beni ileriye iterek o karlı geceye gitmeye zorladığında, bakışları gözlerimin ortasında bir çöl fırtınasıydı ama çölün tüm kumları karların altında kalmıştı. Benden uzaklaşan adımların sesini dinlerken gözlerim Kartal’dan ayrılmadı, onun yangın yeri gözleri de benim gözlerimin ormanına doğru ilerlemeye devam ediyordu. Özay’ın benden uzaklaşan her bir adımı, geçmişin içinden silinen bir anıya bedeldi ve zihnim yavaş yavaş bomboş kalmaya başladığında, o zihni yeniden dolduran Kartal’ın içinde olduğu görüntülerdi.
Yüreğimi kan torbaları gibi dolduran suçluluk hissine rağmen, yine yüreğimi ağzına kadar onunla dolduran bu duyguya ne zaman alışacağımı bilmiyordum. Özay’ın benden uzağa giden her bir adımı içimdeki ağlama hissini tetiklese de gözlerim bu isteği onun gözlerine bakarken reddetmeyi seçmişti. İçimde büyüyen korku, zincirlerini kırıp ona koşma isteğiyle yanan duyguyu boğazından kavramıştı ve nefesini kesmek istiyormuş gibi sıkmaya başlamıştı.
Kar parçaları döne döne saçlarıma tutunurken bir adım geri atmak, belki de tüm adımlarımı kullanıp ondan uzaklaşmak istedim. Onun gözlerinin bana verdiği ağırlık, kalbimi boş bir mezar gibi cesetlerle doldurmaktı. Onun gözlerinin bana verdiği ağırlık, kalbimin onu taşıdığını düşündüğüm bir tabut gibi hissettirmesiydi.
“En başından beri felaketimsin,” dediğinde yutkunamama hissi öyle büyüktü ki, sadece ona baktım. “En başından beri sırtımı dönemiyorum sana.”
“Artık felaketimsin, biliyorum,” dedim ve bunu duymak onun gözlerinde yangınlar, benim gözlerimde küllerdi. “Bu gece daha iyi biliyorum.”
Bir an zaman durmuş ve dünyadaki tüm sesler susmuştu sanki, belki o susan seslerin sahiplerinin kalpleri bile durmuştu ama onun kalbi öyle çok atıyordu ki, atışı benim kalbimi bile durdururdu. Çıplak tenine düşen her bir kar parçası, öfkenin ondan kopardığı masumiyetin ona geri dönme çabası gibiydi. Elini kaldırdığında, bana uzattığı elinin cennetten geldiğine öyle çok inanmıştım ki, yolun sonu cehenneme çıksa bile, bunu bile bile o eli tutardım.
Aramızdaki mesafe aşılmayacak kadar çok değildi ama o mesafe gözümde öyle büyümüştü ki, sanki cennetle cehennem gibiydik. Birbirine el uzatan cennet ve cehennem. Birbirini izleyen cennet ve cehennem. Karışırlarsa kıyamet kopacaktı. Kıyametin kopacağını bile bile karışsınlar istiyordum.
Ona doğru bir adım attığımda, beni uyarmak ister gibi, “Bu eli tutarsan felaketin değil, kıyametin olurum,” dedi, duraksayıp kafamı kaldırdım ve ellerinden ayırdığım gözlerimi yangın gibi parlayan kahverengi gözlerine çevirdim. “Ama bu eli tutmazsan, bu gece burada yolumu kaybederim, tekrar bu kez senin için kaybolurum.”
“Kıyametim olacak, biliyorum,” dedim hiç düşünmeden büyük adımlar atarak. Eline uzattığım elim eline dokunduğu an gözlerimizi saran bakışlar derinleşti. “Ama bu eli tutuyorum.”
Gözleri öyle çok parlamıştı ki, eğer gökyüzünden düşen kar parçaları olmasaydı gökyüzündeki tüm yıldızların yansımasının onun gözlerine düştüğüne inanırdım. Oysa onun gözlerindeki gökyüzünde var olan tüm yıldızlar, ona aitti. Tek bir kirpiğiyle geceyi silebilir, tek bir kirpiğiyle karanlığın her yeri sarmasını sağlayabilirdi.
Onu seviyordum ve kahretsin, bu benim felaketimdi. Onu seviyordum ve umurumda değil, bu benim kıyametim olabilirdi.
Bir eli elimi içine almış olmasına rağmen gözlerini gözlerimden çekmeden diğer elini boynuma uzattı, kolyeyi bir çırpıda tekrar kıyafetimin üzerine çıkararak dışarı salınmasını sağlarken bakışlarım kesintisiz yıldızlarındaydı. “Saklamana gerek yok,” dedi. “Çünkü ben hiç saklamadım. Artık sen de bırak, özgür kalsın.”
“Hiç bu kadar özgür kalmamıştı.” Elim öyle hızlı bir şekilde ensesine kaydı ki, yaklaşan yıkımı fark etmiş gibi eğildi ve tutkulu öpüşmemiz, kar parçalarının altında asla sönmeyen bir ateş gibi gökyüzüne yükselmeye başladı.
Başta şaşkınlığını iliklerimde öyle çok hissettim ki, geri çekilmem için kalbimin verdiği hiçbir uyarıya aldırmadan onu öpmeye devam ettim. Çok kısa süre içinde onun yükselen alevleri, benim alevlerimden daha yükseğe çıkmıştı. Bir eli belime kaydığında bile diğer eli hâlâ elimi içinde tutuyordu. Dilini yavaşça dudaklarımın arasından içeri saldı ve tüm bedenim hissettiklerinin ağırlığından mıdır bilinmez titremeye başladı.
Bana dokunan dudaklarından cehennemi içiyordum ama o cehennemde gökyüzü, altında yanan tüm ateşlere rağmen beyazdı; kahverengi lekeleri ise gökyüzünü yakan alevlerin gerisinde bıraktığı yanık izleriydi.
Belimde duran elinin yavaşça sırtıma tırmandığını hissettim, yarama bastırmadan dokunduğunda, aslında dokunarak iyileştiremeyeceği tek bir yara bile olmadığını anlamıştım çünkü sanki sırtımda hissettiğim tek ağırlık kanatlarımdı. Sanki orada hiç yara açılmamıştı. Başını bir sağa bir sola çeviriyor, öpüşmenin büyüsü ayaklarımı yerden kesen kanatlara dönüşerek bedenimi yukarı itiyordu. Sıcak ve ıslak dudaklarının tadına baktığım her saniye kafamdan aşağı yağan kar parçaları değil de gökyüzünde yanan cehennemin külleriydi sanki.
Öyle bir an geldi ki bu öpüşme hiç sonlanmayacak, bu an hiç bitmeyecek gibi hissetmiştim ve bu içime bir umut gibi dikilerek büyüyüp ruhuma dallarını uzatmıştı. Bunu istiyordum. Bu anın bitmemesine ihtiyaç duyuyordum. Sonsuza dek kar yağsa, karın altında dudaklarım onun dudaklarında tüm kabullenmişliğimle, olacak her şeyi göze alıp, ihtimalleri bile bile ona teslim olsaydım.
Dudakları dudaklarımdan ayrıldığında dudaklarımın kan rengi olduğuna emindim çünkü onun dudakları şimdi kendi kanını yalamış gibi kıpkırmızıydı. Kirpiklerinin gölgelediği gözleri gözlerime öyle bir baktı ki, süregelen öpüşmemiz ona yetmemiş gibi birdenbire yüzümü avuçlayacak ve beni sokak lambasına kadar öperek sürükleyip sırtımı sertçe sokak lambasına yaslayacak sandım. Bunu yapmamış olmasına rağmen bakışlarından bunu istediği açık ve netti. Birkaç saniye sessizliği dindiren, kirpiklerinin birbirine tutunarak gözlerini gizlediği o küçücük zaman diliminde kalbimin artan atış sesleri olmuştu.
Elimi tutan eli, sokağı mesken tutmuş soğuğa rağmen çok sıcak ve terliydi ama çıplak vücuduna dokunduğumda buzun yüzeyine dokunmuşum gibi hissedeceğimi biliyordum.
“Siktir ya,” diye söylendi kendi kendine, gözlerini açtığında gözlerinde cehennemin kapısı aralık duruyordu ve ben cehennemin tüm alevlerini kirpiklerinin kapısından görünen gözlerinde izliyordum. Birden beklediğim oldu ve dudakları dudaklarıma şiddetli bir dalga gibi çarparak beni inletti. Kartal bir elini saçlarımın arasına daldırdı, açık renk saçlarımı cansız bir beden gibi parmaklarının arasına hapsedip beni öperek geri adımlar attırmaya zorladı.
İnleyerek dudaklarına daha derinden tutundum ve bu onu dudakları dudaklarımın üzerindeyken gülümsetti. Boşta duran elimi, karın soğuğuyla gerginleşen kaslı koluna yerleştirdim, beni geri geri yürütürken düşmekten korkmuyordum. Düşsem bile sorun değildi. Düşeceğimi bilsem, bile bile yine bunu yapmasına izin verir, onunla yürürdüm.
Birden beni sokak lambasına yasladı, sırtımı bastırmasa da tüm bedeninin bedenime yaslanması, dilimin damağımın ağzım onun ağzındayken kurumasına neden olmuştu. Parmaklarım buz gibi hissettiren sert teninden ayrılarak saçlarına taşındı ve soğuk, siyah saçlarını avuçlarımın arasına hapsederek ağzına doğru içli içli inledim. Bu onu nasıl deliye döndürmüşse kendini bana daha sert bastırdı ve ağzı ağzımdayken erkeksi bir hırıltıyla ağzımın içine doğru inledi.
Beni öyle derin öpüyordu ki, sanki tüm kıyafetlerimi parçalayacak ve burada, bu sokak lambasının altında bir bütün olacaktık. Bu düşünce öpüşmenin arasında zihnime sızdığı için ilkel bir şekilde tırnaklarımı saç derisine saplamama neden oldu ve Kartal, dilini ağzıma iterek bu hareketime daha vahşi bir şekilde cevap verdi.
“Sen varken sadece sen varsın,” dediğinde anlayamadığım için ağzının içine derin bir nefes verdim. “Sen varken öyle çok sensin ki, diğer hiçbir şey umurumda olmuyor. Ama sana arkamı döndüğüm an, ben yine aynı adamım. Sana aynı olamıyorum, sana çok başkayım ve her ne kadar bu senin felaketin sansan da bu aslında benim cehennemim.”
İnleyerek saçlarını daha sert kavradım, bu benim ona verdiğim cevabım gibiydi. “Bu benim cehennemim,” dedi hırıltılı bir sesle. “Ama cennetteymişim gibi hissettiriyor.”
“Bu benim felaketim,” diye fısıldadım. “Ama aynı zamanda tek mutlu hissetme nedenim.”
Dudaklarımı son kez içimdeki alevlere benzin döküyormuş gibi sertçe öptü, sonra alnını alnıma bastırdı ve tenini ele geçiren soğuğa rağmen terleyen alnını alnımda hissettim. “Özür dilerim,” dedi, bunu kavrayamadım. “Beni affet.” Beni yeniden soluksuz öptü, uzun uzun öptü ve tekrar fısıldadı: “Umurumda değil. Beni asla affetme.”
“Bencil herif,” diye sitem ettim.
“Öyleyim.”
Umurumda değildi. Bencil olabilirdi. Gözlerim gözlerine uğradı ve konuştum: “Bencilliğin benim ellerim.”
Dudakları dudaklarımın üzerinde yavaşça yukarı kıvrıldı ve konuştu: “Cesaretin benim ellerim.”
