Ona bakmak istedim ama bakamadım.
Kelimeler kalbimi düğümledi ama ona bakamadım. Şu an kıyametim olan gözlerine bakarsam, uçurumdan aşağı itilmeyecektim, uçurumdan aşağı atlamış olacaktım. Kalbim irkildi ve kapakçıklarını hızla kapatıp, kendini odasına kilitledi. Zihnimin duvarlarından sicimle akan kan, yüzeysel olarak dokunduğu her kıvrıma Efken’in isminin harflerini işliyordu.
Saatin ibresi bir adım daha öne çıktığında, yaratılan gelecekte asılı durmaya devam eden o cümle, Crystal’in gözlerine sinen farkındalığın yaratıcısıydı.
Efken’e baktım; evet, bunu yaptım. O da bana baktı.
Duyguları yüzünde sanki alnına yazılmış gibi açıktı.
Crystal kuru bir öksürüğün ardından Asale’nin kim olduğunu biliyormuş gibi anlayışla başını salladı ve “Onu öylece tapınaklara götüremezsin,” dedi. “Bu onun için son derece tehlikeli olabilir. Kaldı ki sen salak bir adam değilsin. Tehlikeyi hissedersin. Hislerinin çok iyi olduğunu herkes biliyor.” Son cümlesindeki imayı fark ettim ama üzerinde durmadım. Efken’e tekrar baktığımda artık çatık kaşlarla Crystal’e bakıyordu.
“Onu götürmemi istediği her yere götürebilirim,” dedi Efken düz bir sesle. Kelimeleri ruhuma bir ok gibi saplanınca nefesimi tutmak zorunda hissettim kendimi. Sanki nefesimi tutarsam ruhum daha az yarayla kurtulurmuş gibi gelmişti bana bu savaştan.
“Ben de geleceğim,” dedi Crystal her harfin üzerine vurguyla bastırarak.
“Onu ben korurum.” Efken’in sesinde ölüm vardı ama Crystal ölümden korkmuyordu.
“Umurumda bile değil. Sen önce kendini koru,” dedi Crystal sertçe. “Onu korumak benim görevim.”
“İkiniz de üzerimde hak ilan etmeyi kesin derhâl,” diye hırladım. “İkinizin de korumasına ihtiyacım yok benim.” Kapıya doğru dönerken, “Madem istiyorsun, gel ama beni korumak için değil çünkü ben kendimi koruyabilirim,” dedim ve gözlerim Efken’e çevrildi. “Sen de şuradan çıksan iyi edersin, burası kadınlar tuvaleti.”
Oradan çıkarken hem öfkeliydim hem de aklım allak bullaktı. Masaya döndüğüm an bakışlarım direkt o koridora kaydı, Efken’in gelmesini beklerken kaşlarım sertçe çatılmıştı. İbrahim’in dikkatli bakışlarını hissetsem de pek oralı olmadım. Zihnim, kalbim ve damarlarım birbiriyle çatışma hâlindeydi. Zihnim çıkmazda, kalbim ağrılar içinde, damarlarım öfkeyle doluydu.
“Bu Asreman sanılandan daha tehlikeli olacakmış gibi bir his var içimde,” dedi İbrahim, sesi düşünceliydi, anında tüm dikkatim ona çevrilirken dudağının kenarında kuşkulu bir tebessüm belirdi. “Asreman’ın nedeninin ikiniz olduğunu biliyorum. Tabii bu sadece bir his de olabilir.”
“Ne?”
Gözleri bileğime kayınca bir an kaskatı kesildim. Sıyrılan kumaşı hızla indirmeye çalıştığımda, “Demek artık biliyorsun,” demesiyle gözlerim irice açıldı. Ela gözlerinde dostça parlayınca gevşediğimi hissettim ve pürdikkat ona baktım. “Ben neredeyse emindim ama yine de senin fark etmeni bekledim. O bilmiyor mu?”
“Neyden bahsediyorsun?”
“Bağ,” dedi. “Nigin Bağı.”
“Madem biliyordun neden söylemedin?” Öfke harlanacağına sönmüştü, sakin gözlerle onu izliyordum.
“Nigin’i öylece birine söyleyemezsin, bırakmalısın ve kendileri çözmeliler,” dedi, “hem ihtimaller her zaman gerçekler demek değildir. Sadece ihtimal veriyordum.” Elini masaya doğru uzatınca bir an irkildim, bileğimi tutup kumaşı yukarı sıyırdı ve kar tanesi dövmesine bakarken, “Demek sizin sembolünüz bu,” diye mırıldandı.
“Sembolümüz mü?” Bileğimi dokunuşundan kurtarıp kumaşı indirdim. “Ne demek istiyorsun?”
İbrahim birden yan dönünce tek kaşımı kaldırdım. Kulağının arkasını işaret etti ve sonra kulağını yavaşça kenara çekerek kulağının arkasını gösterdi. Kulağının arkasında küçük, minyatür bir güneş dövmesi olduğunu görünce gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi irileşti ve İbrahim duruşunu düzeltirken, “Yüzündeki şapşal ifadeyi sil, Efken geliyor,” dedi. “Bu benim Yaren’le sembolüm. Bizim ilişkimiz saf bir arkadaşlıkla başladığı için, onu ilk kez yanağından öptüğümde ikimizde de bu sembol oluştu. Ama bence sizinki sadece yanakla olmamıştır…”
“Ha?”
