🎧: Kıraç, Yıkık
Cehennemin içinde oturduğunda sırtına ateşin sıcağı vururken cenneti izlemeye başladığında ve ilk kez cennetin yüksek vadilerinden taşarak eteklerine inmeye başlayan soğuk suları gördüğünde, senin için bir yol daha var mıdır?
Gurur’un gözlerinde yıkılmaya başlayan cehennemi gördüğümde, ondan önceki hayatım yükselen vadileri olan o cennet gibi gelmişti bana. Eteklerine akan soğuk suları artık sadece uzaktan izliyordum, sırtıma bu adamla girdiğim cehennemin sıcağı vuruyordu, bir yol daha var mıydı? Bu adamı da alıp o cennete dönebilmenin ihtimali var mıydı?
Verandadaki karanlık, arabanın içinde de bizimleydi.
Arabaya ondan sonra binmiştim, beni beklemeden fırtına gibi arabaya gittiği an hâlâ gözlerimin önündeydi. Şehrin içinde ilerleyen trafikten dökülen ışıklar gözlerimi alıyordu. Gurur bir süre arabayı hareket ettirmeden bekledi. Devran’ın hızla ilerleyen cipini gördüm, gecenin içinde kaybolarak gözlerimin önünden silinene dek kalbimin ne kadar şiddetli attığının farkında dahi değildim. Yener arabasının dörtlülerini yakarak yanımızdan geçip sinyal verdiği anda, altımızdaki araba bir aslanın avının boğazına saldırdığı andaki hırıltıyı çıkararak öne doğru atıldı ve iki büyük aracın arasından kayarak geçip çevre yolunda ilerlemeye başladık.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum kısık bir sesle, altımızdaki arabanın uğuldamasından dolayı Gurur beni duyamadı. Boğazımda düğümlenen yutkunuşun hemen ardından, “Gurur,” dedim karanlık araçta ona doğru dönerek. “Nereye gidiyoruz?”
“Toplanma alanına.” Kısa cevabını bana bakmadan, gaza daha da yüklenerek vermişti.
Arkamda arkadaşlarımı bırakmıştım. Kimse ne olduğunu anlamadan çıkıp gitmesi çok zordu, bunun bedeli ağır olacaktı, yine yalan söylemek zorunda kalacaktım ve bunu istemiyordum. Öte yandan taklitçi katil olayının nereye doğru yuvarlanmaya başladığını, ne kadar büyük bir çığa dönüşeceğini de kestiremiyordum. Buz kesen ellerimi kucağıma koyup Gurur’a doğru baktım, bakışlarımdaki soru işaretleri ve çaresizlikten kaçındı. Bana bakmadı.
Bana bakmamasının nedeni çaresizlik olsa bile içten içe buna öfkelendim, gözlerimi profiline diktim. “Seni yakalayacaklar mı?” diye sordum. Sarsılmaz ifadesinde herhangi bir aksama olmadı, yüzüne tenindeki buz soğukluğunu dindirecek başka bir renk karışmadı.
Gözleri doğrudan yoldayken, “Hayır,” dedi, bu kadar kendinden emin olması kaşlarımı sertçe çatmama neden olurken, “O zaman?” diye sordum. “O zaman neden bu kadar telaşlısın?”
“Çünkü biri beni taklit ederek birilerini öldürüyor, Zeliha.”
Geçmişin içine sarkmama neden olan bu cümleyle beraber sessizlik artık her yerdeydi. O geceye geri döndüm, yaşanmaması gerektiğini haykırdığım o gecenin içinden ne kadar ağır yaralarla çıktığımı hatırladım. Hayatımın tam da o noktada, o gece nasıl geri dönülemez bir biçimde değiştiğini hatırladım. Dalgın gözlerimi yavaşça dışarıya çevirdim, pamuk parçaları gibi savrularak düşmeye başlayan kar tanelerini ilk kez o an fark ettim. Islak şehre düşmeye başlayan kar taneleri ne kadar telaşsızsa, geçmiş ve gelecek tıpkı bizim gibi telaş içindeydi.
Dışarıda biri Gurur’un başlattığı bu karanlığı büyütüyordu. Gurur’un haklı da olsa haksız da olsa ortaya bıraktığı şeyi belki de oyun olarak görüyor ve devam ettiriyordu. Kalbim sıkıştı, nefes alma ihtiyacıyla arabanın camını indirdiğimde gözlerinin bana dokunduğunu hissettim. Yüzümü dışarıya uzatıp yanımdan geçip giden araçların rüzgârını saçlarımda ve tenimde hissederken gözlerimi sıkıca yumdum. Birkaç derin nefesin ardından panik usulca geri çekildi ve Gurur, “Her şey yolunda,” diye yalan söyledi. “Sakin ol.”
“Sen sakin değilsin,” diye fısıldadım, içimdeki paniğe rağmen çok sessiz ve sakin konuşuyordum ama Gurur buna rağmen içimdeki kaosu, karmaşayı, paniği hissedebiliyordu. Kalbimin delice vuruşlarını duyuyor muydu yoksa?
“Kendimi mi düşündüğümü sanıyorsun?” Bu soruyu bana değil, ruhuma yöneltmiş gibi canım acıyarak ona doğru baktım. Rüzgâra tutunan saçlarım dağılmaya başlamıştı.
Ucu kızaran burnumu çekerek, “Benim için mi endişeleniyorsun?” diye sordum tedirgince.
Buna cevap vermek yerine önümüzdeki birkaç araba arasında makas attı, Yener’in arabasını gördüm, ileride küçük bir nokta boyutundaydı ama sonunda onu bulmuştuk. Burnumu çekerek koltuğa sinerken gözlerimi Yener’in arabasına diktim, bir süre sonra ufuk çizgisindeki arabayı kaybettim ve bakışlarım yüzümü aydınlatan trafik lambalarına çevrildi.
Dağ yolu ile çevre yolunu birbirinden ayıran, bir koldaki damarı anımsatan ince yola doğru döndüğümüzde, gerimizde Burdur istikametinde hareket eden arabalar kaldı ve bir süre sonra onlar da kayboldu. Şimdi karanlık dağ yolundaydık, metrelerce ileride de askerlerin arabalarından sızan hafif far ışıkları önümüzde bize yoldaşlık ediyordu. O kadar uzaktaydılar ki ışıklar tıpkı birer ateş böceği gibi görünüyordu. Tesise giden yoldan daha farklı bir yola saptık, çakılların oluşturduğu ince yolun iki yanı boyu aşan otların büyüdüğü arazilerden oluşuyordu. Telefonuma düşen bir bildirim sesiyle irkildim.
Ayça Sarıhan: Neler oluyor ve nereye kayboldun?
Titreyen ellerim telefonun dokunmatik ekranında dolaşmaya başladığı sırada Gurur göz ucuyla bana bakıyordu, hissettim ama o bakışların yarattığı ağırlığa rağmen mesaj yazmaya devam ettim.
Zeliha Özdağ: Küçük bir sorun çıkmış, kavga çıkmasını önlemek için Gurur ile gittim. Döndüğümde anlatırım.
Ayça Sarıhan: Başka askerler arasında falan mı? Aralarına girme Zel, o kerestelerden biri bile araya girmemen için üzerine yürüyecek olursa gelip kafalarına işerim.
Telefonun ekranını kapatırken, “Yalan söylemekten tiksiniyorum,” diye mırıldandım kendi kendime.
“Üzgünüm,” dediği anda bedenimden bir ürperti geçti. “Yalan söylemek zorunda kaldığın için.”
Bir cevap veremedim. Ona kendini suçlama diyemedim çünkü ortak paydada ikimiz de suçluyduk. Ben korkup sakladığım için, o mecbur bıraktığı için. Sessizliğimden birçok şey anlaşılabilirdi ama o, anlaması gerekeni anladı. Beni yargılamadı, onu suçlamadım, sadece sustuk. Araç iki oyuktan oluşan, içi betonla örülerek modern hâle getirilmiş tünelin önünde durdu. Tünellerden birinin sonu dağa çıkıyordu, bir diğerinin sonu ise taş ile örülmüştü ve sonunda başlayan merdivenleri görebiliyordum. Araçtan inerken dağın havası beni çarptı, üşüyen bedenimi korumak için kollarımı kendi bedenime sardım ve Gurur da elini belime koyarak taşla örülü tünele gidene dek bana eşlik etti. Merdivenlerden tırmanıp tünelin içine çıkan kişi Adnan’dı, uzun boyuna rağmen tünelde küçücük duruyordu çünkü tünelin tavanı epey yüksekti.
Duvarlardaki küçük, işaret amaçlı yanıp sönen kırmızı ışıklara baktığım esnada Gurur, “Zeliha’nın arkadaşlarını eve kim bıraktı?” diye sordu Adnan’a.
Adnan, “Girdap,” dedi, derin bir nefes aldı ve “Oğlum işler çok karışık, Muşta alt kata indi, seni bekliyor,” diye devam etti. “Muşta şu an ne yapsa haklı, biliyorsun değil mi?”
“Uzaklaştırılmamı mı talep edecek?”
“Kime talep edecek, Gurur? Kim biliyor olanları? Bizim ekipten başka kimse bilmiyor. Diğerlerine ne sebep gösterecek seni uzaklaştırırken?” Homurdanarak başını iki yana salladı. “Sadece sakin olup bu kez Muşta’yı dinle. Olanlara engel olamadık. Yapmamız gereken bundan sonra olacaklara engel olmak.”
“Bu iş sarpa sardı, Adnan. Bunu her kim yapıyorsa, ya beni biliyor ve sıkıştırmaya çalışıyor ya da gerçekten bu işi oyuna döktü ve kendini benim gibi gösteriyor. Sorun şu ki uzmanlar onun gerçekten ben olmadığımı, taklitçi olduğunu anladığında, ki bunu anlamak çok zor değil, sonunda yine peşine düşülen esas adam ben olacağım.”
Adnan, tek kaşını kaldırdı. “Seni bilen biri olduğunu mu söylüyorsun?”
“Evet, amacı da ipi iyice gererek inceltmek. Cambazı ipten düşürmek istiyor. Beni tamamen açık hedef hâline getirecek. Gerçekten taklitçi olduğu ayyuka çıkarsa beni insanları yönlendirdiğim için kırmızı bültenle aramaya başlayacaklar. Yeni bir taklitçim ortaya çıkmasın diye.” Tüm bu kelimeleri hızla sıralamıştı, yüzündeki gerginliği ilk o zaman fark ettim, kendinden kaçıyor gibiydi. Yüzleşmekten korktuğu şey yakalanmak ya da kaybetmek değildi, yüzleşmekten korktuğu yaptığı şeydi; o gece yaptığı şeydi.
Adnan, “Bu olayı bilen bir Allah’ın kulu yok oğlum. Bizden başka kim biliyor?” diye sordu sertçe, bir an için onun da şüpheye düştüğünü görünce kaşlarımı çattım. Bakışları yavaşça beni buldu. “Bayan Yenge,” dedi katıksız bir ciddiyetle. “Bu sırrı bir başkasıyla katiyen paylaşmadınız, değil mi?”
“Saçmalama,” dedim sertçe.
Gurur, “Onun bu konuyla uzaktan yakından ilgisi yok,” derken sesi benim sesimin on misli daha sert geliyordu. Adnan bana inanıyor gibi baksa da kafasında dönen şüpheler olduğu esmer yüzüne yansıyan düşünceli ifadeden okunuyordu.
“Kızı saçma sapan bir durumun içine sokan benim, bir de karşısına geçip bunun hesabını mı soracağım?” Gurur, ellerini saçlarına götürdü ve saçlarını sertçe karıştırıp zemine öfkesinin yankılarını taşıyan bir tekme geçirdi. “Ben Muşta’nın yanına iniyorum. Zeliha, gel.”
Başımı sallayarak Adnan’ın yanından geçtim ve Gurur’un peşine takıldım. Öfkeyle, tıpkı bir rüzgâr gibi eserek ilerliyordu. Bir yılan gibi kıvrılarak aşağı doğru inen dar basamaklı merdivenleri indiğimizde bizi yerin dibinde bembeyaz ışıkların yıkadığı tünelden bir salon karşıladı, tünelin sonunda büyük demir bir kapı olduğunu gördüm, kapının büyük kulpu tıpkı bir gemi dümenine benziyordu. Gurur’un yere düşen adımlarının yankısı tünelin boş duvarlarına sinerek devleşirken yer altında bir sığınakta olduğumuzu anladım. Gurur, dümene benzer kulpu çevirdi ve bir şifreyi o kapıya çevirdiği sırada kodladığını fark ettim. Kapı açıldığında içeriden hafif bir sis çıkarak tünele yayıldı, ardından daha sıcak bir ortama girdik.
Bir duvar boyutundaki ekranda yaklaşık kırk parçaya bölünmüş görüntüleri izlemeye başladım. Hepsi birbirinden farklı bir noktada ama aynı saatlerde kayıt alıyordu. Bunların güvenlik kameraları olduğunu anladığımda Gurur, o ekranın önündeki dönen sandalyede oturan Muşta’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Güvenlik kameralarından birinde Yener’i gördüm, hangi cephede olduğunu anlayamadım, etrafı çalılıklarla doluydu, belinden çıkardığı silahın şarjörünü doldurduğu ânı büyük bir sakinlikle izledim. Kafasını kaldırıp kameraya doğru baktı, karanlıkta parlayan gözlerini kıstı ve yavaşça göz kırptı, sanki orada onu izlediğimi biliyor gibiydi.
“Neye hazırlanıyorsunuz?” diye fısıldadım sadece kendimin duyabileceği bir tınıyla, bu soru doğrudan kendime sorduğum bir soru olsa da hedefi onlardı. Muşta sandalyede rahat bir pozisyonda oturuyordu ama ben içeri girdiğim an oturuşunu düzeltmişti. Ellerini dönen koltuğun kenarındaki saplara yerleştirip, “Bu işin bu kadar büyüyeceğini düşünmemiştim,” dedi, ses tonu sabitti, yine de içinde tıpkı bizim de içimizde yeşerdiği gibi şüphelerin ve korkuların yeşerdiğini biliyordum.
“Ben de öyle,” dedi Gurur sadece.
“Planın ne?”
“İtiraf,” dedi Gurur, bir an kan beynime sıçradığı için ona doğru dönüp iri iri açtığım kahverengi gözlerimi sırtına diktim. Varlığımı yok sayarak, “Ne ekibi ne de kızı daha fazla tehlikeye atmadan doğru olanı yapacağım,” dedi
“Bunu yaparsan Zeliha’nın başının belaya girmeyeceğini mi sanıyorsun? Cinayet anında oradaydı, tek görgü tanığıydı ve sustu.” Söylediklerinin hiçbirinde kötü niyet olmadığını bildiğim için hiçbir şey hissetmedim, hissettiğim tek şey Gurur’a karşı büyümeye başlayan öfkemdi. Nasıl itiraf etmeyi düşünürdü? Kendini mahvetmek mi istiyordu? Yenildiğini kabul mü ediyordu? Aklını mı yitirmişti?
“Zeliha’ya baskı uyguladığımı, onu tehdit ettiğimi söylersem bu işten sıyrılır. Kaldı ki olay yerinde onun da olduğuna dair hiçbir iz yok. Onu bu işe katmadan da halledebilirim.” Ruhsuz bir şekilde kurduğu cümlelerin her biri kalbime bir ok gibi girip kan revan içinde sırtımdan çıkarken, hissedebildiğim sadece koca bir çaresizlik olmaya başladı. “Bu iş çok uzadı.”
“Kolayca teslim oluyorsun, Çalıklı,” dedi Muşta bu fikirden hoşlanmamış gibi. “Daha kim olduğunu, amacının ne olduğunu öğrenmeden öylece vaz mı geçiyorsun?”
“Bir sonraki adımının size ya da ona zarar vermeyeceğinden emin olsaydım vazgeçmezdim, bu ekipte en son vazgeçenin kim olduğunu sen daha iyi bilirsin,” dedi Gurur ve sonra bir ok gibi sapladı o cümleyi: “En kolay vazgeçenin sen olduğunu biliyoruz tabii.”
“Öfkelisin ve öfkeni benden çıkarıyorsun,” dedi Muşta onun söylediklerine bir nebze olsun takılmamış gibi. Boynunu çıtlattı ve derin bir nefes alarak mavzer mavisi gözlerini bana çevirdi. “Sen ne düşünüyorsun, Zeliş? Kahramanlık yapmaya karar vermiş Gurur Efendi, düşüncelerini bize aktarmak ister misin?”
“Onun tam bir sünepe olduğunu düşünüyorum. Ayrıca düpedüz bir mal.”
Gurur birden bana doğru dönünce, “Bakma,” dedim sertçe. “Bana bunca şeyi yaşattıktan sonra siktir olup gidecek ve o deliğe mi gireceksin? Yok ya?” Öfkeden de öte, bambaşka bir duyguyla baktım ona, baktım ve görmesini istedim. Göremeyecek olma ihtimaline rağmen beni görsün istedim. “Hayatımı allak bullak ettikten sonra her şeyi düzelteceğini söyleyerek gidebileceğini mi sanıyorsun? Bunun her şeyi düzelteceğini kim söyledi sana?”
“En başından beri istediğin bu değil miydi?” diye sorunca kaşlarım sertçe çatıldı. Gözlerimde her ne gördüyse, “Sana yaptıklarım affedilecek şeyler değil, Zeliha,” dedi, sesinde anlayamadığım bir şey vardı. Anlamak istemedim. Reddeden bendim. “Bu işin gittiği yolun sonu çıkmaz. Ben o çıkmaza seninle girmek istemiyorum.” Başımı iki yana salladığımda verdiği tepki, sessizlik ve gözlerinde büyüyerek beni yerle bir eden bir boşluk oldu. “Şimdi konuşmayalım,” diyerek çıkışa yönelince, titreyen ellerimi yumruk yapıp arkasından gittim.
“Nereye gidiyorsun?”
“Bilmiyorum,” dedi bana bakmadan.
Gurur o kadar ciddi görünüyordu ki bu onu uzun zaman sonra ilk defa böyle ciddi gördüğüm andı. Ne diyeceğimi bilemez hâldeydim. Ne söylersem söyleyeyim içinde başlayan kaosu durduramayacağımı hissediyordum. Yıkılmaya başlayan bir binanın en tepesindeydik ve içeri göçen her bir kat ile beraber biz de dibe doğru gidiyorduk.
Muşta sakince, “Gurur,” dedi ama bu sesin altında saklananların sakinliğe hiç uymayacak şekilde gürültülü olduğunu biliyordum. Gurur da biliyordu. Durdu. “Öylece vazgeçecek bir pozisyonda değilsin. Artık değilsin.”
“Bu pozisyonda sikilen tarafın sadece ben olduğumun farkında mısın?” diye sordu Gurur. “Sizi soktuğum durumun farkındayım, şimdi de o durumu düzelteceğimi söylüyorum. En başından beri yapmam gerekeni yapacağım. O gece orada Zeliha’yı böyle bir şeyin içine sürüklemektense gidip doğru olanı yapmalıydım. Yaptığım korkaklıktı. Artık istemiyorum.”
“Neyi istemiyorsun, Gurur?” diye sordum kısık sesle. Muşta sessizdi, Gurur da bu soruya verebilecek bir cevap arıyormuş gibi derin bir sessizliğe gömüldü. Düşüncelerim olağanüstü bir hızla birbirine çarparak paniği getiriyordu, panik de şu an bürünmem gereken son duyguydu ama durduramadım. “Sen buna değil, hayatına son vermekten bahsediyorsun. Her şeyini kaybedersin. Hayatını kaybedersin.”
“En başında olduğun genç kadın ol ve öyle cevap ver, Zeliha,” diyerek bana dönünce kafamı kaldırıp ona baktım. Gözleri aldığı ışıklarla küçük sarı lambalar gibi parlıyordu. “O gece orada, hayatını kaydırdığım kızı hatırla ve onun elini tutup onun hislerine kulak vererek cevap ver. Seni mahvetmedim mi? O gece senin gözünde bir katil değil miydim?”
O kızın nabzı içimde boğuluyordu, kalp atışları göğsümün altında soluyordu, gözlerindeki yaşlar yanaklarımdan akıyor ama kimse tarafından görülmeden kuruyordu; o kız hâlâ oradaydı, çok korkuyordu, savunmasızdı ve karanlık bir gecede hiç yaşanmaması gerekeni yaşayarak daha da büyük bir karanlığa doğru savruluyordu. Birden canım o kadar çok yandı ki gözlerimi gözlerine sabit duruyorken usulca yumdum, Gurur beni izlemeye devam etti, bunu hissettim. Belki de gözlerim kapalıyken o kızı aradığımı sanıyordu, hayır, kız buradaydı, ben bir çıkar yol arıyordum.
“O gece gözümde her neysen,” gözlerimi açıp ona baktım, “şimdi tam tersisin.”
Duraksadığını gördüm. Duygular yüzünü ak bir su gibi yıkadı, ifadesindeki karanlığı kırdı ve duyguların yükselerek gözlerine yayıldığını fark ettim. Ama bu kısa sürdü.
“Yapma, Zeliha,” deyince içimin acısı arttı. Ona söylesem belki bunu keserdi, sırf canım acıyor diye susardı ama söylemedim, o da konuşmaya devam etti. “Şimdi karşıma geçip bana kurtarıcın olduğumu söyleme sakın. Bana iyi bak. Ben senin hayatını mahveden adamım.”
O hayatıma girdikten sonra gördüğüm her rüya daha karanlıktı ama onun yanımda olmasının getirdiği güven duygusu, beni cesur biri hâline getirmişti. Ona göre o beni mahveden adamdı, belki tarihe göre, yapışıp üzerime sinmiş geçmişe göre de öyleydi ama aynı zamanda savaşmayı bana öğreten adam da tam karşımda duruyordu. Onu kurtarıcım olarak görmüyordum, o benim yoldaşımdı. En iyi hâllerini de görmüştüm, en korkutucu ve karanlık hâllerini de. İkisini birbirinden ayıran zamandı. Yaşananlardı. Bana o zamanlar olduğu insanı hatırlatmaya çalışarak beni yatırdığı uykudan uyandırmaya çalıştığını fark ettim ama ben zaten en başından beri uyanıktım, sadece uyuduğumu düşünmesini, bu sırada büyük ellerinin saçlarımın arasında gezinmesini istemiştim. Hepsi buydu.
“Bir cevabın var mı?”
“Ben cevabımı verdim. Şimdi kimle ne konuşuyorsan, ne yapıyorsan yap.” Yanından geçtiğimde beni durdurmadı ama bir an için durdurmaya yeltendi gibi geldi, yine de hareketsiz kaldı. Hızla koridoru aştım, merdivenleri tırmandım ve ilk girdiğimiz tünele çıktım. Dağ esintisi tünelin oyuğuna girerek saçlarımı uçuşturmaya başlamıştı. Kollarımı bedenime sararak tünelin çıkışına yöneldim, Adnan orada durmuş beni bekliyordu. Yanından geçerken, “Beni birkaç saatliğine tesise bırakır mısın?” diye sordum sessizce. “Hemen geri dönersem kıllanırlar.”
Adnan, “Tabii ki,” dedi ve tam yeni bir cümle kuracaktı ki elimi kaldırarak onu durdurup, “Bayan Yenge deme lütfen,” dedim. “Zeliha de, Zeliş de, Zel de ama şu an bana beni yumuşatacak şeyler deme. Geri dönüp o dana kafalı arkadaşının koca kafasını patlatmamak için zor tutuyorum zaten kendimi.”
Adnan, yumuşak bir şekilde gülümsedi. “Tamam, Zeliha.”
“Hep bildiğini okuyor. Tam bir ahmak.” Kollarımı bedenime daha sıkı sararak yürürken kaşlarımın üstüne yayılan ağrıyı görmezden gelmeye çalışıyordum.
“Köşeye sıkıştığı için saldırganlaşıyor,” dedi Adnan sakince. “Aslında bir ahmak olduğunu söyleyemem. Krizi çok iyi yönetmesiyle tanınır. Senin yanındayken daha rahat. Bir çocuk gibi rahat. Üstündeki rütbeyi bırakıp seninle mutlu olabiliyor ama sen yokken o hep bu rütbenin altında duran sert bir ruhtan ibaret. Şimdi rütbesi ve sert ruhunu sıkıca tutarken aynı zamanda seni ve onda açığa çıkardığın çocuksu yanını da tutabilmeye çalışıyor. Bu onun için zor. Yaşananları düşünürsen, şu an hissettiklerinden bile zor olduğunu anlarsın.” Uzun uzun sustuğumda tekrar konuşması gerektiğini düşünmüş olacak ki, “Gurur köşeye sıkıştırıldı,” dedi. “Böyle birinin türeyeceğini tahmin edemezdi. Kimse edemezdi.”
“Şimdi ne olacak?”
“Onu ikna etmek gerekecek. Çünkü bu durumdan bunaldığı açık net ortada. Artık bir şeyleri sonlandırmak istiyor, değil mi?”
Karnımda bir ağrıyla, “Bu delilik,” dedim.
“Yeterince zarar gördün, daha fazlasını yaşamanı istememesi normal değil mi?”
“Önemli olan onun değil, benim ne istediğim, Adnan,” dedim doğrudan, Adnan duraksadı ama yorumda bulunmadı.
“Seni tesise götüreyim.”
“Vazgeçtim.” Tünelde arkama doğru dönüp beni karşılayan karanlığa baktım. Işıklar sönmüştü. “Burada onunla kalıyorum.”
“Biz olanlara bir hâl çare bulana kadar dinlenseydin,” dedi Adnan ikilemde kalmış gibi.
“Dinlenmeye ihtiyacım yok. Bir delilik yapmasını istemiyorum. Kendini sorumlu tutmasını istemiyorum.”
Adnan durup uzun uzun yüzümü izledi, beni durdurmak için bir şeyler söyler sansam da düşündüğüm gibi olmadı. Karanlığa doğru yürümeye başladığımda arkamdan gelmedi, sadece gözden kaybolduğum âna dek durdu ve beni bekledi. Kendimi güvende hissetmemi sağladı.
Alt kattaki tünel koridorlarından birinin ortasında durup etrafıma bakındım, ışıklar loş olsa da yeniden yanmaya başlamıştı. Bir makinenin çalışırken çıkardığı gürültülü uğultuyu duyuyordum, sanırım bu ses güç kaynaklarından geliyordu.
Ne yapacağını bilemediğin zamanlarda kalbin pusulandır, seni doğru ya da yanlış bir yere götürmesi için onu dinlemen gerekir çünkü yanlış bir yere gitmek, hiçbir yere gitmemekten daha iyidir. Kalbimi dinledim.