Bedenini bedenimden çekerken nefeslerim hâlâ düzensizdi. Kartal bir süre yüzümü izledi, ardından sertçe yutkundu. Kar parçaları, altında durduğumuz sokak lambasının ışığına tutunduğundan daha net görünüyordu. Bir eli hâlâ elimdeydi, ellerimizin ayrılmamış olması beni derinden etkiliyordu ama gözlerime çizdiğim her ifade, ondan heyecanımı ve girdiğim etkiyi gizliyordu. Çenemi sertçe kavrayıp kafamı kaldırarak ışığın yüzüme dökülmesini sağladı, şimdi beni daha net görüyor olmalıydı. Sanki beni daha net görmeye ihtiyacı varmış gibi bakıyordu.
“Ben bu geceyi hiç unutmayacağım,” dedi, bakışlarım dudaklarına uğrasa da çok geçmeden yeniden gözlerindeydi. Gözleri sarı sokak lambasının ışığıyla şimdi gerçekten altın rengindeydi. “Ve senin de unutmana hiç izin vermeyeceğim.”
Sertçe yutkunmaktan bir ilerisi yoktu benim için. Bunun farkındaymış gibi bakıyordu, benden alacağı her cevabı almıştı da artık sessizliğime de razıymış gibi bakıyordu.
“Üşümedin mi?” Sorum birdenbire bana çok aptalca geldi. Gözlerime öyle derin bakıyordu ki aklımı karman çorman ediyordu. Yine de ben bendim işte, onu sevsem de ondan nefret etsem de tanıdığı ilk andan itibaren hangi kızsam, şimdi de o kızdım. Onun bende değiştirebileceği şeyler kalbimin atışları, sadece ona yönelttiğim bakışlarım olurdu. Ruhum bir çıpa gibi bedenime hapsedilmişti, içine karışan hangi duygu olursa olsun ruhum hep aynı kalırdı.
“Sadece bir anlığına ben olsaydın, şu an cehennemin nasıl bir yer olduğunu biliyor olurdun, Lavin,” dedi adımın üzerine ekstra bir baskı uygulayarak. Kalbim göğsümün altında cansız gibi yatıyor olsa da göğüs kafesim sanki ardı arkası kesilmeyen tekmeler yiyormuş gibi ağrıyordu.
Yavaşça geri çekilince ruhumun üzerini örten ruhunun gölgesi üzerimden kalkmış gibi hissedip kavruldum. Elim hâlâ avucundayken beni yavaşça çekip yürütmeye başladı. Binaya girene dek birbirimize bakmasak da avucundaki elim öyle çok terlemişti ki, sanki kalbim avucumu bir mesaj iletici gibi kullanarak onunla iletişime giriyordu.
Eve girdiğimizde bizi karşılayan sıcak bir karanlık oldu. Bedenimi kaplayan soğuk dağılmış, bedenim de tıpkı ruhum gibi ılık bir hisle sarılmıştı. Elini elimden ayırmadan beni karanlık koridorda ilerletti, adımlarım onun adımlarına takılıp ruhuna düşmüş gibi hissediyordum. Odasının kapısının önüne geldiğimizde adımları anlık bir bıçak darbesiyle kesintiye uğradı. Karanlıkta görebildiğim tek şey biçimli ensesi, geniş omuzları ve zarif bedeniydi. Karanlık bir gölgeden ibaretken bile gökyüzünü ateşe veren bir Çoban Yıldızı’na benziyordu.
“Neden duruyorsun?” Sorum dudaklarımdan bir duyguyu bırakmışım gibi ona çarptığında, bakışları omzunun üzerinden bana çevrildi, gözlerini göremesem de bakışları yüzümün ortasına çakılı duruyor olmalıydı. Bunu hissedebiliyordum.
“Durmamı istemezdin, değil mi?” diye sordu, aniden çarpan sorusu bakışlarımın yüzünde donup kalmasına neden olsa da bozuntuya vermedim. Zaten o kadar karanlıktı ki, ifadem darmaduman bile olsa bunu göremezdi. “Saatlerce hiç durmazdım.”
Kalbim sanki suskunluğunu bozmuş, pranga vurduğum yerden ayaklarındaki zincirleri sürükleyerek kurtulmuştu. Ne demek istediğini anlamak öyle ağır geldi ki, keşke onu anlamasaydım diye düşündüm. Anlamak bazı şeylerin gözlerimin önünde daha net şekil bulmasına neden oluyordu. Kafamda durmaksızın canlandırabiliyordum.
Sessizliğim onu çok kısa bir anlığına da olsa gülümsetmiş gibi hissettim. Bakışları karanlığa tutunan ışığını kaybetmiş bir yıldız olsa, hatta ben o yıldızı göremiyor olsam da parıltısının içimde olduğunu biliyordum. Bakışlarım karanlık silüetinden çok uzun süre ayrılmadı, elini uzatıp kapının kulpunu kavradığını fark ettiğimde ifadesiz tutmaya çalıştığım yüzümün kızarmış olma ihtimali oldukça yüksekti. Kapı tok bir ses çıkararak açıldığında içeriden gelecek herhangi bir ışık hüzmesinin yüzüne çarparak onun kemikli suratını şekillendireceğini düşünmüştüm ama bu olmamıştı. Odası da tıpkı koridor kadar karanlıktı ama yine de kalın perdesinin arkasında yanan sokak lambasının ışığı güçlükle de olsa içeriyi tamamen siyaha boyanmaktan bir nebze olsun kurtarıyordu. Avucunda duran elimi ölü bir kelebeğin kanatlarının dağılmasından korkuyormuş gibi tutuyordu.
Beni yavaşça içeri çektiğinde, çektiği yer bir oda değil, bir mahşer yeri bile olsa buna hazırmışım gibi hissediyordum. Bir adam bir kadının kalbini hızla çarptırabilirdi, evet ama bir adam nasıl olurdu da bir kadının durduracak kadar ağır attırabilirdi?
Şu an her şey olabilirdi. Kartal Alaşan beni belimden kavrayarak duvara yaslayabilir, bedeni bedenime örtülmüş bir tabut kapağından daha karanlık kapanırken beni öpmekten daha ilerisini de yapabileceğini bana gösterebilirdi. Bunu düşünmek bile bedenimden karanlık bir ürpertinin geçmesine neden olmuştu. Bir okyanusun önünde küçücüktüm, okyanusun dalgaları ayaklarıma kadar gelip ayaklarımın önünde küçücük dağılarak geri çekiliyordu; sırf bu yüzden kendimi okyanustan büyük sanabilir miydim?
Kartal elimi bırakmadan beni belimden kavrayarak kendine çektiğinde kalbimin sorgusu susmuş, mantığımın ağzı sıkıca bağlanmıştı. Bir elimi kaldırıp omzunun üzerine koydum, avuçlarımı omzunun baş kısmına yerleştirerek ona dokundum. Odada birbirine çok yakın duran iki gölgeydik. Dudakları dudaklarıma yaklaşınca kalbim birdenbire sessizliğini bozarak boğazıma tırmandı ama atmıyordu, sadece uğulduyordu. Kalbin uğuldayabildiğini ilk defa onun dudakları dudaklarıma bu denli yakınken öğreniyordum. Dudakları dudaklarıma dokundu, beni hafif, ısrardan uzak ve serin bir öpücükle buluşturmuştu. Üst dudağı, iki dudağımın arasına bir istiridyenin kabukları arasında sakladığı değerli incisi gibi yerleşmiş, dudaklarıma aitmiş gibi orada asılı duruyordu. Parmaklarını belime gömdü, beni yavaş ama derin bir biçimde öptü.
Nefesi içimdeki her şey için yeterliydi ama nefesim içim için yetersizdi. Omzunun başında duran parmaklarım teninde kayarak boynuna tırmandı, oradan da kemikli çenesine ve içeri göçmüş derin kuyu hissi barındıran yanaklarına… Ağzımın içine dağılan nefesi, beraberinde karanlık bir iniltiyi de içime akıttı. Geri çekilen ilk o olsa da alnını alnıma yaslamış ve mesafemizin daha fazla artmasına engel olan da yine o olmuştu. Kalbim uyuşuk bir ritimle atarken bedenimin bu kadar düşük seviyedeki bir ritimle nasıl ayakta kalabildiğine şaşırıyordum.
“Benimle yatacaksın,” dediğinde birden gözlerim aralandı, kirpiklerim kirpiklerine çok yakındı ama birbirine dokunmadılar. “Uyuyacaksın ve uyanacaksın. Sonra yeniden. Yeniden ve yeniden… Bir yastığa, bir çarşafa, bir yorgana ihtiyaç duyduğun gibi yatağında bana da ihtiyaç duyacaksın.” Sesi esrarengizdi, sırlarını bana açıyormuş gibi hissettirse de bahsettiği her şeyin mızrağının diğer ucunda ben vardım. Sadece ben… “Sabahın dördünde seni uyandıran, dişlerini kamaştıran nikotin ihtiyacı gibi, sabahın dördünde yine seni uyandıran, yanında olup olmadığımı kontrol etme arzusu olacak.”
Konuşmadım.
Durmadı, konuştu: “Çünkü bana öyle olmuştu.”
Bana karşı her zaman açıktı ama şu an bu kadar açık olması yine de tokat yemişim gibi hissettiriyordu. “Ben sabahın dördünde değil, üçünde uyanıyorum,” diye fısıldadım yavaşça, bedeni bu itirafa kasılarak tepki verdi ve gözlerimi karanlığın esaretindeki altın kahve gözlerine çevirdim. “Bir sigara yakıyorum ve pencerenin önünde dikilip neden arkamda duran yatakta olmadığını düşünüyorum.”
Söylediklerimin derinliği bana göre çok fazlaydı, onun için ne ifade ederdi bilmiyordum ama ben söylediklerimin oyduğu uçurumdan her gece düşüyordum ve her sabah, hiçbir şey olmamış gibi yine o uçurumdan tek parça çıkmaya çalışıyordum. Kartal’ın karanlığa sarılmış göz bebeklerinin genişlediğini fark ettiğimde şimdi gözleri geceden de siyahtı. Dudakları dudaklarıma çarpar ve beni yerle bir eden sanmıştım ama sanırım benim söylediklerim bana hissettirdiklerinden daha fazlasını ona hissettirmişti. Sessizliği bir kasırga olarak üzerime ilerliyordu. Alnını yavaşça alnıma vurunca dudaklarım yukarı kıvrıldı. Belimde duran eli yavaşça yukarı kayıp iki kanadımın arasında sabit durdu.
“Her zaman benden bir adım daha öndesin ama bu ben istediğim için böyle. Çünkü cesaretin…” Cümlesini yarıda bölmek istiyormuş gibi dudaklarımı kemikli çenesine bastırdım, bir anda sustu, bu sessizlik beni gülümsetti.
“Cesaretim senin ellerin,” dedim.
“Sadece ellerim değil,” diye fısıldadı gece yangını sesiyle. “Cesaretin benim sesim, sessizliğim.”
İşte buradaydı, tam kalbimde, kalbimin derinliklerinde. Ağzımı açacak olursam harfler dilimi kanatacaktı ama buna rağmen benim kelimelerime ihtiyacı vardı. Geçen saniyeler ondan ayrılmamı daha imkânsız kılan koca bir duvar örüyordu önüme ve ben, o duvarın arkasında onunla birlikteydim. Alnımı çenesine yaslayıp karanlıkta bile beni kıskıvrak kavrayan bakışlarından kendimi saklamaya çalıştım. Hissettiklerim çok ağırdı. Onun için hissettiklerim bir kalbe sığmazdı. Her organım kalbimmiş gibi hissediyordum. Nefesini içime çektiğimde ciğerlerim onunla doluyordu ve böyle anlarda ciğerlerim bile kalbim kadar ağır hissediyordu.