“Artık ne yaptınız bilemem,” dedi omuz atarak gülerken.
“Bu Yaren’de de varsa nasıl açıkladın ona?”
“Başta fark etmemiş. Kim kulağının arkasını görür ki?” Sırıttı. “Birbirimize âşık olduğumuzda çoktan reşitti ve bir süre sonra kulağımın arkasındaki dövmeyi gördü. Onda da olduğunu söyledim. Tamamen birbirimizin kaderi olduğumuza inanmayı seçti, Nigin ile ilgili hiçbir şey bilmediği için ihtimal de vermedi. Sadece bir süre tanrının onun için gönderdiği gerçek aşk olduğumu söyledi durdu.” Yine bir sırtlan gibi sırıttı. Göz ucuyla yan tarafa bakıp, “İşletme sahibiyle konuşuyor bağlı olduğun adam,” diye takıldı. “Ve Crystal de gözlerinden alevler saçarak masamıza doğru yaklaşıyor. Çok korkutucu birisi. Sanki beni bacaklarımdan tutup hiç zorlanmadan sağa ve sola olmak üzere Hulk’un Loki’yi çarptığı gibi iki yana çarpmaya başlayacak.”
Crystal birden avuç içlerini masaya bastırınca İbrahim ürkerek arkasına yaslanıp Crystal’e korktuğunu alenen gösteren gözlerle baktı. Crystal ise doğrudan bana bakıyordu. “Ben de geliyorum,” dedi. “Karaduman ikna oldu.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Tamam?”
Gözlerini İbrahim’e çevirip, “Sen de geliyorsun sanırım,” dedi.
“E-evet hanımefendi.”
“Harita sende mi?”
“E-evet hanımefendi.”
“Daha önce oraya gidip keşif yaptın, öyle mi?”
“E-evet hanımım.”
“Onu korkutuyorsun,” dedim sert bir sesle.
“Bu erkek hiçbir şeyden korkmuyor,” dedi Crystal gözlerini birden bana doğru çevirerek. İbrahim’in korkak bakışlarının usulca yok olduğunu, gözlerini kısıp sinsi bir şekilde Crystal’e bakmaya başladığını fark edince ürperdim. Crystal’in gözleri usulca İbrahim’e çevrildi. “Değil mi leşçi?”
İbrahim neredeyse ölümcül bir sırıtışla, “Bilmem, öyle mi hanımefendi?” diye sordu, sesinde safkan bir alay dolanıyordu. Sonra o alay yıldırım hızıyla kayboldu.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordum kuşkuyla.
“Boş ver,” dedi Crystal, ardından yeniden bana baktı. “Seninle geleceğim. Hayvanla dolu bir kafesin içinde yolculuk yapmana izin veremem.”
Kaşlarım çatıldı ama Efken, “Geleceksin anladık,” deyince konu birden dağıldı. “Gidip hazırlan o hâlde.”
“Beni atlatacak olursanız peşinize düşerim.”
“Hiç şüphem yok Crystal. Uzatma da gidip hazırlan.” Efken gözlerini bana çevirip, “Kahven bittiyse gidelim, Yaren’i Sezgi ile Ceyhun’un evine bırakmam gerek. Hem Ceyhun’a emanet etmem gereken birkaç anahtar var,” dedi.
Oturduğum yerden kalkarken hâlâ aynı pozisyonda oturarak şirin bir sırıtışla bizi izleyen İbrahim’e baktım. İçimden bir ses, onda da normal olmayan bir şeyler olduğunu fısıldıyordu.
❄️
“Nereye gideceğinizi söylemeyeceksiniz yani?” Karanlık aracın içine çöken sessizliği kılıcından geçiren bu sorunun sahibi Yaren Karaduman’dı.
İleride, karlı ve karanlık sokağın sonundaki metal merdivenlerin yükselerek ışığı yanan daireye doğru kıvrılıp bir düzlüğe dönüştüğü noktaya baktım. Merdivenlerin bitiminde metal bir veranda başlıyordu, dairenin kapısı verandaya açılıyordu. Veranda oldukça uzundu ama bağlı olduğu tek bir daire vardı. Bu daire, Sezgi ile Ceyhun’un birlikte yaşadıkları daireydi. Evin penceresinden dışarı sızarak metal korkuluğu aydınlıkla ödüllendiren turuncu ışığı uzun uzun izledim ve Efken’in merakla ona bakan Yaren’e vereceği cevabı bekledim.
“Ona yardım etmeye çalışıyorum,” dedi sonunda Efken, Yaren sanki bu onun için bir umut ışığıymış gibi genişçe gülümsedi, neredeyse abisinin boynuna sarılacak gibi görünüyordu.
“İstanbul’a inanmaya mı karar verdin? Sana İbrahim’in bir deli olmadığını söylemiştim.”
“Onun adını yanımda kolayca andığına göre şu an beni bir canavar olarak görmüyorsun sanırım küçük hanım,” dedi Efken kinayeli bir sesle. Yaren gözlerini kaçırdı ama Efken beklediğimden daha insancıl bir tepkiyle sessiz kaldı.
Sonunda Yaren, “Ne kadar kalmam gerekecek? Aslında evde tek de kalabilirdim,” dedi.