Kalbimin pusulasının beni ona götüreceğini hissettim. Acı ama gerçekti, bu gerçekten kaçamazdım ama son âna kadar sesini duyurmasına engel olabilirdim.
Gurur’u karanlık koridorda yürürken görünce irkilip duvar kenarına yaklaştım, neden bilmiyorum ama pusulamın beni götürdüğü adamdan o an saklanmak istedim. Üstündekini çıkarmıştı, altına kamuflaj pantolonunu giymişti, çıplak sırtı her bir adımında dalgalanıyordu. Gri bir ışığın altında silik bir silüet şeklinde görünüyordu. Kolunu dirseğinden kırarak elinin üst kısmıyla çenesinin altını sildiğini fark ettim. Arkasından yürümeye başladım. Beni belki hissetti belki de hissetmedi, sadece yürüdü.
Depoya benzeyen bir yere girdiğinde arkasından içeri girdim, küf ve soğuğun kokusu ciğerlerimi acıttı. Büyük deponun tavanından aşağı sarkan kum torbasının önüne doğru yürüdü, alnını kum torbasına yaslayınca bir an durdum, parmaklarım kazağımın kumaşına kaydı, kazağımı avuçlarımın içine alıp sıktım. Soğuğu avucumun içinde hissettim.
Gözleri kapalıydı, alnı kum torbasına yaslı duruyordu. Ellerini yavaşça kaldırıp kum torbasının kenarlarına yerleştirdi ve kalp atışlarımın ağırlaştığını hissettim.
“Bu sana iyi gelecekse neden alnını yaslayıp dinlemek yerine onu yumruklamıyorsun?” diye sordum kısık bir sesle ama sesim her ne kadar kısık olsa da depoya yayılarak yankılara bölündü. Gurur tepkisizce durmaya devam etti. Konuşmayacağını düşündüğüm için kollarımı göğsümün üzerinde toplayıp omzumu soğuk duvara yasladım ve sadece onu izlemeye başladım.
Uzun süre hareketsiz kaldı.
“Böyle yaparak içindekileri durduramazsın,” dediğimde ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum. “O kum torbasının önüne geldin çünkü onu yumruklamak istiyorsun ama yapmıyorsun. Bunun yerine alnını o kum torbasına yaslıyorsun, yapmak istediğin şeyi yapmaktansa sanki onun sesini dinliyorsun. Kendini hep böyle baskılayacak mısın? Yapmak istediğini değil, olması gerekeni mi yapacaksın? Her zaman?” Sorumda kendini açması için onu yaralayan bir tını gizliydi, yine de istediğimi alamadım, kendini bana açmadı ama beni dinledi. Sanki söylediklerimi değil, sesimi dinliyordu.
“Gurur.”
“Zeliha,” dedi alnı kum torbasına yaslı, gözleri kapalı hâldeyken. Susup dudaklarımı birbirine bastırsam da kaşlarım yine çatılmıştı. “İstediğim her şeyi istediğim anda yapmaya kalkışırsam neler olur hiç düşündün mü? Bu seni hiç korkutmuyor mu?”
“Bu beni neden korkutsun?”
“O gece çok korkmuştun,” dedi, o gecenin onun içinde de tıpkı benim içimde olduğu gibi yara olduğunu biliyordum ama bu kadar net görmek canımı acıttı. “O gece ben şerefsizdim, o gece ben adi piç kurusunun tekiydim, o gece seni hiç istemediğin bir yola sürükleyen kişiydim, o gece senin hayatında artık asla eskisi gibi olamayacağın türden değişikliklere sebep olan adamdım, nasıl olur da o geceden sonra istediğim her şeyi öylece yapmamdan korkmazsın? O gece istediğim şey senin hayatını mahvetti.”
“Hayatı mahvolan sadece ben değilim,” dediğimde kaşlarını çattığını gördüm. “O gece yaşananlar senin istediğin şeyler değildi. Artık bunu biliyorum.”
“Beni içinde aklamaya çalışmaktan vazgeçsen keşke, Zerdali.”
“Vazgeçemem çünkü içimde bu kadar karanlık varken sana ait küçük bir ışık parçasının da içeride olması, bana kendimi güvende hissettiriyor. İyi hissettiriyor. Karanlığı yok edemiyor ama önümü aydınlatıyor o ışık parçası, Gurur.”
“Zeliha, o karanlığın sebebi de benim.”
“Yine yapıyorsun,” diye fısıldadım. “Yine bana veda ediyor gibi konuşuyorsun.”
Bu kez bir yalanlama gelmedi, bu kez aksini söylediği bir cümleyi duymadım. O cümleyi duyamadığım için sağır olmayı diledim; bu dilek beni korkuttu, sessizliği kadar korkutmasa da bu da korkuttu.
“Aksini söylemeyecek misin? Lütfen söyle.”
Söylemedi. Çatık kaşlarla ona bakmaya devam etsem de çatık kaşlarımın altında savunmasız bakan gözlerim ağlamaya hazırdı. Yine de yapmadım, kendimi salıvermedim, öylece ağlamaya başlamadım. Ona doğru bir adım atacaktım ki elini kaldırıp kum torbasına şiddetli bir yumruk attı ve kum torbasına baktı. Diğer eliyle kum torbasını tuttuğu için kum torbası hareketsizdi. Sanki verdiği cevap bu yumruktu.
Bak, diyordu sanki bana. Bak, hareket dahi etmeyen bu kum torbasıyım ve sen, attığım bu yumruksun. Sessizim ama yankıların içimde. Hareketsizim ama yıkılıyorum.
“Seni yalnız bırakayım,” diye fısıldadım, belki bunu bir kabulleniş olarak algıladı, belki de tıpkı onun gibi veda ettiğimi düşündü. Hiçbir fikrim yoktu. Bana ağır gelen bu hisle daha fazla burada duracak olursam, o bana daha fazla sessizlikle yanıt verecek olursa, bana veda ettiğine beni inandıracak olursa, işte o zaman ağlardım. Duramazdım, yapamazdım, kendimi susturamazdım, gözyaşlarımı saklayamazdım. Kaçmak en doğru çözüm gibi gelmişti.
Ondan, onun vedasından, onun vereceği cevaplardan, hissettiklerimden, daha sonrasında hissedeceğim daha ağır duygulardan.
Sırtımı döndüm ve yürüdüm, tam ondan uzağa gidiyordum ki onun sesi içimde cam gibi parçalanıp dört bir yanıma dağıldı; kalbime, ruhuma, zihnime, hislerime.
“Gitme.”
Omzumun üstünden usulca ona doğru döndüğümde, yanağını kum torbasına yaslamış bana bakıyordu. Bir adamın değil, bir çocuğun gözleriyle bana bakıyordu. Çırılçıplak, savunmasız, kalmamı istemeyen, âdeta kalmamı dilenen gözlerle bana bakıyordu.
“Hayatını mahvettim, biliyorum ama gitme, Gelincik.”
Tamamen ona doğru döndüğümde kollarım savunmasızlıktan iki yana düşmüş, omuzlarım bir ailenin üzerine çöken tavan gibi aşağı doğru çökerek ruhumun üzerini örtmüştü. “Neden?” diye sordum çaresizliğimi durdurmasını istediğim için. “Bana veda ediyor gibi konuşuyorsun ama gitmemi de istemiyorsun. Neden? Kendin gideceğin için mi? Beni geride bırakan sen mi olmak istiyorsun?”
Ona acı veren bir soru sormuşum gibi suçluluk ve ızdırapla kaşlarını çattı. Yanağını kum torbasından ayırdı, omuzlarının tıpkı benim omuzlarım gibi yükünü almışçasına düştüğünü gördüm. Çıplak göğsü aldığı her nefesin ne kadar yetersiz, ne kadar az geldiğini belirtircesine sertçe şişip iniyordu.
“Seni asla kendi isteğimle bırakıp gitmem ben,” dedi, bir tokat olup ömrümün yüzünün tam ortasına çarpan bu cümleyle, kalbim göğsümün içinde üç kat daha ağırlaştı ve ona bakakaldım. “Seni asla kendi hür irademle arkamda bırakıp gidemem ben.”
“Bana veda mı ediyorsun dediğimde cevap vermeyen sen, beni bırakıyor musun dediğimde seni bırakmam, bırakamam diyorsun,” dedim, karmaşa sesimdeydi, karmaşa kalbimdeydi. “Gurur, sen benden ne istiyorsun?”
“Yanımda durmanı,” dedi sakince.
“Benimle alay mı ediyorsun?”
“Hayır,” dedi yine aynı sakinlikle. Kum torbasına doğru dönünce profiline uzun süre sessizliğin içinden uzanarak baktım. “Ben bir yolunu bulana kadar daha fazla zarar görmenden korkuyorum.”
“Ben en büyük zararı o gece gördüm,” dedim sertçe, bir tokattı bu, ona da geçmişe de bu tokadı attım çünkü artık ayılması gerekiyordu. Artık beni anlaması gerekiyordu. “Bundan sonraki gecelerden korkmuyorum. O geceden sonraki hiçbir gece, beni o gece yıktığı gibi yıkamayacak. Şunu da bil, ben ayaklarımın üstünde hep durdum, hep dururum. Ben o geceden ayaklarımın üstünde çıktım, dizlerimin üstünde değil ama gerekirse sürünürüm, ben yine çıkarım. Zarar görmemden korkmak yerine, bana tam şu an hissettirdiklerin korkutsun seni. Çünkü bir kuşu kafese kapatıp kafese alıştırdıktan sonra kafesin kapısını açarsan, o kuş özgür kalmaz, kaybolur. Sen sadece beni kaybetmeyi değil, benim kaybolmamı da göze alıyorsun.”
Geri çekildim, arkamı döndüm, durdurmasını beklemedim çünkü ne onun oyuncağıydım ne de hareketsizce duran bedenine inen yumruktum. Ne onu daha fazla yumruklamak istedim ne de beni parçalamasına izin verdim. Koridorda yüzümde sakin bir ifadeyle yürürken arkamda sanki dev dalgalar yükseldi, alevler büyüdü, karlar düştü ve yağmurlar yağdı ama ben hiç dönüp arkama bakmadım.
Merdivenleri tırmandım, arkama bakmadım. Tünele girdim, arkama bakmadım. Adnan’ı gördüm, arkama bakmadım. Adnan’a doğru yürüdüm, arkama yine bakmadım.
Bakmayacaktım. Beni bırakacak mıydı? Sorun değildi. Ben yine ayaklarımın üstünde giderdim. Ben gerekirse sürünürdüm ama giderdim.
İstenmiyor muydum?
Tamamdı, sorun değildi. Giderdim. Mahvolmak mı vardı ucunda? Olurdum, sorun değildi.
Ağlayacak mıydım çok? Ağlardım, hep ağlamıştım, yine ağlayabilirdim, hiç sorun değildi.
Gelecekti. Beni tehlikeye atmak pahasına da olsa, benim için gelecekti. Benim için gelmezse, onun için geri dönmeyecektim.
Kaybetmekten korkmuyorsa, kaybolmaktan korkmazdım.
Zarar görmemi istemiyorsa, zaten geri gelecekti.
“Adnan,” dedim çenemi havaya dikip gözyaşlarım sanki hiç var olmamış gibi soğuk gözlerle. “Vazgeçtim. Evime gitmek istiyorum.”
⛓️️
GURUR MERT ÇALIKLI
Zeliha, içimi hedef alan tetiği çekilmiş bir silah değil, o silahtan sıkılmış bir kurşundu.
Hiç ummadığım anda, ummadığım silahtan, ummadığım bir kurşun, ummadığım bir noktamdan beni delmişti.
Kurşun içimi delip geçti ama dışarı çıkmadı, içimde kaldı.
Beyaz sırçadan boynunun gözlerinden akmak için hazırlanan yaşları durdurmak için savaştığını belli edercesine şişip indiğini gördüğümde, ona yalvarmak, ayaklarına kapanmak, benimle kalmasını dilenmek, benden gitmesini söylemek, benimle kalsın diye ağlamak, benden gitsin diye bağırmak istedim. Dudaklarımdan dökülen ilk cümle, benimle kalmasını dilenmekti. Benimle kalacağına beni inandırdığında kahverengi akiklerindeki çaresizliği yok etmek istedim, dudaklarından bana uzanan bıçakların hiçbiri beni yaralamak için bana doğru fırlamamıştı, bu bıçaklarla hedef şaşırtıyordu; beni yaralamaya değil, beni uyandırmaya çalışıyordu.
Zaman bir suyun içindeki yılan gibi kıvrılarak geriye doğru akmaya başladığında, kum torbasının önünde küçük leydinin gidişini izleyen adam değildim, arabanın içinde çaresizlikle boşluğa bakan adamdım. Devran’ın o haberi verdiği anla beraber arabaya gittiğimi hatırlıyorum, Zeliha arkamdan geliyordu, elleri buz gibi olmalıydı ama dönüp avuç içlerime alamadım ve onu ısıtamadım. Üşüdü. Tıpkı yaşanmaması gereken o geceyi ona yaşattığımda olduğu gibi.
Arabanın kilidinin kaldırıldığını uzaktan kumanda bir işe yaramadığında anlamıştım ve kapıyı aralık bulduğumda taşlar yerine oturmuştu. Direksiyonun üzerine bırakılmış bilgisayar çıktısı küçük not kâğıdına ilişen kelimeleri okurken beynim zonkluyordu. Kelimeleri okuduğumdaysa artık zonklayan sadece beynim değildi; ruhumun patlayıp bedenimin içinden taşacağını sandım. Öfke ve panik her yere bulaştı; kokum oldu ve arabanın içini kapladı.
Calibri fontunu bilerek kullandığı açık ve netti, biz dosyalarımızı Calibri fontunu kullanarak çıkarırdık, Georgia ya da Times New Roman kullanılmamıştı, alenen bir asker olduğunu düşünmemi istiyordu; yani asker değildi. Hedef şaşırtmak istiyordu; şaşırtamamıştı. Doğrudan beni hedef alsa soluk borusunu sökebilirdim ama almamıştı. Zeliha’ya doğru baktım, kapıyı açmak için eğildi ve o an yumruğumu sıktım, kâğıt avuçlarımın içinde kayboldu. Onu hedef alıyordu. Bu da bunu yazan kişinin soluk borusu benim ellerimde değil, benim soluk borum onun ellerinde demekti. Beni onunla vuruyordu. Beni tanıyordu.
Bizi biliyordu.
O gece yalnız olmadığını biliyorum. Polisler de bilecek. Katil Dağcı Komando Gurur Mert Çalıklı, Erzurum, 1987
Bol şans, Yüzbaşı.
Aramızdan biri olduğunu düşünmemi istiyordu, biliyordu. Aramızdan biri olduğunu ama anlamamı istemediğini düşünmemi istiyordu, bu yüzden de taklit cinayetlerin de benim tarafımdan işlendiğini yazmıştı. Akıllıydı. Hem taklit cinayetleri işlemediğimi biliyordu, hem askerlerden şüphelenmemi istiyordu hem de askerlerden şüphelenmeyeyim diye taklit cinayetleri de benim işlediğimi yazıyordu. Aklınca, dostlarımdan birini hain gibi gösterecek, hain akıllılık edip yakalanmamak için böyle bir detay eklemiş olacaktı. Akıllı değildi. Ama beni köşeye sıkıştırabilecek kadar yakınlardaydı.
Bizi izliyordu.
Parmak izi aldırabilirdim, kanıtları toplayabilirdim, onu bulabilirdim ama sonra ne olurdu? Zeliha arabaya bindiğinde miski anımsatan kokusu arabaya yayıldı, endişem kaybolmadı, aksine yeni bir duygu içimi kapladı. Bu duygu korku muydu? Kontrol edemedim.
O gece yanımdakinin Zeliha olduğunu biliyordu. Ortada cinayetler vardı, seriye bağlamış cinayetler, hepsi beni işaret ediyordu; hepsi aynı bıçağı tutan ele ait sanılıyordu. Bu Zeliha’nın hayatını mahvederdi.
Onun hayatını yeterince mahvetmiştim.
Elim yavaşça pantolonuma kaydığında ve buruşmuş kâğıt pantolonumun içindeki karanlığa saklandığında gözlerimi yola çevirdim; araçların ışıkları gözlerimin içinde yandı söndü.
Kanıtları toplayabilirdim, bu işi uzamadan çözebilirdim ama bunu akıl eden birinin parmak izi bırakmayacağını da bilirdim. Bakışlarım trafik lambalarına doğru kaydı, uzaktaydı, mobeselerin konumuna bakılacak olursa arabaya girenin değil, yakınından geçenin bile görüntüsüne ulaşamazdım. Bakışlarımı direksiyona indirdim. Kâğıdı aldığım ânı hatırladım. Çıplak elle dokunmuştum, üstelik çıktıyı aldığı esnada da eldiven kullanıyor olabilirdi. Saniyeler çığ gibi büyüyerek zamanı örse de her şey ağır çekimde oluyor gibiydi.
Önümdeki kum torbasını patlatan o yumruğun sesi tünele ışık gibi uzandığında, ortadan ikiye büyük bir yarıkla ayrılan kum torbasının içindeki kumlar, büyük bir kum saatini anımsatarak yere dökülmeye başladı. Zamanı düşündüm. Durdurulamaz olan zaman, elindeki silahı sırtıma nişan almış beni yere devireceği ânı bekliyordu. Omzumun üstünden onun benden giderken yavaşça küçülen, sonrasında tamamen silinen varlığını tüketmiş koridora baktım.
Ona veda ettiğimi sanıyorken, nasıl oluyordu da beni arkasında bırakıp gidiyordu? Giden ben değildim, oydu ama buna rağmen arkasından gidebilecek hâle getirmişti beni, bunu biliyor muydu?
Gitmesini düşünmek bile benim kıyametimken, beni bir gün ondan gidecek olmamla suçluyordu.
Kuma inen gözlerim yeniden zamanla karşı karşıya geldi. Kum hızla akarak yerde büyük bir piramit oluşturmuştu. Zamanı durduramasam da o kum yığınına bir tekme atıp onu yıktım ve hızla koridora atıldım.
Koştum.
İlk kez bir kadın için, bir kadına koştum.
Annemden sonra ben ilk kez bir kadın için, bir kadına koştum. Annem olmayan bir kadına, anneme koşuyormuşum gibi koştum.
Korkmadım, gurur nedir bilmedim, adımı ayaklarımın altına aldım ve sadece koştum.
Bazen bir kadın, öyle bir kadın olur ki seni senden çıkarır, sende ondan başka bir şey kalmaz. Bende de o an bir şey kalmadı, belki uzun zamandır ondan başka bir şeyim yoktu; ben bile yoktum. Koştum.
Kaybedecek bir şeyi olmayan bir insan gibi, kaybetmekten belki de en çok korktuğum insanın sırtına bakarken ve dağın soğuk rüzgârı onun saçlarının arasından geçip giderken, “Zeliha,” dedim. “Gidiyor musun?”
Bana doğru dönünce mutluluğu gördüm. Gözlerindeydi ama ustalıkla sakladı. Ama karanlık bile benden gizleyemedi. Adnan gülerek dirseğini arabasının tavanına bastırıp bizi izlerken Zeliha, “Eve gidiyorum,” dedi çenesini havaya kaldırıp bana o bilmiş bakan gözleriyle bakarak.
“Hadi beraber gidelim,” dedim.
Mutluluk o ceylan gözlerin içindeydi, yüzündeki mesafeye rağmen mutluluk kirpiklerine bile bulaşmıştı. Ona doğru yürüdüm, üstümde hiçbir şey yoktu, sorun yoktu, soğuk her zaman vardı, ben çocukken de vardı, büyüdüğümde de vardı; eskiden üşüyordum, artık derim soğuğa meydan okuyan bir zırh gibiydi. Üşümüyordum.
Adnan, “Muşta’yla konuyu konuştunuz mu?” diye sordu ama ona cevap vermeden yanından geçtim, cevap vermek istemediğimden değil, verecek cevap bulamadığımdan suskundum ama Adnan, gizlenmiş öfkeyi görmüş olacak ki sadece sinirlendiğimi düşündü. Toplanma alanında kalmam gerektiğini, düşünmemiz gerektiğini, nottan onlara bahsetmem gerektiğini, başka ihtimalleri de göz önünde bulundurup alfabedeki harf sayısı kadar plan yapmamız gerektiğini biliyordum. Ama bildiğim bir şey daha vardı. Bu gece, o gece yanındayken bile yalnız bıraktığım Zeliha’yı, yanında olmayarak yalnız bırakmayacaktım.
Zeliha’nın elini tuttuğumda vücudum ısındı, bir yangının harlanması gibiydi, derimin altındaki kudretli akımın rüzgârı bile ittiğini hissettim. Soğuğun bile yanmasına neden olduğunu hissettim. Biz birbirimize dokunduğumuzda, sanki soğuk bile yanıyordu. Öyle hissettim. Parmaklarımız birbirine, o gece onun hayatına karabasan gibi çöküp ruhuna düğümlendiğim gibi düğümlendi. Elimi kendi isteğiyle tuttu. Elini zorla tuttuğum zamanların anısı göğsümün içinde yuvarlandı, bir çığ oldu, kalbim o çığın altında kaldı; ilk kez üşüdüğümü hissettim. Onu göğsüme basmak istedim, kafasını göğsüme yaslasın, kalbim onun sıcaklığını hissetsin istedim.
Bana böyle garip bir duyguyu verdiği için onu alıp annemin önüne götürmek, arkasında durup onu anneme göstererek, “Anne,” demek istedim. “Bu kız bana çok garip bir şey yapıyor. Durduramıyorum. Bu kızdan baskın yedim. Ben bu kızdan baskın yedim, anne.”
Arabaya binerken elimi bıraktı, gözlerimi arabanın içine indirdim. Koltukta küçücük oturan kıza öyle uzun baktım ki, rüzgâr bin kez aynı yöne üfledi, bin kez yenildim ama dizlerimin üstüne çökmedim, vuruldum ama kanamadım, baskın yedim ama ona söyleyemedim.
Araba çakıllı yolda zorlanarak ilerlerken ikimiz de sessizdik. Aklında ne vardı bilmiyordum ama benim aklımda koca bir çıkmaz olduğunu bildiğine emindim. Üşüdüğü gerçeğini kafamdan silebilmek için ısıtıcıyı çalıştırdığımda yaklaşık beş dakikadır yoldaydık, yeni aklıma gelen bu şey yüzünden kendime içten içe küfrediyordum. Üstüm çıplaktı ama benim için sorun değildi, bir an için bencil olup onun üşüme ihtimalini kafamdan nasıl olmuştu da söküp atmıştım? Bir süre daha sessizliğime ortak oldu, sonunda konuşmam gerektiğini biliyordum çünkü onu rahatsız eden bu sessizlik, artık beni de rahatsız etmeye başlamıştı.
Cümleleri zehir zemberek de olsa, sesine ihtiyacım vardı.
Arabayı çevre yolunda yavaşlattım, çevre yolunun bir ucu dağ, bir ucu ova ve arazilerden oluşuyordu. Eski denebilecek birkaç bina, arazinin içine sanki arazi bomboş görünmesin diye öylesine yerleştirilmişti. Özensiz yapıları izlediğini fark ettim, benden tarafa bakmadı, arabayı tamamen durdurduğumda neden durduğumuzu da sormadı. Onu kırdığımı hissettim ve bu gece üzerime atılan mezar topraklarından daha zorunun onun sessizliğini kefen gibi giyerek o mezarın içinde hareketsiz kalmak olduğunu anladım.
“Arabanın camını indirebilir miyim?” diye sorunca şaşırdım ama yüzüm ifadesizdi, başımı salladığımı beni takip ettiği arabanın yan aynasından görmüş olacak ki bana doğru döndü ve çıplak göğsüme baktı. “Üşürsün, boş ver.”
“İndirebilirsin. Isıtıcı senin için çalışıyor. Hiçbir zaman kendim için çalıştırmadım.” Her zaman senin için çalıştırdım da demek istedim ama söylemek yerine anlamasını ister gibi ona ısrarcı gözlerle bakmakla yetindim. Gözlerimdeki cümleler ona kolayca ulaştı, bunu yüzündeki çillerin solgunken bir anda gecenin teninde parlayan yıldızlar gibi parlayınca anladım.
Arabanın camını indirdiği anda rüzgâr geceyle birlikte arabanın içine sızdı. Ankara’nın ayazına benzemiyordu, çocukluğumun içinde koşturduğu sokaklardaki rüzgâr kadar keskin gelmiyordu bana. Yine de soğuktu, hissettiğim ama üşümediğim bir soğuktu. Zeliha’ya baktım. Mahvettiğim hayatını gördüm, yeniden yüzleştim ve üşüdüm. Beni üşüten soğuk değildi.
Saçlarının savruluşunu izledim, darmadağın ettiğim hayatı gibi dağıldı, darmadağınken bile güzel olan yüzü gibi saçları da darmadağınken güzelliğini sergiledi. Saçlarını ne kadar uzun süre izledim bilmiyorum, sonunda elim kamuflajın cebindeki ezilmiş sigara paketine gitti.
Paketi cebimden çıkardığımda bana doğru baktı, saçları rüzgârın etkisiyle yüzünü örtünce ince, uzun parmaklarıyla saçlarını geriye itip kulağının arkasına sıkıştırdı. Paketin içinden dudaklarımın arasına aldığım bir dal sigarayı yavaşça çekerken benim de gözlerim ondaydı. Aramızdaki sessizlik artık tatsız değildi, derindi, yeni bir bağ kuruyormuşuz gibi hissetmekten geri duramadım. Sanki bir düğüm daha atılmıştı ellerimizin üzerine ve bu düğüm sıkılaşırken biz yine el eleydik.
Arabaya doluşan rüzgâr ateşi yalpalatmasın diye çakmağın ucundan fırlayan aleve siper ettiğim parmaklarıma bakması dikkatimden kaçmadı. Belki kendisi bile farkında değildi ama çoğunlukla ellerimi inceliyordu. Farkında olmadığını düşünüyordum çünkü bana ait bir noktayı incelerken genelde utangaç görünürdü, ellerime bakarken ise tamamen dalgındı, sanki ellerimde henüz kendisinin bile görüp bilmediği çok şeyi bilip görüyordu. Sigaranın ucunu tutuşturduğum an elimi geri çektim, gözlerini sigaranın ucunda canlanan turuncu aleve çevirdi, içime çektiğim an harlanan aleve bakarken gözlerinin içine yerleşen derinlik silinmişti.
Evet, doğru bir gözlemdi; o sadece ellerimi izlerken dalıp gidiyordu.