“Konuşamıyorsun,” dedi, bu beni yutkundurmuştu.
Evet, haklıydı. Konuşamıyordum. Çünkü tüm kelimelerimi ona harcamıştım.
“Evet,” diye kabullendim. “Hiç ben olmadın. Şu an ne hissettiğimi bilsen…” Durdum, biliyordu. Kafamı kaldırıp gözlerine baktığımda şimdi gördüğüm karanlık değil, parlayan altın kahve gözlerdi. Ne hissettiğimi bilse… Ama zaten biliyordu. Kanatlarımın arasında duran elinin tutuşu güçlendi ama canımı acıtmadı, ihtiyacım olan tam da buymuş gibi hissettiriyordu.
“Ama zaten biliyorsun, öyle değil mi?” Sorum onun bakışlarındaki derinliğin artmasını sağladı. Gözlerimin içine bakmaya devam edince yavaşça yutkundum ve gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Edeceği tek bir kelime, belki de her şeyi değiştirebilecek güçteydi ve o da ne yönden değişeceğini bilmediğinden sessizliğiyle beni kasıp kavuruyordu.
“Uyu benimle,” dedi, işte beklediğim tam olarak buydu.
Onun kollarının arasında deliksiz bir uyku çekmeye ihtiyacım vardı. Bu gece olanların belli bir kısmını belleğimden silip yok etmek istiyordum. Özay’ı incitmiştim, bu su katılamaz bir gerçekti ve kalbim öyle suçlu hissediyordu ki göğsüm bir deprem bölgesi gibiydi. Öte yandan Kartal… Kartal’ın her şeyi duyduğunu gözlerine baktığımda bile anlamam mümkündü. Arkamı döndüğüm anda oradaydı, kelimeler daha dudaklarımın namlusundan dışarı yeni fırlamış ve sıcaklardı üstelik. Söylediklerimi duymamış olması, kulağının dibinde patlayan bir silahın sesini duymamak gibi olurdu. Ki üzerine ruhunu serdiği kelimeleri de her şeyi duyduğunun büyük bir ispatıydı.
Beni yavaşça kendine bastırınca dünyamın tersine döndüğünü hissettim. “Uyumazsam, içimdeki bu isteği uyutamam,” dedi. Bir duygu dalgası öyle sert bedenime çarptı ki, hissettiklerim göz bebeklerimin önce daralıp bir nokta boyutunda küçülmesine, ardından da genişleyerek bal rengi gözlerimi tamamen kaplamasına neden oldu.
Kartal beni yavaşça tutup yatağa oturttu, birleşik olan ellerimiz o kadar bütündü ki artık yadırgamıyordum. Sanki doğduğum günden beri aslında el eleydik. Kafamı kaldırıp benden epey yüksek olan adama baktım, gözlerini yüzüme indirmişti ve yüzü şimdi daha netti. Birleşen ellerimize bakarak onun gözlerinden bir yara gibi sıyrıldım. Bir süre, bana yıllar gibi gelen kısa bir süre zarfı boyunca onunla öylece durduk. Yatağa girdiğimizde de ellerimiz ayrılmamıştı, sırtımı geniş göğsüne yaslamıştım ve tüm duygularım su gibi kalbime doğru akarken birleşik duran ellerimiz karnımın üzerinden aşağıya doğru sarkıyordu. Bu anın kesinlikle bir ruhu vardı.
“Bazı geceler uyku bana ışık yılı kadar uzaktı,” dediğinde sessizliğin üzerine örttüğümüz örtü açıldı. “İnsan bir defa kaybettiğinde, artık kazandığı her şeyin değerini daha iyi bilmeli bence. Benim gibi kendini kazanabileceği her şeye kapatmamalı. Ama ben öylesine bir şeyi kaybetmemiştim, Lavin.” Sesindeki hüznü hissetmek, elini daha sıkı kavramama neden oldu. “Benim kaybettiğim her şeyimdi ve insan her şeyini kaybettiğinde, bir daha kazanabileceği şeyler bile olsa o şeyler uğruna savaşmaz.” Kaşlarım çatıldı. Şu an konuşması ruhumu hem acıtıyor hem de iyileştiriyordu. “Sen hayatıma hep gördüğüm, bildiğim, izlediğim bir yabancı olarak değil, sen olarak girdiğinde, önce kaybettiğim uykuyu geri kazandım, üstelik onun için savaşmıyordum bile. Elinde bir valizle içeri girdin, valizin içinden çıkardığın ilk şey uykularım oldu. Bazen uykuyu alıp valize geri koyuyordun, o zamanlar bu yatakta yine yalnız oluyordum ama bazen de valizin fermuar sesini duyuyordum, uykuyu çıkarıp yatağa bırakıyordun ve sen de bu yatağa uykuyla birlikte giriyordun. Şimdi bana karışmaya başladın. Artık içeri girerken cesaretim olan ellerinde taşıdığın valizden çıkardığın tek şeyin uyku olmadığını biliyorum. Biliyorum çünkü yanındayken savaştığımı hissediyorum. Seninleyken savaşıyorum, Lavin. Dünyayla, seninle… En çok da kendimle.”
Onu ruhumda, kimsenin ayak basamayacağı kadar derinlerde hissediyordum ve bu derinlik artık beni eskisi kadar korkutmuyordu.
Hissediyordum ve hissetmek, yanmak demekti. Kartal’ı hissetmek, çok başka bir şeydi.
Benimleyken savaşıyordu, tıpkı benim onunlayken savaştığım gibi. Konuşmamı belki bekliyor, belki de yalnızca susmamı istiyordu. Kararsızlık denizi yükselmeye başladığında parmaklarımı parmaklarına sürttüm ve o da elimi daha sıkı kavradı.
“İnsanın kendisiyle savaşmasının nasıl olduğunu bilirim,” dedim, sesim yorgun ve pürüzlüydü. “Önceden de biliyordum ama seni tanıdıktan sonra daha fazla anlama şansım oldu. Seninleyken savaşıyorum, seninle, kendimle ve her şeyle… İnsan savaşmaktan vazgeçtiği gün ölür, ben seninleyken yaşıyorum.”
Kullandığım her harf onun içinde bir kasırgaya dönüşmüş olacak ki o kasırgayı hissetmem için kendini bana yasladı. Elimi bırakmadı. Sahiden, elimi bırakmıyordu. Sessizlik bir süre daha misafirimiz oldu. Gökyüzünden yeryüzüne yağan külü kar sanmak gibiydi bu duygu. Belki de kar parçaları, bulutların yanıp söndükten sonra soğuyan külleriydi.
Uyku bir delik olup beni içine çekmeye başladığında artık kaçmanın bir manası olmadığını biliyordum. Uyuyacaktım ve bu gece tıpkı bir mühür gibi üzerimize örtülerek bundan sonraki tüm geceleri de biz içindeyken birbirine bağlayacaktı. Hisler, raflarda eskiyen roman sayfaları gibiydi. Eskidikçe değer kazanacağını onun yanındayken öğrenmiştim. Her gün, bir diğer günden daha yaşlı bir hâl alıyordu hislerim. Ve her aldıkları gün, onların eskiyerek değerini arttırıyordu içimde. Kartal çok farklıydı. O, şu âna dek içimle tanıştırdığım her duygunun bana bir yabancıya dönüşmesi gibiydi.
Uykuya daldığımda gözlerimi yeniden açtığım an onu yanımda bulacağımı bilmek, içimdeki kilitli kalmış, zincirlere vurulmuş bir yanımı özgürleştiriyor, huzura ermesini sağlıyordu. Mutsuzken bile onun yanında huzurlu hissediyordum.
💫️
Onun bakışları yüzümün dağlarına yağmış kar gibiydi.
Sonra güneş, gözlerinin vadisinde büyük, altın bir madalyon gibi doğdu.
Kirpik diplerimdeki baskı, yerini sızıya bırakınca gözlerimi kara zorla da olsa araladım. Kartal’ın sıcak nefesi yüzüme çarpıyor, iki dağın arasında altın bir madalyon gibi duran, güneşe benzeyen gözleri beni izliyordu. İçimdeki o tuhaf hissin büyüdüğünü fark ettim. Dün geceyi hatırlamak kalbimi hızlandırdı. Ellerimizin tam ortamızda, hâlâ birbirlerine bağlı durduğunu fark edince yutkundum.
Uzun süre bakıştık ve sonunda, “Günaydın,” dedim.
Yanağını yastığa tamamen bastırınca, kemikli yüzüne rağmen ezilen yanağı beni gülümsetti. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve onu izlemeye devam ettim. Konuşmasa da gözleri dökülmeyi bekleyen tüm o kelimelerden daha gürültülüydü.
“Sanırım henüz uyanamadın, Doktor,” diye mırıldandığımda yutkundu ve gözlerimin içine daha yoğun gözlerle baktı. Sonra dudağının kenarı yavaşça yukarı kalkarak kalbimi gümleten bir tebessümü ortaya serdi.
“Günaydın,” dediğinde sesi boğuk geliyordu, bir o kadar da kalın ve derindi. “O atkıyı saklıyor musun?”
Bir an duraksadım. “Evet.”
Cevap vermedi ama gülümsemesi daha da derinleşti. Çıplak, kaslı göğsünün arasında ezilmiş kolyeye baktım. Ay kolyesinin sivri kenarları tenine batacakmış gibi duruyordu. Bir an kolyeye dokunmak, düzeltmek ve tenine batmasına engel olmak istedim ama tekrar gözlerine baktığımda, bakışlarındaki derinlik yüzünden bunu yapamadım. Sanki bunu yapacak olursam, ruhumu bedenimden, aklımı da başımdan alacakmış gibi öpecekti beni.
Çok uzun süre sessizce, pozisyonumuzu koruyarak birbirimizi izledik. Sessizliği bölen, Kartal’ın telefonunun melodi sesi oldu. Kartal, burnundan sert bir nefes vererek gözlerini benden ayırdı. Komodinin üzerinde duran telefonu açtı ve kulağına koyarken derin bir nefes aldı.
“Söyle.”
Karşı taraf bir müddet konuştu. Kartal tepkisiz bir şekilde karşı tarafı dinlerken bana bakıyordu.
Gözleri yüzümde gezinirken, “İyi görünüyor,” dedi. Gözlerini kıstı. “O yüzden olabilir, neden olmasın?” Karşı tarafın sesini yeniden duydum. Ses büyük ihtimalle Yunus’a aitti. “Tamam, akşam haber veririm.” Telefonu kapatıp komodinin üzerine bıraktı. Yavaşça doğrulup sırtını yatak başlığına yasladı ama gözleri hâlâ gözlerimde sabit duruyordu. “Yunus,” diye açıkladı. “Şu çiftlik meselesi. Yarın gidelim diyorlar.”
“İyi hissediyorum. Gidelim.”
“Bugün de dinlen, yarın daha iyi hissedersin.”
“Öyle.” Yavaşça doğrulup kalkacağım esnada bileğimi tutarak beni ısıttığı yatağın içine geri çekti. Büyük, güçlü kollarını bedenime sardı. Ben de kollarımı ince beline sararak kafamı göğsüne yasladım ve kalbinin tutarsız atışlarını dinlemeye başladım.
Bir gün bu kalbin atmadığını düşünmek, bir anlığına kalbime bir kazık saplanmış gibi hissetmeme neden oldu.