“Böyle bir şeyin ihtimali yok. Hem her zaman karanlıkta yalnız olmaktan korkarsın. Güneşi seviyorsun. Sadece Kızıl Yaka’ya gidince görsen bile…”
Bir an durdum. Güneşi seviyordu. Gözlerim kurum siyahı saçlarına kaydı, kulakları görünmüyordu ama kulağının arkasında bir güneş sembolü olduğunu biliyordum. Güneşi sevmesi ile sembol arasında bağ kurmaya çabalasam da zihnim fazla mesai yaptığı için düşünmeme izin vermeden beni dışarı itti. Her zaman kar tanelerini ve soğuğu sevmiştim, bir yanım karanlık kıştan korksa, hatta bazen yağan karı izlerken ağlama isteğiyle dolsam da içimde bir yerlerde kar ve kışı seviyordum. Semboller belki de içimizde hiç çözümlenememiş, geçmişten bugüne dek bizle gelmiş bazı anılara göre şekilleniyordu.
“Tamam, en azından Ceycey daha anlayışlı bir abi figürü,” dedi Yaren dudaklarını büzerek kapıya yönelirken.
“Evet ama anlayışlı bir abiye ihtiyaç duyacağını sanmıyorum. Çünkü o gereksiz de bizimle geliyor.”
“Ha?” Yaren kaşlarını çatarak abisine baktı. “Kim?”
“Kaç tane gereksiz var?”
“Onun ismi İbrahim.”
“Bak, sen bile içten içe tek gereksizin o olduğunu kabullenmişsin kız kardeşim.”
“Tam bir hıyarsın.” Yaren söylenerek cipten inince, açık kapıdan içeri sızan soğuk hava anlık düşüncelerimi toparlamama yardımcı oldu, sonra bedenim o soğuğa kolayca uyum sağladı ve hiç üşüme hissetmeden araçtan inerek Yaren’in arkasından ilerlemeye başladım.
Bize kapıyı açan Ceyhun oldu, bizi beklediği bakışlarından belli oluyordu. Dar bir holden geniş bir salona geçilen hoş, büyük sayılabilecek modern bir evleri vardı. Duvarlar fildişi renginde, mobilyalar pudra tonlarındaydı, salonun tavanı oldukça yüksekti. İlk dikkatimi çeken aydınlık salonun bir duvarını neredeyse boydan boya kaplayan, kızıl tonların ağırlıklı olduğu görkemli tabloydu.
Sezgi’nin yanına gitmek için Ceyhun’un gösterdiği aralık duran kapıyı ittim ve yine aynı tonlarda, açık renklerle dizayn edilmiş bir mutfakla karşılaştım. Sezgi tezgâhın üzerindeki pastayı keserken omzunun üzerinden bana doğru baktı. Dağınık bir topuz şeklinde topladığı kızıl saçlarından firar eden saç telleri boynuna, ensesine ve yanaklarına yapışmıştı. Üzerinde Ceyhun’a ait olduğu belli olan geniş bir erkek tişörtü, altında da eşofman vardı.
“Mahinev,” dedi beni gördüğüne sevindiğini belli eder gibi gülümseyerek. Ona solgun bir gülümsemeyle karşılık verdiğimde pastayı kestiği bıçağı tepsinin kenarına bırakıp bana doğru döndü. “Ne kadar da solgun görünüyorsun.”
Tezgâha yaklaşıp kalçamı tezgâha yaslarken hiç gevelemeden, “Tapınakların yerini öğrendim,” dedim, çok kısa bir an için gözlerime baktı ve o gözlerde belirmeyen şaşkınlık, bunu zaten bildiği gerçeğini yüzüme acı bir tokat gibi geçirdi.
“Öğreneceğini görmüştüm,” dedi, bir an afalladığımda gülümsedi. “Bana deliymişim gibi bakma.”
“Babaannemi görüp birebir tarif eden ve var olan bir tapınağa beni yönlendiren birinin delirdiğini düşünecek değilim.”
“Şu ana kadar ne zaman bir şeylerin haberini önceden versem deli olduğumu düşündüler, o yüzden sustum.” Gözlerini pastaya çevirdi, pastanın üzerindeki kirazı alıp ağzına attı, bir süre çiğnedikten sonra çekirdeğini çıkarıp, “Ama bugün bana tapınakların yerini öğrendiğini söyleyeceğini biliyordum. Hatta o tapınaklara gideceksin, değil mi?” diye sordu. “Bu yüzden Yaren’i buraya bırakacaksınız.”
“Evet,” diye fısıldadım onu incelemeye devam ederken.
Bu onu yoruyormuş gibi buruk bir gülümsemeyle bana baktı. Ardından tezgâhın diğer ucunda duran kâğıt havlu rulosuna uzanmak için eğiliyordu ki, gözlerimi iri iri açmama neden olan o şey oldu; o avucunu açtığı an rulo tezgâhın üzerinde kayarak hızla geldi ve avucunun içine çarparak durdu. Sezgi ile aynı anda irkildiğimizde, “Lütfen,” diye yalvardı bana dehşetle açılan yeşil gözlerini çevirerek. “Lütfen bunu gördüğünü söyle.”
“Gördüm,” dedim sakince.
“Bu birkaç kez daha oldu.” Derin bir nefes alıp bana yardım bekleyen gözlerle baktı. “Ama Ceyhun’un yanında hiç olmadığı için ona bunu nasıl kanıtlayacağımı bilmiyorum.”
“Bana cadılarla ilgili bir şeyler anlatmıştın, hatırlıyor musun?”
