Güneşi avucunun içine alıp tutamazsın ama mumu parmağının ucuyla söndürmek çok kolay.
O ve ben, işte bu cümlede gizliydik. O, kimsenin değil avucunun içine almak, yakınına dahi gidemediği güneşti; bense onun parmaklarının ucunda sönen mum aleviydim.
Sadece karanlık bir benzerlik olabilir miydi? Tablodaki kadının cam gibi parlayan kırıklarla dolu kızıl gözlerine baktım. Saçlarının yüzüne düşüp dalgalanarak omzunun üzerine salınışı bana çok benzese de bakışlarındaki nahiflik ve meydan okuma sanki bana değil, bir başkasına aitti. Bir adım geri çekilmemle, sırtımın onun sert, kaslı göğsüne çarparak yaslanması bir oldu.
İrkilerek hızla ondan uzaklaştığımda, damarlarımda titreşerek avucumun içine dolan o gücü hissettim. Yüzümde gördüğü her ne ise bu onu panikletti ve Efken büyük avuçlarını kaldırıp teslim olur gibi, “Medusa,” dedi, sesi beni yatıştırmak için olsa gerek yumuşaktı. “Sakinleş.”
Görüş alanımın kızıl bir perdeyle gölgelendiğini fark ettim. Efken’in yüzü ve etrafımdaki her şey kanın öz rengine bürünürken bunun nedenini anlayamadığım için garip bir panik duygusuyla sarsıldım. Korku ise kalbimin içinden taşarak paniği besliyordu. O tablodaki kadının ben olduğuma emindim; bu sadece karanlık bir benzerlik olamazdı. Evet, kadının yüzü karanlıklar tarafından yutulmuş, arkasındaki dolunayın ışığı bir hale yaratarak kadının yüzündeki karanlık gölgeyi güçlendirmişti ama yine de o kızıl gözler, benim gözlerimdi.
Efken bana doğru temkinli bir adım atınca, elimde olmadan bir bacağımı geriye atıp, yine neden yaptığımı fark etmediğim bir şekilde tehditkâr bir pozisyon alarak ona baktım. Her şey kızıl ve gerçek rengi arasında titreşerek şekil değiştiriyordu. Efken bir tenindeki esmerlikle yeniden normal görünüyor, bir kızıllıklar tarafından örtülüyordu. Gözlerimi hızlıca yumup geri açtım, bunu üç dört kez yaptım ve Efken’in bakışlarında kısa süreli de olsa bir dehşet gibi görür oldum. Sanki gördüğü şey gerçek mi değil mi anlamak ister gibi kaşlarını çatıp gözlerini kırpıştırmıştı. Sonra bunun bir göz yanılsaması olacağını düşünmüş olacak ki başını iki yana sallayarak bana doğru bir adım daha attı.
Sonunda kelimeler dilime ulaştı ve “Bu da ne demek oluyor?” diye hırıldadım, evet, hırıldadım ama bu benim tuhafıma gitse de Efken buna şaşırmaya fırsat bulamadı. Bir açıklama yapması gerektiğinin farkındaydı. Bu korkunç paradokstan beni çıkarması gerektiğini o da biliyordu. “Sana bir şey sordum!” diye bağırdım ve ardından bir emir dilimi çatallandırdı: “Derhâl cevap ver bana!”
“Siktir,” diye fısıldadı teni yanıyormuş gibi irkilerek. “Şunu yapma.”
“Cevap ver!” diye emrettim. “Neden beni çizdin? Ne zaman çizdin?” Tekrar tabloya baktığımda, tablonun kenarına yerleştirilmiş ismin altındaki tarihi görmek daha da büyük bir dehşete kapılmama neden oldu. Bu tablo üç yıl önce yaratılmıştı.
“Beni en başından beri tanıyordun!”
“Tanımıyordum,” dedi, ses tonu sakindi ama sanki bedeninde ateş dolaşıyormuş da çaktırmamaya çalışsa da canı yanıyormuş gibi görünüyordu.
“Yalan söyleme,” diye tısladım.
“Sen bana emir verdiğinde elimde olmadan dediğini yapıyorum zaten,” diye hırladığında duraksadım, gözlerimin önündeki kızıllıklar titreşerek dağıldı ama gerçek renkleri tam olarak görebildiğim söylenemezdi. Kızıl görüntü, etrafımı sarmış kan nehirleri gibi yavaşça görüntülerin içine akmaya devam ediyordu. Şimdi Efken de öfkeli görünüyordu. “Bana saldıracak gibi bakmadan önce durup beni dinle.”
“Anlat,” dedim, pozisyonumu koruyordum. Sanki ona karşı bir şansım varmış, beni ensemden yakaladığı an yüzüm duvara dönük bir hâlde bu duvara yaslayamazmış gibi karşısında tüm kudretimle duruyordum. Ve her nasılsa, o da benimle aynı fikirdeymiş gibi hareketsizce yüzüme bakıyordu. Tek yanlış bir hareketinin bizi çıkmaza götüreceğinin farkındaydı.
“Garip görünüyorsun,” dedi temkinli bir sesle.
“Bu gördüğüm şey daha garip.” Önce tabloya, sonra da ona doğru bakıp yutkundum. İçimdeki öfke geri çekilmedi ama gözümün önüne kan gibi boşalan kızıl görüntüler usulca dağıldı. Asıl renkler her yana bulaştığında, Efken bana doğru temkinli bir adım daha attı. Bu kez aşırı bir tepkiyle karşılaşmadığı için bakışları yumuşamaya başlamıştı.
“Seni çok uzun zamandır rüyalarımda görüyordum,” dedi. Birden üç yıl öncesine ait bir anının içinde bana rastladığını düşündüm, sonra bu mantıksız düşünce zihnime bir ceset gibi devrildi. Efken bana doğru bir adım daha atmak üzereyken bana uymayacak bir hızla geri çekildim ve Efken’in mavi gözlerinin irileştiğini gördüm. Bir saniye bile geçmeden ondan metrelerce uzağa gitmiştim. Şaşkınlık onun yüzüne bulaşan ifadeden bana yansıdı ve ben de aynı dehşetle kendi bedenime bakakaldım.
Bende yanlış olan bir şeyler olduğunu artık o da biliyordu.
Bir Mar’dım, bu gerçek beni dehşete düşürsün ya da düşürmesin, öyleydim. Ve artık bu gerçek dudaklarımdan dökülmüyor bile olsa, Efken’in de bunun farkında olduğuna adımın Mahinev olduğuna emin olduğum kadar emindim. Efken şaşkınlığın kaybolmasıyla bana doğru bir hamle yaptı ve ben, sanki bu hamleyi kolayca püskürtebilirmişim gibi kaçmadan gelmesini bekledim.
Bir saniye sonra önümdeydi, bir saniye sonrasındaysa eli bileğime kaydı, avucunun içine aldığı bileğime baktığımda içimde bir dürtünün nabzı sertçe vurdu. Daha bu dokunuşun nedenini bile çözememişken, bedenim benden önce davrandı ve Efken’i sanki karşımda gücü gücüme denk biri varmış gibi sertçe duvara doğru ittim. Efken’in sırtı duvara vurduğunda içimde biraz olsun acıma duygusu belirmedi; şaşkınlık da geri çekilmişti. Efken duvardan ayrıldı, sonunda gücümü kavramış gibi hızla bana doğru atıldı ve ben ikinci hamleme geçememişken benim amatör gücümü püskürterek elini enseme koyduğu gibi alnımı karşımdaki kolonun soğuk yüzeyine yasladı. Hareketlerimi engellemişti ama bana zarar vermeden, biraz olsun incitmeden yapmıştı bunu.
Alnım kolona yaslıyken, “Asale olduğunu biliyorum artık,” dedi. “Kim olduğunu kabul ettim. Ama beni yaralamana izin vereceğim kadar uzun boylu değil. Şimdi dur burada, sakinleşene kadar hilâl çıkmış alnını soğuk duvardan ayırma. Ateş geri çekilene kadar böyle kalacaksın.”
“Hil-” Kekeledim. “Hilâl mi?”
“Alnının ortasındaki iz,” diye hırladı. “Kar Ormanı’ndaki ağacın kovuğunda duran aynadan kendine bakarken gördüğün hilâl yine alnındaydı.”
“Onu… onu gördün! Aynayı ve alnımdaki sembolü gördün!”
“Sakinleş.” Alnını enseme bastırdığını hissettim. “Alnını soğuğa yasla ve öfkeni tetikleyecek şeyler düşünmekten vazgeç.”
“Bildiğin hâlde, onu gördüğün hâlde görmemiş gibi davrandın! Delirdiğimi düşünüyordum!”
“Delirme diye yaptım,” dedi sakince, nefesi enseme aktığında yutkundum. “Medusa, yaşadıkların kolay şeyler değildi ve inan bana, insan psikolojisi benim için rubik bir küp gibidir, sana iyi gelecek olanın seni bu düşüncelerden uzaklaştırmak olduğunu düşünmesem bunu yapmazdım.”
“Yapayalnız hissediyordum, sana sığınmıştım!”