Babamın tabutunu musalla taşına koyduklarında yağan yağmuru, gözlerimi saran o bakışları, içimde bir kıta kadar büyüyen acı hissini hatırlıyordum. Şimdi kalbim bir tabutun içindeydi, musalla taşı onun göğüs kafesiydi ve içinde kalbimi saklayan tabutu ellerimle onun göğüs kafesine yerleştirmiştim.
Ona bu denli sığınırken bile onun karşısında en çok duran yine ben oluyordum.
Parmakları tenime kaydı ve dokunuşları içimde kalan son huzursuzluğu da boğup öldürdü. Dudaklarını saç diplerime sürttüğünde gözlerimi kaldırdım ve onun yüzüne cesur ama ona yenilmiş bir savaşçı gibi baktım; onun gözlerine korkak ama onu yenmeyi başarmış bir savaşçı gibi baktım.
“Neden bana öyle bakıyorsun?”
“Bir şeyi hatırladım, ondan.”
Tek kaşını kaldırdı. “Neymiş o?”
“Söylemem.”
Muzip bakan gözlerini kıstı ve “Söylemezsen seni gıdıklarım, sen bayılana kadar yaparım bunu,” diye tehdit etti beni.
“Yapamazsın. Yapamazsın değil, yapmazsın. Dikişlerime zarar vermekten korkarsın.”
“Nasıl da biliyor karşısında hiç şansım olmadığını,” diye homurdandı ama bunu daha çok kendisine söylüyor gibi bir hâli vardı. “Hadi, anlat bana.”
“Hatırlar mısın bilmiyorum ama…” diyecektim ki beni böldü.
“Seninle alakalı bir şeyse, unutmamışımdır.”
Duraksayarak gözlerinin içine bakakaldım. Yakalanmış gibi gözlerini kaçırdığında kalbim tekledi.
“Anlat hadi da, ne nazlandın he,” dedi.
“Hadi da mı?”
“He,” diye söylendi. “Anlatmayacak mısın? Belki gıdıklama riskini göze alamam ama daha farklı şeyler yapabilirim.”
Gözlerim iri iri açılınca sırıttı.
“Anlatıyor musun yoksa yapayım mı?”
“Şantaj mı yapıyorsun?”
“Yoo, istemeyeceğin bir şey değil neticede.”
Gözlerimi devirdim. Anılar yavaşça saklandıkları yerden çıktı. Meryem teyzenin sesi, tıpkı o gün olduğu gibi kulaklarıma çalındı.
Meryem teyze, “Lavin, hoş geldin güzelciğim. İçeri geçsene,” dedi bana sıcak gülümsemesiyle. Alaşanların evinin kapı girişinde durmuş, soğuktan kızarmış burnumu çekerek Meryem teyzeye bakıyordum.
“Kardelen’i almaya gelmiştim, Meryem teyze. Burada beklerim ben.”
“Olur mu öyle şey, Lavin?” diye sordu çatık kaşlarıyla. “Dışarısı buz kesiyor. Gir içeri çocuğum.” Kapıyı ardına tek açınca utangaç bir gülümsemeyle başımı salladım. Tam içeri girecektim ki Kardelen’in çığlığını duydum ve tetikte bir şekilde kafamı kaldırıp panikle içeri doğru baktım. Meryem teyze, “Yine kudurdu bunlar,” diye söylendi. “Bir araya geldikleri vakit biri üç, diğeri beş yaşında velede dönüyor, vallahi bıktım.”
Soru işaretleriyle Meryem teyzeye baktığımda, “Gel hadi içeri,” diyerek beni eve aldı. Kardelen’in yeniden çığlık attığını duydum ve koridorun ortasında dikildiğim esnada bana doğru koşan Kardelen’i gördüm. Kardelen önce bana çarptı, sonra da arkama saklanarak kollarını belime sardı. Ben daha ne olduğunu idrak edememişken, Kartal hızla odalardan birinden fırlayıp çıktı. Yüzündeki sinsi sırıtış, beni gördüğü anda yerini büyük bir donukluğa bıraktı. Kısa bir an şokla, sonrasında da rahatsız edici bir şeye bakıyormuş gibi donuk bir ifadeyle yüzüme bakakaldı.
Kardelen, “Koru beni, Lavin!” diye çığlık atarak belime daha sıkı sarıldığında, Kartal’ın yüzümün ortasında toplanan donuk bakışları bir anlığına da olsa dağıldı. Yüzüne tekrar sadist bir gülümseme yerleştirdi ve bana doğru yürümeye başladı. Her bir adımında, aramızdaki fark kapanıyor, Kardelen ise arkamda çocuksu çığlıklar atarak beni sarsıyordu.
“Benden kaçabileceğini mi sanıyorsun?” diye sordu Kartal. Lakin bu soruyu Kardelen’e sormuş olsa da sanki bana soruyormuş gibi hissetmeme neden olan bir şey var ise, o da tam da gözlerimin içine bakarak konuşuyor olmasıydı.
Kardelen, “Uzak dur benden!” diye ciyakladı ve bana daha sıkı sarıldı. Hareketsiz, ne yapacağımı bilmez hâlde Kartal’a bakmaya devam ediyordum.
“Senden uzak durmamı istiyor olabilirsin ama benim senden uzak durmaya hiç niyetim yok,” dedi Kartal, hâlâ gözlerime bakıyordu. Verilen cevabın sahibi ben olmasam da gerildiğimi hissettim.
Kardelen’in arkamda kıkırdadığını duyunca kaşlarım çatıldı. Tam ona doğru dönecektim ki, Kardelen belimi sıkıca kavrayarak bunu engelledi ve bakışlarım tekrar Kartal’ınkilerle buluştu. Kartal tam önümde durduğunda, kafamı kaldırmak zorunda kaldım çünkü o benden oldukça uzundu. Gözlerini indirdi, gözlerimin içine bakarken, “Benden kaçamazsın,” dedi, sesi derindi, tehditkâr değildi ama altında uyuyan binlerce karanlık anlam var gibiydi.
Kardelen bir çığlık daha attığında irkildim. Kartal aniden elini bana doğru uzattı, belimin kenarından geçen eli kısa süreliğine de olsa belime temas edince donup kaldım. Kardelen’in bileğini kavradığı anda gözlerimiz bir kez daha buluştu ve yüzünün yüzüme tehlikeli denilebilecek seviyede yakın durduğunu fark ettim.
“Yakaladım seni,” dedi gözlerimin içine bakarak ve sonra Kardelen’i öne doğru çekerek yanımdan kayıp geçmesini sağladı.
“Bıraksana!” diye çemkirdi Kardelen, ardından beni kavradı ve tekrar arkama geçmeye çalıştı ama Kartal onu öyle sıkı tutuyordu ki kaçamıyordu. “Lavin, kurtar beni!”
Ne yapacağımı bilmiyordum, sadece Kardelen’in yüzüne baktım ve tam da o an, Kardelen ile Kartal birbirlerini çekiştirip durdukları için kolları bana çarptı; bedenim yana doğru devrilecek gibi olduğunda Kardelen beklenmedik bir atakla beni öne doğru itip düşmeme engel olmaya çalıştı. Düşmeme engel olamadı. Sadece düşeceğim yeri değiştirmiş oldu. Alnım şiddetle Kartal Alaşan’ın çıplak, benli göğsüne çarptı ve ikimiz de tam o anda buz kesmiş gibi donup kaldık. Az önce dışarıda olduğum, vücudum hâlâ buz gibi olduğu için olsa gerek ürperdi, kaslı göğsünün alnımın altında kasıldığını hissettim.
“Affedersin, pardon,” diyerek geri çekilecektim ki, Kardelen sırtımdaki ellerini biraz daha bastırarak beni tamamen abisinin göğsüne bastırdı ve “Fırsat bu fırsat!” diye çığlık atarak kaçmaya başladı.
Kartal, “Küçük fare,” diye homurdandı ama hareket edemiyordu.
Hızlıca geri çekilip, dağılan saçlarımı düzeltirken, “Pardon,” dedim tekrardan.
Bir an için sadece gözlerimin içine baktı. Daha sonra, “Tenin sadece kar kadar beyaz değilmiş, aynı zamanda kar kadar soğukmuş,” dedi, ses tonunda alay mı vardı yoksa sadece düşmanca bir tını mıydı anlam verememiştim ama o an, sadece gözlerinin içine bakıp kalmıştım. Verecek bir cevabım yoktu, belki de cevap aramış ama bulamamıştım.
Tam ağzımı açacaktım ki beklemediğim bir şekilde bana sırtını döndü. Sırtındaki benlere bakmadan edemedim. Ağır adımlarla koridorun diğer ucuna doğru ilerledi, bir odaya girdi ve kapıyı arkasından şiddetle kapattı. Çatık kaşlarla boşluğa baktım.
Anıyı ona sessizce anlattığım sırada gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmamıştı. Güldüm. “Yani o an, belki onunla konuşuyordun ama gözlerime öyle bir bakıyordun ki, sanki seslendiğin kişi bendim.”
“Sanki ulaşmaya çalıştığım kişi sendin, değil mi?” diye sorunca tek kaşımı kaldırdım.
“Tuhaf bir andı,” dedim.
“Aklını güzel karıştırmışım. Aferin bana.”
Ona dik dik baktım. “Çok uyuzsun. Gerçi evet, sen akıl karıştırmayı seviyorsun ve karıştırmadığını söyleyemem.”
Gözlerini kıstı. “Neden birdenbire aklına geldi bu anı?”
“Sanki hep…” Sustum, susmama aldırış etmedi, belki de susmam işine geldi, bilmiyordum. İrdelemedi.
Eli yanağıma kaydı, avucunun içindeki çizgileri tenimde hissettim ve gözlerinin içine baktım. “Bana kendimi bir adım sonraya bıraktırıyorsun.” Derin bir nefes aldı, sonra o nefesi burnundan sertçe verdi ve sıcak nefesi yüzümü okşadı. “Sen bir adım öncesin.”
Yanağımı göğsüne yavaşça yaslayıp var ettiği hislerin biraz olsun dinmesini beklemeye başladım.
Kısa bir süre sonra, “Açım,” diye mırıldandım.
“Bir şeyler yiyelim o zaman,” dedi. Birden bu bana eskileri daha da derinden hatırlattı. Sanki her şey yerli yerindeydi. İçerideki odadan Kardelen gülümseyerek çıkıp bize seslenecek, Kayhan amcanın izlediği belgeselin sesi koridora yayılacak ve Meryem teyzenin mutfakta bir bardak daha kırıp söylendiğini duyacaktık.
O gözlerde benimle aynı şeyi düşündüğünü ifade eden bir gölge vardı ve o gölgenin altında onunla yalnızdık. Yapayalnızdık… O ve ben, sadece bizdik.
“Pizza ya da hazır bir şeyler yemek istemiyorum,” dediğimde avucunu belime bastırarak güldü ama gülümseyişi eskisi kadar soğuk ve ulaşılmaz değildi. Parmaklarımı uzatsam, dudaklarının kıvrımı parmak uçlarımı yakardı.
“Hiç benim yaptığım menemeni yememiştin, doğru,” dedi böbürlenir gibi. Bir an gözlerim ışıldadı, bunu fark etmiş gibi burnundan sert bir nefes vererek yeniden güldü. “Madem öyle, seni bu zevkten mahrum bırakmayayım.”
“Zehirlenmeyelim sonra, Alaşan?” dedim alay eder gibi. Bana tuhaf tuhaf bakıp alayla gözlerini kıstı.