“Cadı olduğumu mu düşünüyorsun?” diye sordu, gülmüyordu, ciddi gözlerle bana bakıyordu. Sanki içten içe buna inanmamak için çok çabalıyor olsa da bir yanı onu bu düşünceye doğru şiddetle itmeye başlamıştı.
“Dışarıda buzdan bir dolunay var ve rüyana babaannem girip tapınaklardan bahsetti,” diye fısıldadım, kurduğum cümledeki her bir detay kanımı bile ürpertse de yok sayılamaz şeylerdi. “Sanırım bu imkânsız değildir.”
“Böyle bir şey olsaydı Samuel de benim gibi olmaz mıydı?”
Ah, kuzeni. “Olmadığını nereden biliyorsun?”
“Gözleri yemyeşil değil, saçları da kızıl değil,” dediğinde anlayamadığımı belli edercesine kaşlarımı çattım. Saçlarını işaret ederken elinde yeniden bıçak vardı. “Ben tamamen kızılım, gözlerimde de anlamsız parlak bir yeşillik var. Cadıların gözlerinin zehir gibi parlak bir yeşil olduğu söylenirmiş.”
“Erkek cadılarda durum farklı olamaz mı?”
“Samuel her zaman hisli biridir,” dediğinde kaşlarım çatıldı ama Sezgi bunu normal karşılıyormuş gibi bıçağı tuttuğu elini salladı.
“Samuel’e hiç bu tarz şeyler anlattın mı?”
Tek kaşını kaldırdı. “Ne gibi?”
“Az önceki gibi bir cismi hareket ettirmenden ya da rüyalarından.”
“Hayır,” dedi derin bir nefes alarak. “Sağ kalan tek akrabama da bu tür şeyler zırvalayamazdım, benden korkmasını istemedim.”
“Bence herkesten önce bu konuyu Samuel’e açmalıydın.”
“Çünkü,” dedi içimdeki şıllık saçlarının uçlarındaki kara yılanlardan birinin başını okşarken, “kuzeninin balodaki hâlleri de epey garipti. Büyücü kılıklı herif.”
“Onda da bir tuhaflık olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Sezgi, olduğumuz bu yerde her şey yeterince tuhaf, kendinden bir ucubeymişsin gibi bahsetmekten vazgeç. Belki sana her şey normal geliyor ama benim tarafımdan bakıyor olsaydın, buradaki en normal şeyin sen olduğunu anlardın.”
Yeşil gözleri minnetle doldu. Bir süre sustuktan sonra, “Tapınaklara gitmeye nasıl ikna oldu?” diye sordu.
“Bana bir borcu vardı.”
“Efken kimseye borçlu kalmak istemez, doğru,” dedi, sanki daha soracağı çok soru vardı ama beni sıkıştırmak istemiyor gibiydi. Bana, onu yeryüzünde anlayan tek insanmışım gibi baktı.
Sezgi’ye Samuel ile ilgili bir şeyler daha sormak istedim ama yapmadım. İçimden bir ses, Samuel’de Sezgi’nin sandığından fazlası olduğunu söylüyordu. Yine de bu konuyu üstelemedim, Sezgi’yi daha fazla köşeye sıkıştırmak istemiyordum. Sezgi’nin avucunun içine hızla çarpan ruloyu hatırlayınca midem tuhaf bir hisle kasılsa da sanırım içten içe artık bu duruma alışmaya başlamış olacağım ki sandığım kadar ağır bir tepki vermedim; hatta kendi içimde bile nedenini çözemediğim bilge bir sakinlik vardı.
Salona döndüğümüzde Ceyhun ile Efken’i konuşurken bulmuştuk. Yaren ise koltuğun kenarına oturmuş, uzun tırnaklarını telefona sertçe vurarak mesajlaşıyordu. Efken o an bu durumu önemsemese de Yaren’in İbrahim ile mesajlaştığına emindim. Efken bu gecelik onu görmezden geliyor gibiydi ya da kafası cidden farklı bir yerdeydi. Efken orta sehpanın üzerine halkası bir dizi anahtarla dolu olan anahtarlığı bıraktıktan sonra, “Döndüğümüzde Medusa mekânın restoresi için çizim yapmaya başlayacak,” dedi, Ceyhun bu konuya zaten hakimmiş gibi başını salladı. Sezgi dik dik bana bakıyor, bıyık altından gülüyordu. “Diğer mekânla ilgilenmeyi unutma.”
“O iş bende,” dedi, diğer mekândan kastı neydi anlamadığım için sessizce ikisini izleyip Sezgi’nin imalı bakışlarına yorumsuz kalmaya devam ettim. “Bu gece burada mı kalacaksınız?”
“Gün beyaza dönmeden alacaşafakta çıkacağız,” dedi Efken, yeni bir terim öğrenmiş gibi kafamda birkaç defa kelimeleri tekrar ettim.
“Nereye gideceğinizi söylemeyeceksin sanırım.” Ceyhun başını sallayarak bu gerçeği kabullenmiş gibi güldü. “Kızın başını belaya sokma.”
“Benim yanımdayken daha büyük bir belayla karşılaşma ihtimali yok,” dedi Efken, muzip sesi Ceyhun’un sırıtışını genişletirken çatık kaşlarla ona baktım.