“Bana sığındığın için sana minnettarım,” demesini beklemiyordum. “Ama kendini benim yerime koy. Sen o kadar zayıf görünüyorken sana bunu zaten gördüğümü nasıl söylerdim? Aklını kaçırmandan korktum ve ben de şoktaydım. Kaldı ki sen yaşadıklarından çok fazla etkileniyorsun. Bu anormal değil, bu normal olan ama sen bu kadar etkilenirken öylece evet o aynayı ve alnında parlayan hilâli gördüm diyemezdim.”
“Sen benim bilmediğim her şeyi biliyorsun,” dedim tükürür gibi. “Benimle oyun oynuyorsun.”
“Seninle oyun oynadığımda elime ne geçecek Medusa?” diye sordu sertçe, avuçlarının arasında duran ensemi tutmayı bıraktı ama alnı hâlâ ense köküme yaslı duruyordu. “Benim hayatımda da her şey normal sayılmazdı ama bu benim için bile anormal bir durumdu, sadece buna inan. Benim dilimden yalan duyamazsın.”
“Senin dilinden yalan duyamam belki ama gerçekleri de açıkça duyuyor değilim.” Öfkem geri çekilse de alnım yanıyordu. “Beni çizdin, nasıl oldu bu? Üç yıl önce beni nasıl çizebilirsin?” Artık bağırmıyordum ama sesime yayılan zehir, ona bağırmamı diletebilirdi. Konuşmalarıma sinen ölümcül sakinliği dinlerken bir süre sessiz kaldı. Kendini bana bastırdığında bedenimin ona verdiği tepkiden nefret ettiğimi hissettim.
“Sen Asale’sin, bunu sana zaten söyledim. Evet, sana tüm gerçeği söylemedim ama yalanlar da söylemedim.” Kelimelere güçlü vurgular katan erkeksi sesi zihnime doğrudan saplanırken nefesi ensemden boyun boşluğuma doğru huşuyla akıyordu. Hislerden ibaret olduğumu fark ettim ve bundan iğrendim. “Düşün,” diye vurguladı bir defa daha. “Eğer bu tabloyu görmeni istemesem, görür müydün?”
Birden her şey çıkmaza girdi. Sorduğu soru bile çıkmaza saplıydı. Çıkmaz, içine düşen her şeyi yutan bir bataklıktı. Beni yuttuğu gibi ona ait kelimeleri de yutuyordu.
“Buradasın, çünkü tabloyu görmeni istedim.”
“Alarm çaldı demiştin.”
“Alarmı tanrı ve benden başka kimse aktif hâle getiremez.”
İrkildim. “Yalan atıyorsun. Hâlâ yalan söylüyorsun. Mustafa Baba’nın yanına gidecektik, öyle demiştin.”
“Evden çıkmadan önce alarmı aktif hâle getirdim,” dedi sertçe. “Seni öylece buraya getirmek istediğimi söylesem altında bir şeyler arayacaktın. Ben kendin doğal yollarla geldiğini düşünmeni, tabloları incelerken kendini görmeni istedim.”
“İçeri girdiğimiz an temkinli bir şekilde etrafa baktın,” dedim çatık kaşlarla.
“Nasıl bir tilki olduğunu bildiğim için olabilir mi?” Sesi artık gerçekten öfkeli geliyordu.
“Bu yalan olmuyor mu peki?”
“Hayır, bu gerçeğe uyandırmak oluyor.” Alnını başımın arka tarafına sürterek, “Sana Asale olduğunu söylemiştim, ne çabuk unuttun?” diye sordu yavaşça.
Doğruydu. Dudaklarımız cehennem ve mahşer yeri gibi birbirine yaslanırken ve tüm duygular içimden bıçak gibi geçerken onu en net hâliyle hissetmiştim. Dudaklarımız birbirinden koparken, güneş ile ay da birbirinden kopmuştu ve bana Asale’si olduğumu, beni bulduğunu, şifası olduğumu söylemişti. Beni bulmuştu. Beni arıyordu ve sonunda beni bulmuştu.
Ama neden beni arıyordu?
“Neden?” diye fısıldadığımda sesimdeki hayal kırıklığını duymuş olacak ki, birden büyük kollarını bedenime sarıp avuçlarını kalbimin üzerine yasladı ve arkamda öylece bekledi. Bu hareketi içimde kapanmayacak yaralar açtı.
“Rüyalarımda hep benimleydin,” dedi. “Çocuk yaşlardan beri. Başta yüzün yoktu, sesin yoktu, sana dair hiçbir şey yoktu. Sana Asale ismini, yüzünü ilk kez gördüğümde koymuştum. Bal, demekti Asale. Bal peteği, demekti. Ama aynı zamanda da çok zehirli, korkunç bir yılanın ismiydi Asale. Hem baldı hem de zehirdi. Seni buna benzetiyordum. Kâbuslarım olduğuna inandığım o kadının benim kurtarıcım olduğunu anladığımda artık yana yıkıla Asale’yi aramaya başlamıştım. Seni ilk kez canlı gördüğümde, kapımda baygın yatıyordun ve saçların yüzünü örtmüştü. Yüzünü ilk gördüğümde gözlerin kapalıydı ama yüzündeki benzerlik beni dehşete düşürmüştü.” Bana daha sıkı sarıldı, alnımdaki ateşin uzaklaşmaya, tamamen sönmeye başladığını hissettim. “Gözlerini gördüğümdeyse, artık Asale’yi bulduğumu biliyordum ama içimde atan kalbi susturup bu gerçeğe gözlerimi yumuyordum.” Bana çok daha sıkı sarıldı. Sanki kaçıp gitmemden korkuyormuş gibi sarıldı. “Ama senden kaçamadım, seni yok sayamadım. Seni buldum Asale.”
“Tüm bunların…” Duygular içime öyle hızlı ve ağır bir şekilde yığıldı ki bir süre cümlemi tamamlayamadım. “Ben tüm bunların ne anlama geldiğini anlayamıyorum.”
“Bu ne anlama geliyor, biliyor musun?”
Beni usulca kendine doğru çevirdi ve bedenim ellerinin arasındayken, mavzer kurşunu gibi delip geçen mavi gözlerini gözlerime sapladı.
“Bu senin için öleceğim, bu senin için öldüreceğim anlamına geliyor.”
İtirafıyla kalbimin atışları ağırlaştı. Bir çölü dolduran kızgın kumlar şimdi kalbimin içini kavuruyordu.
Karşımda, Nigin Bağı’nı öğrendiği an benim için kendi infazını gerçekleştirebilecek bir adam duruyordu.
Bir çöl büyüklüğündeki kum saati göğsümün içinde ters çevrildi.
“Bana bir hırsızmışım gibi davrandın,” diye fısıldadım gözlerinin içine kocaman bir kırgınlıktan ibaretmişim, bedenim bana değil, bir kırgınlığa aitmiş gibi bakarken.
“Sana öyleymişsin gibi davranmadım, öyle olduğunu düşündüm. Elinde bana ait, sadece bende olan destenin eksik kartı vardı.” Gözlerimin içine yakıcı gerçekliğiyle bakınca ne söylemem gerektiğini bilemediğim için sadece sustum. “Evet, rüyalarımdaki kadına çok benziyordun ama rüyalarımdaki gibi değildin. Ürkektin, başkaldırırken bile gözlerinde korku vardı. Kafamı karıştırıyordun ve elinde çok uzun zamandır aradığım o kart vardı.”
“Beni dinlemedin bile.”
“Delirmiş gibi davranıyordun.”
“Çünkü delirmek üzereydim. Farklı bir boyutta olduğunu fark ettiğinde ne yaparsın?” diye sordum sertçe. “Üstelik…”
“Üstelik bir şeyleri görmeme rağmen görmezden geldim, değil mi? Senin Asale olmadığını düşündüğüm zamanlar bile sana herkese olduğumdan daha farklı biri oldum. Bunun aksini söyleyebilir misin?”
“Bu bana korkunç davrandığın gerçeğini değiştirmiyor.”
“Ben zaten korkunç biriyim. Bunu biliyorum, hiç yalanlamadım,” dedi ters bir sesle. “Mustafa’nın yanına falan gitmeyecektim. Seni evden çıkarmak için bahane uydurdum. Bunu görmen gerekiyordu.” Derin bir nefes alarak beni serbest bıraktığında kollarım iki yana cansızca düştü. Bunu fark ettiğinde dişlerini öyle bir sıkmıştı ki yüzünü kaplayan, derisinin altında saklanan tüm kemik dizilimini net bir şekilde gördüm. “Gözlerimden sızan şu ışığı durdurmanın bir yolunu hep buldum, yine bulurum ve kontrolüm altına alırım. Ama şunu bil, ilk defa bir şeyi kontrol edemiyorum ve bunun sebebi kesinlikle sensin.”
“Asale olduğumu düşünmene rağmen bana bok gibi davrandın.”
“Evet, davrandım.”
Gözlerimde ilerleyen bir boşlukla, “Sebebi bir hırsız olduğumu düşünmen miydi?” diye sordum.