Gece hakkında sorular sormasını bekledim. Soruları bir yağmur olup üzerime yağdırması gerekirken sustu. Çünkü ona veda ettiğimi düşünüyordu. Çünkü bu gece yaşananlardan kaçıyordu. Çünkü bana alışmıştı ve artık yaşanmaması gereken o geceden bile kaçıyordu. Sigaranın dumanı yüzümün etrafına yayıldığında gözlerimi kısıp sigarayı dudaklarımın arasından aldım. Baş ve işaret parmağımın arasında tuttuğum sigaraya bakıyordu, bana değil. Sanki göz göze gelirsek söyleme ihtimalim olan şeyleri duymaktan korkuyordu.
Bir zamanlar bu gözlerde onu özgür bırakmam için yalvaran bir ifade vardı, bir zamanlar bu sessizliğin arkasında çığlıklar atarak bana hesap soran bir kadın vardı; şimdi sessiz ve üzgün görünüyordu, onu kelepçeleyeyim diye bileklerini birbirine bastırarak güzel ellerini bana uzatmıştı.
Esaretimi istiyordu.
İsteği beni öfkelendirdi ama ona bakarken öfke yüzüme yayılmadı.
Bir noktada hayatım mahvolmuştu.
Ve Zeliha benim hayatım olmuştu.
Hayatımı kurtarmam gerekiyordu.
“Bir tır gelip bizi ezmez umarım,” dedi, kenara park etmiştim ama çevre yolundaydık, söylediği şey tamamen imkânsız sayılmazdı. Dudaklarım yukarı kıvrıldı, bu gece ilk kez içten gülümsediğimi hissettim. O hayatıma girdiğinden beri soğuk bir odada yapayalnız bıraktığım, o soğuk odada hâlâ Ankara ayazını hisseden küçük oğlan çocuğu artık benimle aynı yerdeydi. Onunla çocuk olabiliyordum, onunla hiç olmadığım kadar çocuktum. Bunu kolaylaştırıyordu. Zeliha yanınızdayken gülümsemek, dalga geçebilmek, saçmalamak, utanç verici şeyler yapmak basitti; eğlenceliydi. Hiç göstermediğim bir yanımın elini tutup o yanımı aydınlığa çıkarıyordu. Ben ise karanlıkta gizlenip onu bir avcının gözleriyle izlemeye devam ediyordum. Avım o değildi, onu avlamak isteyenlerdi; ben avını koruyan bir avcıydım, sanırım avıma bağımlıydım.
Sigaranın külünü avucuma silktiğimi görünce, “Ne yapıyorsun?” diye sordu sertçe. “Kül her zaman ölü olmaz, bazen ateşten bile çok yakabilir, içinde kor vardır, olabilir.”
“Küçücük bir kor parçasının canımı acıtacağını mı düşünüyorsun?”
Bana kirpiklerinin altından anlamlı gözlerle bakarken, “Bazen hiç ummadığın bir şey canını çok yakabilir,” dedi.
“Hiç ummadığın bir insan da canını çok yakar, değil mi?” diye sordum, sesimdeki dalgınlığı fark etmiş gibi durgunlaşıp başını aşağı yukarı salladı ve “Evet,” dedi kısık bir sesle.
Yine o paslı sessizliğin tadı ağzımın içine yayıldı. Kapıyı açıp dışarı çıktığım anda şaşkınlıkla emniyet kemerini çözdü ve arkamdan sokağın karanlığına teslim oldu. Kapıyı sertçe çarptıktan sonra ikilemde kalarak bana ve arabanın kapısına baktı, bilerek kapıyı çarpmadığını utangaç tavrından anladım ama sanki hiç fark etmemiş gibi yaparak kaldırıma çıktım, o da içi rahatlamış bir şekilde arkamdan geldi. Bazen çok şapşaldı, bazen küçük bir çocuğun suç işledikten sonra takındığı o sevimli tavrı takınıyordu, bu beni mahvediyordu.
Bazen karşımdakini anlamaktan vazgeçerdim, bazen karşımda kimse yokmuş gibi boşluğa bakardım. Bazen o kadar boşluğa dönüşürdüm ki, var olan her şey de benimle beraber boşluk olurdu. Ama Zeliha hayatıma girdiğinde, o boşluğun aslında sadece küçük bir oğlan çocuğunun içinde büyüyen bir eksiklik olduğunu anlamıştım, Zeliha o boşluğa kendini yerleştirdiğinde eksikliğin de tamamlandığını hissetmiştim. Zeliha farkında olmasa da kıyısında durduğum, etrafı uçurumlarla çevrili hayatımdaki en doğru olan şeydi; sadece zamanlaması yanlıştı.
Yanlış başlamıştı ve bu yanlış öyle çok içime işlemişti ki tek doğrum olmuştu.
Bir süre meraklı gözleri üstümde kaldı. Sigarayı içmeye devam ediyordum, izmaritin dibini görmeme çok kalmamıştı, ateşin sıcaklığı parmak uçlarımı yakacak kadar çok küçülmüştü sigara. Tüketildikçe daha çok yakan sigara da tıpkı Zeliha gibiydi; onu da tüketiyordum ve o tükendikçe parmak uçlarımı yakan sigara gibi içimi daha da çok yakıyordu.
Gözlerine baktım. Kahverengi desen değil, ela desen hiç değil, kehribar da değil; akik gibiydi. Evet, gözleri akik taşı gibiydi. Taşın diğer ismini hatırladım: Ölümsüz Taş. Akik gözleri o kadar uzun süre bende kaldı ki, kafamın içine sindiğini ve onunla dolup taşan düşüncelerimi görebildiğini düşündüm. Sigaradan bir duman daha alıp izmariti zemine bıraktım, düştü, iki kez sekti ve durdu, ben de ayakkabımın tabanıyla üstünden geçtim.
“Konuşmayacak mıyız?” diye sordu, ona, “Mümkün mü?” diye karşılık verdim. “Susarken bile ne kadar gürültülü olduğumuza bak, Zerda.”
Bu ismi bu gece benim ağzımdan duymuş olmak onu bir nebze de olsa rahatlattı. Akiklerine yansıyan duyguyu benden kaçıramadı; bazen kendisi bile ne hissettiğini kestiremiyor olmalıydı ama ben onunla ilgili her şeyi kafamın içine mıhlamıştım. O, iyi olduğum bir ders gibiydi. Ama her seferinde bu dersin sınavından çakıyor, bu dersten bütünlemeye kalıyordum. Karmaşıktı, çözülüyordu ama asla çözüldüğü gibi kalmıyordu, değişkendi.
“Bu gece, diğer tüm gecelerden daha karmaşıksın, Gurur,” dedi, ismimi onun dudaklarından süzüldüğünde daha çok sevdiğimi hissettim. Bakışlarımın yoğun bir şekilde onun yüzünde sabit kaldığını fark ettiğinde utandı, bazen utanırdı ve utandığını kendisi de fark etmezdi, ben fark ederdim. Bakışlarını aceleci bir şekilde geceye çevirdi, büyük bir tır ters şeritten tüm ışıklarını yakarak geçti, tırın gürültüsü onu rahatsız etmiş gibi kaşlarını çattığında profilinin muazzam göründüğünü düşünüyordum.
“Teslim olmamdan mı korkuyorsun?” Bu soru dudaklarımdan öylece çıkıp gittiğinde hâlâ nefis profilini izliyordum. Ucu muhteşem derecede kalkık duran doğal burnu, burnunun üzerine yıldızlar gibi yayılmış çilleri, saçlarından daha koyu renk olan kıvrımlı ve uzun kirpikleri, onu küçük bir ördeği seviyor gibi sevmek istememe neden olan dışa doğru dolgun ördek dudakları… Sorum yüzüne koca bir çaresizlik çizince, güzelliği kursağımda kaldı.
Onu tanımadan önce belki akıllandığım, belki de nasırlaştığım için kimseye acımıyordum. Tek gülümsediğim ekipten kardeşlerim ve sokak hayvanları olmuştu, bazı geceler sokağın en karanlık noktasına otururdum ve o sokağa ait ne kadar canlı varsa etrafıma doluşurdu. Eğer birilerinin duymayacağından emin olsam, kesin onlara içimden geçen her şeyi anlatırdım ve yine kesin, beni dinlerlerdi. Zeliha’nın çaresizliğini izlerken kendi hissettiğim çaresizlik bile anlamını yitirdi. Bilgisayar çıktısı olan not kâğıdının yankısı hâlâ içimde çınlıyordu ama onun yüzüne baktığımda benim endişelerim küle döndü, onun endişesi kor gibi içimi yaktı.
Birini kendimden bir adım öne koymak akıl işi miydi?
“Cevap vermedin.”
“Teslim olmandan elbette korkuyorum, ağzınla söyledin, teslim olacağım dedin.”
Ona doğru bir adım attım, üşüdüğünü fark ettim ve kaşlarım çatıldı. Arabaya doğru döndüğümde bakışları bana çevrildi. Arka kapıyı açıp koltuktaki kamuflaj ceketini çıkardım, parfümümün ve sigaranın kokusu sinmişti üzerine, biraz da kırışmıştı. Arkasına geçip ceketi onun omuzlarına bıraktığımda kafasını geriye doğru yatırdı ve bana yüzü ters görünürken tatlı bir bakış attı. O an her şeyi siktir edip eğildim ve tersten bana bakan güzel suratına yaklaştım. Çenesine dudaklarımı bastırdığımda kirpiklerini kendi çenemde hissettim. Şaşırdı ama çaktırmamaya çalıştı. Geri çekilmemle kafasını kaldırıp dik konuma getirmesi bir oldu. Kamuflajın yakalarını tutup birleştirerek küçük bedenini ceketin içine saklarken minnettar bakışları yeniden bana çevrilmişti.
Onu daha fazla telaşa vermek bana da işkence ettiğinden, “Bir çaresini bulacağım,” diyerek konuyu bu gecelik noktalandırmak istedim.
Bana inandı mı inanmadı mı bilmiyorum, sadece gözlerini yüzümden çekmeden öylece bekledi. Bu defa bakışlarını kaçırma sırası bendeydi. Gözlerimi yola doğru çevirdim. Ve o arabayı gördüm. Çok uzun zaman sonra yaşadığımın, şu an olduğum adama dönüşme evremin ne kadar sancılı olduğunu, geçmişin hâlâ orada bir yerde saklandığının farkına vardım. Bir gün ölecektim, bu defter burada kapanacaktı ama yollardan geçen her ekmek arabası benimle beraber geçmişi de zamana yayacak ve zaman beni hatırlayacaktı. Ekmek arabası yanımızdan ağır ağır geçip giderken düşündüklerim bunlardı.
Benim için ekmek arabasını görmek demek, şafağın geldiği, sabahın da şafağın peşine düştüğü demekti.
Zeliha sanki o anıların elinden tutuyormuş gibi, “Ekmek arabası,” diye fısıldadı arabanın arkasından bakarak. “Demek ki şafak sökecek.”
Durdum, o sokaktaydım, siren seslerinin acı bir çığlık gibi duyulduğu sokakta. Yüzüme yeniden ambulansın ve ekip otolarının ışıkları vuruyordu. O çocuk da oradaydı. Orada olan ama kimsenin görmediği kişi bendim ama aslında o çocuk da o gece kimse tarafından görünmüyordu. Yüzüne ambulansın ve polis araçlarının ışıkları acımasızca vururken sadece altı yaşındaydı. O kadar hissiz bakıyordu ki, sanki kırk yaşında koca bir adamdı ama sadece altı yaşında küçük bir çocuktu. Mavi ışık yandı söndü, kırmızı ışık yandı söndü, aynı anda jilet gibi kayıp gittiler teninden, gözlerinden, ruhundan, kalbinden. Kenarı patlamış dudağını kaplayan kabuk bile hâlâ kan rengindeydi. Oradaydım, dudağımın kenarında kabuk yoktu artık, o kabuk ruhumdaydı. Çocuğu izledim, çocuk onu izlediğimi bilmiyordu, bir gün onu izlemek için geleceğimi de bilmiyordu.
Küçük bir çocuktu, dişleri bir adamın öfkesini bastırmaya çalıştığı gibi birbirine yaslanmış, birbirine kenetlenmişti. Dişlerini sıkmayı o gece öğrenmişti. Ürkek bakması gerekirken sert bakan gözlerinin aynasına düşen yansıma, bir gün göğsünün coğrafyasındaki en büyük yangına dönüşecekti. Bir gün yangını başlatacak olan o yansımada, babası sedyede ambulansa taşınıyordu. Bilinci yerinde değildi, beyaz gömleği kan ve çamur içindeydi, gömleğinin ortasında dört büyük bıçak deliği vardı; çok kan vardı, her yerde kan vardı, babasının üzerinde, gömleğinde, çocukluğunda ve o gece olduğu sokakta çok kan vardı.
Şimdi göğsümün coğrafyasında öyle büyük bir yangın vardı ki, bir gün bu yangını taşıyan ormanın kendi kalbi olacağını bilseydi, ne hissederdi? Tepkisiz ve durgun bakan amber rengi gözlerini kaldırınca beni göreceğini sandım. Kalabalığa sinmek, saklanmak istedim ondan. Beni göremeyeceğini, aramızda binlerce takvim yaprağı olduğunu bilmeme rağmen ondan saklanmak istedim. Beni görmedi ama beni görmesinden yine de korktum, beni görmüyorken bile korktum.
Yüzüne baktım; boşluğa, karanlığa.
Ne acıma ne korku ne gözyaşı ne de başka bir tepki; hiçlik vardı çocuğun gözlerinde, yüzünde, ruhunda, kalbinde. Boşluk vardı.
Karanlık vardı.
Gözleri ekipler tarafından araca götürülen annesine kaydığındaysa, bakışlarındaki boşluk birdenbire korkuya dönüştü. Korku bir bozuk para gibi içinde tıngırdadı, döndü döndü, sonunda durdu, ağlamaya başladı.
Onunla beraber ben de ağlamak istedim ama ben nasır tutmuştum, ağlayamadım. Birlikte aynı yöne baktık. O ağlıyor, ben ise ağlayamıyordum. Tek yürek, aynı iki yüz, farklı ifadeler.
“Anneciğim,” dedi tişörtünün soğuk eteğini avucunun içine alırken. Soğukluğun sebebi kandı, babasının kanı üzerinde soğumuştu. Avuç içlerinde yankılanan, küçük parmaklarının boğumlarında saklanan, tırnaklarının içinde hilâl gibi uzanan babasının kanıydı. “Anneciğim, anneciğim!” Genç bir sağlık görevlisi onu omuzlarından tutunca tekrar bağırdı. “Anneciğim!”
Ben de bağırmak istedim. Anneme seslenmek istedim, annemi tutup götürmek istedim, anneme dokunmalarından nefret ettim, annemin yaşadıklarından nefret ettim. Karanlık büyüdü, genişledi, karanlıktan saklanmadım, büyüyüp genişlemesini, beni yutmasını ben istedim.
Çocuğa baktım, o hâlâ annesine bakıyordu.
Annesinin iki bileği birbirine yaslıydı, karnının hemen altına uzanan bileklerinde bir suçluyu bağlayan kelepçeler vardı, parmaklarında çok kan vardı; herkes tüm kan babasına ait sanıyordu, annesinin ellerinde annesinin kanı da vardı.
Annemin ellerinde, annemin kanı vardı.
“Kadına ne olmuş?” diye sordu sokağın diğer ucundan bir adam, çocuk bunu duydu ama durmadı, ağladı, annesine baktı ve onu arabaya bindirirlerken durmadı, hep ağladı.
“Ne olacak? Adam yine dövmüş. Ailesi gelip kadını almıyor, kadın kimsesiz, çocuğuyla kaldı bu yaban elde. Sonunda tak etmiş canına, ufak çocuğu da dövüyor diye saplamış bıçağı hayvana. Aman Nermin, inan inşallah ölmüştür dedim içimden. Allah günah yazmasın da inşallah ölmüştür o canavar. Neyse, Ankara ayazında üşütecek çocukcağız, bu gece birimizde kalsın, yazık vallahi.”
“Ölür mü o adi şerefsiz, ölmez. Hiçbir bıçak yarası böyle canavarı öldürmez,” dedi kalabalıktan bir kadın. “Ah Şebnem, Allah yardımcın olsun,” diye fısıldadı ekip otosundaki kadının bunu duymayacağını bile bile. “İnan ölsün isterdim ben de ama seni o parmaklıkların arkasına atarlarsa, bu çocuğa ne olacak?”
Gözlerimi yumup geri açtım. Çocuğa baktım.
Zaman belki o an su değildi, ateşti, saniyeler kor parçaları olup düştükleri her yeri yaktı geçti. Ambulans sirenler çalarak gitti, polis aracındaki ışıklar söndü ama tiz bir korna sesiyle beraber o araba da gözden kayboldu.
Birkaç kadın küçük Gurur’a yaklaştı, onu omuzlarından tuttular, annesininkine hiç benzemeyen başka bir şefkatle, “Gel,” dedi bir tanesi. “Gel teyzem. Bu gece benimle kal, olur mu? Ferman abinle oyun bile oynarsınız teyzem, gel.” Çocukta tepki yoktu, boş kalan rüzgârlı yolu ruhsuz gözlerle izlemeye devam ediyordu.
O an beyaz bir gelincik tarlasında kızıl olan tek gelincikti, o an hayatına kanı kabul ettiği ilk an değildi ama kanın içine kendini mühür gibi basıp peşine düşmeye karar verdiği ilk andı.
Küçük çocuk kadını itti, omzunu geriye atıp ürkek gözlerle kadına baktı. “Annem,” dedi. “Şükran teyze, annemi götürdüler. Ferman abiyle oyun oynamam için annemin geri gelmesi lazım.” R harflerinin dilinin altında kaybolarak başka bir harfe dönüştüğü cümlesi kadının içini yaktı. Bunu o an hissettim. Bir çocuk bu hissi göremezdi, ben gördüm. Kadın, çocuğun kirlenmiş saçlarına dokununca çocuk sıçrayıp bomboş gözlerini yeniden yola çevirdi.
“Şükran teyze, çekip gitmeden önce beni affet. Ben artık oyun oynamayacağım.”
“Seni nasıl bırakayım yavrucuğum? Hadi gel benimle.”
Küçük çocuk yaydan fırlayan bir ok gibi koşmaya başladığında kadınlar çığlık attı ama onu durduramadılar. Karanlık sokaklardan birine girdi, koşa koşa, ağlayarak, kan içinde. Sokak köpeklerinin seslerinden korkarak. Bomboş caddelerde büyüyen yankı gibi havlama seslerine arabaların geçip giderken bıraktığı fısıltılar karıştı ama o durmadı, koştu.
Durmadım, karşı şeritten koşmaya başladım. İki farklı şeritte koştuk.
Durduğunda bomboş bir caddede, turuncu yanan sokak lambasının altındaydı. Çift şeritli yoldan önce upuzun, gürültücü bir tır geçip gitti; ışıklarını gözyaşları içinde şaşkınlıkla izlerken nefes nefeseydi.
Bir diğer şeritten ekmek arabası geçti, şafağın ne kadar yakın olduğunu o an anladı; ekmek arabaları fırınlara ekmek dağıtıyordu, saat o kadar sabaha yakın, saat o kadar geceden uzaklaşmıştı.
Gözlerinden uzun uzun akan yaşlar çenesinde toplanıp daha büyük bir damla olarak boynuna kaydığında, “Anneciğim,” diye fısıldadı hıçkırarak. “Dört.” R harfi dilinin altında kayboldu. “Bana çubuk çizerek öğrettiğin sayıların hepsi aklımda. Dört çubuk tane babamı durdurmaya yetmezse, senin için dokuz çubuk tane ben yaparım. Yeter ki geri gel anne.”
Karşı şeritteydim, o çocuğu izliyordum. Hayallerinin, umutlarının, olacağı adamın temellerinin sarsılarak kökten ve tümden değişime girdiği o gecedeydim, Ankara’nın ayazı tenimde kâğıt kesiği gibi ilerlerken, artık o çocuk gibi üşümüyordum, o çocuk gibi yanmıyordum, o çocuk gibi korkmuyordum. O çocukla aynı olan tek bir duygum vardı. İçimi kaplayan karanlık boşluk.
Sessizdim. Çocukluğumun kökleri sessizliğin toprağında yetişmişti. Kökler derine uzandıkça, benim dilimdeki sessizlik ruhuma da inmişti. Bazen boşluğu izlerken hiçbir şey düşünmezdim. Ne futbol oynamayı, ne yaşıtım olan kızları ne de herhangi bir şeyi. Kafamda koca bir boşlukla, içimde beni yırtmak için hazırlanan iki yakamı kavramış karanlıkla sadece izlerdim. Duvarlardaki gölgelerde şekiller aramazdım, gölgeler sadece gölgeydi; gökyüzüne baktığımda bulutları bir şeylere de benzetmezdim, bulutlar sadece buluttu. Karanlıktan korkmazdım. Eve çöken sessizlikten ise öyle çok korkardım ki yüreğim ağzımda beklerdim. O sessizlikten her an annemin çığlığı yükselir mi korkusunu hiç unutmuyorum. Yataktan birinin kalktığının emaresi olan o gıcırtı sesini duyunca put kesilirdim. Acaba, derdim, acaba babam yine annemin saçlarını öyle sert mi okşayacak?
Annem o zamanlar babamın saçlarını çok sevdiği için saçlarını okşadığını söyler, alnımdan öperken, “Sen hiçbir zaman bir kadının saçlarını sevme,” derdi. Kalbimde bilinmezliği resmeden bir ağrıyla babamın annemin saçlarını sertçe okşamasını izlerdim. Onları ilk kez o hâlde gördüğümde koridorun diğer ucundaydım, beş yaşındaydım, babam annemin saçlarını bileğine dolamıştı, öyle sert asılıyordu ki annemin çektiği acının şiddetini alnından fışkıran bir gülün sapı kadar kalın ve yeşil damarları görünce anlamıştım.
Babamın ölmesini ilk kez o günün sonunda güneş solup yerini karanlığa bıraktığında ve eve o mülhem sessizlik çöktüğünde dilemiştim. Yorganı kafama çekmiş burnumu çekerken, “Ölsün,” demiştim. “Allah’ım, lütfen babamı öldürür müsün?” R harfleri dilimin altındaki mezarlığa gömülürken belki de bir çocuğun dileyebileceği en karanlık dilekti bu ama hiç unutmuyorum, on dört yaşındayken çığlıklar atarak toprağa vuruşumu ve bu defa, “Senden tüm kalbimle dilemiştim, senden bunu bir çocuğun kalbiyle dilemiştim, neden onu öldürmedin?” diye haykırarak isyan edişimi. Öldürmemişti. Oysa bir çocuktum ve bunu tüm kalbimle dilemiştim.
On dört yaşına geldiğimde ve ilk defa isyan ettiğimde, o gece yorganın altında ağlayan beş yaşındaki Gurur’un cenazesi ruhumdan kalkıyordu.
Hatırlıyorum. İki katlı bir evimiz vardı, zemin katı sayarsak üç. Biraz eskiydi, beyaza boyanmıştı, her cephede üç tane ince, uzun pencere, en üst katın ön cephesindeki üç uzun pencerenin tam yanında da bir balkonumuz vardı. Balkonun sarı ışık yayan eski lambası hep yanardı. Açık duran balkon kapısından balkona televizyonun ve evin salonunda yanan beyaz floresanın ışığı sızardı. Asma yaprakları ikinci kattan başlardı, balkonun zemininden yere akıyor gibi görünür ve zemin kata kadar örtü gibi inerdi. Zemin kat hep karanlıktı, önündeki küçük bahçeye ilerideki çevre yolunda yanan turuncu sokak lambasının ışığı belli bir noktaya kadar çarpar, beyaz duvarların bir kısmını ışığa boyar, bir kısmını karanlıkta bırakırdı. Uzun, üst çizgisi kısa bir T harfine benzeyen elektrik direği tam karşımızdaydı. Cesur ile o direğe kadar koşup sonra bahçeye geri döndüğümüz kendi çapımızda küçük koşu turnuvaları yapardık; çocuktuk, evin içinde her türlü kaosa şahit olmuş iki küçük çocuktuk ama ben daha büyüktüm, o daha çok çocuktu, ben büyük olmak zorundaydım; yetişkin taklidi yapmak zordu.
Cesur’a, “Ekmek arabası geçiyor bak,” dediğimi hatırlıyorum. Balkondaydık, sarı lamba yanıyordu, bunun dışında ev kapkaranlıktı; canavar uykudaydı, canavarın yaralı avı da onun yanında uyuyordu, uykusu huzursuzdu, biliyordum, onun huzursuzluğunu hissediyordum. Cesur şaşkın şaşkın arabayı izlerken, “Bu araba geçtiğinde bil ki sabah oluyor, karanlıktan korkma, karanlık kaybolacak demek bu,” demiştim, bana anlamadığını belli eden iri gözlerle baktığında ve gülümsediğin de ben de onunla birlikte gülümsemiştim. Oysa o gece o balkonda yalnız olsaydım, altı yaşındaki Gurur’u karşıma alır, ekmek arabasının gidişini görmemesi için ona bir şeyler anlatırdım; ekmek arabası gidene kadar…
O geceden sonra Gurur için sabah da geceydi, akşam da geceydi, şafak da geceydi.
Babam ölmemişti. Canavarlar ölmezdi. Şükran teyze haklıydı, canavarları kurşunlar öldürmezdi. İyileştiği zamanı hatırlıyorum, annem gözaltında tutuluyordu, henüz görülmüş bir dava yoktu, olacağını da sanmıyordum çünkü canavar avını asla bırakmazdı. Gidip şikâyetçi olmadığını söylediğini, annemi alıp hiçbir şey olmamış gibi eve döndüğünü hatırlıyorum. Dört gün boyunca aç uyumuştum, dört günün öncesindeki bir haftayı da mahalle kahvesinde amcaların yanında oturup tost yiyerek geçirmiştim. Rahmetli Yasin amca bana bedava tost ve oralet vermişti, geceleri sandalyeleri birleştirip üstünde uyumuştum çünkü annemin olmadığı hiçbir ev, benim evim olmazdı; kimsenin evine gitmemiştim.
Annemin olmadığı hiçbir yer ev değildi.
Yuva değildi. Sığınak bile olamazdı.
Mahalle kahvesinin cam duvarından dışarıyı izlerken kahvenin önündeki çınar ağacının dallarının gölgesinin bir canavar gibi üstüme çöktüğünü hatırlıyorum. Gözlerimi sıkıca yumup, tahtalar tüm kemiklerimi acıtırken ağlamamak için dişlerimi dudaklarıma geçirmiştim. İlk iki gece korktuğum o çınar ağacı, üçüncü geceden sonra benden korkmaya başlamıştı çünkü gözlerimi dikip onu yok edebilecek güçteymişim gibi izlemiştim onu. Cesaret beraberinde gücü getirmişti; korkular zamanla tamamen silinmişti.