“Soğanları bile sana doğratmayacağım için zehirlenme ihtimalimiz de olmayacak,” dedi sivri diliyle. Ona kötü kötü baktım ama bunu umursamadı ve beni serbest bırakıp yataktan doğrularak kalktı. Ben sıcağa ihtiyaç duyan bir kedi yavrusu gibi yatağa sindiğimde omzunun üzerinden bana kötü kötü bakıp, “Lavin,” dedi. “Bu bulaşıkları senin yıkamayacağın anlamına gelmez. Hadi güzelim.”
“Ne bulaşığı ya?” Kaşlarım anında çatıldı. “Yemeği yapmadan ne bulaşığı? Her şey temiz mutfaktaki…”
“Hijyenik çalışırım, yemek yapmadan önce tavaları tencereleri ve kullanacağım tüm araç gereçleri yıkarım ben.” Çenesiyle kalkmamı işaret ederek, “Hadi,” dedi.
Gözlerimi kıstım ve birden, “Ah,” dedim acıyla. “Ameliyatlı yerim…”
“Lavin, kalk.”
Tek gözümü kapatıp diğer gözümle de ona bakmaya başladım. “Aman Allah’ım, ne acılar…”
“Lavin…”
“Of of of, aman aman…”
“Lavin, ben doktorum…”
“Ay ay ay,” diyerek yatakta kendi etrafımda dönüp birden yorganın altına girdim. “Aman aman aman…”
“Romatizma ilaçlarını da getireyim mi teyze?”
Ona yan yan baktım. “Bulaşık makinesini aksesuar olarak mı aldın ya? Vurulmuşum şurada… Ağız tadıyla vurulmama da izin verilmiyor.”
“Lavin, hareketsiz kalmaman gerekiyor, yatarak iyileşirsin diye bir şey yok. Evet, belli oranda yatıp dinlenmen gerekir ama tamamen göt büyütmek için yatmak saçma. Doktorların hastalara anlatamadığı şey de bu. Hareketsiz kalmamalısın.” Parmağıyla işaret yaptı. “Kalk şimdi, numaralara bak…”
“Ne numarası ya?” Ayaklarımla yorganı itip yatağın içinde bir fok balığı gibi tepindim. “Of ya! Tamam, acıkmadım ben. Vazgeçtim.”
“Bu üşengeçliğin yüzünden mi bir deri kemik kaldın sen? Kesin evdeyken de böyle yapıp yemek yemekten vazgeçiyordun.” Haklı tezi karşısında dudaklarımı büzüp gözlerimi etrafta gezdirdiğimde bu onu güldürdü. “Kalk hadi.”
“Bulaşık falan yıkamam,” dedim. “Obsesif misin? Neden zaten temiz olan şeyleri yıkıyoruz ya?”
“Yabani,” dedi birden sertçe. “Kalk.”
Dişlerimi öne doğru uzatıp komik bir ifadeyle ona baktığımda başını geriye atarak yüksek sesle güldü, gözlerimi kısıp gülüşünü yüzümde pek de iç açıcı olmayan bir ifadeyle izlemeye başladım. “İyi,” dedim keyifsiz keyifsiz. “Sen git, ben geliyorum…”
“İnandırıcı değilsin,” dediğinde derin bir nefes aldım, gözlerimi yüzüne çevirip uzun uzun benlerin sardığı yüzünü izledim. Sonunda beni kaldıramayacağını anlayıp sabır dilenir gibi gözlerini tavana dikti ve iç çekerek odadan çıktı. Onun kokusunun dolandığı yorgana sarılarak bir süre öylece odanın içine sinen karanlığı izledim. Saat kaçtı bilmiyordum ama gecenin uzakta olduğunu biliyordum, yine de oda karanlıktı ve içeri sinen ışık, yalnızca duvarlarda gri gölgeler oluşturuyordu. Dışarıda kar yağmaya devam ediyor olmalıydı. İçinde olduğumuz an biraz garip bir andı, kendimi bu yatağın üzerinde uzanırken ilk kez bir cenaze değil de yeni doğmuş bir bebek gibi hissediyordum.
Sonunda onu görmeği isteği bir anlığına çok daha baskın geldi ve yattığım yerden doğrulup odasından ayrıldım. Önce gidip üzerimi değiştirmem gerekiyordu. Odama girip üzerimdekilerden kurtulurken bakışlarım bir ara boy aynasına kaydı. Bedenime tutunan yalnızca çıplaklığımın bir kısmını gizleyen iç çamaşırımdı, göğüslerim tamamen çıplaktı ama açık renk saçlarım göğüslerimin uçlarını örtüyordu. Aynanın önüne doğru ilerlerken gözlerim bedenimi takip etti. Belim her zamankinden daha ince göründüğüne göre kilo vermiş olmalıydım. Göğüslerim diriydi ve belli ölçüde dolgun bile sayılabilirlerdi ama uzun, ince bacaklarımın arasındaki boşluk daha da çoğalmıştı; bu da demek oluyordu ki yaklaşık beş, altı kilo kadar kaybetmiş olmalıydım. Aynanın önünde durduğumda saçlarımın uçlarını örttüğü göğüslerime takılan bakışlarım birdenbire durgunlaştı.
Sırtımdaki yaradan dolayı sütyen takamıyordum, bunun hem canımı yakacağını hem de yaranın iyileşme hızını etkileyeceğini biliyordum ve yaraya temas eden kumaş, bir süre sonra yaranın mikrop kapmasına bile neden olabilirdi. Üstelik yardım almadan giyinebilmem biraz zor olurdu. Sütyenin kopçasını takmak için kollarımı geriye atamazdım, belki kopçasını önüme alarak takar ve sütyeni bedenimde çevirirdim ama bu da yarama ciddi zararlar verebilirdi, bunu istemiyordum.
Aynanın önünde yavaşça yan dönüp belimi kıvırarak omzumu geriye doğru attığımda göreceğim görüntünün beni sarsacağını elbette biliyordum ama yaranın son durumunu görmek de istiyordum. Ne hâlde olduğunu bilmem gerekiyordu. Parmaklarımı omuzlarımda gezdirerek biraz daha döndüm, artık saçlarım göğüs uçlarımı örten bir örtü görevini görmüyordu ve yara hemen orada, sırtımda duruyordu. Etrafı sürülen ilaçlardan olduğunu düşündüğüm lekelerle doluydu, kurumuş merhem izleriydi bunlar ve tenime gömülüp benden bir parçaya dönüşmüş gibi duruyordu. Kolumu göğüslerimin altından bedenime sararak parmaklarımı sırtımdaki yaranın etrafına sürttüm. Dikiş izi tüm tazeliğiyle oradaydı, biraz engebeliydi, hatta eridiğinde bile orada mühür gibi durmaya devam edeceğinden neredeyse yüzde yüz emindim.
Sırtımdaki kanat dövmesinin etrafında da aynı izler vardı. Biraz merhem ve belki de biraz kurumuş kan… Bedenimi yıkamış olmama rağmen kuruyan kanı çıkartmam için sırtımı sürtmem gerekirdi, bu ise neredeyse imkânsızdı. Şekli bozuk, baktığım anda sızısını yeniden ruhumun derinliklerinde hissettiğim yarayı bir müddet boyunca izledim. Kapının aniden açılmasıyla panik, bedenime bir silahtan dökülen saçmalar gibi dağıldı. Kolumu bedenime daha sert bastırıp göğüslerimi kolumun altında ezdim. Kartal’ın görüntüsü gözlerimin önünde bir tablo gibi asılı duruyordu. Sırtım ona dönük olduğu için beni çıplakken göremezdi ama iç çamaşırımın belirli ölçüde içine hapsettiği kalçalarımı da büyük oranda görebildiğini biliyordum. Bir şaşkınlık iniltisi dudaklarımdan dökülecekken dilim o iniltiyi kavradı ve ağzımın içinde sakladı. Altın kahve gözlere yayılan şaşkınlık, beyaz sayfaya yayılan siyah mürekkepten daha koyuydu.
Anlık bir sessizlik, sadece gözlerimizde çağlayan o şelalenin uğultusunu dinlememize neden oldu. Bakışları gözlerime bir mermi gibi saplanmış olsa da çok geçmeden o bakışlar çıplak sırtıma aktı, yaramda duraksadı, kalçalarıma inip bacaklarımda sonlandı. Bu kez bacaklarımdan başlayarak sırtıma doğru tırmanmaya başlayan bakışları yeniden gözlerimi bulana kadar yeni bir yaş daha almışım gibi hissettim. Çok uzun, başımı döndüren bir andı ama nihayet gözlerimde sonlanmıştı.
Sanki o gözler bir çengeldi, ben çenemden bir idamlık gibi o çengele takılıp gözlerinde asılmıştım.
“Kaytardığın yetmezmiş gibi bu şekilde durmuş aynadaki yansımanı mı izliyorsun?” diye sordu, sesi genizden geliyordu, biraz pusluydu.
“Öylece odama dalma,” dedim aceleyle.
Kartal omzunu kapının pervazına yaslayınca kafamı tamamen ona doğru çevirip, kolumun altında ezilen göğüslerimi saklamaya devam ederek ona baktım. Düz saçlarımın uçları lüle lüle olmuş bir şekilde omuzlarım ile sırtım arasında bir balıkçı ağı gibi duruyordu. Bu görüntünün onda yarattığı hisler nasıl karanlıksa, bu karanlığı benden gizlemek ister gibi gözlerimin içine daha yoğun gözlerle bakmaya başladı ama bilmediği şey, yoğunlaşan bakışlarının karanlığı tüm tenimi sarmıştı.
“Pat diye odama girmemelisin,” diyerek yeniden konuşan ben oldum.
“Sen nereye girmemi isterdin?” Bu soru, kalbimi durduracak sandım.
Bakışlarındaki çukur büyüdü. Hissettiklerim göğsümde öyle alev alevdi ki, duygular içimden ayaklarıma doğru kül gibi yağmaya başlayacak sandım. Bedenim bana doğrulttuğu gözlerinde gördüğüm şeyin vahşi bir tutku olduğunu çığlık ata ata söylemese, ben bu gözlerin sırtıma saplanmış bir bıçak olduğuna inanırdım.
Dudaklarımı birbirine bastırdıktan hemen sonra, “Nereye girmek istediğine bağlı,” diye açık uçlu ama son derece cesur bir cevabı, bir bıçağın kabzasına koyarak ona uzattım. Ya bu cevabı o kabzanın içinden çıkarıp kendi göğsüne ya da bu cevabı bir bıçağın sapını avucunun içinde ısıtır gibi ısıtıp benim boğazıma saplayacaktı.
Kartal’ın dudaklarına yayılan ölümcül gülümsemenin arkasına gizlenmiş şehvet bir an bana öyle yabancı geldi ki, kolumun altında ezerek örttüğüm göğüslerimi saklama dürtüsü birden daha da güçlendi ama bunu yapıp korkak görünmek istemedim. Kartal odaya doğru bir adım atınca, nefesim boğazımın altında dalgalar şiddetlendikçe su almaya başlayan bir kayığa döndü. Bakışlarımı hemen önünde yan durduğum aynaya çevirip, omzumun üzerinden kendi yüzüme baktım ama çok geçmeden artık yansımamın yanında bir yüz daha duruyordu.
Kartal’ın yüzü…
O da tıpkı benim gibi omzunun üzerinden aynaya doğru baktı.