“Yola koyulmadan önce biraz dinlenin kardeşim,” dedi Ceyhun. “Biz Sezgi ile odalarınızı hazırlarız. Zaten Yaren’in bir odası var. Malum, bu cimcime bizden hiç çıkmıyor…”
“Aşk olsun Ceycey, istenmiyorsam söyle yani,” diye dudak büktü Yaren.
“Öyle olmadığını çok iyi biliyorsun. Sen Sezgi’nin de benim de kardeşimizsin. Burası senin de evin.”
“Duydun mu abi, canımı sıkarsan evi terk ederim.”
Efken alaycı gözlerle Yaren’e bakıp, “Çok güvenme bu herife,” dedi. “Bir telefonuma bakar seni kapının önüne yavru bir köpek gibi koyması.”
Bir süre aralarındaki çekişmeli sohbeti dinledim, göz kapaklarım ağırlaşmaya başladığındaysa Sezgi benim için hazırladığı odaya gidebileceğimi söyledi. Küçük ama derli toplu odadaki lambaderin ipini yavaşça çektiğinde içerisi sisli bir beyaz rengine boyanarak aydınlandı ama ışık çok kördü, odanın tamamını aydınlatmaya yetmiyordu. Sezgi, beyaz sabun ve mercanköşk kokan pudra rengi pike ile örtülü yatağı işaret ederek, “Biraz dinlen, yol uzun olabilir,” dedi.
Uzun süre iki tarafında ceviz komodinler olan yatağa baktıktan sonra, “Teşekkür ederim,” dedim ve Sezgi bir hayalet gibi odanın içinden silindiğinde artık odada yalnızdım.
Yalnızken saldıran düşünceler vardı; yalnızlığın yolunu gözleyen eli bıçaklı acılar, sırtına bineceği ânın geleceği ümidiyle tırnaklarını keskinleştiren çaresizlikler… İşte ne zaman yalnız kalsam, kalbim yıllardır sebebini bilmediğim ama dindiremediğim bir acıyla, zihnim içinden çıkılmaz düşüncelerle, sırtım ise tenimi yırtan çaresizliklerle doluyordu.
Yatağın ucuna oturdum ve Asreman zamanı zihnime dokunup bir kılıç gibi hafızamı deşen anıları hatırlamaya çalışırken odayı sis gibi örten beyaz ışığı izledim. O anları tekrar hatırlayabilecek miydim? Evden çıkmadan önce giydiğim lacivert kazağın kumaşını yukarı sıyırıp bileğimin içinde, nabzımın hemen üzerinde duran kar tanesi sembolüne uzun uzun baktım. Geçmişimden kopan görüntülerdi, diye düşündüm içimden. Ama ne kadar uzak bir geçmişten?
Kılıç seslerini duydum; bozuk bir radyo frekansı düşüncelerimin üzerini kapladı ve kar soğuğunun kokusu ciğerimi kesmek isteyen ince bir hastalıkmış gibi içime doldu. Ayaklarımı gördüm, karlara gömülüp çıkan ayaklarımı… Koşuyordum. Sonra görüntüler tekrar geri çekildi ve boşalan hafızam yine bana beklediklerimi vermemeyi seçti.
Parmaklarımı şakaklarıma bastırıp bunun ne zaman son bulacağını düşündüm. Bunu düşünürken, o karmaşık düşüncelerin arasından saçma sapan bir düşünce daha çıkıp önüme geldi. Efken bu odada değildi, burası ona ait bir oda da değildi, bu gece onun gölgesi bu odanın duvarlarını koyu renklere boyamayacaktı; bu gece gerçekten yalnız olacaktım. Karnımda bilinmezlikle gelen bir ağrı hissedince yatağa devrilip tortop oldum. Dizlerimi karnıma yaslanana dek içeri çektim, ta ki uzun bedenim küçücük bir cenine dönüşene dek yaptım bunu. Ona alıştığımı fark etmiştim. Bu çok sancılı bir süreçti ama fark etmiştim. Ondan bir şeyler saklıyor olmanın ağırlığı, şu an burada, bu odada benimle olmamasının ağırlığının üzerine binince, büyük cüsseli bir canavar yere kan lekeleri bırakan ayaklarıyla bana doğru yaklaşmaya başlamıştı.
Nigin Bağı’nı eninde sonunda öğrenecekti. Öğrendiğinde vereceği tepkiyi kestiremiyordum. Herhâlde beni özgür bırakmak için kendi canını ortaya serecek değildi, değil mi? Oysa bugün o tabloyu gördüğümde ve bana kanla yazılmış bir yemini hatırlatan o cümleleri sarf ettiğinde, onun gerçekten de benim uğruma ölümü göze alabileceğine inanmıştım. Şimdiyse bu inancı yakıp yıkmak, içimde parçalara ayırmak ve küle döndürmek istiyordum. Çünkü buna inanmak canımı acıtmıştı. Buna inanmak beni bir yangının ortasında savunmasız bırakmış, alevleri kabullenmemi sağlamıştı.
Asale… Bunun da Mar ile bir bağlantısı olabilir miydi? Çocukluğundan adamlığına uzanan o serüvende bir şekilde görsel bir ikizimin kâbuslarında, belki de ona iyi gelen rüyalarında dolaşması nasıl açıklanabilirdi? Karnımdaki ağrı şiddetlendi. Üzerime binen düşünceler ve yalnızlık, kıvamı bozuk bir duygu gibi akışkan hâlde içimi doldurunca birden tüm bu baskıyı kusarak içimden çıkarıp atma isteğiyle doldum.