T şeklindeki elektrik direğinin altında durmuş annem ve babamın bahçeye girdiği ânı izlerken mutluydum; bencil olduğumu hissettiğim nadir anlardan birisindeydim ama mutluydum. Çünkü annem hâlâ tek parçaydı ve eve dönmüştü. Annem tek parça olduğu için mutluydum.
Babam keşke paramparça olsaydı.
Bir çocuğun annesinin tek parça olduğuna sevinmesi nasıl bir şeydi hiçbir fikri var mıydı? Ya da bir çocuğun, kendi çocuğunun, onun parçalara ayrılmasını istemesi nasıldı? Biliyor muydu?
O gece, sanki annem canının ve benim canımın derdine düşmemiş, onu dört yerinden bıçaklamamış gibi annemden lahana sarması yapmasını istemişti. O geceden sonra bir daha lahana sarması yemedim. O gece de yemedim. Sadece onu izledim. Anneme gülümsedi, elini tutup öptü, lahana sarmasını çatalla ortadan ikiye böldü ve çirkin küfürleri içinde saklayan ağzının içine soktu. Hissettiğim tiksintiydi. Anneme baktığımda korkuyu görmüştüm. Eli öpülürken korkuyordu, sanki babam elini öpmüyordu, sanki eli pres makinasının içinde parçalanıyordu. Öyle bir korkuydu.
“Okul nasıl bakalım ufaklık?” diye sormuştu bana, sanki o gece belimde tekli koltuğun kulpunu dört ince parçaya bölmemiş gibi sormuştu, sanki günlerdir hastanede yatmamış, sanki annem günlerdir hapiste değilmiş gibi sormuştu. Altı yaşındaydım. Evet, koltuğun kulpu çok sert bir ahşaptan değildi belki ama altı yaşındaydım.
Ona tek söylediğim, “Ben okula gitmiyorum,” olmuştu, bir an ifadesi donsa da sonunda hâlâ R harflerini telaffuz edemememle dalga geçip, “Dilinin altını kestirirsek r harfini kolayca söylermişsin, öyle duydum bir arkadaştan,” dedi, annemin irkildiğini gördüm ama ben irkilmedim. Beni daha fazla korkutamazdı.
“O daha çocuk,” dedi annem yavaşça. “Elbet söyleyecek.”
“Söylemezse dilinin altına kesik attıralım. Gülüm, bakma öyle. Eskiler hep öyle yaparmış.” Annem sessizce bana baktı, babam hâlâ elini tutuyordu, gözlerindeki keder o kadar üzdü ki beni, o kadar paramparça oldum ki o gece kendime bir söz verdim. Kendim için değil, annem için r harflerini söylemeyi kendiliğimden öğrenecektim.
Annem daha fazla korksun istemiyordum.
Babamın dikkatli gözlerle bana baktığını hatırlıyorum, on yedi yaşlarındaydım, sigaraya yeni başlamıştım ama ne ondan saklama gereği duyuyordum ne de onun düşüncelerini önemsiyordum. Onu öldürmediğim için şanslıydı, öldürmüyordum çünkü Eylül vardı, öldürmüyordum çünkü Cesur hâlâ yeterince büyük değildi. Sarhoştu, bahçeye ben on dörtlerimin başındayken yaptırdığı çardağa oturmuş, önünde duran içki bardağını avuçlarının arasında saklayarak beni izliyordu. Çardağın ortasındaki büyük meşe masanın üzerinde duran kibrit kutusunu önüme çektiğimi, polarımın cebindeki buruşmuş sigara paketini çıkardığımı ve dudaklarımın arasına dengelediğim sigarayla ona baktığımı hatırlıyorum. Dikkati tamamen bendeydi, yeşil gözlerini kırpmadan bana bakarken sarhoşluğunun kokusunu alabiliyordum. Kibritin kutusuna sürterek var ettiğim ateşi aramıza uzattığımda kaşlarını çattı.
“Bir gün seni havaya uçuracağım,” dedim soğuk bir sesle. “Hatta şu an bu kibriti sen bu hâldeyken yakmam bile, seni havaya uçururken kendimi de parçalamaktan korkmayacağımın bir kanıtı.”
Bir şey söylemedi, sadece bana baktı; uzun uzun baktı. Sigaramın kibritin ucunda yalpalayan alevle yakıp kibriti salladıktan sonra onun üzerine attım, sönen kibrit omzuna çarparak yere düştü ve bakışlarımı babamın yeşil gözlerine sabitledim. Tıpkı bana yaptığı gibi onu gözlerimi bile kırpmadan izlemeye başladım.
“Gurur,” dedi babam sonunda. Bir gün var olacak olan ecelini taşıyan ölüm meleğine bakıyordu sanki. Azrail’ine, celladına bakıyordu, tüm bunlar tek bir kişiydi; oğluydu. Oğluna bakıyordu. “Bana duyduğun nefret bir gün seni de tüketecek, oğlum.”
“Sana duyduğum nefret beni yıllar önce tüketti.”
“Henüz bir yetişkin sayılmazsın. Bir gün büyüdüğünde, seni tüketenin ben değil, olmasını dilediğin dünya olacağını biliyorsun. Gurur, bak yüzüme. Ben gerçeğim. Şimdi dışarı çıktığında atacağın üç adımın ikisinde gördüğün insanlar bana benziyor. Beni yargılıyorsun, bir gün bana dönüşeceğini bile bile bunu yapıyorsun. Bir gün sen,” işaret parmağını bana doğrulttu, “bana dönüşeceksin, oğlum.”
“Kendini bunlarla mı kandırıyorsun?” Bana bakışlarının derinleştiğini hatırlıyorum. Gözlerimde bir cevap arıyor gibiydi. Sanki bu sorunun cevabını kendi içinde o kadar çok bilmiyordu ki benim gözlerimden çalmaya çalışıyordu. Sigaradan bir duman alıp boynumu çıtlattım, geceye ait böceklerin seslerini dinledik; gerginliğini hissedebiliyordum. Gözlerim kavuna saplı duran çatala kayınca, ortama çöken sessizlik onun tedirginliğiyle karanlık bir uğuldamaya dönüştü. “Korkma,” diye fısıldadım. “Seni henüz öldürmeyeceğim.”
“Neden?” diye sordu, ona onu şimdi değil sonra öldüreceğimi ilk söyleyişim değildi ama bana bunun nedenini ilk kez şimdi soruyordu.
“Çünkü Eylül’e bir melek maskesiyle yaklaşıyorsun,” dedim. “Ve benim küçük kızımın o meleği biraz daha tanımaya ihtiyacı var. O meleğin gerçek yüzünü değil, maskesini görmeye, ben ve Cesur’un aksine, biraz daha normal büyümeye ihtiyacı var.” Bu cevap onu sarsmıştı. Eylül’ü seviyordu; bir canavarın kalbiyle seviyordu kızını. Korkutucu bir insanın kalbiyle seviyordu. Bir canavar nasıl severdi bilmiyordum, o zamanlar henüz bir canavar değildim. “Bir gün baba, seni öyle bir öldüreceğim ki, senin hakkında benim için onun oğlu değil, katili diyecekler.” Masaya doğru eğilip babamın gözlerinin içine baktım. “Ant olsun seni öyle bir öldüreceğim ki, dağın dibine gömdüğüm cesedindeki tüm kemikler kurtların aç karnını doyuracak.”
Babam sertçe yutkundu ama tepki vermedi.
Çatala uzandığımı gördü, tekrar yutkundu ama yapmayacağımı biliyordu. Çatalın ucundan damlayan kavunun suyunu tabağa akıttıktan sonra gözlerimi kaldırdım ve babama baktım.
“Anneme hep bu elinle vuruyordun,” dememle, elimdeki çatalı kadehinin yanında duran eline sertçe saplamam bir oldu; bağırmak istedi, çığlıklar atmak istedi ama sadece başını geriye atıp gözlerini sıkıca yumdu ve derin derin nefesler alıp vermeye başladı. Çatalı eline bastırdım, kanırttım, çataldaki tüm çatal dişlerini hissetmesini sağladım.
“Seni neden şimdi öldürmüyorum, biliyor musun baba?” diye fısıldadım alnımdaki tüm damarlar şişerken. “Çünkü Eylül, babasının annesine tecavüzü sonucu doğduğunu bilsin istemiyorum.”
Babam gözlerinden yaşlar akmaya başlarken asma yapraklarına doğru baktı.
“Piç kurusu,” diye fısıldadım. “Bir gün seni öyle bir öldüreceğim ki, sana yemin ederim, seni elimden alnına farklı yazılmış olan kader bile alamayacak.”
“Gurur,” diye seslendi ben anıların arasında dolaşırken beni arayan o genç kadın. Sanki zihnimdeki her bir odaya girdi, her bir odaya adımı bıraktı ve çıktı, ilerlemeye devam etti. Sonunda bana ulaştı ve beni yanına geri çekti. Binlerce anı geri geleceklerini söyleyerek içimi terk ederken bomboş gözlerle baktığım yüz, Zeliha’nın yüzüydü.
ZELİHA ÖZDAĞ
“Gurur,” diye fısıldadığımda bakışları uzun süre bomboş bir hâlde rüzgârın uğuldadığı yolda asılı kaldı. Sesim ona çok geç ulaşmış gibi bana döndüğündeyse yüzünde gördüğüm ifadesizliğin bir ağrı olup karnıma saplandığını hissettim.
Gurur’un yüzüne sinen duyguya bir isim veremedim. Sadece bir noktada bu ifadenin beni darmadağın edebilecek güce sahip olduğunu hissettim.
“Her şey yolunda mı?” diye fısıldadığımda yüzündeki o koca boşluk anlık olarak yerini şaşkınlığa, sonra da sakinliğe bıraktı. Başını salladı ve gözlerini benden çekerek tekrar yola doğru baktı. Kar tanelerini gördüm, saatler sonra yeniden sahnedeydiler. Küçük, beyaz, ölümü anımsatan parçalar hâlinde yeryüzüne doğru uçtular ama yere konmadılar; rüzgâr onları olabildiğince ileri itti ve şehrin farklı noktalarına taşıdı.
“Yolunda mı?” diye sordu soruma karşılık olarak.
İçimde beni yaralayan bir hisle, “Hayır,” dedim, “yolunda olmadığını biliyorum. Ama bakışların…” Sustum, merakla bana baktı ama bir şey söylemeyeceğimi anladı ve başını salladı.
“Gidelim mi?”
“Eve mi?” diye sordum, sorum ona her nasıl hissettirdiyse bir kez daha sessizlikle bana baktı. Bakışları yolumu kaybettiriyordu. Yine bakışları, yolumdu ve ilerlememi sağlıyordu.
“Evet,” dedi dalgın bir sesle, neden dalgın olduğunu sormak istedim çünkü içimden bir ses, bu dalgınlığın sebebinin bu gece öğrendiğimiz şeyden ziyade, daha başka bir şey olduğunu söylüyordu. Gurur gözlerini yumup geri açtı ve yavaşça arabaya doğru yürümeye başladı. Onun gibi kokan cekete sarılarak bir süre olduğum yerde durup onu izledikten sonra ben de yavaşça arabaya yöneldim.
Yolda ona suçunu itiraf etme düşüncesiyle ilgili sorular soramadım. Bu gece ipleri biraz daha germek istemiyordum. Şafak, ufuk çizgisinde mavi ve kızıl ışık parçaları hâlinde geldi, mavilik usulca gökyüzüne dağıldı ama kızıllık ufukta kalmaya devam etti. Bir süre sonra evin olduğu sokaktaydık, arabanın motorundan gelen küçük sesleri dinlerken gözlerim karanlığa gömülü evlerdeydi. Pencerelerin arkasında sonsuz karanlıklar var gibi duruyordu.
Emniyet kemerimi sessizce çözüp arabadan indim, binanın girişine koşar adımlarla ilerledim, asansöre bindiğimizde telefonuma düşen bildirim sesi aynı anda Gurur’un da telefonuna düşmüştü.
Mesaj gruptandı.
Yener Açıkgöz: K9 köpeği gibi hissediyorum kendimi aşırı derecede
Yener Açıkgöz: Dağlardan yüzüme yüzüme taze kek kokusu vuruyor
Yener Açıkgöz: Üstümde de yersiz bir azgınlık
Yener Açıkgöz: Bir garip oldum duygusal mıyım libidosal mıyım neyim anlamadım bu gece
Girdap Demiralp: Gerçekten soruyorum
Girdap Demiralp: Sırası mı lan dalyarak
Yener Açıkgöz: Sen değil miydin bana götündeki kasları görmek istiyorum götünü sıkarak çeksene çukurlar görünsün diye mesaj atan
Girdap Demiralp: Ulan Allah’tan kork be
Devran Soydere: Korksa böyle bi insan mı olurdu Girdap sence? Mantıklı ol biraz.
Adnan Bahtıvar: Rezil köpekler gerçekten araba kullanmasam daha birçok hakarette bulunabilirdim size ama ya bu direksiyonu söküp size bu direksiyonu sokacam ya da gerçekten adam olup yola bakacam
Vural Demirezen: Cddi bi olay var ortda hayla geyik pekindesiniz
Yener Açıkgöz: Pekin’de miyiz?
Yener Açıkgöz: Kızları güzel diyolar Pekin’in
Hakan Basri Şenkaya: Gurur teslim olacağını söylüyor.
Uzun süre görüldü olarak kalan mesaja ilk tepkiyi Yener verdi.
Yener Açıkgöz: Kelepçe fantezisi yapmak istiyor diye yorumladım.
Devran Soydere: Daha çok yumruk delisi yapılmak istiyor diye yorumladım.
Girdap Demiralp: Daha çok Cengiz Kurtoğlu Gelin Olmuş Gidiyorsun şarkısıyla işkence çektirmemi özlemiş diye yorumladım.
Vural Demirezen: Nie hepnz sçma spaan şeyler yorumluyosunuz amk vedat milorları
Vural Demirezen: Bu arwada gurur afedrsn ama skmiyim belanı ne diosn yavşak
Tayfun Soydemir: Vural Türkçesizine o kadar katılıyorum ki, daha önce kimse ona benim kadar katılmamıştır.
Vural Demirezen: Eyala
Bir şeyler yazmadım, Gurur da bir şeyler yazmadı, bir süre telefonunun ekranına baktı ve sonra ekranı kapattı. Ekranı karanlığa boyandığında evin kapısının önündeydik, arkama dönüp Cenan’ın kapısına doğru baktım, kapı diğer tüm kapılar gibi sımsıkı kapalıydı. Koridorun otomatik lambaları biz eve girdiğimiz anda söndü. Gurur’un merdivenlere yöneldiğini gördüm, ben de salondaki koltukta uyuyan Leon ve Pars’ın yanına gittim ve koltuğun ucuna oturup onları izlemeye başladım. Salon karanlıktı, boydan camdan içeri vuran şehir ışıkları yeterli geliyordu. Pars gözlerini açıp bana baktı, sakindi, bizim kokumuzu aldıkları için ayaklanma gereği duymamışlardı. Pars’ın başını okşadığımda Leon da gözlerini açıp beklentiyle bana baktı. Büyük patilerinin üzerlerine koydukları başlarını tek tek okşadıktan sonra eve yayılan su sesini dinlemeye başladım.
Gözlerim bileğime kaydı, bilekliğime baktım, ardından ellerim yavaşça boynuma kaydı ve boynuma taktığı künyesine dokundum. Künye soğuktu, saatler önce yaşadığım mutluluk sanki yıllar öncesine aitmiş gibi kötü hissederek sokağı izlemeye başladım. Gün neredeyse parçalanarak ağarmıştı ama sokak lambaları hâlâ yanıyordu.
Gurur’un geldiğini şampuanın ve sabunun kokusunu solumamla fark ettim. Bazen o kadar sessiz oluyordu ki, sanki bir yırtıcıydı ve doğada avına bu şekilde yaklaşıyordu. Kafamı kaldırıp ona baktığımda tam önümde duruyordu, gözlerini indirip bana baktı. Yüzü şafağın renkleriyle hem aydınlık hem karanlıktı. Şafak da böyleydi. Hem karanlık hem de aydınlıktı. Şafak vakitlerini arafa benzetiyordum; şafak sökerken ne cennetteydiniz ne de cehennemde. Bazen Gurur, ne cennetti ne de cehennemdi, ikisinin ortasında hissettiren bir araftı. Gurur, hem karanlık hem de aydınlıktı.
Bu geceden çıkmıştık, sonraki geceler ise gitgide daha da belirsizleşmişti. Artık bizi bekleyenin ne olduğunu bilmiyordum. Gurur’un bir sonraki hareketinin ne şekilde olacağını bilmiyordum.
“Şu an nasıl uyunur bilmiyorum,” dedi, sesi dalıp gittiği düşüncelerin içinden sırtında karanlık bir anıyla çıkmış gibi ağırdı. “Şimdi bana nasıl uyuyacağımı öğretir misin?”
Hissettiğim koca karmaşaya rağmen başımı salladım. Bir çocuğun gözleri, bir adamın bedeniyle tam karşımda duruyordu ve ona hayır demek, her geçen gün biraz daha zorlaşıyor, hatta imkânsızlaşıyordu. Pars ile Leon’un yattıkları tarafa değil, diğer tarafa doğru uzanıp sırtımı koltuğa yasladım ve ona beklentiyle baktım. Gözlerini indirmiş beni izlerken sanki ne yapacağını bilemiyordu. Hem kalmak hem de gitmek isteyen bir insanın gözleriyle bana baktığını fark edince canım acıdı. Bu acıyı durduramadım.
Gurur, gitmek mi istiyordu?
Gurur, aynı zamanda kalmayı da mı istiyordu?
Seçimini hangisinden yana kullanacağını bilmiyordum ama her ikisinin de benim içimi şu an acıdığından daha çok acıtacağını biliyordum. Varlığı da yokluğu da zulümdü, bunu kabul etmiştim.
“Gelmeyecek misin?” diye sordum. Gidecek misin, kalmayacak mısın, demek istedim ama alacağım her cevap beni delip geçen bir ok olacağından bunu yapamadım. Avucumla önümdeki boşluğa vurduğum anda gözleri elime kaydı ve yutkunduğunu gördüm. Altında sadece boxerı vardı, kasların şişirdiği göğsü dinginlikle kalkıp iniyordu. Gözleri yavaşça boynumdan sarkarak koltuğun yüzeyine düşen künyeye takıldı. Elimi künyeye götürdüğümde yeniden gözlerime baktı.
“Geri mi vereyim?” diye sordum bir çocuk gibi.
“Hayır. Daima sende kalabilir.” Koltuğun ucuna oturdu, cevabı kalbimi dehşete düşürmüş gibi çarptırırken bana değil, boydan camda parlamaya başlayan sokağa bakarak, “Daima seninle kalabilirim,” diye fısıltısına gürültülü bir itiraf sığdırdı.
Gerçekten kalabilir miydi? Bu işin sonunda her parçamız başka bir sokakta yalnız kalacakmış gibi hissediyordum. O kadar çok parçaya ayrılacaktık ki parçalarımız Isparta’nın sokaklarına sığmayacaktı, bazıları kaybolacak, hiç ayak basmadığımız şehirlere dağılacaktı. Kalsa da kalmasa da acı çekeceğimizi en başından beri biliyordum ama bir yanım umutsuz bir şekilde içimdeki tüm duyguları asılarak, kalması için bana yalvarıyordu. Bana yalvarıyordu çünkü ben de Gurur’a yalvarayım istiyordu.
Gurur bir dağ gibi üstüme yıkıldı.
Sırtını göğsüme bastırdı ve sanki kocaman değilmiş gibi önümde küçücük kalarak bana sığındı. Kolumu kaldırıp ona doğru attım ve avucumun içini göğsünün biraz altına yasladım. Kendini bana biraz daha bastırdı. Saçlarındaki ıslaklığın soğukluğu yüzüme geliyordu; muazzam bir kokusu vardı, taze, çok temiz ve berrak kokuyordu. Ferahtı. Sanki su onun değil de benim tenimden akıp gitmiş gibi gevşememe, rahatlamama neden oldu. Temizlenen o değil de benmişim gibi hissettim.
“Daima seninle kalabilirim dedin,” diye fısıldadım.
Evet dercesine bir mırıltı çıkardı.
“Kalırım demedin, kalabilirim dedin.”
Bu kez sustu.
İçime beni kavuran bir korku daha çöktü. Kalırım dememişti, kalabilirim demişti. Kalmak istiyorum ama gitmek zorunda kalabilirim mi demekti bu? Ona daha sıkı sarıldığımı fark ettiğimde sessizliğimiz ikimizi de sağır edecek boyuta ulaşmıştı.
“Her şey çok farklı olabilirdi,” diye mırıldandı, bunu beklemediğim için gözlerimi açıp ensesine baktım, ardından gözlerim omzuna doğru kaydı, çıkıntılı, güçlü duran omzunun ortasında bir gamze vardı. “Daha farklı bir zamanda tanışabilirdik.” Kaşlarım çatıldı. “Daha doğru bir zamanda, daha doğru bir yerde.”
“Ne fark ederdi?” Cevabını duymak istedim. Bir hayal bile olsa o hayalin içine girmek, o duyguları deneyimlemek istedim. Nasıl olurdu? Nerede tanışırdık? Bir otobüs durağında? Kampüste? Kafeler Caddesi’ndeki mekânlardan birinde? Nasıl olurdu?
“Çok şey,” dedi. “Bu şekilde olması gerekmiyordu.”
“Peki seninle başka bir zamanda, başka bir yerde tanışmış olsaydık, bu nasıl olurdu?”
Bir süre sustu, sonra da “Üniversitede normal bir öğrenci olmak isterdim,” dedi, bu isteğine şaşırdım, o da şaşırdığımı biliyormuş gibi, “Bana hiç uymuyor değil mi?” diye sordu. “Yani kafandaki bana.”
“Sanırım,” diye fısıldadım.
“Yaşlarımız yakın değil, sen Cesur ile aynı yaştasın, aramızda uçurumlar var diyemem ama elbette seninle aynı dönemde okuyor olamazdım. Ama düşündüm. Şimdi otuz ikisinde değil, yirmi dört ya da yirmi beşlerinde bir Gurur olduğumu, hâlâ mezun olamadığım için okula sürünerek geldiğimi, seni kampüsün bahçesinde güneş saçlarının üzerinde oynarken gördüğümü düşündüm.” Yutkundum. “Kim bu turuncu suratlı derdim kesin…”
“Gıcıksın, dersin,” dedim gülümsememi bastıramayarak.
“Sonra da yanına gelip ‘bayan bakar mısınız, saat kaç’ diye sorardım, sen saati söyledikten sonra da ‘bu saatten sonra benimsin’ derdim ve sen de Muğla’daki babanı arayıp çağırır, beni okul çıkışında dövdürürdün.”
“Hemen gelirdi bu arada.”
“Baban beni çok korkutuyor, Zeliha,” diye fısıldadı.
“Daha onu tanımıyorsun bile…”
“Yani bu tanırsam daha çok mu korkacağım anlamına geliyor?”
“Aslında çok şirindir.”
“Şirin şirin mi dövecek yani beni?”
“Abartma. Neden dövsün seni?”
Güldüğünü duyar gibi oldum.
Elini göğsünün üzerinde duran elimin üstüne koydu ve “İyi uykular, Matmazel Zekâ Küpü,” dedi bana eski bir anının içindeymişiz gibi hissettirerek.
Dudaklarım yukarı kıvrılırken, “İyi uykular,” dedim, oysa gülümsemek bana hiç olmadığı kadar uzaktı.
Gözlerimi açtığımda yanımda değildi, yanımda olmasını istediğim anda yanımda değildi. Gözlerim etrafı taradı, dışarıda karla karışık yağmur yağıyordu. Pars başını dizime koyunca gözlerimi ona indirdim, sanki içimdeki hisleri görüyormuş gibi ilgiyle bana bakıyordu; uzandım ve onun siyah tüylerini okşadım.
“Ne yapmam gerektiğini o kadar bilmiyorum ki,” diye fısıldadım, Pars’ın gözleri daha derin bakmaya başladı. “O kadar bilmiyorum ki.” Gülümsedim. “Güzel çocuk, tüylerin ne kadar temiz.” Başını kaldırıp indirdi ve kafasını avucuma doğru ittirdi. “Şefkat görünce ağlayasım geliyor, Pars, haberin olsun…”
“Eğer seni ağlatırsa Pars’ı bu gece binanın koridorunda yatırırım,” dedi biri arkamdan, irkilerek arkama doğru baktığımda Gurur’u gördüm. Elinde bir servis tabağı tutuyordu, servis tabağının içinde bir tost ve meyve suyu bardağı vardı. Yeşil tişörtünü ve altına kamuflaj pantolonunu giymişti. Dağınık, kumral saçları ve uykulu gözleriyle yüzüme uzun uzun baktıktan sonra, “O çipil gözlerin beni mi arıyordu yoksa?” diye sordu. “Gittim sanıp ağlamaya mı başlayacaktın?” Alayla sırıttı. “Âşık mısın sen bana?”
“Hadi oradan, kendini beğenmiş,” desem de içime yayılan rahatlamayı durduramadım.
Gülümseyişi derinleşti, yanıma geldi ve servis tabağını bana uzatarak, “O kadar ani zayıfladın ki bu canımı sıktı, başlarda ne güzel sinir ediyordum seni,” diye mırıldandı. “Yemek mi yemiyorsun sen?”
“Yiyorum,” diye mırıldandım, son zamanlarda çok kilo kaybetmiştim, yaşananların alıp götürdüğü şeylerden biri de buydu. Artık kot pantolonlarım bana bol eşofmanlar gibi oluyordu. Çok kilolu olmamakla birlikte aslında balık etli biriydim, şimdiyse gerçekten zayıftım. Çocukken de böyleydi. Ne zaman çok üzülsem, çok ciddi kilolar kaybederdim.
“Ye o zaman, göreyim.”
Gözlerimi kaldırıp ona baktım. “Sen yemeyecek misin?”
“Bu cüssenin yemek yemeye ihtiyacı yok şu an.” Sırıttı, beni neşelendirmek için yaptığını biliyordum, gülümsedim. “Bak, ben muhteşemim,” diye ekledi. “Gördüğün gibi, bedenimdeki her kıvrım kastan oluşuyor. Sıfır yağ. Dokunmak istersen buna hayır demem.” Yüzüme doğru eğildi. “Bu arada kilolu kadınları çok çekici bulurum.”
“Artık beni çekici bulmuyorsun yani?”
