🎧: Çok Düşündük, Küçük Kızım
Kaçmaya başladığında aslında yakalandığını, arkanı dönüp bakmadan gittiğin ne varsa, sonunda geldiğin şey olduğunu bana o öğretmişti.
Bir saat gibiydim. Bir şafak vaktiydi, onu gördüm, ondan yardım istedim, yardım çağrıma cevap verdi, bana yardım etti, beni bir kâbusun içine sürüklediğini sandım ama aslında beni tutup yanına çekti; o zamanlar henüz ona çeyrek geçiyordum.
O bende öyle bir şeydi ki, öyle biriydi ki, çeyrek geçmek bile çok zorken, çeyrek kalmaktan çok korkuyordum. Bir gün hayatımın çeyreği değil buçuğu oldu, sonra yavaşça zaman gibi sızarak akrebimdeki zehri kurutup yelkovanımın pervanesini bozdu; bir gün ona çeyrek kala olduğumu fark ettiğimde artık onu seviyordum.
Yağmurun şehrin üzerini örttüğü, insanların geri çekildiği ve sessizliğin adımlarının düştüğü o sokakta, hızla yürüyerek yağmurdan korunacak bir çatı aradığım o şafak vaktinde, oradaydı. Onu görene dek, ne birinin yara izim olmasını istemiştim ne de birinin yara izi olmak istemiştim. Onu gördükten sonra ilerleyecek olan zamanın beni bir yaraya dönüştüreceğini bilmiyordum; o zamanın içimde onu bir yara gibi taşımama neden olacağını bilmiyordum.
Bir zamanlar onun geçmesi için haykıran ruhum, şimdi onun geçmesine dayanamayacağını söyleyerek bize küsen kalbime ifadesiz gözlerle bakıyordu. Ruhum, o ifadesiz gözleri taşıyordu taşımasına ama o gözlerin içinde, etrafını saran alevlerin yansıması vardı. Yangının tam ortasındaydı. Yanıyordu.
Boynundaki künyenin soğukluğu, iki göğsümün ortasında donmaya başlamış bir kalp gibi tenimde atıyordu. Küçük hareketiyle beraber künyesi tenime daha sert sürtündü. Gurur’un buz sıcağı gözlerini göremedim, gözlerinin olduğu yerde beni yutan bir karanlık vardı. Daha sonra o karanlık hızla üzerime geldi ve beni altına alarak kendine karıştırdı. Dudaklarımız yeniden birbirine dokunduğunda artık öpüşmüyorduk, savaşıyorduk. Zincirle bağlı olan bileklerimin biraz daha gerilerek yukarı kalkmasına neden olan hareketiyle beraber bedenim bir yay gibi gerildi.
Sıcak nefesi içime akıyordu ve o şafak vaktinde içime akın eden her acının şifasıymış gibi sızıyı yok ediyordu. Ona dokunamamak, o an için ellerimin bana ettiği ihanetti. Gurur, bizi birbirine bağlayan zincirin gerginliğini biraz olsun azaltmadan dudaklarımı sertçe öpmeye devam etti.
“Bana bunu tekrar yaşatma,” dedim dudaklarımızın birleşme noktasındaki kıyameti kalbimde hissederek. “Bu kez ölürmüşüm gibi hissediyorum.”
“Beni deliliğe sürükleyen cümleler kuruyorsun,” dedi acı çekiyor gibi. Dudaklarımız birbirine temas hâlindeyken tekrar konuştu. “Beni görünce öylece durursun sandım. Ağlayacağını biliyordum ama öylece durursun sanıyordum. Ama şuna eminim, şuna çok eminim, Zelzele. Biz seninle hiç tanışmamış olsaymışız bile ben seni unutamazmışım.”
Saçlarına dokunmak istedim ama bunu yapamadım; ona dokunmak istedim ama bunu yapamadım. Zinciriyle bizi birbirimize bağlamıştı ama o bana dokunabiliyordu. İşte o bana böyle yasaktı. O bana istediği her şeyi yapabiliyorken, bana sadece onu izlemek kalıyordu; oysa ben parmak uçlarımdaki son yangın da onun teninde sönene dek ona dokunmak istiyordum.
Dudakları dudaklarımdan ayrılırken nefesi usulca tenime aktı ve gözlerimin içine baktı. Kızıl ışığın altındaki bakışlarına karşılık vermemi beklemiyor gibiydi. Gurur zinciri serbest bırakınca ellerim zincirle beraber başımın arkasına yığıldı ve iki bacak aramda duran dizinin ileriye taşındığını hissettim. Kamuflaj pantolonuna sinen soğuğu bacaklarımın arasında hissederken ona bakmaya devam ediyordum. Üzerime öyle bir kapandı ki, beni sonunda bir mezarın içinde olduğuma inandırdı. Dizi, çok küçük bir baskı yaratarak bacak aramda hareket etti ve künyesi bu kez boynuma sürtünürken ellerini saçlarıma indirdi. Yüzümü büyük avuçlarının içine aldı, sonra da yüzümü tutarak beni tekrar öpmeye başladı.
Dokunmanın bu kadar çok şey ifade edeceğine inanmazdım. Bana dokunurken öylesine çok şey anlattı ki, öpüşürken verdiğim karşılık anlattığı her şeyi anladığımı gösteriyordu. Dizi hâlâ bacaklarımın arasında soğuk bir bekleyişteydi, bazen tenime temas ediyor, ürpertilerimin çoğalmasına neden oluyordu. Parmakları yüzümün etrafından su gibi aktı. Kurumuş kan lekelerinin olduğu büyük, güçlü parmaklarını boynuma indirdi ve boynumu narin bir şekilde iki avucunun içine aldı. Avuçlarının içinde küçük, yavru bir kuş tutuyordu sanki. Boynuma büyük avuçlarıyla dokunurken beni öpmeye devam etti. Büyük avuçları usul usul boynumdan kayarak nefes boşluğuma indi. Başımın üzerinde zincirinin soğukluğunu hissediyordum ve ellerimi kaldıracak hâlim kalmadığı için altında öylece uzanıyordum. Kirpiklerimin gözlerimin üzerinde yarattığı ağırlığın artmasıyla gözlerimi kıstım ama o beni öperken gözlerimi asla kapatmadım.
Gözlerimi ona daha fazla yumamazdım.
Elleri yavaşça avuçlarındaki çizgileri bile hissetmeme neden olacak bir şekilde sürtünerek gerdanıma aktı. Dizi bacaklarımın arasında hareket ederek bana biraz daha yaklaştı ve dili dudaklarımın içine daldı. Tüm bu hararete rağmen, beni öpüşü yavaş ve ısrardan uzaktı; sanki bana kısık sesle, kalbimi kıran bir hikâye anlatıyordu.
Dudaklarıma ismimi inleyince kaşlarım hislerle çatıldı. Dizini bacak arama hafifçe bastırdı ama bu tehditkâr değildi. Avucunu göğüslerime doğru kaydırdı ve büyük ellerini sütyenin üzerinden göğüslerime bastırırken dudaklarını yavaşça çeneme indirdi.
“Senden öteye bir yol varsa da olmasın, bilmeyeyim, istemiyorum,” diye fısıldadı.
Olmasın, bilmeyeyim, istemiyorum.
Benden öteye bir yol elbette vardı, onun seçebileceği binlerce yol, hayatında yaratabileceği binlerce ihtimal vardı. Benim için ise böyle değildi, benim için tek bir yol vardı, o da artık ondan geçiyordu. Ne kadar reddettiysem, şimdi o kadar farkındaydım. Gurur, benim yolum olmuştu.
Yolum onunlaydı.
Bunu fark ettiğimde, her şeyin benim için çok daha zor olacağının farkındaydım ama artık kaçabilmemin imkânı da yoktu. Damarımın içinde akarak çağlayan, beni yaşamla dolduran kan bile seçimini ondan yana yapıyordu. Seçimim yaşamımdan değil, belirsizliğimden yanaydı. Benim belirsizliğim, Gurur Mert Çalıklı’ydı.
“Yaralısın,” diyebildim, yüzüme damlayan bir damla kanın sıcaklığıyla içim titredi, bu kanın ona ait olduğunu kandaki kaybolmamış sıcaklıktan anlamıştım. Dudakları boynuma aktı, boynumu hafifçe öperken beni duymazdan gelmeyi seçti. Dudaklarının olduğu yerde yangınlar büyüdü ama kafamın içindeki karmaşanın karnına bıçak gibi giren, onun yaralanmış olduğu gerçeğiydi. Tenimdeki tüm hisler geri çekildi ve mantığım işlemeye başladı. Yine de Gurur durmadı, boynumu öpmeye devam etti.
Dudaklarını boynumdaki deriden aşağıya indiriyordu ki, “Seni temizlememe izin ver,” diye fısıldadım. “Verir misin?” Sesim öyle çok titriyordu ki, duraksayıp kafasını kaldırdığında ateş gibi parlayan gözlerinde sorgu vardı.
“Bunu bana mı soruyorsun?” diye sorarken şaşkındı. “Benden bir şeylerin iznini istemene gerek bile yok. Bilmiyor musun?”
“Yaralısın,” diye mırıldandım yeniden. Bu gerçeği önemsemeden ellerini çıplak belime kaydırıp beni birden belimden kavrayarak kucakladı ve itirazıma izin vermeden bacaklarımı beline dolamamı sağladı. Kaşından aşağı akan kanı parmak ucumla silerken odanın içinde kızıl bir ışık bırakarak birlikte karanlığa çıktık.
Banyonun kapısını eğilip açmaya çalıştığında kucağından inmek istedim ama buna verdiği karşılık, “Kıpırdama,” oldu. Kollarımı boynuna sardım. Sakince dediğini yapmam onu gülümsetti, boynumda duran dudaklarının benim içimi delip geçecek bir tebessüm için yukarı büküldüğünü hissettim.
Banyodaki karanlığı sırtımda hissettim. Beni yavaşça içeri soktuğunda aklım hâlâ yaralarındaydı. Daha kötüsü var mıydı? Karanlıkta seçemediğim noktalarında ciddi yaralar, canını daha fazla yakacak çürükler var mıydı? Kurşun yarası var mıydı? Bıçak yarası? Daha farklı bir şey? İçimi sızlatan düşünce de benimle beraber karanlık banyonun içine girdi. Gurur, beni geniş cam kapıların etrafını çit gibi sardığı duş kabininin önüne kadar getirdi. Yavaşça yere indirdi ve sırtım duş kabininin kapalı cam kapısına yaslanırken kafamı kaldırıp karanlığa rağmen parlayan yıldıza baktım.
Yüzü gölgelerin esiriyken bile son derece görkemliydi; tıpkı tüm galaksiyi aydınlığa boğan güneş gibi bakıyordu. Gözlerindeki buzlar bana çözülüyordu.
Parmaklarını belimin kenarlarına koyunca parmak uçlarındaki kanlı dokuyu hissettim. Ona baktım ve umudum alevler içinde yanmaya başladı. Hızlı bir şekilde ellerini bel oyuntuma kadar çıkardı, daha sonra kaburga kemiklerimin yan kısımlarına tırmandırdı. Kısa bir kız olmamama rağmen onun karşısında küçücük kaldım ve kafamı kaldırarak ona bakıyor oluşumun onun da hoşuna gittiğinin farkına vardım.
“Ne kadar miniksin,” dedi puslu bir sesle. “Son derece küçüksün.” Avucunun içini açınca tek elinin içi komple göğüs kafesimi kapladı ve ikimizin de gözleri göğüs kafesimde duran eline kaydı. “Şuna da bakın,” diye fısıldadı usulca. “Benim minik leydime de bakın.”
Göğüs kafesimin üzerindeki eline bakarken yutkundum. Nefesimle şişip geri inen göğsümün üzerinde duran elindeki kan lekelerine baktığımı fark etti ama elini geri çekmedi. Göğüs kafesime dokunmaya devam etti. Telaşla çırpınan kalbim avucunun içine nasıl vuruyordu bilmiyordum ama kalbimin vuruşları onu memnun ediyormuş gibi bakıyordu.
“Beni temizlemeyecek miydin?”
Kalbimin atışları daha da kuvvetlendiğinde, Gurur’un dudağının kenarı usulca yukarı büküldü. Bir cevap bekliyor gibi bana bakıyordu. Elimi yavaşça çıplak karnına koymamla karnının içeri çökmesi, zaten kaslı olan karnının daha da belirgin, kavisli kaslarla dolması bir oldu. Teni cehennemi hatırlatırcasına sıcaktı. Parmaklarım alevlerin içinde yanıyormuş gibi hissederken gözlerimi kaldırıp ona baktım. “Seni temizleyeceğim,” diye fısıldadım.
“Evet, bunu bekliyorum.”
Bakışları, aydınlığı ateşe veren karanlık gibiydi. Ortamdaki son ışığı da gözleriyle boğup sonsuz karanlığı var etti. Ona bakarken heyecanımı gizleyemedim, ona duyduğum merakı, özlemi ve yaşadığım o acıyı gizleyemedim. Gördüğünü biliyordum. Çünkü bana öyle bir bakıyordu ki şehirlerden birinde yangınlar çıkıyordu, şehirlerden birinde denizler taşıyordu, şehirlerden birinde topraklar kayıyordu ve yine şehirlerden birinde fırtınaların içindeki ölümcül hortumlar büyüyordu.
Ellerimi yavaşça karnının üzerine bastırmaya devam ettim. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Nasıl davranmam gerektiğini… Yaralıydı, ona dokunurken teninde bir noktayı acıtmaktan korkuyordum. Sonunda Gurur benden ona gelecek adımın bununla sınırlı kalacağını, daha fazlası için hazır olmadığımı, benim elimi tutup diğer adımları bana attırması gerekenin o olduğunu anladı ve ellerini ellerimin üzerine örterek karnındaki cehennem ateşini avuçlarımın içine bıraktı.
“Nasıl kavrulduğumu sadece bu kadar hissedebilirsin. Bu bir cehennemin içinden çıkıp gelmiş, sadece kibritin ucunu tutuşturabilecek bir alev. Ben o cehennemi sana karşı içimde taşıyorum ve sen şu an kibritin ucundaki aleve dokunuyorsun.” Bana öyle bir baktı ki ayağımın altındaki yer kaymaya başladı. “Bendeki cehennemi sen var ettin, buna rağmen seni içeriye almaya korkuyorum çünkü cehenneme ait olamayacak kadar güzelsin.”
“Böyle şeyler söylersen daha da zorlanırım.” Yanaklarım ısınmıştı. “Sana dokunmanın ne kadar zor olduğunu bilseydin, cehennemden bile daha kahredici bir yerde seni izlediğimi bilirdin.” Gözlerim gözlerine tutundu, kirpiklerim yavaşça gözlerimin üzerine süzüldü ve gözümü kapatıp açtığımda, yüzünün yüzüme daha yakın bir mesafede durduğunu görüp yutkundum. Kalbimin atış sesleri, banyonun duvarlarına vurarak tüm zamana yayılıyor gibiydi.
Gurur, büyük ellerinin altında kalan ellerimi karnından biraz daha aşağıya sürükleyince, sanki sürüklenen kısımdan kıvılcımlar yükseldi. Bakışlarımı kaldırıp ona tekrar baktığımda, artık gözlerime değil, dudaklarıma baktığını gördüm. Bakışları kalbimdeki atışları daha da şiddetli hâle getirdi. Gurur, dudaklarını dudaklarıma yaklaştırmaya başladığında, kaçınılmazın eşiğinde durmuş, onun için yanmaya başlamıştım. Kaçmayacaktım, saklanmayacaktım, artık olmazdı; artık karşısındaydım ve benliğimdeki tüm çıplaklıkla ona asıl Zeliha’yı gösterecektim. Ne kadar zaman alırsa alsın, artık asıl beni tanıma zamanı gelmişti.
“Dokun bana leydim,” dediğinde parmak uçlarımın uyuştuğunu hissetsem de parmaklarımı tenine bastırdım. “Dokun, evet,” diye mırıldandı. “Sen iyileştirirsin beni ve ben çok yara aldım.”
Elim onun elinin altında biraz daha aşağı kayınca yutkundum. Ona dokunmanın bu kadar yıkıcı bir his olacağını biliyordum ama bu bilmekten de öteye geçmişti, kendi içime çöküyordum. Parmaklarım gerginleşmiş karın derisinden aşağı akarken dudaklarında biriktirdiği nefesi dudaklarıma bıraktı. Başımı döndüren nefesiyle beraber elimde olmadan tırnaklarımı cildine sürttüm ve bu, hırıltılı ve oldukça gürültülü bir nefes almasına neden oldu.
“Bana ne yaptığını görüyor musun?” Sorusuyla beraber kaşlarım çatıldı. “Sadece dokunman bile benim için çok anlama geliyor.” Ses tonunda hem fiziksel hem de ruhsal bir acı vardı.
Beni duş kabininin içine sokmasıyla içimdeki hisler baş döndürücü bir ivme kazandı. Biraz sonra sadece sütyenim ve külodumla karşısındaydım, biraz daha sonrasındaysa o da benim gibi sadece boxerıyla karşımdaydı. Kaslı kollarına dokunurken su çoktan başımızdan aşağıya akmaya başlamıştı. Suyun başta buz gibi akması bile beni sıçratmaya yetmedi. Gurur, arkamdaki cam duvara elini bastırıp beni cam duvarla arasına alınca kafamı kaldırıp ona baktım ve yüzümde süzülen sular onu görmeme engel oldu. Parmaklarının arasına aldığı çenemi kaldırıp dudaklarımı yavaşça öpmeye başladı. Bu sırada diğer eli hâlâ duvara yaslı duruyordu. Bir adım gerilememle beraber beni cam duvara bastırdı, suyun etkisiyle buharla dolan cam duvarda vücudumun izi çıktı.
Çenemde duran eli yavaşça vücuduma kaydığında dudaklarım dudaklarına yaslı duruyordu ama öpüşmüyorduk. Suyun etrafımızdan aktığını hissediyorduk, hepsi buydu. Eli bel kavisime kayarak duvarla arama girince duraksadım ama geri çekilmedim. Dudakları dudaklarıma yaslı hâldeyken eli buz gibi olmuş cam duvarla aramda ilerleyerek sütyenimin kopçasına kadar tırmandı. Ben daha ne olduğunu anlamamıştım ki kopçam çözüldü ve sütyenimin birbirine tutunan iki kanadı yavaşça belimden aşağı doğru sarktı.
Islandığı için ağırlaşan saçlarım tenime yapıştığında, suyun etkisiyle kayıp düşen sütyenimin yerini saçlarım almış, saçlarım göğüslerimi altına alarak örtmüştü. Sırtımı duvara biraz daha bastırdım, Gurur’un bedeni bedenime yaslandı. Aramızda saçlarım olmasına rağmen onun baskısını çıplak göğüslerimde hissediyordum ve su sanki tepemizden lav gibi akıyordu. Belki o an utanabilirdim, belki utanmazdım ve ona bir adım daha atardım ama her ikisi de olmadı. Ne utandım ne de bir adım sonrasına gittim. Ellerim ensesine gitti, göğüslerim kollarımı kaldırmamın etkisiyle daha da dikleşti ve onun çıplak tenine sürtündü ama bu, ikimizin de birbirine tutunan dudaklarının ayrılması için yeterli olmadı. Sadece beni öpüşünün biraz daha derinlik kazandığını hissettim. Artık beni daha büyük bir baskıyla sertçe öpüyordu.
Ellerim saçlarının içine girdiğinde saçlarında pıhtılaşan kan parçalarını hissedip kaşlarımı çattım. Parmaklarım saçlarının arasında gezindi, su aktıkça o parçalar suya karışarak saçlarını terk etmeye başladı. Gurur durmadı, beni o duvara yasladı ve sertçe öpmeye, ben parmak uçlarımda yükselmiş, sırtımı cam duvara yaslayarak son gücümle ayakta durup onun saçlarını temizlerken beni keşfetmeye devam etti.
Beni cam duvara biraz daha bastırdığında, artık göğüslerim onun tenine yapışmıştı ve saçlarımın göğüslerimi örtüyor olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Ben de dengemi koruyabilmek için bir elimi cama yasladım. Eli bel kavisime tekrar yerleşti ve bu yakınlığımız onu çıldırtıyor olmasına rağmen sakince mırıldandı. “Durmanın imkânsız olduğu o kavşaktayım, yavaşlamazsam bariyerlere çarpacağım ama hiç durasım da yok.”
Yanaklarımın içini dişleyerek ona sokuldum ve teninden gelen o güvenilir sıcaklığa sığınırken, “Beni de zora sokuyorsun,” diye fısıldadım dürüstlükle, bu onu gülmenin eşiğine getirdi. Bana kendini yavaşça yaslayınca, ondaki baskıyı hissettiğimden irkildim ve bu onun gırtlaktan gelen bir gülme sesi çıkarmasına neden oldu. “Başıma darbe aldım,” dedi sonunda suyun altından çıkardığı kafasını boyun boşluğuma yerleştirerek. “Midem bulanıyor. Ama buna rağmen bak, vücudum sana nasıl tepki veriyor.”
Parmaklarımı ıslak saçlarının arasına taşırken, “Hastaneye gidelim mi?” diye sordum kısık sesle.
“Hayır,” dedi. “Ama böyle kalalım mı?”
“Ya bir sorun çıkarsa…”
“Çıkmaz. Güven bana. Seninle böyleyken hiçbir şey olmaz.”
“Ben seninle hep böyle durabilirim,” dedim kollarımı omuzlarına indirip koca cüssesine sarılırken. “Ama sana hiç, hiç ama hiçbir şey olmasın.”
“Biraz daha böyle kalırsak, Zerdali, kendimi tutamayacağım.” Dudaklarını omzuma bastırıp yutkundu.
Bir şey söyleyemedim ama o cevabımı biliyor gibiydi. Suyun akışı dindiğinde ve beni beyaz bir havlunun içine tenime asla bakmadan sardığında, titreyerek ona bakıyordum. Birden yeniden duşun altında durdu ve suyu köküne kadar açıp, buz gibi suyun altında, eli duvara yaslı şekilde öylece beklemeye başladı. Tenini inceleyemedim ama bu hâli, o an yaşadığı zorluğun bir tabloya sığdırılmış hâli gibiydi.
Banyodan yavaşça çıkıp odaya gittiğimde su sesi evin her yerine yayılıyordu. Küçük el valizinin içinde ona ait bir kazak vardı, bordo kazağı çıkardım ve parfümünün yakıcı, keskin kokusu ciğerlerimi okşarken bir süre havluyla odanın ortasında öylece durdum. Daha sonra ona ait kazağı iç çamaşırı giymeden üzerime geçirdim. Ona ait büyük, paçaları bana uzun gelen eşofmanı bacaklarıma geçirdim ve yatağın ucuna oturup açık duran kapıya bakmaya başladım. Bir süre su sesi devamlı evin duvarlarına çarptı.
Kustuğunu fark ettiğimde çekilen sifonun sesi onun sesini bastırıp hiç duyulmayacak hâle getirmişti. Yerimden fırlayarak banyoya koştum. Klozetin önünde durmuş, ellerini duvara bastırmış öylece bekliyordu. Sırtına sokulurken, “Bir hastaneye gidelim mi?” diye sordum. Darbe sonrası kusması normal olabilirdi ama yine de daha büyük bir sıkıntı çıkmasından korkuyordum.
Başını iki yana sallayarak, “İyiyim,” diye mırıldandı. “Açım ve başım ağrıyor. Ve şu an burada olman da işleri hiç kolaylaştırmıyor, Zeliha…”
“Senden iğrenmem,” dedim kaşlarımı sertçe çatarak.
Çıplak sırtı gerildi. Su damlaları gözyaşları gibi sırtının derisinden usulca süzülerek akıyor ve inanılmaz derin duran bel kavisine doğru ilerliyordu. Sırtına dokunduğumda ürperdi ama omzunun üzerinden bile olsa bana bakmadı.