Asale ve Medusa. Hayatındaki yerim bu iki isimden ibaretti. Mahinev’i yok sayıyordu. Sanki ben yoktum. Onun var ettikleri vardı. Onun var ettiği bir şeye dönüşmekten korkuyordum.
Belki de korktuğum şey çoktan gerçeğe doğru ilk adımını atmıştı.
Uyuyamayacağımı, değil dinlenmek burada yalnız kaldıkça daha da yorgun düşeceğimi anladığımda yataktan doğrularak kalktım ve dağılan saçlarım sol omzuma doğru döküldü. Odadan dışarı süzüldüğümde beni karşılayan karanlık hol olmuştu, holü parmaklarımın ucunda yükselerek bir kedi gibi sessizce aştım ve dış kapının hafif aralık olduğunu görünce kaşlarımı çattım. Kapının soğuk metal kulpunu tutup yavaşça çektiğimde, demir verandada sırtı dönük bir şekilde karanlık sokağı izlediğini gördüm. Yüksekte olduğumuz için metrelerce ötede yanan sokak lambaları da alev alıp yere düşmüş yıldızlar gibi parlıyordu.
Üzerinde kazağı yoktu, beyaz sporcu atleti vardı, siyah kot pantolonunu çıkarmamıştı ve postallarının bağcıkları da gevşek bir şekilde bağlandığı için zemine sürtüyordu. Kolunu kırarak kaldırınca parmakları arasındaki sigarayı dudaklarına götürdüğünü düşündüm, geniş omuzlarının şişkin başları bir dağ gibi yüksek duruyor, esmer teninin altındaki masmavi damarlar görünüyordu. Sigaranın dumanı yüzünün iki tarafından dağılarak havaya yükseldi, kurum siyahı saçlarının arasından süzülüp giden dumanı izlerken yavaşça dışarı çıktım ve kapıyı aralık kalacak şekilde çektim.
Kedi kadar sessiz olsam da “Uyumamışsın,” deyince kalbim yerinden hoplamıştı, sırtında da gözleri olmalıydı, hatta biçimli ve damarların tıpkı boynu gibi terk etmediği ensesinde de gözleri olmalıydı. Belki olmadığı zamanlarda bile beni izleyen gözleri duvarlarda, içime çektiğim havada, altında durduğum gökyüzündeydi. O cüsseli bir bombaydı ve vücudunun her noktasında o bombayı infilak ettirecek ölümcül kablolar vardı; belirgin damarları…
“Gözlerin nasıl oldu?” diye sordum kısık sesle, sonra ona doğru yürüdüm ama bana doğru dönmedi, sigarasını içmeye devam etti.
“Selektör yakmıyorum şimdilik,” dedi. “Sanırım vücudumla doğru orantılı giden bir şeyler var.”
Ellerimi soğuk demir korkuluklara bastırıp omzumun üzerinden ona doğru baktığımda fazla düzgün, hatta uhrevi güzellikteki profiline baktım. Burnunun ucu sanki tanrı parmak uçlarında bir kili şekillendiriyormuş gibi yukarı doğru şekillendirilmişti, kirpikleri tanrının meleğinin sırtına koyduğu zehirli oklardan silahlardı, dolgun dudakları tanrının bahçesindeki yasak elmanın rengindeydi.
“Vücudunla mı?”
Tek kaşını kaldırdığını fark ettim, üzerinde dikiş izi olan kaşı benden taraftaydı, onu kaldırmıştı. Bana bakmadan, “Masum rolü mü yapıyorsun yoksa gerçekten bazı şeyleri kafan mı basmıyor hiç anlamıyorum,” diye itiraf etti, sesinde ne muzip bir tını vardı ne de alay. Aklını karıştırdığım apaçık ortadaydı.
“Kafam bir şeyi basmıyorsa, sen açıkça söylemiyorsun diye basmıyordur.”
“Açıkça demek?” Kaşlarını kaldırdığını gördüm, sonra o bakışlar tutulan bir güneş gibi usulca karanlığa doğru batarak bana çevrildi. Gözleri siyahtı, sanki hiç mavi olmamış gibi koyu… Gece gibi. “Bende yarattığın etkileri görmüyor olman senin aptal olduğunu gösterir. Ya da kör.”
“Etkiler,” dedim kısık sesle. Soru değildi, sadece ondan duyduğum şeyi kendime kanıtlamak ister gibi tekrar etmiştim.
“Çok seksisin,” dedi, bir an ona bakakaldım. Bu itiraf beklenmedikti, hele öyle kararmış, tutulan bir güneş gibi etrafı aydınlık ama kendi karanlığa batmış gözlerle söylediğinde etkisi normalde yaşatacağından birkaç kat daha sert geliyordu. “Ve seksi olmak için çaban yokken öylesin. Seni seksi bulmam için kışkırtıcı görünmene gerek yok. Basit bir kazağın içindeyken de çok çekicisin. Bana ait olan, sana büyük bir kazağın içindeyken de. Bana ait olanların içindeyken daha seksisin hatta.” Ardı arkası kesilmeden ateş etmeye devam etti. Her bir cümlesinde içimde yeni bir kurşun yarası açılıyordu. “Dün gece seni öptüğümde daha fazlasını istedim,” diyerek son darbeyi vurdu; sanki kalbime ateş etmişti. Parmaklarının ucunda tuttuğu sigaranın uzayan gri külü kırılarak aşağıya doğru süzülürken, diğer elinin avucunu korkuluğa sertçe bastırıp, “Bu seni korkuttu mu?” diye sordu.