“Bunlar bahane, sen şahanesin,” dedi. “Biri senin için şahane olduğunda, o insanın nasıl göründüğüyle ilgilenmiyorsun. En berbat bulduğu hâli bile senin için mükemmel oluyor.” Beni mükemmel mi buluyordu? Ona iri gözlerle baktığımı görünce gülümsedi. “Güzellik gelir ve gider, Zerda, çok zayıf olduğun için eleştirenler kilo aldığında eski hâlinin iyi olduğunu söyler, çok kilolu olduğun için eleştirenler kilo verdiğinde eski hâlinin daha güzel olduğunu söyler. Güzellik böyledir. Seni önce alıp istedikleri yere yerleştirmek için baskılarlar, sonra da geri dönmeye zorlarlar. Ama biri için şahaneysen, nasıl olursan ol, şahanesindir.”
“Bu övgüleri neye borçluyuz fiskos Gurur?”
“Ne?”
“Ver yemeğimi.” Elindeki servis tabağını alıp kucağıma koydum, çatık kaşlarımla tosta bakarken, “Sucuk koydun mu?” diye sordum homurdanarak.
“Bol çemenli. Rockçı Serpil Ekin falan ders notu isterse ona gülümse ve bol nefes vermen gereken cümleler eşliğinde canım arkadaşına not ver, tamam mı?” Sırıttı. Bugün ruh hâli düne oranla daha berraktı.
“Çok kötüsün.” Tosttan bir ısırık aldım.
Sırıtarak bana bakıyordu ama gözlerinin derinlerine indiğimde, o gözlerde bambaşka bir şeyin saklandığını gördüm.
Gurur, iyi değildi.
Gurur, bugün hiç iyi değildi.
Gurur, neden bu kez gülümserken sanki için için ağlıyor gibiydi?
Gözlerinde gördüklerimi anlamış gibi bakışlarını benden kaçırınca ne yapacağımı bilemediğim için sadece yutkundum. Ona bakmamamı mı istiyordu? Zor olurdu ama yapardım. Gurur, neden bugün böyle bakıyordu? Dün geceyi hatırlayınca kalbimin parçalanacağını sanarak yutkundum. Gitmek fiilini eyleme dökeceğini ilk kez bu kadar net bir şekilde hissettirmişti bana. Hem de tek kelime etmeden. Bazen sessizliğin aslında bir kabulleniş olduğunu biliyordum.
Gurur, bir süre sessiz kaldı. Sonra bana doğru döndü ve “Tesise gitmem gerek,” dedi, başımı salladım, gözlerine bakmaya korktum, gözlerimi tosta indirdim. “Kaplaner muhakkak sana sorular soracaktır.”
“Senin yaptığını düşünmeyecektir,” dedim kısık sesle.
“Evet ama seni sıkıştırır yine de. Canını sıkarsa sen de o cadının canını sık.” Elini yüzüme koyunca kafamı kaldırıp ona baktım. Upuzundu, güzeldi, kederli bakan gözleri ve gülen bir yüzü vardı. “Sıkıntı yok, dağ gelinciği. Korkma,” dedi. “Her şeyi halledeceğim.”
Bunu söylemesi beni daha da korkuttu.
Çenemin yuvarlağını parmaklarının arasına alıp kafamı tamamen kaldırdı. “Ve bu gözlerle bana bakma,” diye ekledi kısık bir sesle.
Kendi gözlerinin nasıl baktığını bir bilsen, dedim kendi içimden ama bunu ona söyleyerek içindeki depremin şiddetlenmesini istemedim. Onu tanıdığımdan bu yana ilk kez bu yanını görüyordum; o ya sinirliydi ya da çok eğlenceliydi, ortası yoktu. Şimdiyse üzgündü. Ne sinirli ne eğlenceli, sadece üzgündü.
“Beni de okula bırakır mısın?” diye sordum yavaşça, bugün tüm günümü onunla geçirmek istiyordum, mümkün değil gibiydi. Bari okula gidene kadar yanında olabileyim, diye iç geçirmiştim.
“Soruyor bir de cüce,” dedi gülümseyerek. “Tostunu ye, gideriz.”
Gözlerim bileğine kaydı, zincir bileklik kolundaydı, kendimi daha iyi hissettiğim için utanarak başımı salladım ve tostumu yedim. Tostu o kadar ağır yedim ki sanırım o da anlamıştı biraz daha vakit geçirmeye çalıştığımı, bu yüzden hiç yorum yapmadı, sadece bekledi.
Evden çıkarken Cenan da evden çıkıyordu, gözlerini bana dokundurdu, Gurur ona bakmadan asansörlere doğru ilerlerken ben durdum ve Cenan’ın benimle konuşmasını bekledim. Üstünde beyaz bir takım vardı, gözlerini Gurur’a çevirdi, Gurur’un bakmadığını görünce hızla arkasını dönüp eğildi ve Dide’nin alnını öpüp kapıyı kapattı. Kahverengi deri çantasını omzuna asarken, “Günaydın, Zeliş,” dedi kısık sesle, başımı salladım. Yüzümdeki renk kaybından anlamış gibi, “İstersen okulda konuşuruz,” dedi, sesinde bir ablanın şefkatini bulunca ondan kaçamadım. Başımı salladım, o da başını salladı ve bana kısaca üzgün gözlerle bakıp hızla asansörlere yöneldi.
Üçümüz aynı asansöre bindiğimizde gergin bir sessizlik vardı. Sonunda Gurur derin bir nefes aldı ve “Neden ben varken konuşmuyorsunuz?” diye sordu yavaşça.
Cenan, “Benden hoşlanmadığını görebiliyorum, Çalıklı,” dedi resmî bir sesle. “Sizi huzursuz etmek istemediğim için konuşmuyorum.” İkisi de birbirine değil, önlerine bakıyorlardı.
Tam ortalarındaydım. Ve ikisi de benden uzundu.
“Senden hoşlanmamam için bir sebep yok. Kız arkadaşımın öğretmenisin,” dedi Gurur resmîyeti bir köşeye bırakarak. Hâlâ birbirlerine bakmıyorlardı.
“O zaman arabamı çizip geceleri karanlık penceremden dışarıyı izlerken dışarıda tehditkâr gözlerle evimi izleyecekmiş gibi davranma,” dedi Cenan, bir an küçük bir gülümseme dudaklarımdaki yerini aldı ve “Cidden bunu yapmadı, değil mi?” diye sordum.
Gurur ile Cenan aynı anda, “Daha neler,” dediler.
Yapmış gibi hissettim.
Asansörün çift kanatlı kapısı kayarak açıldığı anda Cenan, “Okulda görüşürüz,” dedi ve hızla asansörden çıkıp bizi geride bırakarak binanın çıkışına doğru ilerlemeye başladı. Gurur ellerini çıkarken üzerine geçirdiği bej paltosunun içine sokup, “İmajımı zedelemek için söyledi bunları, inanma ona,” diye homurdandı. “Öf ya, gıcık oluyorum şu sarışına.”
Gülümseyerek ona baktım. Gözlerini bana çevirip tek kaşını kaldırdı. “Ne?”
“Muşta’yı çok seviyorsun sen,” dedim. “Ondan gıcık oluyorsun kadına.”
“Ne alaka?” Gözlerini yüzüme dikti. “Ama aslında evet, çok alaka. Muşta onu hâlâ çıldırırcasına seviyor. Bunu gördüm. Yıllardır göz ardı ettiğim bir ayrıntıydı ama artık gözümün önünde. Görmezden gelemiyorum.”
“Aralarında geçen her neyse, bunu sen de bilmiyorsun.”
“Mezun olduğun an Cenan Kaplaner’in avukatı olarak işe başlayacaksın galiba sen?”
“Canım isterse.”
“İyi, hazır her yere Hukuk Fakültesi açıyorlarken sınava gireyim de ben de Muşta’nın avukatı olayım.”
Ona dik dik bakarak arabasına doğru yürüdüm, yüzünde keyif aldığını belli eden bir ifadeyle bana baktı ve benim için arabanın kapısını açtı. Üzerime öylesine geçirdiğim deri ceketin fermuarını çenemin altına kadar çektim. Ön koltuğa oturduğumda eğildi ve beklemediğim bir anda kokusu içime akarken emniyet kemerimi bağladı. Gözleri gözlerime tutunduğunda o kadar yakındık ki, kalbimin şiddetlenen atışlarını duyduğuna emindim. Nefesi yüzüme yavaşça aktı ve tenimi ısıttı.
Yavaşça geri çekilip kapıyı kapattı ve arabanın önünden dolaşarak sürücü koltuğuna geçti. Yağmur damlaları ön cama kar tanelerini yanına alarak yavaşça çarpıyordu. Araba öne doğru atıldığında, Gurur, “Zeliha,” dedi ve sonra sustu. Bakışlarım omzumun üzerinden ona doğru kaydı. Sert bakışlarının altına gömülmüş hüznü yeniden görünce kalbime çöken karanlığı aydınlıkla boğamadım.
“Efendim?”
“Bir yerden düşerken öleceğini mi düşünürsün yoksa en fazla bir yerim mi kırılır dersin?”
Bu soru birden o kadar farklı bir his yarattı ki ona bakakaldım. Ne söyleyeceğimi bilemez hâlde değildim, sadece ne söylersem bana bu soruyu neden sorduğunu anlatır diye düşünüyordum. Arabayı yavaşça hızlandı, merkezde ilerliyorduk ama kar ve yağmur yağışından dolayı trafik boştu, kaldırımlar boştu, otobüs duraklarının saçaklarının altında insanlar birbirine yıllardır birbirlerini tanıyormuş gibi sokulmuştu.
“Düştüğüm yerin yüksekliğine bağlı,” dedim sonunda.
Arabanın radyosuna doğru eğildi, düğmeye bastı ve Kıraç’a ait bir parçanın tam ortasına denk geldik. Arabanın içine yayılan şarkının sesi cevabı bir süreliğine silse de sonunda Gurur, yeni bir şey söylemek için dudaklarını aralayınca sessizlik ikiye bölündü.
“Korkar mısın?”
“Düştüğüm için mi? Evet.”
“İnsanların geneli düşmekten değil, atlamaktan korkar, atladıktan sonra da ölmekten,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Bazen öyle bir an gelir ki, öyle bir şeyler olur ki, atlarsın, atlarken öleceğini düşünmezsin genelde ama düşmeye başladığında aklına ilk gelen ölümdür.” Gözlerimi ellerime indirdim, daha fazla onun yüzüne bakacak hâlim yoktu, kalmamıştı. Yüzünde, gözlerinde, bugün onda farklı bir şey vardı. “Ben on üç yaşındaydım,” dediğinde gözlerimi yeniden ona çevirdim ve kalbimin gürültüsü şarkıyı bastıracak sandım. “Düştüğümde değil, atladığımda.”
“Bu da ne demek?”
“Siktir et. Yol bitene kadar bana babanla olan bir anını anlatsana. Geçen sefer anlatmıştın, bu bana iyi hissettirmişti.” Yola bakıyordu, tüm bu içimi ateşe veren cümleleri kurarken gözleri yoldaydı. Sanki bana baktığı an geçmişini, kendisini, küçük bir oğlan çocuğu olan Gurur’u ele verecekti.
“Gurur, atladım dediğinde aslında ne demek istedin?” diye sordum kısık sesle ama cevap vermedi, irdelemek istesem de onun üzerine mezar toprağı gibi yayılmak istemedim. Cam kırıklarının içinde yüzüyormuşum gibi hissederken onu izlemeye devam ediyordum. Bana değil, yola bakıyordu, silecekler belli aralıklarla otomatik bir ses çıkararak ön cama vuran yağmur damlalarını savuruyordu. Bana annesinden bahsetmişti, annesini şafakta çiçeklerin üzerine sinen çiy damlalarına benzettiğini söylemişti, annesinden bahsederken yüzündeki gülümsemeyi hatırlıyorum; içten ve hüzünlüydü. Peki ya babası? Neden benden babamla ilgili anılar istiyordu?
İçime korkunç bir acı yayıldı. Bir babaya ait mutlu anılar mı istiyordu?
“Yıllar önce ilk kez yüzmeyi öğrendiğim günü hatırlıyorum,” diye fısıldadım, derin bir nefes aldı. “Bir akrabamız beni suyun içinde tutuyordu, kulaç atmamı istiyordu, bırakmayacağını söylüyordu. Kulaç atarken ona güvenmiştim ama ellerinin kayıp gittiğini fark etmemiştim bile. Sonra birden fark ettim ve batmaya başladım. Çırpındığımı hatırlıyorum. Suya batıp duruyordum. Babam kıyıdayken beni fark etmiş, akrabamız tutmaya çalışsa da çok çırpındığım için başaramamış. Suyun içine batıp çıkarken babamın yüzüne yayılan endişeyi, suya doğru koştuğu ânı hatırlıyorum. Zeliha diye bağırıyordu, sanki ölecekmişim gibi korkuyordu, bana hiç öleceğim gibi gelmemişti, birinin beni tutup çıkaracağını bildiğimden öleceğimi hiç düşünmedim. Beni omuzlarımdan tutup çıkardığını ve bağrına bastığını hatırlıyorum. Babamın kalbinin ilk defa o kadar şiddetli çarptığını duymuştum.”
“Erkek adam yüzme bilmez mi?” diye sordu geçmişteki sesin sahibi, canavarın gözleri takvim yapraklarındaydı; canavarın elleri küçük oğlan çocuğunun üzerindeydi. Çocuğun kafasını tutup suyun içine bastırdı, çocuk gözlerini açtığında denizin derinliğini gördü; çığlık atamadı. İçinden ölmemek için dua etti, öleceğini hissetti. Yukarı çıkmak için çırpınsa da onu aşağıda tutmaya çalışan eller, öz babasının elleriydi. “Gurur Mert! Öğreneceksin dedim sana, öğreneceksin!” Kafasını daha şiddetli bastırdı ve bir kahkaha attı; çocuk canavarın sesini suyun içindeyken bile duyabildi. Alkollüydü, çocuğun ise üzerinde mavi bir okul önlüğü vardı; arabayla okuldan döndükleri bir andı. Onu suyun içine fırlatmadan önce arabadayken, “Bu yaz denize gideriz,” demişti. “Seninle erkek erkeğe şöyle yüzeriz.”
Çocuk ona, “Ben yüzme bilmiyorum ki,” dediğinde, birden parlamıştı; insan buna neden sinirlenirdi ki? Küçük çocuk, koca adam olduğunda bile hatırlıyordu. Ensesinden tutulup arabadan fırlatıldığı ânı, babasının ona doğru yaklaştığı ânı, üzerindeki önlüğü, önlüğünün ön cebinde veli toplantısının tarihi ve saatinin yazılı olduğu kâğıdı, babasının onu lağım kokan denizin içine savuruşunu, suyun içine düştüğü anda hissettiği o kemik kıran soğuğu. Saçlarından yakalandığı ânı, çekiştirilerek derinlere götürülüşünü, defalarca kez suyun içine bastırılan kafasını, kaybolan nefeslerini, korkuyu…
Gurur’un dalgın bakışları birden yükselen korna sesiyle etrafa saçıldı ve ona makas atan arabaya sakin gözlerle baktı. “Yavaş,” diye fısıldadım, anıyı dinliyor muydu yoksa dinlemiyor muydu hiçbir fikrim yoktu.
“Devam et,” diye fısıldadı. “Sonra ne oldu?”
“Sonra beni kucağına aldı ve bana yüzmeyi öğreteceğini söyledi. O kadar sakinleşmiştim ki panik diye hiçbir şey kalmamıştı. Çünkü ona sınırsız güveniyordum.”
O an oradaydı, küçük bir çocuktu; geçmiş içinden kopup gidiyordu, gelecek üzerine bir dalga gibi yavaşça geliyordu. Önce suyun yüzeyine çıktığını düşündü; bu olurken suyun içindeydi, gözleri açıktı ve suyu izliyordu. Biri onu başından bastırmıyormuş gibi gevşemişti, artık meydan okumuyor, kurtulmaya çalışmıyordu. Sadece suyun yüzeyine çıktığını düşünüyordu. Bir adam kıyıdan ona doğru koşuyordu, adamı tanımıyordu, adamın yüzünde endişeyi görüyordu, korkuyu görüyordu. Adam ona daha önce hiç duymadığı bir sesle, “Gurur!” diye bağırıyor, sanki onun ölmesinden çok korkuyordu.
Adamı tanımıyordu ama adama güveniyordu.
Gurur sanki boğulan oymuş gibi derin bir nefes alınca irkilerek ona baktım. Ellerini direksiyona sertçe bastırdı, parmak boğumları kireç gibi oldu ve omuzlarının yükseldiğini gördüm. Önümüzdeki yola bakarken bedeni kaskatı olmuştu, aldığı nefesi o kadar uzun süre içinde tuttu ki korkuyla ona dokundum.
“Gurur,” diye fısıldadım.
Dokunmamla sıçradı, bana öyle bir baktı ki, titreyen ellerimi hemen geri çekip korkuyu saklayamayan gözlerimi yüzüne diktim. Sanki onu bir sandala bindirmiş, açık denizde yerini yurdunu bilmediğim bir adaya, o adada saklanan anılarının içine göndermiştim.
“Zeliha,” dedi sakin bir sesle.
Korkumu bastırmaya çalışarak başımı evet anlamında salladım.
“Sence baban beni sever miydi?”
Dudaklarım yukarı kıvrılırken gözlerimin dolmasına engel olmak için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım. “Evet,” dedim. “Sever.”
Sustu. Dalgın gözleri şimdi yeniden yoldaydı, dili sessizliğin içinde erimeye başlayan bir buz gibiydi; kelimeler o buzun içinde eridi ve kaybolup gitti. Beni okulun önünde bıraktı, arkamdan gelir sandım ama yapmadı. Gidişimi sakince arabanın dışında, kalçası ön kaputa yaslıyken izledi.
Gaye, “Aa Gurur,” demeden hemen önce kafama paftasının ucuyla vurmuştu, ona dik dik baktığımda da “Aa gitti,” diyerek dudak büktü. “N’aber?”
“İyi,” dedim, gülümsemeye çalıştım ama zordu. Yağmur damlaları yüzüme düşerken gözlerimi yere indirdim ve Gaye’nin yanında yürümeye başlarken, “Sen nasılsın?” diye sordum.
“İyi ben de, dün gecenin yorgunluğu var hâlâ üzerimde.” Dün gecenin eğlenceli olan kısmını hatırladım ama bu bana keyif vermedi. “Siz neden acilen gittiniz?”
“Askerler arasında bir sorun çıkmış, ona bakmaya gittiler, ben de arkalarına takıldım,” dedim, yalan söylediğim her saniye damarımdan bir damla kan siliniyormuş gibi hissediyordum. Yakında damarlarım kupkuru kalacaktı.
“Hı, anladım. Simge geri dönmeyecek mi?” diye sordu. “Ankara’da değil Isparta’da okumak istediğini söyledi akşam. Ne güzel olur. Hem burada sen varsın, daha çabuk adapte olurdu.” Bir şeyler daha söyledi ama kendimi konuşmaya veremedim. Sonunda ilerideki çardağın altında çay içen Hüsrev’i gördü ve beni yanağımdan öperek çardağa doğru gitmeye başladı. Neşesiz gözlerle Hüsrev’e baktım, ona yavaşça el salladım, o da bana el salladı ve binaya girdim.
Bugün blok dersim vardı, hiç ara vermeden iki üç saat süren dersin sonunda derslikten çıkarken ruhum da bedenimden çıkmış gibiydi. Ölü gözlerle koridorda yürüdüğüm sırada bir başka dersliğin kapısı açıldı ve Cenan sınıftan çıktı. Yüksek topuklularının sesi koridora onun varlığına ait yankılar çizerken bana doğru yürümeye başladı. Onu görmezden gelmedim, hatta şu an biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı, o yüzden gözlerine, tam gözlerinin içine baktım.
“Blok dersin vardı sanırım,” dedi bileğindeki altın rengi saati düzeltip bana gülümseyerek. “Seni aradım ama bulamadım.”
“Evet.” Ellerimi deri ceketimin ceplerine soktum. “Nasılsınız?”
“Sizli bizli konuşma aşamasını çoktan geçmiştik sanıyordum.” Gülümsedi, gülümseyince normalde olduğundan belki de bin kat daha güzel görünüyordu. “Gerçi okul sınırlarındayken böyle olması daha iyi sanırım. Kahve içelim mi?”
Son cinayeti de biliyor olmasına rağmen sakindi. Sanki beni de sakinleştirmeye çalışıyordu. “Olur,” dedim başımı sallayarak. Hocaların arabalarını park ettiği park alanına indiğimizde aramızda aşılması güç bir sessizlik büyüyordu. Arabasına binerken tedirgin hissettim, yüksek, beyaz cipinin ön koltuğuna yerleşip emniyet kemerimi bağlarken gözlerim otoparkta dolaştı. Herhangi bir öğrencinin bizi yan yana görmesinden çekindim, sanırım o da çekingenliğimin nedeninin bu olduğunu biliyordu ama o benim aksime umursamaz görünüyordu.
Cip hareket etmeye başladığında ön koltuktan aşağı kayarak kalabalık öğrenci grubunun önünden geçeceğimiz ânı bekledim, saklanmam onu güldürmüştü. Sonunda öğrenci grubunu arkada bıraktık ve rahat bir nefes alarak gözlerimi ileriye diktim. Yağmur dinmişti, hava gri görünüyordu, sis şehrin üzerine uğursuzluğun sembolü gibi çökmüştü.
“Nasılsın?” diye sordu. Kendimi bu soruya hazırlamadığımı, bu soru doğrudan kalbime çarpan bir alev topuymuş gibi hissettirdiğinde anladım. Gözlerimi ellerime indirdim, uzun, siyah ojeli tırnaklarımı izlemeye başladım. Bana baktı ve bende kendinden birçok parça görüyormuş gibi beni uzun uzun izleyip derin bir çekti. “Sormadım say, bok gibi olduğunu göre göre sana bu soruyu sormam salaklıktı.”
“Haberi aldınız mı?”
“Emniyet müdürüyle bizzat görüştüm, evet,” dedi, sonra bir süre sustu, merakla ona baktığımı fark edince de “Zeliha, yapma,” diye inledi. “Anlatamam.”
“Onu suçlamıyorsun, değil mi?”
“Hayır,” dedi. “Ciddiyim, onu suçladığım falan yok. Olay olduğunda seninleydi, sizi gördüm. Açıkçası… Bu işte bir bit yeniği olduğunu düşünüyorum. Ne dersen de, ilk cinayetin Gurur ile bağlantısı olduğunu biliyorum, Zeliha. Karşı çıksan da benim kafamdaki gerçek değişmeyecek. Ama sonraki cinayetlerin farklı bir sebebi var gibi.” Bir şey demek için ağzımı açacaktım ama “Dur,” dedi. “Cidden, dur. Hiçbir şey bilmiyorum, tamam. O yapmadı, tamam,” dedi ciddiyetle. Aslında tam tersine inandığını biliyordum. “Ama taklitçi bu işi büyütürse ne olacak? Onu yakalamak zorundalar. Suçsuz yere bir sürü insanı katledemez.”
Kaşlarımı çatarak, “Gurur kimseyi öldürmedi,” dedim sertçe. “O suçsuz birini öldürmez.”
“Biliyorum. Ben taklitçiden bahsediyorum. O sünepenin derdi her neyse, bunu kanun karşısında anlatsa iyi olur. Aksi hâlde tüm veterinerler korkudan kliniklerine mühür vuracak ve olan hayvanlara olacak.” Gözlerini bana doğru çevirdi. “Endişelenmeyi kes. Karşında değil, yanındayım.”
“Bunu neden yapıyorsun? Neden yanımdasın?”
“Ben de bilmiyorum. Sanırım sana bir vefa borcum var. Dide konusunda bana kimsenin yapmadığı iyiliği yaptın. Bu benim için çok büyük bir şeydi. Öte yandan…” Yine sustu. Beni kendisine benzettiğini bir kez daha itiraf etmekten çekiniyordu, bunu anlamıştım. Belki de bana baktığında kendini gördüğü için başta beni korumaya çalışmış, korumaya çalışırken de korkutmuştu.
“Öte yandan beni kendine benzetiyorsun.”
“Evet,” dedi bir çırpıda. “Sonun benzemesin.”
“Sonum?”
“Ben ve o,” diye fısıldadı. “Yani Basri, o… Olmadı işte.”
“Olmadığını söylüyorsun ama onu hâlâ seviyorsun.”
Kaşlarını şiddetle çattı. “Bunu da nereden çıkardın?”
“Çünkü sana benziyorum. Bir gün Gurur’dan nefret etsem bile bir yanım onu sevecekmiş gibi hissediyorum.” Sustum, aniden gelişen sessizliğim onu şaşırttı.
“Onu sevdiğine eminsin, değil mi?”
“Sanırım,” diye mırıldandım. “Daha önce de birini sevdim, böyle bir his değildi. Bu başka bir his. Tanımlanması çok güç. Anlatılması imkânsız. Ne söylersem söyleyeyim yetmeyecek, nasıl anlatırsam anlatayım kendim bile anlayamayacağım.” Bu hissi tanıyormuş gibi baktı bana. Bu hissin bıçakları onu benden çok daha öncelerinde delmiş, parçalamış, mahvetmiş gibi baktı. Bana vereceği en büyük öneri belki de kaçmam yönünde olacaktı ama bunu söylese bile kaçmayacağımı biliyordu. Çünkü o da kaçmamıştı.
Eski bir kahve dükkânının önünde park etti. O kadar dalgındım ki hangi sokakta olduğumuzu bile uzun süre anlayamadım. Emniyet kemerimi yavaşça çözdüm, araçtan indim ve Cenan ile birlikte kahve dükkânına girdik. İçerisi vanilya ve yeni çekilmiş kahve kokuyordu. Cam vitrinin arkasındaki kurabiyeleri inceledim, hiçbiri iştahımı açmadı. Gözlerimi cam tezgâhın üzerindeki cam kavanozlara doldurulmuş şekerlemelere çevirdiğimde Cenan kahvemi nasıl istediğimi sordu ve ona sadece, “Filtre,” dedim. “Aroma istemiyorum.”
Cam kenarında, meşeden yapıldığı kokusundan belli olan ahşap masaya oturduk. Sandalyeler Gurur ve diğer askerlerin sığamayacağı kadar küçüktü, az yer kaplıyordu, onları bu sandalyelerde düşününce gülümsedim. Cenan gülümsediğimi fark ettiği an, “Bir an bugün hiç gülmeyeceksin sandım somurtuk,” diye alay etti, şaşkınlığımı gizleyemedim çünkü bana anaç gözlerle bakan bu kadının ağzından ilk kez alaycı kelimeler duyuyordum.
Beyaz frenchli tırnaklarını masaya yavaşça vurduğu sırada ona, “Sana sormak istediklerim var,” dedim, kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Ama eğer benim kadar üzgün hissetmene neden olacak bir soruysa, sormayayım.”