“Ne tesadüf,” dedi. “Ben de senden iğrenmem.”
“Yiyecek bir şeyler hazırlayabilirim.”
“Nihan yemememi söyledi,” dedi yavaşça. “Birkaç saat uyumamam ve yememem lazım.”
Parmaklarım hâlâ sırtındayken, “O zaman birkaç saat dolana kadar bekleriz,” diye mırıldandım ama sesim bir an öyle yorgun çıkmıştı ki, Gurur duraksayıp, başını omzuna doğru çevirip göz ucuyla bana bakmaya çalıştı; arkasında olduğum için tam bir göz kontağı kuramamıştık.
“Bu kadar çok mu endişelendin?” diye sorunca afalladım, bir an ona bağırmak çağırmak, omuzlarından tutup onu sarsarak ciddi olup olmadığını sormak istedim ama ne yaşadığını bilmediğimden sadece öylece bakakaldım. Bana doğru yavaşça dönerken gözleri puslu bakıyordu. Saçlarından ensesine doğru akan su damlalarına, sonra da gözlerinin içine baktım. “Senin ağzından beni duyabilmek için yara almam gerekiyorsa, buna da tamamım. Olur.” Bana doğru bir adım atıp gözlerimin içine bakmaya devam etti. “Bana hep bu gözlerle bakacaksan, küçük kalbini benimle korkutmak zorunda kalırım.”
“Bu beni öldürür,” dedim kaşlarımı çatarak. “Ne yaşadın bilmiyorum ama ben de yaşadım. Bana nasıl hissettirdiğini bilmiyorsun.” Ona doğru bir adım atıp kollarımı onun beline yavaşça sardığımda duraksadı. Yanağımı onun göğsünün biraz altına bastırdım ve derisini geren kalp atışlarını dinlerken boşluğa bakmaya başladım. “Bir defa daha aynısını yaşamak istemiyorum, Gurur, ne olursun.”
“Sakın sakın,” dedi kollarını omuzlarıma sarıp beni kendine bastırarak. “Öyle yalvarır gibi cümleler kurma, sakın.” Çenesini ıslak saçlarıma bastırdı ama öpmedi, bir süre sessizce bekledik ve ben kulağımı kalbine bastırıp kalp atışlarını dinlemeye devam ettim.
Sabahın renkleri şafağın bariyerini aşıp odaya sızamadı. Sanki saat hep şafak vakti gibiydi. Gökyüzü, kademsiz mavimsi renklerin kızılla seviştiği bir cümbüş oluşturmuştu. Bir süre sonra yağmur başladı ve Gurur’un mide bulantısı hafifledi. Onun için çorba yaptığım sırada salonda oturmuş dışarıyı izliyordu. Üzerine çöken sessizliğin sebebini o dağda yaşananlara bağladım. Pars bir dizine, Leon bir dizine uzanmıştı ve oğulları da sessizdi. Elimde çorba kâsesiyle bir süre öylece durup onun sırtını, kuruduğu için açık renkte parıldamaya başlayan saçlarını izledim.
Sonunda o durgunluğun içinde var olmak isteyip yanındaki boşluğa oturdum. Leon kafasını kaldırıp bana baktı ama sonra tekrar başını insanının dizine koyarak gözlerini camdan dışarıya çevirdi. Yağan yağmurun sesi salona doluyordu. “Nihan’la konuştum,” dedim az önce mutfakta yaptığım konuşmanın izlerini kafamda yeniden var edip söylediklerini hatırlamaya çalışarak. “Artık ağrı kesici alabileceğini söyledi, tehlikeli bir durum olsaymış çoktan belli edermiş.” Herhangi bir duruma karşı Nihan ağrı kesici almasını doğru bulmamıştı, geçen zamanda da korkulacak bir durum gelişmediği için artık ağrı kesici alabilirdi.
“Ağrım kalmadı, hain Nihan kesin bilerek yaptı,” diye alay etti soluk ve neşeden uzak bir sesle. Gözlerini çorbaya indirdi. “Bu da bana ilk isteyerek yemek yapışın mı oluyor?”
“Yalnızca çorba,” diye mırıldandım.
“Sevgini katmadıysan mümkünatı yok içmem…”
“Kaşıkla kafana bir vururum, ağrı kesici diye ağlarsın,” diye çemkirerek kâsenin içindeki kaşığı yavaşça elime alıp çorbayı karıştırdım. “Şey…”
“Neler olduğunu sormaya çalışırken çorbayı ikinci kez aşk ateşiyle pişirmeye mi karar verdin?” diye sordu gözlerini avucumda duran kâseye indirerek. “Neredeyse fokurdayacak, bunun sebebi sana bastığım ateş mi yoksa?..”
“Komik değilsin.” Gülümsemeden edemedim. Bir süre parıldayan gözlerle bana baktıktan sonra, “Fare zehri koydum desen, nalları dikene kadar bana çorba yaptığın için gülümserim aslında,” dedi. Leon’un rahatını bozmadan yavaşça bana doğru uzanıp gözlerini kâsenin içindeki çorbaya çevirdi. “Kolum kopmuş varsayıp beni beslesene. Tabii şansımı fazla zorluyorsam kaşığı kafama da vurabilirsin, seçim senin.”
Çorbayla doldurduğum kaşığın altını kâseye doğru sıyırıp kaşığı havaya kaldırdığımda biraz daha yaklaştı ve gözlerimin içine bakarak kaşığı ağzına aldı. Bir süre hiç konuşmadık. Büyük bir sakinlik içerisinde çorbasını içti. Ardından holdeki duvara monte edilmiş ecza dolabından biraz pamuk, oksijen suyu ve birkaç merhem aldıktan sonra önüne oturup kaşındaki yarayı temizlemeye başladım. Merhemlerden biri canını yakmış olacak ki kaşlarını çatarak bana bakmaya başladı ama konuşmadı.
Daha sonra başının içinde kan sızdıran yarayı da dezenfekte edip merhem sürdüm ve gözlerim buz mavisi, kısa kollu tişörtünün kol kısmından görünen yaraya kaydı. Kalın, şişkin pazulara sahip kolunda boydan boya bir bıçak çiziği vardı. Çiziğe uzun süre bakamadım. Kan ne kadar kurumuş olsa da yaranın içindeki bozuk görüntü, hâlâ az önce çizilmiş gibi taze duruyordu. Acıdığına emindim.
Kolunu merhemli bezle sardığım sırada, “Simge geldi mi?” diye sordu yavaşça, başımı sallamakla yetindim. “Kıza da muhteşem bir karşılama töreni oldu, cidden…”
“Öyle söyleme.”
Bir süre sustuktan sonra, “Kalabalıktılar,” dediğinde, irkilerek gözlerimi usulca yüzüne çevirdim. Bana değil, dışarıda yağan yağmura bakıyordu. “Telsizimi kendim kapatmak zorunda kaldım. Mayınlı bölgedeydim ve mayınlar dağınıktı. Eğer bizimkiler yerimi bilselerdi gelirlerdi ama gelmesinler istedim. Bazen ölüme ayak basarsın. Bassınlar istemedim. Hem tek başıma halledemeyeceğim bir kalabalık değildi. Yalnızken onları kandırmak hep daha kolay oluyor. Savunmasız biri var sanıyorlar karşılarında.” Yutkunduğumda boğazımdan ateş gibi bir şey kayarak kalbime akıyormuş gibi hissedip kaşlarımı çattım. Gurur, yağmuru izlemeyi sürdürdü. “Aralarından üçünü zincirle boğarak öldürdüm. Zıkkımlanıyorlardı, birkaç saniye sürdü, tek tek boğdum onları, birbirleriyle aralarında beşer metre olmasına rağmen çırpınışlarını duyamadılar. Tek tek indirdim. Sonra yuvalarını buldum, geçici yuvalarıydı, mayınlı alana yakın bir yere çöreklenmişler. Beni fark etmelerinin sebebi devriye değişiminde üç leş görmeleriydi. Ben de zaten fark etsinler istedim. Biri beni yakaladı. Yakaladığını sandı. Zincir ayak ucuma düştü, arkadan beni kitlemesine izin verdim. Muhtemelen dağcı komando olduğumu bilmiyordu, acemiydi. Diğerlerinin gelmesi çok uzun sürmedi. Silahlarımı tek tek buldular çünkü bulmaları için silahları etrafıma ben düşürdüm. Ciğerimi deşeceğini söyleyen liderlerine, ciğerin olsaydı ben de seninkini deşerdim dediğimde çok öfkelendi, sırıttığımda daha da öfkelendi. Ölümden korktuklarını ne zaman anladım biliyor musun? O arbedede, bir sürü insanlarken, mayının üzerine basmadım ama bastım sandıklarında, beni tutan arkadaşlarını satıp it gibi uzağa gittiler ve patlamamızı beklediler. Mayınla aramızda bir santim bile yoktu. Arkamdaki korkudan altına dolduruyordu. Ölmekten korkuyordu. Ben ve kardeşlerim için bu uğurda ölmek şereftir, Zeliha. Biz gülümseriz. Ben gülerken onlar metrelerce uzakta olmama rağmen titriyorlardı. Çok kolay oldu. Postallarımın içindeki bıçağı alıp arkamdakinin boynuna saplamam, ayak ucumda, mayının yanında duran zincirimi alıp kan kaybından gitmek üzere olan leşin boynuna dolamam ve diğer bıçakları bir kurşun gibi onlara saplamam. Tek tek devrildiler. Her bir bıçak, birinin gözüne girdi. Onları kör ettim. Kör olunca birbirinin üzerine çıkan hayvanlar gibi birbirlerinin üzerine çıkıp panikle birbirlerini vurdular. Leşleri mayınlara yakındı. Gitmeden önce iki kez sekecek şekilde attığım o taş, mayınlardan birinin o taşın sekmesini adım gibi algılayıp patlamasına neden oldu.”
Gözlerim hâlâ yüzündeydi. Her şey gözümün önündeydi. Dişlerinin arasına tek tek aldığı bıçaklar, her birini ağzından alıp karşısındakine fırlatışı, o herifi zinciriyle boğuşu, onları kör edişi, onları patlatışı… O an orada, karla kaplı dağın bir noktasında durmuş onu izliyormuşum gibi hissettim. Elimi kaldırıp, avucumu yavaşça saçlarının üzerine bastırmamla, kafasını kaldırıp bana baktı ve gülümsedim.
“İyi iş çıkardın domuzcuk.”
“Bu iyi geldi,” diye fısıldadı gözlerini kaldırıp bana bakarken. “En son on beş yıl önce annem yapmıştı.”
Gülümsedim ve parmaklarımla saçlarını geriye doğru taradım. “Anneni aradın mı?”
“Ona söylememişler, söylemedikleri iyi olmuş.” Kollarını belime sarıp beni yavaşça önüne doğru çekti. “Çok hassastır.”
Saçlarıyla oynamaya devam ederken, “O zaman bilseydi, o da yapardı,” dedim yavaşça.
“Bir on beş yıl sonra da kızımız yapar belki, Zelihacığım…”
Şakaları yanaklarıma kan oturmasına neden oluyordu ama sakince ona bakmaya devam ettim. “Biraz uyumak ister misin domuzcuk?”
Belimdeki ellerini çekip saçlarında duran ellerimin üzerine koydu, sonra usulca avuç içlerimi yüzüne kaydırıp yanaklarına yasladı ve sol avucumun içini öperken kaldırdığı gözleriyle bana ışıltıyla baktı.
“Evet,” dedi. “Hiç dizinde uyumadım.”
O benim, kendi cehennemime ait olan bir ateş gibiydi. Ben cehennemimi onunla yaratmıştım. Bir şehir gibi yıkılıp onun içine göçtüğümü hissediyordum. Yavaşça başımı salladım. “O zaman seni dizimde uyutayım,” dedim kısık bir sesle. Buna gözleriyle cevap verdi. Öyle bir baktı ki, ruhumu görmeme ihtimali yoktu.
Onu kaybetme eşiğinden önce olduğum insan, onun dizlerinde bir uykuya dalmıştı. Uyandığında, o insan artık çok başka bir insandı. Şimdi sıra o insanın onu dizlerinde uyutmasındaydı. Küçük bir erkek çocuğu gibi usulca dizime kıvrıldığında, yağmur artık daha şiddetli yağıyor, şehir bir sis bulutunun altında gibi görünüyordu. Bulutlarda oturan meleklere ait gözyaşları gibi şiddetle akan yağmuru izlerken onun saçlarını okşamaya başladım.
“Çok küçükken, yağmurun tüm şehri susturduğu gecelerde en çok şimşeklerin sesinden korkardım,” dedim dalgın bir şekilde altın gibi parıldayan saçlarını okşarken. “Öyle gecelerde uyumak çok zordu, korkudan titreyerek yorganın altına girip yirmiye, otuza kadar sayardım ama bir türlü uyuyamazdım.” Gurur, dalgın bir şekilde yağmuru izlerken beni dinliyordu, ben de gözlerimi bir ona, bir yağmura çeviriyor, öylece konuşmaya devam ediyordum. “Babam korktuğumu anlayınca hemen gelirdi, ışıkları yakmazdı çünkü karanlığın aydınlıktan daha güvenilir olduğunu söylerdi. Bir mum yakardı ve mumun ışığı hem karanlığı hem de aydınlığı dengede tutarken ayak ucuma oturup bana masal anlatırdı.” Yine o gecelerden birine döndüğümü hissettim, babam bana bir masal anlatıyordu. “İçimde nasıl bir duygu olursa olsun, bir daha uyuyamayacağımı düşünsem bile, babam masalı anlatırken uyuyakalırdım.”
“Bu anı bile güvenli hissettiriyor,” dedi.
“İçimden bir ses, şimdi sana güvende hissettirmem gerektiğini söylüyor, Gurur.” Gözlerimi yavaşça dizimde uzanan adama indirdiğimde, onun da gözlerini kaldırarak bana bakmaya başladığını fark ettim. Buz sıcağı gözlerine, daha önce rastlamadığım bir sıcaklık ve durgunluk çökmüştü. Daha önce babasından masal dinlemediğini fısıldayan gözlerine bakarken saçlarına tekrar dokunup, o asi telleri arkaya doğru taradım. “Sana en sevdiğim masalı anlatmamı ister misin?”
“En sevdiğin masalı senden dinlemek güzel olurdu.” Gözlerime uzun uzun baktı, bu kez o gözlerde gördüğüm minnetti. “En sevdiğin masal hangisi?”
“Kurşun Asker,” dediğimde, dudağı yavaşça seğirerek yukarı kıvrıldı ve gözlerini yeniden cama çevirirken masalı anlatmamı beklemeye başladı. “Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak bir ülkedeki bir oyuncakçının vitrininde tam altı tane kurşun asker yaşarmış.”
Devran, Yener, Vural, Adnan, Muşta ve sen… Tanıdığım ilk kurşun askerler.
“Hıhım,” dedi dizimde yatarken, devamını duymayı istiyordu. Muhtemelen biliyordu ama benden dinlemek istiyordu.
“Altısı da omuzlarında tüfekleriyle hazır olda duruyormuş. Ama içlerinden birinin tek bacağı yokmuş… Oğlunun doğum günü için hediye almaya çıkan bir baba, askerleri görünce çok beğenmiş ve hemen oyuncakçıya girip onları oğlu için satın almış. Satıcı askerleri kutuya yerleştirirken birinin tek bacaklı olmasının nedenini açıklamış babaya. Bunları yapan ustanın kurşunu son askere yetmeyince, o da topal kalmış. Baba şaşırmış ama bir şey dememiş, askerleri almış ve çocuğuna götürmüş. Doğum gününde askerlerle oynayan çocuk, sonra onları rafa kaldırmış. Karanlık kutunun içinde kurşun askerlerin canı sıkılıyormuş, aralarından yalnızca topal olan kurşun asker kutunun kapağının aralığından dışarıyı görebiliyormuş ve bunu kendisi için bir eğlence olarak görüyormuş. Kurşun askerin gözüne ilk çarpan, masanın üzerindeki şatonun önündeki güzel bir prenses balerin heykeli olmuş. Prenses balerin, kollarını iki yana açıp bir ayağını kaldırmış, dans eder gibiymiş.”
Gurur’un dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi.
“Kurşun asker, prensese âşık olmuş. O kadar çok olmuş ki, ağzını bıçak açmaz hâle gelmiş. Tek istediği balerin prensesin yanına gitmek, ona kavuşmakmış. Bir gün çocuk, bizim kurşun askeri kutusundan çıkarıp oynamaya başlamış. Şimdi kurşun asker, balerin prensesi daha yakından görüyor, gözlerini ondan ayıramıyormuş. O sırada hava birden kararmış, şimşekler çakmış ve sert bir rüzgâr esmeye başlamış. Rüzgâr o kadar kuvvetli esiyormuş ki, pencerenin yakınında duran kurşun asker pencereden sokağa fırlamış, kaldırımın kenarına düşmüş. Onu kimse görmemiş, gelip geçenler üzerine basacak gibi olunca kurşun askerin yüreği ağzına geliyormuş. Rüzgârın ardından bir yağmur başlamış ve çukurlara sular birikmiş. Hava açtığında su birikintisinin başına oynamaya gelen iki çocuk onu görünce o kadar sevinmişler ki…”
Saçlarını tekrar okşadım.
“Biri kâğıttan bir kayık yapmış, öteki kurşun askeri içine bindirmiş ve iki çocuk sularla oynamaya dalıp bir süre sonra kayıkla askeri unutmuşlar. Kayık suyun içinde yavaş yavaş hareket ederek sürüklenmeye başlamış ve kurşun asker, yüzen kayığın içinde, silahı omuzunda dimdik duruyormuş. Korkuyu aklından bile geçirmiyormuş, akıp giden yağmur suları sonunda büyük bir ırmağa ulaşınca, kurşun asker, koskoca ırmağın ortasında bir nokta kadar kalmış ve bir süre dalgalara kapılıp ilerlemiş. Bu sırada da yağmur daha hızlı yağmaya başlamış ve kâğıttan kayık ıslanınca da içine su dolmaya başlamış. Böylece ırmağın sularına gömülmüş… Kurşunun ağırlığı onu ırmağın en dibine itiyormuş ve bu karanlık, ıssız, soğuk yer artık onu korkutmaya başlamış. Işığa yeniden kavuştuğunda bir evin sıcacık mutfağında, ocağın yanında durduğunu görmüş. O sırada sahibi olan çocuk gelip onu bulmuş ve alıp odasındaki yerine koymuş. Kurşun asker oraya geldiği için o kadar mutluymuş ki, ilk işi, prensesi araştırmak olmuş. Görmüş ki, balerin prenses, bıraktığı yerde ve iki kolu iki yana açık, bir ayağını kaldırmış dans ediyormuş gibi duruyor ve ona bakıyormuş. Kurşun asker çok mutlu olmuş, prensesle bütün gece boyunca birbirlerine sevgiyle bakışıp durmuşlar. Üzerinden birkaç gün geçmiş ama mutluluğu çok uzun sürmemiş. Sahibi olan çocuk bizim kurşun askerden sıkılmış ve artık onunla oynamaz olmuş. Bununla da kalmamış, bizim kurşun askeri alıp alev alev yanan şöminenin içine atmış. Kurşun askerin alevlerden canı çok yanmış ve bir süre sonra erimeye başlamış.”
Yutkundum. Sessizce dinliyordu.
“Yine sevgilisi prensesten ayrılıyormuş işte, en çok da buna üzülüyormuş. Yanarak ölmek değil, ondan ayrılmak üzüyormuş onu. Tam o sırada açık pencereden giren güçlü bir esinti, prensesi uçurup ateşin içine düşürmüş. Bizim kurşun asker, sevinçle kollarını açıp prensesini kucaklamış. Artık onlar için yeni bir hayat başlıyormuş.”
Bir süre sustu, o süre zarfında kalbinin sesi ve yağmurun sesi birbirine karışarak zihnimin içine doluyordu.
Sonra gözlerini yummadan önce fısıldadı.
“Artık onlar için yeni bir hayat başlıyormuş.”
⛓️
Camı dörde bölünmüş telefonum bir bildirimle titrediğinde, dalgın bakışlarımı çöken karanlıktan ayırıp Gurur’un yüzüne indirdim. Saatler sanki üzerime devrilmiş bir rüzgâr gibi hızla akıp gitmişti. Saatlerdir dizimde uzanıyordu, saatlerdir parmaklarım saçlarının arasındaydı, saatlerdir uyuyordu. Telefonumun kırık camını yavaşça kaydırmamla, Ayça’dan gelen mesajı gördüm.
Ayça Sarıhan: Aşkım uyanık mısınız?
Zeliha Özdağ: Ben uyanığım.
Ayça Sarıhan: Pars ve Leon’u tuvalete çıkaralım mı? Dövmeli olan geldi, istersen yukarı çıksın.
Zeliha Özdağ: Yener’de anahtar vardı, o da orada mı?
Ayça Sarıhan: Gelmedi ama ona vermiş anahtarı, yine de doğru bulmamış, izin almadan yukarı çıkmak istemedi.
Ayça Sarıhan: Yemek yaptım size, çıkarayım mı?
Zeliha Özdağ: Siz birlikte gelin o zaman. Teşekkür ederim. Seni seviyorum.
Ayça Sarıhan: SEVİYORUM FALAN DEME BANA DUYGUSAL BİRİ DEĞİLİM UNUTMA Kİ.
Ayça Sarıhan: Salak.
Ayça Sarıhan: Nys bn de sni. Sil şimdi bu mesajı.
Kapının kilidinin açılırken çıkardığı sesi duyduğumda bakışlarım kapıya çevrilmişti. Gurur, hâlâ dizimde derin bir uyku hâlindeydi.
Elinde bir tencereyle içeri giren ilk kişi Ayça oldu, bakışları bize çevrilince anlık duraksama yaşadı. Ardından dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle kapıyı tamamen açtı ve Girdap hemen arkasından içeriye girdi. Girdap bizi böyle bulmayı yadırgamamış gibi başını sallayarak bana selam verdikten sonra Leon ile Pars’ın başlarını okşadı ve vestiyerde duran tasmalarını alarak, “Hadi tuvalete çocuklar,” dedi.
Girdap, Pars ve Leon ile dışarı çıkarken, Ayça holde kayboldu ve birkaç saniye sonra eli boş bir şekilde salona girdi. Kedi adımları atarak oldukça sessiz bir şekilde arkamda durdu, gözleri koltukta uzanmış, başını dizime koymuş Gurur’a anlık kaydı, ardından bana dokundu.
“Seni bu kadar korkuttuğu için bu sokak direği kılıklı adamı tokatlayarak uyandırmak istiyorum şu an,” diye mırıldandı.
Belli belirsiz gülümsedim. Suçluluk bir sis gibi usulca üzerime çöküp ruhuma saldırdı. Onlardan her şeyi saklıyordum, yaşadığım her şey bir kutunun içinde beni çürütürken onları o kutudan uzak tutuyordum çünkü onları korumak istiyordum. Ayça’yı tanıyordum, öğrenirse her şey birbirine girerdi, ne pahasına olursa her şeyi yakardı; ona bu konuda güvenemezdim çünkü konu sevdikleri olduğunda Ayça durdurulamazdı. Çolpan ise bu yükü tek başına taşıyamazdı, bir yerde Ayça’ya anlatmamız gerektiğini söyleyecekti.
Bunca zaman yaşadığım o yalnızlık ve korku, arkadaşımın gözlerine bakarken yeniden doğdu ve kalbim suçluluk ile korku duygusunu karşısına alıp onlarla savaşmaya başladı. Tüm bunlar olurken, Ayça karşısında yorgun bir yüzden fazlasını görmüyor olmalı ki derin bir nefes alıp elini omzuma koydu, omzumu yavaşça okşadı.