Korkutmak diyemezdim, başka bir şeydi. Bir şeydi işte. Ne olduğunu bilmiyordum. “Daha fazlasını istedin ama yapmadın,” dedim. “Neden korkutsun?”
“Daha fazlasını isteseydim, eğer sen de istiyor olsaydın karşılık verir miydin?” diye sordu bu kez, gözleri artık karanlık bir oyuktu ve ben o oyuğun içine çekiliyor, o oyuğun girdabına kapılıyordum.
Bir sarmaşık gibi ruhuma dolanan sorusuna verecek karşılık bulamamaktan ziyade, dilimin ucuna kadar gelip tüm vücudumu ateşe veren o gerçeği ona söylediğimde yaşanacakları düşündüm. Bana bakışı yoğunlaştıkça daha da çıkmazda hissettim.
“Mantıklı olan sana karşılık vermemem olurdu,” dediğimde kaşlarını daha da kaldırdı, oyuk gibi bakan kararmış gözlerine bakarken nabzımın gitgide daha da hızlandığını hissediyordum. “Ama o an, mantık yoktu.”
Gözleri birden alevlerle dolan bir deniz gibi yanmaya başladı ve o karanlık, yükselen alevlerin dalgalarının altında kalarak kayboldu. Ateşi gördüm. Onun gözlerindeydi. Mavi gözlerini ruhuma dikti, dudaklarımdan dökülenler zihnine doldu ve bakışları keskinleşirken ruhum o keskinliğin dokunuşuyla kesilip hislerini kan gibi sızdırmaya başladı. Ona verdiğim gerçek onun için alevleri çağırmak gibiydi; alevleri çağıran o değildi bendim ama ateşlerin esir aldığı oydu.
Sigara parmaklarının arasından kayıp aşağıya doğru düşmeye başladığında tamamen bana doğru döndü ve soğuk bir meltem saçlarımın arasından geçip ona doğru gitti, onun saçlarını da dağıttı. Âdemelması yukarı çıkıp aşağıya indi ve yoğun bakışlarını benden çekmeden beni izlemeye devam etti.
“Karşımda durup, dün gece geri çekilmeseydim benimle her türlü mantıksızlığı yapabileceğini mi söylüyorsun?”
Buna cevap vermek istemedim, bakışlarım ondan uzaklaşarak karanlığa doğru kaydı. Bir adım atınca yerdeki demirler titredi, gözlerimi kıstım ama ona bakmadım. Soğuğa rağmen sıcak olan parmağını çeneme koydu, çenemi yavaşça kaldırdı ve sonra başımı ona doğru çevirdi. Aramızdaki o gerilimin yükselerek bizi birbirimize çeken bir mıknatısa evrildiğini hissettim.
Onun da bunu hissettiğini, hatta bunu benden daha iyi bildiğini biliyordum.
“Gözlerini bana değdir, sana yangınları göstermekten ileriye gideyim, seni o ateşlerin içine alayım,” dedi, erkeksi sesi doğrudan boynuma akan nefesiyle birleşince beni allak bullak etti. “Gözlerini bana değdir, bu kez asla geri çekilmeyeceğimi sana göstereyim. Göstermeyeyim, hissettireyim.”
“Bana karşı neden böylesin? Asale sandığın için mi?” diye sordum anlık bir cesaretle. Duraksadığını hissettim. Gözlerim gözlerine işte ilk defa o zaman dokundu, bana dokunuşundan korkmadan, bana sorduğu sorudan saklanmadan, dudaklarımda onun için doğmuş bir soruyla ona baktım. Şeytan, cehennemin kapısını ilk kez araladı ve arafta kaybolan ruhlardan birini ilk kez o zaman gördü; sanki o da ilk kez kapısını açtı ve kaybolan beni ilk kez o an gördü.
“Belki Asale’ye çok benzediğin için, belki gerçekten o olduğun için,” durdu, ikimiz de sessizdik, zaman bile sessizdi. “Belki de,” diye mırıldandı, “sadece senin için.”
Bir bebeğin boğazına dolanan kordonun onu hayatta tutmak için değil, öldürmek için var olmuş olması gibiydi. Seni hayata bağladığını sandığın bir şey, bir gün seni öldüren şey olabilirdi. Kalbim öyle çok hızlandı ki, şu an beni yaşatan bu kalp atışları, bir gün beni öldüren şey olabilirdi. Ve bu ölümün sebebi kalp atışlarıma kendini doluyor olması olabilirdi.
Yüzü yüzüme yavaşça yaklaşmaya başladığında, onun olmasını umduğum insan olmadığını, bir insanın kanıyla dolmuş parmak boğumlarına sahip olduğunu içimden durmadan tekrar etsem de geri çekilme isteği yoktu. Yaklaşsın istedim. Bir dalga gibi başımın üzerinde devleşsin, beni altına alsın, yutsun… Çaresizce ona bakarken sadece bunu diledim. Dudakları dudaklarıma bir mühür uzaklığındaydı. Aramızdaki Nigin Bağı’nın cehennemdeki bir çukurda fokurdayan ateş gibi fokurdadığını hissedebiliyordum.