“Hem evet hem hayır. İnime gönderilmiş bir ajan olma ihtimalin de vardı. Belki yıllardır kurtarıcım olarak rüyalarıma davet ettiğim kadın sadece görsel olarak etkilendiğim kadındı ve bir şekilde bunu anlayanlar da ona benzer birini gönderdi.” Bu aptalca düşüncesine göz devirmekle karşılık verdiğimde, “Hiçbir şey bilmediğin ne kadar da belli,” diye söylendi. “Ayrıca kurtarıcımın bir hırsız olduğunu düşünmek çok korkunçtu.”
Bir süre sessizce ona baktım ve sonunda doğruyu söylediğini inandığımda, “Ne olduğumu biliyor musun?” diye sordum.
“Hayır,” dedi dürüstlüğünü kanıtlamak istiyor gibi gözlerimin içine bakarak. “Doğal olmadığını biliyorum ama ne olduğun konusunda hiçbir fikrim yok. Sadece ilk zamanlar bahsettiğin Mar zımbırtısı hakkında araştırmalar yaptım.”
O bana bunu söyleyince, ilk hissettiğim derin bir şaşkınlık oldu. Bir şeyleri arka planda araştırdığını zaten hissetmiştim ama bana hiç de inanıyor gibi bakmadığı o süre zarfında, ona söylediklerimi araştırmış olması gerçeği şaşkınlığımı beslemişti.
“Marlar hakkında ne öğrendin?”
“Senin öğrendiğinden fazlası değil,” dedi, daha sonra derin bir nefes alıp, “Kullandığın dil,” diye devam etti. “O Asreman zamanı koruluğa doğru gidiyordun ve bir ninni söylüyordun. Ninniyi söylediğin sırada araya bilmediğim dilde bir şeyler daha sıkıştırıyordun. Başta anlamsız kelime yığınları gibi geldi ama o gün çok düşünüp kelimeleri araştırdım. Bahsettiğin o şeylerin ana dillerinin Letonca’ya yakın bir dil olduğunu öğrendim ve senin de kullandığın bazı kelimeler Letonca’ydı.”
“O dili bilmiyorum bile,” dedim isyan eder gibi. “Ama ne zaman o dili duysam anlıyorum ya da farkında olmadan o dili konuşuyorum.”
“Biliyorum. Uykunda da yaptın.”
“Bunu erkek kardeşim de söylemişti.”
“Mutfak masasına tapınakları birebir çizdiğini gördükten sonra bir şeyler saçma gelmekten çıkıp rahatsız edici bir gerçeğe dönüştü,” dedi, ses tonuna oturmuş sakinlik beni de sakinleştirmişti. “Ne kadar senin kafandaki gürültüyü susturmak için alaycı olsam da aslında sadece bir çıkar yol arıyordum.”
Tekrar tabloya çevirdiğim dalgın bakışlarım uzun süre bana ait olan o görüntünün üzerinde öylece bekledi. İçimdeki sıkıntı, beyaz bir kâğıda dağılmaya başlayan, ur gibi genişleyerek bir kanseri anımsatır cinsten büyüyen mürekkep misali içime yayılıp içimde genişledi; içimde büyüdü.
“O tapınaklarda bulman gereken bir şey olduğuna mı inanıyorsun? Ya da oraya gittiğinde bir şeyler olacağını mı düşünüyorsun?” diye sordu, ses tonu soğuk ve temkinliydi; sanki bir sebepten benim için endişeleniyordu. Onun gibi birinin benim için endişelenmesi ilk etapta kulağa imkânsız gibi gelse de uçurum mavisi gözlerine baktığımda aksini düşünmek gelmiyordu içimden.
“Babaannemin beni oraya yönlendirmeye çalıştığını düşünüyorum. Sezgi’nin hislerine güveniyorum. Babaannemi gördü, babaannemi doğrudan anlattı, hem de hiç görmediği hâlde. Tıpkı… Tıpkı…” Gözlerim yeniden tablodaki gözlerime tutundu. “Senin beni hiç görmeden bu tablonun içine hapsettiğin gibi.”
“Öyleyse tapınaklara gitmemiz gerekecek,” demesini beklemiyordum. Umut gözlerimde gün ışığında kristalleri yansıyan bir elmas gibi parladı. “Bana şöyle bakma,” diye homurdanırken artık bana bakmıyordu. “Sana şu Asale meselesini geç açıklamamın bir bedeli olarak düşün bunu.”
“Sana teşekkür etmeyeceğim,” dediğimde kaşlarını kaldırdı ama bana bakmadı. “Çünkü bu teşekkürü gerektirecek bir durum değil. Bana yardım edeceğine söz verdin, şimdi de sözünü tutuyorsun. Üstelik bu bir lütuf da değil. Tapınakların nerede olduğunu söyleseydin inan bana gitmenin bir yolunu bulurdum.”
“Bana büyüklük mü taslıyorsun?”
“Hayır. Sana eşitliğin ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Hayatına dâhil ettiğin kimse sana bunu anlatmamış ya da sen anlamak istememişsin. Ama anlayacaksın.” Dilimin ucuna birkaç soru gelse de kendimi durdurdum. Tablonun sırrı tam olarak çözüme ulaşmış değildi. Neden rüyalarında bana benzeyen bir kadın vardı? Neden yıllardır bana benzeyen bir kadını görüp, o kadının kurtarıcısı olduğunu düşünüyordu? Bu hikâyedeki esas yerimi merak ediyordum.
Sanat atölyesinden çıkarken sessizdik. Efken yine soğuk, sert kabuğunun arkasında duruyordu ama bana karşı daha savunmasız hissettiği kesindi. Bir şeylerin pişmanlığını yaşadığını hisseder gibi olmuştum. Belki de bana kendini öylece açmış olmaktan rahatsızlık duyuyordu. Kayalıklara vuran dalgaların seslerini duyduğumda durup bu sese kulak kesildim ve soğukla beraber tuzun kokusu da ciğerlerime dolarak bana uçurumun diğer ucunda sislerin örttüğü bir deniz olduğunu kanıtladı.
Gözümün önünde tablodaki kızıl bakışlar, parlayan dolunay, Efken’in alnımda ateş gibi yanan hilâli gördüğündeki bakışları devamlı olarak başa sarıyordu. Cipin önüne doğru ilerlediğim sırada arkamdaydı, adımları yavaşlamıştı ve sanki bir sonraki hareketimin ne olacağını hesap etmeye çalışıyormuş gibi beni izliyordu. İzlendiğimi fark etsem de aldırış etmedim; kafam, ruhum, kalbim karmakarışıktı. Soğuk bir rüzgâr saçlarımın arasından eserken tenimi çizer gibi acıtan buz kristallerini hissettim. Kar yağmıyordu ama rüzgâr kar tanelerini batıya doğru taşıyordu.
Birden içime konuk olan o tuhaf hisle beraber rüzgâr biraz daha şiddet kazandı, saçlarımın arasından bir kez daha hızla esip geçti ve kafamı kaldırdığımda, göğün beyazlığının yüzeyinde turuncu damara benzer görüntüler belirdiğini gördüm; damarlar bir şimşeği anımsatarak hızla ayrıldı ve sönüp kayboldu. Sanki kan yüklü bir damar ağı anlık olarak tüm göğü etkisi altına alıp hızla silinip kaybolmuştu. Efken’in de bunu fark ettiğini gözlerimi ona çevirince fark ettim. Gökyüzüne çatık kaşlar, düşmanca bir ifadeyle bakıyordu.
“Onu gördün mü?” diye sordum, rüzgâr bu kez sıcak bir şekilde esti ve tenime ateş sürtünüp gidiyormuş gibi hissederken kaşlarım daha da çatıldı.
“Evet,” dedi demir gibi bir sesle. “Arabaya bin.”
“O neydi? Şimşek mi?”
Hayır, öyle olmadığını biliyordum. Basit şimşekler olamazdı, turuncu ve kan tonlarındaydı; üstelik büyük bir şiddetle göğün üzerine ağ gibi serilip sonra kaybolmuştu. Efken bu görüntüye ilk defa maruz kalıyor olmalıydı çünkü gözlerinde bu durumu tanımlayamamanın verdiği stresi gördüm. Belki de içimdeki korkuyu bu denli kamçılayan, onun mavi gözlerine yansıyan stresi görmemdi. İçimdeki huzursuzluğun katlanarak çoğaldığını hissettim.
“Arabaya bin,” dedi tekrardan, bana doğru yürümeye başlamıştı. Sıcak rüzgâr dindiğinde soğuk yine etkisini gösterdi ve gökyüzünde garip herhangi başka bir şey olmadı.
Ön yolcu koltuğuna binerken gözlerim tekrar ön camdan dışarıya kaydı. Gökyüzü beyazdı, kusursuz bir gümüş gibi beyazlık ve grilikle parlıyordu. İçime çöken şüphe Efken tenindeki soğuğu arabanın içine bırakana kadar sürdü. Emniyet kemerini bağladığı sırada, “Bu tarz bir şeyi Kızıl Yaka’da görmek normal olabilir ama bu Yaka’da daha önce hiç görmedim,” diye açıkladı sertçe. Onu soru yağmuruna tutacağımı bildiği için kesin ve net bir açıklamayla bunun normal olmadığını bildiğini ama hakkında bir fikri olmadığını, başka soruya da açık olmadığını belirtmişti.