“Bir insana birdenbire bu kadar derinden vurulacağına bir asır bile geçse inanmazdım,” diye fısıldadı. “O üç sakinleştiricinin etini deldiğini görene dek.”
Gözyaşları hâlâ oradaydı, gözlerimin içine batıyordu. Ağlamadım ama arkadaşıma her nasıl baktıysam, ağlayacağımdan emin olmuş gibi elini hızla çekti; öyle hızlı çekti ki, sanki tenimde ateş vardı ve Ayça o ateş ile yandı.
“Ona çok hazırlıksız yakalanmışsın, Zel,” dediğinde sesinde beni anladığını belli eden o tını, kalbimin sancımasına neden oldu. Bana uzun uzun baktıktan sonra, “Ben bir daha birine güvenmezsin sanmıştım. Güvensen bile bu kadar kolay olmaz sanmıştım. Ama mutluyum,” diye mırıldandı dürüstçe. “Seni yeniden hayata dönmüş şekilde görmek çok güzel.” Gözlerini Gurur’a çevirdi ve beni şaşırtmayan o cümleyi kurdu: “Seni bir şeylere zorlama ihtimalini düşünüp delirmiştim. Eğer sana istemediğin bir şey yaptırıyor olsaydı, ona hayatı zindan ederdim.”
Bana baktı, ona bu gerçeği söylememenin ne kadar doğru olduğunu hatırlamak tekrar ezilmeme, kan revan içinde kalmama neden oldu. Beni çok seviyordu, çok seviyordu ve beni korumak için gerekirse beni bile parçalardı. Anaç yanını soğuk bir duvarın arkasına saklayıp göstermemek için çabalıyordu ama oradaydı, bir anne panter gibi bize yaklaşan herkesi ve her şeyi parçalamak için bekliyordu. Ayça’nın bu sır için bir bomba olduğunu, elimde patlayacağını ve patlarken hepimizi parçalayacağını bir defa daha hatırladım.
Bazen böyle olurdu. Bazen karşındakini korumak uğruna onu parçalamayı bile göze alırdın.
“Bir şey sorabilir miyim?” diye sorduğumda, turuncu kaşlarından birini havaya kaldırıp bana baktı. “Sizi tesise kim getirdi? Çocuklardan biri mi?” Bu soru saf bir meraktan oluşuyordu çünkü daha önce hiç tesise gelmemişlerdi, üstelik eğer o ânın telaşıyla yola çıkmış olmasam Simge’yi bile oraya götürmezdim ama sohbet grubunda geldiğimizi söylediğimde ters bir tepkiyle karşılaşmadığım için bu aklımdan tamamen çıkmıştı.
“Korkutucu renkli gözleri olan, iri yarı,” dedi Ayça. “İsmi neydi?” Çenesini kaşıyarak bir süre ismi düşündü. “Tayfun diyorlardı sanırım ona. İyi olmadığını, bize ihtiyacın olduğunu söyledi, sağlık sorunu yaşamadığını, manevi olarak bizim yanında olmamız gerektiğini söylerken yüzünde çok sakin bir ifade vardı ve açıkçası ondan korktuk. Çok ciddi ve sakin görünüyordu. Sonra bizi aldı ve siyah camlardan dışarıyı çok da seçemediğimiz bir ciple oraya getirdi. Kapıdaki askere de aileden olduğumuzu, Gurur için geldiğimizi söyledi. Simge gelmeden önce de kapıdaki askere böyle söylemiş, aileden biri geliyor, Zeliha ile içeri girecek demiş.” Fısıldayarak konuşuyordu, başımı sallamakla yetindim.
“Ben artık eve gideyim, uyandığında yemek yemeyi unutmayın.” Gözlerini dışarıda hafifçe çiseleyen yağmura çevirdi. “Hafiflemiş.”
“Şey, ben hesabına kirayı önceki gün attım, tamam mı?”
“Aman Zel, bir iki gün geciktirme zaten… Babaannen de bütün mutfak masraflarını karşılıyor, paşa gibi bakıyorsunuz bize… Ev de bize kaldı.” Sırıttı, sonra Gurur’a baktı. “Direk Bey’e geçmiş olsun dileklerimi ilet. Canını sıkarsa ümüğünü sıkarım, bunu da ilet.”
O gece Gurur neredeyse hiç uyanmadı, tekrar şafak sökmeye başladığında Pars ve Leon cam duvarın önünde uyuyakalmış, ben de onun başının altına yastık koyup kendime bir kahve yapmıştım. Yağmur şafakla beraber durdu, tekrar kar yağacağını haber veren kızıl bulut kümeleri, yeryüzüne yakın bir açı alarak hafifçe boyun bükmeye başladı.
Balkonun cam duvarına omzumu yaslamış kahvemi yudumlayarak manzarayı izlediğim sırada, Gurur, “Gün kavramımı yitirdim,” diye öfleyip püfleyerek mutfağa girdi. Beraberinde parfümünün kokusu da mutfağa girmiş, birdenbire içinde bulunduğum ortamın hissiyatını değiştirmişti. “Rüyamda portakal kostümlü bir peri kafama kafama vurup senin üç sakinleştirici yediğini ve buna rağmen sakinleşmediğini, ölürsem beni öldüreceğini söyleyip durdu. Bana direk adam, direk insan, direk dedi durdu. Kocaman bir portakalın içindeydi; sadece kolları ve bacakları dışarıdaydı.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı ama bir şey söyleyemedim. İçimde hâlâ boşluk gibi uluyan o his yüzünden ona sarılmak, onun kollarında öylece durup gerçekliğinden emin olmak istiyordum. Derime saplanan üç iğneden sonra belki de damarlarımda dolaşan ilaç beni bir hayalin koynuna hapsetmişti. Eğer o hayalse, ben o hayalin tutsağı olmak, gerçeğe asla dönmemek istiyordum.
O bir hayalse bile, ben o hayali gerçeğim yapardım.
Gurur, bir iki adım sonra artık hemen arkamdaydı. Kollarını belime sarınca bir an duraksadım, sıcaklığı ve gerçekliği içime öyle şiddetli işledi ki, eğer ona bakıyor olsam yine ağlardım. Şehrin dışına sinmiş o kasvetli görüntüye baktım. Çenesini omzuma yerleştirip, “Biliyorum,” dediğinde, dalgın gözlerimi kıstım çünkü neyi bildiğini biliyordum. “Üç sakinleştiricinin bir fili bile devirebileceğini ama seni devirmediğini biliyorum.”
“Benim kalbim kırıldı, ölmedim ama filler ölür,” diye fısıldadım sessizce. Gurur çenesini omzuma daha sert bastırıp, ellerini karnımın üzerine kapatarak büyük avuç içleriyle karnımın tamamını kapladı. Sessizdi ama zihninden sızan o gürültüyü duyabiliyordum. Onun da kendi içinde çatışma hâlinde olduğunu biliyordum. Kendisine çektiği silahın her ateş alışında, yeni bir kurşun kovanının bir soru işareti şeklinde yere düştüğünü biliyordum.
Dudaklarını omzumun baş kısmına bastırdığında artık önünde durduğum camda puslu bir yansıma şeklindeydik. O ve ben… Bizdik. Gurur, puslu yansımamıza bakarken, “Tesise gitmem lazım,” dedi, “ama seni bırakmak da istemiyorum.”
“Tesis demişken…” Beni bırakıp son tesise gidişinin üzerinden yıllar geçmiş gibi hissettiğim için kalbim üşüyordu. “…ben o ânın dalgınlığıyla Simge’yi tesise getirdim.”
“Sorun değil, bir sorun olsaydı çocuklar bunu sana söylerdi,” dedi sadece. Dudaklarını omzumdan çekmeden bir süre yansımamıza baktı ve “Simge’ye çok mu güveniyorsun?” diye sordu, sesi o kadar şefkatle okşuyordu ki, boğazımdaki ağrı artarken yapabildiğim tek şey başımı aşağı yukarı sallamak oldu. “Bu zamana kadar her şeyini biliyor muydu?” Yine başımı salladım. “Onun hakkında şey demiştin, o gece bana onu anlatırken… Birini öldürsen, suçu üzerine alabilecek biriymiş. Öyle mi?”
“Benimle yaşıt ama hep benden büyük gibiydi,” dedim dalgın bir sesle. “Başım ne zaman belaya girse, benim için orada olurdu. Normalde kardeş gibi aynı evin içinde büyürseniz, genelde büyük olan suçları üzerine alan taraf olur. Ben ne zaman faka bassam, benim suçumu o üzerine alırdı. Ama bunu yaptıktan sonra bana doğru yolu da göstermek için çabalardı. O nasıl biri, biliyor musun? Şey gibi… Gözüm çıkıp yere düşmüş, ilerliyorum, etrafta çarpacağım çok fazla sivri köşe var. Elini o köşelere koyuyor, çarpmama engel oluyor ama eğilip yere düşmüş gözümü alıp bana vermiyor, bunun yerine bana gözümün nerede olduğunu söyleyip kendi gözümü bulmamı sağlıyor. Bu çok değerli. Bu körü körüne korumak değil, bu değer vermek, bu sadece korumak değil… Bu birçok şey demek.”
Gurur, bir süre sustu. Suskunluğu, içime çöken çaresizlikle sarılmış bir keder gibiydi. “Sana hiç sırdaş bırakmadım demiştim, hatırlıyor musun? Ya da onun gibi bir şeyler.”
“Evet,” diye mırıldandım, ardından başıma gelenleri Simge’ye anlattığımı hatırlayıp kalbimde derin, sarsıcı bir acı hissiyle yanmaya başladım. Bir yanım, sonunda bir liman bulup içimdeki yükleri o limana bıraktığım için mutlu olsa da yine Gurur’dan bir şeyler saklıyordum. Gurur’un konuşacağını hisseder hissetmez, o suçluluk hissi boyumu aştı ve ben, “Gurur,” diyerek onu bölüp bir elimi karnımda duran ellerinin üzerine koydum. “Senden bir şeyler saklamak istemiyorum ben.” Ama saklıyorum. “Bir sırdaşa ihtiyacım vardı, haklıydın, sırdaşım olacak kimse yoktu çünkü korkuyordum. Bana, çevremdekilere zarar vermenden korkuyordum ama artık korkmuyorum çünkü yapmazsın, biliyorum. Artık seni tanıyorum.”
Dudakları omzumdayken, “Ona söyledin, değil mi?” diye sormasıyla, kalbim birden buza döndü ve soluğum kesildi. “Bana onu anlattığın an, onun buraya geldiğinde bir şeyleri bileceğini, sen söylemesen bile anlayacağını biliyordum.” Cümleleri kalbime sırasıyla sıkılmış kurşunlar gibiydi. “Ve bir sırdaşa ihtiyacın olduğunu da biliyordum.”
Bazen, bazı şeyler sonu başlatırdı. Bir öpüşme, bir sarılma, bir cümle, bazen akmaya başlayan gözyaşları…
Bazen kaçmak gibi bir şansınız olmadığını fark ettiğinizde, tutsak olduğunuzu düşünürdünüz ama bazı tutsaklar, tutsak oldukları yeri evi bilirdi. Bir anda olmazdı bu. Yavaşça, kanınızda bir duygu olup ilerler, kalbinize dolardı. Bazen içinde solduğunuzu sandığınız o karanlık hücre, yuvanız olurdu.
Bazen o hücrenin küçük penceresinden içeriye güneş dolardı, bazen o hücre bir dünyadan bile büyük olurdu; bazen bir hücre, bir evin içinde birbirine yabancı olan ailelerin aksine, içine topladığı yabancıları sizin aileniz yapardı.
Bir hücreye kapatıldığımı hissetmiştim. Nefes almak imkânsızdı, anlatmak imkânsızdı, kaçmak imkânsızdı. Müebbet yemişim gibi, cesaretim gözlerimin önünde başına binlerce darbe alarak kan kaybından ve travmadan ölmüş gibi öylece durmuş, hücrenin parmaklıklarından dışarıyı izliyordum.
Gardiyanım sandığım o adamların aslında o hücrede benimle olduklarını, tıpkı benim gibi hükümlü olduklarını, ailem olduklarını o zamanlar anlamamıştım; anlamam imkânsızdı. Zaman onları içimde bir aileye, duvarları üzerime gelen hücreyi yuvaya dönüştürmüştü.
“Bu seni kızdırmadı mı?” diye sordum.
“Hayır,” dediğinde şaşkınlığımı gizleyemedim. Gözleri yansımamızdayken, “Seni tehdit ettiğimde o adamdım. Sana güvenmeyen, atacağın her adımdan korkan, seni baskılayan, senden korktuğu için seni korkutmak zorunda hisseden o adamdım,” dedi. Kelimeleri öylesine berraktı ki, benim kafamdaki bulanık su bile yavaş yavaş duruluğunu kazanıyordu sanki. “Şimdi sen bana güvensen de güvenmesen de sana güvenen o adamım. Bir şeyi bana söylemiyorsan, bir bildiğin olduğu içindir. Bir şeyi bana ya da birine söylüyorsan, artık söyleme zamanın geldiği içindir.” İçime çökmüş sırlardan birinin daha kalbi sızladı. “Sen ondan eminsen, ben de eminim.”
“Ben ondan çok eminim. Hep emindim. Yoksa ben… Ben yalnızlıktan ölsem de ona ağzımı açıp tek kelime etmezdim. Ona bile etmezdim. Kimseye etmezdim. Gurur, ben… Yalnızlıktan ölüyordum ama ağzımı açmadım biliyor musun? Kimseye boğulduğumu söyleyemedim. Kendi içime battığımı kimse bilsin istemedim. Tam o gece karaya yakın olduğumu fark edip kulaç atmaya başlamıştım ki, senin karadan çok uzakta olduğunu fark ettim. Sana kulaç atabilecek gücüm yoktu, sen çok uzaktaydın ama artık olmadığını düşününce karaya gitmekten de vazgeçtim. İnsan kendi içinde boğulur mu? Ben boğulmaya başlamıştım. O kadar çırpındım ki. Ben çırpındım çünkü boğuluyordum. Sonra sustum, sessizleştim, boğulmayı kabullendim. Sonra elini o suyun içine soktun, debelenmeyi bırakan bedenimi yukarı çıkardın. Sesinle yaptın bunu. Senin sesinin elleri varmış.”
Sırtımı onun güven veren göğsüne yasladım. Tedirginliğimin aslında onu yitirmekten korkmakla başladığını fark ettim. Kendimi zaten yitirmiştim, kendini yitiren biri tedirgin olmazdı ama onu kaybetme ihtimali boş bir odada çığlık atarak beni sağır etmeye çalıştığında, anladım ki benim tedirginliğim kendime değil, onaydı. Duydukları onu ne derece etkiledi bilmiyordum çünkü aynadaki yansımamıza bakamadım. Daha önce sesimi bile bu kadar duymamış olmalıydı. Değil onun için kurduğum kelimeleri sesimden duymayı, sesimi öylesine bile bu kadar çok duymamıştı.
“Hep sustuğun için bir şeylerin bana çok zor geldiğini sanıyordum da, sen konuşunca her şey yüz kat daha zor geliyormuş. Bunu nasıl içimde halledeceğim, hiç bilmiyorum. Çok acımasızsın, Zerdali.”
“Acımasız mıyım?” diye sordum çocuk gibi.
“Çok,” diye fısıldadı, sanki içinde kalan son gücü de benim için kullanıyormuş gibi.
“Kızmadın mı?”
“Kızmadım,” dedi. “Bunu benden saklasaydın da kızmazdım.”
“Saklasaydım da mı?”
Ondan, bana ait olmayan bir sırrı saklıyordum. Bu ağırdı. Düşüncelerimden, yalnızlığımdan, maruz kaldığım her şeyden ağırdı. Nasıl oluyordu da beni mecbur bıraktığı her şeyden daha ağır olabiliyordu ondan bir şeyi saklıyor olmak? Aklım almıyordu.
“Evet.” Çenesini tekrar omzuma bastırırken gözleri kapalıydı. “Benimle tesise gelsene.” Yutkundu, ben de yutkundum. “Gelmek istersen tabii.”
“İsterim.”
“Dersin var mı?”
“Hayır, bugün pazar,” diye mırıldandım o benden uzaklaşırken.
Gurur bir süre arkamda durdu ama bana dokunmadı, daha sonra elini omzuma koyup, bana güven veren bir tonlamayla, “Unutma, Zeliha. Her şey olabilir,” dedi. “Gün başlarken bazen çok üzülürsün, çok kırılırsın, kırıp dökersin ama gün biterken yine başını yastığa koyduğunda ilk beni düşünürsün. Az önce sana sarılacağımı hissettiğinde, canının yandığını görmeyeyim diye kabuk bağladın ve ben o kabuğa sarıldım. Anlamadım sanma. Ben senin kabuğuna da sarılabilirim. Ben senin yaranın etrafını bağlayan kabuk da olabilirim. Ben büsbütün ve tam anlamıyla sen de olabilirim, senin de olabilirim, sende de olabilirim. Ama artık benden korkma.”
“Korkmuyorum.”
Bu cümle ona yeterdi, biliyordum; yeterdi de artardı.
Üzerime kırmızı, balıkçı yaka bir elbise giydim. Siyah çorabımı ve siyah postallarımı giydikten sonra siyah yağmurluğumu kolumun içine yerleştirerek binadan çıktım.
Gurur arabasının önündeydi, hemen karşısında Simge’nin durduğunu, ince ince düşen kar tanelerinin Simge’nin koyu renk saçlarına tutunduğunu gördüm. Simge kollarını göğsünün üzerinde toplamış, Gurur’u dinlerken hafifçe başını sallayarak onu onaylıyor gibi görünüyordu.
Gurur oradaydı, tam karşımda duruyordu ama buna rağmen içimi deşen bir üzüntü hissediyordum.
Beni ilk fark eden hâlâ konuşan Gurur oldu. Dudaklarından dökülen kelimeler durmadı ama gözleri bendeydi. Ne konuştuklarını duyamıyordum, her bir adımım onlara biraz daha yaklaşmama neden olsa da uğultulu bir rüzgâr çıkmıştı ve rüzgârın uğultusu Gurur’un kıpırdayan dudaklarında doğan kelimeleri bana taşımıyor, uzaklara savuruyordu. Simge de onun bakışlarını takip ederek bana bakınca dudakları bir tebessümle yukarı kıvrıldı ama Gurur’u dinlemeye devam ediyordu.
Çok geçmeden sitenin binalarla çevrili boşluğunda bize doğru yürüyen iki beden gördüm. Bize doğru gelenler Çolpan ve Ayça’ydı. Çolpan atkısını başına dolamış, ellerini dizlerinin altına kadar uzanan paltosunun geniş ceplerinin içine saklamıştı ve koluna astığı büyük çantanın önündeki gümüş rengi tokadan aşağıya evimizin anahtarının takılı olduğu bir anahtarlık sarkıyordu. Ayça sadece kot ceket giymiş, ıslık çalarak aramızdan geçen rüzgâr onu hiç etkilemiyormuş gibi düz bir ifadeyle geliyordu.
Gurur ile Simge’nin yanında durduğum anda, Simge, “Sonunda tanıştık,” dedi Gurur’a duyduklarından memnun bir tebessümle bakarak. Ardından bana döndü. “Günaydın, Zelluş.”
Gülümsedim. Ayça, “Günaydın,” dedi soğuk ellerini enseme bastırıp beni ciyaklatarak. Ardından gözlerini Gurur’a çevirdi. “Günaydın, Direk Bey.”
“Portakal kostümünü kâbusumda mı unuttun?” diye sordu Gurur, dudaklarında alaycı bir tebessümle arkadaşıma bakıyordu.
“Ne saçmalıyor bu ya?” diye sordu Ayça homurdanıp ona cins cins bakarak.
“Kütüphaneye mi gidiyorsunuz? Ya da proje falan mı var?” Sorum üzerine Ayça gözlerini bana çevirdi, Çolpan birkaç adım ötemizde telefonla konuşuyordu. “Okula gider gibi hazırlanmışsınız.” Simge ağırlığını tek bacağına vermiş sakin gözlerle beni izliyordu ama aklının büyük bir bölümünü, benim ruhsal açıdan hissettiklerimin kapladığını biliyordum. Tüm gece uyumamış gibiydi, gözlerinin altında küçük su baloncuğuna benzeyen şişlikler vardı ve esmer teni solgun görünüyordu.
“Belki okulda vakit geçiririz diye düşündük,” dedi Ayça. “Direk Bey’i düşündüğümüzden değil, seni düşündüğümüzden dolayı pek tadımız yok.” Ayça yan yan Gurur’a baktı. “Tamam, seni de birazcık düşündük tabii.” Gurur sırıttı. “Ay ne sinir bozucu sırıtıyor bu ya!” Gözlerini tekrar bana çevirip çemkirir gibi konuştu. “Öyle işte, biraz kütüphanede pinekleriz belki.”
“Bizimle gelin,” dedi Gurur hiç beklemediğim bir anda. “Tesiste eğlenebileceğiniz yerler var.” Ona şaşkınlıkla baktım ama o arkadaşıma bakıyordu. “İlla kütüphane diyorsanız, kütüphanemiz de var.”
Ayça tek kaşını kaldırdı, daha sonra bakışlarını omzunun üzerinden Çolpan’a çevirdi. Hâlâ telefonla konuşan Çolpan bizim olduğumuz tarafa bakmıyor, kar taneleri kafasına sardığı atkıya tutunurken ileri geri yürüyerek muhtemelen babasıyla konuşuyordu.
“Çolpan’a sormadan cevap veremem, Uzun.”
“Sana da Huysuz diyelim mi o zaman?”
Gurur daha büyük bir sırıtmayla bu soruyu sorunca, “Kazık kadar adam bir de Keloğlan izliyorum de de düşüp bayılayım şuraya,” diye homurdandı Ayça.
“Neden hanımefendi? Siz hiç çizgi film izlemiyorsanız bu sizin sorununuz, ben izliyorum.” Gurur gözlerini Çolpan’a çevirdi, Çolpan telefonu paltosunun büyük cebine koyup, “Ne oldu?” diye sordu yanımıza gelirken. “Neden hepiniz bana bakıyorsunuz?”
“Tesise çağırıyorlar bizi,” dedi Ayça. “Orada da kütüphane varmış…”
“Tesis?” Çolpan, bir bana bir Gurur’a bir de Ayça’ya baktıktan sonra, “Ha, şu dün gece götürüldüğümüz yer mi?” diye sordu.
Gurur, başını sallamakla yetindi. Çolpan başta çekimser kalsa da sonunda kabul etmişti. Ben hâlâ iki arkadaşımı ve kuzenimi bu kadar rahat davet etmesine şaşırıyordum, bir yandan da zaten oraya geldiklerini düşünerek kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Ön koltuğa yerleştiğimde kızlar hemen arka koltuğa oturmuş, sakin bir sohbetin pençesine düşmüşlerdi. Cip çalışana, Gurur cipi caddeye indirene ve daha hızlı bir şekilde trafiğin içini oyarak ilerlemeye başlayana dek gözlerimi ön camdan ayırmadım. Şehre beyaz bir örtü çökmüş, kar taneleri hâlâ ince olmalarına rağmen daha sık düşmeye başlamışlardı.
Tesisi içinde taşıyan dağın rüzgârı öyle sert esiyordu ki, saçlarım rüzgâra tutunup yüzümün üzerinden eserek geçerken tek yapabildiğim şey Gurur’u izlemekti. Tesisin içerisi, dağın soğuğunu kalkanının dışında bırakıyormuş gibi sıcaktı. Yerler yeni silinmiş olmalıydı, beyaz ışığın aydınlattığı koridorda temiz bir koku burnumu ve ciğerlerimi gıdıklıyordu. Hemen arkamda tesisi inceleyen arkadaşlarımın şaşkın bakışlarının özüne inmek istemedim. Muhtemelen onlar da neyin içine düştüğümüzü düşünüyor, aramızdan birinin buradan biriyle birlikte olmasını belli etmeden de olsa yadırgıyordu.