Dudakları dudaklarıma bir çıkmaz sokaktı. O an, gökyüzünde alev gibi yanarak tüm göğü kaplayan ışık gözümü aldı ve bir çığlık dudaklarımın arasından firar edecekken Efken beni sertçe çekerek arkasına aldı. Kolunun kenarından bir havai fişeğin parıltılı kolları gibi kızıl yansımalar hâlinde gökyüzüne dağılan ışıklara bakakaldım. Sanki göğün bağrında bir volkan patlamıştı. Buzdan dolunaydan geldiğini anlamam çok da uzun sürmeyen bir uğultu tüm sokağı kapladığında ışık söndü ve gökyüzünden iri buz taneleri yağmaya başladı.
Efken beni demir verandanın çatısının altına doğru iterken buz taneleri sivri oklar gibi şiddetle yağmaya devam ediyordu. Güçlü ve sıcak bir rüzgâr, soğuğun içinden mızrak gibi geçerek esti ve dik bir şekilde düşen buz taneleri bu kez yan yatarak kurşun gibi bize doğru gelmeye başladı.
Kapı aniden ardına dek açılırken Ceyhun, “Ne oluyor?” diye bağırıyor, mahşer yerine dönmüş yeryüzüne iri gözlerle bakıyordu. Hemen arkasında Sezgi ve Yaren’i gördüm. Yaren korkuyla çığlık atarak Sezgi’nin arkasına sindi.
Sezgi birden ellerini başına koyunca ona doğru döndüm. Buz taneleri küçük ama sivri oklar gibi demir verandaya düşüyor, taş gibi yuvarlanıyorlardı. Saniyeler içinde ayaklarımızın etrafı cam kırığı gibi duran buz kırıklarıyla dolmuştu. “Bu uğultu da ne?” diye hırladı Sezgi, uğultu çoğalmıştı, ben de duyuyordum ama Ceyhun, “Ne uğultusu?” diye sorunca gözlerim dehşetle aralandı. Sezgi birden Ceyhun’u itti, çıplak ayaklarıyla buz kırıklarına basarak demir verandaya çıktı ve Efken gözlerini ona dikerken üzerinde uzun, beyaz geceliğiyle ürkütücü bir görüntü çizerek korkuluğun önünde durdu.
“Sezgi!” diye bağırdı Ceyhun, tam ona doğru atılıyordu ki, Sezgi, “Lalin plen,” diye fısıldadı ve avuç içlerini kulaklarına daha sert bir şekilde bastırdı. Bir çığlık kopardı: “Lalin plen!”
Lalin plen, diye düşündüm ama bu ne demekti bilmiyordum, sonra birden sanki bu kelimelere cevap veriyor gibi uğuldayan ayın sesi zihnimi sıkıştırdı ve soluk boşluğuma yumruk yemişim gibi nefesim kesildi. Dolunay, diyordu. Sezgi, bilmediğim ama gelen karanlıkla beraber anladığım bir dilde aya sesleniyordu.
Sezgi’nin çığlığı dolunayın daha da uğuldamaya, üzerinden kopan buzların şiddetle rüzgâra tutunarak yeryüzüne savrulmaya başlamasına neden oldu. Sanki dolunay atmosferin içindeydi, buzlarını üzerimize yağdırıyor ve uğulduyordu. O an, dolunayın huzursuz hissettiğini, bir insan gibi kendine ait hisleri, hatta benliği olduğunu fark ettim.
Ceyhun ve Yaren, bu gürültüyü sonunda duymuşlar gibi birden ellerini kulaklarına götürerek geri çekildiler; bozuk bir frekansın sesi gibi yükselen dolunayın sesi, Sezgi birden kollarını havaya kaldırınca yavaşladı ve Sezgi’nin geceliğinin uzun, geniş kolları geriye doğru düşerek Sezgi’nin omuzlarına kadar açılmasına neden oldu. Sezgi avuçlarının içinde kocaman bir küre varmış, küre başının üzerinde sallanıyormuş ve çok ağırmış gibi ellerini havada tutmaya, bir şeyi kavrıyor gibi durmaya devam etti ve sonra bir çığlık kopardı. Çığlığı uğultunun içinden bıçak gibi geçerken alnımın yanmaya başladığını hissettim. Efken önüne geçmeyeyim diye kolumu tutuyor, uğultudan biraz olsun etkilenmeden Sezgi’ye bakıyordu. Sezgi görünmez küresini birden ileri doğru savurdu ve saçları bir anda havalandı; şehirdeki tüm elektrik direklerinin sırayla arka arkaya alevler saçarak patlamaya başladığı ânı izledim ve yerküre derinden gelen bir depremle sarsıldı.
Deprem anlık olarak vurup hızla geri çekildiğinde, artık şehir kapkaranlıktı. Sezgi’nin kolları aniden aşağı düştü, geriye doğru sendeledi ve saniyeler içinde yere yığıldı.
Bilinci kaybolurken buz kırıklarının içinde uzanıyordu, ne ara Efken’in kollarından sıyrılıp onu tutmak için yanına fırlamıştım bilmiyordum ama gözlerinin beyazı son kez görünürken, “Düşman,” diye fısıldadı ve devamında artık baygındı.
Ayın uğultusu sustu, buz kırıkları yağmayı kesti; şehir karanlıktı ve o kelime durmadan zihnimde tekrar edip durdu.
Düşman.
🎧: Kalandra, Slow Motion