“Bir kuş sürüsü gibi süzüldü ama bir bütündü,” dedim hayretler içerisinde. “Birbirine tutunmuş bir sürü şimşek gibiydi ama rengi turuncuydu.”
“Yaşanan Asreman sonrası bu tarz değişiklikler görmek mümkün olabilir,” dedi sadece, ardından cipin motorunu çalıştırdı ve cip büyük bir hızla ovadan uzaklaşmaya başladığında, uzanan yolun sonunda devamlı olarak gümüş, kızıl renkte şimşekler çaktığını gördük. Ama bu konu hakkında hiç konuşmadık.
Dağlık bir alanda son hızda ilerleyen aracın içine çöken sessizlik, benim ruhuma çöken huzursuzluğun daha da artmasına neden oluyordu. Efken konuşmuyordu. O kadar sessizdi ki sanki biraz önce tüm o olanları yaşamamıştık; tamamı kafamda kurduğum şeylerdi.
Saatin ibresi karanlığı işaret ediyor gibiydi.
Efken’in telefonunu çıkardığını fark ettim ama dönüp ona doğru bakmadım. Altımızda akıp giden yolu büyük bir sessizlikle izliyordum.
Bir numarayı tuşladığı sırada, içimdeki huzursuzluğun gölgelerin arkasına saklanmasına neden olacak bir ses tonuyla, “İbrahim buraya ilk geldiğinde her yeri bir seyyah gibi dolaştı,” dedi. Şimdi dikkatim ondan tarafa dönmüştü. “Çizdiğin tapınaklar oldukça eski ve yaşanan büyük bir deprem sonrasında göçük altında kalarak kendi içinde yeni, pek insan tarafından bilinmeyen antik bir şehre dönüştü. Oraya en son annemle gittim, bir daha da gitmedim ama İbrahim oraya gitti, hatta o antik kenti bulup benim için bir harita bile çizdi.”
Kendi içimdeki karmaşaya bir son verir gibi kesin konuşuyordu. İçim hem rahatladı hem de tuhaf bir şaşkınlıkla ona bakakaldım. İbrahim ile aralarının çok kötü olduğunu düşünmüştüm. Hatta İbrahim sulu şakalar yapsa da Efken’in ondan bir şey isteyebilecek kadar ona güvenmediğini düşünmüştüm ama o fırtınada Efken’in cipi bozulduğunda önce İbrahim’i aradığını hatırlayınca, içten içe Efken Karaduman’ın İbrahim’e güvendiğini anladım.
Sessizliğim üzerine konuşmayı devam ettirmeye karar vermiş olacak ki, “İbrahim’e söyleyeceğim, haritayı da alıp bizle gelsin. Orayı çok iyi biliyor olsam da son hâliyle ilgili pek bir fikrim yok, o kendi çizdiği haritanın dilinden daha iyi anlayacaktır,” dedi. Uzun uzun açıklamalar yapması tuhaftı. Genelde bağırır çağırır, bir şeyler açıklamaktan kaçınırdı ama bahsettikleri Asreman yaşandığından beri bana karşı sanki bir nebze de olsa daha anlayışlıydı.
Nigin Bağı, diye fısıldadı kâbuslarımdan bana uzanan, zihnimde parmak uçlarının üzerinde yükselerek yavaşça yürüyen o kadın. Nigin Bağı’nı öğrendiğinde seni kurtarmak için ölümü göze alacak mı sence?
O koyu renk bukleli saçlarını savurarak düşüncelerimi tekmeleyen, buzdan bir tahtın üzerinde oturup kibirli gözlerle beni izleyen şırfıntıyı duymazdan geldim. Yine de kalbim yine aynı şiddetle çarptı, aynı ağrıyla dolup taştı ve göğsüm patlayacakmış gibi hissederken onun uçurum mavisi gözlerine bakamadım.
İbrahim’i arayıp konudan bahsetmeden nerede olduğunu sordu, İbrahim ona, “Sahadayım,” dediğinde ne demek istediğini tam olarak kavrayamadım ama Efken cevap vermeden telefonu kapatıp daha önce geçmediğimiz bir yola sapınca sorular sormak yerine emniyet kemerimin tokasını izleyerek yolu izledim. Asale konusu kafamı karıştırıyordu, o kadar çok karıştırıyordu ki yalnız kaldığım an en çok bunu düşüneceğime emindim. O bir çocukken bile rüyalarında bana benzeyen biri vardı, bunun bir anlamı varsa -ki her şeyin bir anlamla dünyaya geldiğine inanıyordum- bu anlamın ne olduğunu merak ediyordum.
Öte yandan o gece bana sarılırken, kolları bana evimden bile daha güvenli bir yerdeymişim hissi verirken, aslında alnımda o sembolü görmüştü. Bunu benden belki akıl sağlığım için saklamıştı belki de açılmış bir sürü yaram varken bir yeni yara daha açmak istememiş, sakinleşmemi beklemişti. Benden gerçekten bir şeyler saklama niyetinde olsaydı beni direkt olarak Asale’yi öğreneceğimi bildiği, kendine ait olan o ine götürmezdi. İnine girmeme izin verirken aklında bir şeyler olduğu kesindi. Asale’yi artık öğrenmemi istiyordu. Belki de bu yük ona epeyce ağır gelmişti.
Ormandaki vahşi ağaçların aksine daha sakin görünen, kaldırım kenarlarına yerleştirilmiş süsleri anımsatan ağaçların ortasındaki uzun yolun sonu, gitgide yükselerek önümüze serilen gökdelenlere çıkıyordu. Genel olarak mimarisi eski olan bu yakada bu kadar lüks ve yüksek binalar görmeyi beklemiyordum. Tamamı mavi-gri pencerelerden oluşan en az otuz, kırk katlı binaların olduğu sokağa girdik ve plazalara ait şık giyimli insanlar dikkatimi çekti. Bir görevli elinde süpürgesi ve küreğiyle kaldırımdaki karları bir kenara süpürerek yığıyordu, kirli karın görüntüsünü ve adamın yüzündeki yorgunluğu izlerken cip yavaşladı ve sonra bir plazaya ait olduğu belli olan zemin kattaki otoparka girdik.
Otoparkın içinde dört yanı camdan oluşan bir asansör vardı. Asansöre bineceğimizi sandım ama bunun yerine beni otoparkın diğer kapısına yönlendirdi ve çift kanatlı geniş demir kapının önünde kahvesini içen güvenlik görevlisine göz kırptı. Güvenlik görevlisi onu anında tanıdı ve kapıyı bizim için açarken onu başıyla selamladı.
Kapının arkası gerçekten farklı bir şehre açılıyor gibiydi. Kendi kolonisini kurmuş insanları şaşkınlıkla izledim. İleride bir çocuk parkı, birçok basketbol ve futbol sahası, dik bir yokuş, yokuşun sağ ve sol kenarına yerleştirilmiş aynı renkte lüks binalar… Çok kısa bir an için burası bana İstanbul Levent’teymişim gibi hissettirdi. Tek fark burası karlar altında, buzlu ve loştu. Kar taneleri tanrının parçalayarak yeryüzüne fırlattığı bulut parçaları gibi usul usul düşerek saçlarıma tutunmaya başladığında oldukça yüksek, cam bir asansöre bindik ve manzara ayaklarımızın altındayken yükselen asansörden dışarıyı sakince izledim. Sorular sormamam Efken’in gerginliğini arttırıyor gibiydi ama o da benim gibi sessizdi.
Asansör durdu, dik yokuşun sonundaki bir düzlüğün önünde asansörden indiğimizde ufukta kırmızı bir nokta gibi görünen, uçurumun diğer ucundaki şehri gördüm. Efken’e, “Orası neresi?” diye sorduğumda, nereden bahsettiğimi biliyormuş gibi bakma gereği duymadan, “Kızıl Yaka,” diye açıkladı.
Bir süre o kızıl şehre baktım, daha sonra Efken’in arkasına takılarak kentleştirilmiş yapıların arasında yürümeye başladım. Efken basketbol sahalarından birini işaret ettiği sırada rüzgâr saçlarımı yüzüme yapıştırdığı için homurdanıyordum. Bana doğru dönüp, hâlâ havada olan elini yüzüme yaklaştırdı ve koyu renk saçlarımı yüzümden çekip bana üstten üstten baktı. Kaşmir siyahı saçlarına tutunan kar taneleri aynı zamanda bir ok gibi ileri doğru atılan siyah kirpiklerinin üzerini de bir tabaka şeklinde örtmüştü.
“Bu yakada tüm evler eski sanıyordum. Gökdelen görmeyi garipsedim.” Saçmaladığımı düşünüp sustum. Bakışları yüzüme bu kadar derin bir şekilde yerleşirken nasıl olurdu da saçmalamazdım ki zaten? Bana uzun uzun bakıp, dudağının kenarında silik bir tebessümle kurduğum cümleye alaycı bir karşılık verdi.
“Batı tarafında şehir daha lüks görünüyor,” dedi sadece, sesindeki alayı hissettim ama abartılı bulmadım.
“İbrahim burada mı yaşıyor?”