“Neyle ilgili soru soracağını anlamış olduk böylelikle,” dedi, gülümsemesi buruktu. “Neyi merak ediyorsun?”
“Neden Dide’yi bilmiyor?”
Bir an sustu, pişman olmam gerekse de olmadım çünkü merak ediyordum. Üstünü örtmesine yardım ettiğim bu olayın özünde nelerin olduğunu bilmem gerekiyordu çünkü bu sır bana çok ağır geliyordu.
“Biz ayrıldığımızda ben hamile olduğumu bilmiyordum,” dedi, sanki geçmiş yeniden gözlerinin önünde var oluyormuş gibi tek bir noktaya sabitlediği gözlerini kıstı. “Bilseydim bir şeyler değişir miydi? Yani ayrılmaz mıydık?” Gözlerini kaldırıp bana baktı. “Bilmiyorum.”
İçime tırnaklarını bastıran merak hissine yenik düşerek, “Öğrendiğinde ne oldu?” diye sordum. “Zor bir süreçten geçmiş olmalısın.”
“Zordu,” dedi başını aşağı yukarı sallayarak. “Kürtajı hiç düşünmedim, aklımdan bile geçmedi ama zordu. Eğer erkek kardeşim ve eşi olmasaydı bu hayata tutunabilir miydim bilmiyorum.”
“Onu terk edenin sen olduğunu duydum,” dediğimde resmen titredi, gözlerini yüzüme dikti, yüzüne yayılarak yüzünü hüzünlü bir tabloya dönüştüren o duyguyu izledim. “Onu terk ettin mi?”
“Her zaman giden mi terk eder sanıyorsun?”
Bir an bu soruyu bana soranın Cenan değil Gurur olduğunu düşündüm.
Ve her nedense bu, sorunun içimi birkaç kat daha fazla acıtmasına neden oldu.
Cenan gülümsedi, sanırım kafamda dolaşıp beni ateşe veren o düşüncenin ne olduğunu biliyordu. “Bazen sana sorulan sorulara sessizken bile cevap verebiliyorsun,” dedi. “Duyguların şiddetle büyüyen bir dalga gibi, kıyıya öyle hızlı vuruyor ki, yani yüzüne, onu durduramıyorsun. Bunu yapma. İleride felaketin olabilecek her şeyden kaçın. Duygularını yüzüne bir roman gibi yazmak da buna dâhil.”
“Senin en büyük hatan bu muydu?”
“Belki.”
“Neden?” diye sordum yeniden, bu soruyu neden sorduğumu bildiği için sadece gözlerimin içine baktı. Alacağım cevaptan korksam da “Neden ondan gittin? Kalan o olmasına rağmen, terk edilen sen miydin?” diye sordum.
Dalgın gözlerini benden uzaklaştırdı, kahveler masadaki yerlerini aldığında hâlâ sessizdi. Gözleri yeniden bana çevrildiğinde o gözlerde geçmişini gördüm.
“Babamı öldürdü,” dedi ve o an, nefesimin içimden bir bıçak gibi geçerek kalbime saplandığını hissettim; kendi nefesimin kalbime yaptığı baskıyla hissettiğim ağrı yüzüme hızla yayıldı. Kalp atışlarımın kulaklarımın içinden geldiğini düşündüm, başımı patlatacak güçteki bir zonklama kulaklarımdan enseme, ensemden yükselerek başımın arka tarafına doğru yayılıyordu.
“Sen ne dediğinin far-”
“Babam bir terör örgütü üyesiymiş.”
Kalp atışlarım göğsümün içine bir bina gibi yıkılarak etrafa dağıldı. Hislerim moloz yığınlarına dönüşmüş hâlde Cenan’a şok içinde bakakaldım.
“Ne ben babamın bir terör örgütü üyesi olduğunu biliyordum ne de Basri o adamın benim babam olduğunu biliyordu.”
Sanki zaman bir anda yavaşlamıştı.
“Vatana ihanetin bedeli ölümdür.” Cenan çenesini havaya dikti. “Onu bunun için suçlayamam. Doğru olan buydu, yapılması gereken buydu ama ben bilmiyordum. Babam müthiş biri sanıyordum. Sanatçı ruhlu, şefkatli, güler yüzlü, beyefendiydi. Onu bu hayatta herkesten çok seviyordum. Kendimden bile çok. Eğer vatanına ihanet etmişse, eğer bir örgüte bağlıysa, ölümüne üzülmemeliydim, biliyorum. Ama o gün öldürülen üyelerin fotoğrafları arasında babamı görmek, beklediğim son şeydi, Zeliha.”
“Bunun için Hakan abiyi mi suçluyorsun?” diye sordum kısık sesle, elbette müthiş derecede kötü bir acı yaşamış olmalıydı ama Hakan abi, o adamın onun babası olduğunu bile bilmiyordu.
“Hayır. Belki o an suçladım, belki o an parçalandım ama ona hiçbir şey söylemedim. Yanında dimdik durup zarfın dışına saçılmış fotoğraf karelerine bakmaya devam ettim. Ağlayamadım, bağıramadım, haykıramadım, mahvolamadım ve yıkılamadım. Ona sadece kod adıyla tanıdığı adamın babam olduğunu söyleyemedim. Sadece durdum ve başının etrafında kendi kanından bir göl oluşan o adama, babama baktım. Öleli sadece birkaç saat olmuştu ve öldüğünü sevdiğim adamın masaya koyduğu zarfın içindeki fotoğraflardan öğrenmiştim.”
“Sonra?” diye fısıldadım.
“Bir terör örgütü üyesinin kızı olduğumu ona söyleyemedim, öldürdüğü kişinin babam olduğunu, haklı olmasına rağmen sanki o an benim de canımı aldığını söyleyemedim ona. Ama sonra durdum ve düşündüm, bu Basri’nin suçu değildi, evet ama sustuğum her şeyi düşündüm. Babamın acısı içimi kavururken, önceden yaşadıklarımızı düşündüm. Basri bazen adaleti kendisi sağlamak isterdi, bu uğurda suçsuz birini bile öldürebileceğini söylediği bir an vardı, bunu hatırladım.” Gözlerime öyle uzun baktı ki. “Peki ya babam?” diye sordu. “Suçu kanıtlanmış mıydı?”
Kalbimin atışları yeniden hız kazandı.
“Basri, adalet için suçsuz birini bile öldürebileceğini söylemişti, bunu kulaklarımla duymuştum, birçok kez adaleti sağlamak için silahını kullandığını gözlerimle görmüştüm. Peki ya bu kez suçsuz birini öldürmüş olabilir miydi? Yoksa babam… Babam cidden öyle biri miydi? O insanların yanında olduğuna, bir kod adı olduğuna göre öyleydi ama kalp, Zeliha, kalp düşmandır. Kalp seni sırtından vurabilse vuracak ama göğsünde olduğu için sadece canını yakabilen bir düşmandır.”
Yutkundum.
“Ve sonra gittim. Ona adaleti yaratırken bir gün bir masumu öldürmesinden korktuğumu söyleyip bunu bahane ederek gittim, belki anlamadı, belki neler olduğunu algılayamadı, beni durdurmaya çalıştı ama durduramadı. Babamın ölüsüne hiç ulaşamadık. Ailem, annem ve kardeşim babamın kaybolduğunu sandılar. Onu aradılar ama o zamanın şartlarında yeterli bilgiye ulaşamadılar. Ama ben biliyordum. Karnımda onun çocuğunu taşıdığımı öğrendiğim gün, annemin babamın fotoğrafına sarılıp evin terasında nasıl haykırdığını hatırlıyorum. Karnımda dünyanın yükünü taşıyormuşum gibi hissetmiştim.”
“Onu hâlâ sevmek seni bu yüzden mahvediyor,” diye fısıldadım.
“Onu sevmek beni öldürüyor.”
“Peşinden geldi mi?” diye sordum yavaşça. “Baban olduğunu öğrendi mi?”
“Peşimden gelmedi çünkü bir anlaşmamız vardı. Onu asla bırakmayacağımı, bir gün bırakırsam asla dönmeyeceğimi söylemiştim. Bunu söylediğimde ona o kadar bağlıydım ki, bu aslında onu asla bırakmayacağım anlamına geliyordu. Peşimden gelmedi, gerçekten bittiğine inandı çünkü yemin vardı, çünkü gidersem dönmezdim, çünkü gidersem artık onu sevmiyorum demekti.” Gözlerini kahveye indirdi. “Babam olduğunu hiçbir zaman bilmedi.”
“Üzgünüm,” diyebildim. Söylenecek binlerce şey vardı ama söylemesi gereken kişi ben değildim, bu yüzden cümleme devam edemedim.
“Biliyorum,” dedi. “Ben de öyle. Çok üzgünüm. O yüzden hiçbir zaman babam gerçekten suçlu muydu araştırmadım, suçlu değilse Basri’den tamamen nefret etmekten korktum, suçluysa… Babamdan nefret etmekten korktum. Basri ve babam, benim için ölene kadar bir bilinmezlik olarak kalsınlar istedim. Böylece belki… İkisini de aynı anda sevebilirim.”
Gözlerimi yumdum, gözyaşlarımın gözlerimi zorladığını hissettim. Ağlarsam kötü hissetmesinden korktum, herhangi bir yorum onu kırar diye sustum, sadece çaresizliğinin ne kadar büyük olduğunu kalbimin derinliklerinde, içimin tam merkezinde, ruhumda hissettim.
Kahvesini içmeye başladı. Ben de içtim ama her yudumda, cehennem ateşi boğazımdan akıp gidiyor gibi hissettim. Ona yeni sorular sormadım, o da bana başka ayrıntı vermedi. O kadar üzgün görünüyordu ki sanki tüm dünya onun yüzüne bakıp ağlayabilirdi, o kadar güçlü görünüyordu ki sanki kimse onun ne hissettiğini bilemezdi.
Kahve dükkânından çıktığımızda yüzündeki durgunluk hareketlerine de yansımıştı, cansız bir nesnenin eklemlerini iplere bağlamışlardı da biri o nesneyi yukarıdan hareket ettiriyordu sanki. Kukla gibi görünüyordu. Biz arabaya gidene kadar yağmur yeniden başlamıştı. İkimiz de ıslandık, araca bindiğimizde ise yol boyunca derslerimle ilgili konuştu, bir daha Hakan abi ile ilgili hiçbir şey söylemedi.
Binanın önünde park etti, birlikte binanın altındaki A101’e girdik ve kasanın önünde duran raftan bir çikolata aldı. O ödemesini yaparken ben de hijyenik ped ve süt alıp onun arkasından kasaya geçtim. Marketten çıktığımızda yağmur artık sağanaktı, saçakların altından geçtiğimiz için ıslanmadık ama blokların içinde yürümeye başladığımız anda sırılsıklam olmuştuk.
Asansördeyken bana, “Eğer Gurur’a güveniyorsan artık yolunuza çıkmayacağım,” dedi. “Seni kendime o kadar benzetiyordum ki, kendimi durduramadım, belki de karışmamam gerektiği kadar çok şeye karıştım. Sizi rahatsız ettim.” Gözlerini bana çevirdi, katlar arasında ilerleyen asansör her bir kata ulaştığında hafif bir çınlama sesi çıkarıyordu. “Onu kaybetmenin eşiğindeki seni gördüm, o seni görmek, sonradan yaşadığım her şeyin fragmanı gibiydi. Benim gibi olmanı istemiyorum.”
Sessizce, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım, sustu ve arkasına yaslanıp gözlerini asansörün kapısına çevirdi. Öyle nahif bir sessizliği vardı ki, acı bile ona dokunurken onu parçalamaktan korkuyor olmalıydı.
Asansörün kapıları açıldı ve binanın koridorunda birlikte yürümeye başladık. Bir şeyler daha söyler diye bekledim ama bu olmadı. Tam dairenin önüne geldiğimde omzumun üstünden ona doğru baktım, kahverengi deri çantasının içinden evinin anahtarını çıkarıyordu. Birdenbire dairenin kapısı açılınca irkilerek kapıya doğru döndüm, tam karşımda Yener duruyordu, arkasında da onun bacaklarına dolanan Leon vardı. Cenan kendi kapısını açtığı an Dide, “Hoş geldin!” dedi capcanlı bir sesle ve Yener’in gözleri arkaya doğru kaydı. Dide’ye baktığını gördüğümde karnıma tekme yemişim gibi bir tepki verdim.
Dide ona bakan kamuflaj giymiş adama bakınca birden mavi gözleri irileşti. Cenan omzunun üstünden soğukkanlı bakan siyah gözleriyle Yener’e doğru baktı. Korktuğunu hissettim ama bunu asla belli etmedi.
“Asker misiniz, efendim?” diye sordu Dide, ilk kez konuşmaya bu kadar hazır görünüyordu. Cenan’ın bakışları sertleşti, gözlerini kızına indirdi ama yorum yapmadı. Bir şey diyecek olursa Yener’i şüpheye düşüreceğini biliyordu.
Yener küçük kıza genişçe gülümsedi, yüzüne yayılan gülümseme çizgilerine baktım, gözleri sevecenlikle parlıyordu. “Evet, küçük hanım,” dedi kibarca.
“Benim de babam asker,” dedi birden Dide, Cenan’ın yüzündeki kan çekildi, Yener kaşlarını kaldırdı ve şüpheden uzak bir şekilde gülümsedi. “Görevde olduğu için hâlâ gelmedi ama annemin söylediği kadarıyla bir gün benim için geri dönecekmiş.” Dide tüm dişlerini göstererek gülümsedi. “Bir gün ben de sizin gibi olabilirim umarım. Yeşil rengini çok severim ama bununla ilgili değil. Gerçekten asker olmak istiyorum.”
Cenan’a bakıp gülümsedi, anne demediği için şanslıydık, Yener elbet onun kim olduğunu sorgulayacaktı. Dide tekrar Yener’e baktı. “İyi günler, efendim.”
“İyi günler,” dedi Yener kıza duyduğu sempatiyi gizlemeden, şefkatle gülümseyerek.
Cenan kapısını kapattığı anda Yener, “O ne tatlı bir veletti ya,” dedi gülümseyerek. Ben ise gözlerim tek bir noktaya sabit hâlde öylece donup kalmıştım.
Dide babasının bir asker olduğunu biliyordu. Dide bir gün babasının geri geleceğini sanıyordu.
“Bu arada, o yürüyen mahkeme salonu suratlı kadının nesi o çocuk?”
“Bilmiyorum, ya bir arkadaşının çocuğuydu ya da yeğeniydi,” diye yalan söyledim içeri girip üstümdeki deri ceketin fermuarını hızla aşağı doğru indirerek.
“Gurur yolladı beni,” diye açıkladı arkamdan gelirken. Durgun olduğumu anlamıştı. “Çocukları tuvalete çıkardım.” Leon ve Pars’tan bahsettiğini anladığımda başımı salladım. “Her şey yolunda mı?”
Göz ucuyla ona baktım. “Neden?”
“O kadınla geldin, seni çok sıkıştırmadı değil mi?”
“Yok,” diye mırıldandım.
Derin bir nefes alınca omuzları kalkıp indi. “Teslim olmasından mı korkuyorsun?”
“Ağzıyla söyledi,” dedim. Muşta ile ilgili öğrendiklerim zihnimde usul usul ilerleyerek kafamdaki karanlığa yaklaşıyordu. Koltuğun ucuna oturup dirseklerimi dizlerime yaslayarak camdan dışarıya baktım. Yağmur öyle şiddetli yağmaya başlamıştı ki şehir puslu bir görüntünün arkasında âdeta kaybolmuştu.
Yener yanıma otururken, “Seni düşünmediği için değil, seni çok fazla düşündüğü için yapıyor,” dedi. “Güven bana.”
“Bu düşünmek değil.” Kaşlarımı çattım. “Hem en başında beni düşünüyor muydu? Şimdi neden bir anda beni düşünesi geldi?” Öfkeyle kurulmuş soru cümleleri Yener’i gülümsetti. Bana dikkatle baktığını fark ettiğimde, “Neden öyle bakıyorsun?” diye sordum.
“Bir şeylerin oyun olmaktan çıktığını görebilecek yaşta ve zekâdasın,” dedi. “Kafanı kullan.”
“Bir şeylerin oyun olmaktan çıkmaması gerek.”
Yener başını sallayarak beni onayladı ama bunu durduramayacağımızı bildiği için bana güç verecek şekilde gülümseyip elini omzuma koydu. Omzumu sıkarken, “Bu senin ya da onun elinde olsaydı belki durdurulabilirdi, belki bir şeyler sadece oyun olarak kalabilirdi,” dedi. “Ama Zeliha, bu ne senin elinde ne de onun elinde. Elleriniz birleşti, artık el elesiniz ve bu ne onun ne de senin elinde.”
“Son zamanlarda ne kadar çaresiz hissediyorsam hepsini topla ve bugün hissettiğim çaresizlikle çarp,” dedim. “Yarın beni bekleyen çaresizliğin büyüklüğünü ancak böyle anlayabilirsin.”
“En başında yaşadığın her günün bir diğerinden daha kötü olacağını biliyordun.”
“Ve engelleme şansım yoktu,” dedim omzumun üstünden ona dik dik bakarak.
“Gurur sana engelleme şansı verdiğindeyse engellemeyi istemeyen taraf sendin, hatırlatırım,” diye fısıldayınca suçluluk duygusuyla başımı önüme eğdim. Omzumu biraz daha sıkıp, “Bu dünyada aşılamayacak hiçbir duygu yok,” dedi, kaşlarımı kaldırdım ama gözlerimi indirip sabitlediğim boşluktan çekmedim. “Hep içinde yaşasa da aşabilirsin. Bir insanı unutursun ama sana verdiği hisleri unutamazsın. Hep içinde yaşatsan da bir gün bir şeyleri aşacaksın.”
“Gurur’u mu aşacağım?”
“İçinde yaşattığının Gurur olduğunu kabul ediyor musun?”
Gözlerimi yavaşça Yener’e çevirdim. “Belli olmuyor mu?”
“Pavyon tabelası gibi, ışıklı mışıklı.” Gülümsemesi derinleşti, yanaklarına yayılan çizgilere baktım. “Ama Zeliha, bazen bir insan sana çok iyi gelse de sen o insana kötü gelmekten çok korkarsın ve o insandan kaçarsın.”
Kaşlarımı çattım. “Ne?”
“Sen Gurur’a çok iyi geliyorsun, peki ya o sana nasıl geliyor?”
Cevap vermek istemedim çünkü o bana iyi de geliyordu kötü de. O benim için hem cennet hem de cehennemdi; belki de o araftı.
“Senin yaptığın bu mu?” diye sordum kendimi savunmak ister gibi.
Yener bir an afallayarak bana baktı.
“Bir insan sana çok iyi gelirse, ona kötü gelmekten korktuğun için ondan kaçar mısın, Yener?”
“Biri bana iyi gelirse ondan kaçarım,” diye fısıldadı, bu itirafı sessizce gözlerinin içine bakakalmama neden oldu. “Çünkü Zeliha, ben iyi gelebilecek bir adam değilim. Gurur iyi gelebilecek bir adam ama şartlar müsait değil. Ben ise onun tam tersiyim. Ortam nasıl olursa olsun, ben iyi gelebilecek bir adam değilim.” Geriye doğru yaslanıp camdan dışarıya, şiddetle yağan yağmura baktı.
“Kendine haksızlık ediyorsun.”
“Kendime ne kadar bonkör davrandığımı bilsen şaşarsın.” Derin bir nefes aldı. “Eğer Gurur’un yerinde olsaydım ve bana senin gibi iyi gelen biri olsaydı, ben Gurur’un aksine şartlardan dolayı değil, olduğum insandan dolayı onu geride bırakırdım.”
“Sen kendine karşı bonkör falan değilsin, sen kendine karşı çok düşmanca davranıyorsun ve acımasızsın.” Kaşlarımı çattım. “Ayrıca şartlar müsait olmadığı için Gurur’un beni geride bırakacağını ima ettiğin için de çok teşekkür ederim. Ben de moralim daha kaç farklı şekilde sikilebilir diye hesaplamaya çalışıyordum.”
Burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Öyle bir şey demedim.”
“Basbayağı dedin.”
“Gurur’un seni bırakmasından mı korkuyorsun?” diye sordu, cevabı bildiği açık olmasına rağmen bana bunu sorması kaşlarımı daha sert çatmama neden oldu. Bana doğru döndü, ciddi bakan gözlerini ruhumu görüyormuş gibi yüzüme dikti. Bir abiye sahipmişim gibi hissettiren sesiyle, “Bence seni korkutan onun seni bırakması da değil, kendisini bırakması,” dedi. “Ama sana muhtemelen bihaber olduğun bir şeyi söylemem gerek. O kendini bırakalı yıllar oldu.”
Hiçbir şey söyleyemedim ama içimdeki fırtına biraz daha şiddetlendi.
“Gurur sana kendisiyle ilgili hiçbir şey anlatmadı, değil mi?”
Yutkunup, “Sanırım,” dedim. “Bazen onun kapalı bir kutu olduğunu düşünüyorum.”
“Kıraç’ın bir şarkısı var,” dediğinde konuyu neden bir anda bir şarkıya çevirdiğini merak ederek ona baktım. “Şarkının ismi Yıkık. Sözleri derin, dinlerken bir insanı düşünürsen, bir süre sonra şarkı o insana dönüşüyor.” Gözlerini yere indirdi, bir süre sustuktan sonra, “Bir ara dinle,” diye mırıldandı.
Gurur’u düşünerek dinlememi istiyordu, bunu anlamıştım ama dudaklarımızdan onun ismi dökülmedi. Sanki sessizce bir şarkının içine Gurur’un hikâyesini saklamıştık.
Yener tam oturduğu yerden kalkıyordu ki evin zili çaldı, ikimiz de bakışlarımızı kapıya doğru çevirdik ve “Birini mi bekliyordun?” diye sordu, sonra da ayağa kalkıp kapıya yöneldi.
“Hayır. Bizim kızlardan biridir.”
Yener bana bakarak kapıyı açtığında, karşısında beliren kişinin Simge olduğunu o an görmemişti çünkü gözleri hâlâ bendeydi. Gözlerimin kapıdaki kişiye kaydığını görünce o da başını yavaşça kapıya doğru çevirdi ve gözleri buluştu. Simge’nin ıslanan saçları kurum gibi siyah görünüyordu, yeşil gözleri iri bakıyordu. Yener’in durup uzun uzun onu izleyebilecek kadar büyük bir dikkatle Simge’ye baktığını fark ettim. Simge de gözlerini kaldırmış, ondan epey uzun olan adama pürdikkat bakıyordu. Sanki birbirlerine bakarlarken neden birbirlerine bakıyor olduklarını bile sorgulamıyorlardı.
Yener bir adım geri çekilip kapıyı tamamen açtı ve Simge’ye baktı. Söylenecek sözler anlamsızdı, birbirlerinin seslerini duymadan da birbirlerini anlayabiliyorlarmış gibi birbirlerinin gözlerinin içine baktılar ve Simge içeri girerken sessizce, “Yağmur çok şiddetli yağıyordu,” diye mırıldandı.
Yener dudaklarını araladı, tam bir şey söyleyecekti ki bir anda sustu, bakışlarındaki ışığın söndüğünü gördüm, gözleri daha durgun bakmaya başladı. Sanki bir şeyi hatırlamış gibiydi. Hatırladığı şey onu durdurmuş, kelimeler yeniden kaybolurken bakışları da Simge’nin üzerinden silinip gitmişti.
Sana iyi geleceğini bildiğin insana kötü gelmekten korkmak.
Bu durgun gözlerde saklanan bu muydu yoksa sadece bana mı öyle geliyordu, bilmiyordum.
“Amma ıslanmışsın iki adımlık yolu gelene kadar,” dedim telaşla ayağa kalkarak.
“Şeker değiliz şekerim, erimeyiz. Gerçi ben şekerim, belki de eririm.” Sırıtarak bana baktı. Yener durgun gözlerle onu izlemeye devam ediyordu, Simge bunu fark etti ama gözlerini ona dokundurmadı.
“Gel, yukarıda sana bir şeyler vereyim. Durma üstündekiyle.”
“Soyunayım mı?” diye sordu Simge birden, Yener’in gözleri irileşti, elinde olmadan verdiği bu tepkiyi göz ucuyla gören Simge, bıyık altından güldükten sonra yeniden bana dik dik baktı. “Islandım ya şimdi ben, en iyisi soyunayım doğru.”
Tanıdığım Yener bel altı bir espri yapardı ama sadece aceleyle bir bana, bir Simge’ye baktıktan sonra birden mutfağa giden hole doğru saparak bizden uzaklaşmaya başladı. Simge onun arkasından bakarken sırıttı.
“Şirin mi sinsi mi inan hiç anlamıyorum,” dedi sessizce. “Ne ayak bu herif?”
“Anlarsın anlarsın,” dedim gözlerimi Simge’ye dikerek.
“Ne?”
“Hiç. Gel sana tişört vereyim.”
Simge başını sallayarak merdivenlere yöneldi. Valizim hâlâ yerdeydi, içindeki çoğu kıyafet çıkartılmıştı ama Simge yere çöküp valizin içinden kendine bir şeyler bakmaya başladı. Durgun gözlerle onu izlediğimi fark ettiğinde ise kafasını kaldırdı ve “Ne bu surat? Kışın amcamın ağzına zorla çay kaşığıyla pekmez tıktığında baktığın gibi bakıyorsun,” dedi.
“Taklitçi katilden bahsetmiş miydim sana?”
“He, evet,” dedi kaşlarını çatarak. Kırmızı bir kazak çıkarıp kazağı kurduğu bağdaşın ortasına koydu. “Ne oluyor?”
“Yeni bir vaka,” dediğimde kaşlarını bir anda havaya kaldırdı, dehşetle, “Ha?” diye sordu.
Başımı sallamakla yetindim, başka bir şey anlatmak istemedim, başım çok ağrıyordu ve sadece Gurur’u görmek istiyordum.
“Bu işin ucu sana dokunuyor mu?” diye sordu tedirgin bir sesle.
“Bana dokunan bambaşka uçlar olacak gibi geliyor ya hadi hayırlısı.” Saçlarımı dağıtıp Simge’ye baktım. “Bugün daha bombok hissedemezdim herhâlde.”
Bu kez beni hafifletecek bir şeyler söyleyemedi çünkü onun da kafası allak bullak olmuş gibi görünüyordu. Simge üstünü değiştirdikten hemen sonra alt kata indik. Yener elinde kahveyle holden çıktı ve elindeki kahveyi Simge’ye uzatıp hiçbir şey söylemeden ona baktı.