Birkaç tutarsız adımın sonunda karanlığın boydan cam duvardan sızan gri gökyüzüyle bölündüğü bir koridora girdik. Beyaz ışıklar yanmıyor, dışarıda etkisini sürdüren kışın ışığı belli belirsiz de olsa koridoru aydınlığa boyuyordu. Adnan, yüzünde ak bir gülümsemeyle koridorlardan birinden çıkarak bize doğru yürümeye başladığında bakışlarım Adnan’a tutundu. Gurur ile tokalaştılar, muhtemelen o şafak vaktinde de görüşmüşlerdi, o yüzden sakindiler ama Adnan’ın koyu renk gözlerindeki rahatlama net bir şekilde okunuyordu.
“Seni yuvanda görmek her şeye bedel, Zincir,” dedi Adnan tok, güven dolu sesiyle. Gözlerini bana çevirince bakışlarında daha şefkatli, kırılma noktasının ucunda duran bir şeyler gördüm. Adnan’a bakarken ilk defa saklanmadım, gözlerimde gördüğü şeyin onda yarattığı etkiyi izledim. Birkaç saniyelikti ama gözlerimde anılarla karşılaşmıştı. Bu anılar, uzak bir geçmişten değil, dünkü şafak vaktinden geliyordu.
“Bayan Yenge,” dedi bu defa beni keyiflendirmek istiyormuş gibi ışıltılı bir gülümsemeyle başını aşağı yukarı sallayıp beni selamlayarak. Gözlerini arkamdaki üç genç kadına çevirip, “Bayanlar,” diye mırıldandı bu defa saygıyla. “Hoş geldiniz.”
Tedirgin gözlerim Adnan’ı taradı. İfadesinde onların burada olmasından rahatsız oluyormuş gibi görünen, hissettiren bir şeyler yakalayamadım, o şafak vaktini düşününce, onlar zaten buraya gelmişlerdi, sanırım kafamda kurmayı bırakmam gerekiyordu.
“Seni iyi gördüm, Zeliha,” dedi Adnan ilk defa daha samimi bir şekilde. Kafamı sallamakla yetindim.
“Paşam, aşkım, bebem, kaymaklım, çok tatlım, zincirlim, belalım,” diye şarkı söyler gibi mırıldandı biri kollarını kaldırarak bize doğru yaklaşırken. Çok geçmeden, bu yaklaşanın Yener olduğunu gördüm, arkasında da Girdap tenekeye darbukaya vuruyormuş gibi vurarak Yener’e ritim tutuyordu.
“Aman nasıl güzel geldi öyle,” dedi Yener kollarını daha da havaya kaldırarak. “Aman sevgilim gelir gelir, gelir gelir…” Girdap tenekeyle ritim tutarken sırıtmaya devam ediyordu. Dudaklarım aralanırken bu absürt görüntüden gözlerimi bir an olsun ayıramadım. “Saçları kumral, saçları fönlü,” dedi Gurur’un saçlarını işaret ederek. “Boylu postlu, yakışıklı, havalı, padişah torunu, şehzade, dön kuru götünü de şarkı yapayım ona hemen.”
Simge, Gurur’un arkasında olduğu için muhtemelen görünmüyordu ama kahkahası koridora dağıldığında, Yener’in havada duran elleri ve kırıtan bedeni birden buzlaşmış gibi donup kaldı. “Ben bunu gerçekten dilsiz sanıyordum ya,” dedi Simge kollarını göğsüne sarıp Yener’e bakarken.
“Ben içtimaya gidiyorum,” dedi Yener alakasızca Simge’ye bakmadan, sonra arkasını döndü ve ışık hızıyla gözden kayboldu. Ayça ile Çolpan, normalde sululuklarına alışkın olduğu Yener’in gidişine şaşkınlıkla bakarken, Gurur tek kaşını kaldırarak bakışlarını bana çevirdi.
“Nereye gitti bu?” diye sordu, bu kez buz sıcağı gözlerini Adnan’a çevirmişti.
“Onda var bir hâller,” dedi Adnan. Girdap elinde tenekeyle bize bakıyordu. “Bu arada yarın gece eğlence yapıyoruz,” diye devam etti Adnan cümlesine. “Burada yapacaktık ama Zeliha’nın arkadaşlarını da davet ediyor Muşta, o yüzden bayanların daha rahat eğlenebileceği bir ortamda toplanmak daha mantıklı bir karar olacaktır.”
“Bize göre şekillendirmenize gerek yoktu,” dedi Çolpan sakince.
“Hem belki gelmeyiz,” dedi Ayça, Çolpan’a arka çıkarak. “Rahatınızı boşa bozmasaydınız.”
Adnan, “Hep birlikte eğleniriz,” dedi, ardından bana baktı ve sonra yeniden Ayça ile Çolpan’a baktı. Çolpan da Ayça da top bana bırakılmış gibi sessiz kalmayı seçtiğinde, onların tam olarak ne istediğini öğrenene dek cevap vermemeye karar verdim.
Muşta’nın odasının önüne gelir gelmez arkama baktım. Simi, boş koridorda oradan oraya koşturuyor, ağzındaki oyuncakla oynuyordu. Nihan’ı göremedim ama Vural oradaydı, koridorun sonundaki karanlıkta daha önce hiç görmediğim bir askerle konuşuyordu. Çolpan, Simge ve Ayça, Adnan’ın arkasına takılarak tesisteki kütüphaneye gitmişlerdi.
Vural’ın konuştuğu uzun boylu asker, omzunun üzerinden bize doğru baktı, elini kaldırıp Gurur’a selam verdi ve sonra tekrar Vural’a doğru döndü.
“O Ecevit,” dedi Gurur gözlerini Muşta’nın kapısına çevirirken. “Görevdeydi, iki üç gün önce döndü. Dört aydır yoktu.” Bir an şaşkınlığım elle tutulur şekil alınca, Gurur bana baktı ve koskoca bir soru işareti gibi ona baktığımı görünce güldü. “Bazen bir sene bile gelmeyiz.”
“Ne?”
“Evet.”
“Sen hiç gittin mi öyle?”
Bir süre gözlerimin içine baktı. “Beş aylık bir görevim olmuştu.”
“Tekrar olacak mı?”
“Şartlar neyi gerektirirse,” dedi ama gözleri artık daha farklı bakıyordu.
Bir an için şartların gerektirebileceği her ihtimali düşündüm. Üç saniyeydi ama üç yıl gibi geldi. Gurur kapıyı çalıp içeri girdi, Muşta’nın mavi gözleri parladı ve o üç saniye içinde ömrümden üç yıl eksildi. Gittiğini, günlerce, aylarca, belki yıllarca dönmediğini düşündüğüm o üç saniye, üç koca ömür gibi kalbimin içinden çıkıp gitti; kalbimin günlerini eksiltti.
Muşta, daha önce eşine rastlanmamış bir duygu yoğunluğuyla yerinden fırlayarak Gurur’a sarıldığında, o şafak vaktinin tesiri hâlâ kalplerimizde hüküm sürerken sarılmadıklarını, henüz daha yeni birbirlerini kucakladıklarını fark ettim. Gurur, Muşta’nın kollarında ondan uzun olmasına rağmen bir çocuk gibi duruyordu. Uzun süre birbirlerine sarıldılar ve Muşta büyük elleriyle Gurur’un sırtına vurarak, “Aslanım,” dedi. “Ben demiştim, Zincir telsizini düşürmez. Aslanım benim. Dağ aslanım.”
Ellerimi birbirine bastırıp onları izlediğimi fark eden Muşta oldu. Bir elini kaldırıp gelmem için işaret yapınca başta şaşırdım, sonrasında ayaklarıma sert bir emir göndererek onlara doğru ilerlemeye başladım. Muşta, beni şefkatle kolunun altına aldı ve Gurur ile bana aynı anda sarıldı. Muşta’nın büyük eli saçlarımı okşuyor, bize sarılıyor ve o an, bize sarılmak dışında bir şey düşünmüyordu.
“Bu kız ne kadar perişan oldu biliyor musun sen?” diye çemkirdi sonunda Gurur’dan uzaklaşırken. “Tek başına halledebilirmişmiş, halledemezsin demedik, bizi burada kudurtma dedik.”
“Telsizi açık bıraksam yerimi bulur gelirdiniz,” dedi Gurur, Muşta’nın başta sorduğu soru buz sıcağı gözlerinin içinde bir şeylerin titremesine neden olmuştu. Aklının o soruya takılıp kaldığını hissedebiliyordum. Yine de o soruya bir cevabı olmadı. Bildiğini söylemedi, bilmediğinden de bahsetmedi. O soruyu içinde bir yaraya dönüştürdü ve sessizce kanattı. Kendi içini o yaranın kanıyla doldurdu.
“Gelirdik tabii, seni orada tek bırakacak değildik. Ben gelmesem kardeşlerin gelirdi.” Muşta öfkeliydi, öfkeli olmak konusunda haklıydı. Kafasını iki yana sallarken, “Gurur,” dedi. “İnine tek başına girmeyi seçtiğin it sürüsünün ellerinde ne tür silahlar var bilmiyorduk bile.”
“Ben hepsini biliyorum,” dedi Gurur. “Sana öğreneceğimi söylemiştim ve öğrendim.”
“Yaptığın delilikti!”
“Görevimi yaptım. Ne eksik ne fazla. Ayağımı bastığım, üzerinde yaşadığım toprağı temizlemek benim görevim, korumak benim görevim.” Gurur daha önce görmediğim kadar ciddi gözlerle Muşta’ya bakıyordu. Ona yaklaşıp kolunu yavaşça tuttuğumda gözleri omzunun üzerinden bana dokundu. Daha sonra, gözlerinin derinliklerinde yanan öfke meşalelerinin yavaşça söndüğünü gördüm. Gözleri artık karanlıktı ama o karanlıkta huzur vardı. “Sizi endişelendirmek istemedim. Bu kadar uzun süreceğini tahmin etmedim.”
“Neden bu kadar uzun sürdü?” Muşta’nın sorusu benim zihnimden yükselmiş gibi odanın içine dağıldı ve Gurur’un bana anlatmadığı ayrıntıların da var olduğunu fark ettim. O ayrıntıları düşünmek karnıma kramplar saplanmasına neden oldu.
“Çünkü leşlerini patlattıktan sonra leşleri küle dönene dek bekledim. Uzağa gittim, arkama bile bakmayacağım kadar değerli olmadıklarını düşünüp durdum, uzakta bir yere oturdum ve leşleri yok olana kadar bekledim. Toprağımda külleri bile kalmayana kadar bekledim.” Cümlelerindeki kan donduran ayrıntılar içime buz gibi akarak ruhumu dondururken sadece ona bakıyordum. Ne hissedeceğimi bilemiyordum. Sadece bir karmaşa vardı. Bir süre durduktan sonra o karmaşanın zaten uzun zamandır benimle olduğunu anlayıp Gurur’un koluna daha sıkı tutundum.
Ona tutunduğumda her şeyin geride kalacağına inanan bir kız çocuğu vardı. O kız çocuğu, Gurur bir gün onu en büyük hayal kırıklığına uğratan kişi bile olsa, Gurur’a inanmaya devam ederdi. Bunu bilmek çok yıkıcıydı. Bir gün o kız çocuğunun beni değil, Gurur’u seçeceğinden emin olmak çok yıkıcıydı.
Muşta, çivit mavisi gözlerine sinmiş bir öfkeyle, “Gurur,” dedi. “Telsizini düşürmeyeceğini bildiğim için ihtimaller içime kıymık gibi batarken ve elim kolum bağlıyken, sen orada tek başına mücadele ettin.”
“Bu benim görevim, Muşta.”
“Senin diğer görevin benim oğlum olmak, aptal.” Muşta’nın mavi gözleri şimdi cam gibi keskindi ve parlıyordu.
“Özür dilerim,” dediğinde sesinde pişmanlık yoktu, hatta yine olsa yine yapacağını gösteren bir meydan okuma vardı.
“Özür dilerken bile bir daha olsa bir daha yapacağını söylüyorsun,” dedi Muşta, artık karşısındaki adamı tanıyordu. Oğlunu tanıyordu.
“Benim yerimde hangisi olsa bunu yapardı.” Haklı olduğunun bilincinde olan Muşta, başını aşağı yukarı sallamakla yetindi ama gözleri hâlâ sevdiği birini kaybetmenin korkusunu yaşayan bir adamın, bir babanın gözleri gibi bakıyordu.
Gurur elini belime yerleştirip beni kendine çekti. Sanki düşüncelerimdeki düğümü görmüş, bu düğümü henüz çözemeyecek kadar yorgun olsa da o düğümün bana verdiği zararı en aza indirmek istiyormuş gibi bana sarıldı. Muşta sakin gözlerle bizi izliyordu.
“Şafak vakti geldiğinde Eylül seni görünce rahat bir uyku çekti. Cesur hâlâ burada ama uyku uyumadığını gözlerimle gördüm. Geceleri koridorda volta atıyor. Bir daha tek başına iş yaptığında kardeşlerini ve bu kızı düşün. Hadi beni düşünmüyorsun…” Muşta homurdanarak masasına doğru yürüyüp arkasında yapışkan olan beyaz bir not kâğıdı çıkarıp Gurur’a uzattı. Kâğıdın üzerinde bir adres yazıyordu. “Beyhan haftaya dönecek, bu adreste annesi yaşıyor, geçen ay Adnan’ı göndermiştim, bu ay sen git. Kadın kartından maaş çekmeyi bilmiyormuş. Parasını eline verin, nasılmış bir sorun. Ben ara sıra uğruyorum.”
“Giderim Muşta,” dedi. Beyhan kimdi bilmiyordum, yorumsuz bir şekilde ikisini izlerken Gurur’un kolunun altındaydım. Bir an için, Muşta’nın bu görüntüyü hiç yadırgamadığını fark ettim. Sevgili numarası yapan iki yabancının her şeyi biliyor olmasına rağmen karşısında sarmaş dolaş durması hakkında ne düşünüyordu? Yüzünde okunan tek bir duygu bile yoktu. Gurur’a kızgınlığıyla beraber üzüntüsü de yüzünün çizgilerinden silinip gitti. Kaybolan ifadesi artık düz, hatta neredeyse sertti.
“Bu arada, Zeliha’nın güvenilir arkadaşları için giriş kartı çıkarttırın,” dedi Muşta. “Aile giriş kartı alırsanız kolayca girip çıkabilirler.” Kalemini eline alıp kalçasını masaya yasladığında hemen arkasındaki büyük Atatürk resmine, ardından yeniden beni izleyen Muşta’ya baktım. O da arkadaşlarıma, aileme güveniyordu. Kendime defalarca kez sorup, cevabı biliyor olmama rağmen defalarca kez inanamayacağım bir şeydi bu. Babaannemin, Ayça’nın, Çolpan’ın ve Simge’nin buraya girmesi onlar için sorun olmayacaktı. İlk zamanlar bunun olma olasılığı, dünyaya kuyruklu dev bir yıldızın çarpıp dünyayı ikiye bölmesi kadar uzak bir ihtimal gibi geliyordu; hatta ihtimal bile değildi, ihtilaldi. Ama şimdi gerçeğe dönüşmüştü.
Peki ya sırlar? Sırlar yavaş yavaş kalkıp gidecek miydi? Buna inancım yoktu. Kalbime ağırlık yapan bir sorumluluk duygusu yeniden başını kaldırdı ve bana baktı. Hayatımın hiçbir döneminde birilerinden bir şeyleri kasıtlı saklamayan, sakladığı şeyler de sadece kendi kalp kırıklıkları olan ben, şimdi hayati bir meseleyi herkesten saklıyordum. Kısmen herkesten. Bir de Dide meselesi vardı. Simge’ye kulak verip bunu kendi meselem hâline getirmemem gerektiğini düşünsem de Muşta’ya baktığımda içimde büyüyen o acıyı durdurabilmemin imkânı şimdilik yok gibi görünüyordu.
“Yarın gece için bir organizasyon hazırlıyorum,” dedi Muşta konuyu dağıtmak istiyormuş gibi. “Dışarıda olacağız. Tesiste kızlar sıkılabilir.”
“Kendi aranızda eğlenecekseniz anlarım,” dediğim anda kaşlarını çatarak, “Ne ilgisi var, Zeliş?” diye çemkirdi. “Saçmalama lütfen. Hep birlikte eğlenelim istiyorum. Diğerleri de istiyor. Bu arada çocuklar, şimdiki planlarınız ne?”
“Bugün için mi?” diye sordu Gurur.
“Evet.”
“Önce silah ve mekân bilgisi vermek için Tayfun’un yanına gideceğim,” dedi Gurur. “Sonra biraz tesiste vakit geçiririz.”
“Ben de Yener ile ilgili dilekçe mevzusunu çözeceğim.” Muşta derin bir nefes aldı. “Birkaç telefon açmak zorunda bırakacak beni hayta. Yoksa sağlam bir ceza alır.”
“Yener pervasız hareket etti,” dedi Gurur.
“Kim gibi acaba? Ben oğullarımı anlamıyorum ki. Hiçbiriniz sözümü dinlemiyorsunuz ki benim.” Homurdanarak kollarını göğsünün üzerinde topladı. “Bir de karşımda durmuş sarımsak hâliyle soğanı mezeliyor.”
“Haklısın.”
“Haklıysam beni dinleyin lan.”
“Özür dilerim.”
“Dileme benden özür. Hadi git gözümün önünden. Önümüzdeki pazar sana fayansları yalatacağım, gidip Instagram hesabından geri sayım paylaş, emin ol o sazan kardeşlerin geri sayımın için bildirim açıp sen fayans yalarken seni videoya alarak eğlenirler. O gün geldiğinde beter ol diyerek sana daha fazla fayans yalatacağım. Çık odamdan çık, kaybol hadi. Salak adam.”
“Ben de seni seviyorum, Muşta.”
“Otuz iki yaşında adamsın, alırım seni elime.”
“Otuz iki diyerek duygularımı incitiyorsun ama sen bilirsin.”
“Duygularını bile döverim senin, Zincir. Kaybol.”
Muşta’nın odasından çıkar çıkmaz, koridorda hızla bize doğru koşan çocuğu gördüm. Kumral saçları, kahverengi iri gözleriyle taş patlasın sekiz ya da dokuz yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Saçları uzun sayılırdı, alnını örten açık renk kâkülleri vardı. Gurur çocuğu bacaklarının altından kavrayıp kucakladığı an çocuk gülümseyerek kollarını Gurur’un boynuna doladı ve sessizce Gurur’a sarıldı. Bu görüntü, beklemediğim bir şekilde kalbimin sessizleşmesine, göğsümün içinde bir hayalet gibi usulca solarak kaybolmasına neden oldu. Heyecanlı hisseden bir insanın kalbi bu kadar sessiz atar mıydı? Kalbim sanki yerinde değildi. Olması gereken yerde durmuş bir saat var gibiydi.
Zamanı kalbime yıkan bir saat…
Gurur’un kollarına bir çocuğun ne kadar çok yakıştığını o an fark etmiştim.
“Aslanım benim,” dedi Gurur çocuğun sırtını sıvazlayarak ona sarılan çocuğu bağrına basarken. “Geldiğimde uyuyordun, aslanım. Uyandırmadım seni. İyiyim, merak etme.”
Çocuk bir cevap vermedi, sadece Gurur’a sıkıca sarılmayı sürdürdü.
“Bak Bora, bu Zeliha ablan,” dedi Gurur, bana çekimser gözlerle bakan çocuğa. “Hep merak ediyordun hani.”
Bora cevap vermeden gözlerimin içine uzun uzun baktı. Sessizliği, ruhunun derinliklerine ulaşmış bir güzelliğin tablosu gibiydi. O tabloda her renk, her duygu, her ses vardı; tüm güzellikler o tablonun içindeydi ve o tablo, Bora’nın göğüs kafesinin içinde çarpan kalple besleniyor, ruhunun duvarında asılı duruyordu. Hatırladım. Adnan’ın doğumda eşini kaybettiğini, Bora’nın otizmli olduğunu, çekimserliğini, sessizliğini hatırladım. İçime yığılan o duyguyla Bora’ya elimi uzattığımda gözlerini elime indirdi ama tepki vermedi. Ne ses ne mimik değişimi ne de herhangi bir hareket eylemi… Bora’da hiçbiri yoktu.
“Zeliha ablası bu Bora,” dedi Gurur gözlerini Bora’nın yüzüne çevirip, şefkatle çocuğa bakarken. “Bizim ekibin fırtınası.”
“Tanıştığımıza memnun oldum, Bora,” diye fısıldadım, gülümsediğim an çocuğun bakışları gülüşümde duraksadı, daha sonra bana daha büyük bir dikkatle, beni tanımak istiyormuş gibi bakmaya başladı. Ruhumu görmek, özümü bilmek istiyor gibiydi. Bora kelimelerle değil, ruhlarla anlaşıyordu. Bora için bir insanı tanımak, konuşmakla olmuyordu, Bora birini tanımak için önce onun ruhunu görmek istiyordu. Ruhumu görüyormuş gibi baktığında kalbimin atışları, bir saatin tik takları gibi göğsümün içindeki zamanı belirliyordu.
Başını aşağı yukarı sallayınca gülümsemem büyüdü. Ardından onaylayan hareketinden hemen sonra yüzünü Gurur’un boynuna saklayarak gülümsedi ve saklandığı boynun boşluğundan bana kaçamak bakışlar atmaya başladı.
“Kızı kapmak yok Bora Bey, ben peşindeyim, senin gibi güçlü bir rakip çıkmasın karşıma şimdi,” dedi Gurur neşeyle. Bakışlarım boynuna saklanan çocuğa ve Gurur’a dokunmaya devam ettiyse de, içimi alev hattına çeviren cümlesine bir tepki veremedim.
“Oğlum, her yerde seni arıyorum ama.” Adnan’ın sesini duyunca kafamı kaldırıp koridorun diğer ucuna baktım. Adnan kollarını beline koymuş, başını omzuna yatırmış gülümseyerek ikisine bakıyordu. “Amcanın kokusunu mu aldın, Bora Bey?”
“Fırtınam benim,” dedi Gurur, sonra Bora’nın başının üzerini öpüp onu kucağından indirdi ve bakışlarını Adnan’a çevirdi. “Paşamın keyfi yerinde.”
“Senin geldiğini duyunca deli dana gibi koşmaya başladı. Kokundan buldu seni, küçük tazı.” Adnan yere diz çöküp kollarını açtı. “Gel, fırtınam.”
Bora koştu, babasının kollarının arasına şiddetle çarparak girip kollarını babasının boynuna sardı ve Adnan kucağında bir kuş tüyü varmış gibi ayağa kalkıp Bora’yı tek koluyla tutarken bize baktı. “Siz yemek yediniz mi?”
“Yemedik,” dedi Gurur. “İki dakikalığına Tayfun’un yanına uğrayayım, dönünce kızları yemeğe götüreceğim.” Gurur bana bakınca ben de ona baktım. “Sen kütüphaneye in istersen. Adnan seni götürür. Ben hemen geleceğim, tamam mı?”
“Olur.”
Gurur, beklenmedik bir anda elini yüzüme koyup suratımı büyük avuçlarının arasına alınca donup kaldım. Adnan’ın da bize bakakaldığını hissettim.
“Hemen dönerim,” dedi güvence vererek. “Birkaç koridor ötende olacağım.”