“Hayır ama burada çalışıyor,” dediğinde kaşlarımı havaya kaldırdım. Omzunun üzerinden ilerideki basketbol sahasına baktı ve sonra, “İşte orada,” dedi, o kadar uzak mesafeyi nasıl gördüğünü merak etmiştim çünkü ben baktığımda gördüğüm tek şey sahanın içindeki nokta büyüklüğünde insanlar olmuştu.
“O kadar uzağı görebiliyor musun?” diye sordum saf saf.
Gözleri anlık parladı ve söndü, bundan rahatsız olarak gözlerini yumup, “İnsan içinde olmamalı,” dedi kendi kendine, ardından, “Evet,” diye onayladı beni. “Sen göremiyor musun?”
“Dürbünüm olmadığı için hayır.”
Sırıtarak, “Ya da belki sadece miyopsundur,” dedi alayla.
“Ya da bir ihtimal çok uzağı görebilen gerçek bir canavarsındır,” dediğimde aslında dalga geçiyordum ama bir an durup uzun uzun gözlerimin içine baktı ve o gözlerin derinliklerinde anlamını çözemediğim bir girdap oluştu; sanki o girdap tüm anlamları içine alarak büyüdü, büyüdü ve büyüdü… Ta ki tüm duyguları içinde kaybeden koca bir hortum olana dek. “Kötü anlamda canavar demedim,” diye fısıldadım, gözlerinden yansıyan parlak ışıklar yüzünden kendisini canavar diye nitelendirdiğini görmek için şaman bir falcı olmama gerek yoktu. “Özür dilerim.”
“Neden özür diliyorsun?”
Gözlerimi gözlerinden uzaklaştırmak istesem de başaramadım çünkü pürdikkat bana bakıyordu.
“Çünkü saçma konuştum.”
“Bir canavar olmam yeni bir şey değil,” dediğinde yutkundum. “Özürlük bir durum yok. Zaten bir canavar olduğum konusunda hemfikiriz, öyle değil mi?”
“Gerçekten kötü bir anlamda söylemedim.”
“Biliyorum. Bana iltifat etmişsin olarak kabul edeceğim bunu. Özür dileme,” dedi ve Efken’in arkasından birinin el salladığını görür gibi oldum.
Çok uzakta, bir nokta boyutundaydı ama sonra, “Şöbiyetim, fıstıklı sarmam, buradayım burada!” diye bağırmaya başlayan adamın sesini duyunca, bu kişinin İbrahim olduğunu anlamam çok da uzun sürmedi.
“Geliyor,” dedim tek kaşımı kaldırarak.
“Geliyor bu dünyada ödediğim en ağır bedel,” dedi Efken gözlerini devirerek.
İbrahim düz bir yokuşu koşarak tırmandı, sonra durup ellerini dizlerine koydu, bir köpek gibi dili dışarıda uzun uzun soluklandı ve bir elini kaldırıp salladı. “Geldim geldim!” Tekrar bize doğru koşmaya başladı. “Telefonum çalınca ve şekerpare göbekli güvenlik görevlisi Adil Bey geldiğini, bir tazı gibi etrafı kokladığını, bir av köpeği edasıyla beni, yani şahsi avını aradığını söyleyince hemen demir tellere yapışıp bir maymun gibi telleri tırmanmamla beraber sana doğru koşmaya başladım.”
“Maymun olduğunun farkındaysan sorun yok,” dedi Efken kaskatı bir sesle.
“En azından ben evrimleşip şu anki hâlimi almışım Efkenciğim,” dedi İbrahim hınzır bir sırıtışla. Ela gözler bana çevrildi. “Merhaba toprağım, görüşmeyeli delirmedin inşallah?”
“Eşiğindeyim,” diye homurdandım.
“Vah vah. Alışılıyor biliyor musun? Bir süre herkes sana deli si-”
“Kes,” diye böldü Efken lafını. “İşin var mı?”
“İşim sensin Efken, inanır mısın varlığından haberdar olduğum an elimdeki kütük gibi basketbol topunu çocuklardan birinin kafasına attım. Umarım beyin kanaması geçirmemiştir ya. Bir de dolaylı yoldan katil olmayalım şimdi.” Düşünür gibi çenesini kaşıdı. Sonra birden ciddi gözlerle bana ve Efken’e bakarak, “Bir sorun mu var?” diye sordu.
“Sorun denilemez ama bana lazımsın.”
“Rafet El Roman gibi Bana Sen Lazımsındiye şarkı da söylersen gerçekten kuzenini terk eder sana kaçarım.”
“Ne Roman?”
“El. Neyse boş ver, muhtemelen anonim bir eser olarak dinlemişsindir o şarkıyı. Canım İstanbul’uma bir dönsem hepinize telif davasını şak şuk açacağım da işte…” Gülümsemesi anlık parladı, sonra söndü ve özünde üzgün olduğunu hissedince içimde ağır bir his büyüdü. “Şuradaki kafede oturalım. Konuyu merak ettim.”
Bir duvarı camdan olan kafenin cam duvarından neredeyse tüm yapılar görünüyordu. Kahverengi deriden koltuklar ve yine kahverengi muhtemelen ceviz masalar vardı; tavandan aşağıya halatların uçlarından sarkan sarı lambalar gün hâlâ batmadığı hâlde yanıyordu. İbrahim bizi cam duvarın çaprazındaki masaya yönlendirdi. Gösterişli görünen bir mekân olmasına rağmen içindeki insanlar sportif giyinmişlerdi. Efken cam kenarına, ben de onun yanına oturdum ve İbrahim karşımıza geçerken beyaz önlüğüyle bize yaklaşan garsona gülümsedi. Kahve siparişleri verildikten hemen sonra bu kendi içinde gelişmiş küçük bir şehri anımsatan yeri izlemeye başladım. Efken ve İbrahim konu hakkında konuşmaya başlayana kadar ağzımı açmayı düşünmüyordum çünkü zihnim ağrıyordu.
“Sizi buraya atanın hangi rüzgâr olduğunu kahveler gelince mi söyleyeceksiniz?” diye soran İbrahim’in üzerindeki eşofman takımına ait olan ceketin fermuarını indirdiğini fark ettim. Saçlarının dipleri terden parlıyordu, yanakları da az önce koştuğu için kızarmıştı. Burada da basketbolla ilgilenmeye devam ediyordu demek ki. İstanbul’daki arkadaşları onu içlerinde kalan son umut parçasını da ekrandaki sunucunun önüne bırakarak aramaya devam ediyorlardı. Ama İbrahim çoktan burada bir hayat kurmuştu.
Garsonun önüme koyduğu filtre kahveyi önüme çekip adama teşekkür ettim, Efken’in gergin omuzlarının yükseldiğini fark ettiğimde kahvemden bir yudum alıyordum. Efken sonunda, “Ay Tapınakları’nın da içinde olduğu harita hâlâ sende mi?” diye sordu. “Benim için çizmiştin.”
İbrahim ilginç bir şey duymuş gibi kaşlarını kaldırırken espressosundan bir yudum aldı. “Senin için yaptığım her şeyi saklarım,” dedi dürüstçe. “Tapınakları ziyaret etmeye mi karar verdin? Oraya asla gitmeyeceğini sanıyordum.”
“Asla gitmeyecektim zaten,” diye söylenip önündeki zifir kadar kara kahvenin yüzeyindeki yansımasına baktı. “Bana hesap sorabilecek konumda değilsin. Harita lazım.”
“Sana hesap sormuyorum.” Parmaklarını masaya bastırıp kaşlarını çattı. “Ama çöküntüyle beraber oluşan kenti tek başına bulma imkânın yok.”
“Evet, o yüzden sen de benimle geliyorsun.”
“Bizimle,” diye düzelttim sertçe. Beni yok saymasa iyi ederdi.
Efken gözlerini devirerek, “Aynen, bizimle,” diye homurdandı.
“Nereden çıktı ki bir anda?”
“Sana açıklama yapacak değilim. Geliyor musun gelmiyor musun?” Efken’in sesi İbrahim’e olumsuz bir yanıt vermeyi yasaklayan bir tonda duyulmuştu.
İbrahim istese reddedebilirdi ama yüzünde alaycı bir gülümsemeyle, “Geliyorum elbette aşkım,” dedi, Efken hırıltılı bir nefesle ona doğru bir atak yapacakken, gözlerim kafenin açılan cam kapısına çevrildi.
Rüzgârda oynayarak birbirine vuran çanların şıngırtısı etrafa dağılırken ateş sarısı saçları gördüm. Yoğun saçlarını omzunun üzerine doğru attı, şık eşofman takımının içindeki estetik bedeni ve ateş sarısı saçlarını görmek onun kim olduğunu anlamama yetiyor olsa da ateş sarısı gözler yüzüme doğru döndüğünde, artık anlamak bir kenara çekilmişti ve emindim. Crystal, zaten burada olduğumu biliyormuş gibi meraksız gözlerle bana baktıktan sonra içeri süzüldü ve İbrahim’in de bakışları ona doğru çevrildi. Efken ise ona bakmadı. Sanki onu önemsemediğini kanıtlamaya çalışıyordu ya da gerçekten önemsemiyordu. Her nedense bu hareketi bir şekilde içime sinir bozucu bir rahatlama hissi oturmasına neden olmuştu.