Bir eli yavaşça karnıma kayınca irkildim ama bunu ona göstermemek için dişlerimi birbirine bastırdım. Avucu sıcak, büyük ve çizgilerin yarattığı göçüklerden dolayı kavisliydi. Bakışlarım yansımamıza takıldı ve o an gözleri gözlerime bir kilit gibi geçerek bizi esir aldı. Parmaklarını göbek deliğimin biraz altında, kasıklarımın hemen üst hizasında hissediyordum. Dokunuşları sıcak, şefkatli, baş döndürücü, tutkulu, nahif, zarif, hırçın ve yabaniydi. Hepsi bir arada nasıl olurdu bilmiyordum ama tam olarak böyleydi işte.
Parmaklarını göbek deliğimde hissedince nefesim dizgini bırakılmış bir at gibi içimde koşturmaya başladı. Parmakları karnımda, gözleri gözlerimdeyken hiçbir şey yapmıyor olmamıza rağmen ikimiz de nefes nefese kalmıştık.
Varlığı, ruhumu tehdit eden, beni değiştirmeye içilmiş bir yemin gibiydi.
Yüzünü yüzümün sınırlarına sokarak nefesini yavaşça yanağıma vermesiyle gözlerimizin teması kesildi ve sıcak nefesi tüm bedenimin kasılmasına neden oldu. Parmakları göbek deliğimin etrafında dolaştı, bu sırada dudakları yanağıma sürtündü ve dudağıma doğru yola koyuldu. Şimdi onu tam arkamda hissediyordum.
“Bu kadar sakin karşılayacak olursan, ben daha da şiddetlenirim,” diye fısıldadı kulak boşluğuma doğru, sesinden yola çıkarak hissettiklerime bakılacak olursa bunu bana değil de kendine söylüyor olmalıydı. “Belki de şiddetlenmeliyim.”
Sıcak nefesi yanağıma yayılıp oradan boynuma doğru aktı. Dudağımın kenarını öptü. Dudakları yavaşça dudaklarıma kaydı ve dudaklarımız buluştuğunda beni öpüşü şiddetliydi. Bir elini yanağıma koyup kafamı tamamen çevirmemi sağladı, bu sırada sırtım hâlâ onun göğsüne yaslıydı. Kafamı biraz daha çevirip yüzümü avucuyla kavrayarak beni kendi omzuma yasladı ve sertçe öpmeye başladı.
Dudakları dudaklarıma mühürlendiğinde bu beni inletti, iniltim onu daha da şiddetlendirdi ve parmak uçlarındaki kan akışını hissetmemi ister gibi parmaklarını karnıma bastırdı.
“Öp beni,” dedi ağzımın içine doğru.
Başını hafifçe eğdi, şimdi öpüşü daha derindi. Mümkünmüş gibi daha da derin… Onun dudaklarını dudaklarımda, parmaklarını tenimde hissediyordum. Bir elim saçlarının arasından kayarak sakalların kabuk gibi bağlanmaya başladığı yüzüne kaydı, avucumu yanağına bastırdığım anda kemikli dokunun avucumun içinde kasıldığını hissedip inledim.
Parmaklarımı dokusu sakallarla örülmeye başlamış yüzüne bastırdım ve sakallarını hissettim; dokunuşum her ne kadar hafif olsa da Kartal’ın şehveti, bedenime hiç hafif hissettirmiyordu. Dili iki dudağımın arasından sızarak ağzımın içine salındığında başta duraksadım ama parmaklarım yüzünden çekilmedi, dokunuşumu derinleştirmeden bekledim ve dilinin hareketleri gözlerimi kısmama neden oldu. Parmaklarını yavaşça göbek deliğimin küçük halkasında gezdirdi, bu omuriliğimden yukarı tırmanan hissin asıl çıkış noktası olmalıydı. Onun varlığından varlığıma sızan özü ilk defa bu denli içimde, derinlerimde hissediyordum.
Parmaklarını göbek deliğimin halkasında sertçe dolaştırıp içimin ürpermesine neden oldu, ben ise dürtülerime yenik düşerek onun dilini damağım ile dilim arasına yaslayıp güçsüzce emmeye başladım. Bu, Kartal’ın kafayı yemiş gibi inlemesine neden olan hareketti ve akabinde parmaklarım sakallı yüzünden kayarak soluk boşluğuna doğru indi. Âdemelmasına dokunup o çıkıntıyı parmaklarımın altında bilinçsizce ezmeye başladım. Üzerime bir gölge gibi eğildi. Altında ufacık kalmışım gibi hissedip kafamı kaldırmaya çalıştım ama hareketlerim kısıtlıydı.
Gözlerim usulca kapandı.
“Seni istiyorum,” dedi ateş gibi bir sesle.
“Biliyorum, uzun zamandır bu böyle,” diye fısıldadım.
“Nereden biliyorsun?” Sesi hırıltılıydı, her an zincirlerini kıracaktı o canavar, her an ruhuma pençelerini indirecekti, her an beni avuçları arasına alacak ve kendine hapsedecekti.
Gözlerimi açtım ve ona baktım.
“Kendimden biliyorum.”
Durdu, parmakları karnıma basılı duran bir bıçak gibiyken o sadece öylece kalakaldı.
Kartal, gözleri gözlerimdeyken dudaklarıma doğru fısıldadı: “Biliyorsun, evet. Ama seni değerli kılan, seni bu kadar çok istiyor oluşum değil. İki kişinin ikisi de cehennemse, orada bir cennet bulunamaz sanıyordum. Ama sen aslında cennetmişsin, sadece seni ateşe vermişler.”
Sözleri zihnime bir akrebin iğnesinden akan zehir gibi aktı ve dudakları yavaşça dudaklarıma yaslandı. Beni tekrar öpmeye başladığında bunun bir adım sonrasının ne olacağını kestirmek güç değildi. Her dokunuşunda yeni bir his doğup emekleyerek içime doğru ilerliyordu; parmakları ateşi taşıyordu ve bu ateş ruhumu körüklüyordu.
Birden ona doğru döndüm, bunu yaparken parmakları karnımdan kayarak belime yerleşmişti. Kollarımı kaldırıp onun ensesine sardığımda dudaklarımız akılalmaz bir çarpışmayla birbirlerine tutundu. Onu kana kana öpmeye başladım. Kafamı öyle çok kaldırmış, parmaklarımın ucuna öyle çok abanmıştım ki kafam geriye yatmış, uçları lüle lüle olan açık renk saçlarım kalçamın biraz üzerine sürtünmeye başlamıştı. Başımız dönüyormuş gibi sallanarak öpüşüyorduk.
Ona güvendiğimi, onda hissettiklerimin güvenden de ötesi olduğunu o hoyrat bir rüzgâr gibi tenime esip bana dokunurken, hâlâ ona teslim olmuş, hatta onu esir etmek tek amacımmış gibi onu öperken anlıyordum. Ona inanıyordum. Bu güvenmekten daha hastalıklıydı. Bir gün parmağını kaldırıp güneşi işaret ederek, onun güneş değil, ay olduğunu söylese bile buna inanabilirdim ve bundan böyle gün ne zaman batsa, güneş karanlıkta gümüş renginde doğardı. Yine bildiğim bir şey vardı ki, ona gecenin tavanına dikilen ayın bir güneş olduğunu söylesem, o da buna inanırdı. Aramızda tek taraflı değil, aramızda birbirine yaslı duran, yıkılırsa da birlikte yıkılacak olan güçlü bir inanç duygusu vardı.
“Şu an ne istediğimi biliyorsun, değil mi?” Ağzıma doğru inlemesi, olayın çığırından çıkmasına neden oldu. Parmaklarımı ensesine bastırarak başımı salladım ve dudaklarımız bir defa daha birbirine çarptı. Beni soluk soluğa öperken parmakları belimin kenarlarından bir pencereden kayan su damlaları gibi kayarak kalçalarımda durdu. Kalçalarımın çıplak kısımlarını avucunun altına alarak ezdiği an, benim onun ağzına doğru bıraktığım kışkırtıcı iniltinin tüm bedenini kaskatı ettiği andı.
“Biliyorsun,” diye hırladı. “Ve tam şu anda sen de benim istediğim şeyi istiyorsun.”
Birden beni çevirip aynaya yaslayınca ayaklarımın üzerine basıp kafamı kaldırdım ve arzudan siyaha dönmüş gözlerin içindeki yansımama baktım. Bedenimde dolaşan sızı dilsizdi ama o bana her dokunduğunda sanki o sızının kelimeleri zihnime doluyordu.
Sırtımda aynanın soğukluğunu hissettim. Kartal durmayacak gibiydi, bir kasırga, bir kıyamet, bir tayfun, bir tufandı. Cehennemin mahşerine dönmüş gözlerinde yakılacak ilk günahkâr bendim. Ruhumu bulandıran dokunuşları, kalp atışlarımın sessizliğe gömülmesine neden oldu.
“Her an yapabilirim,” diye tısladı, sırtıma soğukluğu iyi gelen aynaya biraz daha yaslandım. Bir bacağımı kaldırıp onun kalçasına sardım ama diğer ayağım yerdeydi, şimdi bacak aramda onun baskısını hissediyordum. Bakıştığımız o kısa an, omuriliğimden aşağı cehennem ateşlerinin lav gibi aktığı andı; kendimi bir yanardağ gibi hissediyordum. “Her an, her yerde, sertçe.” Nefesi dudaklarıma döküldü, dudaklarımı sertçe öpüp mesafeyi çok açmadan geri çekilerek gözlerimin içine baktı. “Öyle hızlı, öyle sert, öyle fazla yaparım ki iki dizin bir daha bir araya gelmez.”
Soluk soluğa ve kısık sesiyle kurduğu her cümle, iki bacak arama saplanan bir ağrı gibiydi. O ağrıya o dokunmazsa, o ağrı hiç geçmezmiş gibi hissediyordum. Topuğumu sertçe kalçasına bastırıp bedenimdeki sızıyı dindirmesini diliyor gibi gözlerinin içine baktım. Kartal sert bir küfür eşliğinde inlediğinde kasıklarımın sızlamasına anlam veremedim ama bu kelimesi beni ağzına doğru inletti. Birden elleri aynaya yaslı kalçalarıma indi ve kalçalarımı kavramasıyla ayağım yerden kesildi. Kalçalarımı sıkarak bunu yapması içimde bir yeri darmaduman ederken artık tüm duvarlar biz içindeyken üzerimize yıkılmıştı.
Gözlerimin kararmasına engel olamadan tam, “Neden duruyorsun ki?” diye soracaktım ki bacak arama yaslı duran bedeninin zonklaması dilimi tutulmaya hapsetti. Göğüslerim göğüslerine yaşlanmış hâldeydi. Bir telefon sesi ikimizin de nefes seslerine karışarak duvarda yankı uyandırmaya başladığında aralık dudaklarla soluk soluğa onun gözlerinin içine baktım. Umursamayacağı her hâlinden belliydi, kalçalarımı kavrayan avuçlarından bile belliydi.
Avucumu yavaşça âdemelmasının üzerine kapatarak, “Önemli bir şey olabilir,” diye fısıldadım, sesim titriyordu.
Dudaklarıma doğru hırıltılı bir nefes vererek, “Söyleyeceğin şey bu değildi,” dedi zihnimi okumuş gibi. Hissettiğim duygular, ben onları içimde var etmeyi sürdürdükçe büyüyor, zihnime çöken onun bedenine dokunma arzusu gibi ruhuma çöküyordu. Evet, söyleyeceğim bu değildi. Telefonun melodisi birden atmayı bırakan bir kalp gibi durdu. Bakışlarımız birbirine mıhlandı. Tam dudaklarını dudaklarıma kapatacaktı ki telefonun sesi bir defa daha duvarlarda yankılanmaya başladı. Kartal kirpikleri kirpiklerime değiyorken birden gözlerini kapatınca dudakları dudaklarıma sürtündü; burnundan verdiği sert nefesi hissettim.