Sanki içimdeki karmaşayı biliyormuş gibi kurduğu cümleye cevabım, yüzüm avuçlarının arasındayken başımı aşağı yukarı sallamak oldu. Bir süre öylece durdu. Beni bırakmak istemiyor gibi yüzümü avuçlarının arasında gizledi. Daha sonra yavaşça benden uzaklaştı ve gitti.
Gidişini izlerken kötü hissettim ama dudaklarımı aralayıp bir şeyler söyleyemedim. Birkaç koridor uzağımda olması bile ürkütücü geliyordu. Adnan, kucağında Bora’yla, “Hadi Zeliş,” dedi ve bana Zeliş demesinin şaşkınlığıyla ona baktığımda konuşmaya devam etti. “Kızların yanına götüreyim seni. İstersen kahve de alırım sana. Kendim de yapabilirim. Çok iyi filtre kahve yaparım. Ben yapmam gerçi, kahveyi ve suyu koyuyorum makine yapıyor.”
Yanında yürüdüğüm sırada, “Oğlun çok tatlı,” diye mırıldandım.
“Dünya tatlısı, değil mi? Tam bir fırtına.” Oğlunun yanağını sertçe öptü. “Benim fırtınam.”
İçinde kartal amblemi olan asansör bizi alt kata taşıdı, büyük camlarla kaplı bir koridordan geçtik ve camların etrafını sardığı o gizli bahçeyi gördüm ama oraya girmedik. Kütüphanenin neredeyse önüne geldiğimizde, koridorun diğer ucundaki odadan çıkan bir askerin kapıyı sertçe kapatmasıyla beraber çok güçlü bir gürültü yükseldi ve Bora, beklenmedik bir şekilde ellerini kulaklarına bastırarak çığlık atmaya başladı. Adnan dehşet içinde kucağında çığlık atan oğluna bakarken ne yapacağını bilmiyor gibiydi, âdeta donup kalmıştı. Kapıyı sertçe kapatan asker bile donup kalmıştı.
“Hey hey!” diyebildim panikle Adnan’a yaklaşırken. Bora öyle bir çırpınmaya başladı ki, son derece güçlü olan Adnan bile onu kucağında tutamadı ve çocuk yere atladığı gibi koridorda çığlıklar atıp kulaklarını kapatarak koşmaya başladı. Şaşkınlıkla olayı izleyen asker bile yanından fırtına gibi geçen çocuğun hangi ara ortadan kaybolduğunu anlamamıştı.
“Fırtınam!” diye bağırdı Adnan korkuyla. Tam koşacakken, Bora kapılardan birinin kenarında durup sırtını duvara verdi ve dehşet içinde ellerini kulaklarına bastırırken kayarak yere oturdu. Çocuk sesini çıkarmadan öyle şiddetli ağlamaya başlamıştı ki, böyle bir şeyin, sesini çıkarmadan şiddetle ağlanabileceğinin gerçek olduğunu o âna kadar bilmiyordum. Adnan, Bora’ya yaklaşan askeri durdurarak, “Sakın!” dedi. “Uzak dur ondan, Oğuz. Biri yaklaşırsa kendine zarar verir. Tırnaklıyor yüzünü.” Koskoca adam titreyerek, büyük bir korku ve tedirginlikle oğluna yaklaşırken Bora babasına bakmıyor, sadece kulaklarını tıkayarak ağlıyordu.
Kütüphanenin geniş demirden kapısı açılınca, bakışlarım titreyen Adnan’dan ayrıldı. Çolpan, Ayça ve Simge, dehşet içinde çocuğa bakıyorlardı. Adnan kedi adımlarıyla çocuğa yaklaşırken, Çolpan birdenbire, “O özel mi?” diye sorunca, Adnan duraksayıp omzunun üzerinden Çolpan’a baktı. “O özel.” Bakışlarını Ayça’ya, sonra da Bora’ya çevirdi. “Ona öyle avına yaklaşıyor gibi yaklaşma. Az önceki kapı sesinden dolayı korkuyor.” Adnan, hayretler içerisinde Çolpan’a bakıyordu. Çolpan çantasını yere bırakıp, normal adımlar atarak Bora’ya yaklaşmaya başladı.
Adnan neredeyse karşı çıkacaktı ki, “Bekle, Adnan,” dedim. “Onun kardeşi de özel.”
“Biliyor musun?” dedi Çolpan normal bir şeyden bahsediyormuş gibi. Bora hâlâ ağlıyordu ama kafasını kaldırıp ona normal adımlarla yaklaşan yabancı genç kadına baktı. “Çin’de bebekler doğduklarında bir yaşında sayılıyorlar.” Bora kaşlarını çattı, elleri hâlâ kulaklarında olsa da Çolpan’ı anlamış gibiydi. Gözlerinden yaşlar süzülürken tuhaf, yabancı kadına bakmaya devam etti. “Ve biliyor musun, bir zürafa dili ile kulaklarını temizleyebilir. Dilinle kulaklarını temizlediğini düşünebiliyor musun? Çok komik görünürdün.” Çolpan dilini dışarı çıkarınca Bora’nın çatık kaşları düzleşti ve sakince Çolpan’a bakmayı sürdürdü. “Ve… Burnumuzla kulaklarımız, hayatımız boyunca büyümeye devam eder ama gözlerimiz hiç büyümez. Tuhaf bir bilgi, değil mi? Merak etme, koca kulak olmayacaksın ve burnun da fındık kadar küçük.”
Bora, gözlerini kısarak ona yabancı olan kadına baktı. Burnu ve gözleri kıpkırmızıydı ama akan yaşlar durmuştu. Gevşeyen elleri usulca kulaklarını terk etti ve boşluğa düştü. Bir süre önünde duran Çolpan’a garip bir şeyi keşfediyormuş gibi baktı.
“Yalnızca tavşanlar ve papağanlar kafalarını çevirmeden arkalarını görebilir,” diye bir bilgi daha verince, Bora şaşırmış gibi kaşlarını kaldırdı. “Evet… Enteresan, değil mi?”
Bora, başını aşağı yukarı salladı.
Çolpan bir dizinin üzerine abanarak yere çöküp, “Merhaba,” dedi. “Ben Çolpan.”
Bora, tuhaf yabancının ona uzanan eline baktı. O kadar uzun süre baktı ki, yeniden ağlayacağını bile düşünürdüm ama o eli tutacağını düşünmezdim.
Çolpan’ın elini tuttu.
Ve Adnan fısıldadı: “O da Bora.”
Bu olaydan saatler sonra, Kafeler Caddesi’nin meşhur hamburgercisinde oturmuş önümdeki menüyü bitirmeye çalışıyordum. Çolpan dalgın gözlerle camdan dışarıyı izlerken önünde duran dondurma kâsesini kaşığıyla karıştırıyordu. Adnan’ın yaşadığı paniği hatırlamak, Çolpan’ın olayı kolayca kontrol altına alması ve Adnan’ın o andan itibaren yüzünü etkisi altına alan minnettar bakışlar aklımdan çıkmıyordu. Dışarıda çiseleyen yağmur şiddetini arttırıp sokağın geçmişe ait anılarla dolu zeminini dövmeye başladığında, Gurur yemeğini bitirmiş beni izliyordu. Çolpan’a baktığımı fark edince kaşlarını kaldırdı ve bunu hissedince ona baktım. Ayça, Eylül -o da bizimle gelmişti- ve Simge sessizlerdi, önlerindeki menüyle ilgileniyorlardı ama Çolpan bu olayın etkisini üzerinden atabilmişe benzemiyordu.
“Hep böyle miydi?” diye sorduğum anda Gurur ne sorduğumu anlamış gibi gözlerini kıstı. “Yani gürültüden korkuyorsa orada yaşaması ne kadar doğru? Bu onu daha fazla zorlamaz mı?”
“Otizmli çocuklar için neyin sarsıcı olabileceğini bilemezsin, devamlı değişkenlik gösterebilir,” dedi Çolpan dalgın gözlerle dışarıyı izlemeye devam ederken. “Bazen arka arkaya ateş eden bir silahın sesi onları korkutmaz ama bir kapının gıcırtısı onları korkuyla doldurabilir.”
“Evet,” dedi Gurur, Çolpan’a hak veriyormuş gibi.
Eylül, dirseğini masaya yaslayıp yüzünü avucunun içine alarak sessizce, “Bora gürültüden pek korkmazdı,” diye hak verdi. “Bazen böyle oluyor. Beklenmedik anda, beklenmedik şekillerde. Geçen yıl Yener abi göreve gitti.” Simge bir an Eylül’e baktı ama sonra hızla bakışlarını hamburgerine indirdi. “Yener abi onun için çok değerli. Yener abinin kıyafet dolabının içine girip çıkmıyordu. Yener abi gelene kadar böyle devam etti. Ortadan kaybolduğunda onun Yener abinin dolabında olduğunu anlıyorduk. Onu neyin etkilediği pek belli olmuyor.”
Sessiz kaldım. Yemeklerimiz bittiğinde restoranın dışındaki saçakların altında durup yağmurun dinmesini bekledik. Sessizlik her yeri sarmıştı ve sadece yağmurun sesi duyuluyordu. Gurur ceketinin cebinden bir sigara paketi çıkarıp sigarasını yaktı ve saçakların altında durup yavaşça sigarasını içmeye başladı.
Simge, “Madem yarın eğlence var, bu gece eğlencenin kına gecesini yapmamız lazım,” deyince, gözlerim omzumun üzerinden kuzenime çevrildi. Beresini kulaklarının üzerine kapattı ve derin bir nefes alarak yağmurun kokusunu içine doldurdu. “Hepsi kötü görünüyordu,” diye açıkladı. “Gurur’un başına gelenler hepsini etkilemişti. Sonra bugün o adamın… Adnan’dı değil mi ismi? Oğlunu o hâlde görünce ne hâle geldiğini gördünüz. Herkesin kafasını dağıtmaya ihtiyacı var. O yüzden bu gece eğlencenin kına gecesi, yarın da nikâhı olmalı. İki gecelik eğlence kulağa hiç de fena gelmiyor, ha?”
“Yarın dersim var,” diye homurdandım.
“O zaman evde eğleniriz,” dedi Simge. “Muhtemelen şu mavi gözlü koca adam, sevgili çocuklarının alkol alıp eğlenmesinden hoşlanmayabilir ama biraz alkol iyi gelir.”
“Alkol alayım da yarın okula gidemeyeyim tabii…”
“Ben seni uyandırırım,” dedi Gurur. “Ama yorulacaksan gereği yok tabi.”
Ayça ve Çolpan’a baktım. Sessizce omuz silkmekle yetindiler, bize uyacaklarından yana şüphem kalmamıştı. “Hem Destan’ı da çağırırız,” dedi Gurur kız kardeşine dönerek. “Hiç arkadaşı yok. Henüz yeni burada. Ona da iyi gelir.”
“Tamam o zaman,” diye mırıldandığımda uzun uzun yüzüme bakıp sırıttı.
Eylül heyecanla telefonunu çıkardı ve Gurur, “Eylül organizasyon konusunda harikadır,” diyerek beni büyük kolunun altına çekti. Bu hareketine verdiğim tepki sessizce kaldırım taşlarının arasına sıkışmış sarı sigara izmaritlerine bakakalmak oldu ama arkadaşlarımın bizi izlediğini biliyordum.
“Biraz yürüyelim mi?” diye sordu Gurur sessizce, beklenmedik teklifine karşılık kaşlarımı kaldırıp yağan yağmura baktım. “Şeker değiliz, erimeyiz,” diye fısıldadı kulağıma, sıcak nefesi başımı döndürürken aynı yakınlıktan tenime akan gülüşünü dinledim. “Gerçi sen epey tatlısın, belki erirsin. Ama ben kocamanım, seni korurum.”
“Siz yağmurda romantizm yapın, organizasyon Eylül ve bende,” dedi Simge yeni edindiği arkadaşına sokularak. Ayça hiç oralı olmadı çünkü o organizasyon insanı değildi, Çolpan da sessizce yapılan organizasyona ayak uyduracaktı muhtemelen.
Gurur ile Kafeler Caddesi’nin kafeler, mağazalar ve restoranlarla dolu dar sokaklarında yürümeye başladık. Saçlarıma tutunan yağmur damlaları beni birkaç dakika içinde sırılsıklam hâle getirmişti. Ellerimiz birbirine bağlı damarlar gibiydi. Yağmurun altında sessizliği sırtımıza alarak yürürken ıslanmak umurumuzda olan son şeydi sanki. Sigara kokusu, tenindeki buz kokusu ve parfümünün kokusu yağmurun derin kokusunu bile bastırıyordu.
Bir ara sokağa girdik, dar bir sokaktı, dümdüz yürüyüp yokuş aşağı inmeye başladık. Bir gümüş dükkânının önünde adımlarımızın bıçak gibi kesilmesini sağlayan Gurur olmuştu. O durduğu an ben de durdum ve cam vitrine baktığını fark edince o yöne baktım. “Yerini unutmuşum,” dediğinde bir an ona baktım. “Birkaç gün önce gelmemişim gibi.”
“Ne?”
Yağmur sesini bastırıyordu. “Birkaç gün önce buraya geldim. Bu dükkâna.”
“Neden?”
“Gel benimle.”
Elimi daha sıkı kavradı, parmaklarının ucunda atan nabzı bile hissediyordum. Yaşamı o kadar belirgindi ki, kalbi parmak uçlarıma çarpıyordu. Vardı, hayattaydı, yaşıyordu; benimleydi. Buradaydı.
Gümüş dükkânının kapısını açınca rüzgâr çanları birbirine vurdu, beyaz parıltıların içinde sırılsıklam bir hâlde öylece durmaya başladığımda, birleşmiş ellerimizin etrafından kan gibi su damlıyordu. Satıcı kafasını kaldırıp bize baktı. Elindeki ipek kumaşı ve ovaladığı gümüşü bir kenara bırakıp, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu.
“Bir iki gün önce buraya gelmiştim,” dedi Gurur elimi bırakmadan. “Bir sipariş vermiştim. Dün, yani cumartesi akşamı almam gerekiyordu ama müsait değildim. Bugün kapalı olmanızdan korkmuştum. Çok şükür açıksınız. Siparişimi alacaktım.”
Bakışlarım omzumun üzerinden ona doğru bir yıldız gibi kaydı ama gözleri bende değil, satıcı adamdaydı. Adam bir süre durup, “Aa, sizsiniz!” dedi. “Kusura bakmayın. Bir an sizi tanıyamadım. Siparişinizi ben almıştım, siparişiniz dün sabah saatlerinde elime geçti.” Adam arkasında durduğu uzun kumtaşı masanın kapağını kaldırıp bizden tarafa geçti, karşıya doğru yürüdü ve bir cam dolabın kapağını açarak siyah kadife kutuyu çıkardı. “Bir şeyler içer misiniz?”
“Hayır, teşekkürler,” dediğim anda Gurur’un gözleri bana dokundu ama bu defa karşılık vermeme sırası bendeydi. Sorgu dolu gözlerle adamın elindeki kadife kutuya bakıyordum. Kutunun içinde benim için yapılmış bir şey olduğunu biliyordum ama ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. O kadar çok dumura uğramıştım ki heyecanlanamıyordum bile. Sırılsıklam hâlde orada öylece dikilirken beni o kutunun içinde bekleyen şeyin ne olduğunu merak ediyordum. Adam kutuyu kumtaşı ama üzerinde cam bir tezgâh olan masanın üzerine bırakınca Gurur elimi sıktı ve yürüdü. Ben de onunla yürümek zorunda kaldım.
Gurur masanın üzerindeki kutuyu alıp ıslak ceketinin cebine koydu. Muhtemelen ödemeyi en başında yaptığı için herhangi bir ödeme girişiminde bulunmadı. Dükkândan çıkacağımız sırada, adam, “Bu mevsim bazı itiraflar için en uygun zamandır,” dedi arkamızdan. Gurur adama bakmasa da cam kapıya bakarken gülümsüyordu. “Ve aynı zamanda, en güzel teklifler için de öyle. Sağlıklı ve birlikte günlerde kullanın efendim.”
“Teşekkürler.” Gurur’un cümlesi düz, duygu içermeyen bir tonlamayla var olsa da dudaklarındaki tebessüm silinmedi.
Biz dükkândan çıktığımızda, adam duymayacağımızı düşünerek bir cümle kurdu ama Gurur duymuş muydu emin değildim. Ben duymuştum.
Şöyle demişti: “Size daha fazla ıslanmayın derdim ama siz aşktan zaten sırılsıklam olmuşsunuz.”
Bu cümle benim için büyük bir dönüm noktasıydı.
Tıpkı Gurur’u sevdiğimi fark ettiğim anda olduğu gibi, şimdi bu cümleyi duyduğumda da o dönüm noktasının eşiğinden geçtiğimi biliyordum.
Yağmur bir sağanağa dönüşmedi ama gözle görülebilecek birçok şeyi puslandırarak arkasına saklayacak kadar şiddetli yağdı. Gurur elimi kavrayıp koşar adımlarla dar sokağın yokuşunu tırmanmaya başladığında, nefes nefese onu takip ederek koşuyordum ve bacaklarımdaki kaslar tutuşuyordu. Yokuşun kaldırımında koştuğumuz için hemen kaldırımın altındaki dik yoldan sel gibi akan suyu görebiliyordum. Bir yaprak o suyun içinde usulca aşağıya doğru sürükleniyordu. İzleme fırsatı bulamadım, anlık olarak o yaprakla göz göze geldim ve sonra yağmura meydan okuyarak yukarı doğru koştum.
Bir an Gurur durdu. Bu beni de durdurdu. Ona cebindeki kutuda ne olduğunu soramadım. Sessizdim ve yağmur benim yerime konuşur gibi şehre bir masal anlatıyordu.
“Seni ilk gördüğüm yeri hatırlıyorum,” dedi ve o an kalbim, göğsümün içinde firara bir adım kala vazgeçerek tepetaklak geldi. Göğüs kafesim bir duvar gibi duygularımın önünde durmaktan vazgeçti, eğildi, başını eğdi ve duyguların dışarı akmasına izin verdi. Dönüp omzunun üzerinden önce bana, sonra da tırmandığımız yokuşun aşağısındaki caddeye doğru baktı ve derin bir nefes aldı. “Oradaydın.” Elim elindeyken yavaşça bana doğru dönüp, koşarak tırmandığımız yokuşu bu defa yavaşça yürüyerek inmeye başladı. “Orada beni durdurdun. Ben zamandım ve sen beni durdurdun.” Elimi sıkıca kavradı. Onun birkaç adım arkasında olmama rağmen elini sıkıca tutuyordum. “Zamanı hiçbir şey durduramazdı. En büyük acılar, mutluluklar, yaşanan hiçbir şey… Ölüm bile. Zamanı durduramazdı.” Yokuşun sonuna geldiğimizde, ona yalvardığım o caddeye baktık ve şimşeğin sesi şehrin üzerinden bir kıyamet gibi geçip gitti. “Ama sen durdurdun.”
Omuzlarının aldığı nefesle kalkıp indiği ânı izledim.
Ve bana şöyle söyledi: “Ben aslında sana burada yenildim.”
Tüm sokaklar üzerime yıkılıyormuş gibi hissettim.
“O gece…” Gözlerimi yavaşça kırpıp geri açtığımda bir damla gözyaşının çeneme kadar aktığının farkında bile değildim. Gurur da değildi. Yağmur gözyaşlarımın yoldaşı oldu, sırdaşı oldu, sakladı beni. “O şafak zamanı…” Gözlerimi sıkıca yumdum ve bir süre doğru cümlenin dilimin ucuna gelmesini bekledim. “Benim için her şeyin bittiğini düşündüm. Benim için umudun artık olmadığını düşündüm. Senin benim sonum olacağını düşündüm. O gece hiç yaşanmamalıydı dedim durdum kendime.” Yutkunduğumda boğazım acıdı. “Ama o şafak, iyi ki yaşandı, Gurur.”
“İyi ki Zerda’m,” diye fısıldadı rüzgâr gibi okşayan sesiyle. “O şafak iyi ki yaşandı.”
Gözlerimi açtığımda, elim elinin içindeydi ve diğer elinde benim için bir kutu tutuyordu. Elinin içinde küçücük kalan elimi kaldırıp dudaklarını bileğimin iç kısmına bastırdı.
“Hep düşündüm,” dediğinde yağmur yavaşlamıştı ama şimşekler gökyüzüne köklerini yayıyordu. “Sana nasıl ulaşacağımı düşündüm durdum.”
Gözlerime öyle yoğun bakıyordu ki, baktığı yerden kan damlıyordu.
“Bir gün yoldaydım. Şafak söküyordu, saat gecenin dördüydü, şafağın zamanıydı, sabaha çok az vardı.” Bana doğru döndü ama elimi bırakmadı. “Arabada bir şarkı çalmaya başladı. Tam değiştireceğim sırada şarkıda şöyle bir cümle duydum ve parmağım kapatma düğmesinin üzerinde asılı kaldı. Şöyle bir cümleydi: Benim küçük kızım, nasıl ulaşacağım ben sana?” Yutkundum. “Ve sonra şöyle devam ediyordu: Benim küçük kızım, yok musun yanımda?”
Gözlerimden yaşlar akmaya başladı, şiddetli ve hızlıydı; çağ yangını gibi tüm yüzümü kapladı.
“Küçük kızım,” dedi bana tamamen dönüp yaklaşarak. Bu sırada hâlâ elimi tutuyordu. “Sonunda ulaştım sana.” Başını onaylar gibi sallayarak devam etti. “Benim küçük kızım, artık yanımdasın.”
Onun yanındaydım. Benim yanımdaydı. Bana ulaşmıştı, ona ulaşmıştım.
Gurur kutuyu açtığında bakışlarım yavaşça kutuya indi ve puslu gözlerimi karşımdaki görüntü netleşene dek hiç kırpmadım.
Gümüş rengi iki zincir bileklik birbirine tutunmuştu. Zinciri biraz kalındı ve güçlü bir şekilde parlıyordu. İkisinin de ucunda başta ne olduğunu anlayamadığım iki küçük figür vardı. Daha sonra o figürün ne olduğunu anladım. Gurur, bileğime zincirlerden bana uygun olanı taktı, bileklik bileğime biraz bol oldu ama çok güzel durdu. Diğer zinciri kendi bileğine taktı ve ben ne olduğunu anlayamadan elini elime yaklaştırdı. O an zincirlerimiz birbirlerine çekildi ve iki küçük figür birbirine sertçe çarparak birleşti. Bir kalp şekli… Birleştiklerinde var ettikleri görüntü buydu.
Ellerimiz birbirine dokunmuyorken bile bileklerimizdeki zincirlerin ucu birbirine tutunuyor ve tek bir kalbin şeklini alıyordu.
“Bu çok güzel,” dedim.
“Artık sen ve ben değil, Zeliha,” deyince afallayarak ona baktım. “Belki en başında sen ve bendik ama iki ismin arasına ve gelirse, devamında başka isimler de gelebilir, artık o cümleye başka isimler de gelemesin diye sen ve ben değiliz, biziz. Ayrı ayrı bir bütün olacağımızdaysa Zeliha ile Gurur’uz.”
İki ismin arasına ‘ve’ koyulursa, o iki ismin arasına bir isim, hatta birçok isim girebilir. Ama iki ismin arasına ‘ile’ koyulursa, yalnızca ikisi olur. İşte o yüzden Gurur ve ben değildik. Gurur ile bendik.
Bizdik.
Ve o gece saat 04.00’da kaderimiz şafağın koynunda birleşmiş, şimdiyse sokaklar bizim için zincire vurulmuştu.
⛓️
Gurur Mert Çalıklı, üzerinde mavi damarların yollar çizdiği göz kapaklarını kaldırıp bana baktığında, ben kıyafetlerim üzerimdeyken çırılçıplak kalırdım.
Gurur Mert Çalıklı bana bakardı ve bir dağın tufanına kar olurdum.