“Crystal,” dedi İbrahim kaşlarını kaldırarak, ardından gözleri bana çevrildi ve ifademi görmek istiyormuş gibi bana dikkatle baktı. Bakışlarına karşılık vermedim ama zihnimi çekiştiren o sesi duyunca yüzüme yayılan rengi engelleyemedim. İbrahim tek kaşını kaldırarak bana baktı ama muhtemelen kalabalık masaların arasında ilerleyen ve sadece dudaklarını oynatan Crystal’i duyduğumu bilmiyordu.
“Konuşmamız gerek,” diyordu Crystal.
Efken, “Evet,” dedi sonunda, sanki Crystal’e kilitlenen bakışlarımı fark etmişti. Bana doğru sokulduğunu hissettim, sıcak nefesi kulak boşluğuma doğru akarken, “Buradaki sitelerden birinde oturuyor,” dedi, söylediğini yok saydım ve başka bir şey söyler mi düşüncesiyle Crystal’e bakmaya devam ettim.
Crystal’in lavabo ve tuvaletlerin olduğu işaretle belirtilmiş olan koridora saptığında kahvemden bir yudum daha alıp gözlerimi İbrahim’e çevirdim. Bir şeylerden şüphe duyuyormuş gibi bir süre yüzüme baktıktan sonra, “Ne zaman gideceğiz?” diye sorarak suçlayıcı ela gözlerini Efken’e çevirdi.
Efken, “Yarın akşam yola çıkarız,” deyince, İbrahim de ben de şaşkınlıkla ona bakakaldık. Bu kadar erken olacağını düşünmemiştim ama erken olması benim açımdan iyiydi. Onlar oturup konu hakkında konuşmaya devam ederlerken ben yavaşça masadan kalkarak, “Lavaboya gideceğim,” dedim ve başka bir şey söylemeden yanlarından ayrıldım.
Lavabonun demir kapısını itmemle, Crystal’in kabinlerden birinin kapısını açıp çıkması bir oldu. Öfke ani ve şiddetli bir şekilde geldi. Bir şeyin tüm duvarlarımı yıkarak beni tamamen kapladığını, öfkenin bir su gibi yükselerek alnıma kadar içine aldığını hissettim. Gözlerine yayılan ifadeden öfkemi gördüğünü anladım ama buna aldırış etmedi. Sakince ona yaklaşmamı bekledi. Onu eşofmanının yakasından kavramamla, çaprazımızda kalan lavaboların mermer tezgâhına sürüklemem ve sırtını lekeli aynaya yaslamam bir oldu. Anlık olarak alev sarısı gözlerinin ortasında uzayan elipsin bir çizgi şeklini aldığını gördüm ama ifadesini hızlıca toparladı. Tepkisiz gözlerle bana bakarken ona neden öfkeli olduğumu bildiğini biliyordum.
“Bana yalan söyledin,” diye tısladığımda tepkisiz gözleri hâlâ bendeydi. Onu yakasından tutup tekrar aynaya yaslamamla, arkasındaki aynadan güçlü bir çatırtı sesi geldi. Damarlarımı yakarak ilerleyen gücü durduramadım. Sanki ezelden bu yana içimde saklanan bir yırtıcı, sonunda demir kafesinin parmaklıklarını büküp dışarı süzülmüştü. “Nigin Bağı konusunda söylediğin her şey yalandı!”
“Sana gerçeği söyleyemezdim,” diye fısıldadı, sarı bukleleri yüzünü anlık olarak örttü ve aldığı nefesle uçuştu. Daha da öfkelendiğimi hissetsem de kendimi durdurmaya çalıştım. “Her şeyi kendin öğrenmen gerekiyordu.”
“Gerçeği söyleyemediğin için yalan söyleyebileceğini kim söyledi sana?” diye hırladığım an sesime bulaşan her neyse ürpermesine neden oldu, gözlerini kaldırıp bana dikkatle bakmaya başladı ama asla karşılık vermiyordu.
Öfke bir adım daha atarak damarlarımın içinde gezinen kan nehrinin genişlemesine neden oldu. Crystal gözünü kırpmadan derin bir sakinlikle bana bakarken onun yakasını bıraktım ve “Nigin Bağı’nın Efken’le olduğunu biliyor muydun?” diye sordum, sesimdeki meydan okuma onu üzmüş gibi başını aşağı yukarı sallayınca dişlerimi gıcırdattım. Bu öfkeden kurtulmanın bir yolu yok muydu? Fiziksel olarak benden daha güçlü olduğuna emindim ama ona meydan okurken onu yere serebilirmişim gibi geliyordu.
“Elbette biliyordum,” dedi, bir an ona gerçekten tokadı yapıştırmak istesem de sadece dinmez bir sinirle öylece gözlerinin içine baktım. Derin bir nefes alıp üzerindekini düzeltirken, “Sana söyleyemezdim. Gerçeğe uyanması gereken sensin. Her şeyin cevabı içinde. Ne olduğunun, neden var olduğunun, neden burada olduğunun ve kimle Nigin olduğun. Tamamı sende ve eğer sen bulamazsan her şey yarım olur. Anıların ve gerçeklerin sana gelmesine izin vermeyip tüm olup biteni bir başkasından öğrenirsen puzzle bir bütün olamaz, parçaları kaybolur. Şu an her şeyi unuttun, değil mi? Tek hatırladığın onunla Nigin olman,” dedi.
Bunu nereden biliyordu? Gözlerine ısrarla baktığımda konuşmaya devam etti.
“Yaşanan Asreman’ı gördüğüm an Nigin Bağınızı öğrendiğini anladım. Muhtemelen onunla fiziksel bir yakınlaşma yaşadınız. Duygusu yoğun fiziksel bir yakınlaşma olmalı.” Uzun uzun yüzüme baktı, ağzımı açıp tek kelime etmiyordum. “Yüzyıllardır güneş bu kentte hiç doğmadı,” diye fısıldadı. “Ama sen onunla yakınlaştın ve güneş geldi. Anlıktı, her şey bir anlıktı ama o an içinde birçok şeyi gördüğünü, onu öğrenmenle beraber kendi gizemini de çözdüğünü biliyordum. Sonraysa unuttun.”
“Unuttuğumu nereden biliyorsun?”
“Çünkü yarım kaldı,” dedi. “Asreman yarım kaldı, tamamlansaydı eğer şu an karşımda her şeyi bilen bir kadın duruyor olurdu. Manevi kız kardeşini, düğümlü olduğu kişiyi aynaya yapıştırıp öldürmek istiyor gibi bakan bir kadın değil.”
“Neden yarım kaldı?” diye sordum sertçe.
“Ya yaşadığın bir acıya katlanamadın ya da yeterince hissetmiyordun.” Bu cümle kafamı karıştırdı ve o kafamın karıştığını anlamış gibi, derin bir nefes alarak, “Gördüğün gerçekler ve anılar sana duygusal olarak ağır geldiyse kendini kapatmış olabilirsin,” dedi. “Sen tekrar kendini açana kadar sana hiçbir şeyi anlatamam. Kendin görmelisin.”
Derinlerimde tüm şiddetiyle hissettiğim, bana ağır gelen bir acı… Ne görmüş, ne hatırlamış, ne hissetmiştim? Olduğum yerde birkaç başıboş volta attıktan sonra bakışlarımı Crystal’e çevirdim. Pürdikkat beni izliyordu. Hiçbir şey anlatmayacağını ama her şeyi bildiğini bilmek ona karşı duyduğum kini arttırsa da içimde bir yerde nedenini bilmediğim ama ona duymayı durduramadığım gereksiz bir şefkat vardı. Bunun sebebi bahsettiği düğüm müydü bilmiyordum, umurumda da değildi. Canımı sıkmaya devam ederse o şefkatin yerini başka duygular da alırdı ve benden güçlü ya da korkunç olmasını önemsemeden ona haddini bildirirdim. Bakışları yüzüme yoğunlaşınca kaşlarım daha da çatıldı.
“Efken konusunda bana kızgınsın,” dedi sonunda, hissettiğim şaşkınlık yüzüme nasıl yansıdıysa gülümsedi ama gözleri kederli bakıyordu. “Gerçekten onun yüzünden bana kızgınsın.”
“Niye kızgın olacakmışım?” diye sordum sertçe.
“Yaren’in sana anlattıklarını bilmeme ihtimalim var mı sence? Sana hâlâ durmadan Efken’e âşık olduğumu söyleyip duruyordur.” Cümlesi karnımda bıçakla dimdik durmak zorundaymışım gibi hissettirirken yutkundum. Bu his nasıl oluyordu da karanlığı özünde taşıyan koca bir girdaba dönüşerek içimi alabora ediyordu? Tek kaşını kaldırdı. “Sana bunu açıklamıştım. Onu sevmiyorum.”
Ama bu cümleyi kurması, bir zamanlar bunun olma ihtimali bile neden damarlarımda kan değil, beni öldürmeye hazırlanan bir zehir dolaşıyormuş gibi hissettiriyordu?