“Soktuğumun telefonları,” diye fısıldadı, dudaklarım yukarı kıvrılacak sansam da bu olmadı çünkü bedenim girdiği yokluk krizine açtığı savaşın yeniğiydi. Dudakları dudaklarımdan uzaklaşırken, nefesi bir şehre çöken sis gibi tenime yayılmaya devam ediyordu. Ellerini üzerimden çektiği an, boşluğa düşüyormuş gibi hissederek aynanın kenarlarına tutundum. Siyah kotunun cebinden telefonu çıkardı, ben saçlarımın altına gizlediğim göğüslerimi ondan saklayarak etrafa bakınırken o telefonu açtı ve sonra da kulağına yasladı. “Tabut için mi arıyorsun kardeşim?”
Duraksadım ama ona bakamadım. Avucunu birden önünde durduğum aynaya yaslayınca şişen pazusu yüzüme çok yakın bir yere geldi. Kolu hemen yanımdan uzanmıştı ve damarlarla kaplı görünüyordu. Bakışlarını yüzümde hissedip kafamı kaldırdım, gözlerini indirmiş bana bakarken karşı tarafı dinliyordu; yüzü ifadesizdi ama verdiği her nefes bedenimi sarmaşık gibi sarıyordu.
“Sana o her bir metrekaresini siktiğimin çiftliğine gideceğimizi söyledim,” dedi tane tane, öfkeyle konuşarak. Sertçe yutkundum, gözleri boğazıma kaydı, yavaşça aşağı aktı ve saçlarımın altında kalan göğüslerime dokundu. Bakışlarını orada hissetmek, yanaklarıma tırmanan kanın tenimin rengini değiştirmesine neden oldu. “Siktir, çok iyi görünüyor. Böyleyken bile.” Duraksadım, duraksayıp gözlerini yumarak dişlerini sıktı. “Sana demedim lan.”
Karşı taraf her ne diyorsa kaşları çatıldı. “Sana ne?” Gözlerini açtı, şimdi gözleri bedenimi ateşe verecek bir yerde değil, gözlerimdeydi; belki de asıl ateşe vereceği yerdeydi. Âdemelmasında duran elimi yavaşça uzaklaştırıp dudaklarına baktım, bu lanet olası kızarmış dudaklara bakmamam gerekiyordu.
“Her neyse, kapat, vara yoğa arama beni.” Karşı tarafı dinlemeden telefonu kapattı ama ben çoktan aynadan uzaklaşıp odanın diğer ucuna ilerlemiştim bile. Bana baktığını hissettim.
Yatağın ucunda duran sarı tişörtü üzerime dikkatlice geçirip kalçalarıma kadar indirdim. Tişört oldukça genişti, kalçalarımı kapatmış ve mini bir elbise gibi durmuştu. Tişörtün içindeki saçlarımı dışarı çıkarmadan ona doğru döndüğümde, elinde tuttuğu telefonu diğer elinin avucuna ritmik hareketlerle vurarak beni izlediğini görmüştüm.
“Bir şeyler yiyelim,” diye mırıldandım.
Odanın çıkışına yönelmemle, “Seni bir leopara benzetiyorum,” demesi bir oldu. Bakışlarım omzumun üzerinden ona doğru su gibi aktı. Bir adım attı, telefonu avucuna yavaşça vurdu. “Saçlarının rengini, gözlerinin rengini, tenini, kıvrımlarını.” Bana doğru bir adım daha attı ve telefonu yeniden avucuna vurdu, bu defa hareketi sertti. “Bana geçirmeyi beklediğin dişlerin kamaşıyor, değil mi? Derinin altındaki damarlarda dalgalanan kan bile o yırtıcıya aitmiş gibi.”
Kuruyan dudaklarımı yalayıp, “Leoparlar hakkında bildiğim pek bir şey yok,” dedim.
Kuruyan dudaklarımın dilimle ıslak dansını izlediğini fark ettim, sonra bakışları yeniden gözlerime çevrildi. “Eminim kendinle ilgili de bilmediğin bazı şeyler var.” Başını omzuna doğru düşürdü. “Ve senin bilmediklerini benim görüyor oluşum, bazen seni korkutuyor. Şimdi olduğu gibi.”
Bu doğruydu. Lanet olsun ki haklıydı. Benim bilmediğim, bir kuyuyu ağzına dek dolduracak kadar çok şey varken, o benim hiç bilmediğim bu şeyleri en çıplak hâliyle bende gören kişiydi. Evet, bu beni korkutuyordu. Beni bu kadar görmesi, beni bu kadar anlaması, ruhunun ruhuma bu kadar derin dokunması beni korkutuyordu.
Kelimeleri bir enkazdan yükselen yardım çığlıkları gibiydi. Orada hâlâ atan kalpler olduğuna inandırsa da yıkım oraya çoktan uğramıştı ve o kalpler ne kadar atıyorsa atsın, acıyı tekrardan derinlerinde tadacaktı. Enkazdan çıkan her insan bilirdi, çıktığında onu bekleyen başka bir enkaz olurdu. Deprem ânı yıkım gibi görünebilirdi ama asıl yıkım, deprem bittikten ve kalpler korkuyla çarptığı sırada birbirini ararken yaşanmaya başlardı. Kartal, beni içine koyup üzerime kapıları kapattığı düşüncelerin üzerime yıkılmasına aldırış etmeden yanımdan geçerek odadan çıktı. Arkasından öylece baktım. Söyleyecek bir şeyim yoktu. Karşı çıkacak gücüm vardı ama bunu yapacak isteği içimde koyduğum yerde bulamıyordum. Kabullenmiştim ve asıl yıkım, işte o kabullenme ânıydı.
Arkasından çıkarken sakindim. Koridorda kaybolduğu ânı görmedim ama mutfakta olduğunu biliyordum. Düşüncelerimi toplamak için birkaç dakikayı loş koridorun zeminine yatırıp sonunda mutfağa girdim. Onu sebzeleri ve yumurtaları yıkarken görmüştüm ve nasıl söylesem, ilk kez yumurta yıkayan birini gördüğüm için biraz şaşkındım. Bakışlarım tezgâha yaydığı yıkanmış sebzelere takıldı. Soyduğu soğanı zarından ayrılana kadar suyun altında yıkadı ve ince zarı çöplerini doldurmak için açtığı beyaz market poşetinin içine attı. Omzumu mutfağın kapısına yasladım ve yıkadığı yumurtaların yanına eklemek için suyun altına soktuğu yumurtayı ovduğu ânı izlemeye başladım. Kendini öyle çok kaptırmıştı ki, parmakları yumurtaya küçük baskılar uygularken, bedenini saran kas kütlesi dalgalanıyordu.
Dikkatimi ona verdiğimi fark ettiği an suyun altında duran ellerini geri çekmeden omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı. Altın kahve gözlerinin rengi mutfağı saran kar aydınlığından mıdır bilinmez viski renginde görünüyordu. Ağır adımlar atarak mutfağa girip farkında olmadan göğsümün üzerine topladığım kollarımı serbest bıraktım.
“Gerçekten yumurtaları yıkıyorsun, Alaşan,” dedim hayretler içerisinde. Tek kaşını kaldırarak omzunun üzerinden bana bakmayı sürdürdü ama cevap vermedi. Çift kanatlı gri buzdolabının önünde durup, omzumu buzdolabına yaslayarak derin bir nefes aldım. “O yumurtaları zaten kıracaksın, kabuklarından ayrılacak. Ne diye kabuklarını yıkıyorsun ki?”
“Hatırlatmak istemem ama bu yumurtalar tavuğun götünden çıkıyor,” dedi, duraksayarak aval aval yüzüne baktığımda gözlerini avucunun içinde duran yumurtaya indirdi. “Kendimi bildim bileli böyleyim sayılır, garipsiyor musun?”
“Hayır,” dedim. “Daha tuhaf yanlarını da gördüm.”
Göz ucuyla bana baktı. “Doğru,” dedi sadece.
Yumurtaları tezgâhın üzerine dizdikten sonra ellerini hızlıca sabunlayıp ahşap doğrama tahtasını ve bıçağı aldı. Suyun altında köpüğe bulayarak yıkamaya başladığı bıçak ve tahtayı sakinlikle izledim. Doğrama tahtasının üzerinde beş eşit parçaya böldüğü soğanları yan çevirdi, alttan bir kesik attı ve usta bir aşçı gibi bıçağı tahtaya vura vura doğramaya başladı.
“Senden bir hayır yok,” dediğinde çıplak kolunun tersiyle yüzünü silip, elinde bıçakla kızarmış gözlerini bana çevirdi. “Bu soğanı diken kişi iyi osurmuş, Lavin.”
“Ne?”
“Acı,” dedi kızaran gözlerini benden gizleme gereği duymadan. “Dedem öyle derdi hep. Soğan acıysa, onu tarlaya diken kişi diktikten sonra çok osurmuş demekmiş.”
“Deden bayağı garip bir adammış,” dedim gülmemek için dudaklarımı kemirerek. “İnanıyor musun yoksa buna?”
“Ne bileyim, hiç soğan dikmedim,” dedi alayla.
Yüzümü buruşturdum. Kartal doğradığı soğan ve sivri biberleri tavanın içine koyup tavaya biraz yağ döktü ve altını açtığı ocağın üzerine bırakıp domatesin üzerindeki yeşil kökü bıçakla ustaca ayırdı. Domateslerin kabuklarını soymasını beklemiştim ama bunun yerine domatesleri küp küp doğramaya başladı.
“Kabuklarını soymayacak mısın?”
“Besin değeri kabuğunda,” dedi sadece. “Kabuk sevmiyor musun?”
“Benim için fark etmez.”
“Bazıları menemeni soğansız yer,” dedi göz ucuyla bana bakarak. “Takıntıların yok, değil mi?”
“Bu evde takıntısı olan tek kişi senmişsin gibi duruyor,” diyerek genişçe gülümsediğimde gözleri dudaklarımdaki kıvrıma takılıp kaldı ama çok geçmeden bıçağın tahtaya vuran sesi yeniden mutfağın duvarlarına yayılmaya başladı. Şimdi gözleri bende olsa da ustaca kullandığı bıçak, domatesleri küp şeklinde kesmeye devam ediyordu. “Parmaklarını doğramak istemezsin,” dediğimde dudağının kenarında serseri bir kıvrım büyüdü.
“Bıçaklar uzmanlık alanımdır.”
“Ne zamandan beri?”
“Ne önemi var?” Gözlerini benden ayırdı. “Neden yumurtaları kırıp çırpmıyorsun? Ama önce ellerini yıka.”
Sorular sormak istedim ama bunun yerine onun söylediğini yaptım ve birlikte onun tarifinden pek anlamasam da koca tavayı dolduran, lezzetli bir menemen yaptık. Kartal her şeyde olduğu gibi mutfakta da iyiydi. Yemek yaparken olduğu kadar yerken de titiz olduğu söylenemezdi, gayet rahat yemek yiyordu, ekmeğini her menemene daldırışında bu beni gülümsetecek kadar sıcak bir görüntüyü gözler önüne seriyordu.
Karnımı doyurmanın rahatlığıyla ılık bir duş almıştım ama sırtımdaki kurumuş merhem ve kan izlerini sürtemediğim için çıkaramamıştım. Yine de beden temizliğimi tamamlayıp, dişlerimi fırçaladığım için kendimi daha temiz hissediyordum. Sırtımdaki kurumuş lekeler biraz olsun düşüncelerimi işgal etmeyi bırakmışlardı.