İlk insan gibi davranmak yerine kıza bir şeyler söylese olmaz mıydı?
Simge kahve fincanını Yener’in elinden alırken tek kaşını kaldırarak, “Konuş da bir sesini duyalım,” dedi.
“Üşüdün,” dedi Yener. “İçersen geçer.”
Simge, Yener’in gözlerinin içine bakarak, “Konuşuyorsun,” dedi. “Hayret.” Kahveden bir yudum aldıktan sonra sakin gözlerle onu izleyen adama gülümsedi. “Teşekkür ederim. Kahve için.”
Yener başını salladı. “Rica ederim,” dedi ve gözlerini bana çevirdi. “Tesise dönüyorum. Bir şey olursa ararsın.”
Başımı aşağı yukarı salladım. Yener yeniden Simge’ye bakmadı, çıkışa yöneldi ve kapıdan çıkıp gitti.
O gece Gurur bana sade bir mesaj çekti, mesajın içinde ne hissettiğine dair emareler yoktu. İşinin uzayacağını söylemişti mesajda, yalnız sıkılma ihtimalime karşı kızların yanına gitmemi söylemişti. Ama zaten ihtiyacım olan yalnızlıktı. Bu yüzden mesajına aldırış etmedim.
Kulaklıklarımı kutusundan çıkarıp kulağıma yerleştirirken bitkin hissediyordum. Dizlerimi karnıma çekip koltuğun üstünde küçücük kalarak oturdum, telefonumun ekranına ruhsuz gözlerle baktım. Kıraç’ın şarkısının ismini arama çubuğuna yavaşça yazdım, parmağımı şarkının üzerine getirirken Yener’in söylediklerini hatırladım.
Şarkı başladı, gözlerimi yumdum ve onu düşündüm, şarkı devam etti ve birdenbire ona dönüştü. Her bir cümlesi, her bir melodisi, içime leke gibi bıraktığı her bir his ona dönüştü. Onunla ilgili hiçbir şey bilmediğimi hissettim. Bu bilinmezlik karanlığa bakmak gibiydi. Gözleriniz bir süre sonra karanlığa alışırdı. Benim de gözlerim o karanlığa alışmıştı. Hakkında hiçbir şey bilmiyor olmama rağmen o karanlığa bakarken aslında onun hayatına da baktığımı biliyordum.
Şarkı sabahın ilk ışıklarına kadar onlarca kez tekrardan başladı, ben onlarca kez o şarkının içinde ona ait parçalarla karşılaştım. Sonunda gece gökyüzünden silindi, şafak geldi, çok fazla kalmadı ve sabah gökyüzüne dağıldı. Yağmur dinmişti. Gurur tıpkı söylediği gibi gelmemişti.
İçimdeki huzursuzluğun katlanarak arttığını hissettim. Onunla ilgili koca bir boşluğa sahiptim, bildiğim tek şey bu boşluktu, o boşluğu dolduracak olay dizileri bana ne hissettirecekti hiçbir fikrim yoktu ama korkuyordum. Hissedeceklerimden değil, Gurur’un bir zamanlar hissettiklerinden.
İnsan çoğunlukla kendi geçmişinden korkardı, bir başkasının geçmişinden korkmaya başladığındaysa, o insan kendisinden bir adım öne geçmiş demek olurdu. Bir nehrin önünde durmuş, dibi görünmeyen suya bakarken onun geçmişine bakıyor gibiydim. Derinliğin ne kadar olduğunu bilmiyordum, tahminlerim yetersiz olacaktı, hatta tahminlerim bile yoktu. Elimi soktuğumda ne kadarına ulaşacağımı, ne kadarını avucumun içinde tutabileceğimi bilmiyordum; elimi o nehrin suyuna soktuğumda beni bir şeyin yakalayıp o derinliğini bilmediğim suya çekmesinden korkuyordum. Onun geçmişinde boğulmaktan korkuyordum.
Bir hayalet gibi üst kata gittim ve duşun altına girdim. Ilık su tenimden kayıp giderken banyoda bir köşeye bıraktığım telefonumun hoparlöründen gelen şarkı sesi boşluğa yayılıyordu. Aynı şarkı ben suyun altından çıkana dek beş, altı kez daha çaldı ve sonunda şarjımın bittiğini bana duyuran bildirim sesini duydum. Telefonumu şarja takıp ıslak saçlarımı kuruladım, zayıfladığını fark ettiğim vücuduma henüz etiketi üzerinde olan bir iç çamaşırı takımını geçirdim. Yüzüme düşen ıslak saçları geri çekerken siyah boğazlı bir kazak çıkarıp yatağın ucuna doğru ilerledim. Yatağın ucunda katlı duran taytı da aldım ve kazak ile taytı giydikten sonra saçlarımı kuruttum. Ben saçlarımı gözlerimde büyüyüp giden bir boşlukla ağır ağır tararken telefonum çalmaya başlamıştı.
Arayan Devran’dı. Çatık kaşlarla telefonu açıp kulağıma koyduğum anda Biricik kısık bir sesle, “Zeliha,” diye mırıldandı hattın öteki ucundan. “Tesise gelebilir misin?” Zayıf sesinin arkasından yükselen kükremeyi anımsatan sesleri duyduğumda nabzım damarlarımı zonklattı.
Panikleyerek, “Neler oluyor?” diye sordum, sesimdeki telaş onu duraksattı, bir süre düşündü sanırım, sessizdi; arkadaki gürültüler çoğalmıştı. Birileri bağırıyordu. Biri bağırıyordu. Bağıran kişinin Gurur olduğunu anladığım anda, “Biricik!” diye seslendim ona sertçe.
“Buraya gelebilir misin? Bak, Gurur çok öfkeli, onu durdurmaya çalışıyorlar ama bir delilik yapacak diye korkuyorum. Onu senden başkasının durdurabileceğini sanmıyorum. Lütfen çabuk gel.”
“Hemen geliyorum,” dedim telaşla, telefonu kapattığım an terleyen ellerimi taytımın kumaşına bastırıp aşağı doğru çekerek silmeye çalıştım ama yapamadım, ellerim zangır zangır titriyordu.
Neler olduğunu anlamaya çalışmadım, buna vaktim yokmuş gibi hissettim. Üstüme siyah paltomu alıp hızla merdiven basamaklarını indim, Leon ve Pars’ın mama kaplarını ağzına kadar doldurduktan sonra titreyen ellerimle anahtarı aldım, anahtar tam üç kez elimden düştü, tam üç kez eğilip anahtarı yerden aldım ve sonunda paltomun cebine atarak evden ayrıldım.
Kendimi caddeye attığım an ilk gördüğüm karşımdaki taksi durağı oldu. Gülistan Taksi Durağı’na doğru hızla koşmaya başladığım anda kızlarla yaşadığım evin yokuşunu hızla alan motosikletin uğultusunu duydum. Ardından motosiklet tam ayaklarımın dibinde durdu ve korku dolu gözlerimi kaldırıp motosiklete baktım. Kaskın arkasındaki meraklı mavi gözler gözlerime mühürlenmişti, Eymen bana ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bakıyordu.
“Beni hemen götür,” dediğim anda gözlerinin irileştiğini gördüm. “Sana yolu göstereceğim. Beni götürebileceğin en hızlı şekilde istediğim yere götür.”
“Abla, ne oluyor?” diye sordu ama bu soru hızlı bir, “Tamam,” ile kesildi. “Kaskı al. Götüreceğim. Sakinleş.”
Arkasındaki kaskı alıp kafama geçirirken ikinci kez düşünmedim. Yüksek motosiklete bindim. Kollarımı erkek kardeşimin bedenine sararken gökyüzü yeniden bulutları misafir etmeye başlamıştı. Eymen’in motosikletinin altımızda gürlediğini duydum, gürlemeyle beraber baskıyı bedenimde hissettim ve motosiklet büyük bir hızla caddeye doğru atıldı. Erkek kardeşimin deri ceketini sıkıca kavrarken gözlerimi yumdum ve ona gideceğimiz yönü tarif ettim.
Sandığımdan daha hızlı gelsek de hava buz kırağı olduğundan ve de motosikletin üzerinde olduğumuzdan motosikletten inerken tüm kemiklerim sızlıyordu. Eymen şaşkın bir şekilde eline tutuşturduğum kaska, sonra da bana baktı. “Abla,” dedi karman çorman bir sesle.
Ona bakmadan dağın başında sırtımı dönüp tesise doğru koşmaya başladığımda Adnan tesisin kapısında dikiliyordu. “Kardeşim,” dedim Adnan’a Eymen’i işaret ederek. “Kardeşimi getirdim, affedersiniz, acelem vardı. Lütfen kardeşime sahip çık.” Hızla tesise girmeden hemen öncesinde söylediğim son sözlerdi bunlar. Adnan’ın ben tesise girdiğim anda Eymen’i yanına çağıracağını biliyordum.
Koridorları bedenimdeki titremeyle hızla aştım. Sonu boydan cam olan loş koridora girdiğim anda alnım sert bir bedene vurdu ve irkilerek kafamı kaldırıp bedenin sahibine baktım. Sert, kirli sakallı bir yüz, ruhsuz bakan kahverengi gözler yüzüme bir bıçak gibi saplandı. Uzun boyluydu, bu yüzden gözlerini indirmiş bana bakıyordu, üstünde kamuflaj tişörtü vardı, gözlerim gözlerinden ayrıldı ve tişörtünün üstünde duran künyesine kaydı.
Ecevit Erçetin.
Sessizce ismini okuduktan sonra tekrar gözlerimi kaldırdım ve ona baktım. Onu tanıyordum ama hiç sohbet etmemiştik. Bana sadece, “Gurur’u mu arıyorsun?” diye sordu ve o an, onun beni tanıdığını anlayarak hızla başımı salladım. Çenesini kaldırıp bana daha ruhsuz gözlerle bakınca şaşırdım, gözlerinde hiç insani bir şeyler yoktu, buzdan bir heykele bakıyormuşum gibi hissettiriyordu. “Yanlış koridordasın. Ben de oraya gidiyorum. Takip mi edeceksin konum mu atayım?”
“O iyi mi?” diye sordum, paniğim ona bir şeyler hissettirmişe benzemiyordu.
“Evet, ayı gibi tepinip zorluk çıkarmasaydı biz de iyi olabilirdik.” Ona anlamadığımı belli eden gözlerle baktığımda omuzları aldığı nefesle beraber kalkıp indi. Yanımdan sıyrılıp geçtiğinde şaşırarak omzumun üstünden ona doğru baktım. Sakin adımlarla koridorun sonuna doğru ilerlemeye başlamıştı.
Arkasına takılıp onu takip etmeye başladım ama o kadar sakin yürüyordu ki bir an ensesine yapıştırıp, hadisene lan öldüm meraktan, demek istedim. Yener olsa yapardım, Ecevit korkutucuydu, yapamadım.
Ecevit, demir bir koğuş kapısını açtı, beni beklemeden kapıdan içeri girdi. Tedirgin bir şekilde kapıya baktıktan sonra ben de arkasından içeri girdim ve karanlık bir koridora çıktığımızı fark ettim. Ecevit on, on beş adım kadar önden yürüyordu. Gurur’un sesini duyunca adımlarım hızlandı ama Ecevit tepkisizdi, yanından sıyrılıp geçerek aceleyle koşmaya başladığımda bile umursamadan yavaşça yürümeye devam etti.
“Lan ayı bir dur bir dur!” diyen kişi Yener’di. “Kolum çıktı pezevenk, akşam Seda hemşireyle sinemaya gidecektim, şimdi bu güzel kaslı kolumu kızın omzuna nasıl atıp ilk temas aşamasını başarıyla tamamlayacağım ben?”
“Kes, götveren,” dedi Gurur, bir an duraksayarak sesin geldiği kapıya doğru baktım. Öfkeyle çatlayan sesi beni korkuttu. “Bu amına koyduğumun yerine beni bağladınız da ne oldu? Ölene kadar burada tutacak değilsiniz.”
“Ay onu anladık be geri zekâlı, masayı da götürmeye çalışmasan buraya kadar getirmek zorunda kalmazdık seni.” Yener bunu homurdanarak söylemişti. Arkasını dönünce kapının önünde durduğumu gördü ve “Şükür hamt dua,” dedi. “Ne olursun bir şey yap, Exorcism filminin içindeymişim gibi hissediyorum ve rahiplik bilgim sıfır.”
İçeri adım attığım an irkildim. Bir sorgu odasından hiçbir farkı olmayan odanın tam ortasında, zemine sabitli demir bir masa vardı, masanın bacaklarından birine bağlı olan kelepçenin bir diğer ucu Gurur’un bileğine takılı hâldeydi. Gurur beni görünce kelepçeyi zorlayarak ayağa kalkmaya çalıştı ama masa yere sabitli olduğu için kalkamadı ve öfkeyle gözlerini yumup dişlerini gıcırdattı. “Onu buraya çağırmanıza gerek yoktu, bu yaptığınız şerefsizlik.”
“Neler oluyor burada?” diye sordum, tam Gurur’un oturduğu masanın üzerinde bir lamba yanıyordu, lamba etrafını saran kapak sayesinde sadece Gurur’u aydınlatıyordu. Karanlıkta gülen kişinin Devran olduğunu anlayınca o yöne doğru baktım.
“Hepimizin kurtarıcısı olmaya karar vermiş. Biz de kurtarıcıya ihtiyacımız yok adlı çalışmamızı yaptık,” dedi Devran, gülüyordu ama bu gülümsemenin öfke koktuğunu şimdi daha iyi anlıyordum çünkü karanlıktan bir adım atarak daha aydınlık bir noktaya geldiğinde, yüz hatlarına çökmüş eceli görmüştüm.
“Teslim olma konusu mu?” diye sordum, sesimde yükselen öfkeyi o âna kadar fark etmemiştim, fark etmemi sağlayan Devran’ın gözlerine düşen yansımam oldu.
Bakışlarımı Gurur’a çevirdiğimde gözlerimde hayal kırıklığı vardı, Gurur bunu gördü ve perişan oldu; bunu gördüm, perişanlığı gördüm, yarattığı hayal kırıklığının benden çok onu parçaladığını gördüm. “Neden?” diye sordum. “Her şeyi bu hâle getirdikten sonra nasıl vazgeçmeye çalışırsın? Neden?”
Cevap vermedi, gözleri gözlerimdeydi. Kelepçeyi bir kez daha zorladı ama sonra omuzlarını düşürüp gözlerini önündeki masaya indirdi.
“Onu esir alarak durdurabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” diye sordum. “Onu ne zamana kadar burada tıkılı tutacaksınız? Kafasına koyduğunu yapar, hâlâ öğrenemediniz mi? Onu benden daha iyi tanıyorsunuz.”
“Aklı başına gelene kadar,” dedi Yener sertçe. Bana doğru döndü. “Normal masaya kelepçelemeye çalıştık, masayı da alıp götürdü. Biz de sabitli masa bulduk,” dedi. “İnanır mısın, bunlar yüzünden aslan kafeslerinde çalışan insanlar gibi hissediyorum kendimi. Böyle aldı, çekti, savura savura götürdü masayı arkasından. Koridorda bileğinden bağlı olduğu bir masayla yürüdü…”
Normal şartlarda güleceğim bu şeye sadece bomboş gözlerle baktım.
Ecevit sakin bir sesle, “Bu herifi yeniden azdırmak istemiyorsanız odayı boşaltın da yalnız kalsınlar,” dedi. “Madem onu sakinleştirici iğneler değil kız böyle süt dökmüş kediye çeviriyor, kedi yeniden kaplana dönüşmeden önce kafesten uzaklaşsak iyi ederiz.”
Yener elime kelepçenin anahtarını tutuşturdu, anahtarı paltomun cebine koydum. Herkes çıkana kadar sessizliğimi korudum.
Gözlerini kaldırmadı, bana bakmadı. Buz sıcağı gözleri beni bulmadı, bende kalmadı; neşeli değildi, sessizdi, suskunluğunun bu denli büyük bir ızdıraba sebep olacağını tahmin etmezdim. Masaya doğru tedirgin bir adım attım. Geçmişimiz de benimle beraber masaya doğru bir adım attı. O gece buradaydı, o kız buradaydı, dökülen kan zemindeydi, iki hayatın üstüne dik bir şekilde atılan çizik buradaydı, yaşanmaması gereken her şey yaşanmış vaziyette şimdi burada, bu odadaydı. Karşısındaki sandalyeye oturmak için sandalyeyi çektim. İşte şimdi Gurur’un tam karşısındaydım.
“Eve gelmedin,” dedim. “İşin olduğu için değil. Bana veda etmeye cesaretin olmadığından.” Gözlerini kaldırmadı, bana bakmadı, yansımamın düştüğü masaya bakmayı sürdürüyordu. Beni gördüğünü bildiğim için gözlerimi masanın parlak yüzeyindeki yansımama indirdim. O an, onu görmesem de yansımamı izlediği için onunla göz göze gelmiştim. Bir tepki vermedi, sadece izledi. Kendi yansımama bakarak, “Bana veda mı ediyordun?” diye sordum yavaşça.
“Bir yolunu bulmaya çalışıyordum,” dedi sadece. Bu cevaba tutunmak, bu cevaba onlarca anlam yüklemek, her bir anlamı vedadan uzak bir kalıbın içine yerleştirmek istedim. Ama yapamadım. Bir yerlerde bana edeceği veda vardı, belki o da bu odadaydı, şu an buradaydı, gözlerini dikmiş beni izliyordu. Gurur’un hayatımdan bir yıldız gibi kayıp kaybolacağı ânı bekliyordu.
“Bulamadın mı?”
“Bulana kadar,” dedi, bu cümlenin bir devamı olmalıydı ama o devamını getirmedi. Hissettiklerimi bastırmak istedim ama bir suyun içine taşı attığınız an suyun bulanacağını bilirdiniz, duygularımı kabullendiğim taşı içime atmıştım bir kere.
“Bana veda mı ediyordun?”
Kafasını kaldırdı ve acısını saklamayan gözlerle, “Sana veda edemem, Zeliha. Çıldırdın mı?” diye sordu. “Sana nasıl veda ederim? Edemem.”
Gözlerime öyle bir baktı ki, belki de şu âna dek gözlerime hiç böyle bakmamıştı. Bana veda edemezdi, öyle söylüyordu, bu ne demek oluyordu? Bu onun lügatinde, sana veda bile etmeden gideceğim mi demekti?
“Bu ne demek? Veda bile etmeyeceğim mi?” Sorum onu sinirlendirmiş gibi dişlerini sıkarak başını farklı yöne çevirdi, bir süre karşısındaki karanlık duvarı izledikten sonra yine bana baktı.
“Sen farkında mısın?” diye sordu. “Senin hayatını mahvettiğimin, sen hâlâ farkında değil misin?” Gözlerinin içine o kadar derin baktım ki, bir sonraki cümleyi kuramadı, bana bunu yapamadı. Canımın yanacağını bildiği için sustu, belki de gözlerimde gördüğü şey onun canını çok yaktı. Ama bize bunu yapamadı.
“Benim hayatımı mahvettiğini her zaman söyledim, yine söylerim,” dediğimde gözleri gözlerimdeydi, düşünceleri de benimle dolu olmalıydı. “Sen benim hayatımı mahvettin, Gurur Mert Çalıklı ama hayatım mahvolurken seni de gördüm, senin hayatın da mahvoluyordu.” Ellerimi masanın üzerine koyduğumda gözleri ellerime kaydı, ellerimi kimsenin incelemediği bir dikkatle incelemeye başladı. Ben de onun ellerine bakmak istedim. Bir elini masanın üstüne koydu, sanki biliyordu, sanki Gurur benim ruhumun, kalbimin, içimin istediğini biliyordu. “Gurur, yanlış zamanda, yanlış yerdeydik. Bir can kurtardık, bir can yok ettik ve iki canı bir çıkmazın içine soktuk. Sen suçlusun, ben suçluyum ama yaşanması gerekiyordu ve yaşandı. Bunu nasıl yok edebiliriz?”
“Bunu yok edemeyiz işte, Zeliha,” dedi kısık sesle.
“O zaman? Hayatımdan yok olup gidecek misin?”
“Cesaretim olsa yapardım.” Kalbime yumruk atmış gibi nefesimi tutarak gözlerimi kendi ellerime indirdim. Kendi ellerime bakmam hoşuna gitmemiş gibi derin bir iç çekti. “Sana yaşattıklarım başta sadece sana işkence ediyor gibi görünüyordu ama en başından beri, ben sana bunu yaptığımdan beri, ben seni tanıyıp sana alıştığımdan beri, işkencenin Allah’ını yaşıyorum.”
Yutkundum ama ona bakmadım.
Ona böyle hissettirdiğim için kendimi suçlu hissediyordum, vicdanım bir su gibi yükselerek ruhumu altında bırakmaya, boğmaya başlamıştı. Gurur yüzüme yayılan ifade ona acı veriyormuş gibi, “Bana bak,” dedi. “Kendini suçlama, bunu istemiyorum. Ben kendini suçla diye söylemedim bunları.”
“Ben kendimi en başından beri suçluyorum, Gurur.” Gözlerinin içine baktım. “Teslim olmanı istemiyorum.”
“Her şey birbirine girmeye başlayacak. Seni bu kaosun ortasına çekemem.” Sesi çok hüzünlüydü, ona ait değildi, sanki bir başkasınındı. “Ben teslim olmazsam, çok daha fazlası üzerime yıkılacak. Bu süreçte yanımda olduğun için sen de zarar göreceksin. Ben sorun değilim, ben her şeye alışkınım. Ya sen? Seni yeterince çaresiz bıraktım.”
“Seni yeterince çaresiz bıraktım, şimdi de bensiz bırakacağım diyorsun.” Kaşlarımı çattım. “Sence böyle yaparak beni yine çaresiz bırakmıyor musun? Kayıp gitmene engel olmayayım istiyorsun, bunu nasıl istersin, Gurur?”
“Zeliha, ben seni bırakmıyorum,” dedi. “Bir gün bunun olacağını biliyorduk. Bu bırakmak değil.” Sesi o kadar acımasız geldi ki ayakkabıların içindeki ayaklarımı içe doğru çekerek parmaklarımı kıvırdım. Eğer utanmasam, neden böyle acımasız konuştuğunu sorarak ağlamaya başlardım. “Şu an kafanda ne dönüyor?” diye sordu, sesi artık daha hafifti. “Bana yük olduğunu mu düşünüyorsun? Yine kendini mi suçluyorsun? Yoksa bana mı kızıyorsun?”
“Sana kızıyorum,” diye yalan söyledim kısık bir sesle.
“Yalan söylemeyi becerebilsen gam yemeyeceğim.”
“Sen teslim olduğunda her şey iyi mi olacak sanıyorsun peki?”
“Beni böyle çocuk gibi sorular sorarak mı durduracağını sanıyorsun?” diye sordu, kanacak gibiydi, hatta kanmamak için bana susmam adına yalvaracak gibiydi. “Sana zaafım olduğunu bu kadar belli eden bende hata. Böyle parmaklarında oynatıyorsun beni işte.” Zaman akıp giderken kelimeleri de zamanla beraber akıp gitti ama izleri içimde kalmaya devam etti. Gözlerimiz birbirine kancalar gibi geçmişti. “Sana sadece acı getirdiğimi gözlerine baktığımda görmek ne kadar zormuş.”
Çatık kaşlarla, “O zaman verme,” dediğimde gülümsedi, gülümsemesi yine o oğlan çocuğunu görmeme neden oldu. Bu odadaydı, karanlıktan bir adım atarak aydınlığa çıkmış, gözlerini dikerek beni izlemeye başlamıştı.
“Ne yapacağız o zaman?” diye sordu. “Seni yeni bir kaosun içine mi sürükleyeyim istiyorsun yani?”
“Fark etmez,” dedim. “Ne kadar kötü olabilir ki?”
“Şu an olanlardan binlerce kat kötü olduğunu söyleseydim, bu seni durdurur muydu?”
“Şu an hissettirdiklerinden de mi daha kötü?” diye sordum, gözlerini yumdu, yutkundu ve âdemelmasının boğazından kayışını izledim. Sanki o deli otlar gerçekten içinde büyüyordu, gerçekten o şarkının içindeki adamdı, sanki şarkı tamamen oydu. “Hiçbir şey şimdi hissettiklerimden daha kötü olamaz ki.”
“Sana yalvarsam, böyle çocuk gibi konuşmasan, içimi sikmesen?” diye sordu gözleri hâlâ kapalıyken. Kendiyle olan savaşını en net gördüğüm, o savaşı izlediğim anlardan birindeydik.
“Bana şafağa kadar zaman ver,” dediğimde gözlerini açtı, kısık bakan gözleri sorgular gibi bakıyordu. Derin bir nefes alarak, “Şafağa kadar seni ikna edemezsem, teslim olmana izin vereceğim,” diye fısıldadım. Gözleri bir girdap gibi beni içine çekti, o girdaptan kaçamadım, girdap büyüdü ve sanki anılarından birine tutundum. Anı karanlığın içinde hapsolmuştu, onu göremiyordum ama o anıdan yükselen sesleri duyabiliyordum; bir oğlan çocuğu ağlıyordu, çok ağlıyordu.
“Şafağa kadar.” Başını salladı. Bunu kabul edecek gibi görünüyordu. “Ekmek arabaları geçene kadar mı?”
Şaşırsam da “Evet,” diye kabul ettim.
“Peki, Zerdali.”
“Bu masadan kalkana kadar her soruma cevap ver, ben de senin her soruna cevap vereceğim. Bu masadan kalkarken eğer fikrin değişmemiş olursa, o zaman söz veriyorum sana karışmayacağım.”
Kaşlarını çatarak ellerime baktı, parmaklarımın sabırsız bir şekilde hareket ettiğini görünce göğsü bir nefes eşliğinde şişti. Ne yapacağımı merak ediyor gibiydi, henüz geceye de şafağa da çok vardı, kalabildiğim kadar yanında kalmak istiyordum; fikrini değiştiremesem bile belki de birlikte olduğumuz son anları onun yanında, onunla konuşarak, ona bakarak harcamak istiyordum.
“Neyi merak ediyorsun?”
“Bunca zamandır tanıdığım Gurur’un aslında kim olduğunu. Seninle ilgili hiçbir şey bilmiyorum.” Gözleri beni buldu. Bilmediğim için nasıl durdurulursun, bunu da bilmiyorum, diyemedim. Onu durdurabilmek için ondan parçalar bulmam mı gerekiyordu? O parçalar avuçlarımı kanatacak olsa da onu durdurmak için avuçlarımı kurban edebilirdim.