Bazen karşına birileri çıkar ve o birileri seninle ilgili senin bile bilmediğin şeyleri bilirdi. O biliyordu. Gurur biliyordu. Kalbimin içine diktiğim kırgınlığı biliyordu, ruhumdaki sessiz cüzzamı görüyordu, zihnimdeki vehmi biliyordu.
İnsan en çok da kendi kendisini kırıp, parçalara ayırıp, kendi kendisine kör gibi davranıp, kendi kendisinin kıyameti olunca ona verilen en büyük cezasının kendisi olduğunu anlıyordu. Bazen insan o kadar kuruturdu ki kendini, bir daha hiçbir bahar yeniden yeşertemezdi; insan kendi kendisinin güzüydü.
İnsanın içindeki canavarı kendi ruhu doğuruyordu.
Bileğimde ucundaki yarım kalbin sarkarak masaya sürttüğü zincirle öylece otururken, Cenan sanki birbirimize yabancıymışız gibi ifadesiz bir yüzle ders anlatıyordu. Ara sıra birbirine dokunan birbirini tanıyan bakışlarımız dışında ikimiz de sessizdik. Hatta tüm sınıf sessizdi.
Dün geceyi hatırladığımda bakışlarımı yavaşça bileğimdeki zincire indirdim, zincirin ucundaki kalple oynadım ve zamanın içinde yavaşça geriye doğru çekildim. Yağmurun altında ıslanarak ağırlaşan saçlarım omuzlarımın üzerine serilmişti. İçki şişelerini buzdolabına yerleştirdiğim sırada, Simge kalçasını mutfak tezgâhına yaslamış, elinde yeşil bir elmayla beni izliyordu. Elmadan büyük bir ısırık alınca ses dikkatimi dağıttı ve ona baktım. İçeriden Gurur ile Devran’ın sesi geliyordu. Çok geçmeden mutfak kapısından içeriye Biricik girdi.
“Yağmurun altında romantizm yaptıktan sonra eve ellerinizde gazeteye sarılmış içki şişeleriyle gelmeseydiniz daha güzel hayaller kurabilirdim. Şimdi gözümde şarapçısınız.” Simge sırıttı, ona pis pis baktım. Gözleri bileğimdeki zincir künyesine kaydı. “Onda da aynısını gördüm.”
“Çok tatlı,” dedi Biricik meraklı meraklı.
Destan, Biricik’in arkasından sokulunca, Biricik utangaç gözlerle Devran’ın Devran’a yüz olarak ikizi kadar benzeyen kız kardeşine baktı. Destan ona gülümsedi, Biricik de gülümsedi ama ikisi de utangaç yapılarından dolayı konuşmadılar.
Mutfağın kapısında biri daha belirdiği sırada buzdolabının kapağını kapatıyordum. Gurur’a baktım, ıslak saçlarını geriye doğru taramıştı ve gür saçları böyleyken bile çok fazla görünüyordu. Saçları ıslak olduğu için koyu renk gibi görünse de birkaç tel kurumuş ve kumrala dönmüştü.
“Saçlarını kurutsana,” dedi doğrudan bana bakarak. “Başın ağrıyacak.”
Biricik ve Simge pis pis sırıttı ama Destan utangaç gözlerle tebessüm etmek dışında bir şey yapmadı.
Ayça, Gurur’u iterek mutfağa girerken, “Çekil şuradan, direk gibi durmuş kapıda,” diye homurdandı. “Bunu binanın ortasına kolon diye koysak bu bina bin yıl yıkılmaz.”
“Mimar Hanım, elinde olsa ve boyun yetse beni tartaklayacakmışsın gibi konuşuyorsun. İncitici.” Gurur bana baktı, Ayça ona tip tip baksa da niyetinin şakalaşmak olduğunu fark etmiştim. “Zeliha, benimle bir yukarı kadar gelsene.”
Sırtını dönüp mutfaktan çıkınca titreyen ellerimi üzerimdeki kuru kazağa sildim ve kızların suratına yayılmış hain sırıtışlara bakmadan mutfaktan çıktım. O birkaç metre önümden ilerliyordu, merdivenleri çıkışını izlerken bacaklarının ne kadar uzun olduğu gerçeğiyle yeniden burun buruna geldim. Salona doğru baktığımda, ekipteki tüm askerlerin ve Çolpan ile Nihan’ın koltuklara dağılmış hâlde sohbet ettiklerini görmüştüm. Üst kata çıktığımız an Gurur banyoya girdi ve dünü hatırladığım için karnıma saplanan krampla banyonun açık kapısının önünde durarak içeriye baktım.
“Kardeşini aradın mı?” diye sordu Gurur banyonun lambasını yakıp aynalı dolabın önüne doğru yürürken. “Gelecek mi?”
“Evet. Şansa bakın ki yine buradaymış. Gelir birazdan.” Kollarımı göğsümün üzerinde toplayarak Gurur’a bakmaya başladım. “Ama babaannem gelmeyeceğini, dizi izleyeceğini, onu ararsak evimizde uyuşturucu bulunduğuna dair bir ihbarda bulunacağını söyledi.”
“Muşta da buna benzer şeyler söyledi. Gerçi ne kadar Muşta genç olsa da, babaannen Muşta’dan daha genç. Maria bizden daha iyi eğlenirdi kesin.” Dolap kapağını açarken, “Gaye ile doktor gelecek mi?” diye sordu.
“Evet. Muhtemelen Gaye bu eve ilk defa geleceği için şu an Hüsrev’i zorla bir çiçekçiye ve pastaneye sokmuştur, hatta zaman bulursa ev hediyesi bile bakar.”
“O kız biraz kırık gibi,” dedi Gurur sırıtarak. “Çatlak yani.”
“Hem de ne biçim,” dedim genişçe sırıtarak. Bir an şaşkın gözlerle yüzüme bakakaldı. “Gurur, ne oldu?”
“Neden o kadar güzel gülüyorsun?” Duraksadım, duraksamamla birlikte hızlıca, “Hayır hayır!” dedi. “Neden bozuyorsun ki? Çok güzeldi.”
“Neden böyle söylüyorsun?”
“Çünkü güzeldi.” Bana dikkatle bakınca yanaklarıma yayılan sıcaklığın arttığını hissettim. “Kızarıyor musun?”
“Kızarmadım,” diye yalanladım omzumu kapıya yaslamadan önce.
“Boynuna kadar inen kızıllığı görebiliyorum ama.”
“Beni neden çağırdın?” diye sordum ona bakmadan boşluğa bakmaya devam ederek.
“Saçların ıslaktı.” Kapağın arkasından fön makinesini çıkardığını fark ettiğim an gözlerim ona tutundu. Yüzümü saran pembeliği görmesi işleri zorlaştırıyordu. Gurur elindeki fön makinesini sallayarak, “Gel bakalım, Zerdali,” dedi. “Kurutalım saçlarını.”
Banyoya girerken, “Ben hallederim,” desem de beni dinlemedi. Fişe taktığı saç kurutma makinesini çalıştırdı ve gürültüyle birlikte sıcak hava üflemeye başlayan makineyi yüzüme doğru sallayarak kısık bir çığlık atmama neden oldu. Yüzümde hissettiğim sıcaklık daha da kızarmama neden olmuştu. Gurur eğlendiğini alenen göstermekten çekinmeyen parıltılarla kaplı gözlerini üzerimden çekmeden beni bileğimden yakaladı ve o an, bileklerimizdeki mıknatıslar yeniden birbirine tutunarak kalp şeklini aldı. O an, gözlerimizin önce kalbe sonra birbirimize saplandığı andı.
Bileğimde duran elini yavaşça parmaklarıma indirdi, ikimizin de avuç içleri birbirine yaslanmıştı. Onun benim elimden çok daha büyük olan eline bakarken o da benim küçük elime bakıyordu.
“Her defasında bu kadar küçük göründüğünü unutup, her defasında bu görüntüye heyecanlanmam çok saçma,” dedi gözlerini ellerimizden çekmeden. Parmaklarım kıvrıldı ve parmaklarının arasından geçti. Onun elini tutan ben oldum. Ona tutunan ben oldum. “Bugün hem gülümsedin hem de elimi tutan sen oldun,” dedi gözlerini gözlerime çevirirken. “Bundan bir adım sonrası evlilik teklifi, Zelihacığım. Yoksa niyetin bana evlilik teklifinde bulunmak mı?”
“Ben direkt yıldırım nikâhı kıyarız diye düşünmüştüm,” dedim onu taklit ederek.
“Hay hay,” derken gözlerinde şakadan eser yoktu.
Saçlarımı kurutmaya başladığı sırada lavabonun aynasından bizi izliyordum. Benden ne kadar uzun olduğunu bir de bu açıdan görmek şaşırtıcıydı. Arkamda kocaman bir dağ gibi duruyor, saçlarımı kuruturken gözlerini indirmiş beni izliyordu. Ben de aynadaki yansımamıza bakıyordum. Onun önündeyken, sırtımı ona vermişken bu kadar küçük görüneceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ensemdeki ıslak saçları kuruturken gözlerini kaldırıp aynaya baktı ve aynada göz göze geldik. Onu izlediğimi fark edince şaşırmadı, sadece daha dikkatli gözlerle bakmaya başladı. Dikkati yanaklarımdaki sıcaklığın artmasına neden oldu. Kendime bakamadım çünkü pembeleşmiş yanaklar, açık turuncu rengine dönmüş çiller görmek istemedim.
“Simge benim bildiğimi biliyor mu?” diye sordu Gurur sakince, aynadaki yansıması da sakindi ama gözleri gözlerimdeyken deprem etkisi yaratıyordu.
“Hayır. Ama söyleyeceğimi akıl etmiştir. Anlattığımın çok önemli bir şey olduğunu biliyor, hâliyle biriyle paylaştığımı sana söyleyeceğimi de biliyordur. Beni çok iyi tanır.” Gözlerimi gözlerinden çekmeden, “Her ne kadar ben artık kendimi tanıyamıyor olsam da,” diye devam ettirdim cümlemi.
“Kendini tanıyamıyor musun?”
“Evet,” dedim dürüstçe.
Saç kurutma makinesini saç diplerimde gezdirirken, “Neden?” diye sordu.
“Dün korktuğum her şeyin bugün kollarındayım.”
Buz sıcağı gözlerinin içinde, ateşin içinde büyüyen amber rengi parıltılar belirdi. Bir şehrin çok uzaklarında yanan sokak lambaları gibi parıldıyor, ateş böceklerini andırıyordu.
“Tesirim altındasın mı demek bu?”
“Tesir altında kalmak… Bu şekilde söyleyince haksızlık gibi. Beni tesir altına almaya çabalamıyorsun sonuçta.”
“Nereden biliyorsun? Ya yapıyorsam?”
“Yapmıyorsun,” diye inat ettim.
“Eskiden sana kendimi savunmaya çalıştığımda bile suçlamalarınla beni susturup köşeye sıkıştırırdın, şimdi kendimi suçlayacağımı hissettiğin anda kendi içindeki mahkemenin hakimi olmaktan vazgeçip benim avukatım oluyorsun. Kendi içinde benim avukatım olman da bir tesir belirtisi değil mi?”
“O zaman sen de söylediğin o şeyin etkisi altındasın.”
“Tesirin altındayım, bu doğru,” dedi gocunmaksızın.
“Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi?” diye sordum bir çocuk gibi.
“Hem iyi hem kötü.” Saçlarımı okşadı, kurutmaya devam etti. “Hem karanlık hem aydınlık.” Gözlerimin içine bakarken bakışlarımızı taşıyan ayna çatlayacak gibiydi. “Hem çok tehlikeli hem de çok güvenli.”
“Hissettirdiğin bu,” dediğimde şaşırdığını hissettim. “Sen böyle hissettiriyorsun. Hem iyi hem kötü. Hem karanlık hem aydınlık. Hem çok tehlikeli hem de çok güvenli.” Makine çalışıyordu ama artık saçlarıma üflemiyordu. Aynanın üzerinde kilitlenen bakışlarımız birbirlerinden asla ayrılmadı. Yavaşça ona doğru dönmemle beraber gözlerimiz bu kez bir aynanın üzerinden değil, doğrudan birbirlerine temas ettiler.
Gurur, hiç beklemediğim bir anda, bir elinde hâlâ kurutma makinesini tutarken diğer elini enseme yerleştirdi ve ben daha ne olduğunu anlamadan beni yavaşça döndürerek duvara yasladı. Duvarla arasında kaldığımda eli hâlâ ensemdeydi, daha saç diplerime dokunan uzun parmaklarının bıraktığı hissi hazmedememişken, dudaklarını dudaklarımın üzerine kapattı ve beni sertçe öpmeye başladı.
O beni öperken, kendime birini sevmenin bana zarar vermeyeceğini haykırmak istedim. Oysa daha onu sevdiğimi bile ağzıma ikinci kez nasıl alacağımı bilmiyordum. Bir insan nasıl sevilirdi bilmiyordum. Sadece severek devam edilemezdi, sadece seviyorum demekle insan birini sevemezdi.
Sevmek cesaret isterdi, fedakârlık isterdi, savaşmak isterdi; sevmek bazen vazgeçmek demekti.
Bir insan nasıl kırılırdı biliyordum, en çok kendi kendimi kırdığım için her duvarın nasıl yıkılabileceğini öğrenmiştim. Ama bir insan nasıl sevilirdi bilmiyordum. Bir ruh diğer ruha nasıl karışırdı? Dudaklarımız birbirine karışırken bunu düşündüm. Daha sonra ruhlarımızın zaten birbirine kördüğüm olduğunu hatırladım.
Elim yavaşça ensesine kaydı, parmaklarım saçlarının diplerine girdi ve Gurur bir elinde yüksek sesle çalışan kurutma makinesini tutarken diğer elini çenemin altına yerleştirdi. Ağzımı açmam için verdiği bir emir gibiydi dokunuşu. Dudaklarımı sertçe öptüğü müddet boyunca ağzımı onun için aralayıp dilinin dilimi keşfetmesine izin verdim.
O uğultulu sıcak havanın ve makinenin motorunun sesi, kalbimin atış seslerini bastırıyordu. Beni duvara biraz daha bastırıp çenemi daha sıkı kavradığında gözlerimi araladım ama onu değil, onun karanlığını gördüm. O karanlık beni öpüyordu, benden fazlasını istiyordu, benden ruhumu ve üzerine bin dikiş atarak sevmeye kapattığım kalbimi istiyordu. Oysa o kalbin dikişleri atmıştı ve o kalp artık onun için çarpıyordu.
Dili dudaklarımın arasına bir defa daha girince, karnıma bir bıçak saplanmış gibi hissederek ağzının içine doğru inledim. Bu yaptığım bir şeyi başlattı. Biliyordum, o da biliyordu. İniltim dudaklarının içinden ruhuna kadar aktığında, onun da alevlerinin tıpkı benim alevlerim gibi göğü delmek için harlandığını biliyordum. Ellerimi kaydırdım, sırtına dokundum, sonra kaldırıp onun omuzlarına dokundum. Pazularına sıkıca tutunduğum sırada dilimi dişlerinin arasına alarak yavaşça ısırıp kendine doğru çekti ve bacaklarımdaki tüm derman çekilmiş gibi titredim.
Gurur birden kendini bana bastırınca kasıklarımda bir zonklama hissettim ve sonra bu zonklamanın bana ait olmadığını fark ettim. Bana kendini öyle sert bastırdı ki nefesim dudaklarına doğru kesildi ve Gurur’un da hırıltılı bir nefes aldığını işittim. Zonklayan sertliğini hissettiğimde nefesim kesik kesik çıkıyordu, beni öpüyor ve öperken yarası deşilen bir yırtıcı gibi hırıltılar çıkarıyordu.
Dudaklarım dudaklarından sıyrıldığı an dişlerini çeneme bastırıp sürterek boynuma kadar indi. Başımı havaya kaldırıp dönmeye başlayan tavana baktım. Duvarlar büzüşüyor, birbirinin üzerine çıkıyor, geriye doğru çekiliyor, bir çamaşır gibi buruşuyordu. Gurur dudaklarını boynumda mahvolan nabza sürttü, nabzımı öptü. Akrep ve yelkovan aynı dönmüyordu artık. Bizim için zaman değişmişti. Sadece mekân aynıydı.
“Devam edersem,” dedi nefes nefese boynuma doğru dökülen boğuk, erkeksi sesiyle. Sesi, içimde bir şeylerin parçalanmaya başlamasına neden oldu. Omuzlarım bile aldığım kesik nefeslerle sarsılıyordu. Ellerim saçlarına kaydı, devam etmesini istediğimi fark ettim, belki de devam edersem dedikten sonra gelecek engelleyici kelimeleri bir kenara fırlatmasını istiyordum. “Siktir,” dedi gırtlaktan gelen bir iniltiyle. “Sadece öperek bile nasıl olur da beni böyle tesirin altına alabilirsin?”
Sert vücudunu vücudumun üzerinde, bir yaranın üzerini örten kabuk gibi net bir katman şeklinde hissediyordum.
“Seni durduran bir şey mi var?” diye sordum tüm cesaretimle.
“Yapma,” diye inledi. “Bana bunu yapma. Mahsus mu yapıyorsun? Bilerek mi?” Eziyet ediyormuşum gibi yalvarır tonda çıkan sesi içimdeki o ateşi daha da harladı. “Bu senin bana tuzağın mı? İntikamını böyle mi alıyorsun benden?” Kafasını yavaşça kaldırıp sanki benden santimlerce uzun değilmiş gibi bana alttan alttan bakınca donup kaldım. Gözlerinin içindeki amber kırıntılarda binlerce bana ait yansıma parlıyordu. Hepsi bana bakıyordu. “Öyle güzel gülmenin, öyle güzel bakmanın, sonunda benimle konuşmanın nedeni intikam almak istemen mi?” Çocuk gibi sorduğu soru vücudumdaki ateşin küllenmesine ama bu defa aynı ateşin kalbimde yanmaya başlamasına neden oldu. “İntikamsa buna da razıyım. Ne kadar sürecek bilmiyorum ama sürdüğü kadar mutluluğum olsun. Sonra zulmüne de katlanırım.”
“Böyle şeyler söyleme.” Kaşlarımı çatarken ellerim yavaşça saçlarının arasına girdi ve kurumaya başlayan saçlarını parmaklarımın ucunda küllenen duygularla geriye doğru taradım. “Hiçbir intikam, üç sakinleştiriciyle devrilmez. Doğru. Ama ben devrilmediysem senin içindi.”
Alnını alnıma bastırırken, “Benim içindi,” diye tekrarladı sanki bunu ezberlemek istiyormuş, bunu kendi kendisine söylüyormuş, bunu kendi kendine inandırmaya çabalıyormuş gibi.
Kurutma makinesinin düğmesine basmasıyla motorun sesi kesildi ve gözlerimiz buluştu. Tam dudakları dudaklarıma yeniden mühürlenecekti ki, zilin sesine kapının sesi de eklendi; bakışlarımız birbirinden kopmadı.
“Gaye ve Hüsrev ya da Eymen,” diye mırıldandım yavaşça.
“Aşağıya inmemiz gerekiyor,” dedi başını aşağı yukarı sallayıp, alnını alnıma sürterek.
“Evet.”
“Vücudum aşağıya inmek için pek hazır değil,” dedi gırtlaktan gelen boğuk bir sesle.
Kalbimin atışları yükselerek artmaya başladığında bedenime yaslı bedenindeki kasılmaları hissedebiliyordum.
“Ben ineyim.”
“Keşke ben de insem,” dedi muzip bir sesle.
Utançtan pancara dönmeme rağmen gülmemek için kendimi kasarak yavaşça ondan uzaklaştım ve arkama bakmadan hızla merdivenleri inerek ondan olabildiğince uzaklaştım. Nabzımın damarlarımı gere gere kabararak hızla çarptığını hissedebiliyordum. Ellerim titriyor, başım dönüyordu. Kollarımdaki hâlsizlik Gaye ve Hüsrev salona girene ve Hüsrev elindeki çiçeği sehpanın üzerine bırakıp bana, ne oldu, dercesine göz kırpana kadar devam etti. Yener tek elinde birbirine yaslanmış cin ve votka şişesiyle holden çıkıp tam karşımda belirdiğinde, beni ruh gibi görünce yüzündeki sırıtış yavaşça silindi. Üzerinde kısa kollu, siyah bir tişört vardı, pazusu hâlâ sargılıydı ama kolunu rahatça hareket ettirebiliyordu.
“Ne oldu?” diye sordu gözlerini yüzümde gezdirirken. O sırada Pars, ön patilerini kaldırıp Yener’in üzerine abandı ve Yener onu severken bana bakmaya devam etti.
“Hiç. Tansiyonum düştü galiba.” Gözlerimi kaçırmamak için çabaladığım sırada Yener’in tek kaşı havaya kalktı ve arkamdaki merdivenlerden birinin indiğini duydum. Gurur’un geldiğini, Yener’in biri havada duran kaşlarının altındaki gözlerinin hemen arkama doğru kaydığı zaman fark ettim. Yener’in gözlerinde anlık bir alay parlayıp söndü.
“Tansiyonunuz fırlamış da olabilir. Bilemiyorum.” Sırıttığında ona düz düz bakmakla yetindim. “Kadeh bulamadım, shot bardağı aldım gelirken. Shot bardağında votka ve cin atılır mı deme, gayet atılır.”
“Ben alkol almayacağım,” dediğim anda, itiraz sesleri salonun içini bıçak gibi oydu. Herkes bana dik dik bakıyordu. Gecenin oyunbozanı olmaktan çekindiğim için, “Bakın çok içmem,” diye uyardım. “Yarın dersim var benim.”
“Tamam tamam,” dedi Yener, pek inandırıcı gelmese de sonunda kabullendim. Büyük sehpayı tam ortaya almıştık ve Yener’in getirdiği shot bardaklarını içkilerle doldurmuştuk. Normalde içkiyle pek aram yoktu, o yüzden eğlence anlayışım içip dağıtmak değildi ama yine de onlara uymaya karar verdim.
Adnan, içki yerine meyve suyu tercih ederek, “Ben bir çocuk babasıyım,” dediğinde önümdeki shot bardağının ağız kısmını kaplayan şekeri yalıyordum. Ardından tek seferde cini kafama diktim ve yangın anlık olarak gelip içimi deşti.
Tayfun, “Eğer kızım annemin yanında olmasaydı ben de içmezdim,” diye açıkladı elinde küçücük kalan shot bardağını kafasına dikmeden hemen önce.
Çolpan, Ayça, Simge ve Nihan koltuktaydılar ama biz yere oturmuştuk. Vural, Nihan’ın iki bacağının arasında yerde oturuyor, başını ara sıra koltukta oturan nişanlısının dizine koyuyor, hatta nişanlısının diz kapağını kaşla göz arasında öpüyordu.
Bir süre Gurur’un kayboluşuyla ilgili hiç konuşmadan yüzeysel sohbetler ettik ve bir iki shot bardağı kadar cin içmiş bulundum. Cin daha önce içtiğim bir içki türü değildi, o yüzden her ne kadar ananas suyuyla desteklenmiş olsa da başım ikinci shot bardağından sonra dönmeye başlamıştı. Şekerli bardağı yalayıp beşinci shotı kafasına diken Yener yüzünü buruşturarak içkiyi yuttu ve sonra komik bir ses çıkararak başını iki yana salladı. Simge kaşlarını kaldırmış alaycı gözlerle onu izliyordu ama Yener bunun farkında değildi.
Gurur üçüncü bardağını doldurduğu sırada gözlerim koluna kaydı, geniş pazuları gergin görünüyordu, yavaşça dirseğine kadar kayan bakışlarım akabinde bileğine de uğradığında, bileğinde aşağı doğru sarkmış bilekliği gördüm ve kalbim tutarsız bir ritimle göğsümün içinde bir zelzele başlattı. İçki şişesini tutan büyük ellerinden yukarı kabaran damarlar, bilekliğin altında kalıyor ve daha sonra tüm heybetiyle devam ederek dirseklerine dek uzanıyordu; tıpkı bir bombanın ölümcül kabloları gibi…
Ah, cidden sapık gibi hissediyordum.