İçerisi, dışarıda yağan kar ve soğuğa rağmen sıcaktı. Bu yüzden kısa bir şort, yaramı çok da dürtmeyecek askılı bir tişört giymiştim. Saçlarım hafif nemliydi ama ıslak sayılmazdı, tepemde bir kuş yuvası şeklini verdiğimde sonrasında onları taramanın ne kadar zor olacağını aslında ben de biliyordum ama üşengeç hissediyordum. Bir köşeye yığılmak, tüm günümü o köşede dinlenirken geçirmek istiyordum. Bir de Kartal ile aynı evde, yalnız olmak, sabahki yaşananların da üzerime yığılmasıyla gerçekten çok ağır bir yüke dönüşmüştü. Belki onun için çok basit bir şeydi, bana kalırsa o tecrübeli bir adamdı. Belki o da her saniye olmasa bile birkaç dakikada bir o ânı hatırlıyordu; bu da mümkündü çünkü o kesilmesi güç bir kumaştı.
Salona girdiğim an burnuma çarpacak olan şeyin alkol kokusu olmasını bekliyordum ama beklediğim olmamıştı. Kartal, televizyonun karşısındaki koltukta oturuyordu, sırtı bana dönük duruyordu ve televizyonda bir çocuk kanalı açıktı. Henüz bir program olmasa da çıkan reklamlardan açık olanın bir çocuk kanalı olduğunu anlamıştım. Temiz olduğundan mıdır bilinmez daha da ürperdiğini hissettiğim bedenim gergindi.
Beni fark edince omzunun üzerinden bana baktı. Gözleri şimdi koyu bir kahverengiydi, bakışları yüzümü yavaşça sıyırdı ve ifadeler sessizleşti. “Gel,” dedi eliyle yanındaki boşluğa vurarak. Alkol almadığı için şaşkındım, normalde sabahtan başlardı içmeye ve kanı uyuşana dek devam ederdi. Yavaşça ona doğru ilerledim, benim için açtığı boşluğa oturacakken bakışlarım sehpanın üzerindeki çikolatalı süt ve ballı süt paketine takıldı. Şaşkınlıkla ona bakacaktım ki bileğimi tutarak beni çekip yanına oturttu. “Ballı süt seviyordun, değil mi?”
“Ballı süt, evet,” diyebildim, şaşkındım. Dudaklarıma baktı, ardından gözlerimin içine ve sonra ballı süt kutusunu bana uzattı.
“O zaman benimle içebilirsin.”
Dudaklarımı yavaşça yaladım. “Olur.” Süt kutusunu elinden alıp pipeti küçük poşeti delerek çıkardım ve kutuya sapladım. Pipeti dudaklarımın arasına alarak sütü içime çektiğimde gözleri hâlâ bendeydi. O da çikolatalı süt kutusunu aldı, pipetle kutuyu deldikten sonra sırtını koltuğa yasladı ve gözlerini televizyona çevirmeden hemen önce kutusunu kutuma doğru uzattı. “Za zdarovye!”
Gülümsedim ve süt kutumu kutusuna yavaşça vurdum. “Şerefe.”
Geçmişimden gelen bir ses gibi tanıdık bir şekilde zihnimi eşeleyen ses, eskiden izlediğim bir çizgi filmin jenerik müziğine aitti. Gözlerimi televizyona çevirdiğim an Tom ve Jerry’yi görmek beni şaşırtmış ve genişçe gülümsetmişti. Sütlerimizi içtiğimiz süre boyunca Tom ve Jerry’nin hareketli jeneriğini izlemeye devam ettik. Sütünü ilk bitiren Kartal olmuştu, süt kutusunu sehpanın üzerine bıraktıktan sonra hiç beklemediğim bir şey yapıp koltukta yavaşça uzandı ve kafasını dizlerimin üzerine yerleştirdi.
“Çocukken severdim,” dedi, gözlerimi indirip yan yattığı için yalnızca görebildiğim güzel yan profilini izlemeye başladım. Bakışları doğrudan televizyon ekranındaydı. “Birden yine izleyesim geldi. Seninle. Birlikte izlesek olur mu? Komik olur.” Bana bakmadan konuşuyor olmasına rağmen ifadesini görebildiğimden içime doluşan hisse engel olamadım. Parmaklarımı saçlarına koyup, siyah saç tellerini yavaşça karıştırdım. Alıp verdiği sıcak nefes, bacaklarıma bir örtü gibi seriliyor, ardından geri çekiliyor ve tekrar, tekrar durmadan geri seriliyordu.
“Komik olur,” diye mırıldandım. “İzleyelim.”
“Evet,” dedi kısık sesle, bir çocuk gibiydi ama aslında koca bir adamdı. “İzleyelim.”
O, yılların yükünü sırtından geriye bırakarak salonun ortasına sermiş de duru bir çocuk yüreğiyle dizlerime uzanmıştı sanki. Parmaklarımı saçlarına bastırdığımda ve Kartal Alaşan dizlerimde uzanmış saçlarını okşatırken, sırtındaki ok yaralarından sızan kanlar kurumuştu. Dudaklarımdan silinmeyen tebessüm, keder yüklüydü; dudaklarıma ektiği tebessümler, biçtiği gün ellerinde kardelenlere dönüşecekti.
Ballı sütten bir yudum daha çektiğimde damağıma yayılan tat bile onu izlerken hissettiklerim kadar yoğun değildi. Sonunda süt kutusunu koltuğun kenarına bıraktım, bir elim saçlarında dolaşırken, Kartal Alaşan ona ters düşecek bir şekilde tüm dikkatini vermiş çizgi film izliyordu. Gözlerini kaldırıp yüzüme baktığında, kalbimin bu kadar ağrıması normal miydi bilmiyordum. Bir süre öylece beni izledi. Kafasını yavaşça karnıma bastırıp kollarını belimin etrafına sardı ve gözlerini çizgi filme çevirdi.
“Ama sen çizgi filmi değil, beni izliyorsun, Lavin,” diye mırıldanınca, gözlerim yavaşça kısıldı, güçsüz bir şekilde yutkunup saçlarına dokunmaya devam ettim ama ona cevap vermedim. “Beni izlediğinde, yanağımı karnına dünyayı sığdırabileceğini bilmenin şaşkınlığıyla yaslayıp çizgi film izlerken hissettiğim kadar iyi mi hissediyorsun?”
Duraksadım, parmaklarım saç diplerinde asılı kaldı. “Anlamadım?”
“Karnın,” dedi düşünceli bir sesle. Yanağını karnıma daha sert bastırdı ve onu hissetmemi sağladı. “Bir hikâye burada yeniden başlayıp, burada son sayfasına bir tebessüm sığdırabilir.”
“Babam bulmaca çözerken hep böyle cümleler kurardı,” dediğimde bu onu duraksattı ama geri çekilmeden gözlerini kısarak ekranı izlemeye devam etti. Parmaklarımı saçlarının arasında kaydırdım, yumuşak ve simsiyah saçlarını okşarken buruk buruk gülümsedim. “Ben hiç anlamazdım ama tüm anlamlar onun cümlelerindeydi.”
“Beni de mi anlamıyorsun?”
“Anlamıyorum,” diye mırıldandım. “Ama tüm anlamlar senin cümlelerinde.”
“Ama ben anlamanı istiyorum,” dedi. “Sen anlamazsan, anlamlar sikimde olmaz ki.”
“Kartal, seni anlarsam ne kadar zor olur, biliyor musun?” Yutkunduğumda boğazımdan aşağı onun cümlelerinin anlamları aktı. Parmaklarımı saç diplerinde biriken ter tabakasına sürttüm. “Sen istersen bana korkak de, sana verdiğim her şey benim cesaretime saplanmış bir bıçaktı.” Kafasını kaldırıp bana bakacağını hissedince avucumu kafasına bastırıp buna engel oldum. “Bakma,” dedim.
“Bana ne,” dedi bir çocuk gibi, bu beni şaşırttı ama kalbim bu normal bir şeymiş gibi göğsümde sakince sürdürdüğü bekleyişine sıkıca sarıldı. Elimi bileğimden kavrayarak tutup kafasını sabitlememe engel oldu. “Sana bakmak istediğim kadar, yaşamayı bile istememiştim.” Durdu. “Hayır. Sana bakmak istediğim kadar, ölmeyi bile istememiştim.”
Gözlerim gözlerinde takılıp kaldı.
Gözleri gözlerimde bir felaket gibi kaldı.
“Ayıkken, sarhoşken olduğundan daha patavatsızsın,” diye fısıldadım.
“Hayır,” dedi. “Sen hiçbir içkinin veremeyeceği o sarhoşluksun.”
Parmaklarımı gözlerinin altındaki çukurlara sürttüğümde gözleri kısıldı, uzun kirpikleri parmaklarımın uçlarına doğru devrilip parmak uçlarımı gözlerine dikilmiş çıralar gibi tutuşturdu.
“Duymaman gereken bir şeyi duydun ve şimdi ateşin ortasında olduğumuz yetmezmiş gibi, çaktığın tüm kibritleri başımızdan aşağı bırakacaksın.” Parmaklarımı kapanan göz kapaklarının üzerine sürttüm, göz kapaklarının üzerini saran mavi damarlar, incecik ucuyla sayfaya çizik bırakan, mavi mürekkep akıtan bir kalemin izleri gibiydi. “Sana da bana da haksızlık bu. Ben senin ateşinde hiç yanmadım ama seni kendi ateşinde yanarken izledim. O ateşin nasıl olduğunu tatmadan biliyorum, şimdi o ateşe çağırılıyorum ve asıl kötü olan…” Gözlerini aralayacaktı ama bunu parmaklarımı göz kapaklarına sürterek durdurdum. “Asıl kötü olan, sen çağırmadan önce de sana fark ettirmeden parmaklarımı o ateşe uzatıyordum.”
“Sen sana dokunmayan ateşte kavruluyorsun,” diye fısıldadı gözleri kapalıyken. “Ben dün gece o ateşin içinden geçtim ama çıkamadım.”
O, önümde yanan bir orman yangınıydı. Ben ise bir kibrit çöpüydüm ve yanan ormanın ortasında, tepemde titreyen bir alevle onu izliyordum.
“Susacaksan sus, Lavin. Kimseye konuşamadığın kadar bir bana konuştun zaten. Bu bana yeter.” Gözlerini açmadı, açması da gerekmezdi. Kelimeleri ilk kez gözleri kapalıyken bile gözleri beni izliyormuş gibi derin bir yeri acıtıyordu.
“Doğru,” dedim yavaşça. “Ben hep sessizdim ama sana konuştuğum kadar hiç kimseye susmadım.”
Dudaklarının kenarında büyüyen kıvrımı izledim. Gözleri kapalı öylece durdu. Bir süre konuşmadık, sonrası tamamen sessizlikti. Tom kovalarken Jerry hep kaçtı ama her bölümün sonunda yine bir aradaydılar. Bizim gibi.
Kartal kucağımda dudağındaki gülümseme silinmeden uyuyakaldığında da bir sayfanın sonundaymışız gibi hissediyordum. Gözlerimi pencereye çevirdim, döne döne düşen kar parçalarını gördüğümde parmaklarım onun yüzünde dolaşıyordu.
“Felaketim olacaksın,” diye fısıldadım uyuyan yüzünün haritasına parmak uçlarımdaki şehirleri çizerken, “biliyorum ama seni seviyorum.”