Sırtını demir sandalyeye yasladı. Bir eli masanın üzerinde, diğer eli kelepçeyle masanın kenarına bağlıydı. “Sor o zaman, Zerda,” dedi, sesinde şefkat vardı, o şefkat hiçbir zaman yok olmayacakmış gibi hissediyordum. Yıllar geçtiğinde, yaşlı birer insan hâline geldiğimizde bile bana şefkatle Zerda diyecekmiş gibi geliyordu.
“Ankara’da mı büyüdün Erzurum’da mı?” Daha yumuşak bir soru olsa onu sorardım, içimde fırtınalar kopsa da mümkün olduğunda yavaş başlamak istiyordum.
“Çocukluğum Ankara’da geçti.” Çocukluğum kelimesi onun sesinde bambaşka bir tınıya bürünerek can bulmuştu. Ellerimin titrediğini hissettiğimde masanın altına alarak bacaklarımın üstüne koydum. Masadan silinen ellerimin kaybolup gidişini izlerken yutkundu. “Senin çocukluğun Muğla’da geçti, değil mi?”
Sorusu sanki içimi rahatlatmak için sorulmuştu.
Başımı salladım. “Evet. Fethiye’ye götürürdü babam bazen, orada Ölüdeniz’e, Hisarönü’ne giderdik. Köyceğiz’e götürürdü, bazen Göcek’teki tekne turnalarına giderdim.” Gözlerimi kaldırıp Gurur’a baktığımda çocukluğumun onu gülümsettiğini gördüm. Kalbim zonkladı. Sanki çocukluğumu dinlemekten çok keyif alıyordu. Ona ömrü boyunca çocukluğumu anlatsam, ömrü boyunca ilgiyle dinlermiş gibi bakıyordu.
“Güzel kızım benim,” dedi birden, nahif sesi ruhuma doldu.
“Neden çocukluğumla ilgili şeyleri dinlerken böyle gülümsüyorsun?”
“Nasıl?”
“Sanki oradaymışsın, o çocuğu görüyormuşsun, her şeyi bizzat izliyormuşsun gibi.” Yutkundum. “Ama asla orada olamayacağını, o çocuğu göremeyeceğini, o anları izleyemeyecekmişsin gibi.”
“Mutlu muydun hep?” diye sorunca söylediğim şeyi yok saymasına şaşırarak kaşlarımı kaldırdım. “Çocukken.” Yüzü taştandı, ifadeleri gözlerinin altına gömerek yüzünü sessizliğe büründürmüştü. “Hep güzel şeyler mi yaşadın?”
“Evet.” Boşluğa baktım. “Yani… Çocukken her şey güzeldi.”
“Artık değil mi?”
“Çocukken olduğu kadar değil.”
“Çocukken o kadar mı güzeldi?”
“Niye böyle sorular soruyorsun?”
“Hissetmek istiyorum,” diye fısıldadı.
“Neyi?”
“Çocukken her şeyin güzel olabileceğini hissetmek istiyorum.”
Kırılma noktamla beraber, “Gurur,” diye fısıldadım. “Çok mu kötüydü?”
“Buradayım.” Gülümsedi. “Geride bırakamayacak kadar kötü olsaydı, burada olabilir miydim?”
“Olamaz mıydın?”
“Bilmiyorum. Daha kötüsü ya da biraz daha iyisi nasıl olurdu, bilmiyorum.”
“Anlatmak istemezsen-”
“Babam annemi hep döverdi.” Cümlemi satırla ikiye böldüğü gerçek, yüzüme sertçe çarptı. Dakikalar yavaşça akmaya başladı. Bir dakika, iki dakika, on dakika, on yedi dakika ve on dokuzuncu dakikada gözlerimiz sonunda birbirinden ayrıldı. “Beni de döverdi.”
Başımı sallayabildim, hiçbir şey söyleyemedim. Bazen susmak gerekirdi. Bazen biri size bir acısını anlattığında sadece susmalıydınız, kurulacak her cümle, içindeki acıyı arttırmazdı belki ama silmeye de yetmezdi; o yüzden susmalıydınız. Daha büyük bir yara açmamak için bazen sessizlik şarttı.
“Çocuktum, o zamanlar o herif arkadaşlarla oyun oynayacağız dediği için, arkadaşlarla oynamanın, dört erkeği toplayıp bir kadını odaya kapatmak olduğunu sanıyordum. Çünkü babam anneme arkadaşlarıyla beraber bunu yapıyordu.” Saatin ibresi içime batarken elimi ağzıma götürdüm çünkü götürmesem, kusmaya başlardım. “Annem sabaha kadar ağlardı, sabah olunca telefonla bir yeri arardı, sonra ekip otosu gelirdi ama ekipler hiçbir şey yapmadan giderdi. Adalet yoktu. Hiçbir şey yoktu. Sadece acı çeken bir ev, bir kadın ve onun küçük oğlu vardı. O kadının küçük oğlu, evde her gece yabancı bir erkek görürdü. O kadının küçük oğlu, o kadın bir başka erkekten gebe kaldığı için sanki suçlusu kadınmış gibi düşük yapana kadar dövüldüğünde bahçede oturmuş asma yapraklarını izleyip bitmesini beklemişti. Annem o gün dua etti, düşük yaptıktan ve hastaneye bile götürülmedikten sonra, bir daha yabancı erkekler gelmeyecek, bunu göze almaz diyerek yüzümü gözümü öperek dua etti. Gerçekten de öyle oldu. O günden sonra eve bir daha yabancı adamlar gelmedi ama şiddetin dozu arttı. Artık oyun, dört kişiyle değil, tek bir kişiyle, babayla oynanıyordu ve baba çok acımasızdı, küçük çocuğun annesinin saçlarını çok sert, koparacak kadar sert okşuyordu.”
Bir şey söylemek için dudaklarımı aralayacakken, “Artık oyun arkadaşları olmadığı ve yeterince eğlenmediği için sadece annemi değil, beni de dövmeye başladı. Bazen o kadar çok döverdi ki annem ciğerlerimi kustuğumu sanıp beni havluya sararak evden kaçırır, komşuya götürürdü,” dedi. “Komşunun oğlu doktordu, bana ilaç veriyordu, annemi şikâyet edebileceği yerler hakkında bilgilendiriyordu. Ama ne zaman annem bir şeyler yapsa, adalet hiçbir zaman bizden yana olmuyordu. Hatta adalet karşımızda bile durdu.” Gözleri dalgındı, kirpiklerinin bile boynu bükük duruyordu. Baktığı boşlukta o acı hatıraları görüyor gibiydi. “O gün annemi o kadar çok dövmüştü ki, annem sehpada duran bıçağı ona dört kez saplamasaydı, annemi öldürecekti.”
Çığlıkları duydum, sanki oradaydım. Kanın kokusunu aldım, sanki oradaydım. Hiç görmediğim bir evin dışında durmuş, o evden yayılan ışığı, karanlığı, çığlıkları ve kan kokusunu görüyor, duyuyor, soluyordum.
“Annemi götürdüler. Onu da götürdüler. Tek kaldım. Herkesi ve her şeyi reddettim. Çocukluğumu o gece reddettim. O gece şafağın söktüğünü ekmek arabasının geçtiğini görünce anladım, artık benim için saatler yoktu, şafak sadece ekmek arabası geçerken sökerdi ve ekmek arabası geçmezse, sabah olmayacak demekti.”
İç çekti, bir elini kaldırdı ve yüzüne götürdü, yüzünü avuçlarının içinde ezdi ve elini çenesine doğru kaydırdı. “Sülalesini sikeyim, neden böyle oldu?”
Gözlerim dolmasın diye tırnaklarımı avuç içlerime o kadar sert saplamıştım ki bir süre sonra tırnak içlerime dolan kanı hissettim.
“Annemi serbest bırakmayacaklardı, eğer gidip annemden şikâyetçi olmadığını söylemeseydi, hiçbir şey olmamış gibi annemi de alıp eve dönmeseydi. Bir kahve köşesinde, birleştirilmiş sandalyelerin üzerinde yatmaya razıydım. Keşke dönmeselerdi. Annem içerideyken daha rahat ederdi, yemin ederim daha rahat ederdi. Büyürdüm, hemen büyürdüm, o gece zaten büyümüştüm. Büyürdüm ve onu bakardım, yemin ederim.”
“Çocuktun,” diye fısıldadım, sesim çatladı ve sesimin çatlamasıyla gözlerini yeniden yumarak, “Sakın ağlama gözüm,” dedi. “Lütfen, sakın. Susayım mı?”
“Hayır.”
“Annem eve dönünce polisler evi takibe aldı, babam korkudan anneme bir süre iyi davrandı. Sonra Cesur doğdu, iyi bir aile imajı çizdik ama Cesur’un doğumundan sonra her şey daha da karanlık oldu.” Cesur benimle aynı yaştaydı. Ben doğduğumda, onun hayatının ikinci karanlık yarısı başlamıştı. Tüm bunları onun sesinden, gözleri böyle bakarken ondan dinliyor olmak, yaşadıkları kadar sarsıcıydı.
Yaklaşık yarım saati birbirimizin gözlerinin içine bakarak geçirdik.
Hiç konuşmadan.
Ağlamamaya çalışarak.
“Senin bana anlatacağın onlarca güzel anın vardır, benim sana anlatabileceğim güzel bir anım yok, hepsi böyle. Hepsi böyle zift karası.” Yarım saatin sonunda dudaklarından firar eden ilk cümle bu olmuştu. Dışarıda yağmaya başlayan yağmurun sesi usul usul odaya doldu. Başının üstünde yanan lamba cızırdadı, voltajı düştü ama sönmedi. Nefes seslerimiz birbirine karıştı, kalp atışlarımız da bu sese ortaklık etti. “Ben sana güzel şeyler vermek istesem de yapamıyorum. Senin hayatında var oluşum bile acıdan başka hiçbir şeye sebep olmadı. Sana verdiğim birkaç küçük güzel hisse sarılarak beni affedemezsin. Bunu kendine yapamazsın. Ben senin hayatına karanlık olup çöken adamım, güvendiğin adam değilim, sırtını gözlerini yumup güvenle yaslayacağın adam değilim, bir sonraki adımında sana nasıl bir kötülük yapacağını düşünmen gereken o adamım çünkü yaptım. Yaptım, Zeliha. Sana kötülük yaptım.”
“Kendine bunu neden yapıyorsun?”
“Sorman gereken ne, biliyor musun? Bana bunu neden yapıyorsun? Sorman gereken işte tam da bu güzelim.” Elini bana doğru uzatınca geri çekilip ona paramparça gözlerle baktım. Bana dokunursa hüngür hüngür ağlayacaktım ve şu an bu bilmesini istediğim bir şey değildi. “Gurur’un kim olduğunu merak ediyorsun, daha Gurur’un kimliğini avucunda tutmaya gücün yok, bir de onu merak ediyorsun. Sana acıdan başka bir şey vermedim. Sayılı, küçük mutluluklar ve anlık kalp çarpıntıları. Peki ya sonra? Uykularını kaçırdım, karşımda bir mum gibi eridin, sana sahip olduğun bu hayatı zehir ettim. Şimdi de geçmişimi sana vermemi istiyorsun. Canını daha çok yakayım diye mi?”
“Daha dün her şey güzeldi,” dediğimde gözlerini yumup geri açtı. Eline baktım, eline dokunmak istedim, durdum ve nefes aldım. “Şimdi bana o kadar uzaksın ki aramızda uçurumlar var. Ben tanımak istiyorum. Ben Gurur’un kim olduğunu bilmek istiyorum.”
Elini yavaşça geri çekti, elinin masadaki sürüklenişini izlerken kalbimin içinde tonlarca ağırlık varmış gibi hissetmiştim.
“Gurur kim?” diye sordu ve gözleri yeniden geçmişe çevriliyormuş gibi bir noktaya sabitlendi; orada anıları vardı. Kaçmayı, kurtulmayı istediği ama bir türlü kopamadığı geçmişi orada durmuş, onun canını acıtmak için pusuda bekliyordu. “Cesur doğduktan bir süre sonra yaşananları hatırlıyorum.”
Tuttu, çekti ve geçmiş denen sayfayı yırttı. Önüme koydu. Sayfa boştu, kelimeler, o konuşmaya başladığında sayfada belirmeye başladı. Bir yazarın gözlerinden düşen her bir damla, o sayfaya düşen kelimelerin mürekkebiydi ve bu mürekkep, kaderin rengindeydi.
“Cesur henüz bir bebekti. Arkadaşları yeniden eve gelmeye başlamıştı ama artık annemin yanına kimsenin sokulmasına izin vermiyordu. Aşağıda, bahçede otururdu arkadaşlarıyla. Bir gece bahçede oturdukları sırada bahçeye indiğimi hatırlıyorum. Cesur uyuyordu, henüz bir bebekti, çok gürültü yapıyorlardı ve annem Cesur’u yeni uyutmuştu, korkuyordu uyanmasından. Babama söyleyemedim, daha çok bağırır diye korktum, ondan korkmadım, bağırmasından korkmadım, kardeşimi uyandırmasından korktum. Kardeşimi uyandırmasını istemedim. Orada bir adam vardı, bahçedeki masada oturuyordu, beni fark etti, karanlıkta onları izlediğimi gördü. Adam bana göz kırpınca ilk kez bir insana gülümsedim, çaresizlikten gülümsedim. Hemen kalktı, gizlice yanıma geldi, beni evin arka tarafına çekti ve ne olduğunu sordu. Sessiz olmalarını, kardeşimin uyuduğunu söyledim çekinerek. Bir insandan son çekindiğim gün o gündü, o geceydi. Yüzüme dokundu, dokunuşu tuhaftı, yanağımı okşadı ve bana sarı dişlerini göstererek gülümsedi.”
Kalbim sıkıştı, sağır gibi hissetmeme neden olan bir siren sesi zihnime doluyordu. Kalp atışlarımı duyamamaya başladım. Nabzım ve kalp atışlarım boğuluyordu. Çırpınmadan sadece boğuluyorlardı. Gurur’un utandığını görür gibi oldum, kelimelerden mi utandı yaşadıklarından mı? Devamını dinlemek isteyip istemediğimden emin olamadım.
“Adam artık annemle oyun oynayamadıkları için üzgün olduğunu, onunla oynarsam benim için babamla konuşacağını ve annemle kardeşimin daha iyi olmasını sağlayacağını söyledi. Oyunun ne olduğunu bilmiyordum, sadece nasıl oynadıklarını görmüştüm, o zamanlar benim için öyle bir anlamı yoktu ama yine de korktum. Bir çocuk olmama rağmen o oyundan korktum.”
Onu susturmak için ağzımı açıyordum ki, “Eli boynuma indi, oradan da omzuma, benden bir cevap bekledi. Aslında beklediği cevap değildi. İstemesem bile yapacağını o an hissettim,” dedi. “İçgüdü mü dersin ne dersin bilmiyorum, adam beni duvara yasladığı an bir çocuk olmama rağmen tüm gücümü topladım ve adamın dizine tekme attım. Bana piç kurusu olduğumu, orospu çocuğu olduğumu, bir zamanlar babamın peşkeş çekmesiyle annemi yatağa attığını söyledi. Sansürleri ben koyuyorum. Sen en açık hâliyle düşün. Cümleler daha açık saçıktı. Bir çocuk olsam da o cümlelerden utanmıştım, anlamları bana yabancıyken bile o kelimeler beni çok yaralamıştı. Dahası babam kendi gürültüsünden adamın söylediklerini bile duymamıştı. Koşarak babamın yanına gittim, yüz ifademi gördü ama siklemedi. Ben de hızla içeri kaçtım, o gece uyuyamadım, şafağa karşı kustum. Şafağa karşı kustuğumu biliyorum çünkü balkona çıkarken ekmek arabasının geçtiğini görmüştüm.”
Elini yeniden masanın üstüne koyunca dayanamadım ve bu kez eline uzanıp elini tuttum. Parmaklarımız birbirine dolandı, çözülen geçmişi birlikte hiç açılmamak üzere düğümleyebileceğimizi ona anlatmak ister gibi parmaklarını sıktım. Yüzüne küçük de olsa bir tebessüm yayıldı.
“Ertesi gün babama bu olayı anlatacak cesareti buldum. Güvendiğimden değil, sevdiğimden değil, korktuğumdan değil. Paylaşmazsam öleceğimden. O herif bana yeniden dokunur mu düşüncesi vardı, bir süre hep oldu, belki de bu yüzden babama anlattım bilmiyorum. Bir çocuğun aklıyla ona güvenmek istedim. Belki beni korur sandım. Bilmiyorum işte.”
“Ne yaptı?”
“Korumadı. Bir de üstüne ‘ibne hayallerini mi anlatıyorsun sen bana sapık’ diyerek beni dövdü. İlk en ağır dayağım buydu sanırım, artık ciğerimi kusmamdan korkan annem de değildi, bendim. Bu kez harbiden ciğerimi kusacağımı sandım.”
Artık ruhlarımızın arasında, birleşmiş ellerimizin mesafesinden daha az bir mesafe vardı.
“Eylül onun tecavüzü sonucu dünyaya geldi.” Gözlerimizi birbirine değdirdi. Ağladığımı gördü. “Büyümüştüm, anneme bakıyordum artık. Ona ihtiyacımız yoktu. Bir gün eve zorla girmiş, onu dövmeme rağmen girmiş, onu öldürmekle tehdit etmeme rağmen girmiş. Anneme saldırmış, zorla birlikte olmuş. Annem hamile kaldığını öğrendikten sonra onu öldürmeyi kafama koydum. Eylül doğduğunda masraflar çoğaldı, yine de çalıştım, hem okudum hem onları baktım. Onu etrafımıza yaklaştırmadım. Ama Eylül, dört beş yaşlarına geldiğinde babasını görmek istedi, ben istemedim, öldü bilsin istedim ama o orospu çocuğu kendini göstermiş. Eylül onu hiçbir şeyi bilmeden çok sevdi. O kadar çok sevdi ki küçük kızım onu… Eylül’e hep iyi davrandı, bize olmadığı gibiydi, kimseye olmadığı gibiydi, beni hiç kandıramasa da kız kardeşimi, küçük kızımı kandırmıştı. Onu öldürmediysem, bu Eylül içindi.”
Saatler akıp giderken anlattıkları artık gözlerimden durmadan akan gözyaşlarına dönüşmüştü. Gecenin çöktüğünü hissettim, yağmurun hızlandığını işittim, şimşeklerin gümbürtüsü gökyüzünü beyaza boyadıktan çok sonra duyuldu.
Sonunda, “Ağlama,” dedi. “Sana verecek güzel anılarım yok işte, ağlama.”
“Yaratırız,” dediğimde bana umutla baktı, umudu gözlerinde görmek zulümdü, o umudu hiç kaybetmesin istiyordum.
“Yanlış zamanda, yanlış yerdeydik, küçük leydim,” diye fısıldadı. “Yanlış zamanda, yanlış yerde.”
Yanlış zaman. Yanlış yer. Gurur ve beni bu basit cümlede bulabilirdiniz. Ama yanlış insan? İşte ne o ne de ben, bu değildik.
“Doğru insanlar olarak,” diye fısıldadım acıyla.
“Sana daima acı vereceğim hissini durduramıyorum, özür dilerim.” Her bir kelimesinin içimi ateşe verdiğini hissetsem de cevap vermek yerine gözyaşları içinde ona bakmaya devam ettin. “Ağlayacağına öleyim ben. Ağlama, gözüm.”
Titreyen ellerimle kelepçenin anahtarını cebimden çıkardım, gözleri anahtara, sonra da ağlayan yüzüme kaydı. Titreyerek ayağa kalktığımı gördü, gözyaşları içinde bileğindeki kelepçeyi çözerken, “Seni iyileştirmemi iste benden,” diye fısıldadım. “Seni buna zorlayamam ama benden bunu iste.”
Gözlerimden yaşlar boşalırken ona baktım, gözlerinin içine. Alnını bir anda alnıma yasladı ve burun delikleri genişlerken, “Ağlama,” dedi. “Öleyim ağlayacağına.”
“Özgür bırakıyorum seni ben.” Gözyaşları içinde yüzüne bakarken hıçkırdım. “Daha çok şey var bana anlatmadığın, daha çok şey var benden seninle ilgili sakladığın. Çok acı çekmişsin, bilmediğim daha neler yaşadın Allah bilir. Ben de yük olmak istemiyorum sana. Ben seni zorlayamam, Gurur. Sen benden seni iyileştirmemi iste.”
“Senden beni iyileştirmeni istemek, ya seni hasta etmek demekse, Zerdali?”
Ayağa kalktı, beni kollarının arasına çekti ve sarıldı. Kollarımı onun beline güçsüzce sararken artık sarsılarak ağlıyordum. Gurur bana sıkı, sımsıkı sarılırken, “Ağlama,” dedi. “Ne olursun ağlama gözüm.”
“Seni o cehennemden çekip çıkaramadım, çıkarabilseydim keşke,” dedim gözyaşlarımın arasından. Küçük bir oğlan çocuğu odanın içinde bana sokulmuş, ben Gurur’a sarılırken o çocuk da benim bacaklarıma sarılmış ağlıyordu. Gurur beni içine sokup içinde kendine karıştırmak istiyormuş gibi sıkıca sararken derin bir nefes aldı, göğsü göğsüme yaslandı, içimde durmadan büyüyen bir acıyla hıçkırarak ağladım.
“Ağlama. Ben o cehennemden firar ettim, ağlama.”
Dudaklarını saçlarımın arasında hissettim. Ağlamamak için tişörtünü avucumun içine alarak sıktım ve yüzümü göğsüne saklamaya çalıştım. “Özgür kalmak istiyorsan, seni özgür bırakırım,” dedim yeniden. “Özgürsün. Ama ne olursun, benden seni iyileştirmemi iste.”
“Bana özgürsün deyip durma, benim özgürlüğüm sen yoksan tutsaklık. Sen yoksan özgür değilim ben, senin olmadığın her yerde hapisim.” Beni kendisinden uzaklaştırıp gözlerimin içine baktı. “Senin için daha iyi olan neyse onu yapmak istiyorum. Sana zarar vermek değil, seni iyileştirmek, seni kurtarmak istiyorum. Sen benim hayatımsın. Ben hayatımı kurtarmak istiyorum. Hayatımı mahvetmene izin vermeyeceğim Zerda, olmaz, isteme benden. Hayatımı mahvedemezsin. Senden gitmiyorum, gidemem, gitmeyi düşündüm ama bu altından kalkabileceğim bir şey değil. Seni bırakamam. Beni sen bırakırsan tamam ama ben seni bırakamam.”
“Ama teslim olacağını söyledin.”
“Bu seni bırakmak mı senin gözünde? Seni kurtarmak değil mi?”
“Hiçbir şey umurumda değil,” dedim gözlerimi yumup sakinleşmeye çalışarak. “Sadece sen umurumdasın.”
“Seni bırakmayacağım,” dedi. “Tamam, ağlama. Ağlama kalbimin içi.”
Onun kollarının arasına girdim, ona sarıldım. Saatler üzerimizden akıp giderken, o odadan çıkarken, Muşta’nın gülümseyen yüzüne içim acıyarak bakarken, Yener omzumu sıkıp göz kırparken, Girdap parmaklarını birleştirip bize bakarak kalp yaparken, Devran bana dişlerini göstererek gülümserken, Adnan’ın yüzünde bir abi şefkatiyle beni izlediğini gördüğümde, Vural ile Tayfun’un dudaklarında silik bir tebessümle bana baktığında artık o odada değildik.
Zaman akar yavaş yavaş,
Dünya döner ersine,
Belki ben adın’ unuturum da
Yine bırakmam
Bana aldırma
Dayanılır sanma
Bu acıyla dayanamam
Ne konuştuğumuzu, nasıl parçalandığımızı kimse bilmedi.
Tesisten çıkarken gökyüzü karanlığın yuvasıydı. Saat epey geçti, kaçtı bilmiyordum, bakmadım. Eymen’in motosikleti hâlâ tesisin önünde duruyordu, kardeşimi görmedim ama güvende olduğunu biliyordum. Gurur’un cipine doğru ilerlediğimiz sırada ellerimiz birleşmişti.
Öleceksek ölürüz, bırakmam seni.
Savaşırken kaybederiz ama dönmem bu yoldan.
Gelse bile son durak, çağırsa da bizi,
Dile destan bu sevgimiz unutulur sanma.
Unutulur sanma.
Benim için kapıyı açtı, tam arabaya bineceğim sırada beni kendine doğru çevirdi. Islak yüzüme baktı, saatlerdir yüzümde kurumayan yaşları büyük avuçlarıyla sildi. Bileğinden sarkan zincire baktım, ucunda kalbimin yarısı duruyordu. Yutkunduğumda eğildi, burnumun ucunu öptü. “Bir kedi gibisin,” dedi. “Burnunun ucu aynı bir kedinin burnunun ucu gibi ıslak.”
Sanma bu sevgimiz sona erecek,
Bizi herkes anlayacak, bilecek sanma,
Sanma bu dert bizi süründürecek
Bizi bu dert öldürecek, ölürüz sanma.
Gülümsedim, içim acıyordu, içim ağrıyordu. Gurur’u tanıyordum. İlk defa Gurur’un kimliğini elimde tutuyordum. Artık onun kim olduğunu biliyordum. Tam olarak bilmesem de biliyordum.
“Hadi gidelim.”
Öleceksek ölürüz, bırakmam seni.
Savaşırken kaybederiz ama dönmem bu yoldan.
Gelse bile son durak, çağırsa da bizi,
Dile destan bu sevgimiz unutulur sanma.
Unutulur sanma.
Başımı sallayıp araca bindim, emniyet kemerimi o bağladı, sonra kapıyı kapattı ve durulmuş olmasına rağmen hâlâ çiseleyen yağmurun altında arabanın önünden dolaştı. Sürücü koltuğuna bindiğinde aramızda ip gibi uzayan sessizliği bir şarkı böldü.
Dağ yolunun yokuşundan yavaşça indiğimiz sırada, “Zeliha,” diye fısıldadı.
Bakışlarım omzumun üzerinden usulca ona doğru döndü.
“Ben o gece zaten birini öldürecektim.”
Şaşırmadım, hiçbir şey hissetmedim, sadece başımı aşağı yukarı salladım.
“Biliyorum.”
Gözlerini yavaşça bana doğru çevirdi ve saniyeler sonra bir ışık ön camı tamamen kaplayarak yüzlerimizi aydınlattı. İkimiz de aynı anda kaşlarımızı çatarak ışığa doğru döndük ve aynı şeritten bize doğru hızla gelen tırı gördük. Gurur direksiyonu bir küfür eşliğinde sola çevirdi, önce boşluğu, sonra ağaçları gördüm ve gözlerim yavaşça saatin kırmızı rengiyle yazılı olduğu göstergeye indi.
03:03
Ve içinde olduğumuz cip takla atmaya başladı.