Girdap durgun olur diye düşünmüştüm ama değildi; gülümsüyor, konuşuyor, hatta aydınlık bir ifadeyle bazen bana bakıyordu. Yine de içinde ur gibi taşıdığı o duygunun ona ne kadar ağır geldiğini hissedebiliyordum.
Devran, Biricik’in çantasından iki büyük kulaklık çıkardı. Kulaklıklardan birini telefona bağladıktan sonra, “Kulaklık kulağınızdayken en fazla kelime bilen kazansın,” dedi ve o an herkesin dudaklarından keyifli bir uğultu yükseldi.
İlk anlatacak olan kişi Adnan, kelimeleri bilmeye çalışacak olansa Yener’di. Yeni bir shot doldurmak için içki şişesine uzanacağım sırada Gurur benden hızlı davrandı ve şişeyi alıp önümdeki shot bardağını yarısına kadar doldurdu. Bana biraz daha sokulup, “Daha fazla içme istersen, okula gideceksin yarın,” diye fısıldadığında gözlerim kimseyi değil, sadece onu görüyordu.
Yarıya kadar doldurduğu bardağı alırken ona bakmaya devam ettim. Artık başım iyiden iyiye dönüyordu, insanların, zamanın, içinde olduğumuz ortamın rengi ve hissi değişmişti ama o hâlâ aynı hissettiriyordu. Gurur kolunu belime sıkıca doladı ve “Gel buraya,” diye mırıldandı. O gün, o cam duvarın önünde dağdaki karları izlerken binlerce parçaya ayrılan yansımamı hatırladım ve ona sığınırken gözlerimi yavaşça yumdum. Birilerinin bize baktığını hissetsem de bu umurumda değildi.
Birkaç dakika belki geçmiş, belki geçmemişti. Kulaklığın dışından bile duyulan müziğin yüksek sesiyle gözlerimi araladığımda, Adnan ile Yener karşı karşıyaydılar, ikisi de dizlerinin üzerinde oturuyorlardı ve Yener kulaklığı kulağına yerleştirmişti. Gurur beni göğsüne bastırıp saçlarımı okşamaya başladığında, bulduğum o şefkati terk etmeden arkadaşlarımı izlemeye başladım.
Yener, bir an hemen çaprazındaki koltuğa doğru döndü ve o an, Simge’ye bakarken kısa bir duraksama yaşadı. Simge de onu izliyordu. Dizlerini karnına kadar çekmiş, kollarını bacaklarının etrafına sarmıştı, dudaklarında alaycı bir gülümseme vardı. Yener bu gülümsemeden payını aldı. Dışarı taşan müziğin sesi öyle kuvvetliydi ki, kulaklık kulağındayken nasıl hissettirirdi kim bilir? Yine de o gürültünün Yener’in zihnindeki sesleri bastıramadığını hissettim.
Adnan, Yener’e boş cin şişesiyle vurunca, Yener birden ona doğru döndü ve Adnan, “Başlıyoruz lan,” dedi ters bir sesle.
“Tamam,” dedi Yener.
“Duyuyor musun lan sen beni?”
“Ne?”
“Duydun beni, sahtekâr. Devran, müziğin sesini kökle. Son kalan beyin hücresini de öldürüp temelli kurtulalım bundan.”
“Lan kelime o kadar uzun mu?” diye bağırdı Yener, muhtemelen kulağındaki kulaklıktaki sağır edici ses yüzünden bağırdığının farkında bile değildi. “Tekrarla!”
“Salak,” dedi Adnan ona tip tip bakarak.
“Kalamar,” dedi Yener tekrar bağırarak.
“Harbiden salak,” dedi Adnan dehşet içinde ona bakarken.
“Deniz kalamarı!”
“Salak! Kelime salak da değil kalamar da değil. Kelime şu.” Adnan avucundaki kâğıda baktı. “Çarşaf.”
“Kadın!”
“Ne?”
“Kadın!”
Gaye öyle şiddetli bir kahkaha attı ki, Hüsrev gülmemek için yumruğunu ağzına götürürken bir yandan da Gaye’ye kaş göz yapmak zorunda kalmıştı.
“Çarşaf.”
“Kadın!”
“Lan çarşaf!”
“Kadınlar!”
“Lan bilerek mi yapıyorsun sapık adam? Çarşamba. Aman yani çarşaf.” Adnan hecelemeye başladı. “Çar-şaf.”
“Ka… Kalamar.”
“Lan ne istiyorsun kalamardan?” Adnan, elindeki şişenin ucunu tutarak Yener’e vurmaya yeltenince Yener korkarak kendini eliyle savundu.
“Karı?”
“Bana bak.”
“Kadın.”
“Çarşaf lan.”
“Ka… Kalem.”
“Ka’yı çıkar lan aklından. Kadın kelimesine evrilebilecek her kelimeyi unut. Çarşaf.”
“Ka…”
“Ka değil dedim sana lan!” Adnan elindeki şişeyle bu kez gerçekten Yener’e vuracakken, Devran, “Sakin ol,” dedi sırıtarak. “Pas diyebilir, diğer kelimeye geçebilirsin.”
“Tamam. Kelimeyi değiştiriyorum.” Bir süre Yener’le düz düz bakıştılar. “Tekvando.”
“Külot.”
“K harfini unut.” Birden Yener’i yakalarından yakalayınca Yener’in gözleri korkuyla irileşti. “Unutacaksın o k harfini. Duydun mu beni? K harfi yok.”
“Ka… K…”
“Lan seni öldüreyim diye mi yapıyorsun?”
Yener, o uzun cümleyi anlamaya çalışıyor gibi Adnan’ın dudaklarına bakarak kaşlarını çatarken Adnan, Yener’i yakalarından tutmaya devam ediyordu ve yüzleri yanlış anlamaya müsait bir şekilde oldukça yakındı.
Yener, müzikten dolayı yüksek sesle, basbayağı bağırarak, “Adnan, biraz daha sarsarsan yapışırım dudaklarına. Çok ciddiyim!” deyince, Adnan birden Yener’i yere savurarak uzaklaştı.
“Buna da pas.” Gözlerini Yener’e dikti. “Yorgan.”
“Dildo.”
“Ay yok artık!” dedi Nihan kahkaha atarak. Ayça gülmemek için elini yüzüyle kapatmış, Çolpan ve Simge birbirlerine bakarak kıkırdamaya başlamıştı.
“Sen ahlaksızsın,” dedi Adnan. “Alın şunu benden. Ben bu eşleşmeyi kabul etmiyorum.”
“Yerini ben devralabilirim,” dedi Simge yavaşça ayağa kalkıp Adnan’a doğru yürürken. Her şeyden bihaber Yener, kafasını kaldırmış Simge’ye bakıyordu.
Adnan hiç karşı çıkmadan kalkınca, Yener tek kaşını kaldırıp ne olduğunu anlamaya çalıştı ama o anlayana dek, Simge, Adnan’ın yerine oturmuştu bile. Simge, Adnan’ın bıraktığı kâğıt destesini alıp, bir kelime seçtikten sonra, “Senin için kolay bir şeyle başlayalım,” dedi ve sonra kafasını kaldırıp Yener’in gözlerinin içine baktı. “Tesis.”
“Testis diyecek, rezil olacağız, ben gidiyorum, evin duvarları üzerime geliyor,” dedi Adnan kendi bileğini ovarak.
“Tesir,” dedi Yener. Simge’nin dudaklarına değil, doğrudan gözlerinin içine bakıyordu.
Bir an, çok kısa bir an için ortama öyle büyük bir sessizlik yıldırımı düştü ki, duyulan tek şey Yener’in kulaklığında çınlayan yüksek sesli müzikti. Tesir… Etki. Bazen tanrıdan bir tokat yerdiniz ve o tokat, bir ifade olur, yüzünüze otururdu. Birbirlerinin gözlerinin içine baktıkları o sessiz saniyeler, tanrının Yener’in yüzünün ortasına oturttuğu bir tokat gibi ifadesini yeniden şekillendirmiş, onda kalıcı bir hasar bırakmıştı. Tesir anlık değildi, etki yüzünün her köşesinde bir tokat izi gibiydi.
“Tesis,” dedi Simge ona biraz daha sokulup dudaklarını daha net bir şekilde kelimenin kıvrımıyla şekillendirirken.
Yener, Simge ona yaklaştığı an yavaşça geriye doğru yaslanmaya çalıştı ve gözlerini Simge’nin gözlerinden usulca dudaklarına indirdi.
“Tesis,” dedi tekrardan Simge.
“Tesis,” dedi Yener net bir sesle.
Simge, hâlâ ona oldukça yakınken elini yere bastırarak yavaşça gülümsedi ve bir dalga gibi Yener’in kıyısını alabora ettikten sonra usulca geri çekildi.
“Kalan süremiz ne kadar?”
Devran, “Adnan’ı saymadığım için toplamda bir dakikanız kaldı. İki dakikanız vardı,” dedi.
Simge bir diğer kartı aldı ve sonra Yener’e baktı. “Elma.”
Yener bir süre onun için kelimeyi var eden dudaklara baktı, sonra sakince, “Elma,” diye mırıldandı.
Simge başını sallayıp, “Kar,” dediği anda, Yener gözlerinin içine baktı ve “Kal,” dedi.
Simge’nin gülümsemesi dudaklarından silinmedi. “Hayır. Kar.”
Gülümsemesine bakan Yener, “Kar,” dedi ve sonra içkinin etkisiyle mi bilinmez şu cümleyi kurdu: “Kelimeyi anlamama neden olan gülümsemen oldu. Geldiğin gece kar yağdığını görünce böyle gülümsemiştin.”
Simge’nin yeşil gözlerine çöken şaşkınlık sadece onda değil, hepimizde tesirini hızla göstermişti. Simge tam ağzını açacaktı ki, vaktin dolduğunu belli eden zil sesi onu susturdu. Kuzenim hızla yerinden kalkarak koltuğa yöneldiğinde Yener hâlâ yerde oturmuş ona bakıyordu.
Sırada Devran ve Tayfun vardı, tam o sırada kapının zili çaldı ve Eylül kapıyı açtı. Gelen erkek kardeşimdi. Elinde bir poşetle içeri girerken Eylül’e bakmadı, sakince holü aşıp salonun tam ortasına geldi ve Gurur’un kollarının arasında olduğumu görünce tek kaşını kaldırdı ama yorum yapmadı. Poşeti koltuğun kenarına bırakıp kendisi için bir boşluk bulduğunda, bir köşede oturan ve oyuna katılmak yerine telefon ekranına bakan Cesur ile iletişim kurmaları çok uzun sürmemişti. Eymen’in bu mevzuyla ilgili yorumları olacağını biliyordum ama yorumları için doğru gece olmadığını da biliyordu.
Hava çoktan kararmış, boydan camın arkası gecenin siyahına boyanmıştı. Shot bardağımın içinde kalan son yudumları içtiğim sırada, Devran kulağında kulaklıkla ona korkutucu gözlerle bakan Tayfun’a, “Soğuk,” dedi, Tayfun kulaklıktan rahatsız olduğu için kaşlarını çattığında, Ayça ve Çolpan ona irkilerek bakmaya başlamışlardı. Tayfun gerçekten de ilk bakışta oldukça korkutucu bir aura saçıyordu ama içinde şefkatli bir kalbin tıkladığını biliyordum. O kalbi görmemiş, hissetmiştim.
“Tas,” dedi Tayfun anlam veremediğim bir alakasızlıkla.
“Ne tası ya?” diye gülmeye başladı Devran, onu gördüğüm onca zamandan bu yana gülüşü ilk kez bu kadar içten ve samimi gelmişti bana. Biricik, yüzüne çizilmiş bir tebessümle Devran’ın çehresini sarmış o gülümseyişi izliyordu. “Soğuk.”
“Sokuk,” dedi Tayfun, bunu söylediğinde herkes yıkılarak gülmeye başladı ama o son derece ciddi gözlerle Devran’a bakıyordu.
“Ayıp oluyor birader… Soğuk.”
“Soluk.”
“Soğuk.”
“Sokuş.”
“Ben bile bu kadarını yapmazdım,” dedi Yener dehşet içinde.
Adnan, elini ağzına örtmüş, sadece büyük bir dehşetin bağrında öylece Tayfun’a bakıyordu.
“Ulan gerçekten dehşetle doldum ama tekrar ediyorum. Bir sonraki cümlede bana soktuğum falan demenden korksam da… Soğuk,” dedi Devran üzerine basa basa.
“Sok…”
“Tamam birader, pas pas,” diye böldü bu kez Devran. “Şey.” Kartlara göz gezdirdi. “Dip.”
Tayfun başını iki yana salladı. “Tekrarlar mısın?”
“Dip.”
“Dar.”
“Tövbe Yarabbim. Dip.”
“Dik.”
“Dip dip.”
“Si-”
“Değil o değil!” diye bağırdı Devran, bir kardeşine bir Tayfun’a bakarken. “O tür şeyleri çıkar at kafandan, yok öyle şeyler!”
“Tayfun neyin peşindesin?” diye sordu Yener çenesini Tayfun’un omzuna koyup ona yandan oldukça yakın bir bakış atarak. “Bir arayış içindeysen elim kolum uzundur. İyisin değil mi?”
“Çok yakınsın, uzaklaş.”
“Bu yakınlık hoşuna gitmiyor mu, Tayfun?”
“Uzaklaş,” dedi Yener’i muhtemelen asla duymayan Tayfun.
“Bence biraz yakınlık istiyor senin canın, Tayfun…”
“Dip,” dedi Devran tükenmek üzere olan bir sabırla. Yener hâlâ Tayfun’un omzuna çenesini yaslamış Tayfun’a yakından dik dik bakıyordu.
Tayfun dimdik oturmaya devam ederken, “Sıkı,” dedi alakasızca.
“Durum çok vahim,” dedi Yener. Tayfun’un profilini oldukça yakından inceliyordu.
“Dip birader.”
“Dibine.”
“Höst ulan ayı,” dedi Devran birden oturduğu yerden kalkıp kartları yere atarak. “Bir adım sonrasında bana alenen bir şeyler teklif edecek gibi konuşuyor bu herif.”
Tayfun, kulaklığını kulağından çıkardığı sırada, Biricik tehditkâr gözlerle, “Tayfun abi, benim sülalem kefenci biliyor musun? Kısa bir bilgiydi,” dedi sakince.
Tayfun, her şeyden bihaber, “Anlamadım?” diye sorduysa da Biricik’in tek yaptığı gece boyunca Tayfun’a dik dik bakmak oldu.
Sıra Vural ile Nihan’a geldiğinde, kulaklığı takan taraf Nihan oldu. Kartlar yenilendi ve ben biten içkimin devamını arar gibi masaya bakmaya başladığımda Gurur, beni kınar gibi bir mırıltı çıkararak belime daha sıkı sarılıp beni göğsüne bastırdı.
Vural, “Domitez,” deyince öyle yüksek sesli bir kahkaha attım ki, kahkaham Gurur’u bile yerinden hoplattı.
Ve Nihan sakince, “Domates,” deyince, kahkaham şaşkınlıkla dolu bir yüz ifadesine evrildi.
“Harikasın aşkım. Papağan.”
“Papağan.”
“Sucuk.”
“Sucuk.”
“Batılcan.”
“Patlıcan.”
“Sürayi.”
“Sürahi.”
“Nasıl biliyor ya?” diye sordum şaşkınlığımı gizleyemeden.
Gurur güldü. “O kız kaç senedir Vural ile birlikte biliyor musun? Flört dönemlerinde mesajlaşırken Vuralcayı çözmesi garip mi sence?”
Vural, “Meyva,” deyince Yener patladı ve gülmeye başladı, artık ben de kendimi tutmuyor, gülüyordum ama Nihan sakince, “Meyve,” deyince yine şaşırmadan edemedim.
Vural bu kez, “Poça,” dedi.
Ve Nihan yine sakince, “Poğaça,” dedi.
Kazananların kim olduğu belliydi ama yine de bir süre daha oyun böyle devam etti. Sıra Cesur ile Destan’a gelince, Destan daha önce hiç muhabbet kurmadığı yabancıya çekingen bakışlar atarak yere oturdu ve kulaklığı kulağına takıp iri, bir ceylanın gözleri gibi yana doğru çekik, kahverengi gözlerini kaldırarak Cesur’a baktı. Cesur, içkisinden bir yudum alırken kartlardan birini çekti.
“Lafügüzaf.”
“Ulan o zor,” diye araya girdi Devran. “Kardeşim nasıl anlasın onu?”
Destan ince kollarını kaldırıp, “Şey, tekrar tekrar!” diye bağırdı, muhtemelen o da bağırdığının farkında bile değildi.
“Lafügüzaf.”
“Lahana.”
Cesur yüzündeki çizgileri belli eden bir kahkahanın arkasından, “Bu zor oldu, haklısın,” dedi ve yeni bir kart çekti. “Kokonat.”
Destan heyecanla gözlerini büyütüp ellerini birbirine vurdu. “Curcuna.”
“Kokonat.”
“Kokonat!”
“Evet!” Birbirlerine uzanıp avuç içlerini sertçe birbirlerine çarptılar. Destan utangaç olsa da Cesur’un bu hareketi onu biraz rahatlatmıştı. “Atkı.”
“Algı.”
“Atkı.”
“At kılı.”
“Tabii siz Karslıydınız değil mi? Atların içinden geldiniz,” dedi Cesur anlayışla başını sallayarak.
“At gibi sürerim seni,” dedi Devran homurdanarak, daha sonra Cesur’un ensesine bir şaplak geçirip kız kardeşine öpücük attı. “Kalkın hadi, süre doldu.” Devran homurdanarak kartları topladı. “Sırada Gurur ve Zeliha var.”
Zaman nasıl böyle hızlı akmıştı bilmiyordum ama kendimi Gurur ile karşı karşıya bulduğumda kulaklık artık onun kulağında, kartlar benim elimdeydi. Bakışları tenimin altında yüzen bir canavar gibiydi; kimsenin göremedikleriyle orada duruyor, beni görüyordu. Zaman bizim için yeniden akana dek onun gözlerinin içine baktım ve sonra gözlerim yavaşça elimdeki karta indi. Kartın üzerinde abrus tohumunun olduğu bir görsel vardı, görselin altında da zehir yazıyordu.
“Zehir,” dedim gözlerimi yüzünden bir an olsun çekmeden.
Gözlerinin içindeki karanlık çukurda içinde zehir olan ölümcül sular vardı da ona bakarken o çukurun zehirli suyunda boğuluyordum sanki. Gözlerini dudaklarıma indirdi ve o an, ağzını açmadığı hâlde, kelimeyi bir kez daha söylemem gerektiğini anladım.
“Zehir.”
Dudaklarıma bakarken göz bebeklerinin anlık genişleyip daraldığını gördüğüme yemin edebilirdim. Ona bakarken ruhumdaki yorgunluğun katlandığını hissettim.
Gurur dudaklarımdan ayırmadığı gözlerinde gölgeler büyürken, “Zehir,” dedi.
Bir an ona sokulma isteğiyle doldum, sonra bunun sebebinin kanımda ilerleyerek zihnime kelimeler çizen alkol olduğunu düşündüm.
Bir diğer kelimeyi söylemek için dudaklarım aralanmadan hemen önce bileğindeki künyeye, yarım bir şekilde aşağı sarkan kalbe baktım. O bir gözlerime, bir dudaklarıma bakıyor, ikisi arasında kurduğu bağlantı kopmasın diye benden başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. “Alev.”
Gözleri dudaklarımda bir süre bekledi ama o bir süre, diğerleri için ne kadar kısaysa, benim için o kadar bir ölümsüzün hayatına bedeldi.
“Alev,” diye fısıldadı.
Onu düşündüm, beni düşündüm. Bizi düşündüm. Gurur ile Zeliha’yı düşündüm. Yaşadıklarımızı düşündüm. Yeni bir kelime dudaklarımda doğduğunda, her şey yeniden burada, sahnede, onun gözlerinin içindeki o karanlık su kuyusunun içinde boğularak can vermenin eşiğindeydi. Geçmişin çığlıkları kuvvetsiz de olsa, artık bir mırıltıya dönüşmüş de olsa o gözlerdeydi. O gözlerde geçmişim vardı. İçimde geçmeyenler vardı.
“Geçmiş.”
“Geçmiş.”
Aramızdaki geçmişte alev alan sadece anılar değildi. Oydu. Bir şey Gurur Mert Çalıklı’yı öylesine yakıyordu ki, bana bakarken her saniye onun yangınının ortasına atılan kuru odunlar oluyordu. Cehennem gibi büyüyen yangınının içinden beni izliyordu.
“Sevgi.”
“Sevgi.”
Gözlerime kırgın bakışların yerleşmesine engel olamadım. Gözlerimi yavaşça ondan ayırıp arkasındaki duvarda asılı duran saate çevirdim. Yelkovan her bir adımda akrebi biraz daha arkasından gelmeye mahkûm ediyor, akrep yelkovanı usulca takip ederken vakit gece yarısına doğru ilerliyordu.
“Çaresizlik.”
“Çaresizlik.”
Kalbim, göğsümün derinliklerinde boğuluyormuş gibi çırpındı, daha sonra ölümü kabul görüyormuşçasına sessizleşti ve ürkek bir çarpıntıyla sonunu kabul etti. Onu içime yerleştiren zamanı düşündüm.
“Zaman.”
“Zaman.”
Onu içimde büyüten, var eden, içimde köklendiren, içimde sonsuzlaştıran zamanı düşündüm. Oysa bir zamanlar o zaman, korkularımı beslemek için akıp gitmişti. Şimdiyse onu içimde biraz daha büyütebilmek, beni tamamen ona dönüştürmek için ilerliyordu.
“Korku,” dediğimde, anladığını bilmeme rağmen öyle uzun sustu ki içim acıdı; sanki içimde bir yarayı görmüş gibi bakmaya başlamıştı.
Sonunda yenilgiyle, “Korku,” diye fısıldadı.
Karta baktım ve bir zamanlar olduğum Zeliha’yı anlatan kelimeyi görüp, “Yalnızlık,” diye mırıldandım.
Dalgın bakışlarının içinde büyüyen ateşler eğer evin bir köşesine sıçrasa, kaçınılmaz ve söndürülmez bir yangın başlatırdı. “Yalnızlık,” dediği sırada, sesine yansıyan pişmanlığın gölgesiydi.
O gece o sokaktaydım. Yolun ortasındaydım. Artık şu an olduğum kadındım. Bileğimde ona ait bir zincirle durmuş, yüzüme vuran yağmur damlalarının gözlerime hapsolmuş gözyaşlarını serbest bırakmasına izin veriyordum. Arabalar geçiyor, hiçbiri bana değmiyor, saçlarımı ve elbisemi uçuşturuyor, ben sadece o yolun ortasında öylece duruyor, yüzüm göğe çevrili hâlde ağlıyordum.
“Tutku.”
“Tutku,” dedi, zincirlediği ruhunu sıkıca tutan zincirin sesini duydum; kimse duymadı, ben duydum.
O gece oradaydım, şafak gökyüzüne kanını akıtıyordu, şafak gökyüzüne nefesini üflüyordu, şafak gökyüzüne nabzının içinde kalan son günü armağan ediyordu.
O da oradaydı.
Arabalar etrafımdan bana çarpmadan hızla geçerken ve elbisemle beraber saçlarım dalgalanırken, karşımdaki kaldırımda elleri cebinde durmuş, sırılsıklam bir hâlde sadece beni izliyordu. Beni kurtarmadığı, gelip almadığı için ona kızıyordum.