“Sadece sana bağlıyım,” dedi Crystal zihnimdeki çığlıkları duyuyormuş gibi mahcup bir sesle. “Kalbim, ruhum, tüm varlığım senin için yaratıldı. Bu kadarını bilmen kâfi.”
“Böyle şeyler söyleyerek beni huzursuz etme,” dedim ama içimdeki his biraz bile olsa kaybolmamıştı. Oysa bu hissin çıkıp gitmesine, içimi terk etmesine öyle çok ihtiyaç duyuyordum ki.
“Efken benim için senin hayatını koruması gereken bir piyon,” dedi ve ekledi: “Burada kalabilmen için hayatta kalması gerek. O yüzden onu da koruyacağım. Onun yok olması demek senin de gitmek zorunda kalman demek.”
“Sürtük gibi konuşma,” dedim. “Bir zamanlar onu seviyordun.” Bu cümleyi kurarken içimden bir şey kopuyormuş, biri içimdeki bir şeyi kanırta kanırta söküp çıkarıyormuş, yoluyormuş gibi hissettim.
“Senin için var edildim. Senin için kendimi bile yok ederim.”
“Efken’in bu durumdan haberi yok,” dediğimde anlayışla başını salladı. “Senin ve benim aramızda o bahsettiğin… göbek bağı gibi olan şeyden de haberi yok, Nigin’den de.”
“Peki ona Mar ile ilgili başka şeyler söyledin mi?”
“Hayır, tekrar konuşmadık.”
“Nigin konusunu ona açacak mısın?” diye sordu merakla, ona ters ters baktım. “Senin için her şeyi yapabilecek kıvama gelmesi çok da zor görünmüyor. Hatta şimdiden sana nasıl bakmaya başladığı ortada.” Konuştukça sinirlerimi zıplatsa da dile getirdiği her cümlenin sonuna yerleştirdiği noktayla beraber, o cümleye ait görüntüler beliriyordu zihnimde. Durduramadım bunu. “O yüzden bence ona Nigin’den şimdilik bahsetme kardeşim.” Son kelimesi kaşlarımın ortasındaki yarığın derinleşmesine neden oldu. “Çünkü bir şeye değer vermek nedir bilmiyor ve ona bunu öğretiyorsun. Senin için kendi hayatına son verebilecek kadar delirdiği bir noktaya gelirseniz, ki bu çok da uzun bir gelecek değil bana kalırsa, onun ölümüyle beraber yok olup gidersin ve bu her şeyi mahveder.”
Kalbimin derinliklerinde yüzmeye başlayan ölümü hissettim.
Bu kez, durduramadığım bir öfkeyle birden Crystal’i aynaya doğru itip, “Onu kullanmaktan bahsediyorsun,” diye hırladım. “Kimse benim oyuncağım değil. Sakın benim yerime karar verebileceğini sanma.” Gözlerini birkaç defa kırpıştırdı. Onun boğazına sarılma isteği içimde ona karşı beslediğim o isimsiz şefkati bile boğuyordu. “Efken’in yaşamasını sadece benim için istiyorsan, sırf bu yüzden yaşaması gerektiğini düşünüyorsan, sakın bana yaklaşayım deme. Senin zehrin benim düşüncelerime sızamaz.” Bu söylediğim çok canını yakmış gibiydi, birdenbire gözlerinin dolmasını beklemiyordum. Gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Hem ağlamasın istedim hem de onu parçalamayı… “Efken ne kadar kötü biri gibi görünse de olduğunu sandığınız canavar değil. Ve ben de kendi çıkarlarım için onun hayatını tehlikeye atacak değilim.”
Tam arkamı döndüğüm sırada, “O bir canavar da olsa insan da olsa benim için önemli olan sadece sensin,” dedi titreyen bir sesle. “Ay Tapınakları’na gidecekmişsin. Peşinden geleceğim.”
“Özel hayatıma kulağını yaslayıp olup biten her şeyi dinlemeyi bıraksan iyi edersin Crystal.”
“Konu senken benim sınırlarım olamaz, bunu zamanla anlayacaksın.” Derin bir nefes aldı ve onu yasladığım aynanın önünden ayrıldığını hissettim ama ona bakmadım. “Bunu duyunca ne hissediyorsun bilmiyorum ama evet bir zamanlar onu önemsemiştim. Ama doğuş nedenimin, asıl önemsediğimin sen olduğunu anladığımda, etrafımdaki her insan gibi o da buzlu bir camın arkasındaki bulanık silüete dönüştü.”
“Bana Efken’le alakalı düşüncelerini söyleme.” Çünkü buna katlanamıyordum ama cümlem bununla sınırlı kaldı. Asıl hissettiğimi ona söylemedim.
“Çünkü ona karşı bir şeyler hissetmeye başladın?” dedi sorar gibi ama ona bakmadım, söylediği şeyi duymazdan geldim; özellikle de kalbim duymazdan geldi. Şu an böyle bir ihtimali, belki de gerçeği önüme katarak zaten bulanık olan geleceği daha da çamura döndüremezdim. Üstelik Efken’i ona karşı savunsam da bu savunma Efken’in aslında kim olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Tam kapıyı açacakken, “Ben de geleceğim,” dedi. “Ay Tapınakları’na.”
“Efken’in buna izin vereceğini mi sanıyorsun?”
“Karşısına geçip ona istediğini yaptırabilecek bir kadın olduğunu ikimiz de biliyoruz.”
“Gelmeni isteseydim belki dediğin gibi bir kadın olduğumu kabul ederdim.”
“Çok acımasızsın.”
“En azından yalancı değilim.”
“Arkandan gelir seni takip ederim, bu Efken’i daha da öfkelendirir ve sonunda belki de sana tapınaklara girmeden geri dönüş yolu görünür.”
“Beni tehdit mi ediyorsun sen?” diye sordum, ona doğru dönüp sert bakışlarımın arkasında saklanmayı başaramayan bir sorguyla gözlerinin içine baktım. “Efken benden zaten şüpheleniyor. Ona en başta Marlardan söz etmiştim, biliyorsun. Benim Letonca konuştuğumu söyledi, hatta alnımdaki hilâli de gördü.” Hilâl ayrıntısını duymak Crystal’in gözlerindeki şaşkınlığın harelerinden gözlerinin altına taşmasına neden oldu. “Beni ona daha fazla detay vermemem konusunda uyardın ama o zaten farkındaydı. Şimdi senin de çıkıp gelmen o karın ağrısı çeker gibi sakladığın sırları daha da ortaya sermek olmaz mı?”
“Kendi anlıyorsa bu olayları doğallaştırır,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Bunu çözdüyse artık ondan saklamamıza gerek yok. Alnındaki o bahsettiğin hilâl en son ne zaman belirdi?”
“Birkaç saat önce.”
“Sen kim olduğun konusunda kendini gerçeklere kapatsan da sanırım bedenin ve gücün daha fazla kendisini gizleyemeyecek,” dedi düz bir sesle. “Sizle geliyorum. O hırlayıp duran erkeğe söyle, bu yolculuğa bensiz çıkabileceğini sanıyorsa yanılıyor. Arkanızdan gelirim ve bu bence daha rahatsız edici olur.”
“Ona her şeyi anlatacak mısın?”
“Tahmin ettiği kadarını,” dedi Crystal, ardından gözleri hızla arkamdaki kapıya kaydı ve “Nāk,” dedi. Geliyor. Kim geliyordu?
Kapının sertçe açılmasıyla, odağıma giren uçurum mavisi gözlerdeki endişe beni yakıp kavurdu. Gözlerime bakışı ayaklarımın altındaki yerin çatlayarak yarıldığını, ayrılarak cehenneme ait vadiler gibi uzadığını, ayaklarımın ucundaki uçurumlarda lavların dalga gibi patlayarak tenime sıçrattığı ateşlerin yandığını düşündürdü. Crystal sessizce ikimizi izlerken, Efken’in beni gerçeklikten bir anlığına alıp götüren gözleri bu defa sertçe Crystal’e doğru çevrildi. Bana bakarken hissettirdiklerinin büyük bir hızla silindiğini gördüm. Gözlerindeki saatin ibresi bu defa endişeyle değil, öfkeyle bir adım attı ve tehditkâr vaatleri öne süren gözlerini yavaşça kıstı.
“Bu kızın etrafında dolaşman canımı sıkmaya başladı Crystal,” dedi net bir sesle. Crystal hâlâ tepkisizdi. “Anlamazdan gelmek başka, anlamamak başka şeyler.” Efken’in bu cümlesi bir an bana çok tanıdık geldi, sanki yüzyıllardır zihnimde var olan bir cümleydi. “Ben anlamazdan gelsem de her şeyin farkındayım.”
“Mesela?” diye sordu Crystal meraklı bir sesle, ona doğru dönüp baktığımda kollarını göğsünün üzerinde bağladığını gördüm, tüm ağırlığını bir bacağına vermiş, çatık kaşlarla Efken’e bakıyordu. “Nelerin farkındasın?”