Oysa önümüzde bir cam olduğunu bilmiyordum.
Yağmur başladığında ve o cama yüzüme çizilen gözyaşlarının aynıları çizilmeye başladığında, Gurur’un beni kurtarmak istememesiyle değil, kurtaramamasıyla yüzleşmiştim.
Geçmiş, içinde ikimize ait bir cesedi başka bir şehre taşıyan yük treni gibiydi. Biz geçmişin kalbinden söküp atamadığı, bir ağrı, bir apse, bir kanser gibi taşıdığı cesetleriydik. Acının içimde bir atın şaha kaldırdığı bacaklarının sonunda parlayan nalları gibi cam kırığı misali parladığı geceler olmuştu. Şimdi o gecelerden birinde değildim. Sanki o gecelerden biri iki gün önce yaşanmamış gibi mutluydum. Mutlu olmak içimdeki o duyguya ettiğim bir ihanetmiş gibi geliyordu.
Oyun biter bitmez kalkıp, gürültüyle sohbete başlayan arkadaşlarıma bakmadan holü aşarak mutfağa girdim. Mutfak karanlıktı. Cam duvardan içeri, şehrin içinde yanmaya başlayan sokak lambalarının ve gelip geçen arabaların far ışıkları parlayarak sızıyordu.
Arkamdan bir hayalet gibi mutfağa girdiği ânı hatırlıyorum. Belimi kavramasıyla beni mutfak tezgâhıyla kendi arasına sıkıştırması bir oldu. Sırtım onun göğsüne yaslı hâldeyken kafamı geriye doğru attım ve başım çenesinin altına sürtündü. “Başım dönüyor biraz,” diye itiraf ettim. “Cin daha önce içtiğim bir içki değil.”
“Cin gibi çarptığını söylerler,” diye fısıldadı kulağıma doğru, ağzının içinden zihnime göçen kelimelerle beraber nefesindeki alkolün kokusu da tenime sindi. “Dudaklarını oynattığın süre boyunca aklımı yitireceğimi düşündüm.” Bu itirafı beklenmedikti, kalbimin atışları göğsümü yırtmak isteyen pençeler gibi deriyi zorladı.
“İçeride…”
“Birileri var,” diye tamamladı ellerini belimin kıvrımlarından usulca indirirken. Yutkunduğumda boğazımda bir har takılı kaldı. Bundan sonra neler olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bundan sonra bize ne olacağını bilmiyordum ama artık bir şeylerin aynı kalmayacağını biliyordum. Gurur’un parmak boğumlarında doğan nabzı kalçalarımda hissedince bir an irkildim. Başımı döndüren alkol değildi, artık başımı döndüren onun yasaklı dokunuşuydu.
“Gurur…”
“İçeride birilerinin olması seni korkutuyor mu?” diye sorunca sustum, tırnaklarımı mutfak tezgâhına geçirdim. “Dudaklarının her bir hareketinde içimde pervasızca kükreyen o arzunun sesini bastıramadım. Kalbimin atışlarını duymalarından korktum.”
Gurur’un açıkça kurduğu cümle heyecanımın üzerine gölge gibi serilince karanlık bir dürtüyle doldum. Birden kendini bana bastırdı ve karnım tezgâha tamamen yaslanırken o da arkamdan bana yaslandı. Elleri kalçalarımın iki yanından usulca karnıma doğru geldi, tezgâhla arama girdi ve parmak uçları karanlığın öncülüğünde kasıklarıma kadar indi. Kasıklarımın gerildiğini, bedenimde garip bir çınlama yükseldiğini hissettim. O çınlamayı kimse duyamazdı ama ben duyabiliyordum.
Vücudum çınlıyordu.
“Senin de tam bu noktanda bir ürperme oluyor mu?” diye fısıldadı kulağıma dudağını sürterek. “Benim senin yanındayken kasıklarım hep gergin oluyor.”
“Gurur…”
“Tezgâha neden dokunmuyorum biliyor musun, Zeliha?” Dudakları kulağıma temas ederken konuşması işleri zorlaştırıyordu. Vücudumda bir panik alarmı ötmeye başlamıştı. “Çünkü dokunursam bu defa çatlatmam, un ufak ederim.” Kalçalarıma kendini yaslayınca, sert hatlarını hissettim ve dudaklarım hafifçe aralandı. Neredeyse bir kedi gibi mırlayacağımı sandım. “Sana dokunuyorum, sana dokunuyorum ki boynum kıldan ince olsun. Kendimden başka hiçbir şeyi incitemeyeyim.”
Bacaklarımın iç kısmı gerilerek kasılmaya başladı ve tüm kaslarımın yay gibi gerginleştiğini hissettim. Gurur’un davetsiz parmakları karnımın biraz altındaki gergin deriye dokunuyordu, biraz daha aşağıya kayacak olursa, ayağımın altındaki yer de kayıp gidecekti.
Birinin ayak seslerini duymamızla beraber dudaklarını sertçe boynuma bastırdı ve yavaşça geri çekilerek sırtını kapıya dönüp, cam duvara doğru ilerledi. Nefes nefese tezgâha tutunmaya devam ettiğim sırada Ayça elinde boş shot bardaklarıyla içeri girdi. Bir an bize bakakaldığını hissettim ama bu çok uzun sürmedi, yavaşça tezgâhın önüne gelip shot bardaklarını koyduktan sonra omzunun üzerinden bana baktı.
“Gaye ve Hüsrev oyunda, komik bir çekişme oluyor,” dedi.
Aklım başımdan uçtuğu için, “Ya,” demekle yetindim.
“Ben bira götüreyim içeridekilere.” Ayça, omzunun üzerinden yan gözle Gurur’a, sonra yeniden bana baktı. Ardından yavaşça buzdolabına doğru yürüdü, buzdolabının kapağını açmasıyla beraber buzdolabının içinde yanan sarı ışık mutfağı hafifçe aydınlattı. “Aa,” dedi Ayça buzdolabının içindeki bir şeye doğru eğilirken. “Karadut mu bu?”
“Yener almış,” dedim.
“Mevsimi de değil aslında ama simsiyahlar. Sen çok seversin. İstersen ye biraz, hem mideni bastırır.” Ona dikkatle baktım. “Ne? Seninle neyin mideni bulandıracağını bilecek kadar uzun zamandır arkadaşız.” Bir an bu cümle bana çok ağır geldi. “Biraz daha içseydin halıdan kusmuğunu kazımak zorunda kalırdı bu Direk Adam.”
Yanaklarımın ısınmasına neden olan Ayça’nın kelimeleri miydi, biraz önceki yakınlık mıydı bilmiyordum. Ayça buzdolabından iki şişe bira aldıktan sonra kapağı kalçasıyla kapatıp, “Hayırlı işler,” dedi ve bir an durup hemen durumu toparladı. “Yani shot bardaklarını yıkarsan diye dedim.”
“Kolay gelsin demen gerekmiyor muydu?” diye sorduğumda gözlerini kıstı.
“Canım tabii, o da uygun.”
Arkasına bile bakmadan mutfaktan çıkınca, bir süre öylece durup içeriden gelen gürültüleri, kahkaha seslerini ve birbirine çarpan bardakların çıkardığı tiz sesleri dinledik. O hâlâ cam duvarın önünde dikiliyor, ben tezgâha tutunmuş sanki düşecekmişim gibi hiç hareket etmeden bekliyordum.
Sonunda Gurur, “Masanın altına baksana,” dedi ve şaşkınlıkla ona doğru döndüm.
“Hım?”
“Mutfak masasının altına baksana,” dedi, bana bakmadan gecenin alacalı renklerini izlemeye devam ediyordu.
“Neden?”
“Bak yavrum. Yener oraya senin için bir şey bıraktı. Kendisi utanmış.”
“Utanmış mı?” Karanlık mutfakta ilerleyip masanın altına doğru çöktüm ve omzumun üzerinden Gurur’a baktım. “Yener ve utanmak mı?”
“Yener göründüğü gibi biri değil, Zerda,” dedi Gurur şefkatli bir sesle. “Onun için birini sevmek, bir şeyi sevmek yasak. Hakkı olmadığını düşünüyor.”
“Beni seviyor mu?”
“Uzun zaman sonra, yani Nihan ve kız kardeşlerimizden sonra, yakınlık kurabildiği tek kadınsın.” Gözlerimdeki parıltıları gizlemek ister gibi önüme baktım ve masanın altındaki büyük koliyi gördüm. Koliyi kendime doğru çektiğim sırada, “Yener belli etmese de duygusal bir adam,” dedi Gurur sessizce. “İçinde birilerinin görmesinden korkarak büyütmeye çalıştığı sevgiden bihaber ve sevgiye aç küçük bir oğlan çocuğu var.”
“Bu onu tanıdıkça fark edilen bir şey.” Koliyi önüme çekerken yere bağdaş kurarak oturmuştum. “Belki de bu yüzden bir kadının onu tanımasına izin vermiyor. Her şeyi anlık yaşıyor Yener.”
“Evet.”
Kolinin bandını yavaşça çekip yırtarken sessizce, “Bir gün birini sevebilir mi sence?” diye sordum yavaşça. “Beni ya da diğer kızları sevdiği gibi değil. Başka türlü sevmek.”
“Bu onun kâbusu olurdu.”
“Sevebilir mi demek bu?”
“Evet. Bundan nasıl korktuğunu bir bilsen. Bu dünyada en korktuğu şey, onun gibi bir adamdan daha fazlasını hak eden bir kadına kendisini vermek. Bu cümleler benim değil, onun cümleleri. Bana göre o çok iyi bir adam, sevmeyi bilmese de öğrenebilecek bir adam. Ama ona göre işler öyle değil. Yener sevmekten korkuyor, birinin onu sevmesinden daha çok korkuyor. Bir gün birinin yaşadığı en büyük düş kırıklığı olmaktan bir çocuk gibi korkuyor.”
Kolinin iki kanat gibi açılan kapaklarının yarattığı boşluğun içinde bir pelüş fil görünce gözlerim iri iri açıldı. Oldukça büyük fili kutudan çıkarırken boğazım düğüm düğüm olmuştu. Filin üzerinde bir not kâğıdı olduğunu fark ettim.
Üzerinde şöyle yazıyordu:
Fillerin kalbi kırılınca ölür. Sen ölmedin.
Bundan böyle her gecenin saat dörtleri, senin doğum günlerin.
Dudaklarımı bükerek uzun uzun notun yazılı olduğu kâğıda baktım.
“Fil kalpli çocuk,” diye fısıldadım. “Yener kesinlikle bir fil kalbi taşıyor.”
“Kalbi kırılırsa bu onun için ölüm gibi olur,” diye onayladı Gurur.
“Hemen geliyorum, tamam mı?” Dönüp yavaşça ona baktım. “Beni burada bekle.”
Gurur bir şey söylemedi, sadece bana doğru dönüp başını sallamakla yetindi. Holden geçip duvarın kenarından kalabalığa baktığımda, Yener’in elinde içki şişesiyle dans ettiğini görünce gülümsedim. O kalabalığın içinde herkesten çok eğleniyor gibi görünüyordu asıl yalnız olan.
Dalgın bakışlarla onu izlemeye başladığım sırada gözleri yavaşça bana çevrildi. Gülümseyişi yüzünden silinmedi, bana gülümseyerek baktı. Kucağımda tuttuğum fili görünce, gülümsemesi daha da derinleşti ve yüzündeki çizgiler çoğaldı. Gülümsediğinde tüm yüzünü kaplayan o çizgiler şimdi daha derindi. Ona parmağımla ‘gel gel’ yaptığımda tek kaşını kaldırdı ama sonra gülerek kimseye belli etmeden yavaşça yanıma geldi. Onu hole doğru çektiğim gibi, “Teşekkür ederim,” dedim içtenlikle. “Bunun için.”
“Bir fil gibi kalbin kırılmıştı,” dedi bana bir abiye ait şefkatli gözlerle bakarken. “Ama sen karşımda, buradasın.”
“Sana sarılırsam dalga geçer misin?”
Yüzünü buruşturup, “Neden geçecekmişim?” diye sorarak kollarını iki yana açtı. “Gel.”
Hiç düşünmeden kollarının arasına girip ona sarıldım. Bir insana öylece sarılmak benim için hiç kolay değildi ama Yener’e sarılmak çok kolaydı. Beni sıkıca sararken fil kollarımın arasında duruyordu.
“Bunu hep saklayacağım ben,” dedim yavaşça. “Hep.”
“Bildiğim için aldım.”
Başımın üzerini okşayarak benden usulca ayrıldı.
“Sen değer bilen bir kızsın. Gurur çok şanslı. Ben de şanslıyım sanırım, sırdaşın olmama izin verecek gibisin çünkü.”
“Verdim bile,” dedim.
Gülümsemesi daha da genişledi. “O zaman ben de çok şanslıyım, Zeliş.”
“Bir sırdaştan fazlasını bulacaksın,” dememle, birden yüzündeki gülümseme soldu. Bir kum saati gibi içi zamanla dolu olan kalbi ters döndü ve kum taneleri acı anılar gibi içinden dökülmeye başladı. Bana öyle uzun baktı ki, gözlerimi kaçırmak zorunda hissettim. Dilimi ısırma isteğiyle dolduğumda, sırtını yavaşça bana dönmüştü.
Hiç beklemediğim bir şeyi yaptı, sokak kapısını açtı ve dışarı çıkıp kapıyı arkasından yavaşça kapattı. Kimse onun gittiğini fark etmedi.
Hiç düşünmeden, üzerime bir palto alıp arkasından çıktığımda, içinde olduğu asansörün kapıları çoktan kapanmıştı. Asansör aşağı doğru hareket ettiği an, boş asansöre doğru koştum ve peşinden gitme kararı zihnimde kendini henüz şekillendirmemişken onun peşinden gittim. Binadan çıktığında aramızda elli metre kadar bir mesafe vardı.
Zincire vurulmuş sokağın rüzgârı, saçlarımı okşadı.
Yağmur yağmadı, kar taneleri şehrin üzerine örtü olmaktan vazgeçti, düşmedi. Ellerim paltomun cebinde usulca arkasından ilerliyordum. Yener bir süre hiç durmadan yürüdü, ben de sırdaşı olduğum için sessizce onu takip ettim. Bir süre sonra durdu, bir sokak lambasının altında duruyordu, saçları turuncu alevden bir ışıkla parlıyordu.
“Peşimden gelmene gerek yoktu. Sana kızmadım, Zeliş,” dedi sakince.
Durup bir süre ensesini izledikten sonra, “Gelmem gerektiğini hissetmesem gelmezdim, hissettim ve geldim. Demek ki gelmeliydim,” diye mırıldandım. “Neden apar topar gitmek istedin?” Sorumu duymazdan geldi ama ben geri adım atmadım. “Söylesene, Yener. Aslında neyin var?”
“Sorun hiçbir şeyimin olmaması. Herkesin bir şeyi var. Girdap’ın canı acıyor, ölüyor acıdan ama bir şeyi var. Benim hiçbir şeyim yok. Ben o kadar hiçbir şeysizim ki, kalbim o kadar hiçbir şeysiz ki…” Birden dönüp bana bakınca, Yener’in gözlerine çöken kan rengi hisleri gördüm. “Hayatımın sonuna dek Zeliş, ben hiç kimsenin en güvendiği adam olmayacağım.”
“Böyle şeyler söyleme. Olacaksın.”
İçimde çatırdayan duyguyla ona doğru bir adım attığım an, elini kaldırarak beni durdurup, “Olamam,” dedi. “Kim benim gibi birine güvenir ki?”
“Bunu bilemezsin.”
“Hiç ters yöne yüzdüğünü fark ettin mi?” diye sordu gözlerini kaldırım taşlarına indirirken.
“Evet.”
“İşte ben de ters yöne yüzdüğümü fark ettiğimde okyanusun ortasındaydım, geri de dönülmüyor,” dedi. “Kaldım burada böyle.”
“Hâlâ geri dönebilme şansın var.”
“Çok uzun sürer.”
“Kaçtığın her şey bir gün karşına çok daha büyük bir yıkım olarak çıkacak,” dediğimde bana baktı. “Bir gün kaçtığın ne varsa, ona yakalanacaksın. Buna kalbin de dâhil.”
Acı çekiyormuş gibi gözlerini kapatıp, başını bir sağa bir sola ağır ağır sallayıp, “İstemiyorum,” dedi. “Ben bu kalbi istemiyorum.”
Bir süre sustu ve sonra yeniden konuştu.
“Ben neyin eşiğindeyim bir bilsen,” deyince bir an gözlerimi yüzüne dikip öylece kaldım. “Ben öyle bir şeyin eşiğindeyim ki, kazanamayacağım, savaşamayacağım. Ben böyle bir şeyin savaşını veremem. Ben Gurur değilim, ben Devran değilim, ben karısı öldüğü için oğlunu hayatı yapan Adnan değilim, ben sadece kızı için yaşayan ama karısının terk ettiği Tayfun değilim, ben yıllarca aynı kadın için var olup sonunda onunla nikâh masasına oturacak olan Vural değilim. Ben elini tutmadığı bir kız için kendini kalbinden vurmayı düşünmüş Girdap değilim. Ben onlar olamam.”
“Yoksa kalbin sana ihanet mi etti?”
“Bu kalbin beni nasıl yaraladığını tahmin bile edemezsin.”
“Belki de kalbin seni fanusun içinde birini kurtarmaya zorluyordur.”
Bana alayla baktı. “Zeliha,” dedi. “Ben birini fanusun içinden çıkarmaya çıkarırım da, çıkardığım kişi onu fanustan çıkaran kişinin kim olduğunu öğrendiğinde kahramanına değil, katiline bakıyor gibi bakar bana.”
“Ya sana böyle düşündürmeyecek biri olursa?”
“Olmasın Zeliha olmasın,” dedi gözlerimin içine bakarak. “İçimde soyut bir şey yok değil, var ama ben onu somutla yok etmeyeceğim.”
O an, tam da o an, Yener’in kalbine yerleşmek üzere bir gölge olduğunu biliyordum. Kabul etmesi zor olsa da o gölgenin kime ait olduğunu da sanırım biliyordum. Yener de biliyordu. Bir süre birbirimizin gözlerine baktık ve başını önüne eğdi. Tesiri altında kaldığı biri vardı ve o biri bana bir kan grubu uzaklıktaydı.
“Neyse,” diye fısıldadı. “Eve dön hadi.”
“Kızgın mısın bana?”
“Sana neden kızayım?” Gülümsedi. “Arabada biraz kafamı dinleyip yukarı gelirim.”
Başımı aşağı yukarı sallayabildim, bir şeyler söylemek o an için çok anlamsızdı. Eve döndüğümde yere bıraktığım fili kucağıma alıp vestiyerin üzerine bıraktım ve varlığımı fark etmeyen arkadaşlarıma bakmadan usulca hole girip mutfağa doğru ilerledim.
Gurur buzdolabının önünde duruyordu, buzdolabının kapağı açıktı, elinde şeffaf bir kutu tutuyordu ve kutu ağzına kadar karadutla doluydu. Ağzına bir karadut attığı sırada yorgun gözlerle kapının eşiğinde durup ona bakmaya başladım.
“Biraz hava alsın gelir,” dedi her şeyi biliyormuş gibi. Dudağının kenarından taşan karadut lekesine baktım. “Seviyormuşsun.” Kutuyu bana doğru uzatırken buzdolabının kapağını ayağıyla iterek kapattı ve ışık kayboldu.
“Şu an bir şey yiyebileceğimi sanmıyorum.”
Gurur, elinde karadut kutusuyla tezgâha doğru ilerleyip kalçasını tezgâha yasladıktan sonra, “Pyramus ile Thisbe arasında geçen efsanevi aşkı biliyor musun?”
Bahsettiği isimlere yabancı olduğum için çatık kaşlarla, “Hayır,” diye cevapladım.
“Karadut onların kanıyla kırmızı meyveler vermiş,” dedi.
Yorgun bir adım sonrasında artık mutfağın içindeydim. Tam karşısında durup, “Mitolojik bir hikâye mi?” diye sordum, başını salladı ve bir karadut daha alıp ağzına attı.
“Pyramus, Babil’in en yakışıklısı, Thisbe ise en güzeliymiş,” dedi ağzındaki meyveyi çiğnerken. Dudakları meyvenin kanıyla kızıla boyanmaya başlamıştı. “Birbirlerine komşu evlerde yaşayan bu iki genç, birbirine âşık oluyor ama aileleri evlenmelerine izin vermiyor. Kaçmaya karar veriyorlar.” Karadutlardan birini parmak uçlarında tutarak bana uzatınca her ne kadar midem burkuluyor olsa da karşı koyamadım ve ağzımı açtım. Parmakları dudaklarıma sürtündü, Gurur’un göz bebekleri anlık karanlığa meydan okuyarak genişledi ve dudaklarım parmak uçlarına bulaşan kızıllıklara boyandı. “Thisbe, dut ağacının orada avından dönen bir aslanla karşılaşınca bir mağaraya sığınıyor, kaçarken de atkısını düşürüyor. Aslan atkıya kan bulaştırıyor. Bunu gören Pyramus, Thisbe’nin öldüğünü düşünerek kılıcını kalbine saplıyor. Kanlar toprağa, oradan da dut ağacının meyvesine ulaşıyor ve bembeyaz meyve kırmızıya dönüyor. Thisbe mağaradan çıkıp ağacın oraya gelince Pyramus’u kanlar içinde buluyor ve o da kılıcı göğsüne saplayarak kendini öldürüyor.”
O an, meyveyi yutamadım. Sadece ona baktım.
“Sen bana kendini açana dek ben kendimi bu hikâyedeki aslan sanıyordum, Zeliha.”
“Değilsin,” dedim açıkça.
Gurur, parmaklarının arasına aldığı bir karadutu daha dudaklarıma sürttü, ağzımı açmam için zorladı ama ona dikkatle bakmak dışında bir şey yapmadım.
“Aç,” dedi. “Ağzını aç bana.”
Kalbim öyle bir gürültüyle çarpmaya başladı ki, bu sesi duyduğuna emindim. Dudaklarım usulca aralandı ve Gurur’un parmaklarının kenarından meyveye ait kan akmaya başladı. Gurur, meyveyi usulca dilimin ucuna bıraktı, tam parmağını geri çekecekken dudaklarımı parmağının üzerine kapattım ve parmağına akan kanı dilimi sürterek aşağı yukarı sertçe yalayıp emdim.
Sadece kısık bir, “Siktir,” kelimesinin ardından parmağını biraz daha derine itti ve gözlerimi gözlerinden ayırmadan parmağını sertçe emdim.
Ama her şey anlıktı.
Evin zili üç kez uzun uzun çaldığında ve kapı yumruklanır gibi çalmaya başladığında, parmakları yavaşça ağzımın içinden çıktı. Gözlerimiz birbirine saplanıp kaldı. Hole doğru çıktığım sırada Gurur arkamdan geliyordu.
Kapıya Ayça’dan önce ulaştım ve kapıyı açtım.
Muşta oradaydı.
Gözlerimiz birleşti. Çivit mavisi gözlerinden hızla bir damla yaş çenesine kadar aktı.
Geleceğe çekilirken duyduğum o bozuk kasetin ve cızırtılı frekansın sesi sıçramama neden oldu. Sınıftaydım, herkes toplanıyor ve sınıf yavaş yavaş boşalıyordu.
En son Cenan ve ben kaldık.
Tam sınıftan çıkacağı sırada yavaşça ayağa kalktım ve “Abla,” dedim. Cenan durdu ama sanki kalbi de o an durdu.
Muşta’nın çivit mavisi gözünden akan bir damla yaş, zamanın içinde kayıp gitti.
Sordum: “Neden o gece hakkında konuşmuyoruz?”