“Senin sadece güneyden gelen başarılı bir dansçı olmadığını biliyorum.” Crystal duruşunu dikleştirdi. “Medusa’nın zihnine yavaşça işlediğin, benden saklamasını istediğin her şeyi biliyorum.” Şaşkınlık bir dalga gibi üzerime çıkıp beni altına aldı ve boğuluyormuşum hissiyle Efken’e bakakaldım. Efken beni arkasına alıp Crystal’e doğru bir adım attı. “Elbette bilmediğim daha çok fazla şey vardır. Benden gizlediğin, gizlemek zorunda olduğun ama senin bir Mar olduğunu biliyorum.” Crystal donuk gözlerle ona bakarken başka neleri bildiğini merak ediyor gibiydi ama bunu dış görünüşüne yansıtmadı. Yine de Efken’in bu tepkisizliğin altında yatan asıl anlamları çözdüğünü hissettim. “Ben bir şeyi öylece reddedecek biri değilim. Ben tanrıya bile araştırmadan inanmadım. Seni birden arazimde gördükten sonra sana inanacağımı,” beni arkasına tamamen sakladı, “ve onun söylediklerini yok sayacağımı mı sandın?”
“Senin için ne ifade ediyor?” diye sordu Crystal, sesi düşmanca değildi, sanki bilmesine rağmen bunu Efken’den duymak istiyordu.
Efken’in omuzlarının yavaşça yukarı doğru kabardığını gördüm ve sonra kısık bir sesle o şeyi söyledi.
“O sana göre düğüm kız kardeşin olan bir Mar olabilir. Ama o benim Asale’m.”
❄️
EFKEN KARADUMAN
Bazen ruhum, bedenimin içinde dar bir şeritte ilerliyormuş gibi sıkışarak ilerlerdi.
Öfkem vardı, dindiremiyordum; ummadığım anda boğazıma kadar nefretle doluyordum. Benim yapıtaşım öfkemmiş gibi geliyordu. Sanki nedenini bilmediğim bir intikam duygusu daha ben yaratılmadan önce ruhuma armağan edilmişti. Dünyaya geldiğimde de o intikam duygusu bir mıknatıs olarak öcü alınabilecek her şeyi üzerime çekmeye başlamıştı.
Önümdeki Mitolojik Bağ ansiklopedisine uzun süre baktıktan sonra kapağı sertçe kapattım. Bu, onun bulabileceği bir ansiklopedi değildi, en zor bulunan dördüncü ciltlerden biriydi ama bunu ona gösterecek olursam korkuya kapılabilirdi. Titreyen mumun alevi ansiklopedinin kalın cildinin üzerine dalgalanan ışıklar çiziyordu. Muma sertçe üflediğim anda alevin cesedi dumanı bedeninden akan bir kan gibi hızla akıttı. Duman kıvrılarak havaya karışırken mumun fitilinden yükselen kokuyu soludum.
Eve çöken sessizliği bölerek huzura çeviren onun düzenli nefesinin sesiydi.
Omzumun üzerinden arkamdaki yatakta boylu boyunca serilmiş, geçmişe meydan okuyan değerli bir anı gibi öylece uzanan kadına baktım. Koyu renk saçları birden her yeri saran karanlığa tutunarak kurum siyahına dönmüş, yastığımın üzerine yayılmıştı. Bağ kitabını kaldırıp çekmecelerden birine koydum. Gözünün önündeki bir şeyi bulması daha zor olurdu. Eğer bir şeyi arayacak olursa, bunu asla bulamayacağı yerlerde sakladığımı düşünerek aramaya koyulacaktı. Her insan gibi…
Ama onda, diğerlerinde olmayan bir şeyin olduğunun şiddetle farkındaydım.
Haklıydı. Crystal’de bir şeylerin normal olmadığını onu ilk gördüğüm an anlamıştım. Ona çekilmemiştim, benim için diğer tüm kadınlardan farksızdı ama öte yandan kendi özünde onda bir farklılık olduğunu da hissedebiliyordum. Karanlığı omzuma bir pelerin gibi alıp yatağa yaklaştım, kemiği belirgin dizimi yatağa bastırdım ve yatak ağırlığımla benden yöne doğru çökerken dikkat kesilen gözlerimi ona sapladım. Cenin pozisyonu aldığında yüzü benden yana dönüktü. Yastığa bir şeye sarılıyor gibi sarıldı ve koyu saçlarının bir kısmı yüzünü örttü. Aldığı düzenli nefesler o koyu telleri hafifçe yukarı kaldırıyor, sonra tekrar yüzüne yayılmasına izin veriyordu.
Onu izlerken biri sanki çocukluğumu, adamlığımı, var oluşumu, ruhumu yere seriyor ve sertçe tekmelemeye başlıyordu.
Yatağın üzerine çıkıp yavaşça ondan tarafa döndüm ve yüzlerimiz birbirine dönük ay ile güneş gibi karşı karşıya dururken elimi yüzümün altına koyarak onu izlemeye başladım.
Benim gözlerimde durduramadığım bir canavarın ruhu vardı; bir gün beni tamamen ele geçirip geçirmeyeceğini hiç bilmediğim, üzerinde tahminler yapmayı da bıraktığım o canavarın kendini usulca bana kazımaya başladığını biliyordum. O gece, ormanda görüp kendime unutturduğum görüntü sanki karşımdaymış gibi yeniden zihnimden dışarı sızdığında kaşlarım çatıldı. Saçlarının arasından görünen pürüzsüz alnına bakarken orada bir hilâl olduğunu, güneş misali alevler içinde parladığını hayal ettim. Tıpkı o gece, ağaca sokulup ağacın kovuğundaki aynaya bakarken alnındaki hilâli görüp dehşete kapıldığı gibi içimi kaplayan o hissi durdurmak istedim. Artık hiçbir yolu yoktu. Pusulamı paramparça etmişti.
“Demek gerçekten bir Mar’sın,” diye fısıldadım, yüzü kıpırtısız olsa da zihni beni duyuyormuş gibi oynayan kirpiklerini izlerken ona dokunma isteği parmak uçlarımda yeni bir nabzın gümlemeye başlamasına neden oldu.
Tenimi kaplayan o ateşin terini ruhum döküyordu.
“Sana Medusa dediğimde, seni bir yılana benzettiğimde, kastettiğim bu değildi aslında.” Yutkunup bakışlarımı suretinin tamamında dolaştırdım. Yukarı bakan burnunun altındaki belirgin sus çizgisine baktım ve akabinde o sus çizgisinin altındaki dudaklara kayan bakışlarım bir çocukmuşum gibi panikle dolmama neden oldu. “Sanki seni rüyalarımdan değil, tüm benliğimle, ruhumla içimden tanıyorum.” Ahmak gibi konuşmak kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Ağzıma bir tane geçirme isteğiyle derin bir nefes aldım. Mumun fitilinden yayılan duman, içeriye o kokuyu doldurmaya devam ediyordu ama tenindeki hoş kokuyu da soluyabiliyordum.
Bana ait bir kazağın içinde, yorgan bedeninin sadece alt kısmını örterken ve saçları tıpkı düşünceleri gibi dağılmışken önümde olmasına rağmen erişilmez görünüyordu.
“Belki de seni bu denli içimde hissettiğim için aslında olduğun şeyi görmüşümdür.”
Gözlerimi ondan uzaklaştırdım, uzaklaştırmasam kıyamet olurdu.
Okuduğum satırlara bakılacak olursa, Crystal’in ona karşı aniden beliren rahatsız edici ilgisinin sebebi, Marların kendi aralarındaki kız kardeşlik bağlarından oluşuyordu. Mar erkeklerinin erkek kardeşleri, Mar kızlarının da kız kardeşleri oluyordu; aynı göbek bağıyla var edildiklerini ve bağlandıklarını düşünüyorlardı. Saçma gelse de Crystal’in birdenbire onun önüne atılıp düşmanca gözlerle onun etrafındakileri incelemesinden anladığım kadarıyla, gerçekti.
Crystal ile bağı vardı ama benimle yoktu.
Sarışın kendine yeni bir düşman edinmişti.
Gözüyle selektör yapan birine bu tür şeyler saçma gelmemeliydi.
Sinirlerimi bozan gerçeğe öfkeyle gülümseyip gözlerimi tekrar ona çevirdim. Öfkem dindi.
Eğer bir Mar’sa, ki artık buna emindim, uğrunda savaşacağı bir davası vardı. Neydi, gerçekten bir efendisi mi vardı, bir kraliçe için kendini ortaya mı atacaktı bilmiyordum ama uyanışı başladığında amacı için yola koyulacağını biliyordum. İçimi kaplayan sıkıntıya anlam yükleyemedim. Belki de onu bir savaşın ortasına göndermektense, Nigin Bağı kurduğu enayiyi bulup sağlam eziyetler yaparak ruhumu doyuracak türden dehşet verici bir biçimde öldürmek ve onu özgür bırakmak daha mantıklı olabilirdi.
Zarar görmesine dayanabileceğimi sanmıyordum.
“Bu dünya sırlarla dolu güzel kızım,” diye fısıldadım ve soğuk saç telini sıcak parmağımın etrafına sardım. “Ama sen neyi korumak için gelmiş olursan ol, seni ben koruyacağım.”
🎧: The Weeknd, Devil May Cry